Quantcast
Channel: MAKALE – HukukPolitik
Viewing all 95 articles
Browse latest View live

Bir İnsan Hakları Sorunu Olarak: Açlık Grevleri

$
0
0

Bu makale, günümüzden on beş yıl önce ilk kez, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi’nde, F Tipi cezaevlerini protesto için başlatılan açlık grevi/ölüm oruçlarında kırkın üzerinde mahkumun öldüğü bir dönemde yayımlandı. Açlık grevlerinin iç içe geçen iki yönü, tıbbi etik ve hukuk, ayrıntılı incelenirken çok sayıda uluslararası ve ulusal belge ve bildirgelerden de yararlanılmış. Açlık grevlerinin tarihçesi bölümüyle beraber karşılaştırmalı okuma yapma imkanı da var. Yazıldığı döneme göre de cesur bir sonuç tespiti var: “Yaşam hakkının vazgeçilmezliği ve devredilemezliği ilkeleri, ancak ‘insanca bir yaşam’ adına savunulabilir.” Aksi durumda, Mümtaz Soysal göndermesiyle, yaşamak yalnızca “nefes almak” olmaz mı?

Bu yazı vesilesiyle hem KHK ile üniversiteden koparılan makalenin yazarı Murat Sevinç’in üniversiteye geri dönebilmesini hem de açlık grevleri 150. gününe yaklaşan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın eylemlerinin insan onuruna yakışır bir uzlaşı ile sonlanmasını dileyelim.

Giriş

Açlık grevleri/ölüm oruçları yaklaşık yüz yıl önce ortaya çıkan bir eylem biçimidir. Hak arama, istekleri kabul ettirme yöntemi olarak kullanıldığı ve insan yaşamını ilgilendirdiği için tüzenin, tıbbın ve tıp etiğinin (deantoloji) alanına girmektedir. Dolayısıyla bu iki alanda da tarhşmalara neden olmuş, ancak tartışmalar daha çok tıp etiği alanında yoğunlaşmıştır. Çünkü eylemin biçimi, niteliği, tarih boyunca kutsallık atfedilen bir değer olan insan yaşamını tehdit etmektedir. Doğal olarak, hiç kimse ve hiçbir tüze düzeni, insanın ana rahmine düştüğü andan itibaren sahip olduğu yaşamın sona erdirilmesi olasılığına kayıtsız kalamamıştır. Bu nedenle, intihar, gönüllü ölüm (ötanazi), açlık grevi gibi, insan yaşamının sona ermesi ya da erdirilmesi gibi konular toplumbilimin, tüze biliminin, tıbbın ilgi alanında olmuştur.

Bu çalışmanın konusu, açlık grevi ve onun son aşaması olarak kabul edilebilecek ölüm oruçlarının incelenmesidir

İnceleme, tıbbi etik ve tüze açılarından yapılacaktır. Konu, çok yönü olanı kesin yargılara varmanın çok zor, çoğu zaman olanaksız olduğu bir alandadır. Yukarıda da belirtildiği gibi, sorunun odağında insan ve onun sahip olduğu en önemli ve temel değer olan ‘yaşamı’ vardır. Dolayısıyla incelemenin sonunda herhangi bir sonuca ulaşamamak, kesin yargılara varamamak olasıdır; yaşamda ve bilimlerin herhangi bir alanında olduğu gibi. Bu nedenle, çalışmaya başlarken, bir sonuca ulaşmaktan çok sorunu ortaya koyma, anlamaya çalışma ve farklı boyutları olup olamayacağını düşünme kaygısıyla hareket edilmiştir.

Çalışmada, önce kısaca kavram ve konuyla ilgili tarihçe anlatılacak, ardından tıbbi etik açısından açlık grevleri, hekimlerin tavrı, müdahale edilip edilemeyeceği ve müdahalenin şekli, uluslararası belgelere ve ulusal düzenlemelere dayanarak tartışılacaktır. Daha sonra sorunun tüzel niteliğinin incelenmesine geçilecektir. Bu kısımda, Türkiye’de farklı tüze dallarının konuya yaklaşımı kısaca anlatıldıktan sonra, açlık grevleri tüzel çerçevede, temel haklar ve özgürlükler ve ‘yaşam hakkı’ bağlamında ele alınacaktır.

Açlık Grevi, Ölüm Orucu

Feyzioğlu’nun tanımıyla açlık grevi: .”..belirli bir olayı, tutumu, davranışı protesto etmek, çeşitli istekleri kabul ettirmek ya da savunulan görüşlere ilgi çekmek amacıyla uygulanan ve greve katılanların yemek yemeyerek kendilerini aç bırakmaları esasına dayanan bir yöntemdir.” (FEYZİOĞLU, 1993: 157). Bu yönteme, çoğunlukla siyasi amaçlara ulaşmak için başvurulmaktadır. Bu nedenle, çoğu zaman karşılaştırıldığı intihardan ve acı çeken umutsuz hastalar açısından gündeme gelen gönüllü ölümden farklıdır. İntiharda amaç ölmektir. Kişi yaşamdan umudunu kesmiştir ve ölmenin tek çıkar yol olduğu inancıyla hareket etmektedir. Oysa açlık grevi ve ölüm oruçlarında amacın bir ideale, isteğe, toplumun, kamuoyunun dikkatini çekmek, yönetim üzerinde baskı kurabilmek olduğu varsayılır. Yani grevin amacı ölmek değil, çoğu zaman daha iyi bir yaşam için gerekli olduğuna inandığı taleplerini kabul ettirebilmektir.1 Bunun için elinde kalan son koz olduğunu varsaydığı yaşamım öne sürer. Grevciler, hiç kimsenin, bir insanın göz göre göre ölümü karşısında kayıtsız kalamayacağı inancıyla hareket ederler.

Gönüllü ölüm ise yaşama ya da insanca yaşama umudu kalmamış ve acı çeken hastalara uygulanan bir yöntemdir. Kişi ya da yakınları, yaşama umudu kalmayan ya da başkasına bağımlı kalacak hastaların ‘onuruyla’ ölme isteğine saygı gösterilmesini istemektedir. Şu anda yalnızca Hollanda’da yasalaşmış olan, ancak çok sayıda demokratik ülkede hararetle tartışılan bu konuya ileride tekrar değinilecektir.

Açlık grevi gerek intihardan gerekse gönüllü ölümden farklı bir durumdur. Açlık grevi yapan kişi, amacına ulaşmak için en temel gereksinimini yani beslenmeyi terk etmekte ve bu yolla en temel hakkı ve diğer tüm temel haklarının kaynaklandığı “yaşam hakkı”ndan, yaşamından vazgeçmeyi göze alabilmektedir. Ölüm orucu ise açlık grevinin en son aşaması olarak değerlendirilebilir. Açlık grevi yapan kişiler, grevi genellikle dönüşümlü ve belli vitaminlerle, çeşitli sıvılar alarak sürdürürler. Ölüm orucunda ise kişi beslenmeyi tamamen reddetmektedir. Dolayısıyla açlık grevi insan bedeni ve ruhu üzerinde derin izler bırakmakla birlikte, ölüm orucu, bırakılmadığı takdirde, süresi kişiden kişiye değişse de sonunda ölümü getirmektedir.

Açlık Grevleri/Ölüm Oruçlarının Başlangıcı ve Bugünü

Açlık grevleri pek çok ülkede, yönetimi protesto etmenin bir aracı olarak doğmuştur. Yüzyılımızda daha çok belli bazı siyasi amaçlara ulaşmak için kullanılan bir eylem biçimi olmasına karşın başlangıçta farklıydı. Örneğin eski çağlarda Japonya’da, birinin düşman bellediği kişinin kapısının önünde oruç tutması, onu aşağılamak ve zor durumda bırakmak için yapılan bir eylemdi (RATCLIFFE, 1932: 552). Ancak çağımızda açlık grevleri, siyasi amaçlara ulaşmak amacıyla yapılmıştır. Bu dönemde ilk örnek bilindiği kadarıyla Çarlık Rusya’sında görülmüştür. Sürgündekiler ve siyasi hükümlüler, baskıya karşı açlık grevleri başlatmışlardır. İlk zorla besleme ise, 1889’da Kara Cezaevi’nde kadın grevciler üzerinde denenmiştir. Açlık grevlerinin dünya çapında adını duyurması ve dikkatleri üzerine toplaması, yüzyılın başında İngiltere’de oy hakkı isteyen kadınların, cezaevinde greve başlamasıyla gerçekleşmiştir. 1909’da, Avam Kamarası’nın duvarına Haklar Bildirgesi (Bill of Rights)’nden bir pasaj yazdığı için mahkûm olan M.Dunlop, siyasi hükümlü kabul edilmeyince açlık grevine başlamıştır. Hapishane yetkilileri bu silaha hazırlıksız yakalanmış, mahkûm, grevin 91. gününde serbest bırakılmıştır. Bu eylem, açlık grevlerinin, yönetime karşı çok güçlü bir silah olarak kullanılabileceğini gösteren ilk önemli deneyim olmuştur.

Grevcilerin sayısı hızla artınca yönetim, bazı düzenlemeler yaparak mahkumiyet süresince hükümlülerin hayatta kalmasını sağlamaya çalışmıştır. Eylemci kadınların direncini kırmak için gösterişli ve lezzetli yemeklerin hücre kapılarına bırakılması da dâhil her yol denenmiş, ancak başarılı olunamamıştır. 1909 Eylül’ünde zorla besleme yöntemine başvurulmuş, grevcilerin boğaz ve burun deliklerinden sokulan borularla gıda verilmek istenmiş, bunun sonucunda ciddi rahatsızlıklar ortaya çıkmıştır. Hekimlerin protestosu da bu olaylarla başlamış, yüzün üzerinde hekim bu besleme tarzına karşı çıkmıştır. Grevler aralıklarla sürerken, Asquith Hükümeti “Cat and Mouse Act” olarak bilinen (Temporary Discharge for lll-Health Bill) ve idareye açlık grevi yapanları bir iki günlüğüne serbest bırakma yetkisi veren yasayı kabul etmiştir. Ancak serbest bırakılanlardan geri dönmeyen çok sayıda mahkum olmuştur. Örneğin, grevcilerin öncülerinden Pankhust on kez serbest bırakılıp tekrar tutuklanmıştır. Benzer eylemler yine aynı dönemde İrlandalı milliyetçiler tarafından da gerçekleştirilmiş, onlar da zorla besleme yöntemlerine maruz kalmıştır. ABD’de bilinen ilk örnek, 1917’nin Ocak ayında tutuklanan ve cezaevinde açlık grevine başlayan kadın eylemci, E.Byrne’dır (RATCLIFFE, 1932: 553-554). Bilinen en ünlü açlık grevcisi ise, grevi bir pasif direniş yöntemi olarak benimseyen ve hiçbiri yirmi bir günü geçmeyen çok sayıda açlık grevi gerçekleştirmiş olan Gandhi’dir.

Açlık grevleri, sonraki yıllarda da görülmekle birlikte özellikle 1970’li yıllardan itibaren yoğun olarak tartışılmaya başlanmış, zaman zaman sertleşerek ölüm orucuna dönüşmüş; bununla bağlantılı olarak tüm dünyada hekimlerin gündemine girmiş ve uluslararası alanda geçerli olabilecek tıbbi etik kuralları oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu konu aşağıda incelenecektir

Konunun 1970’lerin başında yeniden ve daha ciddi olarak gündeme gelmesinin nedeni, II. Dünya Savaşı’nın ardından insan hakları alanında yaşanan gelişmelerin etkisi ve grevlerin giderek sertleşerek kayıplara neden olmaya başlamasıdır. İngiltere’deki cezaevlerinde açlık grevine başlayan eylemcilerin gıda almayı tamamen keserek ölüm orucuna başlaması, ölümlerin meydana gelmesi, insan onurunu hiçe sayarak yaşamı korumak adına zorla besleme yöntemlerine başvurulması, kamuoyunu ve hekimleri harekete geçirmiştir.2 1970’lerden itibaren İngiliz cezaevlerinde ölüm oruçları yaşanmış, 1973 Kasım’ında Brixton Cezaevi’nde İrlandalı mahkumlarca başlatılan grev sekiz ay sürmüş, 1981’de IRA ve INLA’nın 10 üyesi, cezaevi koşullarının düzeltilmesine ilişkin talepleri İngiliz Hükümeti tarafından kabul edilmediği için başladıkları ölüm orucu sonucunda yaşamlarını yitirmişlerdir.3 Grevler ve ölüm oruçları sonraki yıllarda da devam etmiştir. Örneğin İspanya’da Grapo adlı terörist örgütün yaklaşık 50 üyesi 1989 yılında çeşitli cezaevlerine dağıtılmalarını protesto etmek için; Güney Afrika’da, yargılanmadan yıllarca alıkonan yüzlerce tutuklu, baskının bitmesi ve yargılanma haklarını kullanabilmek için açlık grevlerine başlamışlardır.4

Türkiye’de ise açlık grevleri yeni olmamakla birlikte, ilk ses getiren açlık grevi 12 Eylül’ün ardından Diyarbakır Cezaevi’nde başlamış, A.Erek, Nisan 1981’de yaşamını yitirmiştir. Sonraki en büyük grev ise 1996 yılında Buca cezaevinde yaşanmış ve 12 mahkum yaşamını yitirmiştir (SOYER, 2000: 6)6. Ülkemizde 2000 yılının Kasım ayında, siyasi hükümlüler arasında, F tipi cezaevlerini protesto için yeni bir açlık grevi/ölüm orucu başlatılmış ve bugüne dek kırkın üzerinde mahkum ve yakını (dışarıdan destek veren grevciler) yaşamını yitirmiştir.

Görüldüğü gibi açlık grevlerine siyasi amaçlara ulaşmanın aracı olarak başvurulmuş, grevlerle birlikte mahkumları hayatta tutma kaygısıyla zorla besleme yöntemleri uygulanınca, konu tıp dünyasında hararetle tartışılmaya başlanmıştır.

Yukarıda da belirtildiği gibi grevlerin, hem tıbbi etiğin hem de tüzenin alanına giren yönleri vardır.

Tıbbi Etik Açısından Açlık Grevleri/Ölüm Oruçları

Yukarıda açlık grevinin tanımını verirken, eylemin, greve katılanların yemek yemeyerek kendilerini aç bırakma esasına dayandığı belirtilmişti. Hekim etiği açısından sorun, grevcinin beslenmeyi reddetmesi durumunda zorla beslenmenin olanaklılığı açısından tartışılmaktadır. Yani grevler, hekimler açısından çok karmaşık sorun ve sorumlulukları da beraberinde getirmektedir. Hekim, yaşamını tehlikeye atan grevcinin durumu karşısında seyirci kalabilir mi? Eğer müdahale etmezse, hasta konumundaki grevcinin ölümüne seyirci kalacaktır. Yaşatmaya çalışırsa, grevcinin ikna olmadığı durumlarda zorla besleme yöntemlerine başvuracak, bu kez de hastanın kişilik haklarına tecavüz etmiş olacaktır? Üstelik meşru protesto kanallarının var olmadığı baskıcı düzenlerde, açlık grevi mahkum açısından oldukça önemli bir güç gösterme biçimidir ve bu durumlarda hekimler, insani bir girişim olarak mahkumun yaşamını kurtarmaktan çok, hükümetin iradesini mahkuma kabul ettirmek gibi bir çelişkinin içine itilebilirler (ttb sayfası, 2001)

Dolayısıyla hekimler, açlık grevleriyle karşılaştıklarında alacakları tavır konusunda bazı temel ilkelere gereksinim duymuşlardır. Bu ilkeler, gerek ulusal gerekse uluslararası alanda zamanla şekillenmiştir.

İlkelerin belirlenmesinde öncülük eden ülke, sorunun tıbbi ve tüzel alanda en çok tartışıldığı İngiltere’dir. Yakın geçmişe bakacak olursak, örneğin yukarıda değinilen 1973-74 Brixton Cezaevi grevi sırasında Price kardeşler, zorla beslemeye karşı İçişleri Bakanlığı aleyhine dava açmış ve kimsenin zorla beslenemeyeceğini savunmuşlardır. Bunun üzerine İçişleri Bakanı R. Jenkins Avam Kamarası’nda şu açıklamayı yapmıştır: “Doktorun, meslek ahlakına ve göreneksel hukuka karşı yükümlülüğü vardır. Cezaevi uygulaması açısından, mahkumun iradesine karşın mahkuma zorla besin vermek gibi bir yükümlülüğü yoktur. “(ttb sayfası, 2001.) Hekimler bu durumda yalnızca mahkum aç kaldığında doğacak sonuçları değil, zorla beslendiği durumda (özellikle direnç gösterirse), doğacak tehlikeleri de göz önünde bulundurmalıdır.

Bu olayların ardından BMA (İngiliz Tabipler Birliği), sonraki yıllara büyük ölçüde rehber olan şu önerileri getirmiştir: “Mahkumun herhangi bir besin almayı reddetmesi halinde, tıbbi görevlinin ilk yapması gereken şey, mahkumun rasyonel bir yargıda bulunmasını engelleyecek bedensel veya ruhsal bir hastalığa sahip olmadığım tespit etmektir. Tıbbi görevli bu konuda bir sonuca vardıktan sonra, dışarıdan bir uzmana başvurup görüşünün doğru olup olmadığını araştırmalıdır. Uzmanın, tıbbi görevlinin hastalık olmadığı yolundaki görüşünü onaylaması halinde, mahkuma tıbbi bakım ve gözetim verilmeye devam edileceği, isterse yemek alabileceği konusunda açıklama yapılmalıdır. Mahkuma, uygun ve gerekli olması halinde, kendisinin cezaevi hastanesine kaldırılabileceği belirtilmelidir. Ancak mahkuma tam olarak açıklanması gereken diğer husus da şudur. Cezaevindeki tıbbi görevlinin suni beslenmeye başvurmasını gerektirecek herhangi bir cezaevi kuralı yoktur. Son olarak, özel istemde bulunmaması halinde, sağlığında meydana gelebilecek kaçınılmaz gerilemenin sürmesine izin verilebileceği konusunda, açık ve kesin bir şekilde uyarılmalıdır” (ttb sayfası, 2001)

BMA’nın bu ilke kararları, konuyla ilgili en önemli uluslararası belgeler olan ve günümüz hekimlerinin de etik alanında başvuru kaynağı olmayı sürdü- ren Tokyo ve Malta Bildirgelerindeki ilkelerle büyük ölçüde örtüşmektedir.

Uluslararası Belgeler

Tokyo Bildirgesi, WMA (Dünya Tabipler Birliği)’nin 1975 yılının Ekim ayında yapılan 29. Genel Kurul’unda kabul edilmiştir. Genel Kurul’un amacı, hekimler için, tutukluluk ve hapis sırasındaki işkence ve öteki zalimce, insanlık dışı ya da aşağılayıcı işlem ve cezalara ilişkin bir kılavuz hazırlamaktı.8 WMA, daha sonra Malta Bildirgesi ile pekiştirilecek kararlarıyla, hekimler açısından önemli ilkeler saptamıştır. Bildirge’nin beşinci maddesi açlık grevleriyle ilgilidir: “Bir hükümlü beslenmeyi reddettiğinde, eğer hekim, beslenmeyi gönüllü olarak reddetmenin yol açacağı sonuçlar üzerinde kişinin tam ve doğru bir yargıya varacak yetenekte olduğu kanısında ise, bu kişiyi damardan beslemeyecektir. Hükümlünün böyle bir yargıya varma yeteneği ile ilgili karar, en azından bir başka bağımsız hekimce onaylanmalıdır. Beslenmeyi reddetmenin yol açacağı sonuçların hekim tarafından hükümlüye anlatılması gerekir.”

Konuyla ilgili diğer temel belge Malta Bildirgesi’dir. Açlık grevcilerinin sağlığından sorumlu hekimler için bir rehber niteliğindeki, Açlık Grevcileri Üzerine Deklarasyon, Kasım 1991’de Malta’da toplanan, 43. Dünya Tıp Kongresi tarafından kabul edilmiştir. Malta Bildirgesi’ne göre: “Hastanın kendi kararına saygı göstermek hekimin görevidir. Hekim müdahale etmeden önce hastayı bilgilendirerek iznini alır, ancak acil durum ortaya çıktığında, hekim, hasta için en iyi olanı yapmak zorundadır” (md.1/2).” Bu çelişki özellikle müdahaleyi reddettiği konusunda açık bir beyana sahip olan açlık grevcisi komaya girdiğinde ve ölmek üzereyken ortaya çıkar. Ahlaki yükümlülükleri açısından hekim, hastanın iradesine aykırı da olsa hastayı yaşama döndürmek zorundadır; mesleki sorumluluğu açısından ise hastanın iradesine saygı göstermek durumundadır” (md.2). “Müdahale etmek ya da etmemek konusundaki son karar, temel çıkarları hastanın iyiliği olmayan üçüncü tarafların müdahalesi olmaksızın hekimine bırakılmalıdır. Gerektiğinde hekim, hastaya açıkça, onun (hastanın) tedaviyi reddetme, koma durumuna ilişkin olarak, yapay beslenme ve ölüm riski gibi konulardaki kararını onaylayıp onaylamadığını belirtmelidir. Eğer hekim, hastanın reddetme kararını onaylamıyorsa, onun başka bir hekim tarafından takip edilmesini sağlamalıdır” (md.4). “Açlık grevi yapan kişi baskı altında tutulabileceği ortamlardan korunmalıdır. Bu durum onun diğer grevcilerden ayrılmasını gerektirebilir” (md.5)

Görüldüğü gibi, hekimlerin açlık grevi yapan kişilere karşı nasıl tavır almaları gerektiği uluslararası alanda saptanmıştır. Ölmek üzere olan bir insan karşısında hekimin duyacağı vicdani rahatsızlık kuşkusuz herhangi bir belge ya da ilke kararıyla aşılamaz; ancak insan kişiliğine saygı esasına dayanan bu ilkeler sayesinde hekimler, en azından ortak bir davranış kalıbı geliştirme şansına kavuşmuşlardır.

Konu hakkındaki tartışma ve gelişmeler sona ermemiştir. Örneğin Avrupa Konseyi üyesi devletlerin imzasına açılan ve şu ana kadar 15’ten fazla devletin imzaladığı İnsan Hakları Biyotıp Sözleşmesi (Convention on Human Rights and Biomedicine) de, herhangi bir tıbbi müdahalede insan hakları ve insan haysiyetinin korunmasına vurgu yapmaktadır. Sözleşme’nin beşinci maddesine göre; “Sağlık alanında herhangi bir müdahale ilgili kişinin bu müdahaleye özgürce ve bilgilendirilmiş bir şekilde muvafakat etmesinden sonra yapılabilir. Bu kişiye önceden, müdahalenin amacı ve niteliği ile sonuçları ve tehlikeleri hakkında uygun bilgiler verilecektir. İlgili kişi muvafakatini her zaman serbestçe geri alabilir.”

Söz konusu temel ilkeler Türkiye’de de TTB tarafından benimsenmiştir. Türkiye’de konuyla ilgili tüzel metinlere geçmeden önce, TTB’nin 10-11 Ekim 1998 tarihindeki Genel Kurul’da kabul ettiği Hekimlik Meslek Etiği Kuralları’na değinmek te yarar var. Kabul edilen ilkelere göre; “Görevini yerine getirirken, hekimin uyması gereken evrensel tıbbi etik ilkeleri, yararlılık, zarar vermeme, adalet ve özerklik ilkeleridir” (md.5). “Hekim mesleğini uygularken vicdani ve mesleki bilimsel kanaatine göre hareket eder” (md.8). “Hekim hastasının sağlığı ile ilgili kararlar alırken; bilgilenme hakkı, aydınlatılmış onam hakkı, tedaviyi kabul ya da red hakkı, vb. hasta haklarına saygı göstermek zorundadır” (md.21). “Hekim, muayene ve tedavi olanaklarını bilinçli olarak reddeden tutuklu ve hükümlülere bu davranışlarının sonuçlarının neler olabileceğini açıklar. Zorla muayene ve tedavi yolu deneyemez, öneremez” (md.36). “Bu kurallarda yer almayan durumlarla karşılaşıldığında, hekim, genel etik ilkelere, ulusal düzenlemelere, uluslararası düzeydeki bildirge ve sözleşme hükümlerine uyar” (md.45). “Acil durumlar ile, hastanın reşit olmaması veya bilincinin kapalı olduğu veya karar veremeyeceği durumlarda yasal temsilcinin izni alınır …”(md,26/2).

Görüldüğü gibi TTB’nin benimsediği ilkeler demokratik dünyadaki eğilime uygundur ve insan kişiliğini, iradesini ön planda tutmaktadır.9 Müdahale yalnızca, hasta hekimin önüne bilinci kapalı olarak geldiğinde olanaklıdır; ancak bu durumda yasal temsilcinin izni gereklidir. Bu noktada şöyle bir sorun yaşanabilir: Eğer grevci, bilici kapandığı durumda yine de yaşama döndürülmek istemediğini önceden belirtmişse, hekim ne yapacaktır? Bu soruya verilecek kesin bir yanıt olmamakla birlikte, kişiliğe saygı esası göz önünde bulundurularak bir sonuca varmak olanaklıdır. Hastanın, bilinci kapalıyken ne karara vardığını sağlıklı bir şekilde saptamak çok zor olduğu için hekim, hastayı önce yaşama döndürmeli, ardından aç kalmanın sonuçlan hakkında bilgilendirdikten sonra onun vereceği karara saygı göstermelidir.10 Tabii bir başka sorun da kişinin, iradesini sağlıklı bir şekilde açıklayabileceği bir ortamda bulunup bulunmadığıdır, Tedaviyi reddeden grevcinin, yine ‘kişiliğe saygı ilkesi’ gereğince baskı altında bulunma olasılığı olan ortamdan uzaklaştırılması gerekir. Ancak çoğu zaman bu gereklilik, grevci üzerindeki olası baskılar nedeniyle yerine getirilemeyebilir. Dolayısıyla, kişiyi özgürce karar verebileceği bir ortamda bulundurmak bir zorunluluk olmasına karşın, çoğu zaman kolay başarılamayacak bir iştir.11

Türkiye’de İlgili Tüzel Düzenlemeler

Türkiye’de tıp alanındaki temel Yasa, 1219 sayılı ‘Tebabet ve Şuabatı San’atlannın Tarzı İcrasına Dair Kanun” (Tıp Meslekleri Uygulanmasına Dair Yasa)dur.12  Yasa’nın 70.maddesine göre (Türkçeleştirilmiş hali): “hekimler ve diş hekimleri, yapacakları her çeşit ameliye için hastanın, hasta küçük ya da hacir altında ise, veli ya da vasisinin önceden rızasını alırlar. Büyük cerrahi ameliyeler için bu rızanın yazılı olması gereklidir. Veli ya da vasisi olmadığı ya da bulunamadığında ya da üzerinde ameliye yapılacak kişi görüş belirtecek durumda değil ise, rıza koşulu aranmaz. Tersine davrananlardan, ilgilinin şikayetine bağlı olma koşulu ile 300 TL’den 6000 TL’ye kadar hafif para cezası alınır.” Görüldüğü gibi hastanın rızasının aranacağı koşulu, Yasa ile de hükme bağlanmıştır. Hastanın bilincinin kapalı olduğu durumlarda hekimin yaşatacağı ilkesi ise, yaşama döndükten sonra “kişinin iradesinin esas alınacağı” kuralı ile birlikte zaten günümüzde de büyük ölçüde kabul görmektedir. Bu konuya yukarıda değinilmiştir,13

Konuyla ilgili bir başka metin, 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun 9.maddesinin (c) bendine ve 181 sayılı Sağlık Bakanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin 43.maddesine dayanılarak hazırlanan, Sağlık Bakanlığı Hasta Hakları Yönetmeliği’dir.14 Yönetmeliğin 24. ve 25. maddelerine göre; ‘Tıbbi müdahalelerde hastanın rızası gerekir. Hasta küçük veya mahcur ise velisinden veya vasisinden izin alınır. Hastanın velisinin veya vasisinin olmadığı veya hazır bulunamadığı veya hastanın ifade gücünün olmadığı hallerde, müdahalede bulunmak tıbben gerekli ise, velisinin ve vesayet alındaki hastaya tıbbi müdahalede bulunulabilmesi; Türk Medeni Kanunu’nun 272’inci ve 431’ina maddeleri uyarınca mahkeme kararına bağlıdır. Kanuni temsilciden veya mahkemeden izin alınması zaman gerektirecek ve hastaya derhal müdahale edilmediği takdirde hayatı veya hayati organlarından birisi tehdit altına girecek ise, izin şartı aranmaz …acil haller dışında rızanın her zaman geri alınması mümkündür. Rızanın geri alınması, hastanın tedaviyi reddetmesi anlamına gelir…” (md.24). “Kanunen zorunlu olan haller dışında ve doğabilecek olumsuz sonuçların sorumluluğu hastaya ait olmak üzere; hasta, kendisine uygulanmakta olan tedaviyi reddetmek veya durdurulmasını istemek hakkına sahiptir. Bu halde tedavinin uygulanmasından doğacak sonuçların hastaya veya kanuni temsilcilerine veyahut yakınlarıa anlatılması ve bunu gösteren yazılı belge alınması gerekir …” (md.2S). Sağlık Bakanlığı, yayınladığı bu yönetmelikle, hastanın kişiliğine saygıyı esas alan, çağcıl gelişmeye uygun ilkeler benimsediğini göstermiştir.15

Grevcilerin Tıbbı Etik Açısından Değerlendirilmesi

Özellikle açlık grevleri sorununun en çok yaşandığı ülke olan İngiltere’de grevcilere müdahale sorunu hekimler arasında hararetle tartışılmıştır ve halen de tartışılmaktadır. Örneğin müdahaleden yana olan hekimler Hardie ve Reed, açlık grevi yapan hastalarla diğerleri arasında bir fark olmadığını, siyasi ya da dini görüşlerin kendilerini etkilememesi gerektiğini, etik sorumluluklarının bu değerlerin önünde yer aldığını savunmakta, ‘yaşam iradesi modeli’ni öneren ve tedaviyi, kişinin rıza ve yeterliliğine bırakan Annas’ı bu nedenle eleştirmektedirler.16 İnançları gereği kan naklini reddeden Yehova Şahitleri ile sıradan bir hasta arasında fark yaratılmamalı, istenci hangi yönde olursa olsun hastayı yaşatmak için çaba harcanmalıdır (HARDlE/REED, 1996: 444). Yazarlara göre, insan yaşamının kutsallığına olan inanç hekim ahlakı, hatta bazı tüzel düzenlemeler ve mahkeme kararlan da bu düşünceyi desteklemektedir. Örneğin bir dava sırasında yargıç Donaldson, tedaviyi reddetme anında, hastanın yeterliliğinin reddettiği şeyin önemini kavrayacak düzeyin altında olmaması gerektiğini vurgulamıştır. Hastanın rızası, eğer rızasını sergiledikten sonra durumunda hiçbir bozulma, değişme olmazsa ve bilinç kaybı yaşanmazsa esastır. Donaldson bu durumda iki öneri getirmektedir: Eğer hastanın tedaviyi kabul edip etmediği konusunda bir şüphe varsa, tedavi edilmelidir ve hekimler çözümsüz durumlarda mahkemelerin yardımım istemekte tereddüt etmemelidir17

Görüldüğü gibi, kişinin iradesini ikinci plana atarak, müdahaleden yana tavır alanlar da var. Ancak müdahale yanlıları, zorla da olsa beslemeyi, yukarıda söz edilen belgelere ve ilkelere dayanmaktan çok, dini, vicdani ve ahlaki gerekçelerle savunmaktadır. Dini gerekçe açıktır. Tanrı’nın verdiği canı yine Tanrı alacaktır. Kimsenin yaşamına son verme hakkı yoktur; çünkü insan, Tanrı’nın yeryüzündeki suretidir ve yaşamı ona bahşedilmiştir. Ahlaki ve vicdani gerekçeler ise anlatmaya gerek olmayacak kadar bilinen gerekçelerdir. Tıbbi itiraz ise hekimlerin mesleğe başlarken ettikleri ‘Hipokrat Yemini’ne dayandırılmaktadır. Buna göre hekimler, insan yaşamını her durumda savunacaklarıa yemin etmiştir.

Dini gerekçeler, kişiden kişiye değişeceği için bu konuda tartışmak kanımca pek anlamlı olmaz. Vicdan da bir o kadar özneldir. Ancak ahlak ve hekim yemini konularına bir iki cümleyle de olsa değinmek gerekir.

Öncelikle etik ve ahlak arasında fark olduğu belirtilmeli. Ahlak kuralları, belli bir dönemde geçerli, toplumun geneli tarafından üzerinde oydaşma olduğu varsayılan kurallardır; zaman içinde değişebileceği gibi, aynı dönem ve toplumda yaşayan herkes tarafından benimsemeleri de beklenemez. Dolayısıyla ahlak kuralları, her ne kadar belli bir dönem için genel kabul görmüş ‘doğru davranış’ kalıplarından oluşsa da, içinde ‘öznelliği’ barındırmaktadır. Etik sözcüğü ise ahlak ile özdeş değildir. Etik, ahlaki nitelemenin çözemediği değerler çatışması durumunda, ‘iyi’, ‘doğru’, ‘güzel’ ya da ‘yanlış’, ‘kötü’ gibi, davranışlara yönelik nitelemeleri özgür sorular sorarak, bir sistematik izleyerek temellendirmeye yönelip bu sorgulamalar ardından yargıda bulunur (NAMAL, 2001). Dolayısıyla etik, sorular sorma, tartışma ve ardından yargıya varma esasına dayanır ve bu yönüyle felsefenin bir alt disiplinidir. Tıbbi etik felsefedeki etiğe dayanır. Tıpta ‘ahlaklı’ olarak nitelenen davranışların, tıp gerçeğinden korkmadan, felsefi açıdan temellendirilmesi anlamına gelir; “..bir davranışın ahlaki olduğunda ısrar edebilmek için etik temellendirme şarttır. Çünkü yerleşik kuralların tümü, özünde gerekli, haklı ve kabul edilebilir olmayabilirler” (NAMAL, 2001). Bunun yanında tıp etiği yalnızca hekimle de sınırlandırılamaz. Aksi halde hekim etiğinden söz etmek gerekirdi. Tıp etiği aynı zamanda hasta ve toplumu da kapsar ve yüzyıllardır sorulan soruların, yapılan tartışmaların, daha iyiyi bulma çabalarının sonunda oluşmuş bir değerler bütünüdür. Bu nedenle, açlık grevleri karşısında tıp etiği dendiğinde, genel kabul görmüş ve öznel ahlaki değerlerin ötesinde bir tartışma ve oydaşmadan söz edildiğini ve konunun, hekim le birlikte toplumu ve hastayı da ilgilendirdiğini kabul etmek gerekir.

Hastanın zorla da olsa yaşatılması gerektiğini savunan hekimlerin dayanaklarından bir diğeri yukarıda da belirtildiği gibi Hipokrat Yemini’dir. Hekimler göreve başlarken ettikleri bu yeminle, insan yaşamını her koşulda koruyup onu en kutsal değer olarak kabul edeceklerine söz vermektedir. Ancak bu Yemin de tartışılmaz değildir ve tüm zamanlar için geçerli olamayacağını savunanların sayısı giderek artmaktadır. Bu konudaki görüşleri özetleyen Namal’a göre, her durumda Hipokrat Yemini’ne sığınmak tartışmadan kaçmak anlamına gelir ve Yemin’e, zaman tanımayan temel taş olarak sarılmak, güncel sorunları maskelemekten öte bir anlam taşımaz: ‘Tüm zamanlar için geçerli bir hekimlik etiğinden söz edebilmek için hekim davranışının binlerce yıldan bu yana, aynı olaylar karşısında aynı davranışı sergilemekten ibaret olması beklenirdi. Hipokrat Yemini’nde kah biçimde yasaklanan cerrahi uygulamalar, kürtaj ve ölmeye yardım… konularında bugün yemin dışı davranıldığı hatırlanmalıdır. Hipokrat Yemini’nde hekim, hastanın iyiliğini (solus aegroti) hedef almış, ağır hastanın yaşamının daha erken sonlanması ya da kürtaj uygulanması gibi hasta tarafından dile getirilebilecek olan arzular (volutas aegroti) hedef dışında tutulmuştur. Hekim hastasına rağmen, onun adına karar verebilen bir konumda görülmüştür” (NAMAL, 2001).

Hekimin görevi hastasını yaşatmaktır. Ancak günümüzde, ‘her ne pahasına olursa olsun yaşatma’ amacı da eleştirilmekte ve insan kişiliğine saygı ilkesi ile tıp etiği birlikte ele alınmaktadır.18

Tüzel Açıdan Açlık Grevi/Ölüm Oruçları

Grevlerin tüzel niteliği nedir? Grevcilere müdahale edilebilir mi? Kişilerin yaşamlarını sona erdirme hakkı var mı? Devlet insan yaşamını korumak ve kişiyi her koşulda yaşatmak zorunda mıdır? Bu sorulara yanıt verebilmek ve sorunun tüzel niteliğini değerlendirebilmek için öncelikle açlık grevlerinde hekim tavrını incelemek gerekiyordu. Bu kısımda ise açlık grevleri, önce kısaca yasalarımız çerçevesinde, ardından anayasal açıdan ele alınacaktır.

Tüze Dizgemiz Açısından Açlık Grevi/Ölüm Oruçları

Açlık grevi, eylemcinin nihai amaç ölmek olmasa da sonunda ölüm riski taşıyan bir eylem biçimidir. Bu nedenle, öncelikle kişinin kendini öldürmesi durumunun yasalarda yer alıp almadığı araştırılmalıdır.

TCK (Türk Ceza Kanunu), intiharı değil, intihara teşvik ve yardımı suç olarak düzenlemektedir (md.454). İntiharın suç olmamasının nedeni suçun pasif ve aktif süjesinin kişide birleşmesinin olanaksızlığıdır (FEYZİOĞLU, 1993: 166).

İntihar başarılı olursa zaten cezalandırmanın anlamı kalmaz; başarısız olduğu durumda da kişi, hayatta olduğu için cezalandırılmak istenmemiştir. Kişinin kendine zarar vermesi, örneğin kendini yaralaması vs. gibi durumlar da TCK’de düzenlenmemiştir. Bunun tek istisnası 22.5.1930 tarih ve 1632 sayılı Askeri Ceza Kanunu’nun 79.maddesi hükmüdür: ‘Kendini askerliğe yaramayacak hale getirenlerin cezası’ başlığını taşıyan maddeye göre, bu kişiler bir seneden beş seneye kadar; eğer fiil her tür askeri amaçlar için çalışma yeteneğini ortadan kaldırmışsa yedi seneye kadar; fili seferberlikte gerçekleştirilmişse on seneye kadar; düşman karşısında yapılmışsa ölüm cezası ile cezalandırılırlar.

Soyaslan, herhangi bir yasanın açlık grevini ya da intihan suç olarak düzenlemediğini; buna karşın, kendini aç bırakan ve vücudunu tahrip eden kişi için herhangi bir ceza öngörülmemiş de olsa, bundan, tüzenin bu tür fiilleri onayladığı anlamının çıkarılamayacağını savunmaktadır. Kanun bu durumdaki kişiyi, yaşama döndüğü için cezalandırmak istememiştir (SOYASLAN, 1990: 278). Açlık grevine müdahale edilip edilemeyeceği, ceza hukuku açısından tartışılan bir sorundur. Gerek Feyzioğlu (s.164), gerekse Soyaslan (s.271), açlık kalıcı zarar bırakacağı ve bu anlamda ‘meşru’ kabul edilemeyeceği için müdahalenin tüzeye aykırı olmayacağını savunmaktadırlar. Ancak yazarlar bu sonuca varırken, yukarıda incelenen uluslararası ve ulusal metinleri, ilkeleri dikkate almamaktadırlar. Yalnızca, 1928 tarihli Yasa’ya (Tebabet ve Şuabatı San’atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun) göndermede bulunan Feyzioğlu, kişinin bilincini kaybettiği durumda yaşatılmaya çalışılacağı hükmüne vurgu yapmakta; ardından, bilinç kaybolmadan da müdahale edilebilmesinin tüzel dayanaklarını aramaktadır. Yazara göre, kişi bilincini kaybetmeden müdahale edilmesi TCK’nin 49.maddesinde düzenlenen (3.bend) ‘zaruret hali’ hukuka uygunluk nedeninden yararlanamaz. Çünkü zaruret halinin söz konusu olabilmesi için gereken iki koşuldan biri, ‘failin tehlikeye neden olmamış masum üçüncü bir kişiye zarar vermiş olmasıdır.’ Oysa grevde, kişi tehlikeye kendisi neden olmuştur (FETZİOĞLU, 1993: 166).19 Feyzioğlu’na göre, “…Grevcinin kendi vücut bütünlüğüne zarar vermesi onun bir hakkı olmadığına, başka bir ifadeyle, vücut bütünlüğüne zarar veren açlık grevi eylemi ‘haksız’ olduğuna ve müdahale edilmediği takdirde vücut bütünlüğünün zarar görecek olması, grevcinin kendisine karşı başlattığı haksız taarruzun derhal defedilmesi gereğini ortaya koyduğuna göre, açlık grevine müdahale eden kişi başkası için meşru müdafaa hukuka uygunluk sebebinden yararlanmalıdır” (FEYZİOĞLU, 1993: 166-167). Soyaslan da, açlık grevi yapan kişinin hayatı tehlikeye girdiği andan itibaren vücut bütünlüğüne zarar verir durumda olduğundan, yapılacak müdahalenin ceza hukuku açısından hukuka uygun olacağını savunmaktadır (SOYASLAN, 1990:277-280).

Soyaslan, açlık grevine müdahaleyi ağırlıklı olarak özel hukuk açısından ele almaktadır. Özel hukuk da kimsenin kendi hayatına kıymasını onaylamamaktadır. Kişi bazı konularda kendi bedeni üzerinde mutlak hakka sahiptir. Ancak ne kendi vücut bütünlüğüne zarar verebilir ne de başkasının zarar vermesine izin verebilir; ancak bedeni üzerinde sağlık nedeniyle tasarruf yetkisine sahiptir. Yazara göre, “…özel hukuka göre yaşam hakkı kişiliği, maddi manevi varlığı geliştirme anlamında bir hak olup ölüm hakkım da kapsamaz. Çünkü yaşam kişiliğe bağlı, temel, vazgeçilmez bir haktır” (SOYASLAN,1990: 27S). Yani kişi, sağlık için diyet yaparsa bu bir hak, ancak ölümüne neden olacak şekilde oruç tutarsa hak değildir. Bu nedenle üçüncü kişilerin müdahalesi bu kişileri ‘ıztırar hali’ne (zorunluluk hali) sokar. Müdahaleciler, açlık grevine son vermekle Borçlar Kanunu’nun 52.maddesine uygun olarak, toplumun grevcinin üzerindeki hakkını, kişinin yaşama hakkını korumuş olurlar. Yine yazara göre, grevcinin zorla beslemeye direnmesi, müdahaleciyi meşru müdafaa haline koyar (SOYASLAN, 1990: 276). Görüldüğü gibi Soyaslan da konuyu, genel kabul gören ‘kişinin kendine zarar verme hakkı yoktur’ ilkesi çerçevesinde ele alarak; tıbbi etiği, ilgili yasa ve yönetmelikleri, uluslararası belgeleri vs. göz önünde bulundurmayan çözümlemeler yapmıştır.

Yazarlar sorunu idare hukuku açısından ele almıştır. Gerek cezaevi personeli gerekse hekimlerinin, açlık grevindeki mahkumun yaşamından (bu sorun kuşkusuz cezaevindeki grevciler açısından geçerlidir) sorumlu olduklarını savunmaktadırlar. Eğer idare müdahaleyi emrederse Feyzioğlu’na göre bu emir tüzeye uygun sayılmalıdır. Hekim emri kabul etmezse, görevi ihmalden sorumlu tutulur (FEYZİOĞLU, 1993: 167). Soyaslan da, cezaevi personelinin hükümlünün yaşamından sorumlu olduğunu, açlık grevi sonucu bir kişinin yaşamına zarar gelmesi veya ölmesi halinde, cezaevi personelinin ağır hizmet kusurunun ortaya çıkacağını ve idarenin bundan sorumlu olacağım savunmaktadır. Bu durumda idare, grevcinin mirasçılarına tazminat ödemek zorunda kalır (SOYASLAN, 1990:276). Açlık grevlerinden doğan zararlardan idarenin sorumlu olacağı görüşü ancak idarenin/hekimlerin müdahale zorunluluğu benimsendiği takdirde kabul edilebilir. Grevcinin, iradesine rağmen zorla beslenmesinin -belli durumlar dışında- olanaksızlığı yukarıda yeterince anlatıldı kanısındayım. Dolayısıyla, idarenin sorumluluğu ilkesi de bu bağlamda yeniden düşünülmelidir.

Bir Temel Hak Olarak Açlık Grevi/Ölüm Orucu

Açlık grevlerinin anayasal niteliği konusunda neler söylenebilir?

Soyaslan’ın Feyzioğlu tarafından da paylaşılan düşüncesine göre -açlık grevi, bugünün demokratik liberal dünyasında kişi hak ve özgürlüklerin korunması için başvurulan yollardan birisidir. “…Türk hukuk düzeni tarafından tanınmış olan …hukuki teminatların dışında hukuk dışı veya politik hukuka uygun başka teminatlar da vardır. Bunlar, kişinin idare tarafından verilen emirlere uymayı reddi, baskıya karşı direnme, ihtilal, şiddet hareketlerine başvurma, toplu grev, açlık grevi yapmalar gibi, şiddet içeren veya içermeyen yollardır” (SOYASLAN, 1990: 269). çoğu zaman, görüşünü kabul ettirmek ve kamuoyunun dikkatini çekmek için eylemcilerin elindeki son koz olarak kaldığı ve grevcilerin, bu yolla isteklerini duyurma, yayma ve kabul ettirme olanağına kavuştuğu göz önünde bulundurulursa, açlık grevinin temel haklar bağlamında ele alınması gerektiği söylenebilir.

Bu nedenle açlık grevi, öncelikle düşünceleri açıklama ve yayma özgürlüğü, ardından yaşam hakkı ve direnme hakkı, son olarak bir hakkın kötüye kullanması çerçevesinde irdelenecektir.

Düşünceyi Açıklama ve Yayma Özgürlüğü

1982 Anayasası’nın ‘düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti’ başlığını taşıyan 26.maddesine göre, “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir” (1. fıkra). Açlık grevleri de ‘başka yollarla’ düşünceyi açıklama ve yayma yollarından biri olarak kabul edilebilir.

Ancak bu hakkın, yine 26. maddeden kaynaklanan özel ve Anayasa’nın 13. maddesinden kaynaklanan genel sınırları vardır. Anayasa’nın 26. maddesine göre, bu hürriyetlerin kullanılması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması… amaçlarıyla sınırlanabilir.20  Genel sınırlama gerekçeleri ise, Anayasa’nın 13. maddesiyle hükme bağlanmıştır. Bu madde, 3.10.2001 gün ve 4709 sayılı Yasa’nın ikinci maddesiyle değiştirilmiştir. Maddenin değişiklikten önceki halinde yer alan, ‘kamu düzeni, genel asayiş ve kamu yararı, genel ahlak, genel sağlık’ gerekçeleri, kanımca bu hakkı sınırlama amacıyla kullanılamayacak gerekçelerdi. Çünkü, sınırlama için öncelikle, grevlerin bu ilkeleri zedelediği kanıtlanmalıydı. Oysa mahkemelerce ve doktrinde bu kavramların açığa kavuşturulması için yapılan tanımlar göz önünde bulundurulursa, grevlere bunlardan herhangi birine dayanarak müdahale edilemeyeceği söylenebilir. Açlık grevi bir ana caddede, trafiği keserek yapılıyorsa burada kamu düzeninin; ya da grevciler eylemlerini kamuya açık bir yerde çıplak yapıyorlarsa genel ahlakın ihlalinden söz edilebilir. Bunlar verilebilecek uç örneklerdir ve bu durumlarda dahi söz konusu ilkeleri ihlal eden şeyin, eylemin gerçekleştirilme şekli olacağı söylenebilir. Yani kamu düzenini ihlal eden davranış, düşünceyi açıklama ve yayma hakkının açlık grevi yöntemiyle kullanılması değil, bu eylemin caddenin ortasında ya da çıplak yapılmasıdır.

Maddenin yeni haliyle bu tartışma gereksiz hale gelmiştir. Çünkü yeni 13. maddeye göre, ‘Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz”. Bu haliyle madde, yukarıda belirtilen genel sınırlama nedenlerinden temizlenmiştir. Dolayısıyla, bundan böyle, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin sınırı, ilgili maddedeki (26. madde) nedenlerden biri olabilecek ve bu sınırlama da ancak yasayla yapılabilecektir. Bu yasa, bir hak ve özgürlüğün özüne dokunamayacak ve sınırlamada ölçülülük ilkesine uyulacaktır

Sonuç olarak, açlık grevinin anayasal açıdan düşünceleri açıklamanın bir yolu olduğu, gerek Anayasa’nın 26 maddesindeki özel sınırlamaların gerek değişiklikten önceki ve sonraki haliyle 13. maddenin, açlık grevlerine müdahale amacıyla kullanılamayacağı savunulabilir (bu tartışmanın, olağan dönemler için yapıldığı, bu nedenle Anayasa’nın 15.maddesinin göz önünde bulundurulmadığı belirtilmelidir).

Yaşam Hakkı

Anayasa’nın 17.maddesine göre, “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz, rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz. Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz ….” (1.,2.,3.fk.). Kişi yaşama hakkını doğumdan itibaren kazanır.

Ölümün de yaşam gibi bir hak olarak kabul edilip edilemeyeceği sorusuna ise, doktrinde hemen her zaman ‘hayır’ yanıtı verilmektedir. Örneğin Soyaslan’a göre ölüm, bir hak olarak kabul edilemez: “..Kişinin kendi kendini öldürme hakkının tanınması kişinin kişi olmak itibariyle başlı başına bir değer olduğunu inkar etmek demektir. Bu nedenle açlık grevi yaparak kişinin kendi kendisini ölüme terk etmesi kabul edilemez, çünkü yaşama hakkı kişinin kişi olmasına bağlı vazgeçemeyeceği bir temel haktır. Ayrıca bu hak, kişinin ailesi ve topluma karşı ödev ve sorumluluklarım da içerir (SOYASLAN, 1993:163). Yazar Anayasa’nın ‘temel hak ve hürriyetlerin niteliği’nin düzenlendiği 12.maddesine dayanmaktadır. Buna göre, temel hak ve özgürlükler, dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmezdir ve bu hak ve hürriyetler kişinin, topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da içerir. Ancak, vazgeçilmez bir hak olan yaşam hakkının, kişinin topluma ve ailesine karşı borcunu da içerir şekilde yorumlanması eleştiriye açıktır.2l Sabuncu’nun da vurguladığı gibi, insan toplumsal bir varlık olduğuna göre insan haklan kaçınılmaz olarak, “toplumsal anlamda insan” kavramına dayanacaktır. Yani her insanın, aynı zamanda içinde yaşadığı topluma karşı da sorumlulukları vardır. Sabuncu, 12.maddenin ikinci fıkrasını da bu açıdan ele alıyor. Yazar’a göre, …. Anayasamız hak ve özgürlük kavramları ile ödev ve sorumluluk kavramları arasında, doğal olarak var olan bağlantıyı bir kez daha vurgulamış olmaktadır.” Ancak Sabuncu hemen ardından bireylerin sorumsuz davranışlarının, yönetimlere insan hak ve özgürlüklerini kısıtlama hakkını da vermeyeceğini belirtmektedir (SABUNCU, 2001: 4344). Dolayısıyla, kişi ailesine ve topluma karşı sorumsuzca da davransa, temel haklarıdan yararlanmayı sürdürecektir.

Yukarıda da belirtildiği gibi doktrindeki genel kabul, yaşam hakkının ‘ölüm hakkını’ içermeyeceği ve böyle bir haktan söz edilemeyeceği yönündedir. Akıllıoğlu’na göre; ….Kişi haklan bağlamındaki temel haklar ve kişilik haklan bakımından ‘vazgeçme yasağı’ mutlak bir anlam taşır. Başka bir anlatımla yaşama hakkı, insan onuru, saygınlığı gibi kişi haklarından veya kişilikle sıkıca bağlı haklardan önce ya da sonra vazgeçilmesi ya da sonra vazgeçilmesi/feragat edilmesi mümkün veya geçerli değildir” (AKILLlOCLU, 1993:17).

Savcı da, yaşam hakkı konusundaki kapsamlı çalışmasında benzer görüşleri farklı boyutlarıyla ileri sürmektedir. Savcı, intihar konusuna değinirken, intiharın nedenlerini bilimin inceleyeceğini ancak, hukuk biliminin de intihara ilgisiz davranamayacağını, çünkü yaşamın, “feragat edilemeyecek bir bireysel kişilik hakkı” olduğunu savunmaktadır. Savcı’ya göre hukukun diyebileceği budur, ekleyebileceği de şudur: ….Birey insanlığından vazgeçemeyeceği gibi, intihar gibi bir eylemle, ‘kişiliğinden’ toptan feragat da edemez. Kendini öldürme, hukuksal kişiliğinden ‘feragattir’. Hiçbir hukuk kuralı ona ‘cevaz’ veremez (SAVCI, 1997: 2-3). Savcı, yaşam hakkının, kişinin beden bütünlüğünün korunması ön koşuluna bağlı olduğunu, bu korumanın, kişinin kendisine, üçüncü kişilere ve devlete karşı olması gerektiğini şu satırlarla dile getirmektedir: …..kişinin kendisi bile, kendi beden bütünlüğüne zarar verici, böylece ilk yararını (menfaatini) bozucu eylemlerde bulunamaz …Bu, yaşam hakkından feragat (vazgeçmek) demek olur …böyle bir vazgeçme ve rıza da söz konusu olamaz (SAVCI, 1980: 18-19). Bu nedenle, pozitif hukuk insanın kendisini öldürmesini düzenleyemese de en azından konuya olumsuz bir tavır takınmalıdır. Çünkü kişi, hukuk düzeni tarafından kendisine tanınan temel haklardan yararlanabilmek için öncelikle tüm bu hakların özü olan yaşam hakkına sahip olmalıdır.22

Temelde benzer kanı bugün de hakim olmakla birlikte, özellikle gönüllü ölüm konusundaki tartışmaların geldiği nokta, bu yargıyı da tartışılmaz olmaktan çıkarmıştır.

Gönüllü ölüm yukarıda da anlatıldığı gibi, yaşama umudu kalmamış acı çeken hastalar açısından geçerlidir.23 Gönüllü ölümü günümüzde pek çok demokratik ülke tartışmakla birlikte, yalnızca Hollanda’da yasalaşmıştır (Nisan 2001’de). Türkiye’de de yasa dışıdır. Aşçıoğlu’na göre, doktorluk mesleğinin verdiği yükümlülük gereği, hastaya zorunlu, ivedi durumlarda yardım etmeyerek ölümüne sebep olan doktor, kasten adam öldürme suçunu işlemiş sayılır (TCK, md.448) (AŞÇIOĞLU, 1982: 42). Gönüllü ölüm asıl konumuz olmadığı için ayrıntıya girilmeyecektir. Ancak, günümüzde yaşam hakkının tartışılabilir olduğunu kavramak için konuyla ilgili bir iki örnek vermek yerinde olabilir.

İnceoğlu, ABD’de, özellikle pasif gönüllü ölüme (tedavinin istek üzerine terk edildiği durum) izin veren kararlardan örnekler vermektedir (İNCEOĞLU, 1999:112 vd.). lllinois Yüksek Mahkemesi, Yehova Şahitleriyle ilgili kararında, bir Yehova Şahidi’nin dini nedenlerle kan naklini reddetme hakkını tanımıştır.24  Bu kararda, kişinin din özgürlüğü, yaşama hakkı karşısında daha üstün tutulmuştur. Mahkeme, ilgili kişinin inançları bize akılsızca, delice ya da komik görünse de, kişi, olası sonuçlan tam olarak bilerek tedaviyi reddediyorsa, topluma bir zararı olmadığı sürece müdahale edilmemesi gerektiği sonucuna varmış; ancak bu hakkın, toplum sağlığı, refahı ya da ahlakına yönelik açık ve mevcut tehlike oluşturmaması gerektiğini de vurgulamışhr.25 Bir diğer örnek de Kaliforniya Yüksek Mahkemesi’nin pasif ötanaziyi onaylar yöndeki kararıdır. 28 yaşındaki davacı, yaşamını başkalarına bağımlı geçirmek istemediği için hastanede aç bırakılarak ölmek isteğini bildirmiş, yargı sürecinin sonunda Mahkeme, mahremiyet hakkını göz önünde bulundurarak, hastanın istemediği beslenme tüpünden kurtulmaya hakkı olduğuna karar vermiştir. Mahkeme açıkça kişinin ölme hakkı olduğunu söylememiş ancak, sonunda ölüm olsa da hastanın tedaviyi reddetme hakkı olduğuna karar vermiştir.26 Kaliforniya Yüksek Mahkemesi şu günlerde de benzer bir davaya bakmakta ve R.Wendland’ın, bir kazada yaralanıp bitkisel yaşama giren kocasının yaşatılması çabasından vazgeçilmesi talebini incelemektedir.27

Görüldüğü gibi kişilerin ölüm hakkı konusunda verilen yargı kararlan yaşam hakkı/ölüm hakkı tartışmasında yeni kapılar açmaktadır. Özellikle Yehova ŞahiUeri konusu son derece çarpıcıdır.28 Çünkü kabul edilmelidir ki, siyasi görüş ve idealler de dini inanç gibi kişi hak ve özgürlüklerindendir ve biri diğerinden daha ‘temel’ değildir. Dolayısıyla dini inançları nedeniyle bir kişiye yaşamı üzerinde karar verme hakkı tanınıyorsa, aynı hakkın diğer temel haklar açısından da tanınması gerektiği söylenebilir.

Direnme Hakkı

Temel haklar bağlamında son olarak, açlık grevlerinin bir eylem biçimi olarak ‘direnme hakkı’ çerçevesinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceği konusuna değinilecektir.29

Direnme hakkı pozitif tüzeye, Amerikan ve Fransız devrimleriyle girmiş, yaklaşık iki yüz yıldır insan haklarıyla ilgili çok sayıda belgede yer almıştır. Örneğin, 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, 1948 BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi vb. direnme hakkına yer vermiştir. İnsan Hakları Bildirgesi’nin Başlangıç’ında, “..İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmamaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunması temel bir zorunluluk olduğuna göre …” sözleri yer almaktadır. Bildirgeyi hazırlayanlar direnme hakkını son çare olarak kabul etmiştir.30 Direnme hakkı düşüncesi Türkiye’de ilk kez 1961 Anayasası’nın Başlangıç’ında 27 Mayıs darbesinin gerekçesi olarak yer almıştır.

Direnme hakkı, her ne kadar bazı temel metinlerde yer alsa da, pratik değeri olmayan bir varsayımdır. Özellikle aktif direnme zaten bir devrim ya da isyan durumunda ortaya çıkar. Dolayısıyla, bu durumda direnen ya başarısız, ya da iktidar olacaktır. Direnmenin başarılı ya da başarısız olması ise haklılık ya da haksızlık değil, güç sorunudur. Bu nedenle daha çok simgesel, platonik bir anlam taşır.

Ancak Gandhi örneğinde olduğu gibi, pasif direnme, Kapani’nin deyişiyle, “..baskı yollarına sapmakla beraber hiç değilse asgari bir düşünce ve hareket serbestliğine yer veren, insan kişiliğine az da olsa bir değer tanıyan ve dünya kamuoyunun tepkileri karşısında az çok duyarlılık gösteren rejimlerde uygulanma imkanlarına sahip olabilir” (KAPANİ, 1989: 314). Pasif direnmenin başarılı olabilmesi için siyasal dizgenin asgari düzeyde de olsa temel demokratik kurallara dayalı olması gerekir

Buradan hareketle, açlık grevlerinin de bir tür pasif direnme yöntemi olduğu ileri sürülebilir. Ancak bunun kabul edilebilmesi için, kanımca tüm tüzel yolların denenmiş olması ve baskıya karşı koymanın başka yolunun kalmaması gerekir. Dolayısıyla her açlık grevi eylemi, direnme hakkı açısından ayrı ayrı değerlendirilmeye muhtaçtır. Yine de, direnme hakkının simgesel ve yöneticilere uyan anlamı taşımasından öte, tüzel bir anlam ve işlevi olmadığını kabul etmekte yarar var.

Bir Temel Hakkın Kötüye Kullanılması

Tüzel açıdan üzerinde durulacak son soru, açlık grevinin bir temel hakkın kötüye kullanılması olup olmadığıdır.

İspanya’da Grapo’nun düzenlediği açlık grevleri sırasında konu hakkında görüş bildiren İspanyol anayasa hukukçusu M. Aparicio, siyasi amaçla yapılan grevin, bir temel hakkın kötüye kullanılması olduğunu savunmuştur. Aparicio’ya göre kısıtlı kişilerin kendi yaşamları konusunda karar verme haklan yoktur ve devletin görevi onların yaşam ve sağlığını korumaktır. Oysa devletin, grevcinin yaşamını onun bağımsız iradesine karşı koruma yükümlülüğü yoktur. Ancak Yazar bu savın, kişinin niyeti kendini öldürmekse, geçerli olabileceğini savunmaktadır. Belirli hakların, o hakların içeriğiyle ilgisi olmayan amaçlar ardında kullanılması durumunda temel hakların kötüye kullanılması söz konusudur ve bu durumda zorla besleme yöntemine de başvurulabilir (AKAL, 1992: 293).

Temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılması konusu 1982 Anayasası’nın 14. maddesinde yer almaktadır.31 Buna göre, Anayasa’daki özgürlüklerden hiçbiri devletin temel ilkelerini yıkmak ve Anayasa’daki temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmak için kullanılamaz. Buradan hareketle, yukarıda 26. madde kapsamında değerlendirilen açlık grevlerinin, diğer bir temel hak olan yaşam hakkını ortadan kaldırma amacına yöneldiği eleştirisi yapılabilir. İlk bakışta haklılık payı var gibi görünmekle birlikte kanımca burada üzerinde durulması gereken nokta, açlık grevlerinin gerçekten bu amaca yönelip yönelmediğidir. Eğer açlık grevinin, 26. madde kapsamında değerlendirilebilecek bir temel hak olduğu ve amacın asıl olarak ‘ölmek’ olmadığı kabul edilirse -ki bu çalışmada edilmiştir- eylemin yöneldiği amacın ‘yaşam hakkını’ ortadan kaldırmak olmadığı, dolayısıyla bir temel hakkın kötüye kullanılmasının söz konusu olamayacağı da kabul edilebilir. Grevci, amacının ölmek değil, kan naklini reddeden Yehova Şahidi ya da kanserli göğsünü yitirmemek için ameliyat reddeden bir hastanın durumunda olduğu gibi, daha iyi bir yaşam olduğunu ileri sürmektedir.

Ancak örneğin, bir kişi açlık grevini cezaevinden cezasını tamamlamadan çıkmak için yaparsa, bu durumda hakkın kötüye kullanılmasından söz edilebilir. Bu nedenle grevlerin, amaçlan göz önünde bulundurularak her durumda yeniden değerlendirilmesi gerekir. Bu değerlendirme mahkemelerce yapılabilir.

Dolayısıyla, amaç göz önünde bulundurulduğunda, temel hakkın kötüye kullanılması olarak değerlendirilebilecek bir greve yapılacak müdahalenin, temel hakkın sınırlanması hatta durdurulması olacağı açıktır. Oysa bilindiği gibi temel hakların sınırlanması ya da durdurulması belli ölçütlere bağlanmıştır ve böyle bir müdahale söz konusu ölçütlerle (yasallık, ölçülülük, demokratik toplum düzeninin gerekleri…) bağdaşmayacakhr.32

Sonuç

Çalışmada açlık grevlerine farklı açılardan yaklaşılmaya çalışılmış ve kısaca şu sonuçlara ulaşılmıştır.

Açlık grevcilerine karşı takınılacak hekim tavrı konusunda çağcıl eğilim, ‘kişinin iradesine saygı’dır. Çalışmanın ilk kısmında uluslararası ve ulusal belgeler göz önünde bulundurularak yapılan açıklamalar bu konuyu açıklığa kavuşturmuştur

Konunun tüzel açıdan incelendiği ikinci kısımda ise açlık grevi, düşünceleri açıklama ve yayma amacıyla başvurulabilecek yollardan biri olarak ele alınmıştır. Kuşkusuz tercih edilecek bir yol olduğu söylenemez. Grevler, kamuoyunu rahatsız edebilir, vicdanları yaralayabilir. Ancak eylemin yöneldiği amacın bu olduğu unutulmamalıdır. ABD Yüksek Mahkemesi’ne göre, “… düşünceleri açıklama özgürlüğünün bir işlevi tartışmaya yol açmaktır. Düşünce açıklaması bir huzursuzluk, kurulu düzenin koşullarından bir hoşnutsuzluk yarattığı, hatta kişileri bir kızgınlığa sürüklediği zaman amacına en iyi biçimde hizmet etmiş olur. Düşünce açıklaması çoğunlukla kışkırtıcı ve uyarıcıdır, bir fikrin kabul edilmesi için çalışırken, önyargılara saldırabilir ve çok sarsıcı etkiler yaratabilir, (bu nedenle) … toplumu rahatsız ve huzursuz kılmanın çok ötesinde ciddi ve somut bir kötülüğün açık ve somut tehlikesi kanıtlanmadıkça sansür ve ceza karşısında korunmuştur” (İLAL, 1987: 67). Rahatsızlık verme olasılığı, düşünceleri açıklama ve yayma özgürlüğünün doğasındadır. Müdahale açık ve yakın tehlike’ ölçütü göz önünde bulundurularak yapılabilir. Aksi halde müdahale, bir temel hakkın kullanılmasını olanaksız hale getirmiş olur.s

Bu çalışmada açlık grevleri, düşünceyi açıklama ve yayma yollarından biri olarak kabul edilmiştir. Anayasa’ya göre ‘yaşam hakkı’, dokunulmaz ve devredilmez haklardandır. Ölüm, henüz hiçbir tüze düzeni tarafından ‘hak’ olarak tanınmamıştır. Düşünceyi açıklama yollarından biri olarak tanımlanabilecek açlık grevlerinin, anayasa ile güvenceye alınmış olan yaşam hakkını zedeleyip zedelemediği sorusunun yanıtına ulaşabilmenin yolu ise, ‘nasıl bir yaşam hakkı’ sorusunu yanıtlamaktan geçmektedir.

Yanıt; olumlu, olumsuz ve aktif statü haklan şeklinde sınıflandırılsa da temel hak ve özgürlüklerin bir bütün olduğu düşüncesinde yatmaktadır. Yaşam hakkı yukarıda da belirtildiği gibi, bir negatif statü hakkıdır, ancak dokunulmadığında var olabilir. Diğer temel haklarla birlikte düşünüldüğünde, Sava’nın deyişiyle ‘devletin yaşatmacılık görevi’ söz konusu olacaktır. Sava’ya, göre yaşatmacılık kuralın devlete yüklediği ödevler şunlardır: 1. Bireyin, beden bütünlüğü ve sağlığı içinde dünyaya gelmesini sağlamak. 2. Yaşamın, fizik, biyolojik, moral, entelektüel bir bütünlük içinde sürmesini sağlamak. 3. Sefaletten, gereksinmeden, ekonomik açıdan gelecek kaygısından kurtulmayı sağlamak. Yine devlet, kişilere güvenlik içinde yaşadıkları duygusunu da verebilmelidir ki, bunun koşulu, devletin hukuka bağlılığının sağlanabilmesidir: “… yaşatmacılık kuramı, Devlet için, özdeksel olarak örgütlenme zorunluluğu yaratır; yaşamı tüm tehlikelerden kurtulmuş kılacak olan, bugünün içindeki ve yarınki bütün yaşam kaygı ve kuşkularının silinmişliğini verecek olan bir örgütlenmedir bu … Buna artık, ‘güvence’ denmektedir” (SAVCI, 1980: 93). Kanımca yaşam hakkı, ancak diğer temel haklarla birlikte düşünüldüğüne anlamlı olur. Hiçbir dizge ‘ölü canlar’ üzerine kurulamayacağından, yaşam hakkını, ‘kişinin hayatta kalma’ hakkına indirgememek gerekir.33

Yukarıda değinilen, kişinin içinde yaşadığı topluma karşı sorumluluğu olduğu savı da ancak bu şekilde anlam kazanır. İnsan Haklan Evrensel Bildirgesi’ne göre, kişinin, kişiliğinin serbest ve tam gelişmesi, içinde yaşadığı toplumda olanaklıdır ve kişinin bu topluma karşı görevleri vardır (md. 29). Soysal’a göre bunun önemi şuradadır: Eğer toplumdan değer görüyorsa, o toplum kendisini geliştirmesine izin veriyor ve olanak sağlıyorsa, kişinin o topluma karşı ödevi vardır. Yani, “… toplum bedava ödev isteyemez” (SOYSAL, 1987: 49).

Dolayısıyla devlet, yurttaşların eğitim hakkını, düşüncesini ifade etme hakkını, örgütlenme hakkını ve diğer tüm temel haklarını gözetmeli, insan haklarına ‘dayanan’ demokratik bir tüze devleti olmalıdır ki, yurttaşlardan topluma karşı sorumluluk bekleyebilsin. İnsan haklarına dayanan devlet yerine, Soysal’ın betimlemesiyle, ‘insan haklarına saygılı, yani görünce selam veren’ devlet yapısı korunduğu ve toplum, bireylere karşı görevlerini savsakladığı sürece, yurttaşın yaşamda kalması, onun yalnızca ‘nefes alması’ anlamına gelecektir

Yaşam hakkının vazgeçilmezliği ve devredilemezliği ilkeleri, ancak ‘insanca bir yaşam’ adına savunulabilir.

 

DİPNOTLAR

  1. Reyes intihardan farkı bir örnekle dile getirmektedir: İntihar eden kişi, ya ölmek ya da dikkat çekmek istiyordur. Oysa grevcinin siyasi bir amacı vardır ve bu amaç çoğu zaman daha iyi yaşamaktır. “Çok sıkı korunmakta olan düşman mevzilerine karşı hücuma geçen askerler de yaşamlarını tehlikeye atmaktadır. Öyleyse onlarda mı intihara eğilimlidir?” (REYES, 1988).
  2. 1974’te, İngiliz hapishanelerinde zorla beslenen İrlandalı mahkumlarla ilgili olarak, tüm hekimleri protestoya davet eden yazısı için bkz. (MOORE, 1974: 737).
  3. Söz konusu talepler: 1. Sivil giysiler giyme, 2. Cezaevi işlerini yapmama, 3. Diğer mahkumlarla özgürce ilişki kurabilme, 4. Kendi eğitici ve yaratıcı faaliyetlerini örgütleyebilme, 5. Haftada bir kez ziyaretçi ve koli kabul etmek.
  4. İspanya’daki grevler için bkz. (AKAL, 1992: 291.292). Güney Afrika’daki grevler ve zorla besleme sorunu için bkz. (KALK/VERlONA, 1991:660-6(2).
  5. Grevin nedeni, Adalet Bakanlığı tarafından, mahkumların Diyarbakır E tipi cezaevinden, daha güvenli olmasıyla tanınan ve hücrelerin yapısı nedeniyle “tabutluk” olarak da bilinen Eskişehir Cezaevi’ne nakledilmek istenmesidir. Grevlerle birlikte görüşmeler de başlamış ve görüşmelerin sonunda 102 mahkumun İstanbul ve çevresindeki cezaevlerine nakli kabul edilmiştir. Grevler sona ermiş ancak 12 mahkum yaşamını yitirmiştir. (BEYMON, 1996: 1109).
  6. Bu makale, TTB Türk Tabipler Birliği’nin WEB (http://www.ttb.org.tr) sayfasından alınmıştır. Bundan b6yle bu sayfadan (http://ttb.org.tr) bir alıntı yapıldığında “ttb sayfası” ibaresiyle yetinilecektir.
  7. Zorla besin vermek için kullanılan teknikler genellikle iğrençtir. Zorla besin şöyle verilmektedir: “Ağızları bir cerrah aletiyle zorla açılmakta ve turuncu renkli yağlı bir hortum boğazlarıdan aşağıya itilmektedir. Sonra bir sıvı karışım hortuma dökülmektedir. Bunu hemen her zaman kusma ve mide bulantısı izlemektedir. Mahkumlan zaptetme işini gardiyanlar yapmaktadır.” BMA (İngiliz Tabipler Birliği) (1992), “Medicine Betrayed” (İhanete Uğrayan Tıp), “Doktorların İnsan Hakları İhlallerineKarışması” adıyla Cep Kitapları A.Ş. tarafından Türkçe yayınlanan kitabından alınmıştır. Bu kaynak ttb sayfasında yer almaktadır ve çevirenin adı yer almamaktadır. Kitabın aslına ulaşılamadığı için, bu kaynaktan yapılacak alıntılar sayfa belirtilmeden verilecektir.
  8. Tıbbi etik ilkelerinin hazırlanışında somut başlangıç 1974 yılıdır. 6.11.1974 tarihinde, Birleşmiş Milletler Genci Kurulu aldığı 3218 (XXIX) sayılı kararı ile Dünya Sağlık Örgütü’nden, gözaltına alınan ya da tutuklanan kişileri işkence ve diğer kötü muamelelerden korumak amacıyla bir taslak etik ilkeleri hazırlanması isteminde bulundu ve Dünya Tıp Birliği 10.11.1974’te Tokyo Bildirgesi’ni kabul etti. Ardından BM Genel Kurulu 18,12,1982’de 37/194 sayılı kararı ilc de Tokyo Bildirgesi doğrultusunda Tıbbi Etik İ1keleri’ni kabul etmiştir, S.Gemalmaz (1993), Ulusalüstü İnsan Hakları Hukukunda Yaşam Hakkı ve Işkence Yasağı. Kavram, İstanbul, s. 261-283.
  9. TTB, bu doğrultudaki görüşlerini son olarak 22.12.2000 tarihli bir basın açıklamasıyla duyurmuştur.
  10. İngiltere’de BMA, hastanın bilincinin kapalı olduğu duruma ilişkin aynı yönde öneri getirmiştir: “Bu tür varsayımsal bir durumda doktorun tepkisinin ciddi bir şekilde hasta olan, dolayısıyla kendisine soru sorma olanağı bulunmayan bir hastayla karşı karşıya kaldığı zaman göstereceği tepki gibi olması gerektiğine inanıyoruz. Hayatını kurtarmak ve yaşama döndükten sonra hekime istemlerini iletmesini sağlamak için mahkum tedavi edilmelidir.” (İhanete Uğrayan Tıp, ttb sayfası, 2001). Konuyla ilgili bir yasa Mayıs 1991’de ABD’de kabul edilmiştir. Patient Self Determination Act’a göre, hastaya ya da ailesine, yaşamı sürdürme isteğini sormalı, hasta karar verebilecek durumda değilse, aile içinde bir oydaşma olup olmadığı saptanmalı, Etik Kurulu’na danışmalı, ayrıca hastaya, bilincini kaybetmeden önce, kendi yerine karar verecek olanı saptama hakkı tanınmalı.
  1. Yazıcı, rızadan kuşku duyan hekimin her zaman yaşamdan yana tavır koyacağını, kararın baskı altında verildiği kuşkusu varsa, bu baskının kalkmasının beklenmesi gerektiğini, kalktığı anda hastanın isteğini öğrenip hasta ölmekte diretse dahi sonuna kadar yaşamaya ikna etmeye çalışacağını savunmaktadır (YAZICI,2001)
  2. 14.4.1928-863.
  3. Hastanın kişiliğine, sağlık ve hayatıyla birlikte saygı ilkesi ve hekimin mesleki, vicdani kanaatinin gözetileceği kuralı, 13.11.1960 tarih ve 4/12578 sayılı Tıbbi Deontoloji Tüzüğü tarafından da hükme bağlanmaktadır. RG. 19.2.1960-10436.
  4. SHTK, 7.5.1987 tarih ve 3359 sayı, RG. 15.5.1987-19461. SSYBTGI 1-KHK, 13.12.1983 tarih ve 181 sayı, RG. 14.12.1983-18251.
  5. Yasa ve yönetmeliği göz önünde bulundurarak, Yüksek Sağlık Şurası’nın tıbbi etik alanına müdahale eden 21.12.2000 tarihli tavsiye kararının da, gerek yasa gerekse yönetmeliğe aykırı olduğu savunulabilir. Daha çok adli konularda (aynı zamanda sağlıkla ilgili Bakanlık kararları hakkında da) görüş belirtmekle görevli olan ve 16 üyesinin 5’i bakanlık bürokratı olan Şura, hasta için ölüm riski belirdiğinde, Anayasa’nın 5. ve 56. maddeleri ve tıbbi etik ilkeleri gereğince müdahale edilmesi gerektiğini önermiştir. Bu tavsiye karan kanımca hastanın kişiliğine saygı ve rızasının esas olduğu ilkesiyle bağdaşmamaktadır.
  6. Annas’ın bu önerisi için bkz. (ANNAS, 1995: 114-115).
  7. Yargıç Lord Donaldson’un bu görüşü, Yasa Komisyonun’da Mental Incapacitiy Bill’ın görüşmeleri sırasında dile getirilmiştir.
  8. Yakın görüşler için bkz. (İNCEOĞLU, 1999: 170-174).
  9. İkinci koşul; fai1in tehlikeye bilerek mahal vermemiş olmasıdır.
  10. 1961 Anayasası’nda, düşünce özgürlüğünü düzenleyen 20.maddede, özel sınırlama nedenlerine yer verilmemişti.
  11. Örneğin Feyzioğlu, kişinin topluma karşı sorumlulukları olduğunu, bu nedenle yaşamı üzerinde mutlak bir tasarruf yetkisi olamayacağını savunmaktadır (FEYZİOĞLU, 1993:163)
  12. Savcı. yaşam hakkının yaşamsallığını vurguladıktan sonra, devletin yaşatmacılık görevinden söz etmektedir. Aslında yaşam hakkı JeHinek’in sınıflandırması göz önünde bulundurulursa, bir “negatif statü hakkı”dır. Yani devletin karışmaması gereken, dokunulmadığında varolabilecek bir haktır. Ancak yaşam hakkı bir yandan da devlete bazı yükümlülükler getirmektedir. “Uzun süre, bireysel kişilik hakları. devleti yalnızca edilgen kılıcı; ancak ekonomik, sosyal haklarda aktif kılıcı sayılırdı… Bireysel kişilik hakları da aslında Devleti aktif kılıcıdır” (SAVCI, 1980: 79). Yaşatmacılık kuralına aşağıda sonuç bölümünde yeniden değinilecektir.
  13. Eroğlu’na göre, bir olayın gönüllü ölüm olarak nitelendirilebilmesi için şu öğeleri içermesi gereklidir: “1. Bilinen sağaltım (tedavi) yöntemlerine göre kurtuluş umudu kalmamış bir sayrılık; 2. Sayrıya dayanılmaz gelen bir acı düzeyi; 3. Sayrının yaşamına son verilmesini açıkça istemesi; 4. Yaşama son verme eyleminin sorumlu hekimce gerçekleştirilmesi.” (EROĞLU, 1993: 49).
  14. Yehova Şahitleri 1874’te ABD’de, T.Russel tarafından kurulan ve Kutsal Kitap’ın gerçeğin tek kaynağı olduğuna, Şeytan ile Yehova arasındaki savaşı Yehova’nın kazanacağına ve İsa’nın krallığının kurulacağına inananların dinsel grubudur. Türkiye’de 1950’lerde ortaya çıkmışlardır ve sayıları tahminen 1000 civarındadır. (Büyük Larousse, 24: 12485).
  15. In Re Estate of Brooks Kararı, 205 N.E. 2d442 (1965), (İNCEOĞLU, içinde:124).
  16. Bouvia kararı, (INCEOĞLU, içinde: 186-188).
  17. http://www.cnn.com/2001 /LAW /05/31 /Life.support.aplindex.htmI/31 Mayıs 2001.
  18. Bu konu ülkemizde de tartışılmaktadır: (YALKUT, 1988: 155-163).
  19. Direnme hakkı, Eski Yunan’da örnekleri görülmekle birlikte, bir siyasal görüş olarak ilk kez Ortaçağ Hıristiyan felsefesinde gündeme gelmiştir. Çağdaş direnme hakkının savunucusu ise J.Locke’dur. Çağcıl doktrinde direnme hakkı ilkesel olarak kabul görmekteyse de içeriği konusunda faklı görüşler ileri sürülmektedir. Kapani’ye göre, bazı hukukçular (Duguit gibi), direnme hakkını tamamen tüze çerçevesinde bir sorun olarak ele almıştır. Bu yazarlara göre direnme hakkı, özgürlüklerin korunmasındaki tüzel yollardan biridir. Baskı yoluna sapan iktidarı devirmek fertler bakımından tamamen meşru ve tüzeye uygundur. Burdeau’ya göre, “..bu hak, teşkilatlanmamış hukuki müeyyidelerin işlememesi halinde başvurulacak teşkilatlanmamış bir müeyyidedir.” Bazı yazarlarsa (Barthelemy, Duez, Waline, Lolliard gibi), direnmenin tüzel planda ele alınamayacağını, pozitif tüzenin bunu öngörüp düzenleyemeyeceğini savunmaktadırlar (KAPAN!, 1981:309).
  20. Frarısa’da da 19.4.1946 tarihli Anayasa Tasarısı direnme hakkını kabul ediyordu. Bu Anayasa referandumla reddedilmiştir. Ancak gerek 1946, gerekse 1958 Anayasaları temel haklar bakımından 1789 Bildirgesi’ne gönderme yapmaktadırlar. Bu Bildirge yürürlükteki Anayasa tarafından da tanındığı için, direnme hakkının dolaylı olarak 1958 Anayasası tarafından da kabul edildiği söylenebilir (KAPANİ, 1989:309).
  21. Kaboğlu’na göre, “…özgürlüğün kötüye kullanılması, kişinin, onu amacından saptırıp hedefine aykırı alana yöneltmesi anından itibaren ortaya çıkar. Kötüye kullanma ölçütü, başkasına zarar verme niyeti değil, fakat meşru bir çıkarın yokluğu ve bir hakka özgülenen amacın yadsımasıdır” (KABOĞLU, 1996: 60).
  22. Temel hakların sınırlanması ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. (SAĞLAM, 1982: 141-184).
  23. Aynı yöndeki görüş için ayrıca bkz. (TEZİÇ, 1990: 31 vd.).

 

KAYNAKÇA

AKAL, C. Balı (1992), ‘İspanya’da Açlık Grevlerinin Doğurduğu Sorunlar,’ Arguumentum, 2/19: 291-295.,

AKILLIOĞLU, Tekin (1993), Temel Haklar ve Özgürlükler (Ankara: A.O. SBF, İmaj Yayıncılık).

ANNAS, George (1995), ‘Hunger Strikes,’ British Medical Journal, V. 3J i: i J4-115.

ARMAĞAN, Servet (1980), Temel Haklar  ve Ödevler (İstanbul: Fakülteler Matbaası).

AŞÇIOĞLU, Çetin (1982), Doktorların Hukuki ve Cezai Sorumluluğu (Ankara: Olgaç Matbaası).

BEYNON, J. (1996), ‘Hunger Strıke In Türklsh Prlsons,’ The Lancet, C. 348: 1109.

Büyük Larousse (İstanbul: Milliyet Gazetecilik A.Ş. Yayınları, C. 24: 12485.

EROĞLU, Cem (1993), ‘Ölüm Hakkı,’ A.Ü. S8F Dergisi. 48/1-4: 47.56.

FEYZİOĞLU, Metin (1993), ‘Açlık Grevi,’ A.Ü. H.F. Dergisi, 43/1-4: 157.168.

GEMALMAZ, Semih (I 993), Ulusalüstü İnsan Hakları Hukukunda Yaşam Hakkı ve İşkence Yasağı (İstanbul:Kavram Yayınları).

HARDIE, T.J. / REED, A. (1996), ‘Hunger strlkers should be treated like other patients who refuse consent to treatment.’ British Medical Journal, C. 312: 444.

İLAL, Ersan (1987), ‘Düşünceyi Açıklama Özgürlüğü, Yığınsal İletişim Araçları ve Anayasa Mahkemesi Kararları,’ Anayasa Yargısı. C.3: 6 1-72.

İNCEOĞLU, Sibel (J 999), Ölme Hakkı (İstanbul: Ayrıntı).

KABOĞLU, İbrahim (1996), Özgürlükler Hukuku (İstanbul: Afa, 3. Baskı).

KALK, W.J / VERIEVA, Y. (1991), ‘Hospital Management of Voluntary Total Fastlng Among Political Prisoners,’ The Lancel, C. 337: 660.662.

KAPANİ, Münci (1981). Kamu Hürriyetleri (Ankara: A.Ü. H.F. Yayınları. 6. &.1).

MOORE, M. (1974), “Force Feeding of Prlsoner.,’ The Lancel. C.348: 737.

NAMAL, Ann (2001), “Etik ml Etikçilik ml?,’ Bilim ve Teknik. 13 Ocak.

REYES, Herman (1988). “Maltrealment and Torture,’ Series Research in Legal Medicine, C.19.

RATCUFFE, S.K. (1932). “Hunger Strike,” Encylopedia of The Social Sciences, 7: 552.

SABUNCU, Yavuz (2001). Anayasaya Giriş (Ankara: İmaj Yayıncılık, 7. Bası).

SAĞLAM, Fazıl (1982). Temel Hakların Sınırlanması ve Özü (Ankara: A.Ü. SBF İnsan Haklan Merkezi Yayınları. No.4).

SAVCI, Bahri (1977). “Yaşam Hakkından Doğan Sorunlar,’ AÜ. SBF Dergisi. 32/1-4: 122.

SAVCI, Bahri (1980), Yaşam Hakkının Boyutlan (Ankara: A.Ü. SBF Yayınları).

SENCER, Muzaffer (1992), “Hak ve Özgürlük Kavramı,” TODAİE Dergisi. 14: 3-12.

SOYASLAN, Doğan (1990). “Türk Hukuk Düzeni ve Açlık Grevi Yapanlara Müdahale Sorunu,’ Yargıtay Dergisi, 16/1-4: 269.280.

SOYER, Ata (2000), “Açlık Grevleri/Ölüm Oruçları,” Toplum ve Hekim, 6.

SOYSAL, Mümtaz (1987). “İnsan Hakları Açısından Temel Hak ve Özgürlüklerin Niteliği,’ Anayasa Yargısı, 3:37.49.

TEZİÇ, Erdoğan (1990), “Türkiye’de Siyasal Düşünce ve Örgütlenme Özgürlüğü ‘ Anayasa Yargısı. 7: 31.46.

YALKUT, Necdet ( 1988). “Yargıtay Kararları Işığında Yehova Şahitleri,” Adalet Dergisi, 2: 155-163.

http://www.cnn.com/2ool/LAW/05/31/Ufe.support.aplindex.htmlj31.Mayis. 2oo1.

http://www.ttb.org.tr

 

Bir İnsan Hakları Sorunu Olarak: Açlık Grevleri yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.


Eski Yunan Yargi Sistemi: MÖ IV. Yüzyılda Atina’da Yargıçlar ve Mahkemeler

$
0
0

Bu makalede Aristoteles’in tarihsel ve bilimsel olgulara ilişkin kapsamlı derlemeleri arasında günümüze ulaşan “Atinalıların Devleti” adlı eseri temel alınarak MÖ IV. yüzyılda Atina yargı sistemi konu edilmektedir. Çalışma, söz konusu eseri esas alarak eskiçağ Atina’sının yargı sisteminin temeli olan yargıçlar, mahkemeler ve yargılama usulleri tarihsel analiz yöntemleri çerçevesinde incelenmiştir. Eski Yunanlıların siyasal örgütlenmesi, günümüzden farklı olarak ulus devlete değil, “polis” denilen kent devleti düzenine dayanmaktaydı. Her kent devleti siyasi olarak bağımsızdı ve kendine yeten bir yapıya sahip olarak kendi kendini yönetirdi. Dolayısıyla her kent devletinin kendi yasaları doğrultusunda, bütün vatandaşlar yürütme ve yasama ile ilgili yetkilere sahiptiler. Bu doğrultuda pek çok Yunan kent devletinden biri olan Atina’da ilk olarak yasalar, yargıçların seçilmesi, yargılama yetkileri ile mahkeme türleri üzerinde durulmuştur. Ardından antik edebi kaynaklarda yer alan yargılamalar için yazılmış söylevlerden yararlanılarak MÖ 4. yüzyıl Atina yargı sisteminin genel çerçevesi anlatılmıştır.

Abstract: This article deals with the judicial in 4th century B.C. Athens by means of Aristotle’s Athenian Constitution, one of the extant comprehensive compilations about historical facts. The article analyses judges, courts of law and judiciary procedures which form the basis of the ancient Athenian justice system. The political organisation of the Ancient Greeks was based on the polis, the city state order, rather than today’s nation states. Politically independent city states were founded solely on a constitution defining the rights and duties of citizens, the principles of sovereignty of the law based on citizens’ will and freedom of the individual. Therefore, city states allowed all their citizens to participate in legislation, execution and jurisdiction within the frame of their own laws. Accordingly laws, the election of judges, judicial powers and different kinds of courts of law in Athens have been touched upon. Finally, general outlines of Athenian judicial system in 4th century B.C. have been elucidated, based on orations about proceedings in ancient literary texts.

Keywords: Athens, Law, Judges, Courts of Law.

Yargı, hak ile haksızlığı ayırmadır.

Aristoteles,Nikomakhos’a Etik V. 1133a.

Mahkemeleri yolunca kurulmamış devlet, devlet olmaktan çıkar.

Platon, Yasalar VI. 766d.

Siyasi gücün sembolü ve yasa bilgisi demek olan ve adalet, doğruluk, tanrısal veya ahlaki yasa anlamına gelen eski Yunanca themistes sözcüğü adalet tanrıçası Themis’in adından türetilmiştir. Hesiodos’a göre tanrıça Themis, Uranos ile Gaia’nın kızı ve ikinci kuşak tanrılarını oluşturan kadın titanlardan biridir; sonradan kişileştirilerek adaletin simgesi olmuştur.1 Themis sözcüğü ise “adalet, doğruluk, tanrısal veya ahlaki yasa; tanrıların isteği, iradesi; gelenek ve adet” anlamlarına gelmektedir.2 Eskiçağ Yunanistan ve Anadolu’sundaki yargı sisteminin yargıçları ve mahkemeleri hakkında en erken yazılı belgeler Homeros destanlarıdır. İlyada ve Odysseia adlı destanlarında Homeros bize, krallar yönetimi altındaki eski Yunan topluluklarının örf ve adet hukukunun mevzuatı hakkında az da olsa bilgi verir. Yargılama ve yönetme yetkisinin insana tanrılar tarafından verildiği bilgisi destan kahramanlarından Nestor’un, Agamemnon’a “Yasaları Zeus verdi senin eline/yönetesin, çekip çeviresin, diye halkı” konuşmasından anlaşılmaktadır.3 Bununla birlikte kral, tek yargıç değildir. Homeros, Akhilleus’un kalkanı üzerindeki sahneleri betimlediği dizelerde kral olmayan yargıçlar hakkında şunları yazar: “Yaşlılar (gerontes) cilalı taşlar üzerinde oturuyordu, kutsal çevrede/ Çınlak sesli yargıçların değnekleri vardı ellerinde/ Kalkıp değnekle yargı veriyorlardı sırayla. İki altın külçe duruyordu ortada/ alacaktı altını en doğru yargıya veren”.4 Destanlarda yargıçların, “Zeus adına hak koruyanlar”, “eğri yargılar verdikleri için insanlara kızgın Zeus”, “kadın hakkında karar veren Hera” örneklerindeki gibi,   tanrısal bir yetkiyle hak ve adaleti ellerinde tuttuklarını görürüz.5 Tanrısal yargılama yetkisi dışında insanlar tarafından da “öldürülen evlatlar ve kardeşlerin” öcünün alındığını;6 “bir adam öldürenin hısım akrabasını bırakıp yurdundan kaçtığını”;7 insan, kardeşini öldürenden şöyle dursun, oğlunun kanına girenden bile karşılık olarak” kan parası alındığını okuruz.8 Homeros’un çağdaşı  Hesiodos ise kardeşi Perses  ile yaşadığı mirasla ilgili bir uyuşmazlık nedeniyle hukuk ve adalet konusuna yer vermiştir.9

Kuşkusuz bu kadar az bilgiyle MÖ 1000 ile 700 yılları arasında, destanlara yansıyan ve “polis” denilen kent devletlerindeki, bir cinayet vakası karşısında toplumun tutumu ve kan davasının gerekleri gibi, yargılama yasalarını tanımlamak olanaksızdır. Bu süreçle birlikte kökenleri ve sahip oldukları mülklerle toplumda seçkinleşen yeni soylular sınıfının, kült ve hukuk konularında önder bir rol üstlenmeleriyle kralların gücü sınırlanmış ve zamanla da ortadan kalkmıştır. Bir bakıma kent devletlerinin küçüklüğü de vatandaşların (politai10) her çeşit siyasal olaydan etkilenmelerine ve yaşadığı kent devleti ana- yasasının elverdiği oranda siyasal yaşamda etkin olmasına olanak tanımıştır. İlk yasa, MÖ VII. yüzyılda soylular ve sıradan halk, toprak sahipleri ve köleler,  zenginler ve  yoksullar arasında yaşanan siyasi  ve  ekonomik çatışmalar sonucunda monarşinin yıkılmasından sonra yazılarak yürürlüğe konmuştur. Atina’nın ilk yasa koyucusu olan Drakon’un yasaları esasen ceza hukukuyla ilgiliydi. Onun yasaları mevcut siyasal yapıya bir değişiklik getirmese de siyasal iktidarın sı- nırlarını belirlemiştir. Söz konusu yasada, yargıya ilişkin kararların ve kuralların bütün vatandaşlar için geçerli olduğunun belirtilmesiyle, hukuki anlamda eşitliğin temellerini atılmasını sağlamıştır. Bu yasa, sadece kasten cinayet değil, önemsiz hırsızlıklara dahi ölüm cezası öngörmesine rağmen özellikle taammüden cinayet, kasten öldürme ve taksirle öldürme arasında ayrım yapmaktadır. Bununla birlikte Homeros döneminin öç almaya dayalı hukuka nazaran iyileştirme getiren Drakon yasaları somut içeriği belirsiz ve tartışmalı olsa da, cezai hükümler içeren özel hukuk kuralları içermektedir.11 Siyasal, toplumsal ve ekonomik koşulların değişmeye başlamasıyla birlikte, aristokratik içerikli sözlü tanrısal yasalar olan thesmoi12 hem zenginlerle yoksullar hem de zenginlerin kendi aralarındaki anlaşmazlıkları gidermede yetersiz kalmıştır. Özellikle de tanrıların koyduğu bu yasaların uygulayıcısının soylular olması, hoşnutsuzlukları daha çok arttırmıştır. Bu koşullar içinde MÖ VI. yüzyılın başlarında, Sparta hariç, kayda değer bir Yunan devleti de bulunmamaktadır. Bu devletler de yazılmamış yasalar (agrafa nomima) ve mutlak hükümlerin (autognomones) ötesine gidememiştir. Dolayısıyla söz konusu dönemde hem Yunanistan hem de Batı Anadolu’da yaşayan Yunanlıların adli teşkilatları ve muhakeme usulleri hakkında bilgi yoktur.

Atina demokrasisinde gelişen hukuk sisteminin temeli Solon13 ya salarına  dayanır.  Halk  Meclisi  (Ekklesia14),  Dörtyüzler  adıyla bilinen Danışma Meclisi (Bule15), Soylular-Aristokratlar Meclisi (Areopagos16) ve Halk Mahkemesi (Heliaia17) kurumlarını eski Yunan siyasal yaşamı na kazandıran Solon’dur. Onun anayasasının en demokratik ve dikkat çeken özelliklerinden biri ise, bir arkhonun18 (ya da magistrat)  verdiği karar karşısında vatandaşa mahkemeye (dikasterion) başvurma hakkı, yani modern anlamıyla hak arama özgürlüğünü tanımasıdır.19 Demosthenes20 ile Lysias21 söylevleriyle günümüze gelen Solon’a ait bu arkaik yasa, halk temyiz mahkemesinin heliaia olarak adlandırıldığını göstermektedir.22 Bir çeşit Yargıtay rolü oynayan ve verdiği kararların bozulamaz olduğu anlaşılan Halk Mahkemesinin (heliaia) önceleri demosun23 ayrıntılı bir yapılanması değil de, sadece dini toplantılara benzeyen bir yapıya sahip olduğu anlaşılmaktadır. Solon yasaları arkhonların kendi yetkileriyle verecekleri cezaları da belirlemişti; ancak arkhon verdiği cezayla yetkisini aşma durumunda Halk Mahkemesi’nin (Heliaia) onayına başvurması gerekmekteydi. Bir Atinalının, yargıcın verdiği bir cezayı Halk Meclisi’ne (Ekklesia) katılan kişilerden oluşan bir mahkemeye başvurarak temyiz edebilmesi dışında, bu mahkemenin işleyişiyle ilgilimiz yok denecek kadar azdır. Bununla birlikte bu sistemde arkhonun kararı, bütün ulusu temsil eden bir mahkemeye temyize götürülebiliyordu; bu mahkeme ise teorik olarak en fakirinden  en zenginine toplumun her sınıfından gelen kişilerden oluşmaktaydı. Bununla birlikte Solon yasalarının her vatandaşa dava açma hakkı tanıması akabinde yeni bir meslek doğurmuştu: sykophantes24 (ihbarcılık/jurnalcilik). Jurnalciliğin ortaya çıkması ve hızla yayılarak artmasının başlıca nedeni işlenen suçlar için kamu adına dava açacak savcının olmaması, onun işini kamu yararına “sözüm ona” duyarlı (!) kişilerin yerine getirmesidir. MÖ IV. yüzyıl edebiyatında ve kayıtlarında yansıtılmakta olan ayrıntılı yapıya sahip bir teşkilat olarak görülen yargıçların (dikastes veya heliastes) ne zaman ortaya çıktığı tam olarak belirlenememektedir. Böylesi bir sistem ve bu sisteme bağlı yargıçlar yoruma dayalı bir yasama sistemini benimsemişlerdir ve bu yasamadan günümüze herhangi bir kayıt kalmamıştır. Fakat Perikles’in bu yargıçlara maaş bağladığını25 ve böylece yargıçların etkili demokratik organlar halini aldıkları bilinmektedir.

Yargıçlar

Aristoteles, yargıcın görevini tanımlarken adaletin bir eşitlik, hak- sızlığın ise bir eşitsizlik olduğunu, yasanın sadece zararın farkına bak- tığını ve onlara eşit muamele yaptığını söyler. Bir başka deyişle yargı- cın birinin haksızlık yapıp yapmadığına, ötekinin haksızlığa uğrayıp uğramadığına ve birinin zarar verip ötekinin zarar görüp görmediği- ne baktığını dile getirir. Dolayısıyla yargıcın, eşitsizlik olan bu adalet- sizliği denkleştirmeye çalıştığını; çünkü biri dövülüp öteki dövünce ya da biri öldürüp öteki öldürülünce, yapılan ile maruz kalınan eşit olmayan bir bölümleme olarak göründüğünü; buna karşılık yargıcın, cezayla kazancı azaltarak bunları düzeltmeye çalıştığını ekler.26

Atina’da yargıç olarak görev yapacak bir erkek vatandaşta aranan koşulların başında otuz yaşını geçmiş olması, devlete borcu olmaması, vatandaşlık hak ve onurlarının hepsine sahip olması gelmektedir. Bir kimse koşullara uymadığı halde, hakkı olmadan yargıçlık eder-   se bu durum bildirilir ve yargıç mahkemeye verilir. Hakkı olmadığı halde yargıçlık yaptığı anlaşılırsa, yargıçlar bu kişinin çarptırılacağı cezayı ya da ödeyeceği para cezasını belirleme hakkına sahiptir. Para cezasına çarptırılırsa yalnızca mahkemenin ona yüklediği para cezasını değil, eskiden borçları varsa onları da ödeyinceye kadar hapishanede tutulurdu.27 Görevlendirilme koşullarının bu şekilde belirlenmesinden sonra atanan her yargıç, meşe palamudundan bir tahtaya (pinakion) sahip olur. Tahtanın üzerinde kendisinin, babasının ve bağlı olduğu demosun adıyla A (alfa) harfinden K (kapa) harfi- ne kadar olan on harften biri yazılıdır. Aristoteles’e göre kalabalık bir yargıçlar (dikastes) kurulu vardır, bunlar bir çeşit jüriye benzer; da- vacı iddialarını söyledikten sonra davalının savunmasını dinlerler.28 Tarafların dinlenmesini tamamlanınca önce iddianın geçerli olup olmadığını saptarlar, geçerli olduğunu kabul ederlerse sonrasında istenilen ceza ya da ödentinin verilip verilemeyeceğine olmak üzere iki kere oy verirler. Hukuk davası ve ceza davası ayrımı olmayan bu çok basit usulde yargıçlar tarafların istekleriyle bağlıdır, onların dışında karar alamazlar.

Atina yargı sisteminin en önemli özelliği, mahkeme (dikasterion)  ile mahkeme başkanı (hegemondikasteriou) arasında bir ayrım yapmasıdır. MÖ VI. yüzyılda, Solon tarafından kurulan jürilerden oluşan halk mahkemesi olarak sadece heliaia varken, MÖ V. yüzyılda bu mahkemenin yerini dikasterion (halk mahkemeleri) almıştır29. Aynı zamanda On Birler (hendeka) veya  generaller (strategoi30)  hatta tahsildarlar   (apodektai31), asıl görevleri adli meseleler olmamakla birlikte mahkeme başkanı (hegemones dikasterion) olarak görev alabilmekteydiler. Dikasterionlarda yargıç olarak görev yapacak mahkeme üyeleri, her kabileden32 600 kişi olmak üzere kendi isteğiyle görev almak isteyen otuz yaş ve üstü erkek vatandaşlar arasından, yılda bir kez kurayla belirlenmekteydi33. Yasama ve yürütmede olduğu gibi, mahkemelerde de uzmanlaşmış kişilerin bulunmadığı Atina’da bir davayı görmek amacıyla 6000 yargıcın toplandığı anlamına gelmektedir ki, bu kadar çok sayıda yargıcın toplandığına ilişkin bilinen sadece bir kayıt bulunmaktadır.34 Bununla birlikte yargıç sayısı dava türlerine göre değişmekteydi. Bireyler arasındaki uyuşmazlıklar hakemler aracılığıyla çözümlendiğinden mahkemenin iş yükünü daha ziyade siyasi davalar oluşturmaktaydı. Bu durumda yargıçlar, daha önce demokratik olmayan dönemlerdeki ceza verme yetkilerini sürdürmüşlerdir, fakat bu suç ve suç tiplerinin tanımı yasalar tarafından belirlenmişti. Böylesi bir düzenlemenin her yargıç için getirilmesi, yasal cezaların yetersiz kaldığı durumlarda    bu kişilerin keyfi davranmasını engellemiştir. Ancak yargıç, yasadaki suça bağlı kalsa da cezanın belirlenmesinde takdir yetkisine sahipti. Yargıçlar eğer isterlerse Halk Meclisi (Ekklesia) veya Danışma Meclisi (Bule) öncesinde bir adli kovuşturma için suçlama (eisangelia35) yapabilmekteydiler36, fakat olasılıkla standart uygulama usulleri suçlunun bir mahkeme önüne çıkarılmasıydı. Ne yazık ki, bu gibi durumlarda uygulanan usul kuralları bilinmemektedir.

  1. Arkhonlar

Yargıcın hem mahkeme başkanı hem de savcı olması pek olası değildir. Suçlama bir temsilci tarafından yapılmış olabilir. İkinci ve en önemli durum, yargıç, kendi teklifinin görüşüleceği mahkemeye gelmeyip kendi alanı ile ilgili konularda, özel kişilerin suçlama   ve taleplerini sunduğu durumlarda ortaya çıkar. Buradaki rolü adliye memurunun görevine benzer; suçlamayı alır, yasalara riayet edilip edilmediğine bakar, yargıçların üstüne düşünerek karar vereceği materyalleri hazırlar, Thesmotetai (yasa koyucu arkhonlar) ile birlikte mahkeme gününü kararlaştırır, mahkemeye başkanlık eder ve bazen de cezanın infazından sorumlu olur. Anayasa kuralları ve pratiği ona mahkemenin ön hazırlığında pek fazla yetki vermez ve hatta karar-  da da hiç bir etkisi yoktur. Hukuki ve yönetimsel fonksiyonların bu ayrımı, yargıcın kendi yetki alanında olmayan konularda suçlamada bulunamaması gibi basit ve anlaşılabilir bir ilkeye dayanır. Yargıcın ‘yetki alanı’ yürüttüğü görev tarafından tanımlanırdı. Örneğin birinci arkhon (arkhon eponymos) yetimlerin, kadın mirasçıların ve dulların haklarından sorumluydu, yani vatandaşların aile hakları ile ilgilenirdi.37 Yetimlere, dullara ve mirasçılara haksızlık yapanları mahkemeye vermek ya da para cezasına çarptırmak onun göreviydi. Adam öldürme veya dine hakaret suçları ilkel kralın hem adını hem de dini görevlerini taşıyan ikinci arkhonu (arkhon basileus) ilgilendirirdi.38 Cinayet işleyerek dinen kirlenmiş olan insanların vatandaşlık haklarını kaybetmelerine karar vermek yetkisine sahip Arkhon basileus, devlet dinini denetler ve atalardan kalma kurban törenlerini düzenlerdi. Bu bağlamda yargılama yetkisi, resmi görevleriyle ilişkili olarak dine karşı işlenmiş bütün suçları içerirdi. Çeşitli adam öldürme davaları için oluşturulan bütün mahkemelere de arkhon basileus başkanlık ederdi. Fakat kasıtlı öldürme ve yaralama davalarıyla zehirleyerek öldürme, yangın çıkarma suçlarına Areopagos Mahkemesi önünde bakılırdı. Üçüncü arkhon (arkhon polemarkhos) savaşta komutanlığı üstlenme olan eski askeri fonksiyonlarından arındırılmıştı; onun yerine taksirli öl- dürme, öldürmeye kışkırtma davalarıyla bir köleyi, Atina’da yerleşmiş bir yabancıyı (metoikos39) ve  değişik amaçlarla geçici süre orada bulunan bir yabancıyı öldürme vakalarıyla ilgili kamusal veya özel davalarda yargıçlık yapmaktaydı.40 Savaşta itaatsizlik ya da saflarını terk etme (lipotaksion), orduyu yüzüstü bırakma (lipostration), orduyu başarısızlığa uğratma (astreteia) ve savaşta korkakça davranma (deilia) gibi askeri suçların takibatı ordunun ve donanmanın yönetiminden sorumlu generaller (strategoi) tarafından yapılırdı. Tüccarların limandan Atina’ya önceden belirlenmiş miktarda tahıl taşıyıp taşımadıkları konusuyla ise Pazar Müfettişleri (oi epimeletai tou emporiou) yetkilendirilmişti.41

  1. On Birler (hendeka)

Adları Yunanca on bir (11) anlamına gelen sözcükle anılan bu görevliler, temelde Atina’da devlet hapishanesinin yönetimi ile düzenin- den ve ayrıca kölelerin çarptırıldığı işkence cezaları dâhil, mahkeme kararlarının yerine getirilmesinden sorumlu devlet memurlardır. On Birler, MÖ V. yüzyıldan itibaren yargılama görevi de yapmaya başladılar. Tapınak ve konut soyguncularını, hırsızları, yankesicileri, kölelerin çocuklarını kaçıranları, zina yapan erkekleri, yol kesenleri, korsanları, belli suçlarda suçüstü yakalanan adi suçluların cezalarının infazından sorumlularken, MÖ IV. yüzyılda bu yetki suçlunun suçunu itiraf etmesi durumunda ölümle cezalandırıldıkları davalarla sınırlan- dırıldı. Bu davalarda On Birler, failin ancak suçunu açıkça itiraf etmesi durumunda yargılama yetkisine sahiptiler. Aksi halde fail suçsuz olduğunu iddia ederse yargılanması için mahkemeye sevk ederlerdi.42 Atina demokrasisinin temel ilkesi hiçbir vatandaşın mahkemeye çıkarılmaksızın ölüm cezasına (medena akriton apokteinai) çarptırılmamasıydı. Bu güzel ilke bozularak, yukarıda sayılan kötülükleri (kakourgoi) yapanlar, On Birler tarafından mahkemesiz ölüm cezasına çarptırılmışlardır.43 On Birler’e sadece suçunu itiraf edenlerle sınırlı olsa da yargılama yetkisi verilmesi, Atinalıların yargı ve yürütme yetkilerini birbirinden ayıramadıklarının çarpıcı bir örneğidir.

  • Yasa Koyucu Arkhonlar (Thesmothetai)

Yönetimsel görevlerde kolayca uygulanan bu görev dağılımı ilke- si, konu Yasa Koyucu Arkhonlar (thesmothetai), Kırklar (tessarakontoi) ve Dava Başlatanlar (eisagogeis) gibi, asıl görevleri hukuki konular olan yargıçlara gelince problemli bir hal alır. Kısaca belirtilecek olursa Yasa Koyucu Arkhonlar (thesmothetai) kamusal, Kırklar ve Dava Başlatanlar özel işlerden sorumludur. Yasa Koyucu Arkhonlar (thesmothetai) yöneticiler olarak yasaların yıllık olarak düzenlenmesi, gözden geçirilmesi, mahkemelerin tarih ve yerlerinin belirlenmesi; bazen de yabancılar ve vatandaşlar arasındaki davaları düzenleyen uluslararası anlaşmaların onaylanması (ta pros tas poleis symbola) gibi işleri yürütürlerdi. ‘Yetki alanları” çok az özel konu içeriyordu: sahibi devlet olduğu için maden davaları (dikai metallikai), ‘ticari’ davalar ve ‘anlaşma’ davaları (dikai emporikai ve dikai apo symbolon), yani davalı taraflardan birinin genellikle yabancı olduğu davalar bunlara bir örnektir. Ancak bu yargıçların asıl görevleri kamusal işleyişi düzenlemek ve özellikle de devletin yasaları veya yönetimine karşı işlenmiş suçları cezalandırmaktı.

Yasa Koyucu Arkhonların(thesmothetai) yetki alanları Danışma Meclisi (Bule) ve Halk Meclisi (Ekklesia) başkanlarının (graphai proedri kai kaiepistatikai) adli kovuşturmaları (eisangeliai), adli suçlamalar (eisangelia ve probolai), beyanlar (endeikseis), yasadışı teklifler ile ilgili iddianameler (paranomon), rüşvet alan yetkililerin kovuşturması (doron) gelmektedir. Bunların dışında devlete borçluların isim listesinde yanlışlık yapanlar, yani evrakta sahtecilik (pseudengraphes) ve vatandaşların haklarını gasp eden yabancıların kovuşturması (ksenias) gibi suçlarla ilgilenirlerdi.44 Ayrıca, devlete değil de bireye karşı işlenen suçlarda da görevli oldukları bilinir.45 Ancak bu görev dağılımındaki ilke kesin olarak anlaşılmamaktadır: örneğin, zina suçu davalarının neden aile ile ilgilenen birinci arkhon (arkhon eponymos) değil de altı kişiden oluşan Yasa Koyucu Arkhonlar (thesmothetai) tarafından görüldüğü bilinmez.

  1. Kırklar (Tesserakontoi) / Demos Yargıçları:

MÖ VI. yüzyılın ortalarında tiran Peisistratos tarafından soylu- ların yerel yargılama hakkını ortadan kaldırmak için oluşturulmuş, ancak tiranlık rejiminin çökmesi üzerine önemini yitirmiş olan otuz kişiden oluşmuş demos yargıçlığı birimi (dikastai kata demous), MÖ 453/2 yasasıyla yeniden oluşturulmuştur.46 Demos yargıçları dikasterionlar üzerindeki iş yükünü azaltmak ve davaları Atina’ya taşımadan yerinde yargılama yapmak amacıyla kırsal nüfusa sağlanmış bir ayrıcalıktı. Gezgin olan otuz demos yargıcı, sonraları davaları seyahate çıkmadan Atina’da görmeye başladılar.47MÖ 403 yılında, Otuzların oligarşik yönetiminin48yıkılmasından sonra sayıları kırk kişiye çıkarıldığından Kırklar olarak adlandırılan kırk yargıçtan oluşan birim, Atinalıların yaşamında esasen antik edebiyat metinlerinde ve yazıtlarda anlatıldığından çok daha fazla öneme sahipti. Kırk yargıç, her demostan dört kişi olmak üzere kur’a ile tayin olurdu ve her yargıç kendi demosunun üyelerine karşı açılan davalara bakardı. Bu yargıçların, davacının iddiasına göre maddi değeri 10 drakhmeyi49 aşmayan özel hukuk davalarında kendi başlarına karar verme yetkileri vardı.50 Bu miktardan fazla ceza gerektiren davalarda ise karar vermeyi hakemlere (diaitetai) bırakırlardı. Ancak hakemin kararını taraflardan birinin uygun    bulmaması durumunda davalar bir dikasteriona götürülürdü.51 Kırklar ya da Kırk Yargıç özellikle mülkiyet hakları, satışlar, borçlar, sözleşmeler ve kira gibi özel davalarla yetkilendirilen mahkemelerdi ve bu davalara bakanlar da bir bakıma gerçek yargıçlardı.

Kırklar’ın baktığı bir başka dava ise hesap verme davasıdır. Her vatandaş, bir mahkeme önünde hesap vermiş bir memura karşı kişisel ya da devleti ilgilendiren bir hesap verme davası (euthynai) açılabilmekteydi52. Böyle bir dava açmak isteyen herhangi bir vatandaş he- sap verme gününden sonraki üç gün içerisinde kendi adıyla birlikte suç isnat ettiği memurun adını, ortaya attığı suçu, ona verilmesini doğru bulduğu cezayı beyaz bir tahta üzerine yazarak bir euthynosa (araştırıcı) verirdi. Kura ile her kabileden bir kişi olmak üzere seçilen araştırıcı (euthynos) bu yazıyı alır, işi araştırır, memurun kişiye karşı işlediği suçtan dolayı yargılanması gerektiğine karar verirse o kabilenin davalarına bakan Kırklar’a, memurun devlete karşı işlediği suçtan suçlu bulunursa Yasa Koyucu Arkhonlara (thesmothetai) havale ederdi. Bunun üzerine söz konusu yargıçlar, memura mahkemede hesap verme davası açardı ve bu davalarda yargıçların verdikleri karara itiraz edilemezdi.53

  1. Hakemler (Diaitetai)

Yargılama amacıyla Atinalılar tarafından oluşturulmuş organize bir birim olan Hakemler (diaitetai) 10 drakhmeyi aşan ceza hukuku davalarına bakarlardı. Temelde kamu ve özel davalarda usul aynıydı: örneğin kutsal değerlere saygısızlık yapan birini bu suçtan mahkemeye getirecek resmi bir savcı olmadığından, bu görevi kendi isteğiyle seçen ve sonrasında davayı kendi özel davasıymış gibi yürütecek olan bir vatandaş üstlenirdi. Atina’da hem resmi hem de özel hakemler bulunduğundan davacılar istedikleri takdirde özel hakemlere başvurmakta özgürdüler. Mevcut yasaların yanı sıra usul kurallarının da olmasına karşın, adlarını askerlik listesinden sildiren 60 yaşın üzerindeki vatandaşlar arasından her yıl kurayla seçilerek oluşturulan Hakemler (diaitetai), taraflar henüz mahkemeye gitmeden davaya müdahale ederlerdi. Taraflar arasında uzlaşma sağlayamazlarsa bir karara varırlar, mahkemelik olan kişiler bu kararı uygun bulur ve karara bağlı kalacaklarına söz verirlerse mahkeme sona ererdi.54 MÖ IV. yüzyılda Hakemlerin (diaitetai) yargılama yetkisi zorunlu hale gelince, bu yargılama sistemi hızlı çalışan ve ucuz olan bir itiraza açık yargı kararı veren hakem heyetinin görevlerini yerine getiren bir biçim aldı. Herhangi bir davada, yargıç görevini yapan hakem (yani diaitetes), bir prytanis55 tarafından kurayla seçilirdi. Hakemlerin genellikle tek oturumda herkesin görebileceği biçimde yapılan gizli oylamada oyçokluğuyla verdiği karar, yargılama görevi yapan bir yetkilinin onayından geçmek zorundaydı. Böylece Halk Mahkemesi (Heliaia) özel davalar için modern hukuk sistemlerindeki bir istinaf mahkemesinin görevini üstlenmiş olur.56 Kırklar, eponymosların listesinde57 adı bulunanlara hakemlikleri dağıtırlar; her hakeme bakmak üzere verilecek davalar için kura çekerlerdi. Kırklar tarafından bu şekilde atanan kişi kur’ada kendisine çıkan işleri, yani hakem olarak verilen görevi yerine getirmekle mükellefti. Yasa, altmış yaşına gelmesine rağmen hakemlik yapmamış olanların vatandaşlık hak ve onurlarını kaybedeceğini (atimia58) bildirirdi. İstisnai olarak sadece o yıl başka bir resmi görevde olanlar veya yurt dışında bulunanlar bu cezadan muaf tutulurlardı. Mağdur tarafın hakem aleyhinde yaptığı herhangi bir şikâyet, birime dâhil olan herkes tarafından dinlenirdi ve hakem aleyhinde alınacak bir karar oy kullanma hakkından mahrum kalmasına neden olurdu. Yine de hakemin mahkemeye (dikasterion) temyiz yolu açıktı. Hakemin başlıca görevi taraflar arasında uzlaşma sağlamaktı. İddiaların dinlenmesi ve kanıtlar sonucunda bu uzlaşma sağlanamamışsa, tayin edilen günde kararı verir ve agorada bulunan ‘yemin taşı’ üzerine yemin ederek onaylardı. Eğer davacı itiraz etmezse, dava kapanırdı. Ancak taraflardan biri temyize giderse hakem delilleri, yeminleri, iddiaları, kısacası kararına ışık tutan tüm materyalleri her biri bir taraf için olmak üzere, iki kutuya (ekhinoi) koyup, kararına dair bir not iliştirdikten sonra davayı mahkemeye getirip duruşmaya başkanlık yapardı. Davada söz konusu olan miktar, görevi daha önceden almış olduğu Kırklar yargıçları arasından dava edilenin kabilesinin işleriyle ilgilenen dört yargıca mühürlü olarak teslim ederdi. Bu davalarda maddi değeri 1000 drahkmeden az ise 201, 1000 drahkmeden fazla ise 401 yargıç olurdu. Bu aşamada kutularda yer alan mevcut deliller ve iddialar dışında herhangi bir şeye başvurulmasına izin verilmezdi59.

Hakemler (Diaitetai), Atina demokrasisinin en ilginç buluşların- dan birisidir. Kurumun planlaması, öncelikli amacı barışı tahsis etmek olan deneyimli ve tarafsız kişiler tarafından özel davaların sonuca vardırılması için mükemmeldi. Ancak bunların ne ölçüde başarılı oldukları ve temyize gidilmeden ne kadar davayı kapattıkları bilinmemektedir. Hakem kura esasına dayanarak seçildiğinden kararının davacılar ve mahkeme üzerindeki ağırlığı hakemin kişiliğine göre değişiklik gösterirdi. Fakat demokrasi açısından bakıldığında, çok sa- yıda ihtilafın içinde yasanın kendi halinde iki vatandaşını mahkeme sıkıntısına sokmayıp, adaleti tahsis etmek için ucuz, basit ve uzlaştırıcı yollar sağladığı açıktır.

  1. Dava Başlatanlar (eisagogeis)

Kararın hızlı bir şekilde çıkması istenilen durumlarda, davaları bir ay içinde (emmenoidikaia) gördürüp bir hükme bağlanmasını sağlayan bir birimdi. Sayıları beş olan Dava Başlatanlar, iki kabile adına bir kişi olmak üzere ve toplamda on kabileyi temsilen kurayla belirlene- rek atanırlardı ve yargı görevini Yasa Koyucu Arkhonlar (thesmothetai) yetkisi altında yaparlardı. Dava Başlatanlar hakkında MÖ V. yüzyılda Delos Birliği üyelerinden alınan vergi tutarlarını yeniden inceleyen mahkemeye başkanlık yaptıkları60 dışında herhangi bir bilgi bulunmaz. MÖ IV. yüzyıldan itibaren bir ay içinde görülmesi gereken davaları başlattıkları ve karara bağladıkları bilinmektedir. Bu davalarda şikâyet alındıktan bir ay sonra duruşma gerçekleştirilirdi, fakat bu görevlilerin ‘yetkisi’ bütün ‘bir ay içinde görülen” davaları kapsamazdı; mültezimlerin açtığı veya mültezimlere (telonai) açılan ve Tahsildarlar (apodektai) tarafından görülen davalar, yani ‘dikaiemporikai’ da bir ay içinde karara bağlanması gereken davalardı. Ayrıca çeyizin geri verilmesi için açılan dava, aldığı borç parayı ödemeyen birine açılan dava, aldığı ödünç paranın aylık faizini ödemeyenlere açılan dava ve pazarda iş yapmak üzere ödünç alınan sermaye davalarına bakarlardı. Bunlardan başka hakaret davaları61, dernekler ve kurumlarla ilgili davalar, koşum hayvanları, köleler, devletin bir savaş gemisini donatmakla görevlendirilmesine rağmen görevini yerine getirmeyen zengin vatandaşlara açılan ve son olarak da sarraflıkla ilgili davalar Dava Başlatanlar’ın yetkisindeydi.62 Söz konusu yargıçların hem ceza hukuku hem de özel hukuktan kaynaklanan sınırlı sayıda (numerusclausus) uyuşmazlık konusunda yetkilendirilmiş oldukları anlaşılmaktadır.

Atina demokrasisine dışarıdan gelecek olası bir tehlikeye karşı tedbir amacıyla kurulan mahkemelere yöneticilerin atanması ve davranışları üzerinde etkili olan, hatta Danışma Meclisi’nin (Bule) otorite- sini bile engelleyebilen demokrasinin bütün güçlü yargıçları (dikastes veya heliastes) sadece otuz yaşından büyük sıradan birer vatandaşlardı. Atina demokrasisinin en karakteristik özelliği, egemen bir Halk Meclisi’nde (Ekklesia) ve hem yargıç hem de hem jüri üyesi olan, gizli oy veren ve kararlarına karşı temyiz yolu kapalı olan yargıçlardan (dikastes) oluşan mahkemelerde (dikasteria) bir araya gelen bütün vatandaşların oyçokluğuyla yönetimine dayanmasıydı. Bu ortamda yargıçların yargı görevini yapmalarına mani olacak devlete borçlu olma durumu veya atimia cezası almış olma gibi bir engelinin bulunmaması gerekmekteydi. Bu sınırlı bilginin dışında birimin nasıl seçildiği ve MÖ V. yüzyılda alt bölümlere nasıl ayrıldığı konusunda günümüze kalan herhangi bir kayıt yoktur. Ancak yargı yetkisinin fiili uygulamada keyfi ve öngörülemez olduğu hakkında komedya yazarı Aristophanes’ten daha iyi bir kaynak şu an için yoktur63. Yazara göre yargıç sayısı 6000’i geçmemiştir.64 Aristoteles ise devletten maaş alan 20.000 kişinin içinde yargıçların 6000 kişilik bir grup olduklarını belirtmiştir65. Perikles tarafından verilmeye başlanılan bir günlük oturum için 2 obolos ücret, MÖ 425/4 yılında Kleon tarafından 3 obolosa çıkartılmış ve kurumun tarihi boyunca hep  aynı  kalmıştır.66  Mahkemeler,  şenlik  zamanları ve Halk Meclisi’nin (Ekklesia) toplantı günlerinde olduğu gibi her gün toplanmazdı, dolayısıyla yargıçlık görevi üstlenenler sadece oturuma katıldıkları gün için ücret alırlardı.

Aristoteles’in çağına gelene kadar, MÖ IV. yüzyıldaki yargıç kurullarının yapılanması hakkında çok az şey bilinir. Yargıçlık görevine tayin ile bir mahkemede hizmet etmek üzere tayin arasında dikkatli bir ayrım yapılmalıdır. İlk olarak, yargıçların bu yüzyılın ilk çeyreğin- de A (alfa) harfinden K (kappa) harfine kadar olmak üzere on bölüme ayrıldığını, her bölümün aynı sayıda üye barındırdığını ve her kabileyi temsilen üyelere sahip olduğunu biliyoruz. Ancak, yargıçların nasıl  ve ne zaman seçildikleri veya sabit bir sayı olup olmadığı konusunda bilgiye sahip değiliz.

Mahkemelerin Oluşturulması:

Adalet işlerinin görülmesini idare etmek ile suçu araştırmak üzere dokuz arkhon olduğu, fakat özellikle altı kişiden oluşan Yasa Koyucu Arkhonlar(thesmothetai) kurulunun yetkisinde bulunduğunu gördük. Baktıkları hukuki işlerin alanı geniş sayılmazdı: bütün aile hukuku- na arkhon eponymos, dini ve adam öldürme davalarına arkhon  basileus, metoikoslar ve yabancıların davalarına arkhon polemarkhos, bütün öteki davalara ise Yasa Koyucu Arkhonlar (thesmothetai) kurulu bakardı. Adları geçen arkhonlar araştırdıkları davayı karara bağlamak üzere daimi iki mahkemeden birine; ya cinayet davalarına bakan beş mahkemeye ya da Halk Mahkemesi’nin (heliaia) önüne çıkarırlardı.

Ancak duruşma yapabilmek için bir mahkeme oluşturmak bilhassa incelikli bir işti. Yasa Koyucu Arkhonlar (thesmothetai) hangi duruşmaların hangi mahkemede ve ne zaman gerçekleştirileceğini belirler- di. Mahkemelerde gerekli yargıçların toplanması yetkililer tarafından kolayca belirlenirdi, zira yasalar ve kararnameler (psephismata) her bir oturumda kaç kişinin olacağını saptardı. Sabah erken saatlerde yargıçlar, her biri bir kabileye ayrılmış mahkeme odalarında (kleroteria67) toplanırdı ve dokuz arkhon ile bir sekreter (grammateus) bölümlere gi- der ve her biri kendi kabilesine başkanlık ederdi. Hangi yargıcın hiz- met vereceğini ve bölünmüş odalardan oluşan mahkeme salonlarına kaç kişinin dağıtılacağını karara bağlamak günün öncelikli işiydi. Bu işlemin ilgi çekici olmasının sebebi kabilelerin ayrılmış olduğu on bölümün her birinden tek tek temsilcilerin seçimi ile ilgili titiz ayarlamaların gerçekleştirilmesiydi. Aristoteles, bu kadar zahmete neden giril- diğini açıklamaz. İkinci iş, o gün için görevlendirilen yargıçların her birine bakacakları davaların dağıtılmasıydı. Yasa Koyucu Arkhonlar (thesmothetai) mahkeme binaları kullanırdı ve bunlar ‘Λ’ (lambda) har- finden itibaren adlandırılırdı. Bunun dışında her mahkeme binasının kapısının üst pervazında kendine özgü bir renk de bulunurdu. Örnek verilecek olursa, biri 200 diğeri 400 yargıçlık olmak üzere sadece iki mahkeme toplanıyor ve ‘Λ’ (lambda) harfli yeşil mahkemeye, ‘M’ (mü) harfli de kırmızı mahkemeye verilirdi. Daha sonra her biri mahkeme salonu olarak kullanılacak bölünmüş odada, yirmi adet ‘Λ’ (lambda) işaretli meşe palamudu, 40 adet de ‘M’ (mü) ile işaretlenmiş meşe pa- lamudu bir kupa (hydria68) içine konulurdu; 20 yeşil sopa ve 40 kırmızı sopa da girişe yerleştirilirdi. Hâlihazırda seçilmiş 60 yargıç birer birer kupadan meşe palamudu seçmeye çağrılırdı. Meşe palamudu her  bir kişinin görev yapacağı mahkemeyi belirlerdi. ‘Λ’ (lambda) harfi işaretli meşe palamudu çeken bir yargıca yeşil bir sopa verilir, elinde meşe palamudu ve sopayla beraber yeşil mahkemeye giderdi. Yargıç mahkeme binasına girmeden önce palamudu bir görevliye verip karşılığında bir marka (symbolon) alırdı ve bununla da gün sonunda görev ücreti olarak 3 obolos ödenek alırdı. Ancak ödeme kabileler arasında değil, bölümler arasında dağıtılırdı.69

Bu karmaşık sistemin uygulanmasının sebebi olasılıkla rüşvet ve korkutma/tehdit gibi yasa dışı durumların önüne geçmekti. Yargıcın hangi mahkemede görev alacağını şansı belirliyordu, mahkemesi belirlendikten sonra da yargıcın başka bir mahkemeye geçmesi mümkün değildi. Bunun dışında her kabileden eşit sayıda yargıcın bulunması da mahkemede milletin temsili anlamına gelmekteydi.

Yargıçların Sayısı

MÖ IV.  yüzyıl otoriteleri tarafından 201, 401, 500, 700, 1001,   1500, 2000, 2500 kişilik mahkemelerden bahsedilmiştir: Örneğin, MÖ 415 yılında siyasi bir duruşmanın 6000 yargıçtan oluşan bir mahkemede görüldüğü sadece bir yerde, Andocides’in Mysteries eserinde geçer fakat bu metnin de güvenirliği yoktur.70 Perikles’in davasında 1500, maddi değeri 1000 drakhmeye kadar olan davalarda 201, bu miktardan daha fazla para cezasının önerildiği davalarda 401 yargıç görev yapardı. 500, 700 gibi düz olarak verilen rakamlar aslında 501, 701 kişilik olan ve nispeten daha az öneme sahip mahkemelerdi.71 1001 ve daha fazla yargıçtan oluşan mahkemeler büyük siyasi davalarla ilgilenirdi.72 Doğal olarak bu kadar kalabalık sayıda yargıcı alabilecek mahkeme binalarına ihtiyaç vardı; ilkin Metiokheion, her ne kadar müzikle ilgili performanslar için yapılmış olsa da Odeion ve Stoa Poikile mahkeme binaları olarak kullanılmıştır.73 Ancak MÖ V. ve IV. yüzyıllarda  Trigonon, Parabyston, Phoinikioun (Kırmızı) ve Batrakhioun (Yeşil), Palladion, Areopagos, Delphinion, Phreatto, Prytaneion ile en büyük ve en genişi olan Heliaia mahkemeleridir.74

Yargıç Yemini

Halk Mahkemesi’nde görev yapan yargıçlar, muhtemelen atama- ların ve bölümlere seçimlerin yapıldığı dönemde, yılda bir kez Ardettos tepesine giderek yemin ederlerdi.75 Geçmişi Solon dönemine da- yanan yemin geleneğinin tam metni günümüze ulaşmamıştır. Fakat hatiplerin göndermelerinden anlaşıldığı kadarıyla olasılıkla aşağıdaki gibidir. “Halk Meclisi (Ekklesia) ve Danışma Meclis (Bule) tarafından kabul edilen yasaların ve kararların hükmüne uygun olarak oy kullanacağıma, ancak yasanın olmadığı durumda düşmanlık veya iltimas etmeksizin sadece vicdanımın sesini dinleyerek son derece adaletli davranacağıma, sadece öne sürülen suçlama konusuna dayanarak oy kullanacağıma, hem davacıyı hem de davalıyı tarafsız bir şekilde dinleyeceğime yemin ederim”.76

Yönetimde her vatandaşın sorumluluğu ve yetkisi olduğu fikrini öne süren demokrasi teorisi Atinalılar tarafından kusursuz biçimde uygulanmıştır. Tasviri yapılan bu karmaşık yapılanma da iki temel fikir üzerine kuruludur: Yasa, ortalama bir insanın anlayacağı şekilde olmalıdır ve geniş kitlelerin sağduyusu ve ahlaki içgüdüleri hukuk yönetiminin garantisidir. Atinalı yargıçların rüşvet aldığı, korku ya- rattığı veya maksatlı olarak sahtekârlık yaptığı konusunda hiçbir kanıt yoktur. Kendilerine verilen takdir yetkisi bir baskı aracı olarak kulla- nılmamıştır. Bu tehlikenin üstesinden yargıçların sayısı ve temsil özel- likleri ile gelinmiş olmalıdır.

Bu mahkemelerin sayısındaki hızlı artış Halk Meclisi (Ekklesia) ve Danışma Meclisi’nin (Bule) yasal işlerle uğraşmak için harcadığı zamanı bir hayli azaltmıştır. Örneğin Danışma Meclisi’nin (Bule) sadece hapis cezası vermekle kalmayıp aynı zamanda ölüm cezası uyguladığı bir dönem de vardır ve olasılıkla bu Areopagos Meclisi’nin yetkilerinin kısıtlanmasından önce değildir. MÖ IV. yüzyılda bugünkü jürinin görevini yapan kişilerin egemenliğine tanık oluruz. Danışma Meclisi (Bule), sadece hainleri ve demokrasiye karşı komplo kuranları, teminatlarını yerine getirmeyen mültezimleri cezalandırmakla yetkilendirilmişti. Çünkü bu meclis üyeleri hem 500 drahkme üzerinde bir ceza veremiyorlardı hem de kendilerine getirilen ciddi suç davalarında mahkemelere danışmak zorundaydılar. Söz konusu meclisin hukuki işlevi iki şekildeydi: özellikle para işleriyle ilgilenen memurları sorgulaması açısında son derece ihtiyatlı idarecilik ile ekonomi ve donanma gibi kamusal hizmetlerin belirli alanlarından sorumluydu.77 Bu düzenlemeler çerçevesinde, yetki alanı kapsamında işlenmiş suçlarda görevi gereği davaya müdahale edebilirdi.

Suçlamalar: eisangelia ve probole

Danışma Meclisi’nin (Bule) başka bir görevi daha vardı: yargıç veya özel kişiler tarafından getirilen  adli  kovuşturmalar  için  yapı- lan suçlamalar (eisangeliai ve probole) yığını ile ilgilenmesi beklenirdi. Yargıçların ilgilendiği suçlamalar arasında görevini kötüye kullanan devlet memurlarına, hatiplere, jurnalcilere ve hakemlere karşı yapılan suçlamalar olarak sayılabilir.

Eisangelia ve probolearkhonlar tarafından yetkili mahkemeler önünde değil de, prytaeneis denilen görevlilerden oluşan meclis komisyonu tarafından halkın önüne getirildikleri için bunlar olağanüstü dava türleridir. İki suçlama türü arasındaki en önemli fark eisangelia’da suçlayıcı ya kendisi yargıç olarak ortaya çıkarak davayı hükme bağlar veya davayı yetkili mahkemeye yollarken, probole’de ise sadece davanın yasalar yoluyla kovuşturulması beklenir. Ayrıca dava  edilen kimse kendisine karşı eisangelia muamelesine girişilmiş ise hemen tutuklanırken, probole’de tutuklama yoluna gidilmez. Eğer Danışma Meclisi (Bule) suçlamanın incelenmesi lehinde oy kullandıysa, Başkanlar (Prytaneis) duruşmanın yapılması için uygun bir gün ayarlardı. Esas amaç davanın davacıya zarar vermemesi olsa da, suçun ağırlığına göre hapsetme veya kefaletle serbest bırakma yetkileri vardı. Her iki taraf dinlendikten sonra, çoğunluk aklanma lehinde oylama yaptıysa sanık serbest bırakılır ve dava kapanırdı. Eğer tam tersi yönde bir karar alınırsa, Danışma Meclisi’nin (Bule) karar vermesi gereken bir sonraki şey para cezasının yeterli olup olmayacağı veya konunun daha fazla hukuki yetkileri olan bir mahkemeye aktarılıp aktarılmayacağıydı. Suçlamalar aynı zamanda Halk Meclisi’ndeki (Ekklesia) halka da beyan edilebilirdi. İlk olarak halk, suçlamanın kabul edilip edilmeyeceği hususunda ellerini kaldırarak oy kullanırdı. Suçlamanın kabulü ve Danışma Meclisi’nin (Bule) ön araştırması aynı etkiye sahiptir.78 Her iki durumda da mahkemenin söz konusu mecliste yapılması veya başka bir mahkemeye sevk edilmesi muhtemeldir. MÖ V. yüzyılın ortalarından MÖ IV. yüzyılın ilk yıllarına kadar olan süreçte, davalar bazen Danışma Meclis’inde (Bule) fakat daha sık olarak mahkemelerde görülürdü. MÖ IV. yüzyılın ilk yıllarından sonra ise her zaman mahkemelerde görülmeye başlanmıştır. Yasa Koyucu Arkhonlar (thesmothetai) bu gibi konularda da başkanlık rolü üstlenmiştir.

Bir eisangeliaile uygun biçimde kovuşturulabilecek suçlar, sözü geçen yüzyılın ortalarına kadar açık biçimde tanımlanmamıştır. Bu tarih öncesinde eisangeliainsanlara sahtekârlık yapanları ölümle cezalandırmak için kullanılan antik bir yasayı icra etmek için kullanılmıştır. Böylelikle, genel ya da özel anlamda ihanet (prodosia) bir suçlama sebebi olarak kabul edilebilir. Aslında eisangelia siyasi yenilgiyi cezalandırmak için kullanılırdı fakat Atina’daki işleyiş hem daha basit hem de daha sık kullanılırdı.79 Ayrıca, Danışma Meclisi (Bule) aynı zamanda ekonomi gibi, üzerinde denetleme yetkisi olduğu herhangi bir konuda da “suçlama” yapabilirdi.

Ancak, yaklaşık olarak MÖ IV. yüzyılın ortalarında, yani bugünkü hazırlık soruşturmasına karşılık gelen eisangelia’nın suçluyu sadece mahkeme önüne çıkarmak için kullanılan bir yol olduğu ve Danışma Meclisi’nin (Bule) formalite icabı iş yürüttüğü dönemde, hakkında “suçlama” yapılması gerekli olan suçlar bir nomoseisangelitikos ile kesin

bir biçimde tanımlanıp gruplandırılmıştır. Hypereides’e göre bu suç- lar demokrasiyi yıkma girişimleri; bir kentin, ordunun veya donan- manın düşmanla iş birliği yapması veya başka herhangi bir ihanet; bir hatip tarafından Halk Meclisi’nde (Ekklesia) halka verilen yozlaştırıcı söylevler olmak üzere üç tür suçlama vardır ve savcı görevini yapan- lar, birçok suçu bu yasa kapsamına almaya çalışmıştır.80 Bu siyasi eisangeliaiile diğer iki tip “suçlama” arasında ayrım yapılmalıdır. Birinci arkhona (arkhoneponymos) getirilen ve her zaman davası mahkemede görülen eisangeliai kakoseos, yani ebeveynlere, yetimlere, kadın mirasçılara veya dullara karşı kötü davranma ile hakemlere karşı yapılan bir suçlama olan eisangeliai diaiteton teriminin bu davalarda kullanılmasının sebebi usulün siyasi suçlar için kullanılmasından önce “suçlama” kelimesinin taşıdığı genel anlamdır.

Sözcük anlamı “iddia etmek, ileri sürmek” olan probole halkın önünde yapılan adli bir suçlamadır. Probole suçlama usulü resmi sav- cısının eksikliğini telafi etmek amacıyla tasarlanmış ve kamuyu ilgilendiren suçlar konusunda dava açmaları için bireyleri yüreklendiren muhakeme usullerinden biridir. Asalak kişilerin ve halkı boş vaatlerle kandıranların veya Büyük Dionysia, Lenaia, Eleusis Mysteriaları gibi bazı belirli dinsel şenliklerin kutsallığına hakaret edenlerin davranış ve konuşmaları bir probole konusu olabilirdi.81 Örneğin, Demosthenes MÖ 348 yılı ilkbaharında kutlanan Dionysia şenliği yarışmaları için erkekler korosunu çalıştırmakta olduğu sırada kendisine kin duyan ressam Meidias tarafından durmaksızın taciz edilir. Gösteri günü geldiğinde de Meidias sahneye çıkarak Demosthenes’i döver, bunun üzerine şenlikten sonraki gün Demosthenes probole (suçlama) ile Meidias’ın aleyhinde dava açar, davalı ve davacı Halk Meclisi’nde (Ekk- lesia) savunmalarını yapar, sonucunda vatandaşlar Meidias’ın aleyhinde oy kullanırlar.82 Probole (suçlama) başvurusunda suçlananların isim listesi, bir toplantıda altı kişinin isminden fazla olmayacak şekilde Halk Meclisi’ne (Ekklesia) verilirdi. Bu suçlama usulündeki amaç   halkın yargılama yapmasını sağlamaktan ziyade mahkeme için gerekli  ön hazırlık olarak genel kanısını öğrenmekti. Halk, hem sanığa yönlendirilen suçlamayı hem de savunmayı dinler ve ardından ellerini kaldırıp suçlu olup olmadığını oylardı. Eğer karar şikâyetçi aleyhinde verilirse, dava düşerdi.

Sadece  bir  konu,  yaygın  mahkemelerin  etki  alanından  belirli bir ölçüde sıyrılabilmiştir. Atinalılar cinayet konusunda oldukça muhafazakâr bir tutum içindeydiler. MÖ VII. yüzyılda, adam öldürme ve tecavüz suçlarına çok ağır cezalar verdiği için “yasalarını kanla yazdı” yakıştırması yapılan Drakon’un yasa ve hükümleri, üç yüzyıllık derin değişimin ardından, Aristoteles ve Demesthones’in çağında hala saygı görüyordu. Söz konusu yasa kasten adam öldürme ile istemeden öldürene verilecek ceza arasında ayrım yaparak, kan davası ile kan parasını kaldırarak suçu derecelendirmiştir.83 Platon’nunYasaları’ı, kan dökme üzerine eski dini kavramların canlılığını ispatlar.84 Bu görüşe göre, katil kirlenmiştir ve etrafını kirletmektedir, kurbanın kızgın ruhu akrabalarının öç almasını istemektedir. Atina’da devletin bir işi de bu intikamın usullerini kontrol altında tutmak ve düzenlemek, suçlunun intikam almak isteyenler tarafından affedilmesi ve aklanması gereken durumları önceden belirlemekti.

Cinayet Davalarına Bakan Mahkemeler

MÖ IV. yüzyıl Atina’sında cinayet (phonos) davalarına bakan beş mahkeme vardı ve  baktıkları davaların niteliğine göre farklı yerlerde gördükleri davaları her zaman açık havada görülürdü: Areopagos, Palladion, Delphinion, Phreatto, Prytaneum.

Areopagos Mahkemesi’nin yetki alanı dışındaki cinayet davala- rına bakan ve PalladionDelphinion ve Prytaneion mahkemelerinde görev yapan yargıçlara ephetai (hakkı gösterenler) denirdi. Drakon öncesinde dönemde de adlarından söz edilen ephetai yargıçları MÖ V. yüzyıldan itibaren elli yaşın üzerindeki Areopagos Meclisi’nin eski 51 erkek üyesinden oluşurdu.85 Söz konusu mahkemelerin önemi hak- kında çok fazla bilgi yoktur. Günümüze ulaşan tek bilgi, görev ya- pacak yargıçların liyakat esasına dayalı olarak seçildiğidir. Bu köklü kurumların gelişmiş demokrasi çatısı altında yaşayıp yaşamadığı ise muallâktır, ancak MÖ IV. yüzyılın erken dönemlerinde ortadan kalk- mış gibi görünmektedir.

Areopagos Mahkemesi

Areopagos Meclisi üyeleri arasından kurayla seçilerek oluşturulan Areopagos Mahkemesi’nin cinayet davalarıyla ilgilenen en eski kurum olduğu bilinir. Beş mahkemenin arasında planlayarak/kasıtlı ve isteyerek cinayet işleme, öldürme amaçlı yaralama, kundakçılık ve zehirleme suçlarının bütün davaları her ayın son üç gününde Areo- pagos Mahkemesi’nde görülürdü. Her biri eski birer arkhon olan yargıçların önceki görevlerinde duruşmalara başkanlık yapmış oldukları için yargılama usulleri konusunda deneyimleri vardı. Bu nedenle iyi bir yargıcılar kurulu olan ve büyük bir saygınlığı bulunan Areopagos Mahkemesi’nin yargılamaları sonucunda cinayetin cezası ölüm ve haciz, yaralamanın ise sürgün ve hacizdi.

Palladion Mahkemesi

Bu mahkeme, Atina kentine adını veren tanrıça Athena’nın Batı Anadolu’da Troya/Hisarlık kentinde bulunan ve bu kentin sağ  ve esen kalmasının güvencesi sayılan, sihirli özelliklere sahip en eski kült heykeli olan Palladion’dan alır86. Söz konusu Palladion heykeli  ele geçirilmeden Troya kenti alınamazdı, bu nedenle Odysseus ile Diomedes bir gece gizlice Troya’ya girerek heykeli çaldılar ve kenti korunmasız bıraktılar. Bu mahkeme kasti olmayan cinayetleri, ölüme yol açma vakalarını, köleleri, metoikosları (yerleşik yabancılar) ve çeşitli amaçlarla geçici süreliğine ülkede bulunan yabancıları öldü- renleri yargılamasıyla bilinir.87Davalar, yabancılarla yabancılar ve yabancılarla vatandaşlar arasındaki anlaşmazlıklar olmak üzere iki türlüdür.88 Kurbanın statüsünden kaynaklanan ayırıcı özellik ile da- valının niyetine ilişkin ayırıcı özelliğin birbirinden hiçbir farkı yoktur, çünkü kural olarak kurbanın statüsünü öğrenmek katilin niyetini öğrenmekten daha kolaydır. Kısacası, bir yabancının bir vatandaş tarafından öldürülmesi durumunda Palladion Mahkemesi yargıçla- rının tutumunun ne olduğu hakkında fazla bilgimiz yok, ancak bir Atina vatandaşını öldürmekle bir yabancıyı öldürmek arasında fark olduğunu tahmin etmek zor olmaz, zira Atina vatandaşı olmak bir ayrıcalıktır ve ayrıcalık da saygınlık demektir. Yani ağırlıklı olarak kölelerin ve yabancıların öldürülmesi davalarını gören Palladion Mahkemesi’nin kendi vatandaşına ayrıcalıklı davranmış olması bizleri şaşırtmaz. Sanık, mahkeme binası olarak kullanılan Athena Pal- las Tapınağı’nda yargıçların huzuruna götürülür, yargılama burada yapılırdı. Ephetai denen yargıçlar kurbanın kabilesinden on üye seçer ve bunlar katilin affedilip affedilmeyeceğine karar verirlerdi. Kasıtlı cinayet suçunun cezası, mal varlığına el koyulmaksızın kişinin belirli bir süre için sürgün edilmesiydi. Ancak öldürülen kişinin babası, er- kek kardeşleri veya oğulları belirli kurallara uygun biçimde “af ” bah- şederse, sürgün süresi dolmadan kişi geri dönebilirdi.89 Metoikoslar ve yabancıların, koruyucu (prostasis) olarak seçtikleri bir Atina vatandaşına kendilerini temsil ettirmeleri gerekmekteydi. Kadınlar vatandaş sayılmadıkları için yasalar karşısında hiçbir hakları yoktu. Bu neden- le özellikle hukuki meselelerde “evin efendisi, vasi” anlamına gelen bir kyrios tarafından temsil edilirlerdi.90

Delphinion Mahkemesi

Apollon’un Delphoi kentinde Themis Tapınağı’nı korumakla görevli Python adındaki canavarı öldürmesinden adını alan Delphinion Mahkemesi, cinayet işlediğinin açıkça itiraf eden ve yasalara göre bu cinayetin haklı nedenlere dayandığını iddia eden sanıkların davala- rına bakar. Bu durumlar şunlardır: kişinin nefsi müdafaa sırasında ölümü, öldürülen kişinin zina sırasında suçüstü yakalanması, bir spor müsabakasında rakip sporcunun yanlışlıkla öldürülmesi veya savaşta bir askerin silah arkadaşını yanlışlıkla öldürmesi gibi davaların sa- nıkları Delphinion Mahkemesi’nde yargılanırdı.91 Sayılan bu suçlara genellikle ceza verilmez, sadece dinsel arınma gerçekleştirilirdi. Bir- çok toplumda olduğu gibi, Yunan toplumunda da dinin yasakladığı bir suç işlemek ya da dinsel bir kuralı çiğnemek ve murdar bir şeye dokunmakla kişinin kirlendiğine inanılırdı. Cinayet başlı başına bir kirlenme nedeniydi, bu durumda öldürülen kişinin kanının katilin ellerine yapıştığı inancı hâkimdi. Bunun için özenli bir şekilde uygula- nacak arınma törenleri gerekirdi, yerine getirilmediği takdirde ise ki- şisel olarak nesiller boyu sürecek lanetler zincirinin ve kamusal olarak ise cinayetin işlendiği kentte ölümcül salgın hastalıklar başta olmak üzere, çeşitli belalarla bereketin ortadan kalkması gibi istenmeyen sonuçlarına katlanmak demekti.

Phreatto Mahkemesi

Adını Pire kentinin doğusundaki aynı adlı yerden alan bu mah- keme çok sık toplanmazdı. Efsaneye göre Salamis kralı Telamon’un iki oğlu, Aias ile Teukros, Troya soyundan olmalarına karşın Akhaların safında savaşırlar. Teukros, Mysia’ya yaptığı bir çapulculuk seferindeyken ağabeyi Aias Troya Savaşı’nda ölür. Vatana dönüşünde ağabeyinin ölümünde ihmali bulunduğu gerekçesiyle babası Telamon tarafından yurdundan kovulması efsanesine dayanan Phreatto Mahkemesi, taksirle öldürmeden sürgün cezasına çarptırılanlar tarafından tekrar işlenen kasıtlı adam öldürme suçlarına bakardı.92 Phreatto  Mahkemesi

yargıçları, sürgün edilmiş bir kişi kendini aklamak için yeniden yargılanma talebinde bulunduğu zaman toplanırdı. Sürgün edilmiş sanık karada yargılanırsa ilk cinayetten Attika toprağını kirlettiği inancıyla savunmasını bir kayıkta oturarak vermesi istenirdi, bu durumda ephe- tai denen yargıçlar da onu Pire kenti yakınındaki Munykhia sahilin- den dinlerdi.93 Sanık beraat ederse sürgün bulunduğu yere geri döner, suçlu olduğuna karar verilirse ölüme mahkûm edilirdi.

Prytaneion Mahkemesi

Atina Akropolis’inin kuzeyinde yer alan ve arkaik bir özelliğe sa- hip olan bu mahkeme adını birinci arkhonun görev yaptığı başkanlık binasından alır. Kralın görev yetkilerini üstlenen ikinci arkhon (ark- honbasileus) ve kabile kralları (phylobasileis) faili meçhul cinayetleri, insan hayatına mal olan hayvan ve nesneleri yargılardı. Ceza verilmek istenen nesneler devletin sınırları dışında bir yere götürülürdü. Faili meçhul cinayetleri inceleyen bu mahkemede, kendisine bütün cinayet davalarının savcısı olma görevi verilen kişi, devletin dininin temsilcisi olan kraldı (arkhonbasileus). Kovuşturma yapan kişi ise en yakın akrabadan başka birisi değildi. Eğer zanlı tutuklanamazsa, ikinci arkhon (arkhonbasileus) bir duyuru yaparak söz konusu kişinin agora ve kutsal mekânlara girişini yasaklardı.94 Duruşmanın başlamasından sonra sanık Attika’dan giderek ölüm cezasından kurtulabiliyordu. Ülkeden çıktıktan sonra bütün Yunan kent devletlerini ve yerleşimlerini kapsayan panhellenik oyunlar ve Amphiktyonik95 şenliklere katılmaktan kaçınması koşuluyla ceza almaktan kurtuluyordu. Solon, cinayet ya da tiranlık kurmaya çalışma suçlarından Areopagos ya da ephetai denen yargıçların ya da Prytaneum Mahkemesi’ndeki kralların mahkûmiyet kararı verdikleri kişilere oy hakkı vermemiştir.96 Bu ifade Prytaneum Mahkemesi’nin verdiği yargı kararlarının önemine işaret etmektedir. MÖ V ve IV. yüzyıllarda kent devletlerinde şekillenen sınıf egemenliği sistemi, özellikle Atina’da hukuk ve adaletin görece olduğu düşünce- sini pekiştirir. Bu sisteme karşı çıkan Epikuros “mutlak bir adalet hiçbir zaman olmamıştır, yalnızca bir insanın bir başkasından zarar görmesini önlemek için toplumsal ilişkilerde ulaşılmış, yerden yere ve zamandan zamana değişen bir anlaşma” olduğunu ileri sürerken, Platon da Thrasymakhos aracılığıyla “adaletin yönetici sınıfın çıkarı olduğunu” ifade eder97.

Sonuç

Günümüze ulaşan en eski ve önemli hukuk belgesi MÖ VII. yüz- yıla ait Drakon’un adam öldürme davalarıyla ilgili uyuşmazlıkları ve izlenmesi gereken yöntemleri belirleyen Cinayet Yasası’dır. MÖ VI. yüzyılda Solon’un siyasi, sosyal ve ekonomik reformları söz konusu çağın ihtiyaçlarını karşılamamakla kalmamış, Atina’nın gelecekte izlemesi gereken iç siyasetin temel dinamiklerini belirleyecek nitelikte de etkili olmuştur. Bu dönemde meydana getirilen devlet teşkilatı ve kurulları varlığını yüzyıllarca sürdürmüş, hatta sonraki devletlerin teşkilat ve yasalarına örnek oluşturmuştur. Atina için anayasal ve ekonomik konuların yanı sıra hukuk alanında yasalar hazırlayan Solon, Atina hukukunu toplumun örf, adet ve geleneklerden ayıran en temel özellik olan devlet güvencesi altına alınmasını  sağlamıştır.  Bunun için Halk Mahkemelerini (Heliaia) oluşturarak haksızlığa uğradığını düşünen herkesin mahkemelere başvurarak hakkını arayabilmesinin önünü açmıştır. Halk Mahkemeleri yasaların anayasaya uygunluğunu denetleme ve bir vatandaşın itirazı üzerine konuyu görüşüp verecek- leri kararla, ilgili yasayı yürürlükten kaldırabilirdi. Söz konusu mah- kemeler üst düzey devlet memurlarının sınanması, görevlerinin bitiminde hesap sorulması yetkisine sahipti. Ephialtes, “anayasa yargısı” anlamına gelen Graphe Paranomon yasasını çıkararak, vatandaşların yasalara aykırı hareket etmelerine engel olmayı ve anayasal  düzenin korunmasını sağlar. Söz konusu bu yasayla her vatandaşa meclis toplantılarında anayasayı ortadan kaldırmak isteyen ve yasalara aykırı teklifte bulanan vatandaşa karşı suç duyurusunda bulunma hakkı tanınıyordu. Böylece yasaların koruyuculuğu yetkisi kurumların elinden alınarak vatandaşa bırakıldı. MÖ V. yüzyılda ise Perikles zamanında demos yargıçları ya da Kırklar yeniden kuruldu ve yargıçlara ücret ödenmeye başlandı. Atina’da yargı ve yürütmenin iç içeliği hem meclislere hem de arkhonlara yargı yetkisi tanımıştır. Yürütme ve yasama görevlerinin yanı sıra Halk Meclisi (Ekklesia) ve Danışma Meclisi (Bule) suçluları bir mahkemeye yollamak ya da bizzat cezalandırmak, karaları temyiz etmek yetkisine de sahipti. Aynı zamanda doğrudan demokrasinin temel taşlarını oluşturan Hakemler (Diaitetai) de günümüz mahkemelerinden önemli bir farkla, yürütme ve yasama yetkisinde söz sahibiydiler. On Birler, Kırklar, Dava Başlatanlar adlarıyla anılan ve mahkemelere kura ile dağılımı yapılan yargıçlar ya da mahkeme üyeleri hem yargıç, hem savcı hem de hakem görevini yerine getirmekteydiler.

Eski Yunan kent devletlerinden günümüze en çok bilgi ulaşan Atina yargı sistemi, son derece sınırlı fiziki koşullar ve az sayıda vatandaşa sahip olan kent devleti yapısı içinde, başka birçok konuda olduğu gibi, yargı alanında da gelişmelerine engel oluşturmuştur. Ayrıca pozitif hukuk alanında tam anlamıyla bir gelişme olmaması, az sayıdaki mevcut yasaların ise bu yönde şekil değiştirmesini mümkün kılacak yeni yasalar oluşturamamıştı. Bu sorun kabile geleneği ile aristokratik ayrıcalık arasındaki uzlaşmazlıkları çözümleyen demokrasi yönetimi çatışı altında giderilmeye çalışılmıştır. Atina’da filizlenen demokrasi yönetim biçimi, aristokrasi yönetiminin vermediği eşitliği vererek sıradan insanları yargı alanında söz sahibi yapmıştır. Yargı organlarının ve yargı yetkisinin, alanda uzmanlığı olmayan sıradan insanların ellerine bırakılması, yani bu kişilerin mesleki bilgi ve deneyimlerden yoksun olmaları, üstelik deneyimle kazanılması olası hukuk bilgilerini kullanmak için önem taşıyan görevde sürekliliğin bulunmaması hukuk alanında gelişmelerine engel oluşturmuştur. Mevcut yargı organları ve mahkemelerde de yasalarca belirlenmiş kuralların pekişmesini engelleyen muhakeme usulleri ile örfi geleneklere bağlılıkları pozitif hukuk alanındaki gelişmeleri zorlaştırmış ve geciktirmiştir.

Ayşen Sina: Doç. Dr. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi

 

Antik Kaynaklar

Kaynakça

Andocides, On the Mysteries. Kullanılan Metin ve Çeviri: Maıdment, Kenneth John,Minor Attic Orators, II. Vol, Cambridge, Harvard University Press, 1982.

Aristophanes, Eşek Arıları. (Çev. S. Eyüboğlu- A. Erhat), İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2006.

Aristoteles, Atinalıların Devleti (Çev. S. Baydur) Ankara, Milli Eğitim Bakanlığı, 1943.

Aristoteles, Nikomakhos’a Etik (Çev. C. Şentuna- S. Babür) Ankara, Hacettepe Yayınları, 1988.

Aristoteles, Politika (Çev. M. Tunçay) İstanbul, Remzi Kitabevi,  2010.

Demosthenes, Against Aristocrates. Kullanılan Metin ve Çeviri: Againist Meidias, Adration, Aristocrates, Timocrates, Aristogeiton (J. H. Vince) The Loeb Classical Library, London, 1956.

Hesiodos, İşler ve Günler 210-230. Şurada: Hesiodos Eseri ve Kaynakları (Çev. S. Eyü- boğlu- A. Erhat) Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1977.

Hesiodos, Tanrıların Doğuşu. Şurada: Hesiodos Eseri ve Kaynakları (Çev. S. Eyüboğ- lu- A. Erhat) Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1977.

Homeros, İlyada (Çev. A. Erhat – A. Kadir) İstanbul, Can Yayınları, 20. Basım 2005. Homeros, Odysseia (Çev. A. Erhat – A. Kadir) İstanbul, Can Yayınları, 17. Basım 2005. Hyperiedes, Defence of Euxenippus. Kullanılan Metin ve Çeviri: MAIDMENT,  Kenneth John, Minor Attic Orators, II. Vol, Cambridge, Harvard University Press,1982.

Lysias, Against Pankleon. Kullanılan Metin ve Çeviri: Lysias (Çev. W. R. M. Lamb), Cambridge, MA Harvard University Press, 1988.

Platon, Devlet (Çev. S. Eyüboğlu- M. A. Cimcoz), İstanbul, Remzi Kitabevi, 8. Basım, 1995.

Platon, Yasalar (Çev. C. Şentuna – S. Babür) Ara Yayıncılık, İstanbul, 1988, 1992. Plutarkhos, Perikles. Şurada: Hayatlar: Perikles – Fabius Maximus (Çev. O.    Davies),

Ankara, Milli Eğitim Bakanlığı, 1945.

Plutarkhos, Solon. Şurada: Yaşamlar I(Çev. M. Mete) İstanbul, İdea Yayınevi, 2005. Thukydides, Peloponnesos Savaşı (Çev. T. Gökçöl), İstanbul, Hürriyet Yayınları, 1976. Modern                                                                                                       Kaynaklar: Hansen, Morgen Herman. The Athenian Democracy in the Age of Demosthenes(Trans.J. A. Crook), Cambridge MA, BlackwellPublishers, 1991.

Harrison, Alick Robin Walsham. The Law of Athens, vol. II, Indianapolis, Hackett Publishing, 1998.

Lidell, Henry George-Scott, Robert. A Greek – English Lexicon, Oxford, Clarendon Press, 1990.

Macdowell, Douglas Maurice. Demosthenes Speeches, Austin, Texas of University Press, 2004.

Macdowell, Douglas Maurice. The Law in Classical Athens, New York, Cornell Uni- versity Press, 1978.

Thomson, George. Aiskhylos ve Atina (Çev. M. H. Doğan), İstanbul, Payel Yayınevi, 1990.

Todd, Stephen. The Shape of Athenian Law, New York, Oxford University Press, 1993.

Sonnotlar

  1. Hesiodos, Tanrıların Doğuşu 901 vd. Şurada: Hesiodos Eseri ve Kaynakları (Çev. S. Eyüboğlu- A. Erhat) Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1977.
  • Henry George Lidell – Robert Scott, A Greek – English Lexicon, Oxford, Clarendon Press, 1990, s.789.
  • Homeros, İlyada IX. 98-99 (Çev. A. Erhat – A. Kadir) İstanbul, Can Yayınları,  Basım 2005.
  • Homeros, İlyada XVIII, 503 vd.
  • Homeros İlyada I. 238, XVI. 385 vd; XIX.109 vd.
  • Homeros, Odysseia XXIV, 433 vd (Çev. A. Erhat – A. Kadir) İstanbul, Can Yayınları, 17. Basım 2005.
  • Homeros, Odysseia XXIII. 118.
  • Homeros, İlyada IX. 631.
  • Hesiodos, İşler ve Günler 210-230. Şurada: Hesiodos Eseri ve Kaynakları (Çev. Eyüboğlu- A. Erhat) Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1977.
  • Vatandaş tanımı ve hakları kent devletlerinde farklılıklar göstermektedir. Atina’da sadece özgür erkekler vatandaş sayılmaktadır; kadınlar, çocuklar, kentte yaşayan yerleşik yabancılar (metoikos) ve köleler vatandaş değildir. Vatandaş olmayanlar Halk Meclisi’ne (Ekklesia) katılamaz, mahkemelerde kendilerini temsil edemezlerdi.
  • Douglas Maurice Macdowell, The Law in Classical Athens, New York, Cornell University Press, 1978, 42-47.
  • Thesmos: Tanrılar tarafından konulan yasa; tanrısal yasa; thesmoi: Atina’daki en erken yazılı yasaların atfedildiği Drakon ve Solon kendi yasalarından nomoi değil, thesmoi olarak söz ederler (Atinalıların Devleti7.1; 41. 2). Bu durumda thesmoi bir yasa koyucu tarafından halka zorla kabul ettirilen, adeta tanrı buyruğu olarak kabul edilen ve aristokratların işine yarayan yasaları, nomoi ise toplumun her kesiminin sosyal ve siyasal yaşamını adil bir biçimde düzenleyen, bütün halk için geçerli ve bağlayıcı olarak görülen yasaları ifade etmektedir. Nomothetai (yasa koyucu) lakabıyla anılan Drakon’un yasaları aristokrasinin halkın üzerindeki egemenliğinin
  • Solon: Doğuştan soylu (eupatrides) aileden gelen Atinalı devlet adamı ve ozan (MÖ 640-558). Attika bölgesinde büyük karışıklıklara yol açan tarım bunalımı çıkınca arkhon oldu. Yaptığı reformlar arasında çiftçilerin borçlarının silinmesi, yabancı ülkelere köle olarak satılmış vatandaşların ülkeye geri getirilmesi, borç yüzünden köle olmayı yasaklaması sayılabilir. Solon, siyasal alanda yaptığı işleri duyurmak ve haklılığını savunmak amacıyla elegeia ve iambos vezniyle şiirler yazmıştır. Şiirlerinde ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve toplumsal sıkıntılara çözümler önermesi nedeniyle sonraki araştırmacılar için başlıca bilgi kaynağı olmuştur.
  • Ekklesia: Başta Atina olmak üzere, bazı kent devletlerindeki Halk 18 veya 20 yaşını doldurmuş ve bağlı oldukları demosa kayıtlı olan erkek vatandaşlardan tamamı Halk Meclisi’ne (Ekklesia) katılabiliyordu. Yasama ve yargı gücünü elinde tutan bir siyasal organ olan bu meclisin üyeleri, Halk Mahkeme’sinde (Heliaia) görülen davalara yapılan itirazlara bakma, arkhonların seçimine katılma ve bireylere özel ayrıcalıklar tanıma gibi yetkilere sahipti. Eski Yunan siyasal yaşamının en önemli kurumu olan Ekklesia siyasi konulardaki en yüksek denetim organıydı. Söz konusu bu meclise, kentin 18 yaş üstü tüm erkek vatandaşları katıldığından hem çok geniş alana gereksinim vardı hem de her katılımcı söz hakkına sahip olduğundan fakat bunun çeşitli nedenlerle mümkün olmamasından vatandaş- ların olasılıkla ancak dörtte biri devam etmekteydi. Halk Meclisi (Ekklesia) olarak kullanılan Ekklesiasterion denilen meclis binası pek az kentte mevcuttu. Bu meclis toplantıları genellikle agora ve tiyatro gibi açık alanlarda yapılırdı; örneğin Atina’da Halk Meclisi (Ekklesia) Pynks Tepesi’nde toplanırdı.
  • Danışma Meclisi (Bule) Atina’da otuz yaş üstündeki beş yüz erkek  vatandaştan oluştuğu için Beşyüzler Meclisi de denilen bu yapı, MÖ yüzyılda Solon tarafında oluşturulmuş olmakla birlikte asıl işleyişi Kleisthenes’in reformlarına dayanır. Bu meclis, Halk Meclisi’nin (Ekklesia) yönetim kurulu gibi işliyor ve yürütme gücünü elinde tutuyordu (modern anlamda hükümet gibi). Halk Meclisi (Ekklesia) toplantılarının gündemini belirleyen ve yönetim organı olarak faaliyet gösteren Danışma Meclisi (Boule), vatandaşların oluşturduğu kabilelerden (phyle) belli sayıda kişinin katıldığı bir meclistir. Üyelerin kura çekilerek belirlendiği Bule’ye devam eden vatandaşlar (buleutes) 30 yaşın üstünde olmak zorundaydı. Buleutes ya da Bule üyelerinin görev süreleri genelde bir, nadiren iki yıldı. Memurların yaptıklarını denetlemenin yanı sıra vatandaşların çeşitli devlet görevlerine seçilme yeterliğini incelemek ve bazı ceza davalarına bakmak gibi adli yetkileri de vardı. Devlet işlerinin aksamadan sürdürülmesi gerektiğinden her gün toplanan Danışma Meclisi’nin (Bule) üyelerine Perikles zamanında ücret ödenmeye başlanmıştır,
  • Areopagos Meclisi (Areiopagos/Areiospagos= Ares Tepesi): Başlangıçta  görevi krala yol göstermek olan bu meclis, sadece doğuştan soylulardan (eupatrides) oluşurdu. Demokratik kurumların gelişmesiyle birlikte Areopagos Meclisi tamamıyla kapatılmadıysa da yasa koyucu gibi önemli yetkileri elinden alındı. Kısacası “yasaların bekçisi” olarak görev yapan bu meclis, devlet işlerini gözetip yasalara aykırı iş yapanları cezalandırırdı (Aristoteles, Atinalıların Devleti8.4). MÖ 462 yılında nüfuzu azalan ve hatta bütün siyasi özelliklerini yitiren meclis sadece cinayet, kundaklama ve dini suçlara bakan mahkeme olarak işlevini sürdürdü.
  • Heliaia: Atina’da Solon’un kurduğu, toplam üye sayısı 6000 olan jürili halk Bu mahkemenin oturumları Heliaia meydanında yapıldığı için böyle adlandırılmıştır. Toplumun hangi sınıftan olursa olsun her vatandaşa açık olan Heliaiayani Halk Mahkemesi’nin üyelerine heliastes denmekte olup 100’ü yedek olan 600 üyeli 10 bölüme ayrılırdı. Bir mahkemede heliastes sayısı 201 ile 501 arasında değişmekteydi. Çok önemli davalarda bu sayı, hep tek olmak kaydıyla, 1001 ya da 5001’e çıkabilirdi. Her vatandaş, arkhonlardan birinin kararını bu mahkemeye götürebilirdi. Bu durum arkhonların adli işlevlerinin yerini almadı, sadece onların denetlenmesine imkan tanıdı.
  • Arkhon: (arkhonthes) veya magistrat, başta Atina olmak üzere birçok Yunan kent devletinde yüksek devlet makamlarını ellerinde tutan ve hem yargı hem de yürütme konusunda geniş kapsamlı yükümlülükleri olan yüksek memurlara verilen Atina’da MÖ XI. yy’da krallık rejimi son bulunca, yönetim zaman içinde soylular arasından seçilen üç magistrat genelde arkhona olarak anılmaktadır. Arkhonlar ilk zamanlar on yıllık süre için seçilirlerken MÖ 683’ten başlayarak görev süreleri bir yılla sınırlandırıldı, MÖ 487’den itibaren de seçim yerine, kurayla atandılar.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti 9. 1. (Çev. S. Baydur) Ankara, Milli Eğitim Bakanlığı, 1943.
  • Demosthenes: Atinalı hatip ve devlet adamı (MÖ 384-322). Henüz sekiz yaşındayken, varlıklı babası erkenden ölünce ona vasiyetname uyarınca atanan üç vasi baktı. On sekiz yaşına geldiğinde vasilerin kalan serveti kötü yönetmesi nedeniyle parasız kalan Demosthenes, vasilerine dava açtı. Siyaset alanında ise Atina Halk Meclisi’ndeki konuşma girişiminde “r” harfini söyleyemediği için başaralı olamadığı anlaşılmaktadır. Kekeme anlamına gelen batalos lakabı takılan Demosthenes bunun üzerine konuşmasını düzeltmek amacıyla yoğun çaba harcadığı açıktır. Çünkü kısa süre sonra, ilkin kişisel davalar için sonra da kamu davaları için mahkeme söylevleri yazan bir logographos (söylev yazıcısı) olmuştu. Demosthenes’in 61 söylevi vardır ve bunların pek çoğu kişisel davalar için yazdığı mahkeme söy levleridir.
  • Lysias: Sicilya, Syrakusai kökenli Atinalı hatip (MÖ 440-380). Lysias, erkek kardeşini idam ettiren Otuzlar Meclisi tarafından işkence cezasına çarptırılmış, sonra da sürgüne gönderilmişti. Dönüşünde hem Atina vatandaşlığı hakkını hem de servetine kaybetmişti. İçine itildiği yoksulluk nedeniyle para karşılığında mahkeme söylevleri yazmaya başlamıştı. Lysias’ın günümüze ulaşan 35 söylevi cinayet, vatana ihanet, zina, uydurma gerekçelerle devletten maaş alma, zimmete para geçirme gibi çok çeşitli vakaları
  • Demosthenes, AgainstTimokrates 105. Kullanılan Metin ve Çeviri: AgainistMeidias. Adration, Aristocrates, Timocrates, Aristogeiton (J. H. Vince) TheLoebClassical Library, London, 1956;Lysias, Against Theomnestus 10. 16, Kullanılan Metin ve Çeviri: Lysias (Çev. W. R. M. Lamb), Cambridge, MA Harvard University Press, 1988.
  • Geçmişi oldukça  eskiye  dayanan,  kent  devletlerinin  khoraları (teritoryumları) içinde yer alan, kırsal nitelikteki yerleşme türlerinden biridir (Herodotos 60, 62). Atina’nın merkezinin oluşturduğu Attika yönetim bölgesi içinde sayıları 170’e kadar çıkan her demosun kendi maliyesi, meclisi ve mahkemesi vardı. 18 yaşını dolduran her erkek Atina vatandaşı ailesinin demosuna kaydedilirdi. Demos, Kleisthenes reformlarıyla akraba gruplarının yerini alarak demokratik Atina anayasasının temelini oluşturmuştur.
  • Sykophantes: Sözcük anlamı “incir çalanı haber veren kimse”, “incir muhbiri” demektir. Atina’da söz konusu yasaya dayanarak kişisel kazanç sağlamak için uyduruk bir suçlamayla bir kişi aleyhine dava açan kişi.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti 2; Plutarkhos, Perikles IX Şurada: Hayatlar: Perikles – Fabius Maximus (Çev. O. Davies), Ankara, Milli Eğitim Bakanlığı, 1945.
  • Aristoteles, Nikomakhos’a Etik (Çev. C. Şentuna-  Babür) Ankara,    HacettepeYayınları, 1988, V. 4. 1132 a, s.100.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti, 63.
  • Aristoteles, Politika (Çev. Tunçay) İstanbul, Remzi Kitabevi, 12. Basım 2010,II.8, s. 51.
  • Aristophanes, Eşek Arıları 119-120, 1108-9 (Çev. S. Eyüboğlu- A. Erhat), İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2006.
  • Ordu komutanı olan strategoslar, MÖ V. yüzyılda Atina’da hem askerlikle  hem siyasette önemli rol oynarlardı. Halk Meclisi, her bir kabileden bir kişi olmak üzere her yıl on strategos seçerdi. Bütün strategoslar, savaş işlerinden sorumlu arkhonpolemarkhosun yüksek komuta yetkisi altında bulunurdu. Ancak, arkhonpolemarkhos dâhil bütün arkhonların kurayla seçiliyor olmaları askeri konulardan anlamayanlara ordunun teslim edilmesi anlamına geldiğinden, çok çeşitli riskler taşımaktaydı. Bu nedenle bu görev sonradan strategoslara aktarıldı.
  • Atina’da vergileri toplayan devlet memurlarına verilen ad. Apodektai vergi vermekle yükümlü vatandaşların ve borçlarının listesini tutarlar, tahsilât yaptıkları kişinin adını listeden silerlerdi.
  • Atina vatandaşları önceleri dört kabileye (phylai) ayrılmıştı. Vatandaşlık hakkı kazanan her erkek vatandaş bir kabilenin üyesiydi ve kalıtsal olan kabile üyeliği sadece erkek çocuklara geçerdi. Kleisthenes, Beşyüzler Meclisi diğer adıyla Danışma Meclisi’ne (Bule) her biri elli üye sağlayan kabilelerin sayısını ona çıkarmıştır.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti, 24. 3.
  • Andocides 17, Kullanılan Metin ve Çeviri: Kenneth John Maidenment, Minor Attic Orators, II. Vol, Cambridge, Harvard University Press, 1982.
  • Eisangelia (suçlama): Ceza yargılanmasının gerçekleşebilmesi için suç  isnadının yargı makamlarına getirilmesi anlamını taşır. Areopagos Meclisi’nin eisangelia (suçlama) yasasına dayanarak devlete karşı işlenmiş suçlarla ilgili kovuşturma yetkisini korumaya devam etmiştir.
  • Thukydides, Peloponnesos Savaşı (Çev. T. Gökçöl), İstanbul, Hürriyet Yayınları, 1976,8. 70 ve 8. 92.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti 56. 6.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti 57.
  • Yunancası metoikos/metoikoi, Yunan kent devletlerinde kendi  isteğiyle gelip oraya yerleşen ve toplumda saygın konumda olan yabancılar. Siyasi hakları olmayan metoikoslar mülk edinme ve vatandaşlarla evlenmenin dışında, bütün vatandaşlık haklarından yararlanırlardı. Ayrıca vergi ödemek ve orduya hizmet etmek zorundaydılar.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti 58. 1-3.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti 51. 4.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti 52. 1.
  • Morgen Herman Hansen, TheAthenian Democracy in the Age of Demosthenes (Trans. J. A. Crook), Cambridge MA, Blackwell Publishers, 1991, s. 190.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti 59. 1.
  • Mogens Herman Hansen, s.223.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti 16. 5, 26. 3, 48. 5, 53. 1; Demosthenes, Against Timocrates, 24. 112 Kullanılan Metin ve Çeviri: AgainistMeidias. Adration, Aristocrates, Timocrates, Aristogeiton (J. H. Vince) The Loeb Classical Library, London, 1956.
  • Douglas Maurice Macdowell, s. 206.
  • Otuzlar Yönetimi: Oligarşi eğilimli bir grup Atinalı, yaklaşık otuz yıl süren Peloponnesos Savaşlarının ardından, MÖ 404 yılında demokrasiyi devirip yeniden oli- garşi yönetimine uygun bir anayasa hazırlamaya kalkışırlar. Bunun üzerine Halk Meclisi’ni yeni bir anayasa hazırlayacak otuz kişiden oluşan bir kurul atamaya zorladılar. Otuzlar yeni bir meclis kurdular, mahkemeleri dağıttılar, kendilerine muhalefet eden düşmanlarını ortadan kaldırdılar ve mal varlıklarına el Demokrasi yanlısı sürgünlerin bir araya gelmesi üzerine de ılımlı oligarşi yanlıları Atina’da yönetimi üstlendiler. Sparta kralı Pausanias’ın arabuluculuğuyla taraflar arasında uzlaşma sağlandı, sonunda yeniden tam demokrasiye dönüldü.
  • Yunan kent devletlerinde kullanılan gümüş sikkedir. Önceleri kentten kentte değeri değişen bu gümüş sikke, Atina’nın MÖ V. yüzyılda ticarette üstünlüğü ele geçirmesiyle tedavüldeki başlıca para birimi haline gelmiştir. Bir drakhme 6 obo- los, 1000 drakhme 1 mina ve 60 mina da 1 Atina talantonuna eşittir.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti 53. 1-2; Lysias, Against Pankleon 23. 2, Kullanılan Metin ve Çeviri: Lysias(Çev. W. R. M. Lamb), Cambridge, MA Harvard Univer- sity Press, 1988; Mogens Herman Hansen, s.238; Douglas Maurice Macdowell, 240.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti 53. 5.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti 48. 4-5.
  • Stephen Todd, s. 128; Alick Robin Walsham Harrison, The Law of Athens, vol. II, Indianapolis, Hackett Publishing, 1998, ss. 66-68.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti, 53. 2.
  • Sözcük anlamı “başkanlık, başkanlar” olan prytaneis, Atina’da Klesithenes’in MÖ 508-507’deki siyasal reformlarından sonra oluşturulan on kabile (phylai) her yıl kurayla Danışma Meclisi’nin (Bule) görev yapmak üzere seçilen elli üyeden her birine verilen addır. On gruptan oluşan Prytaneis gruplarından her biri yılın onda biri boyunca, Danışma Meclisi’nin (Bule) yürütme kurulu olarak hizmet ederdi. Devletin tüm acil ve öncelikli işleri Prytaneis tarafından ele alınırdı. Bu görevliler kesintisiz olarak 24 saat çalıştıkları için kamuya ait devlet konutu anlamına gelen prytaneionda her gün devlet hesabından yemek İşleri yürütmek amacıy- la aralarından her gün değişmek üzere kurayla bir başkan (epistates) belirlenirdi. Danışma Meclisi’ni (Bule) ve gerekirse Halk Meclisi’ni (Ekklesia) toplantıya çağır- mak ve bunun için gerekli hazırlıkları yapmak Prytaneis’in göreviydi.
  • Douglas Maurice Macdowell, s. 30-33.
  • Atina’da en yüksek devlet memuru olan yöneticiye (baş ya da birinci arkhona) verilen addır. Eponymos, arkhoneponymoslar arasından görev yaptıkları yıllara kendi adlarını verenler için kullanılan terimdir. Her kabilenin birer tane olmak üzere 18 yaşından 60 yaşına kadar olanlar için 10 kabile eponymosu ve ayrıca her doğumdan olanlar için birer tane olmak üzere 42 yaş eponymosu vardır.
  • Sözcük anlamı “onursuz, şerefsiz” olan ve devlete karşı işlenen belirli suçlara karşı, vatandaşlık haklarının tümünden veya bir kısmından yoksun bırakılma cezasına verilen addır. Atimia cezası geçici ya da sürekli Bu cezaya çarptırılan bir kişi agora ve tapınaklara girme ve mahkemelere başvurma hakkından yoksun kalırdı. Söz konusu cezanın yasalaşmasıyla birlikte yasal vatandaşlık yaratılmıştır (Aristoteles, Atinalıların Devleti 56. 3).
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti 53
  • Alick Robin Walsham Harrison, s. 21-23.
  • Demosthenes 37. 33’te bu davaların MÖ 346 yılında Kırklar’ın yetkisine devredildiğini yazar. Kullanılan Metin ve Çeviri: Douglas Maurice Macdowell, Demosthe- nes Speeches 27-38, Austin, Texas of University Press, 2004.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti 52. 2.
  • Aristophanes, Kömürcüler, 375-6; Atlılar 1356 vd; Eşek Arıları 550-579.

 

  • Aristophanes, Eşek Arıları, 662.
  • Mogens Herman Hansen, 32-34.
  • Aristophanes, Atlılar, 51, 800; Douglas Maurice Macdowell, s. 34.
  • Kleroterion, kura, ad çekme yoluyla devlet memurlarının (magistratlık) seçimlerinin yapıldığı yer.
  • Hydria “su kabı, şarap küpü; ölülerin küllerinin konulduğu urna”  anlamlarının yanı sıra “mahkemede oyların konulduğu kupa, oy sandığı” anlamına da gelmektedir.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti 64-65.
  • Stephen Todd, The Shape of Athenian Law, New York, Oxford University Press, 1993, s.37.
  • Aristoteles, Atinalıların  Devleti    3;  Plutarkhos,  Perikles,  32.  4;  Alick Robin Walsham Harrison, s. 47.
  • Demosthenes, Against Timocrates, 9, Kullanılan Metin ve Çeviri: Againist Meidias. Adration, Aristocrates, Timocrates, Aristogeiton (J. H. Vince) The Loeb Classical Library, London, 1956.
  • Aristophanes, Eşek Arıları, 273-275, 1109;Douglas Maurice Macdowell, s. 35.
  • Atina’daki mahkemelerin özellikle mimarileri hakkında ayrıntılı bilgi için Alan Boegehold, The Lawcourts at Athens:Sites, Building, Equipment, Procedure, and Testimonia, Princeton, New Jersey, 1995.
  • “Yemin, ant; yeminin tanığı” anlamına gelen ‘horkos’ sözcüğü, yeminlerin koruyucu tanrısı Horkos’un adından gelmektedir.
  • Alick Robin Walsham Harrison, s. 48; Morgen Herman Hansen, s. 182.
  • Aristophanes, Atinalıların Devleti, 2; Demosthenes, Against Timocrates, 24. 63 Kullanılan Metin ve Çeviri: Againist Meidias. Adration, Aristocrates, Timocrates, Aristogeiton (J. H. Vince) The Loeb Classical Library, London, 1956.
  • Morgen Herman Hansen, The Athenian Democracy in the Age of  Demosthenes (Trans. J. A. Crook), Cambridge MA, Blackwell Publishers, 1991, s. 214-216.
  • Morgen Herman Hansen, s. 258; Alick Robin Walsham Harrison, s. 54.
  • Hyperiedes, Defence of Euxenippus 3. 7-8, Kullanılan Metin ve Çeviri: Kenneth John Maidment, Minor Attic Orators, II. Vol, Cambridge, Harvard University Press, 1982; Alick Robin Walsham Harrison, s.53.
  • Morgen Herman Hansen, s. 132, 139, 195, 267, 307.
  • Demosthenes, Against Meidian, 21. 215-216. Kullanılan Metin ve Çeviri: Againist Meidias. Adration, Aristocrates, Timocrates, Aristogeiton (J. H. Vince) The Loeb Classical Library, London, 1956.
  • Stephen Todd, s. 55.
  • Platon, Yasalar (Çev. Şentuna – S.Babür) Ara Yayıncılık, İstanbul, 1988, 1992, 854c-855a-e, s. 120-121; Platon ayrıca, “yazılı olmayan yasalar” ile “babadan kalma yasalar” olarak tanımladığı geleneksel yasaların eğer gereğince korunmuş ve yerleşmiş iseler, yazılı yasaların kurtuluşunu sağladıklarını söyler (793a, s. 47).
  • Douglas Maurice Macdowell, s. 117.
  • Efsaneye göre, ırmak tanrısı Triton tarafından eğitilen tanrıça Athena’nın oyun arkadaşı eğiticisinin kızı Pallas’tır. İki küçük tanrıça savaş oyunları oynarlarken, Pallas Athena’nın attığı mızrakla vurularak ölür. Bu duruma çok üzülen Athena, Pallas’ın adını almaya ve onun adına bir heykel dikmeye karar verir. Palladion adıyla ünlü bu heykel, Troya kentinin kurulmasında da yıkılmasında da büyük önem taşır. Palladion zaman içerisinde bulunduğu kenti ya da devleti koruyan herhangi bir kutsal nesneyle özdeşleştirilmiştir.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti 57. 3; Demosthenes, AgainstAristocrates  71-3 Kullanılan Metin ve Çeviri: Againist Meidias. Adration, Aristocrates, Timocrates, Aristogeiton (J. H. Vince) The Loeb Classical Library, London, 1956; Stephen Todd., s. 274; Douglas Maurice Macdowell, s.117.
  • Aristoteles, Politika 1300b, 28-30 (Çev. M. Tunçay) İstanbul, Remzi Kitabevi, 16.basım 2010, s. 139 – 140; Stephen Todd, s. 169, 185.
  • Demosthenes, Against Aristocrates 23.28-52,72, Against Pantainetos 37.39;  Against Macartatus 57 Kullanılan Metin ve Çeviri: Againist Meidias. Adration, Aristocrates, Timocrates, Aristogeiton (J. H. Vince) The Loeb Classical Library, Lon- don, 1956; Douglas Maurice Macdowell, s. 120.
  • Kadınların hukuki statüleri için bkz. Douglas Maurice Macdowell, s. 84-108.
  • Demosthenes, Against Aristocrates 23.74-75 Kullanılan Metin ve Çeviri: Againist Meidias. Adration, Aristocrates, Timocrates, Aristogeiton (J. H. Vince) The Loeb Classical Library, London, 1956; Stephen Todd, s. 274.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti 57. 3.
  • Aristoteles, Atinalıların Devleti 57. 3-4; Demosthenes, Against Aristocrates 23. 77-79, Kullanılan Metin ve Çeviri: Againist Adration, Aristocrates, Timocrates, Aristogeiton (J. H. Vince) The Loeb Classical Library, London, 1956; Douglas Maurice Macdowell, s. 117.
  • Demosthenes, AgainstAristocrates, 80.81, Kullanılan Metin ve Çeviri: AgainistMeidias. Adration, Aristocrates, Timocrates, Aristogeiton (J. H. Vince) The Loeb Classical Library, London, 1956; Stephen Todd, s. 275.
  • Bir tanrı tapınağı etrafında yaşayan ve tapınağa karşı sorumluluk üstlenen Yunan halklarınca kurulan dinsel birlik ya da örgüt. Güçlü devletlerin, üyelerin oylarını kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeleri nedeniyle bu dinsel birliğin siyasi açıdan önemi büyüktü.
  • Plutarkhos, Solon Şurada: Yaşamlar I (Çev. M. Mete) İstanbul, İdea Yayınevi, 2005.
  • George Thomson, Aiskhylos ve Atina (Çev. M. H. Doğan), İstanbul, Payel  Yayınevi, 1990, s. 333-334; Platon, Devlet (Çev.S. Eyüboğlu- M. A. Cimcoz), İstanbul, Remzi Kitabevi, 8. Basım, 1995, 338a, s. 29.

 

Kaynak: http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2016-123-1567

 

 

Eski Yunan Yargi Sistemi: MÖ IV. Yüzyılda Atina’da Yargıçlar ve Mahkemeler yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Makro İktidar, Mikro İktidar ve Hukuk

$
0
0

 

“Eğer toplum yaşamı toplumsal istekleri doyuracaksa, bu toplum yaşamının iktidar aşkından türemeyen bir felsefeye dayanması gerekir.”

  Bertrand Russell (1)

GİRİŞ

Bizler, iktidar kurmayı da, iktidar ilişkilerini de nihai olarak doğadan öğrendik. Doğadan doğduk; doğayı bilincimizle ve emeğimizle değiştirene dek onun “nesnesi” olarak yaşadık. Doğayı kendi isteğimiz (bu isteğin belirlenmesinde de doğanın nihai rolünü es geçmemek gerekir) doğrultusunda değiştirirken özne-nesne ikiliğini (dikotomisini) keşfettik. Doğadan doğduğumuz ve ondan kopamayacağımız için nihai anlamda doğanın (ve hareketin yasalarının) “nesnesi” olmaktan kurtulamayacağız.

Buna karşın, doğanın bizi bilinçsiz olarak “nesneleştirmesi” artık, ancak bizim bilincimiz aracılığıyla olabilecektir. Bu açıdan, doğal hareketlerin “doğal” sonuçları, eskisi kadar bizi etkileyememektedir. Her sonuç, eninde sonunda, son kertede doğa kaynaklı olması bakımından “doğal”dır. İnsanlaşmanın işlevi ise, bu doğal determinizmi kırabilmesindedir. Yani doğadaki her olay, işin içine insan ögesi girdiğinde beklenen birebir sonuçları doğurmayabilir. En azından bu sonuçları yazgımız olmaktan çıkarma aşamasına ulaştık. Yani artık, doğanın öznesi de olmayı öğrenmiş durumdayız. Keşke, sadece doğanın öznesi olmayı öğrenmekle yetinseydik… Oysa biz insanlar, cansız doğayı nesneleştirdiğimiz gibi, canlı doğayı (bitki ve hayvanları) ve ardından türdeşlerimizi de nesneleştirmeyi becerdik!

Kuşkusuz, özne-nesne ilişkisi diyalektik olarak algılandığında nesnesiz bir öznenin, yani yaşayan ve eyleyenin var olamayacağı görülebilecektir. Nesneleştiren öznenin, aynı zamanda o nesnenin nesnesi konumunda olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Örneğin çiçek yetiştiren bir kişi, aynı zamanda o çiçeğin büyümesinin bir aracıdır. Başka bir açıdan; sözgelimi, efendisini yıkayan kölenin yıkama eylemenin nesnesi kuşkusuz efendi konumunda olandır. Fakat bu diyalektik ve dilbilimsel çıkarım, ancak felsefi anlamda işe yarayabilir. Yoksa, “ha köle olmuşsun, ha efendi… eninde sonunda nesnelikten kurtulamıyorsun” rehavetini bahşetmez. Köleleştirme bu kadar basit sonuçlar doğursaydı, efendiyle köle, canları sıkıldıkça yer değiştirirdi!

İktidarın en kaba tanımı da, geldiğimiz bu sonuçtan çıkarılabilecektir: İktidar bir bilinçli nesneleştirme sürecidir. Dolayısıyla doğa durumunda iktidar yoktur. Yani bir hayvanın ya da bir akıl hastasının (sosyo-patolojinin akıl hastalığı sayılmaması gerekir) iktidar kurması söz konusu olamaz. Bu ögelerin insanı bir eyleme zorlaması ve buna bağlı olarak gösterilen direniş, bu nedenle politik bir süreç değil; tipik bir doğayla mücadele sürecidir. Kendinden daha basit varlıkları (cansız ve canlı doğayı) nesneleştirme hakkını kendinde gören bir kısım insan ise, bu işi daha ileri götürüp türdeşleri arasında da benzer ayrıma giderek “daha basit ve daha güçsüz” olarak nitelediği insanları da nesneleştirme hakkını kendinde görmüştür; görmektedir.

Günümüzde de iktidar olgusu nasıl tanımlanırsa tanımlansın, makro ya da mikro iktidar süreçlerinde bu sonuç değişmemektedir: İnsanlar arası ilişkilerde farklılığın getirdiği avantajlar, toplumun (toplum, iki kişilik de olabilir milyonlarca kişilik de olabilir) değil de avantajlı farklılığı taşıyan kişi ya da grup (buna sınıf da diyebilirsiniz) çıkarları için kullanılıyorsa, iktidar süreci ham ya da olgun olsun; mikro ya da makro olsun, başlamış demektir.

Bu yazı, makro ve mikro iktidar olgularını açıklamayı ve çözümlemeyi amaçlarken, aynı zamanda bunların hukuk olgusuyla da ilişkisini ortaya çıkarmayı hedeflemektedir. Makro iktidar süreci, mutlaka bir yapı ya da kuruma gereksinim duyarken; mikro iktidar, düzensiz bir süreç olarak, ne yapıya ne de kurumlaşmaya gereksinim duyar. Mikro iktidarın böyle bir yönelime, yani kurumlaşmak ve hukuk yaratmak gibi düzenli bir sürece girmesi, zaten onun makro iktidara dönüşmeye başladığının göstergesidir. Bu makro iktidara dönüşüm süreci, sınıfsız toplumların çözülüş süreciyle çakışır. İlk makro iktidar denemeleri büyük olasılıkla kadınlar ve yetişkin olmayan erkekler üzerinde yapılmıştır. Toplumsal işlevleri sayesinde kadın ve çocuklara göre “üstün” bir konum kazanan yaşlı erkekler, bu çözülme sürecinin baş öznesi olmuştur.(2) Ayrıca kadın ve çocukları nesneleştirmeye yönelik törenler(3) statik ve yalnızca yetişkin/yaşlı erkek grubunun çıkarlarına -kadın ve çocukların, dolayısıyla tüm bir toplumun çıkarları aleyhine- hizmet eden kuralları toplumsal yaşam sürecine sokmuştur.

Sonuçta Engels’in “…ilk sınıf baskısı(nın) da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla” ortaya çıktığına, yani ilk köle sınıfın kadınlar olduğuna dair saptaması, çocukların da eklenmesi kaydıyla, haklı görünmektedir.(4) Artık bu evrede, ritüel biçimde olsa da statikleştirilmiş bir hukuk ve kurumsallaşma yaratılmıştır ve bu, tamamıyla toplum değil, kişi/grup (yetişkin erkek) kaynaklıdır. Fakat mikro iktidar, makro iktidarın belirlediği yapı içinde o yapıyı korumaya ve yeniden üretmeye hizmet edebileceği gibi o yapıyı bozucu bir işlev de taşıyabilir. Bütün bu olasılıkların değiştirmeyeceği tek bir sonuç vardır: İnsan, iktidar hastalığına (sosyo-patolojisine) yenik düşer. Bu sonuç karşısında, iktidarı tümden yok etme amacıyla kurulmuş bir (makro) iktidar da, hiç değilse amacı gerçekleştirene dek, aynı paradoksla baş başa kalır.

Hukuk ve iktidar ilişkisi kurulurken, genellikle kastedilen makro iktidarlardır. Çünkü hukuk, makro iktidar alanında kurulur. Bununla birlikte etkisini mikro alanlarda yaratılan iktidar süreçlerinde de gösterir. Öte yandan, hukuka aykırı, fakat hukukun erişemediği bir mikro iktidar alanı da her zaman var olabilir. Çünkü makro iktidarın işletim sistemi olan hukukun mikroskobu yoktur! Her şeye rağmen, hukukun bu olanaksızlığı, mikro iktidarın kaçınılmaz olduğu anlamına gelmez. Çünkü mikro iktidarların var olmasında makro iktidarın ve onun işletim sistemi olan hukukun (ve hukukun belirlediği eğitim ve kültür yapısının) rolü öylesine önemlidir ki, makro iktidar ve hukukta nitel dönüşümler gerçekleşmedikçe mikro iktidarla yapılan savaşımlar, hiçbir zaman makro etkiler gösteremeyecektir.

İKTİDARIN KARŞISINDA OLMAK YA DA OLMAMAK

Çeşitli iktidar tanımları yapmak her zaman için olasıdır. Bununla birlikte yapılan tanım, iktidar olgusu karşısındaki konumlanışın ipucunu verebilecektir. Örneğin, “iktidarı insana, insanlığa içkin, kaçınılmaz bir olgu” olarak tanımlayan özcü yaklaşımlar, iktidar olgusu (hattâ hastalığı) karşısında yenilgiyi baştan kabullenmiş bir konumdadır. İnsan doğasını tarihsel süreçte gelişme eğilimleri taşıyan bir potansiyel olarak değil de, değişmez bir yapı olarak algılayan ve “insan değişemez… insan bencildir, bencil kalacaktır…” türünden önermelere zemin hazırladığı için “özcü” ve hattâ “kaderci/yazgıcı” nitelemesini hak eden Russell’ın “aynı isteklere sahip iki kişiden biri, ötekinin gerçekleştirdiği bütün istekleri ve bunların yanı sıra daha başka istekleri de gerçekleştirirse ondan daha iktidarlıdır” biçimindeki iktidar anlayışı, bizi “cehenneme götürecek iyi niyet taşları”ndan bir tanesidir.(5) Çünkü, bu yaklaşım, insanlar arasında kaçınılmaz ve ancak bir iktidar potansiyeli olarak var olan farklılığı, iktidarın gerçekleşmesiyle bir tutmaktadır. Aşağıda değineceğim gibi, Foucault da aynı hataya düşmektedir. Foucault etkisi fazlasıyla görülen Tuna Erdem de aynı paralelde düşünerek, ‘iktidar’dan ancak onu tüm bir topluma dağıtılarak kurtulabilineceğini ileri sürmektedir. (6) Bu önerinin, iktidarın ilga edilmesi olarak algılanmasından çok, totalitarizm olarak algılanması olasılığı daha yüksektir. Oysa iktidarın herşeyden önce bir hastalık (sosyo-patoloji) olarak algılanması ve tüm toplumca reddedilmesi gerekmektedir. Yani iktidar, yazarın önerdiği gibi tüm topluma yayılarak toplumsallaşamaz- nitekim “örtülü totalitarizm” olarak adlandırabileceğimiz bugünün “demokrasi”lerinde- Arendt’in deyimiyle “Hiç Kimse’nin iktidarı”nda durum aynen böyledir.(7) Dolayısıyla, kanımca, iktidarın tüm topluma yayılmasıyla değil; ancak iktidarın reddinin toplumsallaşmasıyla iktidardan kurtulabilinir.

Başta Foucault’nunki olmak üzere, özcü görüşlere göre bu, fazla iyimser bir önermedir. Onlara göre, kendi iktidar hırsınızı ancak eğiterek “zararsız” hale getirebilirken, başkalarının iktidarından kurtulmanız mümkün olamayacağından(?) bu iktidarlar karşısında da direnme odakları yaratmaktan, yani kaçmaktan (kaçmaktır; çünkü, Foucault’ya göre iktidar, direnme odaklarını hemencecik sarmalar ve etkisizleştirir) başka çareniz yoktur. Foucault, direnme odaklarını iktidara bağımlı değişkenler olarak tanımlarken, bize, iktidardan kaçmanın ancak geçici bir kurtulma biçimi olduğunu vazediyor. (8) Örneğin, iktidar, Foucault’ya göre dilin kullanımımda da hep vardır; öyleyse en iyisi -karşı söylem yaratılacağına- hiç konuşmamak ya da hep saçmalamak mıdır? Nitekim Foucault, daha 1967’de kendisiyle yapılan bir söyleşide “Ben yapısalcı denilen kimselerle dil gibi bir sistemin sağladığı biçimsel olanaklarla pek fazla ilgilenmeme noktasında ayrılıyorum” demekteydi.(9)Kuşkusuz, Foucault, dilin hepten reddedilmesini önermeye cesaret edemezdi. Çünkü, böyle bir önerme de bir söylem olarak, herhangi bir iktidar sürecine içkin olacaktır. Bunun yanında, Foucault’nun, derdini yine, ancak, küçümsediği dilin olanaklarını kullanarak anlatabildiği de ortadadır.

Foucault için, iktidarın günümüzde aldığı biçim, tüm mikro alanlara sızmış; algılanan değil hissedilen bir süreçtir.(10) Mikro alanlara sızan bu iktidar ise, Foucault için, giriş bölümünde sözünü ettiğim tipte bir “mikro iktidar”ı değil, bizatihi “makro iktidar”ı ifade etmektedir. Görüldüğü gibi Foucault, iktidarı bir yazgı olarak görmektedir; tıpkı Machiavelli gibi…

Aslında iktidar sorunsalıyla gerçek bir hesaplaşma içinde olan ve ondan kurtulabilineceğini öngören yine ve hâlâ tutarlı (yani feminizmi ve çevreciliği reddetmeyen) sosyalistler ve anarşistlerdir. Onların dışındaki, iktidarın insana içkin, kaçınılmaz bir yazgı olduğuna ilişkin görüşler ise, hâlâ daha geniş bir yandaş kitlesi bulmaktadır. Machiavelli, iktidarın insana içkin olduğunu ileri sürüp onu bir erdem olarak tanımlarken, ona bir erdem atfetmese de Foucault, iki kişinin olduğu her yerde iktidarın olduğunu ileri sürerek Machiavelli’den farklı bir şey yapmıyordu. (11)

Ayrıca, “iktidar aşkı, normal insan doğasının bir parçasıdır” diyen Russell da, iktidarı insana içkin bir kaçınılmaz yazgı olarak tanımlamaktadır.(12) Mülkiyet hırsının (ya da mülk edinme biçiminin), insanın soyutlaştırma yeteneği aracılığıyla “iktidar aşkına” dönüşmüş olduğunu göremeyen düşünürün, yukarıdaki tümcesini “…oysa iktidar felsefeleri, ince nitelikleri herkesçe kolay kolay görülemeyen birer deliliktir” biçiminde tamamlaması da ilginçtir. Oysa iktidar aşkını “normal insan doğasının bir parçası olarak” görmek de, bizatihi bir iktidar felsefesi değil midir? Belki o, iktidarı, Machiavelli’nin tersine, bir erdem olarak kabul etmemiştir; fakat yine de, iktidarın kaçınılmaz olduğunu ve tıpkı yukarıda düşüncesini aktardığım Tuna Erdem gibi, iktidarın tüm topluma dağıtılabilerek(13) -ancak- “yola getirilebileceğini”(14) ileri sürmüştür.

Sonuçta bu tip önermelerin tümü, insanlığı aynı yazgıya mahkûm eder: “İktidardan kaçamazsınız!” Machiavelli bu yazgıdan kaçılamayacağına göre onun rasyonel bir biçimde kullanılmasını; Foucault paralelinde düşünen Deleuze ve Guattari de, bu yazgıdan kurtulmanın, daha doğrusu kaçmanın yolu olarak şizofreniyi önerir.(15) Tabiî, bir olasılık daha vardır, o da intihar, yani nihai çözüm(!).

Machiavelli’nin önerisi insanlığı bir paradoksa iter: Nesne olmak istemiyorsan nesneleştir! Foucault’nun önerisi ise daha vahimdir: Nesne olmak istemiyorsan -ki bu, Foucault’nun iktidar kuramında (kratolojisinde) mümkün değildir- ya öl ya da şizofrenik davran, yani hiç değilse bilinçsiz bir nesneye dönüş. Şizofreni, bilindiği üzere, dış dünyadan kopulup bir iç dünya yaratılması sürecidir. Böyle bir sürece giren kişi, toplumsallığın kurulduğu dış dünyadaki herhangi bir kişinin nesnesi olacak demektir. Üstelik bu öyle bir nesneliktir ki, dış dünyanın kurallarıyla hareket eden ve toplumsal olarak nesneleştirilmiş bir kişi dahi bir şizofrenin öznesi konumundadır; ona yardımcı olmak amacı taşıyor olsa bile.

Öte yandan Foucault düşüncesinde önerilen “direnme(!) odakları” bu kadar sınırlı değildir; ya da seçilen her “aykırı haz” direnme sayılacak işlev taşımayabilir. Fakat yine de, iktidarın mikro alanlara sızmış olması karşısında, direnme odaklarının da ancak mikro alanlarda yaratılabileceğinin öngörüldüğü ortadadır. Bu açıdan, bilinçli olarak seçilen bir eşcinsel davranış da, Foucault düşüncesine göre, cinselliğe yönelik kurallar aracılığıyla mikro dünyada varlığını sürdürebilen bir iktidar karşısında direnme süreci olarak sayılabilir. Feministlerin çoğuyla Foucault’yu birleştiren de bu “karşı-iktidar olarak özgül hazlar üretme stratejisi”dir.(16) Bu stratejiler işlevli sayılabilse bile, mikro alanla sınırlandığında, bireyci-hedonist bir yaklaşımdan öteye geçemez. Oysa Foucault, direnmenin mikro alanda başlayıp makro direnmenin ancak böyle olanaklı olacağını önerseydi tutarlı olabilecekti. Üstelik, mikro alandaki direnme, illâ ki eşcinselliği seçme ya da dilsel ve tensel/cinsel iletişimi reddetme biçiminde olmak zorunda da değildir. İktidar, zaten bizatihi, ve daha çok, insanın vazgeçemeyeceği dilsel, tensel ve cinsel yaşam üzerinde kurulduğuna göre, bu alanlarda çok daha dikkatli olunarak tuzağa düşmemek; yani seçtiğimiz bu tip davranışlarda ve mikro alanlarda kısıtlanmasında iktidarın varlığını sorgulamak ve varlığı hakkında emin olunmuşsa reddederek direnmek yeterli olacaktır.

Bu bağlamda, modernitenin düşünürü olan Machiavelli, gayri-insanî bir çözüm üretirken, kendisi istediği kadar kabul etmesin, postmodernitenin düşünürü olan Foucault ve fikirdaşları tam da postmodernist bir şey üretirler: Çözümsüzlük. Yine de, bütün bunların yanında, Foucault’nun bizi iktidarın mikro dünyasıyla tanıştırmasının, kendi böyle bir ayrıma gitmese de, hiç değilse makro-mikro iktidar ayrımı ufkunu açmasının önemini reddetmemek gerekir. Çünkü mikro iktidar olgusunu gözden kaçıran bir iktidar kuramı, ancak eksik çözümler üretebilir.

İKTİDAR OLGUSUNUN GENEL OLARAK TANIMLANMASI VE KAVRANMASI

Makro ya da mikro iktidar süreçleri, farklı alanlarda ortaya çıkmalarına rağmen, tek bir iktidar kavramı altında açımlanabilecek ortak nitelikler taşırlar ve ortak ögeler barındırırlar. Bu nitelik ve ögeler, iktidar olgusunun kavranmasını ve onunla gerçek, radikal bir mücadeleye girilmesini sağlayan tüm iktidar süreçlerinin “olmazsa olmaz”larıdır.

İktidar, her şeyden önce, özgürlüğün iptali ve bunun yanında özgürlüğün iptalinin süreğen kılınması olarak tanımlanmalıdır. Bu yönüyle iktidar; beslenme, barınma, üreme gibi fiziksel (bedensel) ve eğlenme, zevk alma, boş zamanların değerlendirilmesi gibi kültürel (tinsel) yaşam üzerinde gerçekleştirilen iradi, tahakkümsel bir süreçtir. İktidar sürecinde tahakküm, iktidar sahibince ustalıkla (manipülasyon yöntemleriyle) gizlenmiş olabilir. Fakat, böyle bir durumda bile, söz konusu ilişkinin iktidar süreci olarak saptanmasını gerektiren bir tahakkümsellik tüm iktidar süreçlerinde söz konusudur. İktidar, her zaman için farklılık avantajlarına dayanır ve ondan beslenir. Bu bağlamda, ilk akla gelen avantaj, çeşitli alanlarda gösterilen daha güçlü olma durumudur. Daha güçlü olanın, bunu toplumsal değil de bireysel çıkarları için başkaları üzerinde hissettirmesi süreci şiddet olarak tanımlanabilir. Bu şiddet doğrudan fiziksel etkiler doğurabileceği gibi, fiziksel etki potansiyeli ile, tehdit işlevi taşıyarak da iktidar sürecinin başlatılmasını sağlayabilir. Daha güçlü olmayı gerektirmeyen başka bir olasılık daha kurnaz olmaktır. Fakat kurnazlık da daha güçlü bir teknik akıllılık değil midir? Sonuçta ötekinin şiddet uygulanarak ya da tehdit edilerek ya da kandırılarak iradesi hilafına bir eyleyiş sürecine sokulması, farklılıktan kaynaklanan bir avantajın kullanılması ve üstünlük/hiyerarşi kurma ya da tahakküm uygulama sürecini gerçekleştirmek anlamına gelmektedir.

Foucault’nun iktidar anlayışı burada da sorun yaratmaktadır. Şöyle ki; Foucault, iktidar sürecinin “olmazsa olmaz”ı olarak “özgürler arasındaki ilişkiyi” ön ve gerek-koşul olarak görür. Ona göre “bir özne hareketsiz kılındığı anda iktidar oyunu değil, şiddet ve kölelik vardır.”(17) “İktidar ilişkisi, özgür, edimde bulunan -ya da Hegel’in deyişiyle- bağımsız özneler arasında ölümüne girişilen sürekli bir mücadeledir. “İktidar sabitlendiğinde ve artık bundan böyle bir tersine çevrilme imkânı kalmadığında söz konusu olan şey bir iktidar ilişkisi değil, şiddet ilişkisidir”(18) diyerek Foucault, şiddeti iktidardan ayırmaktadır. Yani bir kişinin boynuna zincir vurarak ona bir şey yaptırtmanız Foucault kratolojisinde iktidar sayılmayacaktır. Örneğin Russell’ın birer “yalın iktidar” olarak saydığı “bir haydudun kurbanını ya da istilacıların yenilmiş bir ulusu soyması” ile “kölenin, uzun bir alışkanlık sonucu olarak kadere rıza gösterdiği durum dışında(ki) kölelik”(19) de Foucault’ya göre iktidar sayılmamalıdır. Foucault’nun iktidar yaklaşımı, öte yandan, iktidarı tümden kaldırmayı hedefleyen bir muhalefet hareketini de, bitmez tükenmez iktidar mücadelesi sınırına hapsetmektedir. Oysa böylesi bir hareket, iktidar değil, iktidarı yok etme mücadelesidir.

Oysa, aşağıda ögeleri incelenirken görüleceği gibi, iktidar olgusunu var eden ve onu anlamamızı sağlayan en önemli öge, kişiye (ötekine) iradesi hilafına bir şeyler yaptırtma ve bu sayede özne olma bilincine varma potansiyeli taşıyan tek canlı olan insanı, nesne düzeyinde tutmaktır. İktidar sürecinin, özgürlüğün iptal edilmesi yanında, özgürlüğün iptalinin süreğen kılınmasını da ifade ettiğini Foucault, görmezden gelmektedir. Russell ise, Foucault’dan taban tabana zıt bir noktaya giderek iktidarın “ölü madde ya da yaşamın insan dışındaki biçimleri üzerinde” de var olduğunu ileri sürmektedir. (20) Foucault’nunkine göre daha tutarlı olan bu görüşün eksiği, iktidar sürecinin insan-dışı doğayı kullanma sürecinin, insanı kullanma sürecinin başlamasıyla siyasallaş(tırıl)mış biçimi olduğunu görememesinden ileri gelir. Böylece, Russell sayesinde, iktidar için “insanın yaşama mücadelesini ve insan-dışı doğa karşısında özne olma sürecini başka insanlarla olan ilişkilerine uyarlayarak siyasallaştırması”biçiminde bir tanımlama daha yapma fırsatımız olmaktadır.

Foucault’nun “şiddetsiz iktidar”ı en fazla, modern iktidar çözümlemelerinde işe yarayabilir. Fakat modern iktidarlarda dahi şiddet ögesi önemli bir rol oynar. Rıza ögesi belki ön plana çıkmıştır; fakat şiddet ögesi, en “rızai” iktidarda dahi potansiyel olarak barınmakta ve “aba altından gösterilmektedir.” Kaldı ki, iktidar sahipleri, şöyle ya da böyle, yönetilenler üzerinde mutlak bir rıza (huzurlu toplum sözleşmesi!) sağlamış olsalar dahi, bu sözleşmenin şiddetin dayatıcılığıyla kurulduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla Foucault’nun bu yaklaşımı, klasik toplum sözleşmesi ve sözleşme özgürlüğü üzerine kurulan dogmatik kuramlarla aynı işlevi görür ve bir ücret kölesinin özgürlüğünün tırnak içinde bir özgürlük olduğunu unutur; ya da unutturmaya çalışır.

İKTİDARIN OLMAZSA OLMAZ ÖGELERİ

a. Birinci Öge: Öteki ya da İktidarın Nesnesi Olarak İnsan: Aslında toplumbilimsel her çözümlemede insan, zaten zorunlu bir ögedir. Bununla birlikte iktidar sürecinde insan ögesi, iki nitelikli (aktif ve pasif) bir öge olarak, iktidar olgusunun kavranması açısından önemlidir. İktidarın aktif ögesi iktidar sahibi olan insandır; yani iktidar sürecini gerçekleştiren özne olarak insandır. Pasif öge ise, yine insandır; fakat doğanın öznesi olma hakkı elinden alınmış, nesneleştirilmiş insandır bu. İşte bu bağlamda, aktif insan, ancak bir başka insan daha olmalıdır ki, ve onun üzerinde bir güç (farklılık avantajı) uygulasın ki, iktidar sürecini gerçekleştirsin.

Bu nedenle iktidarın kaçınılmaz bir yazgı olduğunu ret hakkımız saklı olmak üzere, iktidarın ikinci kişiyle başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. (21) Ama bu “ikinci kişi” iktidarın pasif ögesi, yani nesnesi olmak koşuluyla… Demek ki, iktidarı asıl var eden pasif insan ögesidir. İktidarı amaç edinen aktif öge, bu nedenle pasif ögesiz yapamaz. Robenson Crouse, Cuma ile karşılaşana kadar, iktidar hastalığının semptomları ortaya çıkmamıştı; çıkamazdı da. Cuma ile karşılaştığında ise, sömürgen bir sistemin üyesi olmasının gereğini yerine getirdi ve iktidarını kuruverdi. Buna karşılık, iktidar amaçlı olmayan aktif insan, yine ancak bir başka aktif ögeye ihtiyaç duyar; ama hiçbir zaman iktidar kuracağı pasif ögeler arayan bir aktif öge değildir ihtiyaç duyduğu… Ve bu insan, Robenson Crouse’ün tersine, farklılığının bir avantajı varsa, bunu başkalarının da çıkarına yarayacak bir biçimde kullanır.

Oysa iktidar amaçlı aktif insan, farklılık avantajlarını kullanarak, çevresindeki tüm aktif ögeleri pasif ögeye/nesneye dönüştürme mücadelesi verir. İnsanların tıpatıp eşit şanslara sahip varlıklar olduğuna ilişkin bir iddia geçersizdir. Farklı olmak ve farklılığın avantajlar barındırması kaçınılmazdır. Bu, tüm canlılar ve özellikle insanlar için en katı yasadır. Aslında yaşamın sigortası da bu farklılık yazgısıdır. Çünkü gelişme potansiyeli bu farklılıkla var olur.

Bununla birlikte, bu kaçınılmaz yazgının iktidarı doğuracağı, kaçınılmaz bir yazgı değildir; en azından insanlar için bu itirazı rahatlıkla ileri sürebiliriz. Örneğin; birisi sağlam, diğeri tekerlekli sandalyeye bağlı olan iki kişi biraraya gelirse ne olur? Foucault’ya göre sağlam olanın diğeri üzerinde iktidar kurması kaçınılmazdır. (22) Oysa, insanlaşma bilinci, sağlam olan kişide belirli bir olgunluğa(23) erişmiş durumdaysa, bu kişi sağlam olma avantajını her ikisi yararına kullanabilir. Sözgelimi, ağaç dalında ancak kendisinin alabileceği elmalar varsa, bu elmaları sadece kendisi için toplamaz; ya da “elmalar, dala uzananın hakkıdır” demez. Bu olasılığı ütopik ya da olanaksız görüyorsak, kuşkusuz Machiavelli ya da Foucault’nun önerilerinden başka yapacağımız bir şey yoktur; ki zaten içinde yaşanılan ve mutsuzluk kaynakları olan toplumsal ilişkiler bu iki önerme doğrultusunda şekillenmektedir ve değiştirilmek istenen de bu yazgı değil midir?

b. İktidarın İkinci Ögesi Olarak Süreç-Eylem Ögesi: İktidar, insanlar arasında gerçekleşen bir eylem, bir eylemlilik sürecidir. Foucault da iktidarı bir süreç sayar; Foucault için iktidar “öbür eylemler üzerinde icra edilen bir eylem kipi”dir. (24)Bu süreç, yaptırtmadır.(25)Yaptırma değil, yaptırtma. Çünkü, yaptırma eyleminde tahakkümsel bir öz yoktur; yapan kişi yaptıran kişinin nesnesi olmaz. Oysa yaptırtma eyleminde yaptırtan kişi, yapan kişi aracılığıyla yapan kişidir; eylemi gerçekleştiren kişinin konumu ise eylemi gerçekleştirmeye yarayacak bir araçtan farksızdır. Bu bağlamda yaptırtma eylemi, iktidar sürecinin biçimsel ögesini oluşturur. Görüldüğü gibi, bu biçimsel öge, ancak özsel bir ögeyle birleştiğinde sürecin iktidar süreci olarak adlandırılmasını sağlar.

Bu özsel öge, nesneleştirme sürecidir. Etkileşim her varlık için kaçınılmaz olduğuna göre, insanlar arasında da etkileşim asıldır ve toplumsal yaşamı gerçekleştiren bir ögedir. Sonuçta, birisi bir başkasına bir şeyler yaptırabilir. Bu yaptırma eylemi, ötekini nesneleştirmediği sürece motivasyon (amaçlandırma) düzeyinde kalır; yani iktidar sürecini başlatmaz. İktidar sürecini başlatan, bu yaptırma eyleminin motivasyon ile değil manipülasyon ya da zorla gerçekleştirilmesi; yani yaptırtmaya dönüşmesidir.

İktidar süreci, özsel ve biçimsel ögeler bir arada bulunmadıkça var olamaz. Keza, nesneleştiren kişi (iktidarın aktif ögesi/öznesi), aynı zamanda yaptırtan kişi olmadıkça iktidar sürecini gerçekleştirememiş demektir. Öteki üzerinde iktidar kurma niyeti taşıyan kişi, öteki üzerinde uygulayacağı şiddeti ve/veya tahakkümü ve/veya manipülatif araçları öyle dengeli olarak kullanmalıdır ki, ötekini öldürmeden ona istediğini yaptırtabilmelidir. Çünkü öldürdüğünde, iktidar serüvenini de bitirmiş olur. Bir ölü, nesneleştirilebilir; fakat bir ölüye bir şey yaptıramazsınız; yaptırtamazsınız. Yaptırma ile yaptırtma eylemleri arasındaki dilbilimsel fark açımlanırken, bir başka ögenin de iktidarın var edici ögesi olarak sayılması gereğini ortaya çıkarıyor.

c. İktidar Sürecinde Bilinç Ögesi: Bilinç ögesi, özellikle iktidarın öznesi bakımından önemlidir. Çünkü, pasif öge, yani iktidar nesnesi açısından üzerinde iktidar uygulandığının bilincinde olup olmaması, onun iktidar nesnesi olma durumunu değiştirmez. Oysa aktif öge/özne bakımından, tersine, öteki(ler) üzerinde bir yaptırtma ve nesneleştirme eylemini uyguladığına dair bir bilinç olmadıkça, süreç siyasal değil, klinik bir süreç olarak işler. Bu sürecin sona erdirilmesine dair mücadele, cansız doğayla ya da bir hayvanla yapılan mücadele gibi, apolitik bir mücadele olarak gerçekleşir.

Örneğin bir akıl hastası (sosyopat değil!), boynunuza bir kement atıp sizi sürükleyebilir ya da kendini öğretmen sanan bir şizofren, sizi öğrencisi yerine koyarak bir şeyler yapmanızı isteyebilir ve hattâ yeterince güçlüyse, size istediğini yaptırabilir de… Fakat, bu süreçlerin hiçbirisi iktidar süreci olarak adlandırılamaz. Oysa, akıl hastası değil de tipik bir sosyopat olan Hitler ve benzeri tüm diktatörlerdeki iktidar hırsı, amacı ve hedefi, tam da Machiavelli’nin önerilerini hayata geçirecek biçimde somut ve bilinçlidir.

MAKRO VE MİKRO İKTİDAR KAVRAMLARI

Bir önceki başlıkta saydığım üç öge, makro ve mikro iktidar süreçlerinde istisnasız olarak yer alır. Bununla birlikte, yukarıda küçük küçük değinildiği gibi, birbirlerini doğuran ve birbirleriyle sıkı ilişkiler içinde olan makro ve mikro iktidarın her biri kendine özgü nitelikler taşımaktadır.

Makro iktidar, devletle birlikte ortaya çıkmış ve normativizmin kişiselleşmesini temsil eden bir iktidar sürecidir. Normativizmin kişiselleşmesi, toplumsal ilişkileri yönlendiren ve belirleyen kuralların bir kişi ya da grup (sınıf) çıkarına dikte edilmesi ve bu kurallara kayıtsız şartsız uyulması kuralının dondurulması anlamına gelmektedir. Bu açıdan makro iktidar; mikro iktidarın, onu uygulayan kişi ya da gruplarca güvence altına alınması, genelleştirilmesi ve istikrarlılaştırılması süreci olarak da tanımlanabilir. O nedenle, makro iktidar süreçleri, kurumların ve kurumsallığın dondurulması olan bürokrasi ile kuralların ve kuralsallığın dondurulması olan hukuku yaratır. Daha doğrusu, hukuk yaratılmışsa, iktidar artık makro düzeyde var olmuş demektir. Makro iktidar, kendini ilga etmek üzere insanlık tarihinin son iktidarı olarak kurulduğu iddiası taşımıyorsa bürokrasiyi, bürokratizme; hukuku ise dogmaya dönüştürmesi kaçınılmazdır.

Mikro iktidara gelince; o, kurala bağlı olmayan, yani normatif değil de ilişkisel/iletişimsel bir iktidar süreci olarak ortaya çıkar. Makro iktidar, toplumsal kaynaklı ilişkilerde kendini yukarıdan, dikey ve somut olarak gösterirken, mikro iktidar bireysel kaynaklı ilişkilerde aşağıdan, yatay olarak kendini hissettirir. Bu açıdan makro iktidar hem kamusal hem de özel sayılan alanlarda uygulanabilirken, mikro iktidar, yalnızca özel alanda ya da kamusallaşamayan ilişkiler alanında ortaya çıkabilir. Yani hukukun (makro iktidarın) giremediği ya da etkisiz kaldığı bir alanda insanlararası kurulan bir tahakkümsel yaptırtma ilişkisi, mikro iktidarın ta kendisidir. Eşinden dayak yiyen bir kadını kurtarmak üzere yetişen komşularına “size ne, bu benim özel hayatım…” diyebildiği an söz konusu kadının mikro iktidarı, içselleştirmiş olduğu otorite mekanizmalarıyla, makro iktidar karşısında koruduğu ve yaşattığı andır. Bu, aynı zamanda erkek egemen hukukun ikiyüzlülüğünü de korumuş olduğu için, mikro iktidara karşıymış gibi görünen makro iktidarı da dolaylı olarak güçlendiren bir durumdur.

Buradaki iktidar, Foucault’nun kastettiği mikro alanlara sızmış makro iktidar değildir. Çünkü, mikro alanlara sızarak, kendini bu alanlarda hissettirse de makro iktidar, mikro iktidar olamaz. Bu açıdan, mikro iktidar olgusunu aklımıza Foucault düşürmüş olsa da, ‘iktidar’ı, makro ve mikro alanlarda görülen ve hissedilen tek bir yapı olarak değil de, makro ve mikro alanlarda kendine özgü uygulama biçimleri edinen süreçler olarak incelediğim için Foucault’nun tam tersi bir mikro iktidar kavramlaştırması yapıyorum.

Bununla birlikte, mikro iktidarın hukuk ve bürokrasi gibi güvenceleri yoktur. O, her zaman yeniden yaratılmalıdır. Hukuk ve bürokrasi, mikro iktidar sahibi için tıpkı gelenekler, kişisel yetenekler ve özellikler gibi, onun ancak kullanabileceği araçlardır. Fakat bu araçlar, mikro iktidarın olmazsa olmaz araçlarından değildir. Yani makro iktidar olmasa da mikro iktidarlar yaşayabilir. Nitekim, mikro iktidarlar, makro iktidarın insanlaşma tarihine girmesinden önceki ham iktidar biçimleri olarak, makro iktidar(lar)ı hazırlayan birer prova niteliğinde çoktan dünyaya gelmişti.

Öte yandan insanlık, ‘iktidar’ı yok etmeyi başaracaksa, bu ilk, makro iktidarların ilgasıyla gerçekleşebilir. Mikro iktidar(lar) ise, uzunca bir süre yaşamaya ve her an makro iktidara dönüşme tehlikesi taşımaya devam edebilecektir. Fakat, böyle bir aşamaya varılması başarılırsa, mikro iktidar eğilimleri karşısında, toplumda ondan çok daha fazla ve güçlü olarak karşı-mikro iktidar eğilimleri olacaktır ve mikro iktidar denemelerini boşa çıkarabilecektir. Bu önermemle, yüksek olasılıkla Marksistlerle ortak bir mahkûmiyeti paylaşma riskini göze alıyorum: Yine kadercilik, yine cennetçilik, yine sonlu (eskatolojik) tarihçilik… Ve bu olasılıktan, ben de tıpkı Marksistler gibi, tedirgin bile olmuyorum. Çünkü tarihsel materyalizmin hiçbir zaman yapmadığı gibi, ben de insan ögesini es geçmiyorum ve böyle bir “mutlu son”u, tersine insana bağlı olarak belli olasılıkların insanlarca gerçekleştirilmesi şartına bağlıyorum.

Günümüzde makro iktidar, geçirdiği nitel dönüşüme bağlı olarak, hem mikro (özel, bireysel, mahrem) alanlara eskisinden çok daha kalıcı ve etkili olarak sızabilmekte; hem de mikro iktidarlar kurulmasına elverişli zemin hazırlamaktadır. Çünkü her halükârda, kurulan mikro iktidarlar, muhalif konumda olsa bile makro iktidarın işine yarayacaktır. Çünkü yaratılan her mikro iktidar süreci, kullanan-kullanılan/sömüren-sömürülen/ezen-ezilen/özne-nesne ilişkisini zorunlu olarak içerecektir. Oysa mikro iktidarların tümü, makro iktidarın varlığına rağmen yok edilebilseydi, makro iktidarın yaşamı da uzun süremezdi. Makro iktidarın böyle bir güçlü reforma izin vermesi söz konusu olamayacağından reformun, ancak yalnızca bu amaçla kurulmuş yeni (ve son) bir makro iktidar aracılığıyla gerçekleşebileceği ortadadır.

HUKUK VE İKTİDAR

Yukarıda birkaç kez vurguladığım gibi, hukuk, özellikle makro iktidarın işletim sistemidir. Mikro iktidarlar açısından ise, onların niteliğine göre iki işlev taşır: Mikro iktidar, makro iktidarın toplumun hücrelerine sızmasıyla yaygınlaşmış bir süreç ise, hukuk, bu süreçleri koruyan bir sistemdir. Çünkü, bu tip mikro iktidarlar, zaten makro iktidarın mikro görünümleridir ve onu güçlendiren ve yeniden-üreten bir işlev taşımaktadır. Bu anlamdaki mikro iktidar, Foucault’nun modeliyle örtüşebilir.

Öte yandan mikro iktidar süreci, makro iktidara rağmen var olabilmişse, hukuk bu tip iktidarları ancak çevreler; ve ancak makro boyutlar kazanmaya başladığı anda bertaraf edebilir. Açıklamak gerekirse; temel feminist ve ekolojist ilkeleri gerçekleştirerek, “gerçek” sıfatını hak etmiş bir sosyalist toplumda, iktidarı insanlık tarihinden silmek üzere toplumun çoğunluğunun azınlık üzerinde kurduğu makro iktidar, ancak özel mülkiyet hırsından ve iktidar sosyo-patolojisinden kurtulamamış, asosyal, bencil/benmerkezci kişi ya da gruplar üzerinde hukuk aracılığıyla etkili olur. Fakat bu kişilerin, özellikle içselleştirilmiş otoriteden kurtulamamış edilgen kişiler üzerinde kuracakları mikro iktidarlar karşısında sosyalist hukuk etkili olamaz; çünkü etkili olabilmesinin koşulu zaten bu mikro iktidarı kabullenmiş edilgen kişi tarafından -bu kişinin (şimdilik) kadın ya da çocuk olma olasılığı daha yüksektir- engellenmiştir. Bununla birlikte sosyalist eksendeki bir makro iktidarın işlemesini sağlayan hukuk, bu anti-sosyal(ist) süreci çevreler ve makro alana sıçramasını engeller.

Sosyalist olmayan kapitalist vb. bir toplumda ise muhalif mikro iktidardan söz etmek, kanımca pek anlamlı olmaz. Çünkü, bu tip toplumların sosyalist topluma dönüşmesinin öznesi, ancak iktidarı nihai anlamda reddetmiş ve bu yüzden mikro iktidarı öncelikle reddederek ve makro iktidarı ancak geçici bir hedef olarak kabul eden, içselleştirilmiş iktidar ve otoriteden kurtulabilmiş kişi ya da gruplar olabilir. Tersi durumda, mikro iktidar yaratılarak işletilen bir muhalefet süreci de, iktidar olgusunu bir sosyo-patoloji olarak görmediği için gerçek bir muhalefet sayılamaz. Dolayısıyla yukarıda vurguladığım gibi, her mikro iktidar süreci, amacı ne olursa olsun, insanlar arası özne-nesne ilişkisini yok edemediği için, iktidarı ve içerdiği sömürü ilişkisini yeniden üretir.

Bu açıdan bakıldığında hukuk, hangi tarafın işine yarar görünmektedir? Kuşkusuz, iktidar sahipleri tarafının. Evet, bu bir sözleşmedir; fakat iktidarın mağdurlarına dayatılan bir sözleşme… İktidar sahibi, hegemonya kurma gücünden emin olduğu kişi ya da gruba şöyle seslenmektedir: “Ben senden daha güçlüyüm. Boyun eğmezsen, nesnem olmazsan ve istediklerimi yapmazsan cezalandırılırsın ya da öldürülürsün!” Hukukun, yönetilene (iktidarın nesnesine) verdiği tek güvence ölmeme güvencesidir. Acaba, hukuk, bu güvenceyi gerçekten de yönetilenlere mi vermektedir; yoksa iktidar sahibine mi? Çünkü iktidar sahibinin var olma güvencesi, ancak üzerinde iktidar kurduğu kişi ya da grupların varlığına, yaşamasına, ölmemesine bağlıdır; yani sömürülen olmazsa sömüren de olmaz, yönetilen olmazsa yöneten de olmaz. (26) Yukarıda, iktidarın insan ögesini açımlamaya çalışırken vurguladığım gibi, iktidar pasif ögesinin değil, aktif ögesinin “iktidar nesnesi”ne ihtiyacı vardır. Marx ve Engels, bu ihtiyaç ilişkisini kapitalizm sürecine güncelleyerek burjuvazinin proletaryasız var olamayacağını; ama proletaryanın burjuvazisiz pekâlâ var olabileceğini belirtmiştir; ve fakat hemen sonra, iktidarı ele geçiren proletaryanın bir çeşit burjuvaziye dönüşmemesi için kendini de ilga etmesi koşulunu ekleyerek..(27)

Kuşkusuz, iktidar, bir grup üzerinde kurulmuşsa, o grubu tümden yok etmeden, grup üyelerinin bir kısmı iktidar sahiplerince yok edilebilir ya da ciddi olarak dışlanabilir. Sömürü temelinde kurulmuş iktidar süreçlerinde asıl olan, iktidar sürecinin varlık nedenini oluşturan egemen sınıf-sömürülen ya da ezilen sınıf(lar) ikiliğidir. Yani, kölesiz köle sahibi, serfsiz feodal bey, proletaryasız burjuvazinin olanaksızlığı, sömüren sınıfı, sömürdüğü ya da tahakküm kurduğu sınıf(lar)ın (yani öteki’nin) varlığını korumaya iter.

Bunun tek istisnası, toplumsal anarşizme, yani sınıfsız komünalist insanlık toplumuna dönüşmek üzere kurulmuş bir toplumsal (makro) iktidar sürecinde yaşanabilir. “Komünalist insanlık toplumu” kavramı, tek tip bir toplumu değil de, insanların çeşitli özgünlüklerde kurduğu, aralarında sınırlar olmayan, birbiriyle komünal dayanışma içinde yaşayan birçok sınıfsız, kurumlu ve kurallı, ama iktidarsız (an-arşik) toplumu (komünler komününü) anlatır.(28) Bu süreçte, toplumsal bir öteki olacaksa, bu aynı zamanda iktidarın varlık nedeni olarak var olan, bizatihi özel mülkiyet, sömürme, ezme, nesneleştirme ve yaptırtma hırsından kurtulamayan kişi ya da gruplardır. Ve buradaki iktidar, artık yaptırtma eyleminden çok yaptırtmama ve motive etme (yaptırma) eylemi ekseninde tüm bir toplumca kollektif olarak işletilen savunma durumunda/pasif bir iktidardır. Bu iktidar, insanlık tarihindeki son iktidar olan kendi varlığını da ortadan kaldırmak için, iktidarı ve otoriteyi içselleştirmiş kişi ya da grupların ortadan kalkmasını (29) bekleyen, savunma konumundaki bir iktidardır. Bu ‘iktidar’ın “Godot’yu bekleyen iktidar” olmaması, artık yalnızca insanların iktidarı ve otoriteyi içselleştirip içselleştirmemesine bağlıdır. İnsanlık bu içsel dönüşümü olumlu anlamda değiştirmezse, “iktidar” nihai olarak yok edilemez. Fakat hiç değilse, pasif ve savunma durumunda kalır. Yani bu iktidar, kendinden önceki tüm iktidarların tersine, kendini de yok etme amacıyla var olan ve tam da bu nedenle iktidar kurduğu kişi ya da grupların (iktidar nesnelerinin) ortadan kalkmasını isteyen iktidardır.

Yukarıda iktidarı “özgürlüğün iptali” olarak tanımlamıştım. Gerçek anlamda bir özgürlük mücadelesi, bu bağlamda, iktidarı dünyadan silme mücadelesiyle aynıdır. Gerçek anlamda bir son iktidar olacaksa bu da, ancak özgürlüğü iptal etmeyen ve iptal edilen özgürlüklerin yeniden kazanılmasına aracı olan iktidar olma işleviyle gerçekleşebilir.

Bu süreci hukuk düzleminde açımlarsak; bu dönem hukukunun son statik hukuk olduğu söylenebilir. Hukuk, burada da yabancılaştırılmış bir kurallar bütünüdür. Fakat, artık normatifliğin kişiselliğini yavaş yavaş ilga ederek; toplumsallığı gerçek anlamında somutlaştıracak kollektif normativizmi hazırlayan bir hukuktur. “Hukuk olmayan hukuk”a dönüşecek son iktidar kaynaklı hukuk… Yani bu aşamada, artık toplum varsa, bir sözleşmeyle kurulan ve var olan bir toplum değildir. İnsanların birlikte yaşamak zorunda olmadığı ve kendilerini soyut bir toplumsal sözleşmeye bağlı olarak duyumsamadığı; yalnızca hep birlikte yaşamayı başarabildiği ve bunu sorun bile saymadığı bir toplum… Kuşkusuz, bugünden bakılınca ütopik, olanaksız gibi görünen bir aşamadır bu… Tıpkı, mağarada yaşayan insanlara bir gün havada uçabilecekleri söylendiğindeki olanaksızlıkta bir ütopya…

Dikkat edilirse; önerdiğim bu -şimdilik- ütopik hukuk, günümüzde var olan hukukun ve işlevlerinin tümden reddini değil; tersine, ondan doğan, onun yabancılaştırıcı etkilerinden arındırılmış bir hukuku ifade etmektedir. En önemli fark ise, reel hukukun karşılıklı güvensizliği, ütopik hukukun ise karşılıklı güveni somutluyor ve yeniden-üretiyor olmasıdır.

Geçtiğimiz yıllarda, Susurluk kazasından sonra devlet olanaklarıyla hukukun sürekli ihlâl edilmiş olduğunun açığa çıkması, zanlılarca şöyle savunulmuştu: Devletin yüce menfaatleri için herşey yapılabilir; hukuk dahi ihmal edilebilir. Yönetilenlerin, yani yurttaşların yine aynı gerekçeyle böyle bir “hukuku ihmal hakkı”ndan söz edilebilir mi? Böyle bir hakka sahip olduğunu iddia eden ve kullanmaya kalkan bir kişi ya da grubun akıbetini tahmin bile etmeye gerek yok! Yaşananlar ve savunulanlar gösteriyor ki, hukuku çiğneme hakkı yalnızca devletindir. Yani devlet hukuk için değil, hukuk devlet için vardır. İktidarda olan, daha güçlü olduğu için ve daha güçlü olduğu sürece bunu ileri sürebilecektir. Hukuk, bir toplum sözleşmesi olarak değil de yöneten-yönetilen sözleşmesi olarak kabul edilirse -ki bu, bana göre, güçlünün güçsüze dayattığı, tırnak içinde bir sözleşmedir- bu sözleşmeyi bozma hakkının ancak güçlüde olduğu görülecektir.

Buna rağmen; yöneten-yönetilen sözleşmesinin, yani hukukun, onu kendi lehine dayatmış taraf için de belli bir kısıtlama gücü olduğunu reddetmemek gerekir. Yönetenler, en azından günümüz için, yönetilenlere göre daha azdır ve gerçekten yaşamı yeniden üretmedikleri/tükettikleri için, güçleri gerçek bir güç değildir. Bu güç, aslında, güçlülüğünü kendinden daha güçlüye kabul ettirebilme tekniğidir. Sözleşmenin (hukukun) ihlâl edilmesi, bu tekniği beceriksizce kullanmak ve böylece kendini daha güçsüz sanan yönetilenlere daha güçlü olduğunu anlamak için deneyler yapma fırsatını vermek demektir. İşletim aygıtı bozulan bir makro iktidar nasıl işleyecektir? Maşa ne kadar uzun olursa olsun, ateşle fazla oynandığı zaman eli yakacaktır.

Sömürüye dayalı toplumlarda, sömüren (ve yöneten) sınıfın ilk açmazı burada ortaya çıkar. İkinci açmaz ise, onun sömüreceği sınıflar olmadan yaşayamayacağı gerçeğindedir. Bu “birlikte yaşama zorunluluğu”, egemen sınıfı mümkün olduğunca hukuk çerçevesinde kalmaya zorlar. Gelişen ve geliştikçe yönetilenler lehine bir avantaja dönüşen iş hukuku, kira hukuku, çevre hukuku alanlarındaki yaratılan normlar ve bunun yanında hukuk devleti, yasama-yürütme-yargı kuvvetlerinin ayrılığıyla bunların birbirini dengelemesi gibi ilkeler düşünüldüğünde, varlık nedeni ne olursa olsun hukukun, yönetilenler için nihilistçe reddini gerektirmemektedir. Tersine, hukukun varlık nedeniyle işlevi arasında birebir ilişki kurulamayacağını; hukukun bu varlık nedeninin (doğasının) yönetilenlere de potansiyel bir işlev sağladığını bizzat vurgulamak gerekir. Kırbaçlanan kişi, sinebileceği gibi, cesaretle o kırbacı yakalayıp sahibine karşı da kullanabilir.

SONUÇ

İktidar olgusu bu üç ögeyle birlikte tanımlandığında, ona karşı duruş koşulları kendiliğinden ortaya çıkmış olur: Kişi ya da grup olsun, başkasının iktidarından kurtulmak gerekiyorsa, nesneleştirilmekten ve özgür, yani tahakküm altına alınmamış ya da manipüle edilmemiş iradeyle hiçbir zaman yapılmak istenmeyecek bir eylemi yapmaktan kurtulmak gerekir.(30)Bu bağlamda, bir kişi ya da grubun özgürlük mücadelesi, bu dışsal iktidardan kurtulma mücadelesiyle aynı anlama gelmektedir.

Kuşkusuz, bu mücadelenin ikinci, yani içsel boyutunun göz ardı edilmemesi gerekir. Başka kişi ya da gruplar üzerinde iktidar kurma niyetinden nasıl kurtulabilinir? Burada da nesneleştirme ve yaptırtma süreçlerine bağlı olarak yapılan iktidar tanımlaması işe yaramaktadır. Başka kişi ya da grupları nesneleştirmekten ve onları özgür, yani tahakküm altına alınmamış ya da manipüle edilmemiş iradesine rağmen bir şey yapmaya zorlamaktan kaçınmakla iktidarın içsel boyutundan da kurtulabilinir. Bunun ön koşulu da, iktidar olgusunu insan doğasına içkin bir yazgı olarak değil de, tümden yok edilmesi gereken bir sosyo-patoloji olarak nitelendirmektir. Bu yetenek, insanlara, özgürleştirici ve yaşam-insan merkezli bilinç verici bir eğitimle pekâlâ sağlanabilir.

Böyle bir amaç, ancak mülkiyet hırsının giderilmesiyle ve bencil/benmerkezci olmayan bir toplumsal bilinçlilikle gerçekleşebilir. Böyle bir bilinçliliğin ise, toplumun tüm ögelerinde kendiliğinden gerçekleşmesi beklenemeyeceğine göre, bu hedefe varılmasını sağlayacak özgürleştirici bir eğitim sisteminin kurulması ve yozlaşma olasılıklarının en aza indirilmesi gerekir. Kuşkusuz, böyle bir süreç de “makro iktidar” olarak adlandırılacaktır ve bu nihai olmaya aday iktidar, kendi hukukuyla kurumlarını da yerleştirecektir; toplumun maddi ve manevi yaşamında etkilerde bulunacaktır. Ancak, bu etkiler, toplumu manipüle edici değil; tersine, manipülasyon olasılıklarını bertaraf edici etkiler olacaktır.

Öte yandan, günümüzde hemen her toplumda güçlendirilmiş “öteki ile var olunur değil de ötekine rağmen var olunur!” biçiminde özetlenebilen öteki anlayışlarının radikal bir biçimde dönüşüme uğratılması da gerekmektedir. Çünkü, hiyerarşi ve tahakküm ilişkileri bizatihi bu anlayışlar üzerinde kurulmaktadır. Ya da postmodernist yaklaşımlarla tıpkı toplum/toplumsal kategorisinin reddi gibi ben-öteki kategorilerinin reddi de ayrı bir çözümsüzlüğü doğurmaktadır. Oysa “ötekinin olmadığı bir toplumu düşünmek zordur. (…) Öteki çatışmaya neden olduğu kadar, yaratıcılığın mekanizmalarını oluşturan özenmeye, yarışmaya, hattâ olumlu işbirliğine de kaynaklık eder. ‘Öteki’nin olmadığı bir toplum arayışı anlamsızdır. Anlamlı olan arayış bir toplumda çatışma yaratmayan, dışlayıcı olmayan ‘öteki’ anlayışlarının nasıl kurulacağıdır. Burada anahtar kavram, ötekileri yaratan bizlerin bir üstünlük iddiası taşımamalarıdır. Bizler ve ötekiler hiçbir biçimde üstünlük imâ etmeyen farklılıklar üzerine kurulduğunda, ya da, içten ve dıştan sürekli olarak eleştirilerek üstünlük iddialarından arındırılarak sadece farklılıklara indirgendiğinde, bir sorun kalmayacaktır.”(31)

Sonuçta; iktidar hastalığının insanlık tarihinden silinmesine asıl ihtiyacı olanlar, iktidarın mağduru konumunda olanlardır. Bu nedenle, içsel iktidarı da sona erdirmesi gerekenler de, yine bu konumdakilerdir. Yoksa, iktidar sahipleri, yani var olan makro ya da mikro iktidardan herhangi bir şekilde yararlanan kişi ya da gruplardan böyle bir yaklaşım beklemek, fazlasıyla safdillik olur. Çünkü bu kişi ya da gruplar, dışsal iktidarı da, içselleştirilmiş iktidarı da insana içkin, kaçınılmaz bir yazgı olarak kabul ettirerek kendi iktidarlarını pekiştirirler. Fakat şu da unutulmamalıdır ki, herhangi bir iktidar sürecinden yararlanır konumda olan, aynı zamanda herhangi başka bir iktidar sürecinde de yararlı konuma getirilmiştir; en azından potansiyel olarak…

Kuşkusuz, ayrıca, meşrû iktidar olarak tanımlanacak otoriteyi de makro (dışsal) ve mikro (içsel) düzeyde kaçınılmaz olarak saymaları ve kitlelere kabul ettirmeleri, bu pekiştirme işlevini tamamlayacaktır. Dolayısıyla, iktidardan kurtulmanın yolu, aynı zamanda içselleştirilmiş otoritenin de kaldırılmasını gerektirmektedir.

Bunun başarılabildiği bir toplumda insanlar (çocuklar da dahil olmak üzere cinsler, halklar, uluslar, etnik gruplar) arası farklılıklar ve güç eşitsizlikleri birer üstünlük ve iktidar nedeni olarak görülmeyecektir. Bu da, insanlar arası yeni bir dilin yaratılması anlamına gelmektedir. Üstelik, Foucault’nun tüm karamsarlığına rağmen iktidarı yaşatmayan bir dil… Kimsenin kendi gücüne ve farklılığına güvenmediğini, ama bundan tüm insanlık adına gurur duyduğunu ve kimsenin başkasının gücü ve farklılığından korku ve tedirginlik duymadığını, ama bundan güven ve mutluluk duyduğunu içeren yeni bir dil… İnsanın insana (öteki’ne) sırtını rahatlıkla dönebildiği bir toplum düşüncesi, her insan kendi adına bu güvenceyi verme cesareti gösteremediğinden, şimdilik ütopya sayılabilir; ama hiçbir zaman lüks sayılamaz.

(1) Russell, Bertrand, İktidar, Çev. Mete Ergin, Cem Y., İst. 1990, s. 268.

(2) Bkz. Bookchin, Murray, Özgürlüğün Ekolojisi, Çev: Alev Türker, Ayrıntı Y., İst., 1994, s. 83, 84, 150, 170-176.

(3) Sünnet vb. bu törenlerin aktarımı ve iktidar bağlamında yapılan bir çözümleme için bkz. Akal, Cemal Bali, Siyasi İktidarın Cinsiyeti, İmge K.Y., Ank., 1994

(4) Bkz. Engels, Friedrich, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev: Kenan Somer, Sol Y., Ank., 1992, s. 70.

(5) Bkz. Russell, a.g.y., s. 35.

(6) Bkz. Erdem, Tuna, “ İktidarı Yemek”, Radikal Cumartesi, 11.7.1998, s.4.

(7) Bkz. Arendt, Hannah, Şiddet Üzerine, Çev: Bülent Peker, İletişim Y., İst.,1997, s. 44.

(8) Akay, Ali, Michel Foucault İktidar ve Direnme Odakları, Bağlam Y., İst., 1995, s. 120, 131.

(9) Akt: Merquior, J.G., Foucault, Çev: Nurettin Elhüseyni, Afa Y., İst., 1986, s. 96.

(10) Bkz. Foucault, Michel, Cinselliğin Tarihi, Cilt 1, Çev: Hülya Tufan, Afa Y., 1993, s. 101, 102.

(11) Foucault, y.a.g.y., s. 99.

(12) Russell, y.a.g.y., s. 265.

(13)Russell, y.a.g.y., s. 278.

(14)Russell, y.a.g.y., s. 280 vd.

(15)Deleuze ve Guattari’nin “Anti-Oedipus;Capitalism and Schizophrenia” adlı yapıtlarından akt. Sarup, Madan, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm, Çev. A.Baki Güçlü, Ark Y., Ank., 1995 (Orj. 1988-1993), s. 115.

(16)Bkz. Game, Ann, Toplumsalın Sökümü, Çev: Mehmet Küçük, Dost K.Y., Ank., 1998, s. 132.

(17) Akt. Game, y.a.g.y., s. 73.

(18) Foucault’nun “Özne ve İktidar” adlı makalesinden akt. Game, y.a.g.y., s. 110, 111.

(19)Russell, y.a.g.y., s. 105.

(20) Russell, y.a.g.y., s. 35.

(21)Ayrı bir çalışmanın konusu olmakla birlikte, toplumun ve toplumsal ilişkilerin de ikinci kişiyle başladığı rahatlıkla söylenebilir. Bununla birlikte, (başlangıç ögesi olarak) ikinci kişinin varlığı toplumu ve toplumsalı zorunlu kılarken, iktidar sürecini zorunlu kılmaz; tabii Foucault gibi, iktidar sürecini mutlaklaştırmıyorsak…

(22) Sağlam durumda olanın avantajlı olması mutlak değildir. Tekerlekli sandalyedeki kişi de, çeşitli istismar yöntemleriyle sağlam kişi üzerinde iktidar kurabilir.

(23)Bu olgunluk, kanımca, yaşamsallık ve buna bağlı olan toplumsal bilinçlilik düzeyine ulaşmış olmaktır; yani iktidarın bir amaç (ve erdem) olarak radikalce reddedilmesidir.

(24)Game, y.a.g.y., s. 73. Foucault, ancak bu yaklaşımıyla yapısalcı nitelendirmesinden kurtulabilirdi.

(25)Yaptırtma süreci, bilindiği üzere ihmalî ya da icraî olabilir. Yani iktidar sahibi (muktedir) ötekine bir eylemi yaptırabileceği gibi, onu hiçbir şey yapmamasını ve seyirci kalmasını sağlayabilir.

(26)Spartaküs’ün “yaşayan bir köle olmaktansa ölü bir özgür olmayı tercih ederim” ya da Mustafa Kemal’in “ya istiklal, ya ölüm!” sözlerini anımsayınız.

(27 )Marx, Karl; Friedrich Engels, Kutsal Aile, Çev: Kenan Somer, Sol Y., Ank., 1994, s. 58.

(28) Bkz. Bookchin, Toplumsal Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizm mi, Çev: Deniz Aytaş, Kaos Y., İst., 1998, s. 80 vd.

(29)“Ortadan kalkma” deyiminden, bu kişi ya da grupları belirleyen insan ögesinin fiziki olarak yok olmasını değil; bu kategoride tanımlanan insanların toplumsal iktidarın yarattığı barış atmosferinde eğitilerek, bu tanımlamanın dışına çıkmalarını kastetmekteyim.

(30) Kendini toplumsal(cı) anarşist olarak tanımlayan Bookchin de, bu durumu (freedom from…/…den özgürlük) gerçek bir özgürlük olarak saptamakta ve özgürlüğü her şeyi yapma (freedom to…/…(her)şeye özgürlük) serbestliği olarak algılayan bireyci/ yaşam-tarzı anarşistlerinden ayrılmaktadır (Bkz. Bookchin, Toplumsal Anarşizm mi…, s. 15).

(31)Tekeli, İlhan, Tarihyazımı Üzerine Düşünmek, Dost K.Y., Ank., 1998, s. 88. Yeni bir hiyeraşi kurmak için değil, hiyerarşileri ortadan kaldırmak için modeller üretmenin gereğini vurgulayan Bookchin’in aynı doğrultudaki yaklaşımları için bkz. Bookchin, Özgürlüğün Ekolojisi, özellikle s. 36, 45, 73, 81, 483.

 

Kaynak: Birikim Dergisi (Sayı: 118-Şubat 1999)

Makro İktidar, Mikro İktidar ve Hukuk yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Aydınlanma Felsefesinin Ceza Adalet Sistemine Etkileri ve Şiddetin Eleştirisi

$
0
0

Adalet ve hukuk. Gerilimli ilişkiye sahip iki kavram. Bu gerilimin yarattığı dinamizm ve kuşku, adaletin görünür olmasının da aynı zamanda sigortası. Günümüzün en popüler bu iki kavramı hem siyasal hem de hukuksal alanda sıkça kullanılmaya başlandı. Fakat içerik bakımından dinamik, kuşkucu ve eleştirel tartışmalara rastladığımızı söylemek pek mümkün değil.

Bu eksikliği bir nebze olsun giderebilmek ve tartışmaya doğru bir kanaldan katkıda bulunmak için güzel bir makaleyi sizlerle paylaşıyoruz. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Gökhan Gökulu’nun 2014 yılında Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi’nde yayımlanan makalesi, modern liberal demokrasi anlayışının hukuk ve iktidar  ilişkisindeki çelişkisini  tartışırken günümüz adalet tartışmaları için de bir referans veriyor: “Adalet kanunlara duyulan koşulsuz güven tesis edildiğinde değil,  kanunların adaleti sağlama işlevi sürekli olarak sorgulandığı ve her tekil durumda meşruiyeti arandığı ölçüde gerçeklik kazanır.”

Sonuç bölümünden bir paragrafı da aşağıda sizlerle paylaşıyoruz. Hemen altındaki pencerede  makalenin tamamına pdf olarak erişebilirsiniz. Keyifli okumalar.

Adalet ve hukuk arasında gerilimli bir ilişki bulunmaktadır. bu gerilim hukukun gerisinde yatan güç ve şiddet unsurunun kendisini meşru kılmak adına adalet olgusunu araçsallaştırmasından kaynaklanmaktadır. Siyasal iktidarların hukuku baskı aracı olarak kullanmak istediği dönemlerde hukuk ve adalet arasındaki mesafe de açılmaya başlar. Adalet bir yönergeler kurallar ve normlar bütünü olarak önceden belirlenen bazı prosedürlere uyma zorunluğuna tabi olabilir. Adaletin gerçekleşme alanı önceden hesaplanabilir öngörülebilir kanunların tesis edilmesidir. Bununla birlikte kanunla ilgili prosedürlerin genelgelerin ve kuralların hayata geçirilmesi kanun ve güç arasındaki ilişki dolayısıyla adaletin sağlanacağı anlamına gelmemelidir. …..Kanunların doğruluğun ve adil olanın sarsılmaz ve değiştirilemez tek aracı olarak mitleştirilmesi adaleti değil, siyasal iktidarların uyguladığı hegemonyanın meşrulaştırılmasını sağlar. Adalet kanunlara duyulan koşulsuz güven tesis edildiğinde değil, kanunların adaleti sağlama işlevi sürekli olarak sorgulandığı ve her tekil durumda meşruiyeti arandığı ölçüde gerçeklik kazanır.”

Aydınlanma Felsefesinin Ceza Adalet Sistemine Etkileri ve Şiddetin Eleştirisi yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Hukuk Yorumdur

$
0
0

‘ Hukuk, yorumdur.’ Bu, hukuk hakkında bir iddiadır. Bir şeyin, başka bir şey olduğunu söylemektir. İndirgeyici bir ifadedir. Öyleyse, primafacie, yanlıştır. Zira bir şey ancak kendisi olabilir, başka bir şey değil. Bir şeyin başka bir şey olduğunu söylemek, eğer doğru olacaksa, bu iki şey arasında bir kaplam-içlem, parça-bütün ilişkisi iddia etmek olabilir. Yahut da söylenen, bir şeyin asli unsurunun, yapıtaşının, hakiki mahiyetinin başka bir şey olduğudur. ‘ Hukuk, yorumdur ‘, hukuka dair bir anlayışın ancak yorum kavramı önce çıkarıldığı takdirde kâmil bir anlayış olabileceğini iddia ediyor.

İndirgeyici ifadeler yanlıştır. İndirgeyici ifadeler, elmalarla armutları eş gösterir: ikisi de meyvedir; ikisi de ağaçta yetişir; ikisi de vs. vs. Hermenötik bize, tanımlardan kaçmayı öğretir. Çünkü tanımlar indirgeyicidir. İndirgeyici olmayan ama doğruluğundan şüphe de duyulamayan tanımlar totolojidir. Ama totolojiler hiçbir şey öğretmez. Anlayışımız tanımlarla derinleşmez. Hermenötik bize sözcüklerin, cümlelerin ve paragrafların; kişilerin ve grupların; olayların ve durumların; çevrelerine ve tarihlerine bakmayı öğretir. Hermenötik, anlamın dölyatağı olarak bağlamı işaret eder.

Bağlam, ilişkidir. Birlikte varoluştur. Yananlamdır. Çağrışımdır. Metafordur. Bağlam karmaşık bir ilişkiler ağına işaret ederken bir yandan anlamı bulanıklaştırır, ama aynı anda, varoluşun katmanlarını açık etmekle anlayışı berraklaştırır. Bağlama bakarak kesinlik derecesi yüksek yargılar inşa edemezsiniz. Ama bağlamı hesaba katmadan kurulmuş kesinlik iddiasında bulunan yargılar mevcuttur; ne ki bu yargılar bırakınız kesinliği veya doğruluğu, anlam açısından dahi fakirdirler. Anlama ve anlayışa ulaşmanın bedeli, kesinlikten vazgeçmektir.

Bağlamı dikkate almak, sözcüğün, olayın, durumun öncesine ve sonrasına bakmaktır. Bağlamı dikkate almak, sözcüğe, olaya ve duruma bakanın kendisine de bakmaktır. Hermenötik bu yüzden, Tanrıya öykünmektir. Tanrısal bakışa ulaşamayacağını bile bile yapılan bir öykünmedir bu; nafile bir çabadır; ama anlayışın ve kavrayışın –yahut idrakin ve vukufiyetin- sınırlarına bir kez gelen, geri dönemeyeceği, bir taraftan hayret diğer taraftan haşyetle, bir taraftan zevk ve neşe diğer taraftan korku ve endişe ile seyre daldığı bir ummanın karşısında bulur kendini. Filozof o yüzden dalgındır, şair o yüzden kibirli, yazar o yüzden endişeli. Ve eğer filozof dalgın değilse filozof değildir, şair kibirli değilse şair, yazar ise endişeli değilse yazar değildir.

Hermenötik, indirgeyici ifadelerden kaçmayı öğretir öğretmesine ama bizi aynı kavram hakkında birden fazla indirgeyici ifade kullanmaya zorlar. Bir kavram, bir olgu aynı anda pek çok indirgeyici ifade ile anlatılabilir ve bunların hepsi aynı anda geçerlidir. Bu tutum, maddenin dünyasına meydan okumaktır. Maddenin dünyası, özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkânsızlığı ilkelerini, mantığın, yani anlamlılığın temeli olarak kabul etmiştir. Oysa maddenin dünyasına meydan okurken durulan yer, mânânın/tinin dünyasıdır.

Mânânın dünyası hakkında konuşmak, yine de, maddi bir iştir. Hermenötik, burada da Tanrıya öykünür. Arafta olduğu halde, mânâ adına konuşur. Ama konuşmakla maddi bir iş yapmaktadır. Dilin sınırlarını aşmaya çalışır. Zira dilin sınırları, dünyanın sınırlarıdır. Yapabildiği ve yapabileceği, ancak ve ancak sınırları genişletmek ve dili esnetmektir. Bir dil kullandığı sürece, belki bilir belki bilmez, arafta kalmaya mahkûmdur. Derviş, bu yüzden konuşmaz.

Bağlamla, metaforla ve çağrışımla aynı kavram hakkında üretilen birden fazla sayıdaki indirgeyici ifade, provokatiftir. Düşünceyi harekete geçirir. Alışkanlıklardan vazgeçmeye zorlar. Yoksul anlam dünyamızı zenginleştirir; konusuna boyut kazandırır.

‘ Hukuk, yorumdur.’ derken, yorum dikkate alınmadan hukuk hakkıyla anlaşılamaz denmiş olur. Hukukun kurucu, yapıcı yahut yaratıcı unsuru/faktörü yorumdur.

Kelimelere bakarken kalkış noktamız, gündelik dil olmalıdır. Gündelik dil, konuşma imkânıdır. Gündelik dil keyfidir; isimlerin, işaret ettikleri şeylerle doğal bir ilişkisi yoktur. Ama bizim için konuşmayı mümkün kılan tek şey o keyfiliktir. Dilin doğası keyfidir, ama konuşan için dil zorunludur. Gündelik dilin kesinlikle reddettiği bir anlamlama ilişkisi, dil oyunundan çıkıldığını gösterir. Söz konusu olan; dilin kullanımında hata yapılması değil, dilin dışına çıkılmasıdır.

Hukuk, hukuk kelimesinin kullanılabildiği bütün dil oyunu pratiklerinin bağlamları neye işaret ediyorsa, odur. Hukuk o yüzden, şiddettir: cop kullanan polistir, silahına davranan jandarmadır, hapistir, cezadır. Hukuk o yüzden zulümdür: kişinin iradesi rağmına verilen cezadır, şehir merkezindeki evimin bahçesine meyve ağacı dikemememdir; cebimdeki kâğıt parayı yırtıp atamamamdır; ölümümden sonra malımın mülkümün ne olacağına kayıtlanmadan karar veremememdir. Hukuk o yüzden babadır: saldırgana karşı güvencemdir; hırsıza korku salandır; eşkıyaya dur diyendir. Hukuk o yüzden anadır: yoksulu zengine karşı koruyabilecek, hastaya düşküne el uzatabilecek, kimsesiz kalmış olana aş ve yuva verebilecek olandır. Hukuk o yüzden, kuraldır: emredendir, izin verendir, yasaklayandır. Hukuk o yüzden, yargılayandır: yargıçtır, savcıdır, avukattır, mahkemedir, yüksek mahkemedir, en yüksek mahkemedir. Hukuk o yüzden, karardır: boşanma kararıdır, tazminat kararıdır, hapis cezası kararıdır. Hukuk o yüzden infazdır: götürüp hapse atmaktır, para cezasını tahsil etmektir. Hukuk o yüzden icradır: hukukun karı koca ilan ettiği kişilerin, artık karı koca olmadığının devlet görevlileri tarafından bilinmesidir; tahliye kararına rağmen evi boşaltmayan kişinin eşyalarının kapının önüne konmasıdır; mahkemenin velayet kararına rağmen çocuğu teslim etmeyen kişinin elinden çocuğunun alınmasıdır. Ve hukuk yine şiddettir, yine zulümdür, yine babadır, yine anadır vs.

‘ Hukuk, yorumdur.’ iddiası, hukuku, yukarıdakilerle birlikte dile getirilmemiş daha pek çok dil oyunu pratiği bağlamı içinde, özellikle ‘ hâkimin uygulama iddiasında olduğu şey ‘ olarak ele alıyor. Hâkim, hukuku uygular. Hukuk, hâkime hukuku uygulamasını söyler. Hâkimin, hukuku uygulaması gerekir. Hâkimden beklentimiz hukuku uygulamasıdır. Hâkim bir karar verdiğinde, hukuku uyguladığını söyler. Kararın gerekçesi, hukukun kendisidir. Ama kararın kendisi de hukuktur. Hukuk, sürekli kendini yaratan bir garip tanrıdır.

Hâkimin uyguladığı/uygulamak zorunda olduğu/uyguladığı iddiasında olduğu/uygulamasını beklediğimiz şey olarak hukuk, kuraldır: emirdir, yasaktır, izindir, ehliyettir, kabiliyettir, ruhsattır, imkândır. Hukukun kural oluşu, göze çarpan ilk olgudur. Yani hâkim kuralı uygular; hukuk kuralını. Hâkimden hukuk kuralını uygulamasını bekleriz. Hâkimden başka şeyi değil de, hukuk kuralını uygulamasını isteriz. Hukuk da öyle ister.

Hukuk kuralı, harflerden, sözcüklerden oluşur. Hukuk kuralı madde dünyasına aittir. Yazılıdır. Dün taş levhalara, sonra deri parçalarına, sonra papirüslere… Bugün kâğıtlara, bilgisayar ekranlarındaki bilgisayar uygulamalarına… Ama yazılıdır. Gösterilerek teşhis edilebilir. Vardır, ya da yoktur. Hoş, hukukçular sorun çözmede değilse bile, sorun çıkarmada mahirdirler. Yazılı bir kuralın uygulanıp uygulanmayacağı dahi tartışma konusu olabilir.

Asıl soru, hâkimin uyguladığını iddia ettiği şeyin ne olduğu? Hukuk kuralı, yazılıdır. Ama uygulanan, birtakım semboller değil, o sembollerin anlamıdır. Yazılı olan kuraldır, ama uygulanan kuralın anlamıdır. Farklılığa işaret etmek üzere, alıştığımız dil oyununa bir çomak sokalım ve hukuk kuralının anlamına norm diyelim.

Peki, kural ve norm arasında terminolojik bir ayırım gözetmek bir ihtiyacın ürünü mü, yoksa bir fantaziden mi ibaret? Bir ihtiyaçtan öte zorunluluk, zira hukukçular, yaptıkları diğer pek çok ilginç şey yanında bir de şunu söylerler: hukuk kuralının anlamı açık değilse yorumlanır. Böylece, hukuk kuralı, anlam ve yorumlanmış hukuk kuralı veya yorumla ulaşılmış anlam gibi çok katmanlı bir yapı ortaya çıkar. Hâkim her hâlükârda hukuku uygulayacaktır. Peki ya yorumlamak icap ettiğinde uyguladığı şey hukuk mudur, yoksa başka bir şey midir? Hukuk kuralının anlamını, norm olarak belirler, hâkimin hukuku uygulamasından kastın hukuk normlarının uygulanması olduğunu söylersek, sorun çözülmüş olur.

Hukuk kuralı ve norm farklılığı, hukuka dair kavrayışımızın derinleşmesi için de zorunlu. Aynı zamanda, hukukun yorum olduğu iddiasını da mümkün kılıyor. Zira hâkimin uyguladığını iddia ettiği hukuk kuralı, olgusal bir varlık olarak gösterilebilir. Ancak uygulamak durumunda kalındığında, hukuk kuralına atıf yapmakla yetinilmiş olsa dahi, muhakeme zinciri, hukuk kuralının o bağlamdaki anlamını yansıtmak üzere yeniden ifade edilmek durumundadır. Esasında kural ile kuralın anlamı olan norm arasındaki farklılığı gözlemlemek için, bu kadar dolambaçlı bir yola girmektense, belli bir pozitif düzenlemeyi ele alan hukuk incelemelerine, ders kitaplarına, hukuk makalelerine bakmak yeterlidir. Topu topu 30-40 cümlelik hukuk kuralı için, 1000 sayfalık bir kitap yazılabilir. Eğer hâkimler tarafından uygulanan hukuk kuralı ise, bu koskoca kitaplarda yazılanlar nedir? Pek tabii ki söz konusu kitaplar, konuları olan hukuk kurallarının anlamı hakkındadır.

Yorum, zorunlu olarak, birden fazla anlamın imkânına işaret eder. Her metin yoruma tabidir, zira yorum, anlam vermedir. Dolayısıyla her metne birden fazla anlam verilebilir. Üstelik bu mümkün yorumlar birbirleriyle çelişebilir. Yorumun doğruluğu sorunu çetin bir sorundur. Bu noktaya daha sonra döneceğiz. Şimdilik üzerinde durmamız gereken, hukuk metinlerinin ilk bakışta vaad ettiklerinden çok daha fazla anlama sahip olduklarıdır.

Basit bir hukuk kuralını alalım: ‘Nişanlanma evlenme vaadiyle olur.’ İlk olarak şunu söylemeliyiz: Bu ifade, hukuk eğitimi almamış bir kişiye anlamsız gelmiyorsa, bunun tek nedeni, ifadenin doğal dilin aşina olunan kelimeleriyle oluşturulmuş olmasındandır. Doğal dilin bilgisine sahip kişi, kelimelere kendi anlam dünyasında yarattığı bağlama dayanarak bir anlam verir. ‘Nişanlanma’, ‘evlenme’, ve ‘vaat’ kelimelerinin, gündelik dildeki anlamları ve bu anlamların mümkün olduğu bağlamlar, biz farkında olmadan ifadeye verdiğimiz anlamı yaratır. Hukukçunun sahip olduğu anlam dünyası farklıdır. Sözgelimi bu kuralın Medeni Kanun’da yer aldığı, Medeni Kanun’da belli bir kısımda yer aldığı bilgisi, ifadeye verilen anlamı etkiler. Üstelik nişanlanmaya bağlanan hukuki sonuçlar, nişanlanmanın evlenmeyle ilişkisi gibi başka bağlamlar da devreye girer. Hukuk eğitimi sırasında, nişanlanmayla, nişanlanmanın hukuki sonuçlarıyla ilgili olarak öğrenilen örnekler, ifadeye verilen anlamı yaratan bağlamlardır.

Nişanlanma evlenme vaadiyle olur.’ kuralı, hukukçular tarafından, ilk bakışta gözlemlenemeyen pek çok anlamı içerir şekilde anlaşılır. Sözgelimi, nişanlanmanın ancak karşı cinsler arasında söz konusu olabileceği, aralarında evlilik yasağı olan kişilerin nişanlanamayacakları, zaten evli olan bir kişinin bir başkasıyla nişanlanmış sayılamayacağı, bir nişan töreni yapılmamış dahi olsa nişanlanmanın varolabileceği, nişanlanmanın varolmasından bahsedilebilmesi için her iki tarafın da evlenme iradesinin bulunması gerektiği, evlenme iradesinin açıkça sözle dile getirilmesine gerek olmadığı ve böyle bir iradeyi gösterdiği kabul edilen eylemlerle de ortaya konabileceği gibi anlamlar, hukukçulara göre bu kuralda mündemiçtir. ‘Hukukçulara göre’ ifadem yanıltmamalı, saydığım ve saymadığım anlamların hepsi hakkında hukukçular arasında tam bir uzlaşma yoktur. Sözgelimi, eğer taraflar arasında bir nişan töreni yapılmışsa, bazı hukukçular nişanlılığı bu törenden itibaren başlatırken, bazı hukukçular nişanlanma için karşılıklı evlenme iradesinin yeterli olduğunu söyleyerek nişanlılığın başlangıç anı için bu karşılıklı iradenin varolduğu anın tespitinin gerekli olduğunu söylerler. Hukuk kuralı ile normu farklılığından kastedilen, işte bu durumdur: Hâkim, aynı cinsten kişilerin karşılıklı evlenme iradesi beyanlarına dayanılarak nişanlılık ilişkisi olduğunun iddia edildiği bir davada, evet, ‘Nişanlanma evlenme vaadiyle olur.’ hukuk kuralına atıf yapmakta, ancak ‘Aynı cinsten kişiler nişanlanamaz.’ hukuk normunu uygulamaktadır.

Uygulamada, karara bağlanması gereken uyuşmazlığa ait somut olgular, anlamı yaratan bağlamın bir parçası olarak ortaya çıkar. Uygulama öncesinde kuralın anlamı hakkında söylenen her şey, hayali, varsayılmış bağlamlara veya başka mahkemeler tarafından görülmüş davalardaki farklı bağlamlara gönderme yapar. Ama somut bir dava uygulaması, kendi bağlamına sahiptir. Her davanın kendi bağlamını yaratması, her davada yeni bir hukuk normu yaratılma imkânını ortaya çıkarır. Ama işler hiç de öyle yürümez. Hakim öncelikle, önündeki davayı daha önce varsayılmış veya farklı bağlamlara sahip olsa bile bir mahkeme tarafından görülmüş davaya mümkün olduğunca benzetmeye çalışır. Benzetmede başarılı olduğunu düşündüğü takdirde de kararını o yönde verir. Ve esasında, uygulamada, benzetme işlemi çoğunca, hem de haklı bir şekilde başarıyla sonuçlanır. Zira yepyeni bir bağlama sahip olay, hâkimin önüne nadiren gelir. Hukukçuların ‘kuralın anlamı açık değilse yorum yapılır’ deyişi, bu yepyeni bağlama sahip olaylar içindir. Hâlbuki her olayda yorum yapılır: bazılarında alışkanlıklar yol göstericidir, bazılarında ise yol gösterecek bir alışkanlık yoktur.

Hukuk kuralı ile hukuk normunu ayırmak, uygulananın hukuk normu olduğunu hatırlatmak, hukuk normunun ise hukuk kuralının anlamı olduğunu tespit etmek, alışkanlıklara dayanarak karar vermeyi alışkanlık haline getirmiş hâkimleri rahatsız etmelidir. Alışkanlıklarla karar veren hâkim, esasında karar verme eyleminde bulunmamakta, başka bir kararı yinelemektedir. Oysa gerçeklik dünyasında, tarafları etkileyen yeni bir karar söz konusudur. Alışkanlıkla verilen kararın gerekçesi artık hukuk normu kendisinin değil, hâkimin başka kişi ve kurumlara duyduğu güvendir. Oysa davanın tarafları hâkime güvenmek ister ve hâkimin başkasına duyduğu güvenle ilgilenmezler. Hâkimin hâkim olarak varlık koşulu, en basit, en sıradan gördüğü davada bile kararını bizzat vermektir. Bu varlık koşulu, aynı zamanda ahlaki eylemi de işaret eder. “Yargı etiği” başlığı altında söylenen sözler, kararı bizzat verme gerekliliğiyle birlikte, lafı güzaf haline geliverir.

‘Hukuk yorumdur.’ ifadesi, ‘Hukuk nedir?’ sorusuna cevap olmayı da iddia eder. Bu soruya verilmiş elbette pek çok cevap var. Bunların bir kısmı belli başlıklar altında toplanabilir özelliklere sahip olmuşlar ve geleneksel olarak tartışma konusu yapılmışlar. Kısa ve kaba bir özet verecek olursak: Bir kısmı hukukun özünü dinde, ahlakta, evrenin düzeninde, aklın gerektirdiğinde bularak, insan yapımı kuralların ancak bunlara uymuş olmakla hukuk ismini almaya hak kazanabileceklerini söylemişler. Başkaları ise, hukuk, iktidarın yarattığı kurallardır; bu kurallar bir toplumda iktidarın zor kullanma aygıtlarının desteğiyle etkin olarak uygulanıyorsa, bir hukuk düzeninin varlığından bahsedebiliriz iddiasında bulunmuşlar. Bazıları da meselenin uygulama olduğunu söylemiş ve mahkemelerin yarattığı uygulamaya hukuk demek gerektiğini söylemişler. ‘-mişli geçmiş zamanla’, bir masal gibi anlattım bunları; çünkü hukukun yaratıcı, kurucu unsurunun yorum faaliyeti olduğu dikkate alınmadan inşa edilecek bir hukuk teorisi, eksik kalmaya mahkûmdur. Bir hukuk teorisi, ancak bir yorum teorisi olarak anlamlı olabilir. Zaten bir olgu olarak varolan kuralların yorumuna dair bir şey söylemedikten sonra, olguya var demenin ne anlamı olabilir? Varolan bir şeyin varlığını şüpheli göstermek ise, nasıl bir iddiadır? Ve hâkimi hukuku uygulayan bir kişi olarak görürken, kendi yaratacağı şeyin aynı zamanda uygulaması gereken şey olduğunu söylemek neyle neyi karıştırmaktır?

Her metnin birden fazla yoruma açık olması, çetin bir sorunu, yorumun doğruluğu sorununu doğurur. Yorum kaypaktır, oynaktır, kaygandır; ele avuca gelmez. Edebi bir metinde yorum imkânının genişliği, edebi zevki artırır. Doğru yorum hakkında konuşmak, edebi faaliyetin bir varyasyonudur. Edebi metinlerin doğru yorumuna ulaşmamış olmanın hayatımıza bir etkisi yoktur. Ama hukuk eğer şiddetse, zulümse, güvenlikse ve şefkatse; sorun edebiyattakinden farklıdır. Zira yorum öldürebilir, hakkımı elimden alabilir, özgürlüğümü kısıtlayabilir, iflas ettirebilir, çocuğumdan ayırabilir ve bunların dolaylı etkileriyle hayatım altüst olabilir. Bu sonuçlara ancak, yorum doğru olduğunda katlanılabilir.

Bir hukuk teorisi, ancak bir yorum teorisi olarak olanaklıdır ve bu yorum teorisi, doğru yorumu tartışma konusu yapan bir teori olmalıdır. Bir yorum teorisi olarak hukukun yorumsal bir faaliyet olduğu tespitinde bulunarak kenara çekilmek, hukuk hakkında bir teori olma iddiasında bulunabilir, ama hukuk teorisi olma iddiasında bulunamaz.

Bir yorum teorisi, doğru yorumun peşine düşebilir. Ne var ki bu çaba, nafiledir. Hukuki sorunlar için bulunabilecek yahut daha önceden formüle edilmiş ‘tek bir doğru cevap’ yoktur. Öyleyse bir yorum teorisi olarak hukuk teorisi, seraptan mı ibarettir?

Yorum teorisi olarak hukuk teorisi, karar verme teorisidir. Karar verme, bir akıl yürütmedir. Akıl yürütmenin doğruluğu, çok uzun süredir, mantık sorunu olarak görülegelmiştir. Ne var ki o mantık da, olgulara dayanan muhakemenin mantığıdır. Klasik mantık, doğru düşünmenin yolunu gösterememiştir. Anlayışımızı derinleştirememiştir, zira mânâ, maddeyi anlamanın araçlarıyla ele geçirilemez. Klasik mantık ve geleneksel doğruluk kuramları, pratik muhakeme için bir çözüm getirememiştir; pratik muhakemeye ya ilgisiz kalmış yahut da onu olgular hakkında konuşmaya benzetmeye çalışmıştır.

Hukukta anlam verme faaliyeti, zorunlu olarak, pratik yani ahlaki bir muhakemedir. Çokça söylendiği gibi ahlaki yargılara doğru-yanlış değerleri yüklenemez. Hâlbuki hukuk metnine anlam verildiği zaman bir norm yaratılmış olur. Norm ne yapılması gerektiğini söyler. Bu haliyle norm daima değer yüklüdür. Değerlerle muhakemede klasik doğruluk anlayışına yer yoktur.

Çözüm, doğruluktan, tek doğruluktan, mutlak doğruluktan, kesin doğruluktan vazgeçmektir. ‘Doğru’ karar yerine ‘düzgün’ karar amaçlanmalıdır. Düzgün karar verme, ispatlamaya, tanıtlamaya değil, argümantasyona dayanır. Argümantasyon, argümanlarla delillendirmedir. Argümantasyon, doğru sonuçları garanti etmez; ama düzgün kararları ve makul sonuçları üretebilir. Argümantasyon bir süreçtir; diyalogdur; müzakeredir. Dolayısıyla uzlaşmadır. Tarafların değil, fikirlerin ve iddiaların uzlaşması.

Tarafların iddiaları hâkime ulaşır. Hâkime ulaşan süreçte, hâkimi ikna etmeye yönelmiş iddialar bir diyalog şeklinde yapılandırılır. Diyalogu dinleyen hâkim, karar vermek üzere yeni bir argümantasyonu yaratıcısıdır. Hâkimin argümantasyonu kendi kendisiyle yaptığı bir diyalogdur. Diyalog, karşı görüşleri temsilen hâkimin zihninde gerçekleşir. Diyalogu sonlandıran hâkim kararını açıklarken, artık taraflardan bütün kamuoyuna uzanan geniş bir dinleyici kitlesine hitaben konuşmaktadır. Kararını açıklayan, açıklarken bu kararı savunan, savunmak için çeşitli deliller getiren hâkim, hiç bitmeyecek bir diyalogun ilk adımını atmıştır.

Bir hukuk teorisi olarak yorum teorisi, doğru yorumun teorisi olarak argümantasyon teorisi, müzakerenin, diyalogun asgari koşullarını belirler. Diyalogun yürütüldüğü doğal dilin grameri, hukukçular cemaatinin değer yargıları, dâhil olunan kültürün kodları, bir ideoloji olarak bu asgari koşulların köşe taşlarını oluşturur. Hukuk teorisinin konusu, söz konusu ideolojinin analizidir. Bu yüzden hukuk teorisi, kısmen genel ama kısmen de zorunlu olarak yerel ve tarihseldir.

  • Bu yazı, Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Topluluğu’nca 27 Mart 2012’de, Uludağ Üniversitesi Prof. Dr. Mete Cengiz Kültür Merkezi’nde düzenlenen Hukuk Söylemi başlıklı panelde sunulan tebliğin yazılı halidir.

– Bu yazı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuasından alınmıştır (Cilt:72, Sayı:1 2014).

Hukuk Yorumdur yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Belediyelerin Organlarına “Kayyım” Atamaları Üzerine Bir Değerlendirme

$
0
0

Merkezi yönetim ile yerel yönetim arasındaki ilişki her daim gerilimli oldu. Fakat 2016 yılında ilan edilen Olağanüstü Hal ile birlikte artık bu ilişkiyi gerilim adı altında tarif etmek çok hafif kalır. Vesayet makamlarının yerel yönetimler üzerinde neredeyse hiyerarşik bir amir konumuna yükseldiğini söylemek daha doğru olur. Bakın verilere;  88 belediye başkanı görevden alındı ve yerlerine vali yardımcıları ve kaymakamlar getirildi. 46 belediye başkanı cezaevinde. 151 belediye meclisi üyelerine yerine başka kişiler atandı. Bu, konunun yönetsel boyutu. Bir de işin siyasal tarafı var; atama yapılan 88 belediye başkanının 81’i Demokratik Bölgeler Partisi’nden. Sözü daha fazla uzatmadan, yakın zamanda bu konuya ilişkin yazılmış en kapsamlı makalelerden birini ilginize sunuyoruz. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi’nde yayımlanmış olan makalenin yazarları Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyeleri Prof. Dr. Ruşen Keleş ve Dr. Can Giray Özgül.

Giriş

Türkiye’de 15 Temmuz 2016 günü gerçekleşen darbe girişimi ile birlikte ülkenin tümünde yönetsel düzeyde bir değişim meydana gelmiştir. Hükümet tarafından hayata geçirilen hukuki düzenlemeler sonucunda, ekonomik, toplumsal ve siyasal gelişmelerin yanında, belediyeleri ilgilendiren bir gündem de doğmuştur. Devlet örgütlenmesi içinde yaşanan bu değişimin yerel yönetimlere de doğrudan yansımaları olmuştur.

Gerçekleşen bu değişimlerin temelinde olağanüstü hal ilanı yer almaktadır. Anayasa’nın 120. maddesi ile 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu’nun 3. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin verdiği yetkiye dayanılarak, ülkenin tümünde 21 Temmuz 2016 tarihinden itibaren 90 gün süreyle olağanüstü hal ilan edilmesi, Milli Güvenlik Kurulu’nun tavsiye kararı üzerine 20 Temmuz 2016 tarihinde Bakanlar Kurulunca kararlaştırılmıştır.

Anayasa’nın 120. maddesi, “şiddet olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması” gibi nedenlerle olağanüstü hal ilan edilebilmesine olanak tanımaktadır. Buna göre; “Anayasa ile kurulan özgür demokrasi düzenini veya temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ilişkin ciddi belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları nedeniyle kamu düzeninin ciddi olarak bozulması durumunda, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Millî Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra, ülkenin bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilan edebilir”. Olağanüstü hal ilanının ardından Hükümet, Anayasa’nın 121. maddesine dayanarak çok sayıda Kanun Hükmünde Kararname (KHK) aracılığıyla çeşitli düzenlemeler gerçekleştirmiştir.

1 Eylül 2016 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 674 sayılı KHK ile Olağanüstü Hal döneminde belediyeler ile ilgili önemli değişiklikler gerçekleşmiştir. Kamuoyunda sıklıkla “belediyelere kayyım atanması” olarak sözü edilen düzenlemeler hayata geçirilmiştir. Makale çerçevesinde, bu konuya ilişkin hukuki düzenlemeler ve uygulamaları incelenecektir. Öncelikle, kayyım kavramının içeriği, çıkarılan KHK’lar ile yerel yönetimler karşısında merkezi yönetimin güçlendirilmesi, ardından vesayet makamının belediye başkanlarını atama kararlarından yola çıkılarak yerel özerklik konusu tartışılmıştır.

Kayyım Kavramı

Türk Dil Kurumu (TDK) Sözlüğü’ne göre “kayyum”, “belli bir malın yönetilmesi veya belli bir işin yapılması için görevlendirilen kimse”dir. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığının yayımladığı İslam Ansiklopedisi’nde kayyum sözcüğünün “İslami bir kavram ve Allah’ın adlarından biri” olduğu belirtilmektedir. Yine İslam Ansiklopedisi’ne göre, “kayyım” sözcüğünün, geniş anlamıyla, hakim tarafından kısıtlı, gaip vb. kişiler adına hukuki tasarrufta bulunmak üzere tayin edilen kimseleri anlatmak üzere kullanılan bir sözcük olduğu belirtilmektedir.1 Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’deki güncel gelişmeler açısından belediyelerle ilgili olarak gerçekleştirilen düzenlemelerde “kayyum” sözcüğü yerine, doğru kullanım olan “kayyım” sözcüğünün kullanılması yeğlenmelidir.

Nitekim, Türk hukuk mevzuatı içinde de kayyım sözcüğü kullanılmakta; Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu, Türk Medeni Kanunu, Türk Ticaret Kanunu, Bankacılık Kanunu, Vergi Usul Kanunu, Vakıflar Kanunu gibi temel hukuk metinleri incelendiğinde, hepsinde kayyım sözcüğünün kullanımının tercih edildiği anlaşılmaktadır. Türk Medeni Kanunu’nun 403. maddesine göre, kayyım, belirli işleri görmek veya malvarlığını yönetmek için atanır. Kayyım kanunda belirtilen durumlarda, gerçek hak sahibinin yetersizliği, haklarını kullanamaması gibi nedenlerle, onun yerine temsilci olarak, bir malı yönetmek ya da bir işi görmek üzere atanan kişi olarak tanımlanmaktadır. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 133. maddesinde ise, “suçun bir şirketin faaliyeti çerçevesinde işlenmekte olduğu hususunda kuvvetli şüphe belirtilerinin varlığı ve maddi gerçeğin ortaya çıkarılabilmesi için gerekli olması halinde; soruşturma ve kovuşturma sürecinde, hakimin veya mahkemenin, şirket işlerinin yürütülmesiyle ilgili olarak kayyım atayabileceği” kurala bağlanmıştır

Kayyım konusuna ilişkin olarak, biri Özel Hukuk’u, diğeri de Kamu Hukuku’nu ilgilendiren iki farklı kanun incelendiğinde, göze çarpan ilk hususun, kayyımların gerçek kişiler ya da özel hukuk kurallarına tabi tüzel kişiler olduğu görülür. Gerçek kişilere ve şirketlere ilişkin hukuksal durumlar için kullanılan kayyım kavramının yerel yönetimler için kullanılıp kullanılamayacağı oldukça tartışmalıdır. Kamuoyunda sıklıkla “belediyelere kayyım atanması” olarak tartışılan konu, aslında “terör ve terör örgütlerine yardım ve yataklık” suçlamasının yapıldığı durumlarda, çeşitli nedenlerle görevine devam edemeyecek olan belediye başkanlarının yerine “vesayet makamınca” atama yapılmasıdır.

Güncel tartışmalarda yer alan iki farklı hukuki durum, işlerin ve malvarlıklarının yönetilebilmesi için ilgili kişilerin yerine bir atamanın yapılması nedeniyle, birbirine benzetilmekte ve her ikisi için de “kayyım” kavramı kullanılmaktadır. Ancak, iki durumun birbirinden farklılıkları bulunmaktadır. İlk olarak, yukarıda değinildiği gibi, özel hukuka tabi gerçek ve tüzel kişiler için kullanılan bir kavramın, Yönetim Hukuku içinde yer alan belediyeler için kullanılması hukuki açıdan sorun yaratabilir. İkinci olarak, kayyım atamaları mahkeme kararlarıyla gerçekleştirilmektedir. Oysa, ilgili belediyeler için yapılan kayyım atamaları, merkezi yönetim tarafından ve herhangi bir yargı kararına dayanılmaksızın yapılmaktadır. Üçüncü bir nokta da, vesayet makamlarına, yerel yönetim birimlerinin yerine geçip işlem yapma yetkisinin Yönetim Hukuku içinde istisnai durumlarda da olsa tanınmış olmasıdır.2 Kamu Hukuku çerçevesinde bu amaçla kullanılabilen bir kavram ve kurum varken, Özel Hukuk’tan aktarılan başka bir kavramın (kayyım) bu alanda kullanılması doğru değildir.

Dolayısıyla olağanüstü hal döneminde KHK’lar yoluyla değişime uğrayan merkezi yönetim ve yerel yönetimler arasındaki ilişkilerin gerçek niteliği kayyım kavramı çerçevesinde değerlendirilmek yerine, vesayet ve yerel özerklik kavramları üzerinden incelenmelidir.

Kanun Hükmünde Kararnameler ve Yerel Yönetimler

Belediye başkanlıklarına vesayet makamınca atama yapılmasına ilişkin ilk yasama girişimi “Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” ile başlamıştır. Bu tasarıda, “terör” suçu nedeniyle görevden uzaklaştırılan belediye başkanı, başkanvekili ve meclis üyelerinin yerine İçişleri Bakanı ve vali tarafından görevlendirme yapılmasına yönelik bir düzenleme yer almaktaydı.

İlk kez 2 Ağustos 2016’da TBMM’ye sunulan bu kanun tasarısı, 25 Ağustos 2016’da TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilmiş ve 7 Eylül 2016’da yürürlüğe girmiştir. Görevden uzaklaştırılan yerel seçilmişlerin yerine vesayet makamınca başkan vekili ve meclis üyesi görevlendirilmesine ilişkin madde, görüşmeler sırasında muhalefet temsilcilerinin itirazları üzerine tasarı metninden çıkarılmıştır. Kanun metninden çıkarılan ilgili düzenleme, genişletilmiş kurallarla birlikte, 4 Eylül 2016’da çıkarılan 674 sayılı KHK ile yürürlüğe sokulmuştur. 674 sayılı KHK hem Belediye Kanunu’nda, hem de İçişleri Bakanlığı Teşkilat Kanunu’nda çeşitli düzenlemeler yapmıştır. Kamuoyunda belediye başkanlıklarına yerine görevlendirme yapılması biçiminde öne çıkarılan düzenleme, aslında belediye meclis üyelerini de kapsamaktadır. Ancak yerel yönetimlerin özerkliğine doğrudan bir müdahale olarak gerçekleşen atamalara ilişkin bir düzenleme olmanın ötesinde, KHK’da yerel yönetimlerin varlık nedenlerine müdahale olarak yorumlanabilecek biçimde, Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlıkları’nın (YİKOB) güçlendirilmesiyle ilgili kurallar da bulunmaktadır.

Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlıkları, ilk kez 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı On Dört İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Yedi İlçe Kurulması Hakkında Kanun’da yer almış ve 30 büyükşehirde kurulmuştur. 6360 sayılı kanunla birlikte büyükşehir belediyesi kurulan yerlerde il mülki sınırları ile büyükşehir belediye sınırları birleştirilmiş ve daha çok kırsal alanlarda çalışmalar yapan İl Özel İdareleri kaldırılmıştır. YİKOB’un kurulmasıyla, büyükşehirlerde İl Özel İdareleri’nin kaldırılmasından kaynaklanabilecek kentsel hizmet aksaklıkların önlenmesi amaçlanmıştır. Bu başkanlıklar merkezi yönetimin temsilcisi olan valinin sorumluluğu altında görevlerini yerine getirmektedir.

674 sayılı KHK’da yer alan düzenlemeler ile birlikte YİKOB’un yetkileri ve mali kaynakları arttırılarak kendilerine tüzel kişilik verilmiştir. Daha önce İl Özel İdareleri’nin sahip olduğu, ilin gereksinmeleri çerçevesinde, gerektiğinde her türlü yatırımı ve kamu hizmetini yapma yetkisi, yeni kurulan YİKOB’a devredilmiştir. Bu bakımdan, yönetsel anlamda bir merkezileşme yaşandığı söylenebilir. Başkanlıklar kendilerine tanınan görev ve sorumlulukların yanında, bakanlıklar ve diğer merkezi yönetim kuruluşlarının isteği doğrultusunda ilde yapılacak yatırım, yapım, bakım ve onarım işlerini de üstlenebilmektedirler. Bunların yanında, en önemli yenilik, “ildeki kamu kurum ve kuruluşlarınca yürütülmesi gereken yatırım ve hizmetlerin aksadığının ve bu durumun halkın sağlığını, huzur ve esenliğini ve kamu düzeni ile güvenliğini olumsuz olarak etkilediğinin tespit edildiği durumlarda”, YİKOB’lar aracılığıyla bu hizmetleri valilerin yerine getirebileceğine ilişkin kuraldır (KHK, m. 35). Başkanlıkların yetkilerinde ve mali kaynaklarında yapılan düzenlemelerle birlikte düşünüldüğünde, kamu hizmetleriyle ilgili bir aksamanın ortaya çıkması durumunda, valilerin, yatırımların ve hizmetlerin yapılmasını diğer kamu kurum ve kuruluşlarından beklemek yerine YİKOB’lar aracılığıyla yapacağını varsaymak yanlış olmaz.

Bu savı destekleyen bir diğer nokta da, Belediye Kanunu’nun 57. maddesiyle getirilen hizmetlerde aksama konusuna ilişkin yeni düzenlemelerdir. Normal koşullarda, hizmetlerde yaşanan bir aksamanın ortaya çıkması durumunda, İçişleri Bakanının başvurusu üzerine, öncelikle Sulh Hukuk Yargıcı tarafından bu durumun tespit edilmesi durumunda, belediye başkanından hizmetin yerine getirilmesi istenir. Bu isteğin yerine getirilmediği durumlarda, valinin yetkili kılınması söz konusudur. Bu maddeye 674 sayılı KHK ile eklenen ayrıksı bir kuralla, terör ve şiddet olaylarıyla mücadelenin olumsuz olarak etkilendiği ya da etkileneceği durumlarda, yargı kararına gerek duyulmaksızın, doğrudan vali tarafından, aksayan hizmetlerin belediyelerden alınıp valinin belirleyeceği kamu kuruluşları tarafından yerine getirileceği belirtilmektedir (KHK, m. 39). Diğer değişikliklerle birlikte düşünüldüğünde, YİKOB’ların bu tip ayrıksı durumlarda doğrudan yetkilendirilebileceği söylenebilir.

Her ne kadar genel kurallara ek olarak, ayrıksı durumlarda uygulanmak üzere getirilmiş olsa da, bu değişiklik hukuki yönden sorunludur. Mahkeme kararına dayanmaksızın hizmetin aksadığını saptamak ve seçimle işbaşına gelmiş bir belediyenin yerine geçerek kamu hizmetlerini üstlenmek, 1982 Anayasası‟nda yer alan temel yönetim ilkesi olan “İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır” ilkesi ile çelişmektedir. Çünkü yerinden yönetim kavramı, “kanunlar uyarınca oluşturulmuş yönetim organlarının, yine kanunların belirlediği ya da merkezi yönetime bırakılmamış bir takım işlevleri görebilmeleri için tüzel, siyasal ve akçal yetkilerle donatılmaları” anlamına gelmektedir (Keleş, 2016: 27). Gerçekleştirilen düzenleme ile birlikte, merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasında, kanunla yerel yönetimlere bırakılmış bir takım işlevlerin merkezi yönetim tarafından üstlenilmiş ve Anayasa’da belirtilen amaçlarla kullanılması öngörülen vesayet denetiminin ötesine geçilerek bir hiyerarşik ilişki kurulmuştur.

İl Özel İdareleri’nin kaldırılarak yerlerine 30 büyükşehir belediyesinde, merkezi yönetimin denetimi altındaki kuruluşlar olan YİKOB’ların getirilmiş olması yönetim yapısındaki merkezileşmenin bir göstergesidir. Olağanüstü Hal döneminde yapılan son değişiklik sonucunda, merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasındaki ilişkinin niteliğinde merkezileşme yönünde oldukça güçlü bir değişiklik ortaya çıkmıştır. Yerel yönetimlerin yetki alanındaki bu daralmalar, yukarıda belirtilen, hizmetlerde aksama olması durumuna ilişkin düzenleme ile birlikte ele alındığında, bu koşullarda, yerel yönetimlere duyulan güvensizlik açıkça görülmüş olur. Bu güvensizliğin bir başka boyutu da seçilmiş yerel yöneticilere karşı olan güvensizliktir.

Vesayet Makamınca Belediye Organlarına Kayyım Atanması

674 sayılı KHK’da, seçimle işbaşına gelmiş yerel yöneticilere karşı olan güvensizliğin en temel göstergelerinden biri, vesayet makamlarına, görevlerinden alınan belediye başkanları ve belediye meclis üyeleri yerine atama yapabilme yetkisinin verilmesidir. Normal koşullar altında, Türkiye’de belediye başkanının görevinin son bulmasına ilişkin koşullarla ilgili kurallar Anayasa’da (m. 127) ve Belediye Kanunu’nda (m. 45 ve 46) yer almaktadır.

Anayasa’nın 127. maddesinde, “mahalli idarelerin seçilmiş organlarının, organlık sıfatını kazanmalarına ilişkin itirazların çözümü ve bu sıfatı kaybetmeleri konusundaki denetimin yargı yolu ile olacağı” belirtilmektedir. Ancak, görevleri ile ilgili bir suç nedeniyle haklarında soruşturma veya kovuşturma açılan yerel yönetim organlarını veya bu organların üyelerini, İçişleri Bakanı, geçici bir önlem olarak, kesin karar verilinceye kadar görevlerinden uzaklaştırabilir. Fakat bu hukuk kuralının verdiği yetkinin istenmeyen yerel yöneticiler aleyhine sonuçlar doğuracak biçimde kullanılmasını önlemek için söz konusu kararın her iki ayda bir yenilenmesi gerekmektedir.

Normal koşullar altında belediye başkanlığı görevinin son bulması, belediye başkanı istifa ettiğinde, seçilme yeterliliğini yitirdiğinde ya da hakkında kesinleşmiş mahkumiyet kararı bulunduğunda gerçekleşir. Bu ve benzer durumlarda, seçilmiş üyelerden oluşan belediye meclisleri, üyeleri arasından yeni bir başkan seçerler. Bu kuralın tek istisnası, Belediye Kanunu’nun 46. maddesinde yer alan “belediye başkanlığının herhangi bir nedenle boşalması ve yeni belediye başkanı veya başkan vekili seçiminin yapılamaması durumunda, seçim yapılıncaya kadar, belediye başkanlığına büyükşehir ve il belediyelerinde İçişleri Bakanınca, diğer belediyelerde ise, vali tarafından görevlendirme yapılacağı”na ilişkin kuraldır.

Kanun koyucu, belediye başkanlarının seçilme yeterliliklerini yitirdiği durumlarda, Belediye Kanunu’na göre belediye meclisinin, belediye başkanının seçim dönemini aşacak biçimde kamu hizmetinden yasaklanma cezası alması durumunda bir “başkan”; başkanın görevden uzaklaştırılması, tutuklanması veya seçim dönemini aşmayacak biçimde kamu hizmetinden yasaklama cezası alması durumunda ise bir “başkan vekili” seçeceğini belirtmektedir (m. 44). 674 sayılı KHK’nın 38. maddesinde yer alan düzenlemedeyse belediyelerde, seçilmiş kişilerin terör veya terör örgütlerine yardım ve yataklık suçları nedeniyle görevden uzaklaştırılması veya tutuklanması ya da kamu hizmetinden yasaklanması veya başkanlık sıfatı veya meclis üyeliğinin sona ermesi gibi durumlarda yerlerine seçilme yeterliliğine sahip kişilerin görevlendirileceği belirtilmektedir. Bu görevlendirmeyi vesayet makamı olarak, büyükşehir ve il merkezi belediyelerinde İçişleri Bakanı, diğer belediyelerde de vali yapar.

Yürürlükteki kurallara bakıldığında, 674 sayılı KHK ile getirilen yeni düzenlemenin terör veya terör örgütlerine yardım ve yataklık suçlarıyla sınırlandırıldığı görülür. Bu bakımdan, seçilmiş yerel temsilcilerin görevlerine devam etmelerine engel oluşturan başka durumlarda, genel kural seçimlerin yenilenmesidir. Yeni düzenlemeyle, terör suçlarında bu genel durumu uygulamak yerine, ayrıksı olan atama yoluna gidileceği kurala bağlanmıştır. Dolayısıyla, vesayet makamının atama yapma yetkisi “terör” konusu ile sınırlı olan ayrıksı bir düzenlemedir.

Kanun koyucu terörle bağlantılı olduğu gerekçesiyle görevden uzaklaştırılan veya tutuklanan bir belediye meclisi üyesinin istifa etmesi durumunda da yeni düzenlemeyle getirilen kuralların uygulanacağını belirtmiştir. Terör faaliyetleri ile bağlantılı olan durumlarda, yalnızca belediye başkanlarının değil, tüm seçilmiş yerel yöneticilerin yerlerine atama yapılacağı konusunda kesin bir tavır ortaya konulmuştur. Öyle ki, bu düzenlemeler çerçevesinde atama yapılan belediyelerde, belediye işlerinin seçilmiş yerel yöneticilere bırakılmaması için, belediye meclisinin, encümenin ve komisyonların görev ve yetkilerinin ancak encümenin memur üyeleri tarafından yerine getirilebileceği belirtilmiştir. Bu düzenleme, belediye encümeninde yer alan seçilmiş üyelerin encümenin yerine getirdiği işlerden el çektirildiği anlamına gelmektedir. Bunun gibi, bütçe ve muhasebe iş ve işlemlerinin valilik onayı ile Defterdarlık veya Mal Müdürlüğü’ne devredilmesinin de önü açılmaktadır. Bu durumda, yerel özerkliğin önemli ölçüde sınırlandığı söylenebilir. Çünkü, Belediye Kanunu’na göre, yeniden seçim yapılıncaya kadar, belediye işleri ancak atanmış memurlarca yürütülür (m. 31). Belediye işlerinin herhangi bir süre öngörülmeksizin seçilmişlerin elinden alınması Anayasa’da yer alan yerinden yönetim ilkesine de aykırı bir durumdur.

Buna ek olarak, belediyelerin ve bağlı yönetimlerin olanaklarını terör veya şiddet olaylarına doğrudan ya da dolaylı destek sağlamak amacıyla kullanmaktan sorumlu olan belediye çalışanlarının vali veya kaymakam tarafından görevlerinden uzaklaştırılabileceği ve yine ancak bu makamlarca görevlerine yeniden getirilebileceği belirtilmiştir. Yönetim biliminin genel ilkelerine göre, bir kurumda görevli çalışanlarla ilgili işlemler kurum amiri tarafından yapılır. Belediyelerdeki çalışanların, kendilerinin amiri olan belediye başkanlarınca aracılığıyla görevden alınması yerine doğrudan vesayet makamınca görevden uzaklaştırılması kurum içindeki hiyerarşiyi de sarsar. Ancak daha önce de değinildiği gibi, yerel yöneticilere karşı duyulan güvensizlik esas alınarak yapılan KHK düzenlemelerinin, vesayet makamının aldığı görevden uzaklaştırma kararlarına karşı belediye başkanlarının direnme olasılığını önlemeyi amaçladığı anlaşılmaktadır.

Belediye Kanunu’nda, hizmetlerin aksaması durumunda, hizmetlerin yerine getirilmesi amacıyla belediyenin araç, gereç, personel ve diğer kaynaklarının kullanılmasına ilişkin bir düzenleme yer almaktadır (m. 57). 674 sayılı KHK ile birlikte, kanunda yer alan bu düzenlemenin bir adım ötesine geçilerek, terör ile ilişkili olduğu valiliklerce belirlenen belediyelerin veya bağlı kuruluşlarının taşınır mallarına el konulması kuralı da getirilmiştir.

Terör konusunda KHK’yla yapılan son düzenlemedeyse, KHK’nın yürürlüğe girmesinden önce gerçekleştirilen yönetsel bir işlemle görevden uzaklaştırılmış olan belediye başkanı, başkan vekili ve meclis üyelerinin yerlerine seçim yapılmış olsa bile, yeni düzenleme esaslarınca yerlerine on beş gün içinde vesayet makamı tarafından atama yapılacağı belirtilmiştir. Seçilmiş yerel meclislerin yaptığı bir seçimin sonucunu kanun kuralıyla yok saymak yerel özerklik anlayışı ile bağdaşmamaktadır. Ancak bunun daha ötesinde, yapılan bir hukuki düzenlemenin geriye yürümezliği ilkesi de çiğnenmiş olmaktadır. Evrensel hukuk düzeninde, yürürlüğe giren hukuk kurallarının geriye yürümeyeceği koşulu ilk ve en temel hukuk ilkelerinden biridir.

674 sayılı KHK ile belediyelerin destek oldukları terör eylemlerine ilişkin bu kadar geniş düzenlemeler yapılmasına karşın, terör eylemi ve şiddet kavramları yeterince açık biçimde tanımlanmamıştır. Bu kavramlar oldukça farklı bağlamlarda kullanılabilmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi, terör eylemleri ve şiddete ilişkin olarak yargısal denetim, oluşturulan denetim mekanizmasının dışında bırakılmaktadır. Seçimle işbaşına gelmiş yerel temsilcilerin kesinleşmiş bir mahkeme kararı ile cezalandırılmış olmaksızın görevden uzaklaştırılması söz konusudur. Siyasal iktidarın değerlendirmelerinin mahkeme kararlarının yerini alması sonucunda, her zaman yetkinin kötüye kullanılabileceği durumlar ortaya çıkabilir.

Olağanüstü Hal Döneminde Belediyelere Yönelik Uygulamalar

674 sayılı KHK’nın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren geçen süre içinde, çoğunluğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki 88 belediye başkanı ve 151 belediye meclis üyesi İçişleri Bakanınca görevden uzaklaştırılmış ve yerlerine vesayet makamlarınca başkan vekili ve meclis üyesi görevlendirilmiştir. Terör nedeniyle görevden uzaklaştırılan 88 belediye başkanından 46’sı tutuklu, 25’i tutuksuz, 2’si firari, 4’ü adli denetim koşuluyla serbest, 7’si gözaltında, 2’si serbest ve 2’si hakkında da yakalama kararı olmak üzere yargılanmaktadırlar. Terör nedeniyle görevden uzaklaştırılan 151 belediye meclis üyesinden 4’ü tutuklu, 120’si tutuksuz, 5’si firari, 10’u adli denetim koşuluyla serbest, 1’i gözaltında, 5’i serbest ve 6’sı hakkında yakalama kararı olmak üzere yargılanmalarına devam edilmektedir (İçişleri Bakanlığı, 2017: 1-6).

İçişleri Bakanlığının bu konuya ilişkin olarak hazırlamış olduğu raporda, terör suçları kapsamında görevden uzaklaştırılan belediye başkanlarının görevlerinden uzaklaştırılma nedenleri gerekçeleri ile birlikte açıklanmaktadır. Gerekçelerin büyük bir kısmında, belediyelerin finansal güçlerini ve hizmet araçlarını kullanarak bölgelerinde şiddet olaylarına doğrudan ya da dolaylı olarak katıldıkları belirtilmektedir. Gerekçeler incelendiğinde;

  • Terör örgütü üyesi olmak,
  • Terör örgütü propagandası yapmak,
  • Terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüte bilerek ve isteyerek yardım etmek,
  • Kolluk güçlerine saldırıda bulunmak,
  • Kamu mallarına zarar vermek,
  • Silahlı örgüt kurmak ve yönetmek,
  • Milis işbirlikçisi olarak eylemler yürütmek,
  • Terör örgütüne eleman kazandırmak,
  • Halkı güvenlik güçleri ile savaşması için iç savaşa çağırmak,
  • “Demokratik özerklik” olarak adlandırılan yeni bir devlet sistemine destek açıklaması yapmak,
  • Devletin birliğini ve ülkenin bütünlüğü bozmaya yönelik çalışmalarda bulunmak,
  • Kanun dışı toplantı ve gösteri yürüyüşleri düzenlemek, yönetmek ve bunların hareketlerine katılmak,
  • Suçu ve suçluyu övmek,
  • Belediye araçlarının (iş makinası vb.) çalışanlarıyla birlikte terör amaçlı eylemlerde kullanılmasına izin vermek,
  • Kanuna aykırı olarak çok sayıda silah bulundurmak,
  • Tehlikeli maddeleri izinsiz olarak bulundurmak veya el değiştirmesini sağlamak,
  • Terörizmin finansmanın önlenmesine ilişkin kanuna aykırı davranmak ve terör örgütüne mali destek sağlamak gibi konular öne çıkmaktadır (İçişleri Bakanlığı, 2016: 5-12).

Terör ve şiddet olaylarına doğrudan veya dolaylı olarak katılan belediye başkanları ve belediye meclis üyeleri ile ilgili olarak verilen görevlerinden uzaklaştırılma kararlarının hukuki açıdan haksız olup olmadığı tartışılabilir. Çünkü, belediye başkanları kamu görevlileridir. Hukuki statüleri ve işlevleri diğer tüm kamu görevlileri gibi genel kurallar çerçevesinde belirlenmektedir. Devlet Memurları Kanunu, Türk Ceza Kanunu ve diğer hukuki düzenlemelerdeki kurallarla bağlıdırlar. Kamu görevlilerinin yönettikleri kaynaklar ve araçlar ancak kamu yararı amacıyla kullanılabilir. Bu nedenle, hukuk kurallarının dışına çıkıldığı durumlarda, kamu görevlilerinin –seçilmiş dahi olsalar– görevlerinden uzaklaştırılmaları doğaldır.

Öte yandan görevden uzaklaştırılan belediye başkanlarının ve belediye meclis üyelerinin yerine yenilerinin atanmasıyla ilgili kararların arkasındaki nedenler çok net ve tümüyle haklı değildir. Türkiye’de belediye organlarında başkan vekili ve meclis üyesi görevlendirilmesi yapılan yerlerde, merkezi yönetim, belediye meclislerine, görevden uzaklaştırılanların yerine yeni belediye başkanı ya da belediye başkan vekili seçme şansı tanımamıştır. İçişleri Bakanlığının raporuna göre, 3 büyükşehir belediye başkanı, 6 il belediye başkanı, 44 ilçe belediye başkanı ve 13 belde belediye başkanı ile 40 il belediye meclis üyesi, 54 büyükşehir ilçe belediye meclis üyesi, 46 ilçe belediye meclis üyesi ve 11 belde belediye meclis üyesinin yerine vesayet makamlarınca görevlendirme yapılmıştır. 674 sayılı KHK’dan kaynaklanan yetkilerin kullanıldığı belediyelerde boşalan görev yerlerine atananlar ezici çoğunlukla vali yardımcıları ya da kaymakamlardan oluşmaktadır.

Tablo 1. 674 Sayılı KHK Gereğince Görevlendirilen Belediye Başkan ve Belediye Meclis Üye Sayıları

 

İçişleri Bakanınca görevlendirilen

 

Valilerce görevlendirilen

Büyükşehir Belediye Başkanı: 3

 

İlçe Belediye Başkanı: 44

 

Büyükşehir İlçe Belediye Başkanı: 22

 

İlçe Belediye Meclis Üyesi: 46

 

Büyükşehir İlçe Belediye Meclis Üyesi: 54

 

Belde Belediye Başkanı: 13

 

İl Belediye başkanı: 6

 

Belde Belediye Meclis Üyesi: 11

 

İl Belediye Meclis Üyesi: 40

 

Kaynak: İçişleri Bakanlığı, 2016: 1; İçişleri Bakanlığı, 2017: 1-13.

Bu durum, siyasal iktidarın, kentlerdeki seçilmiş yerel temsilcilere olan derin güvensizliği ile çok yakından ilgilidir. Ayrıca, siyasal iktidar, terör ve şiddet eylemlerine karışmış yerel temsilcilerin değiştirilmesi için yerel seçimlerin yenilenmesi yoluna gitmeyi de düşünmemiştir. Bu tür bir seçeneğin düşünülmemesi, belediye başkanlarına ve belediye meclis üyelerine olan güvensizliğin yanında, seçmenlere yönelik olumsuz bir bakış açısının var olduğunun da bir göstergesidir.

Bu konunun, yönetsel bir konu olan yerel özerklik sorunu olmasının ötesinde daha büyük siyasal boyutları vardır. Terör örgütleriyle oldukça yakın ilişkisi olduğu gerekçesiyle görevden alınan ve yerlerine kayyım atanan 88 belediye başkanının 81’i Demokratik Bölgeler Partisi’nin3 (DBP) üyesidir. Diğer belediye başkanlarının 4’ü Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), biri Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve 2’si bağımsızlardan oluşmaktadır. Benzer şekilde görevden alınan ve yerlerine kayyım atanan 151 belediye meclis üyesinin 124’ü DBP üyesi kişilerden oluşurken 11’i AK Parti, 7’si bağımsız, 5’i MHP, 3’ü Halkların Demokratik Partisi (HDP), 1’i Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) üyesidir. Terör eylemleri nedeniyle hakkında hukuki süreçler başlatılan yerel temsilcilerin çoğunluğunun DBP’li olması, federal sistem tartışmaları ile bağlantılı olarak devam etmektedir. Çünkü DBP’nin siyasal izlencesinin ana amaçlarından biri, devletin üniter yapısını federal bir yapıya dönüştürmektir (DBP, 2008: 1). Dolayısıyla, seçilmiş organlar yerine vesayet makamınca kayyım atamaları yapılması yalnızca yerel demokrasi sorunu olmaktan öte anlamlar da taşımaktadır. Ülkenin siyasal gündemindeki bu tür yaşamsal konuların çözüm yeri yerel yönetim birimleri değil, ulusal meclis, yani TBMM’dir.

HDP, söz konusu atamalara ilişkin olarak yaptığı açıklamasında, “yerel yönetimlere ilişkin uygulamaların iktidarda olan AK Parti’nin, bu belediyelerin bulunduğu coğrafyada siyasi dengeyi kendi lehine değiştirmek için olağanüstü hal fırsatını kullanmaya çalıştığı” tezini savunmuştur (HDP, 2016). Vesayet makamlarınca atama yapılan yerleşim yerlerinde, 2014 yılında yapılan yerel seçimlerin sonuçlarına göre, DBP’li belediye başkanları en az %39,08 ve en çok %81 oy almışlardır. Bu yerleşim yerlerinde, DBP’nin genel oy ortalaması %50’nin üzerindedir. AK Parti bu yerleşim yerlerinde ikinci sırada olmakla birlikte, oy oranları arasında oldukça büyük fark vardır.

CHP adına Genel Başkan Yardımcısı Seyit Torun bu konuya ilişkin olarak, yeni düzenlemenin gerisindeki en temel neden, var olan görevden uzaklaştırma biçimi ve yarattığı sonuçların AKP’nin istediği türden bir değişimi görevden almaya konu olan belediyelerde yaratamayacağı kaygısıdır. Çünkü AKP, bu tür suçlamalara konu olan belediye başkanlarını görevden almak derdinde değildir, yapılmak istenen bu belediyelerin, sandık dışında ele geçirilmesidirbiçiminde bir görüş belirtmiştir (www.chp.org.tr, 2016). Buna göre, KHK ile yapılan düzenlemelerin halkın huzurunun korunması ve terör eylemlerinin önlenmesi amacının dışında siyasi kaygılarla yaşama geçirildiği görüşü ana muhalefet partisince dile getirilmektedir. Bu konuda, CHP’nin terör olaylarının engellenmesi amacıyla yapılan görevden uzaklaştırmalara karşı olmadığı; ancak, iktidarın bazı belediyeleri seçim yöntemi dışında kalan yollarla yönetmek istemesine karşı olduğu anlaşılmaktadır.

Türkiye Belediyeler Birliği (TBB) ise, belediyelere kayyım atanmasına ilişkin olarak hazırladığı görüşlere yer verilen yazanakta, belediye organlarında başkan vekili ve meclis üyesi görevlendirilmesinin bu belediyelerin özerkliklerinin korunmasına ve belediye hizmetlerinin halkın çıkarı doğrultusunda yapılmasına yardımcı olduğu savı ileri sürülmüştür (TBB, 2017: 7-8). Bu görüşün savunulmasındaki temel dayanak, terör örgütünün, belediyelerin sahip olduğu yetkileri zorla sınırlandırması ve zayıflatmasıdır. Yerel özerkliğe zarar veren bu durumun, terör örgütünün gücünü kıracağı düşünülen kayyım atamaları yoluyla ortadan kaldırılması sonucunda belediyelerin sahip oldukları olanakların belde halkının çıkarları doğrultusunda kullanılacağı düşünülmektedir.

Değerlendirme

Türkiye’de 2016 yılının ikinci yarısında Olağanüstü Hal’in ilan edilmesinden sonra, KHK’lar aracılığıyla gerçekleştirilen düzenlemeler hukuki olarak da tartışmalara yol açmıştır. Bu düzenlemelerin Olağanüstü Hal bittikten sonra da yürürlüğünün devam edip etmeyeceği tartışmalıdır (Türmen, 2016). 674 sayılı KHK ile gerçekleştirilen düzenlemelerle Belediye Kanunu’na eklenen, yerel yöneticiler yerine vesayet makamlarınca atama yapılabilmesine ilişkin kural, olağanüstü hal sonrasını da kapsamaktadır. Ancak, hukuk metodolojisine ilişkin tartışmalara ek olarak eleştirilmesi gereken en önemli konu, belediyelere yönelik uygulamaların yerel demokrasinin temel ilkeleri ve Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın düşünsel özü ile uyum içinde olmamasıdır. Şart, yerel özerklik kavramını tanımlarken, yerel hizmetlerin “doğrudan, eşit ve genel oya dayanan gizli seçim sistemlerine göre serbestçe seçilmiş üyelerden oluşan ve kendilerine karşı sorumlu yürütme organlarına sahip olabilen meclisler veya kurul toplantıları tarafından kullanılacaktır” ifadesini kullanmaktadır (Keleş, 2016: 542).

Genel hukuk kuralları çerçevesinde, eğer bir belediye başkanı ya da meclis üyesi terör ve şiddet eylemlerini gerçekleştirmiş ise, görevden uzaklaştırılması doğaldır. Ancak, görevden uzaklaştırılan bu kişilerin yerine gelecek kamu görevlilerinin tekrar seçimle belirlenmesinde zorunluluk vardır. Ülkenin içinde bulunduğu olağanüstü koşullarda seçimlerin yapılmasının olanaksız olduğu ve bu nedenle atama yapmanın bir zorunluluktan kaynaklandığı varsayımı akla daha yatkın görülmektedir. Nitekim daha önce de değinildiği gibi, Belediye Kanunu’nda bu durumu düzenleyen kurallar vardır (m. 46). Ancak, ilgili KHK düzenlemesinde yerel yönetim birimlerine atanan kamu görevlilerinin görev süreleri belirtilmemekte ve Olağanüstü Hal’in kalkması ile birlikte seçimlerin gerçekleştirileceğine ilişkin bir kural da yer almamaktadır. Bu nedenle, vesayet makamlarının görevlerine son verilen seçilmiş yerel temsilcilerin yerine atama yapması yerel özerklik kavramının özü ile çelişmektedir.

Sonuç olarak, denilebilir ki, demokratik düzenlerde terör ve şiddet ile bağlantısı olan hiçbir kamu görevlisinin veya seçilmiş temsilcinin görevde kalmasına olanak yoktur. Kamu hizmetlerini yerine getiren kişilere ve kurumlara bu türden bir suçlamanın yöneltildiği durumlarda, suçun belirlenmesi ve cezalandırılması ancak mahkemelerin yetki alanı içinde olan konulardır. Özellikle, yerel yönetimler söz konusu olduğunda, korunması gereken yerel özerklik ilkesi konusunda daha titiz olunması şarttır. Türkiye’de uygulamaya konan son KHK düzenlemeleriyle birlikte yönetsel yapı içinde yer alan vesayet makamları, yerel yönetimler üzerinde neredeyse hiyerarşik bir amir konumuna yükseltilmişlerdir. Kanımızca, demokratik sistemleri terör, şiddet ve benzeri tehditlerden korumaya çalışırken de demokratik yönetim ilkelerinin, temel insan hak ve özgürlüklerine saygının ve hukukun üstünlüğü gibi evrensel ilkelerin dışına çıkılmamalıdır.

 

KAYNAK          : Ankara Üniversitesi SBF Dergisi,  Cilt 72, No. 2, 2017, s. 299 – 313

DİPNOTLAR    :

  1. TDK sözlüğü ile İslam Ansiklopedisi arasındaki bu fark, temelde TDK’nın dil politikasından kaynaklanmaktadır. Farsça ve Arapça kökenli sözcükler eğer Türkçe’ye geçişlerinde biçim ile anlam değişikliğine uğramışlarsa, Türkçe’ye yerleştikleri şekilde kullanılmaları tercih edilmektedir. Kayyum sözcüğünün de böyle bir sözcük olduğu kabul edilerek Sözlük’te bu haliyle yer aldığı anlaşılmaktadır.
  2. Belediye Yasası’nın 57. maddesi ve İl Özel İdaresi Kanunu’nun 40. maddesinde yerel hizmetlerde aksama olması durumunda vesayet makamının yargı kararına dayanarak, yerel yönetimlerin görev ve sorumluluk alanında bulunan hizmetleri yerine getirebileceği düzenlenmektedir. Ayrıca Belediye Kanunu’nda 2008 yılında yapılan bir değişiklikle tüzel kişiliği sona eren belediyelerde vesayet makamlarına hizmetlerin aksamaması için koordinasyon sağlama ve gerekli tedbirleri alma yetkisi verilmiştir.
  3. Kürt Siyasal Hareketi, 2014 Yerel Seçimleri’ne Türkiye’nin doğu illerinde Demokratik Bölgeler Partisi adıyla, batı illerinde ise farklı fraksiyonları temsil eden sol partilerin ortaklaşa kurdukları Halkların Demokratik Partisi çatısı altında girmiştir.

KAYNAKÇA:

Avrupa Konseyi (1985), European Charter of Local Self-Government (Strasburg), https://rm.coe.int/168007a088.

Belediye Kanunu (2005), Kanun Numarası: 5393, Kabul Tarihi: 03.07.2005, Resmi Gazete Tarihi: 13.07.2005-25874.

Ceza Muhakemesi Kanunu (2004), Kanun Numarası: 5271, Kabul Tarihi: 04.12.2004, Resmi Gazete Tarihi: 17.11.2004-25673.

Demokratik Bölgeler Partisi (2008), “Parti Tüzüğü”, http://www.yargitaycb.gov.tr/sayfa/faaliyette-olan-siyasi-partiler/1113 (13.12.2016).

Halkların Demokratik Partisi (2016), “We Will Not Concede to the Trustee Coup on Municipalities”, https://hdpenglish.wordpress.com/2016/09/11/we-will-not-concede-to-the-trustee-coup-on-municipalities/ (27.10.2016).

Hill, Dilys (1974), Democratic Theory and Local Government (London: Allen & Unwin).

İçişleri Bakanlığı (2016), Terör Nedeniyle Görevden Uzaklaştırılan Belediye Başkanı ve Meclis Üyeleri Hakkında Bilgi Notu (Ankara).

İçişleri Bakanlığı (2017), 674 Sayılı KHK Gereğince Görevlendirilen Belediye Başkanları ve Meclis Üyeleri Hakkında Bilgi Notu (Ankara).

İçişleri Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun (1985), Kanun Numarası: 3152, Kabul Tarihi: 14.02.1985, Resmi Gazete Tarihi: 23.02.1985-18675.

Keleş, Ruşen (2016), Yerinden Yönetim ve Siyaset, 10. Bası (İstanbul: Cem Yayınevi).

Mengi, Ayşegül (2003), “Freiherr von Stein’ın Modern Kent Yönetimi Anlayışının Gelişimine Katkısı ve 1808 Prusya Kentler Şartı”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 58 (2): 117-132.

Mengi, Ayşegül (2007), “Avrupa Birliği’ne Uyum Sürecinde Yerel Yönetimlerle İlgili Düzenlemeler”, Ruşen Keleş’e Armağan, Cilt 4: Yerellik ve Politika (Ankara: İmge Kitabevi).

Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname (2016), Kanun Hükmünde Kararname Sayısı: 674, Resmi Gazete Tarihi: 01.09.2016-29819 (2. Mükerrer).

Olağanüstü Hal Kanunu (1983), Kanun Numarası: 2935, Kabul Tarihi: 25.10.2016, Resmi Gazete Tarihi: 27.10.1983-18204.

On Dört İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Yedi İlçe Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun (2012), Kanun Numarası: 6360, Kabul Tarihi: 12.11.2012, Resmi Gazete Tarihi: 06.12.2012-28489.

Salihoğlu, Enver (2014), Belediye Başkanları İçin Rehber (İstanbul: Beta Yayınları).

Torun, Seyit (2016), “Belediye Başkanının Görevinden Uzaklaştırılması ve Kayyum Atanmasına İlişkin Değerlendirme”, https://www.chp.org.tr/Haberler/17/genel-baskan-yardimcisi-seyit-torunun-yazili-basin-aciklamasi-27029.aspx (17.10.2016).

Türk Medeni Kanunu (2001), Kanun Numarası: 4721, Kabul Tarihi: 22.11.2001, Resmi Gazete Tarihi: 08.12.2001-24607.

Türkiye Belediyeler Birliği (2017), Terör Suçu Nedeniyle Belediye Başkanı Görevlendirilmesi (Ankara: Türkiye Belediyeler Birliği Yayınları).

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (1982), Kanun Numarası: 2709, Kabul Tarihi: 18.10.1982, Resmi Gazete Tarihi: 09.11.1982-17863.

Türmen, Rıza (2016), “OHAL Kararnamelerinin Hukuksal Sorunları”, http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/588452/OHAL_kararnamelerinin_hukuksal_sorunlari.html (Erişim: 21.10.2016).

Whalen, Hugh (1960), “Ideology, Democracy and the Foundations of Local Self-Government”, The Canadian Journal of Economics and Political Sciences, 26 (3): 377-395.

Wickwar, Hardy (1970), The Political Theory of Local Government (USA: University of South Carolina Press).

Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun (2016), Kanun Numarası: 6745, Kabul Tarihi: 20.08.2016, Resmi Gazete Tarihi: 07.09.2016-29824.

 

 

 

 

 

Belediyelerin Organlarına “Kayyım” Atamaları Üzerine Bir Değerlendirme yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Schmitt Ve Benjamin: İki Olağanüstü Hâl

$
0
0

Münasebetsiz bir Münasebet: Schmitt ve Benjamin

“Destruction of Leviathan” The Holy Bible with Illustrations by Gustave Doré. London: Cassel, Pet-ter, and Galpin, 1866

Schmitt ile Benjamin arasındaki münasebet, Benjamin’in Şiddetin Eleştirisi Üzerine (ŞEÜ) denemesinin (Benjamin, 2010), 1921 yılında, Archiv für Sozialwissenschaft und Sozialpolitik’te yayımlanmasını müteakiben Carl Schmitt’in tebrik mektubuyla başlar (Derrida, 2010, s. 86). İlişkileri elbette bununla sınırlı değildir; Benjamin, doktora sonrası çalışması (Habilitation) olarak yazdığı Alman Trajik Dramasının Kökeni’nde (1928) (Trauerspiels) Schmitt’in Siyasal İlahiyat’ına atıf yapar, bunun yanında, çalışmasındaki fikrî katkılarından ötürü Schmitt’e bir teşekkür mektubu yazar ve bu eserini Schmitt’e sunar (Weber, 1992, s. 5). Bu, kelimenin tam anlamıyla bir skandaldır elbette ve Benjamin’in mektuplarını yayımlarken Adorno ve Scholem’in bu mektupları sansürlemesi de bunun bir skandal olarak algılanmış olduğunu doğrular. Schmitt’in Leviathan okumaları ise Benjamin’e cevap niteliğindedir. Hatta, Trauerspiels’e yanıt niteliğindeki 1938 tarihli Der Leviathan in der Staatslehre des Thomas Hobbes eserinin fark edilmemesinden yakınır (Brederkamp, 1999, s. 261- 2). Ancak Benjamin Tarih Kavramı Üzerine’nin VIII. tezinde olağanüstü hâl kavramını tırnak içinde alıntılar ve Schmitt’in teorisine yanıt verir.

Benjamin de Schmitt gibi siyaset ile hukuk ve hukuk ile yaşam arasındaki ilişkileri konu edinir. Belki de “Schmitt de Benjamin gibi” denilmelidir, bu iki düşünürün birbirini nasıl etkiledikleri hangisinin hangisinden etkilendiği kesin olarak bilinemez; Agamben’e göre, Schmitt’in Siyasal İlahiyat ve Diktatorya eserleri, ŞEÜ’ye bir cevap olarak değerlendirilebilir. Bu düşünürlerden ilki Nazi Almanyasının en büyük teorisyenlerinden biri olarak anılır, diğeri ise Nazi Almanyasının bir kurbanı olarak. Üstelik Schmitt bu tarihsel sahnede faşizmin ideolojik kaynaklarından biriyken, Benjamin bu faşizmin kurbanlarından biridir ve anarşisttir. Bu iki düşünür aynı tarihsel sahneyi paylaşırlar ve bu paylaşımın doğurduğu pek çok sonuç var – liberalizm ve parlamenter demokrasi eleştirileri bu uyuşmanın mükemmel bir örneğini sunar (Weber, 1992, s.5). Ancak iki düşünür arasındaki tarihsel ve kavramsal yakınlıklar Derrida’nın iddia ettiği gibi ortaklık olarak mı okunmalıdır? Zira Derrida (2010), ŞEÜ ile Nazizm arasında kurulabilecek benzeşimlerden “dehşete düştüğünü” ifade eder (s. 133). Yoksa Agamben’in iddia ettiği gibi bu skandalı ters yüz etmek mümkün müdür? Agamben (2010), asıl Schmitt’in egemenlik kuramının Benjamin’in şiddet eleştirisine yanıt olarak okunması gerektiğini söyler. Ona göre, ikisi arasındaki ilişki “varlık etrafındaki devlerin” metafizik savaşındaki düşmanlıktır (s. 173).

Olağanüstü hâl kavramıyla ilgili tartışmalara ve bunun sonuçlarına girişmeden önce Benjamin ve Schmitt’in hukuk ve iktidara ilişkin görüşlerine yer vermek iki düşünürün karşılıklı kuramlarının anlaşılması için faydalı olacaktır. Bu amaçla önce Benjamin’in sonra Schmitt’in görüşleri ve devamında iki düşünürün olağanüstü hâl ile ilgili düşünceleri incelenecektir.

Şiddet, Hukuk, Şiddet: Eskimeyen Döngü

Benjamin’in hukuk, şiddet ve bunlar arasındaki ilişkiye dair düşünceleri ŞEÜ’nün ana temasını oluşturmaktadır. ŞEÜ, Gewalt sözcüğünün Almancadaki iki anlamlılığına atıf yaparak meşru güç/şiddet arasındaki ayrıma yönelik bir sorgulama niteliği gösteriyor. Gewalt sözcüğünün şiddet, iktidar ve meşru güç (Devlet iktidarı/şiddeti için “staatsgewalt”, “yargı gücü” için “richterliche Gewalt” gibi) anlamları vardır. Bu anlamda, Türkçedeki şiddet kelimesinin kullanımın aşan bir şekilde Gewalt sözcüğü, norm, yasa ya da kural gibi kavramları belirleyen iktidara da gönderme yapar (Derrida, 2010). Elbette eleştiri yalnızca bu lengüistik yakınlık üzerine kurulmuş değil ancak konuşmak ile yasa koymak arasındaki benzerlik(1) metnin temalarından birini oluşturuyor. Dil ile istisna arasındaki ilişki egemenliğin yapısının anlaşılması açısından önem taşıyor. Hegel’e referansla şöyle yazıyor Agamben (2001): “Dil, daimi bir istisna durumunda, hiçbir şeyin dilin dışında olmadığını ve dilin daima kendi kendini aştığını ilan eden egemendir.” (s. 33) ancak buna ilerleyen bölümlerde değinilecek. Şimdi Benjamin’in şiddet ile hukuk arasında kurduğu ilişkiyi incelemeye devam edelim.

Bir araç olarak şiddet, herhalde ya hukuk kurucudur (rechtssetzende) ya da hukuk koruyucu (rechtserhaltende) (ŞEÜ, s.29). Hukuk kurucu şiddet, kendi ilkesinin yasa olarak dayatılması, sınırın çizilmesi ya da performatif koyutlama olarak görünür hâle gelir. Sınır çizmek nomosun ilk anlamına yapılan atıfla daha anlaşılır hâle gelecektir. Buna göre nomosun ilk anlamı olarak sınır çizme, toprakların bölüşülmesi, çit çekilmesi, mekânın bölüşülmesi olarak karşımıza çıkar (Günsoy Kaya, 2010, s. 89 vd). Burada doğal amaçlara yönelmiş bir şiddetten söz edilebilir. Amaca yönelik güç kullanımı, gücün yöneldiği özne üzerinde iktidar yaratılmasıdır. Hukuk da amaca yönelik bir güç kullanımı olarak yargılananın üzerinde kurulan egemenlikten başka bir şey değildir. Hukuk kurucu şiddet, var olduğu anda beşerî bir ilişki türü geliştiren, kural koyan, performatif bir edimdir. Bu performatif kendini diğer öznelere dayatır. Ancak tek başına hukuk kurulması asla yeterli değildir, iktidar sürdürülmediği sürece varlığı tehdit altındadır. Hukuk kurucu şiddet, kurma anından sonra geri çekilir: varlığını ve iktidarını, hukuk koruyucu olarak sürdürür (Fritsch, 2005, s. 111). Hukuk kurucu şiddetin, kendini korumaya yönelmesi onun özsel yöneliminin bir sonucudur.

Hukuk koruyucu şiddet ise hukuksal amaçların gerçekleştirilmesi, sınırların korunması amacıyla şiddetin kullanılmasıdır. Hukuk koruyucu şiddet bu nedenle hep kurulu bir hukuk düzeni tarafından uygulanır, “kendisine önsel olan hukuku korumak ve ikmal etmek için tasarlanmıştır.” (Abbott, 2008, s. 83) Şiddetin hukuk koruyucu hâle dönüşmesi, odak olarak varlığını sürdürebilmesi için zaruridir. Çünkü “…şiddetin bakış açısıyla, eşitlik yoktur; en iyi ihtimalle ancak birbirine denk büyüklükte güçler mevcut olabilir.” (ŞEÜ, s. 28) Güç odağının, yarışan güç odaklarının arasındaki varlığını ve büyüklüğünü sürdürebilmesi için, kendi amaçlarına yönelik şiddetin kullanımını arttırması gerekir. Hukuk koruyucu şiddet, iktidar odağının, yaratılan hukuki ilişkilerin düzenini korumak için kullandığı şiddettir.

Hukukun kuruluşunda, geçerliliğinde ve etkililiğinde şiddetin varlığı önemli rol oynar. Şiddet, tüm hukuksal düzenlemelerin temelinde ve sonucunda yer bulur. “Hukuksal bir kurumda şiddetin gizil mevcudiyetine dair bilinç yok olduğunda, kurum da çöker.” (ŞEÜ, s. 30) Şiddet, hukuksal düzenin garantörüdür bu anlamda. Hukuksal tüm kurumlar şiddet araçlarını kullanır ve böylece şiddet hukukun işleyişinde de korunmaya devam eder. Yasama, yürütme ya da yargı gücünün bu hukuksal şiddet pratiklerinden faydalanmadan, iktidar gücünü arkasına almadan herhangi bir yaptırımı yoktur. Dolayısıyla denilebilir ki tüm hukuksal ilişkiler şiddet araçlarının yürürlükte tutulmasına bağlı olarak ayakta kalacaktır.

Benjamin’in yukarıda özetlenen düşünceleri ile Schmitt’in hukuk ve onu kuran güç ile ilgili temellendirmeleri neredeyse örtüşmektedir. İki düşünür de hukukun temelde başka hiçbir norm tarafından öncelenmeyen bir kurucu andan doğduğu hususunda hemfikirdir. Benjamin hukukun temelinde güç/şiddet ilkesinin daima var olduğunu söylerken Schmitt bu önermeyi detaylandırır,

Schmitt’in teorisinde norm ile karar, hukuki olanın birbirine indirgenemez iki ayrı unsuru olarak sunulmakla birlikte, daha yakından bakıldığında, Schmitt’in paradoksal bir biçimde, norm ile kararı, istisnai durum ile hukuk düzenini birbirine eklemlemeye çalıştığı gözlenebilir… …Schmitt’e göre, norm, karar ve düzen, hukukun üç varolma kipine işaret eder ve bu üç boyutun birlikte düşünülmesi gerekir. Buna göre, politik düzenin normal işleyiş modu demek olan norm olarak hukuk, kendi kendisini temellendiremez; kendi kendisini meşru kılamaz, kendi kendini ‘kuvveden fiile’ çıkaramaz. O, bir karar hamlesi sonucunda geçerlilik kazanır.” (Günsoy Kaya, 2010, s. 131)

Hukuk kuralının normatif düzenden sosyal hayata geçişi aracısız gerçekleşmeyecektir. Normatif düzen ile gerçek hayat arasında kendi kendisine kapanmayacak bir boşluk mevcuttur (Zizek, 1999, s. 18). Hukukun ampirik formu modern dilde ve yaşamda devlet ile hasıl olur, bu anlamda devlet, hukuk ile yaşam arasındaki “ile” bağlacıdır. Karar tam da bu noktada teoriye girer. Ancak burada derhal şu ayrımı yapmak gerekiyor, Schmitt’e göre, egemenlik aygıtı olarak devletin kurulmasını sağlayan egemen karar ile yasayı hayata işleyen idari/yargısal karar arasında fark vardır (Zeybekoğlu, 2009, s. 18-9).

Bunlardan ilki yalnızca kendisinde temellenen kurucu bir edimi önceleyen iradedir. Benjamin’in teorisinde hukuk kurucu güç olarak isimlendirilen de budur. Dilsel bağlantıları ile birlikte düşünüldüğünde performatif koyutlamaların bir toplamı olarak nomosun – dilerseniz bunu politik birliği sağlayan kurucu mit, tarihsel konteksin bağlamı, distinguo ergo sum olarak da isimlendirebiliriz – bir hukuk formu olarak hayata geçirilmesidir. Schmitt’e göre kuvveyi fiile çıkaran da budur; güçlü(nün) irade(si)nin sınır çizme pratiği (Günsoy Kaya, 2010, s. 97-8). Ezcümle, egemen karar, nomosun bir veçhesini güç ile işler kılar ve böylece mevzu hukuk yaratılmış olur. Şöyle diyecektir Pindar (M.Ö. 640-558): “Herkülden bildim ki/ Ölümlü ve ölümsüz/ Herkese egemen olan nomos/ En büyük şiddeti bile haklı kılan/ En güçlü mercidir.” En büyük şiddetin (Biaiotaton) tek bir anda haklılaştırılması (Dikaion) kurucu iradenin devriminin sürekliliğini sağlamaz, bu sürekliliği sağlayacak olan klasik politikanın aracı devlettir. Ezilenlerin tarih ansiklopedisinde 16. yüzyıldan itibaren yer almaya başlayan bu kurum, kendini hukuk ile ampirik yaşam arasındaki dolayımı kat etme ile yükümlü addeder. Meşruiyetinin temeli de burada yatar (Zeybekoğlu, 2009, s. 19). Tam bu noktada mevzu hukuktaki idari/yargısal kararların hukuka uygunluğu sağlandığı sürece sistemin sorunsuz işleyebileceği ileri sürülebilir. Liberalizmin Kelsen ile saf formunu kazandığı hâlinde sorunsuz işleyen bir mekanizmanın yaratılabileceği de ilk elde böylece düşünülebilir. Ancak, bia ile dike arasındaki, norm ile yaşam arasındaki boşluk yine de tüketilemezdir.

Yasayı hayata işleyen idari/yargısal karar kurulu hukuk düzeni ile sınırlandırılmıştır (Zeybekoğlu, 2009). Benjamin’in tabiri ile “Hukuk kurucu şiddetten beklenen, zafer yoluyla kendini kanıtlamasıysa, hukuk koruyan şiddet de kendisine yeni amaçlar belirlememe kısıtı altındadır.” (ŞEÜ, s. 28) İdari/yargısal kararlarda görünür hâle gelen, hukuk koruyucu güçtür ve bu güç kendisine öncel olan hukuk kurucu güç ile sınırlandırılmıştır. Ancak bu sınırlandırmanın kendisi de müphemdir. Bir yargıcın kararında, bir polis uygulamasında yasa ile yaşam arasında bulunan ve Kant’a rağmen kapatılamayan aralık her daim yoruma açıktır. “Bir yargıç belirli bir metni nasıl anladığını dile getirir; bunun sonucunda bir insan özgürlüğünü, malını mülkünü, çocuklarını ve hatta hayatını kaybedebilir.” (Cover, 2010, s. 175) Yargıcın ‘bir metni nasıl anladığı’ onun yasayla ve karşısında yargılanmayı bekleyen olayla ilgili yargılarının toplamıdır. Dolayısıyla her yargı, yasaya ve olaya ilişkin bir hermenötik pratik olarak değerlendirmelidir. Bu pratik, kendisine önsel olan hukuk ile mükemmel bir uyum içinde olamayacaktır, ancak yine de yargılamanın sonucunda acı ve ölüm, yasanın pratiği olarak ortaya çıkar. Hukukî yorumlamanın (onun, bir yorum olarak, benliği ve dünyayı bir inşa biçimi olduğuna ilişkin görüşler de göz önünde bulundurularak düşünüldüğünde) olguları, geçmişiyle, bugünüyle ve geleceğiyle inşa ettiği söylenebilir (Cover, 2010, s. 189). Yargı kararıyla yeniden tesis edilen düzen, geçmişiyle, bugünüyle ve geleceğiyle hukuksal bir kaderin tasavvurudur. Schmitt egemen kararın sınırsızlığına karşın mevzu hukukun yargısal/idari karar için çerçeve oluşturması gerektiğini söyler. Hatta onun için, Kelsen gibi, hukuksal kesinlik (belirlilik) önemlidir ve “kesinlikten anladığı, bir kararın öngörülebilir ve hesaplanabilir olmasıdır.” Dolayısıyla Schmitt’e göre hukuksal bir yorumlamada yasa ile yaşam arasında yeniden ortaya çıkan boşluk, yargıçlar ile “ampirik bir uzmanlaşmış hukukçu tipi” arasında kurulan bağ ile kapatılabilecektir (Zeybekoğlu, 2009). Ancak bu sınırlamanın ne denli sınırlayıcı olabileceği yine de tartışma konusu olarak kalmaya devam eder. Hukukun oluşumu ve hukuksal düzenin işleyişi ile ilgili olarak yukarıda yapılan açıklamalar çalışmanın kapsamı açısından yeterli olacaktır. Nitekim Benjamin ile Schmitt’in hukuk ve iktidar anlatılarında ortaklık bulunduğu hatta iki düşünürün görüşlerinin küçük farklar dışında neredeyse örtüştüğü dahi söylenebilir. Fark, Benjamin’in anarşizmi ile Schmitt’in modern muhafazakârlığı arasında, mitik düzenin kaderinde ortaya çıkar.

ŞEÜ’nün temel iddiası hukukun ve şiddetin mukadder düzenini açığa çıkarmaktır ki bunu diyalektik bir perspektifin içinden sunar. Hukuk kurucu şiddet ile hukuk koruyucu şiddet arasındaki salınım yasası, her hukuk düzeninin – temelindeki gizil şiddeti asla tam olarak gizleyememesi nedeniyle – şiddetin hukuk kurucu ilkesinin başkaca özneler tarafından hatırlanması sonucunda, kurucu iradenin başka bir tür hukuku ikamesi ile yerinden edileceğini öngörüyor. Benjamin bu devinimi şiddetin mitik düzeni olarak adlandırır. Nihayetinde hukuk, temelindeki şiddeti gizleyemediği için, hukuk kurmaya kâdir diğer güçler tarafından yıkılmaya mahkûmdur. Schmitt’in Leviathan metaforu üzerinden Hobbes’a yönelttiği eleştiri de bu yöndedir. Leviathan, doğal yaşamı (status naturalis) sonlandırarak sivil yaşama (status civilis), kalıcı otorite olarak yerleşir ve potansiyel olarak sonsuza değin bu koyutlama korunur (Bredekamp, 1999). Leviathan düşüncenin seyrini değiştiren güçlü bir figürdür. Hobbes’un tasarımı iç savaşlara son veren, mezhep çatışmalarının önüne geçen kesin bir yol olarak düşünülmüştür (Günsoy Kaya, 2010, s. 104).

Egemenin İki Kipi

Schmitt Leviathan’ın status quo’sunu olağanüstü hâl ile askıya alır. Bu askıya alma düzeni yeniden sağlamayı amaçlayan egemenin düzensizliğe karşı varoluşsal tepkisidir. Schmitt bu düzensizliği hastalık ve semptom (pathognomonisch) kelimeleriyle ifade eder. Düzen, hukukun imkân ve işlerliğini koruyabilmesi için gerekli olan ön şarttır ve “topluluğun siyasi varlığına temel oluşturan ‘karar’ üzerindeki uzlaşma”yı ifade eder (Zeybekoğlu, 2009, s. 33-5). Uzlaşmanın bozulduğu ve anayasal düzenin sağlanamadığı durumlarda ise yeni bir kararın verilmesi ve düzenin yeniden sağlanabilmesi için gerekli tedbirlerin alınması gerekir. “Egemen, olağanüstü hâle karar verendir” ifadesinde yer alan egemen ve karar bu düzlemde okunmalıdır. ‘Karar’, yeni uzlaşı zeminini belirleyen, iç/dış, istisna/normal ayrımını güncelleyerek siyasal birliğin yeniden sağlanmasını amaçlar. Egemen tam da uzlaşının yok olduğu, birliğin ve düzenin temellerinin tehlikede olduğu bir durumda edimlerine ihtiyaç duyulan öznedir (Zeybekoğlu, 2009, s. 35-9). Egemen olağanüstü hâle karar verdiğinde, tüm normatif sınırlamaları yalnızca “kendini koruma hakkına dayanarak” askıya alır ve mutlak bir güç hâline gelir. “Burada karar, hukuki normdan ayrılır ve (paradoksal olarak formüle etmek gerekirse) otorite, hukuk üretmek için haklı olmak gerekmediğini kanıtlar.” (Schmitt, 2005, s. 20) Olağanüstü hâlin varlığına karar verildiğinde egemen yalnızca kendi gücünün sınırlarıyla sınırlıdır ve tüm gücünü düzeni yeniden tesis etmek, hukuku işler kılmak için kullanır. Olağanüstü hâlde karşımıza çıkan durum politik bir mücadeledir. Bu mücadelenin tarafları yalnızca kendilerinden güç alır. Bu politik mücadele hukuki normlar altında yürütülemediğinden –ki mücadele mevzu normlar çerçevesinin değiştirilmesini amaçlamaktadır, şiddet araçlarının tedavülü ile yeni düzene dair arzu edilen hedefler karşılıklı olarak dayatılır. İşte Leviathan’ı mutlak bir kuruluş/performatif olmaktan çıkaran ve sonunu getiren şey de budur. Düzen süreklilik arz etmez, kural, istisna olmaksızın anlamsızdır ve hatta yalnızca onun sayesinde yaşar. Egemenliğin alametifarikası budur.

Schmitt’in olağanüstü hâl teorisi, gerçekleşmekte olan devrimler ve iç savaşları da hesaba katan ve Leviathan mantığını geliştiren muntazam bir formül sunmaktadır. Tanrı’nın seküler özdeşi egemen, hukukun eşiğinde durup, normatif mucizeler ve şiddetli olgular yaratır, yaşamı yasa ile zapt edip düzeni sağlar. Egemen ile düzenin düşmanları arasındaki mücadele, sivil savaş, ayaklanma ya da devrim, sonsuza kadar sürmediği sürece yeni bir düzen tesis edilecek, egemen olağanüstü hâl vasıtasıyla hayat ile hukuk arasında bağlantıyı yeniden kuracaktır. Tanrı’nın mucizeler yaratıp gönülleri iman ile doldurması gibi, egemen de olağanüstü hâle karar verip aldığı olağanüstü tedbirler ile hukuku çıplak hayata yerleştirir. Agamben şöyle der, “Egemen, şiddet ile hukuk arasındaki belirsizlik noktasıdır, şiddetin hukuka karıştığı ve hukukun da şiddete bulaştığı eşiktir.” (2001, s. 47). Bu tarihsel, ontolojik eşikte, Benjamin ve Schmitt iki farklı şeye şahitlik ederler.

Schmitt’in kurguladığı sahnedeki egemen, Trauerspiel’de barok prensi olarak karşılanır. Barok dönemin tarih anlayışında eskatolojik umuda yer yoktur. Dolayısıyla barok tiyatronun tarih sahnesi, egemenliğin çeşitli görünümlerinin döngüsel olarak tekrarlandığı bir düzeni, Schmitt de ancak bu tiyatro sahnesini öngörür. Egemen/Barok Prensine biçilen görev, aşkınlığı aşıp onu içkin hâle getirmektir. Ancak egemen olağanüstü hâle karar verdiğinde ortaya çıkan anomi ile Tanrı’nın mucize yarattığında ortaya çıkan anomi arasında benzerlik olduğu söylenemez. Egemen olağanüstü hâle karar verdiğinde mevzu hukukun normatif bağlarını aşar ancak yaratılmışlığını aşamayacaktır, o yaratıma içkindir (Weber, 1992, s. 14).2 Bunun sonucu olarak sergilenenin bir egemenlik oyunu olduğu ama bu egemenliğin bir yaratım olarak bir tür kadere mahkûm olduğu, bu kader tecelli ettiğinde ecelinin geleceği ve yeni bir tür egemenlik oyununun, iktidar savaşının başlayacağı söylenebilir. Schmitt olağanüstü hâli egemenliğin conditio sine qua nonu olarak görürken, Benjamin egemenin varlığının olağanüstü hâli dışlamak üzerine kurulduğunu söyler. Egemenin varlığı olağanüstü hâlin varlığını yadsır, ikisi aynı anda bulunamaz. Anomi ile hukuk arasında egemen, neredeyse kararsız kalır (McLoughlin, 2013, s. 9). Egemenin bu mitik tarih sahnesinde hukuk ile olağanüstü hâl arasında sergilediği oyunda görünür hâle gelen şey iktidarın arkasında maskelenmekte olan içeriksiz ve sonsuz değişim, düzensizliktir (Bredekamp, 1999, s. 260-1) .

“Ezilenlerin geleneği, bize içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hâl’in gerçekte kural olduğunu öğretir. Yapmamız gereken, bu duruma uygun düşecek bir tarih kavramına ulaşmaktır. O zaman gerçek anlamda olağanüstü hâl’in oluşturulması, gözümüzde bir görev niteliğiyle belirecektir; böylece de faşizme karşı yürütülen kavgadaki konumumuz, daha iyi bir konum olacaktır. Faşizmin bir şansı da, faşizme karşı olanların onu ilerleme adına tarihsel bir kural saymalarıdır.

Yaşadıklarımızın yirminci yüzyılda ‘hâla’ olabilmesi karşısında duyulan şaşkınlık, felsefe anlamında bir şaşkınlık değildir. Bu şaşkınlık, kendisine kaynaklık eden tarih anlayışının savunulamayacağı bilinmediği sürece, hiçbir bilme sürecinin başlangıcını oluşturmaz.” (Benjamin, 1995, s. 37)

Benjamin Schmitt’in egemenlik teorisini çok iyi kavrar, ancak tüm bunları mitik bir iktidar ilişkisi olarak tanımlayarak, eskatolojik bir umuda sarılıp mitik iktidar ilişkisini yok edecek özneyi arar. İstisnanın kural hâline geldiği egemenlik sahnesinde gerçek bir olağanüstü hâli yaratacak olan şey ona göre ilahi şiddettir. Tarih sahnesini parçalayacak olan özne, ilahi şiddetin taşıyıcısıdır. Benjamin’in temel felsefi düsturu özgürleşmedir. İlahi şiddet kavramsallaştırması da bu özgürleşme ülküsünü gerçekleştirebilecek olan kavramın icadıdır. İlahi şiddet ile gerçekleştirilecek olan şey iktidar ilişkilerinden özgürleşmedir. İktidar ilişkileri hukuk ile birlikte yaşamın düzenlenmesini konu edinen ve bunu ayrıcalıklar üzerinden gerçekleştirerek adaletsizlikleri kayıt altına alıp güç ile koruyan bir sistem yaratır. Bunun karşılığı olarak kurgulanan ilahi şiddet ise tüm bu koyutlamaları askıya alarak tarihin sonunu getirir. İlahi şiddetin tezahürü, mitik koyutlamaların ve buna bağlı olarak geliştirilen hukukun ortadan kaldırılmasını sağlayarak özgürleşme görevini tamamlar ve beşerî ilişkilerdeki şiddeti ortadan kaldırmayı amaçlar. Koyutlamaların askıya alınışı, beşerî ilişkileri özgürleştirecek ve adalet istikbalinin müstakbel tezahürüne imkân sağlayacaktır. Dolayısıyla ilahi şiddetin görevi, Mesih’in insanlığı kurtarışında olduğu gibi, bir kurtarma görevi olarak tanımlanabilir. Görevin tamamlanması ile hukuksal iktidar altında ezilen yaşam iktidar ilişkilerinden kurtarılacak, insanlığın özgürleştirilmesi sağlanacak ve adalet istikbalde belirecektir. Gerçek olağanüstü hâl de böylece yaratılmış olacaktır.(3)

Agamben (2001), “hukuksal-siyasal bir perspektiften bakıldığında Mesihçilik bir istisnai durum teorisidir. Tek fark, Mesihçilikte istisna durumunu ilan edecek bir otoritenin tanınmamasıdır. Bunun yerine, bunun iktidarını yıkacak bir Mesih vardır” der (s. 81). Benjamin’in Mesih-öznesinin gerçekleştireceği ilahi şiddet ve nihayetinde ortaya çıkacak olan istisna hâli bu iktidar yokluğuna (anarşizm) dayanır; hâlbuki Schmitt’in olağanüstü hâl teorisi içerdiği sınırsız imkân ile yalnızca egemene/iktidara hizmet eder.

Şöyle diyecektir Benjamin “İnsanlar açısından henüz mümkün olmaması yanında acilen gerekli de olmayan şey, saf şiddetin somut bir durumda ne zaman var olduğuna karar vermektir.” (ŞEÜ, s. 45, vurgu bana ait) Dolayısıyla gerçek olağanüstü hâlin yaratılması için bir karar verilmesine gerek yoktur hatta bu acilen gerekli de değildir. Bunun karşısında, egemenin olağanüstü hâl ile ilgili verdiği karar, hem acilen gereklidir, hem de bu aciliyetin gerektirdiği ölçüde çeşitli önlemleri almaya yöneliktir (Zeybekoğlu, 2009, s. 27). Benjamin’in istisna hâli asla bir karara indirgenemeyecektir, bir mucizenin olması dahi mümkündür, her şey mümkündür ancak asla bir kararın verilmesi söz konusu olmayacaktır (Weber, 1992, s. 18). İstisna hâli ile olağanüstü hâl arasında yaratılabilecek farklardan en belirgini buradadır. Olağanüstü hâl egemenin aracı olarak iktidar düzeninin korunması amacına yönelik bir hizmette bulunurken, yaratılması istenen gerçek olağanüstü hâlde bu ereksel yaklaşımın, gücün araçsallaştırılmasının esamisi okunmaz.

Gerçek bir “olağanüstü hâlden bahsedebilmek için prensip olarak sınırsız yetkinin söz konusu olması, yani mevcut düzenin bütünüyle askıya alınması gereklidir.” (Schmitt, 2005, s. 19) Bu tanıma göre her olağanüstü hâl ilanı, devletin birliğini ve varlığını tehlikeye düşüren her durumda, egemene hem düzen-içi hem de düzen-dışı bir konum kazandırır ve ona normlar düzeninin ötesine geçme imkânı verir (Zeybekoğlu, 2009, s. 27). Zaten bir devleti mümkün kılan da sahip olduğu olağanüstü hâl ilan etme yetkisidir (Schmitt, 2005, s. 19). Olağanüstü hâle karar verildiğinde tüm pozitif hukuk düzeni askıya alınarak, siyasal kararlar ile krizlerin çözümü gerçekleştirilir. Egemenliğin devamlılığını formüle etmeye yönelik olarak geliştirilen bu olağanüstü hâl kuramı hukukun işlerliğini koruyabilmesi ve devletin devamı için zorunlu bir karar olarak sunulur. Böylece egemenliğin devamı hukukla ve hukukun dışında sağlanabilir olacaktır. Schmitt’in olağanüstü hâli bir delilik -akıl dışı bir delilik- ya da kaos gibi görünebilir ancak, “Olağanüstü hâl, anarşi ve kaostan farklı bir şey olduğu için hukuk düzeni değilse de, hukuki anlamda bir düzen hâlâ mevcuttur.” (Schmitt, 2005, s. 19)

Agamben’e göre (2010) cümlenin sonundaki “düzen”, nomos’u ifade eder. Bu anlamda olağanüstü hâlde nomos mevcuttur. Olağanüstü hâl ile istisna hâli arasında yapılacak ayrımın anlamı, ancak nomosa dışsal bir şiddetin mümkün olup olmadığı sorusu üzerine kilitlenir (s. 172-3). Nomosu yaratıcı kelamın doğal bir yansıması olarak gören anlayışın karşısına, bu nomosun Tanrı kelamının piçleştirilmiş (Recht bastardierte) bir örneği olduğunu ileri süren Benjamin düşüncesi oturtulabilir (ŞEÜ, s. 41). “Mit ilahi şiddeti hukukla piçleştirmiştir. Yanlış ilişki, saf olmayan soykütük: Kanların karışması değil, temelde kan akıtacak ve kanla bedel ödetecek bir hukuku yaratacak piçleştirme.” (Derrida, 2010, s. 124). Benjamin’in düşüncesine göre Mesih’in hukuku tamamladığı yeniçağda korunan şey nomosun bu piçleştirilmiş hâli değildir, oraya gönül kültürü hâkimdir (waltend).(4) Benjamin şöyle tamamlar metnini, “Kutsal infazın alameti ve mührü olan, ama asla aracı olmayan ilahi şiddet ise, hükmeden (hâkim) şiddet olarak adlandırılabilir (die waltende heißen).” (ŞEÜ, s. 42)

Benjamin’in gönül kültürünün hâkimiyetine ilişkin yakarışı ile Schmitt’in temsil ettiği egemenliğin düzenine ilişkin keskin teorisi karşı karşıyadır. Mesih- özne’nin/ilahi şiddetin tarihin sonunu ilan ettiği anda egemenin olağanüstü hâl ilan etmesi ise her şeye rağmen mümkündür. Olağanüstü hâlde egemen güç karşısında istisna hâlinin ne kadar süre kaim kalabileceği ve iktidara dönüşmeden yok ediciliğini sürdürebileceği ise bilinemeyecektir. Dolayısıyla ikisinden birini aceleyle galip ilan etmek ya da bu varsayımsal gelecek zaman hakkında karar vermek falcılık olacaktır.

Benjamin ile Schmitt aynı tarihsel sahneyi benzer kavramlar üzerinden okurlar ancak kurguladıkları ya da kurgusuna katkıda bulunmak istedikleri tarih farklıdır. Schmitt’in kuramı yaşamın siyasal/hukuksal yeniden kurgusundan beslenen iktidar düşüncesinin geleceğe yönelik planlarına aracılık ederken, Benjamin (zayıf bir Mesih gücüyle) eskatolojik bir umuda sarılarak geçmişin hakkını ödemeye çalışır.

 

Ömer Faruk Gök: Ar. Gör., Uludağ Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Genel Kamu Hukuku ABD

Kaynak: Ömer Faruk Gök, Schmitt ve Benjamin: İki Olağanüstü Hâl, Hukuk Kuramı, C. 4, S. 3, Mayıs-Haziran 2017, ss. 1-13 (http://www.hukukkurami.net/media/file/iki-olaganustu-hal.pdf)

Dipnotlar:

  1. Benzerlik J. L. Austin’in söz edim kuramına atıfla kuruluyor. Konuşma ile yasa koyma arasındaki ilişkiye dair detaylı bir çalışma için bkz. Werner Hamacher, “Afformatif, Grev”, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, ed. Aykut Çelebi, çev. Ferit Burak Aydar, ss. 134-164.
  2. Benjamin şöyle yazar (2003), “Yaratının mertebesi, Dramanın (Trauerspiel) sahnelendiği ülke, egemeni kaçınamayacağı bir tesir altında bırakır. Tebaa ve devlet üstünde ne denli hâkim olursa olsun hükmü yaratılmış dünyanın tahakkümündedir; o yaratılmışların efendisidir yine de bir yaratıktır.” (s. 85) Çeviri tarafımca yapılmıştır. (The level of the state of creation, the terrain on which the Trauerspiel is enacted, also unmistakably exercises a determining influence on the sovereign. However highly he is enthroned over subject and state, his status is confined to the world of creation; he is the lord of creatures but he remains a creature.)
  3. Burada kavramla ilgili bir iki anlamlılık doğuyor. Buradan sonra olağanüstü hâl deyimini Schmitt’in Siyasal İlahiyat’ında karşılaştığımız “olağanüstü hâl” kuramını, istisna hâli deyimini ise Benjamin’in Tarih Kavramı Üzerine tezlerinin VIII. tezinde karşılaştığımız “gerçek olağanüstü hâl” kuramını belirtmek için kullanacağım.
  4. Buradaki ‘hâkimdir’ sözcüğü önem arz eder. Benjamin’in imzasını taşıyan ŞEÜ’nün akıl oyunlarından biri buradadır. Buradaki hâkim (waltend) kavramıyla kastedilen şey ya Tanrı olarak adlandırılabilir ya da insanlığın tinini (Seele) kurtaracak olan proleter genel grev sonrasında ortaya çıkacak olan anarşist dönemdeki “gönül kültürü”. Buradaki hâkim Schmitt’te gördüğümüz cinsten bir egemen değildir. Egemenin şiddeti kendini korumaya yönelen, kan üzerinde kurulan mitik iktidar iken, Hâkim/hükmeden şiddet, mitik iktidar döngüsünü yok ederek gönül kültüründe birleşmeyi vaat eden ilahi şiddettir. Hükmeden proleter genel grev ya da Mesih olabilir ancak asla hukuksal anlamda bir iktidar değildir.

Kaynakça:

Abbott, M. (2008). The Creature Before Law: Notes on Walter Benjamin’s Critique of Violence. Colloquy: Text, Theory, Critique, 16, 80-96.

Agamben, G. (2010). Olağanüstü Hâl. Aykut Çelebi (Ed.), Ferit Burak Aydar (Çev.), Şiddetin Eleştirisi Üzerine (s. 165-174). İstanbul: Metis.

Agamben, G. (2001). Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, İsmail Türkmen (Çev.). İstanbul: Ayrıntı.

Benjamin, W. (2010). Şiddetin Eleştirisi Üzerine. Aykut Çelebi (Ed.), Ece Göztepe (Çev.) Şiddetin Eleştirisi Üzerine (s. 19-42). İstanbul: Metis.

Benjamin, W. (1995). Tarih Kavramı Üzerine. Ahmet Cemal (Çev.). Pasajlar, s. 33-43. İstanbul: Yapı Kredi.

Benjamin, W. (2003). The Origin of German Tragic Drama. John Osborne (Çev.). New York: Verso.

Bredekamp, H. (1999) From Walter Benjamin to Carl Schmitt, via Thomas Hobbes. Melissa Thorson Hause, Jackson Bond (Çev.). Critical Inquiry, 25 (2), 247- 266. DOI: 10.1086/448919.

Cover, R. (2010). Şiddet ve Söz, Ferit Burak Aydar (Çev.). Şiddetin Eleştirisi Üzerine, (175-213). İstanbul: Metis.

Derrida, J. (2010). Yasanın Gücü, Otoritenin Mistik Temeli, Zeynep Direk (Çev.). Şiddetin Eleştirisi Üzerine, (s. 43-133). İstanbul: Metis.

Fritsch, M. (2005). The Promise of Memory: History and Politics in Marx, Benjamin and Derrida. New York: State University of New York.

Günsoy Kaya, F. (2010). Felsefe ile Teolojinin Kavşağında: Schmitt ve Strauss’ta ‘Politik Olan’, İstanbul: Paradigma.

Hamacher, W. (2010). Afformatif, Grev, Ferit Burak Aydar (Çev.). Şiddetin Eleştirisi Üzerine, (s. 134-164). İstanbul: Metis.

McLoughlin, D. (2013) The Fiction of Sovereignty and the Real State of Exception: Giorgio Agamben’s Critique of Carl Schmitt. Law, Culture and the Humanities. Çevrimiçi Yayın, http://lch.sagepub.com/content/early/2013/05/16/1743872112469863. Erişim Tarihi: 10 Nisan 2017. DOI: 10.1177/1743872112469863

Schmitt, C. (2005) Siyasal İlahiyat, Emre Zeybekoğlu (Çev.), Ankara: Dost.

Weber, S. (1992). Taking Exception to Decision: Walter Benjamin and Carl Schmitt. Diacritics, 22 (3-4), 5-18. DOI: 10.2307/465262

Zeybekoğlu, E. (2009). Carl Schmitt’in 20. Yüzyıl Devlet ve Siyaset Kuramına Katkısı. Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sos. Bil. Enstitüsü, İstanbul.

Zizek, S. (1999). Carl Schmitt in the Age of Post-Politics, Chantal Mouffe (Ed.). The Challenge of Carl Schmitt (s. 17-37). New York: Verso.

 

Yaldızlı Yakalılar: Avukat Emeğinin Niteliğine İlişkin Bir Giriş Önerisi

$
0
0

 

1. Giriş

Son yıllarda, avukatlık mesleğinin içeriğinin boşaldığı, “piyasa”ya giren avukat sayısında ihtiyacın üzerinde bir artış olduğu, teknik ve teknolojik gelişmeler karşısında avukatlığın teknik bir iş haline geldiği, avukatların gelir ve statülerinde bir gerileme yaşandığı şeklindeki yakınmalar; zaman zaman biri diğeri yerine geçerek, zaman zamansa -yakınmayı dile getirenin bakış açısına göre- biri diğerinin nedeni olarak tespit edilerek dile getirilmedir. Buradaki yakınmaların hemen hepsini haklı çıkaracak görgül verilere ulaşmak da mümkündür. Ne var ki, bu türden veriler meselenin nicelik boyutuna ilişkin bir değerlendirme yapmanın ötesine geçmeyecek, olsa olsa yakınmalara yenilerinin eklenmesine neden olacaktır. Oysa böylesine köklü değişimlerin yaşandığı bir alanda, niteliksel bir tartışma da yürütmek gerekir. Zira sözgelimi, tek tek avukatların gelirlerinin azalması ile genel olarak avukatlık gelirlerinin azalması bir ve aynı anlama gelmeyeceği gibi, bir ve aynı nedenin sonuçları da olmayabilirler (Öte yandan bu süreçlerin birbirlerinden tamamen farklı oldukları anlamı da çıkartılmamalıdır). Keza, tek tek avukatların mesleği icra ediş şekillerinde yaşanan değişim ile genel olarak avukatlık mesleğinin icra ediliş şeklinde yaşanan değişim de bir ve aynı anlama gelmemektedir. Dahası, genel olarak avukatlık mesleğinin icra ediliş şeklinde yaşanan değişime, tek tek avukatların mesleği icra ediş şekillerini üst üste koyup toplayarak da ulaşmak mümkün değildir. Bu noktada, mesleğin icrasında niteliksel bir değişim olup olmadığının değerlendirilmesi gerekir.

Bu çalışma, avukat emeğinin niteliğine ilişkin bir sav ileri sürmeyi amaçlamaktadır; çünkü bu mesleğe ilişkin meselelerin, bu meslekte sarf edilen emeğin niteliği değerlendirilmeden, tam ve doğru olarak tespit ve hâl edilemeyeceği iddiasındadır. Avukat emeğinin tek bir değil, farklı görünümleri olduğundan hareketle, bu niteliksel inceleme, avukat emeğinin farklı biçimlerini de içerecek bir düzeyde gerçekleştirilmeye çalışılacaktır.

2. Bir emek kuramı

Emek kavramı, en azından Adam Smith’ten beri, iktisadi bir çözümlemenin ana değişkenlerinden biridir (Maurice Dobb’tan aktaran Madra, 2007: 10). Smith’in Milletlerin Zenginliği kitabı şu cümlelerle başlar: “Her milletin yıllık emeği, yaşamak için bir yılda yoğalttığı [tükettiği-KA] bütün gerekli ve elverişli maddeleri ona sağlayan ana kaynaktır. Bu maddeler, her zaman için ya doğrudan doğruya bu emeğin ürünüdür ya bu ürün ile başka milletlerden satın alınmış şeylerdir” (2006: 1). Ancak hiç kuşku yok ki, emeği toplumsal yapıya ilişkin çözümlemenin merkezine yerleştiren Marx’tır. Bu anlamda Marx, kavramı yalnızca politik ekonomi eleştirisinin değil, toplumsal dönüşüm sorununun da anahtar kavramı olarak tarif etmektedir. Bu nedenle emeğin Marx tarafından ele alınış şekli, akademik ya da entelektüel bir hevesten ziyade, gerçekliğin tam ve doğru olarak kuramsallaştırılması çabasının ürünüdür. Bu saptama, emeğe ilişkin kavramsal bir tartışmada Marksist kuramın sağlam bir zemin olacağı taahhüdünü de içermektedir.

Marksist emek kuramı, bilindiği üzere, kapitalist üretim ve artı-değer kuramı çerçevesinde özellikli bir anlam kazanmaktadır. Zira ancak kapitalist üretimde emek-gücü metaya dönüşmekte; bir diğer deyişle, kullanım-değerinin yanı sıra bir değişim değeri de üretir hale gelmektedir. Öyleyse, avukat emeğinin niteliğine ilişkin bir tartışma, üretim süreci, hizmet üretimi ve esasen avukatlık hizmeti üretiminin kapitalist üretimin yasalarına tabi olup olmadığı sorunlarını da kapsar. Yani, avukat emeğinin niteliğine ilişkin sorulması gereken ilk soru avukat emeğinin sermaye için artı-değer üreten, dolayısıyla sermaye birikimi yaratan bir emek olma yönünde bir dönüşüm yaşayıp yaşamadığı iken, ikinci olarak, avukatlığın işçileşme eğilimi taşıyıp taşımadığıdır.

2.1. Kullanım ve değişim değerleri

Her üretim faaliyeti, biyolojik ve toplumsal varlığın sürdürülebilmesi için yapılır. Metada somutlaşan bu faaliyet sonucunda, kullanım-değeri ile değişim-değeri ortaya çıkar –ki bu saptamayı ilk olarak, Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nde Marx yapmıştır (1993: 41). Marx’a göre “bir şeyin yararlılığı, onu, bir kullanım-değeri haline getirir” (1997: 48). Dolayısıyla kullanım-değeri, söz konusu şeyin kullanılması ve tüketilmesi ile gerçekleşmektedir. Değişim-değeri ise, “ilk bakışta, nicel bir ilişki olarak birbirleriyle değişilen değişik türden kullanım-değerlerindeki oran olarak zamana ve yere göre durmadan değişen bir ilişki olarak görünür” (Marx, 1997: 48). Bu ikisi arasındaki, hem birbirinden tamamen farklı, hem de birbiriyle çok sıkı ilişkili olma durumuna dikkat çekmek gerekir. Zira bir metaın sahip olduğu değer, ona ihtiyacı olan açısından kullanım-değeri iken, ihtiyacı olmadığı halde elinde bulunduran için değişim-değeri olarak adlandırılabilir. Kullanım-değeri açısından meta belli bir “nitelik”, değişim-değeri açısından ise belli bir “nicelik”tir.

Metaı ortaya çıkaran üretken faaliyet emek olarak adlandırıldığına göre, metada somutlaşan emeğin de, metaın değerine uygun olarak, iki yönlülüğünden söz edilebilir: Kullanım-değeri yaratıcısı olarak emek ve değişim-değeri yaratıcısı olarak emek. Aslında, emek, bir kere harcanmakla, her iki değeri de ayı anda yaratmaktadır. Burada söz konusu olan, emeğe, farklı cephelerden bakıldığında karşımıza çıkan görünme biçimidir. Zira kullanım-değeri yaratması bakımından emek, ortaya çıkardığı metaın niteliğine göre, yararlı olan ya da olmayan emek olarak nitelendirilebilir. Değişim-değeri açısından ise, somut olarak ortaya konan ürünün yararlılığı bir yana, belli miktarda emek-gücü harcanmasından ibarettir. Marx’ın ifadesi ile “Söz konusu olan birincisinde Nasıl ve Ne?, ikincisinde Ne kadar? ve Ne sürede? sorularıdır” (1997: 57). Kuşkusuz somut bir üretim sürecinde ikinci türden sorular, ilk türden sorulardan tamamen bağımsız olamaz. Ancak bir soyutlama olarak, her tür emek ya da üretim süreci, emeğin miktar olarak ölçüldüğü bir düzlemde ele alınabilir.

Üretilen ürünlerin, üreticinin kendisi tarafından kişisel olarak tüketildiği bir ekonomide, değişim-değeri de söz konusu olmayacaktır. Yani değişim-değeri, ancak farklı kullanım-değerlerinin (yani farklı ürünlerin) değişilmek üzere karşı karşıya gelişleri ile ortaya çıkar. Dolayısıyla her bir meta, hem maddi bir formdur, hem de bir değer formudur. Öte yandan, metaların maddi formlarda birbirleriyle mübadele edildiği trampa usulünde, iki farklı kullanım-değeri, dolayısıyla iki farklı emek ürünü, kendi kullanım-değerlerinden bağımsız bir değişim formu almaksızın, [M]eta-[M]eta olarak karşılaşırken; değişilen metaların türlerindeki ve sayılarındaki artışla birlikte, değer formunun zorunluluğu artar. Yani,

Çeşitli biçimlere ait farklı türden metalar, tek ve aynı özel bir nesne ile değişebilir ve değer olarak eşitlenebilir hale gelmekle, dar sınırlar içersinde kalmakla birlikte, derhal genel toplumsal bir eşdeğer niteliğine bürünür…. Sırayla ve geçici bir süre için bu nitelik, önce şu, ardından da bu metaya bağlanır. Ama değişimdeki gelişme ile yalnızca belli türden metalara sıkı sıkıya yerleşir, ve para-biçimini alarak kristalleşir (Marx, 1997: 98).

2.2. Basit dolaşım ve sermaye dolaşımı

Böylece, yukarıda M-M şeklinde gösterilen değişim, M-[P]ara şeklini alır. “Değişim, metaların kullanım-değerleri olmadıkları ellerden, kullanım-değerleri olacakları ellere aktarılmasını sağlayan bir süreç olduğu kadar, maddenin toplumsal bir dolaşımıdır da (Marx, 1997: 112). Ancak aslında değişim süreci, M-P ile tamamlanmış olmaz. Zira bu değişim sonucunda, meta üreticisi, kullanım-değerine sahip sonul bir ürüne kavuşmuş olmaz. Kullanabileceği ürünlerle değişmediği sürece, elindeki para hiçbir işe yaramaz. O yüzden, M-P sürecinin ayrıca başka bir P-M süreci ile de tamamlanması gerekir. Böylece M-P-M formülasyonuna kavuşmuş oluruz (114). Metaın, para dolayımıyla yeni bir metayla değiştirildiği bu sürecin tamamı “dolaşım” olarak adlandırılır. Marksist kuram açısından dolaşım, “gerçek anlamıyla değişimin belirli bir uğrağından ya da bütünlüğü içinde ele alınan değişimden başka bir şey değildir” (Marx, 1999: 35). Bir diğer deyişle, dolaşım, meta ve para formlarının değişerek birbirine dönüşmesidir. Meta dolaşımı, sermaye için çıkış noktası ise de, M-P-M formülü “metaın basit dolaşımı”na özgüdür. Oysa satmak için satın almak anlamına gelen “sermaye dolaşımı”nda, diğer deyişle, paranın sermayeye dönüşmesinde P-M-P formülü geçerlidir. Marx, sermayenin genel formülü olarak adlandırdığı bu formülü ve onun basit dolaşımla ortak ve ayrı yönlerini tane tane anlatır.

Burada ayrıntısına girmeye gerek görülmeyen bu farklardan doğan en önemli sonuç, M-P-M’den farklı olarak P-M-P’deki ikinci P, başlangıçtaki P’den farklı olmasıdır. Nitekim Marx bunu P’ sembolü ile göstermeyi doğru bulur. P ile P’ arasındaki bu fark artı-değer olarak adlandırılır. Ancak, her ne kadar parayı sermayeye dönüştüren, sürecin başındaki ve sonundaki P’ler arasındaki bu fark, yani artı-değerse de, “[a]rtı değerin yaratılması ve dolayısıyla paranın sermayeye dönüşmesi, ne metaların değerlerinin üzerinde satılmasını, ne de bunların değerlerinin altında satın alınmasını varsaymakla açıklanabilir” (Marx, 1997: 164). “Dolaşım ya da metaların değişimi, hiçbir değer doğurmaz” (166). Yani, arızî, raslansal ya da spekülatif haller bir yana bırakıldığında, yalnızca bir malın alınıp satılması ile sermaye kendiliğinden artırılamaz. Ya da şöyle ifade edelim: İnsanlık tarihinin bir anında, her nasılsa elde edilmiş bir meta, yalnızca farklı sermaye sahipleri arasında alınıp satılmakla, bugüne kadar kendisini satın almak üzere harcanan ilk paranın miktarına herhangi bir değer ekleyemeden ulaşacaktır. Öte yandan sermaye, yani artı-değer ilave edilmiş para ancak dolaşımla ortaya çıkacağından, dolaşımdan tamamen ayrı bir sermaye süreci de düşünülemez.

Kapitalist üretim, artı-değer, yani P ile P’ arasındaki bu fark için yapılır. Böylece kapitalist, P’’ya ulaşmak için P’yi dolaşım sürecine sokan kişidir. Fakat artı-değer söz konusu dolaşımın sonucu olduğu halde, artı-değerin nedeni bu dolaşım değilse, bu değer fazlası nereden kaynaklanır? Öyleyse mesele, P ile P’ arasındaki farkı yaratan şeyin ne olduğunun belirlenmesidir.

2.3. Artı-değer ve emeğin metalaşması

Marx, söz konusu artı-değer farkının yaratıcısının, kullanım-değeri değer yaratmak olan özel bir meta, yani emek kapasitesi ya da emek-gücü olduğunu tespit eder (1997: 170- 171). Başlangıçta meta satın almak üzere harcanan para ancak, söz konusu meta, emek sürecine dâhil edilip, emek-gücü ile işlendikten sonra satıldığında daha fazla bir para olarak geri dönecektir. Yani P’den P’’ye ulaşabilmek için sermaye sahibinin herhangi bir meta alması yeterli değildir. Bir meta olarak emek-gücünün de satın alınması gerekir.

Burada özellikle vurgulanması gereken, emek-gücünün de bir meta olduğu, ancak bu metaın kullanım değerinin, “değer yaratmak” olarak belirlenmiş olduğudur. Öyleyse, emek-gücünün meta olarak satışa çıkarılması ya da bir diğer deyişle emeğin metalaşması nasıl söz konusu olabilir?

Her şeyden evvel, emek-gücünün meta olarak değiştirilebilmesi için, mübadelenin gerektirdiği zorunluluklar dışında bir bağımlılık ilişkisine tabi olmaması; bir diğer deyişle, emek-gücünün sahibinin, kendi emek-gücü üzerinde mutlak tasarruf yetkisinin bulunması gerekir. İkinci olarak, emek-gücünü satmak durumunda olan kişi (emekçi), “gerçekleştirdiği metaları satacak durumda olmayıp, kendi benliğinde varolan emek-gücünü bir meta olarak satışa sunmak zorunda kalmalıdır” (Marx, 1997: 172). Zira aksi halde, piyasada emek-gücünü değil, emek ürünlerini satacak, dolayısıyla özel bir meta olan emek-gücünü satışa sunmuş olmayacaktır.[1] Bu koşulun gerçekleşebilmesi için ise, üçüncü bir koşul olarak emek-gücünü satışa çıkaran kişinin, bu emek-gücünü gerçekleştirebileceği üretim araçlarından (yani emek nesnesi ya da hammadde ve emek araçlarından) yoksun olması gerekir –ki emeğini satışa çıkarmak durumunda kalsın. Braverman meseleyi şu şekilde özetler:

Kapitalist üretim, değişim ilişkilerini, metaları ve parayı gerektirir, ama onun differentia specifica’sı emek gücünün alımı ve satımıdır. Bu amaçla üç temel koşul toplum çapında genelleşir. Birincisi, işçiler üretimin kendileri aracılığıyla sürdürüldüğü araçlardan kopartılırlar ve bu araçlara yalnızca emek güçlerini başkalarına satarak ulaşabilirler. İkincisi işçiler, emek güçlerini elden çıkarmalarını engelleyen, serflik ya da kölelik gibi yasal sınırlamalardan özgürleşmişlerdir. Üçüncüsü, işçinin istihdamın edilmesinin amacı işverene, yani kapitalist olarak işlev görmekte olan kişiye ait olan bir birim sermayenin genişletilmesi biçimini alır (1974: 52).

Bu nokta şu açıdan büyük önem taşır: Marx, kapitalist dönemin doğuşuna ve karakterine etki eden diğer bütün faktörlerin, öyle ya da böyle, farklı tarihsel dönemler için de saptanabileceğini söyler. Ancak sermayenin varoluşunun tarihsel koşullarının doğması için başka bir şey gerekir:

Yalnız başına para ve meta dolaşımı, sermayenin varoluşunun tarihsel koşullarının doğmasına yetmiyor. Onun doğabilmesi için, ancak üretim ve tüketim araçlarını elinde bulunduran kimse ile emek-gücü satan özgür emekçilerin pazarda karşı karşıya gelmesi gerekiyor (Marx, 1997: 173).

Öyleyse “kapitalist döneme niteliğini kazandıran şey, emek-gücünün, işçinin kendi gözünde, kendi malı olan bir meta şeklini alması ve dolayısıyla emeğinin, ücretli emeğe dönüşmesidir” (Marx, 1997: 173, d.n. 42).

2.3.1. Üretken Emek

Emeğin ücretli emek olarak adlandırılabilecek bir duruma gelmesi, onun toplumsal olarak yararlılığından da, üretkenliğinden de bağımsız bir niteliğidir. Öte yandan, emeğin niteliğine ilişkin önemli bir tartışma olan üretken olan/ olmayan emek meselesine burada yer vermek gerekebilir. Öncelikle şu ifade edilmelidir ki, Marx’ta üretken emek kavramı, emeğin üretken olanını yüceltip, üretken olmayanını aşağılamak üzere ortaya atılmış değildir. Zira kavramlara dikkat edilecek olursa, üretken olan da olmayan da “emek” olarak saptanmakta, bu “emek” sermaye ile girdiği ilişkinin türüne göre “üretken” ya da “üretken olmayan” şeklinde nitelendirilmektedir. Marx bu nitelemeye, kapitalizmin işleyiş dinamikleri ve bunalım teorisi bağlamında önem atfetmektedir. Ne var ki, söz konusu ayrım Poulantzas’la birlikte adeta işçi sınıfının kapsamının belirlenmesinde kullanılan bir kıstas olarak anlaşılagelmiştir (Satlıgan, 1994: 42).

Üretkenlik, emeğin kendisinde içkin bir özelliğin değil, sermaye ile girdiği ilişkinin türüne ilişkin bir değerlendirmenin sonucudur. Marx şöyle der: “… üretken emekten bahsettiğimizde … emeğin alıcısıyla satıcısı arasındaki oldukça özgül bir ilişkiyi ifade eden emeği kastediyoruz. … Cisimleşmiş emekle canlı emek arasındaki özgül ilişki, birincisini sermayeye dönüştürürken, ikincisini de üretken emeğe dönüştürür” (Marx, 1999a: 111).[2] Aynı emek harcama şeklinin nasıl olup da bir durumda üretken değil iken, diğer durumda üretken olabileceğine ilişkin şu pasajın tarihsel bir önemi olduğu da görülecektir:

Şurası, baştan bellidir ki, emeğe üretken demenin, emeğin özel yararlılığı ya da onda cisimleşmiş kullanım-değeriyle, emeğin özgül içeriğiyle hiçbir ilgisi yoktur.

Bu nedenle aynı içerikteki emek, üretken ya da üretken olmayan bir yapıda olabilir.

Örneğin Kayıp Cennet’in yazarı Milton, üretken olmayan bir işçidir. Öte yandan yayımcı için fabrika tarzında çalışan bir yazar ise üretken işçidir. Milton Kayıp Cennet’i, tıpkı bir ipek böceğinin ipek örmesi gibi, kendi doğasının eyleme geçişiyle üretmiştir. O daha sonra ürününü 5 sterlinden satıp böylelikle bir tüccar durumuna geldi. Oysa yayımcısının emriyle kitaplar üreten (örneğin ekonomi politikle ilgili özetler) Leipzig’li yazın proleteri neredeyse tümüyle üretken bir işçidir, çünkü onun üretimi sermaye tarafından devralınmıştır ve üretimin amacı sermayeyi arttırmaktır. Bir kuş gibi şarkı söyleyen şarkıcı üretken olmayan bir işçidir. Ama, şarkısını para için sattığı oranda bir ücretli-emekçi ya da tüccar olur. Ancak aynı şarkıcı ona para kazanmak için şarkı söyleten bir girişimcinin yanında çalışırsa o zaman üretken bir işçi olur; çünkü o doğrudan doğruya sermaye üretir. Başkalarına eğitim veren bir öğretmen üretken bir işçi değildir. Eğer eğitim kurumunun sahibi olan girişimcinin yanında ücretle çalışıyorsa, diğer öğretmenlerle birlikte, emeğini bu girişimcinin parasını artırmak üzere kullanıyorsa, üretken bir işçidir (Marx, 1999a: 112).

Bu pasajda birkaç noktanın gizli olduğu gözden kaçmamalı… İlk olarak, yukarıda da vurgulandığı üzere emeğin içeriği ile üretkenliği arasında doğrudan hiçbir ilişki söz konusu değildir. Öyleyse, ikinci olarak, işçi sınıfının kapsamı, üretken emekle sınırlı tutulmayabilir. Üçüncüsü, emeğin üretkenliği sermaye ile girdiği ilişkinin sonucudur. Nihayet dördüncüsü, metaın maddi mal olması zorunlu değildir; hizmet üreten emek de üretken emek olarak sermayeyi artırabilir.

Bu sonuçlardan, işçi sınıfının kapsamına ilişkin olanına böyle kolayca ulaşmak kolay değildir. Bir başka çalışmayı gerektiren bu meseleye ilişkin olarak Marksistler arasında tam bir uzlaşma bulunmadığına değinilerek geçilebilir.

İşçi sınıfının kapsamı konusunda Marksistler arasında en genel çizgileriyle dört ayrı yaklaşımın bulunduğu söylenebilir. İlki, işçi sınıfını üretken emekle sınırlama eğilimi içinde olan yaklaşımlardır (bunların başında Poulantzas gelir). İkinci grup, bu kadar dar bir işçi sınıfı tanımının günümüz emek süreçleri içinde gözlenen proleterleşme eğilimleri ile tutarlı olmadığı düşüncesini taşıyan ve ister büroda ister kamuda olsun, düşük düzeyde ve rutin işler yapan beyaz yakalıların hepsinin işçi sayılması gerektiğini öne süren yazarlardan oluşur. Bu yaklaşım, işçiyi genellikle proleterleşme eşiğini aşmış olma koşuluna dayandırır (Braverman, Wright, Szymanski). Üçüncü grupta yer alan yazarlar, büro çalışanları ve beyaz yakalılar ile idari kadrolarda çalışanların büyük bölümünü “yeni orta sınıf” içinde değerlendirenlerdir (Carchedi, Callinicos). Bunlar karşısında son olarak tüm ücretlileri işçi sınıfı kapsamı içinde değerlendiren geleneksel yaklaşımlardan (Mandel, Friedman) söz edilebilir (Öngen, 1996: 193).

Marx’ın, bugüne kadar ulaşıp, binlerce sayfalık tartışmalara da neden olan kafa karışıklığına yol açan analizini geliştirmemiş olmasının nedeni; “bu iş türleri[ni], kapitalist üretimin hacmiyle karşılaştırıldığında devede kulak [olarak görmesi]. Dolayısıyla bunları tümüyle göz ardı edebilir ve üretken olmayan ücretli emek kategorisinde ele alabiliriz” (Marx, 199a: 113) diye düşünmesindendir. Keza Marx “hiç kimse tıbbi ya da hukuksal bir ‘hizmet’i, parasını sermayeye dönüştürmenin bir aracı olarak satın almaz” (116) derken de, sağlık alanında yaşanan metalaşma sürecini ya da hukuk hizmetinin, “satılmak” üzere sermaye tahsis edilebileceğini tahayyül edemezdi.

2.3.2. Hizmet üretimi

Hem Marx’ın pasajından çıkarttığımız sonuçlar, hem de genelde avukatlığın hizmet üretimi bağlamında ele alınmış olması nedeniyle, buradaki inceleme dışında bırakamayacağımız bir diğer önemli nokta “hizmet” üretimidir. Hizmet üretimi başlığı aslında, üretken emek tartışmasının bir alt başlığı olarak da düşünülebilir.

Hizmet üretimine ilişkin her şeyden evvel, kol/kafa emeği ayrımından yola çıkıp, kol gücüne dayalı çalışanları sanayi işçisi, kafa gücüne dayalı çalışanları hizmet elemanı olarak adlandırılamayacağı vurgulanmalıdır (Öngen, 1996: 209). Zira hizmet üretimi, kafa emeğine dayalı olabileceği gibi, kol emeğine de dayanabilir. Hatta Harman’ın ifadesi ile “en önemli ‘hizmet sanayileri’nin bir bölümü, çok büyük ölçüde ‘geleneksel’ türde kol işçisi çalıştırır” (2006: 91). Temizlik işçisi ya da çöpçü örneklerinde olduğu gibi… Üstelik bunun aksi de geçerlidir.

Hizmet emeğinin niteliği problemindeki karışıklık, esasen Adam Smith’e kadar dayandırılabilmektedir (Savran ve Tonak 1999: 134). Zira Smith üretken olan/olmayan emek tartışmasında, hizmet emeğini kategorik olarak üretken olmayan emek sınıfına dahil etmektedir (Smith, 2006: 357-358). Aslında bu biraz da, Smith’in üretken emekten ne anladığıyla ilgilidir. Zira Smith’e göre üretken emek basitçe, “harcandığı nesnenin değerine değer katan” emektir; hizmetçinin emeği ise, hiçbir şeye değer katmamaktadır. Öyle ki “[b]ir adam, bir sürü sanayi işçisi çalıştırarak zengin olur; bir sürü hizmetçi tutmakla yoksul düşer” (358). Bununla birlikte Smith bir unsurdan daha söz eder. O da harcanan emeğin satılabilir bir malda maddileşmesidir –ki, hizmet emeği bu unsurdan da yoksundur: “[S]ıradan bir hizmetçinin emeği, herhangi bir nesne ya da satılır mal üzerinden kökleşip maddeleşmez. Onun hizmetleri, genel olarak, yapılır yapılmaz kaybolur gider” (358).

Buradaki saptamaların Marx’ın üretken emek konusundaki yaklaşımından ne denli farklı olduğunu yukarıda açıklayabildiğimizi umuyoruz. Ancak yine de, üretken olarak kabul edilebilecek hizmet emeği türüne yakından bakmak gerekebilir. Zira yukarıdaki yalnızca, hizmet üreten emeğin de üretken emek sayılabileceği sonucunu çıkarmakla yetinmiştik.

Üretken emek olgusu, emeğin sermaye ile girdiği ilişki bağlamında ortaya çıktığına göre, herhangi bir hizmetin üretiminin üretkenliğine ilişkin bir tespit ancak, söz konusu üretim sürecinde emeğin sermaye ile girdiği ilişkiye, bir başka deyişle, emeğinin karşılığının ne ile ödendiğine bakılarak yapılabilir.

“Emeğin karşılığının ne ile ödendiğine bakmak” ne anlama geliyor?

Daha evvel de belirtildiği üzere bir form olarak para, ancak dolaşım süreci içerisinde P-M-P formülasyonuna girdiği zaman “sermaye” niteliği kazanmakta idi. Öyleyse mesele, harcanan bir emeğin karşılığının yalnızca “para” ile mi, yoksa P-M-P döngüsüne girmiş para anlamına gelen “sermaye” ile mi yapıldığıdır.

Bir gereksinimin doğrudan karşılanması anlamında hizmet üreten emeğin sermaye ile ilişkisi söz konusu değildir. Velev ki, söz konusu hizmet, kendisini üretenin değil, bir başkasının gereksinimini karşılıyor olsun; yani bir değişim dahi söz konusu olsun. Bununla ilgili olarak Marx, etini kızartmak için oduncuya odun kestiren kapitalist örneğini verir. Burada kapitalistin oduncu ile ilişkisi basit değişim ilişkisidir. Yani kapitalist, oduncunun kendisine sunduğu hizmet ile sermayesini çoğaltmamış, hatta bir kısmını tüketmiştir. Dolayısıyla, oduncu karşısındaki konumu sermaye sahibi bir kapitalist olarak değil, para biçiminde bir meta sahibi olarak değerlendirilmelidir (Marx, 1999: 191-192).

Marx’ın bu örneğinden, en azından para ile değişilen emek ve sermaye ile değişilen emek olmak üzere iki farklı kategori olması gerektiği sonucunu çıkarırız. Gerçekten de, evde efendisinin yemek masasını kurup, toplayan bir hizmetçi ile kapitalist bir işletme olarak otelde yemek masası kurup, toplayan garsonun yaptıkları işin içeriği aynı olsa da, niteliği farklı olsa gerektir. Aynı örnek, -emeği bir nesnede maddileşen- aşçı olarak da düşünülebilir.

Bu anlamda, hizmet üretimini, maddi mal üretimine yönelik diğer emek tartışmalarından ayırmak mümkün değildir. Hizmeti, maddi mal üretiminden ayıran fark, esasen üretim ve tüketimin eşzamanlılığıdır (Savran ve Tonak, 1999: 137); başka bir şey değil. Söz gelimi öğretmen, emeğinin ürünü olan hizmeti üretirken, söz konusu hizmet eşzamanlı olarak tüketilmektedir. Oysa maddi mal üretimi söz konusu olduğunda, üretim ve tüketimin arasına zamansal, hatta mekansal bir ayrılık girmektedir.

Marx’a göre “[h]izmet, bir meta ya da emek olsun, bir kullanım değerinin yararlı etkisinden başka bir şey değildir” (1997: 194). Bu nedenle ancak kullanım değeri ile birlikte var olabilmektedir. Ancak bu haliyle bırakıldığında, söz konusu saptama tek başına, nasıl olup da hizmet sektöründe kapitalist üretim ilişkilerinin geçerli olabileceğini açıklamaktan uzaktır. Braverman, emeğin yararlı etkisinin, bir nesnede gerçekleşmediği, dolayısıyla üretim ve tüketimin eş zamanlı olduğu hizmet emeğinde, emeğin doğrudan tüketiciye sunulmuş olması gerektiğini belirtir. Şu durumda, meta haline gelen (metalaşan) emeğin yararlı etkisinin kendisidir. Ancak, işçinin emeğinin metalaşmış yararlı etkisini, doğrudan kullanıcılara değil de, daha sonra meta piyasasında yeniden satılmak üzere, kapitaliste satmasıyla, hizmet alanı, kapitalist üretim tarzına dahil olur (Braverman, 1974: 360).

3. Avukat emeğinin metalaşması

Emek kuramı açısından, avukat emeği meselesinin nirengi noktalarını, avukatın emek ürünü (avukatlık hizmeti ya da bilgisi ya da bu hizmet sonucu ortaya çıkan sonul ürün) yerine kendi emek-gücünü (ya da emeğini), sermaye sahibine satmak durumunda kalıp kalmadığı ve sermaye ile girilen bu ilişkinin sonucunda avukatın ücretinin sermaye olarak sermayeden ödenip ödenmediği konuları oluşturur. Bu da genel olarak adlandırıldığı üzere “ücretli avukatlık” başlığını akla getirir. “Ücretli avukat”lığın ortaya çıkmış olması, avukatlık hizmetinin bedelinin belirlenmesine ilişkin basit bir değişikliği değil, çok daha köklü; çalışmanın başında sorgulayacağımızı ifade ettiğimiz, avukatlık hizmeti üretiminin kapitalist üretimin yasalarına tabi olup olmadığı sorununu da içeren bir dönüşüme işaret etmektedir.

Yukarıda kabaca çizilmeye çalışılan kavramsal çerçeveden anlaşılacağı üzere, bir malın ya da hizmetin üretilmesinde veya bir işin görülmesinde sarf edilen emeğin türü, söz konusu emeğin “özünde” yer alan, içkin bir özellik değildir. Aksine, toplumsal yapıyı da oluşturan üretim ilişkileri temelinde çözümlenmeyi gerektirir. Dolayısıyla, avukat emeğini kategorik olarak bir kereliğine vasıflandırmakla, bu emeğin niteliğine ilişkin evrensel ve genel-geçer bir saptamada bulunmak mümkün değildir. Avukat emeğinin niteliğini, hem belli bir üretim tarzı içerisindeki konumunun ve hem faaliyetin yürütülmesi esnasında girilen toplumsal ilişkilerin gereğine uygun olarak belirlemek gerekir. Bir başka deyişle, avukat tarafından bir hizmetin üretilmesine özgülenen emek ya da emek-gücü, iş görülürken içine girdiği iktisadi ve toplumsal ilişki şekillerine göre farklı farklı adlandırılabilir.

Bu perspektiften değerlendirildiğinde, hukuken nasıl adlandırıldığı bir yana günümüzde avukatlık hizmeti şu formlar altında üretildiği görülür:

sema1

Şemada “Serbest Avukat” ile “Tek Avukat” ve “Kamuda” ile “İşletmeye Bağlı” kutucukları arasındaki oklar, gerek görünüm gerekse faaliyetin yürütülme biçimi bakımından bunların arasında bir bağıntı kurulabileceğini vurgulamaktadır.

Buradaki sınıflandırmanın hukuksal değil, olgusal durumu yansıtmaya çalıştığının altı tekrar çizilmelidir. Zira esasen “hukuk şirketine bağlı” başlığı altında ele alınan kategoriye giren bir büro, hukuken tek bir avukatın sahipliğinde olabilir. Burada “hukuk şirketi” adlandırması, büro içi ve dışı işleyişinin niteliksel dönüşümünü ifade etmek üzere kullanılmaktadır. Bu dönüşüme ileride değinilecektir.

3.1. Sermayeyi artıran avukat emeği: P-M-P’ mümkün mü?

Şemada serbest avukat kategorisi, emeğinin yararlı etkisini doğrudan kullanıcıya sunan avukatları betimlemektedir. Bu anlamda serbest avukat, hizmet üretmekte ve hizmetini esas kullanıcıya “para” karşılığında satmaktadır. Serbest avukat ile doğrudan kullanıcı (ki artık ona “müvekkil” diyelim) arasındaki ilişki basit değişim ilişkisidir. Bir diğer deyişle para sahibi, serbest avukatın emeğini M-P formülü çerçevesinde, satın almaktadır.

Serbest avukat ile tek avukata bağlı olarak çalışan ücretli avukat arasındaki –okla da vurgulanan- bağıntı, tek avukata bağlı olarak çalışan ücretli avukatın bağlı olduğu avukatın, serbest avukat kategorisinde olmasından kaynaklanmaktadır. Bu anlamda, söz konusu büroda üretilen hizmet, halen M-P formülü kapsamında ele alınmayı gerektirmektedir. Şu kadar ki, bu tür bürolarda çalışan ücretli avukatlar da, hizmetlerini genel olarak büro sahibi avukata değil, halen doğrudan kullanıcıya sunmaktadırlar (1. tür ilişki). Büronun bu işleyişinde bir değişim yaşanmaya başladıkça; yani ücretli (bağımlı) çalışan avukat hizmetini ya da hizmet ürününü doğrudan müvekkile sunmak yerine, daha sonra bir müvekkile satmak üzere büronun sahibi olan avukata sunmaya başladıkça aralarındaki ilişki de (2. tür ilişki), emeğin niteliği de dönüşmeye başlar ve büro artık bir “şirket”e dönüşmeye başlar.

sema2

Tek avukata bağlı olarak çalışan ücretli avukatla, bir hukuk şirketine bağlı olarak çalışan avukat arasındaki fark, başlangıçta yalnızca niceldir. Büro sahibi avukat ile ücretli avukat arasındaki ilişki, usta ile çırağın işleri elbirliği içerisinde yürüttükleri bir atölyedeki ilişkiyi andırmaktadır. Usta ile çırağın ilişkisinin kapitalist yasalara tabi olması yani çırağın emeğinin metalaşması için, öncelikle atölyedeki çırakların sayısının ve üretimin artması gerekir (3. tür ilişki). Usta ile çırak ya da çırakların kendi aralarında elbirliği sürdükçe, henüz kapitalist üretimin yasaları tam anlamıyla işlemeye başlamaz.

sema3

Marx’ın ilgili paragrafını anımsayalım:

Çok sayıda işçinin, aynı zamanda, aynı yerde (ya da isterseniz aynı iş alanında diyebilirsiniz), tek bir kapitalistin patronluğu altında aynı türden meta üretmek üzere bir arada çalışmaları, hem tarih hem mantık açısından, kapitalist üretimin çıkış noktasını meydana getirir. Üretim tarzı yönünden, manüfaktür, sözcüğün dar anlamıyla, ilk aşamalarında, lonca elzanaatlarından, bir ve aynı bireysel sermaye tarafından aynı anda çok sayıda işçi kullanılması dışında güçlükle ayırt edilebilir. Ortaçağ lonca ustasının işyeri, yalnızca genişlemiştir. Demek ki başlangıçta farklılık yalnızca niceldi (Marx, 1997: 313).

Öyleyse, avukatlık mesleğinin icra edildiği formlar çeşitlendikçe, esasen büro-içi emek sürecinde, dolayısıyla, avukat emeğinin niteliğinde değişiklik yaşanmaya başlamıştır. Bu değişiklik Marx’ın toplumsal işbölümünden farklı olarak tekil, ayrıntılı ya da manüfaktür işbölümü olarak adlandırdığı süreci anımsatır.

Marx (1997: 340), toplumsal işbölümü ile toplumsal üretimin ana bölümlere ayrılmasını kastetmektedir. Söz gelimi çoban/çiftçi ayrımı ya da sanayi ve tarım gibi… Bu ayrım, “genel işbölümü” olarak da adlandırılır. Bu genel bölümlerin (örneğin, sanayinin otomotiv, tekstil, beyaz eşya vs. şeklinde) kendi alt bölümlerine ayrılması “özel işbölümü”dür.

İşyeri içerisindeki işbölümü ise tekil ya da parça işbölümü olarak adlandırılır. Marx’a göre, toplumsal işbölümü, her toplumda görülen tarzda bir işbölümüdür ve doğal bir süreç içerisinde gelişir. Oysa “manüfaktürde uygulandığı şekliyle, işyerindeki işbölümü ancak kapitalist üretim tarzına özgü bir durumdur” (1997: 347) Böylece, avukatlık bürosunda, manüfaktür işbölümünün özelliklerini aramak bize, söz konusu büronun kapitalist üretim ilişkilerine tabi olup olmadığını gösterecektir.

Öyleyse manüfaktür (işbölümü) nasıl ortaya çıkar?

İki şekilde: Ya belli bir malın son şeklini alabilmesi için teker teker ellerinden geçmek zorunda bulunduğu, işçilerin, tek bir kapitalistin denetimi altında bir işyerinde toplanmaları ya da hepsi de aynı ya da benzer türden işi yapan birçok zanaatçı, tek bir kapitalist tarafından bir işyerinde aynı zamanda çalıştırılmak suretiyle… (Marx, 1997: 327- 328).

Bu iki durumda da, yapılacak olan iş parçalara bölünür ve her bir “işçi” ürünün tek bir parçasını yaparak, sonunda tek birisine ait bireysel bir ürün olmaktan çıkan malı ortaya çıkarırlar.

Marx’ın maddi mal, hatta daha da özelde sanayi üretimi üzerinden tarif etmeye çalıştığı bu süreç, genel olarak hizmet üretimine, özel olarak ise avukatlık bürosuna uygulanabilir bir model midir? Bu sorunun yanıtı, ancak olgusal olarak saptanabilir ve bir başka çalışmanın içeriğini oluşturacaktır. Ancak şimdilik, bu çalışmanın varsayım düzeyindeki iddiası, avukatlık bürosundaki işleyişin, manüfaktürün tekil işbölümüne benzer özellikler göstermeye başladığıdır.

Büro içinde görülen manüfaktür benzeri işbölümü, avukatlığın, yukarıda 3. tür ilişki olarak tarif edilen bir formda icra edilmeye başlanmasını tamamlayarak, yepyeni bir görünüm kazanır. Bu iki şartın bir arada gerçekleşmesi ile birlikte, M-P formülü, P-M-P formülüne dönüşür. Böylece, büro sahibi avukat (ki artık “avukat” olması bile gerekmez, o artık “kapitalist”tir), sermayesini artırmak üzere, avukatlık alanına yatırım yapan bir sermaye sahibi ile aynı konuma ulaşır. Büroda ücretli olarak çalışan avukat ise, emeğinin yararlı etkisini büro sahibine satmak suretiyle P’ye artı-değer katarak P’’e dönüştüren emekçiden başka bir şey değildir.

Büro sahibi, avukatın emeğinin yararlı etkisini doğrudan kendisi kullanarak tüketmeyip, sermayesini artırmak üzere kullanıcıya yeniden satarken, ücretli avukatın emeğinin karşılığını, “para olarak para”dan değil “sermaye olarak para”dan öder.

Yukarıdaki Şema 1’e de atıfla şunun tekrar hatırlatılması gerekir: Özel ya da kamusal bir işletmenin hukuk departmanında çalışan bir ücretli avukatın konumu, şimdi burada yaptığımız tartışmanın dışında, bir başka tartışmanın –büro işinin niteliğine ilişkin- meselesidir; dolayısıyla ayrıca değerlendirilmeyi gerektirmektedir. Zira yukarıda, hizmet üretimi bağlamında bir farka ilişkin olmadığını vurguladığımız kafa/kol emeği ayrımı, aslında tam da buraya denk düşmektedir. Kafa/kol emeği ya da beyaz yakalı/mavi yakalı ayrımı, sözgelimi mobilya üreten bir fabrikada, torna başında çalışan işçi ile muhasebe işlerini yürüten ücretli çalışan arasındaki ayrımı işaret etmektedir ve bu fabrikanın hukuk işlerini yürüten avukatının emeği, kuşkusuz, torna işçisinden çok muhasebe çalışanının emeği ile benzerlikler göstermektedir.

Öyleyse, kısaca da olsa, büro işçisine ilişkin bir değerlendirme yapmak gerekir.

3.2. Büro işi olarak avukat emeği: “Yaldızlı yakalı” işçiler mi?

Her şeyden evvel, büro çalışanlarının türdeş bir yapıda olmadıkları; sekreterler ya da satış elemanları gibi çalışanların, işçi sınıfının alt kesimlerini oluşturduğu konusunda bir fikir birliği bulunduğu; buna karşılık, örneğin idari ve teknik kademelerde çalışan hatta yöneticiliğe kadar yükselebilen büro çalışanlarının durumlarının tartışmalı olduğuna dikkat çekilebilir (Öngen, 1996: 195).

Bu tartışma bağlamında Öngen’in kendisi, beyaz yakalı sektör içerisinde, üç ayrı sınıfsal konumun farkında olmamızı önerir: (1) Sermaye birikim süreci ile ilgili yönetsel kararların alınmasına katılan ve yüksek ücret alan bir azınlık (üst düzey yöneticiler ve profesyoneller) (2) Gelir düzeyi göreli olarak yüksek olan ve emek ile sermaye arasındaki ara kademelerde bulunan orta düzey yöneticiler veya denetleyiciler (3) İş ve emek süreçleri üzerinde fazla bir denetleme gücüne sahip bulunmayan, çoğu kez kol işçilerinden bile daha düşük ücret alan büro işçileri (1996: 196- 197. Ayrıca bkz. Callinicos, 2006: 19).

Öngen’in sınıfsal konumu gelirle kategorize etmeyi de içermek durumunda kalan bu yaklaşımının yeterli olmadığı görülür. Söz gelimi, bu çalışmanın konusunu oluşturan avukatlar açısından düşündüğümüzde, herhangi bir verili durumdaki ilişkiye göre avukat, buradaki üç kategorinin her hangi birine dâhil edilebilir. Üstelik ikinci kategoriye girdiği halde, birinci kategoride yer alan bir avukattan daha fazla ücret aldığını gösteren örneklere de rastlanabilir.

Buradaki olgunun betimlenmesindeki yetersizlik, sınıfsal konumu statik bir kategori olarak ve ağırlıklı olarak ücret düzeyine bağlı kalarak ele almaktan kaynaklanmaktadır. Benzer derecelendirmeyi kendisi de dile getirmesine rağmen Callinicos, çalışmasının ilerleyen sayfalarında “gelir, tüketicilerle ilişkiler ve ‘işlev’ gibi unsurlar[ın], sınıfsal konumun olsa olsa eksik göstergelerini oluştur[duklarını]” kabul eder (Callinicos, 2006a: 46). Oysa Braverman (1974) ve Wright (1997), beyaz yakalıların sınıfsal konumlarına ilişkin “vasıf”, “yabancılaşma” ya da “otorite sahipliği” gibi dinamik ve ücret dışı başka kıstaslar belirlemektedirler. Keza Harman (2006: 105), Fransız sosyolog Crozier’den şu cümleleri aktarır (İtalik vurgular benim):

Değerlendirme, deneyim ve sorumluluk gerektiren konuları çözmekle sorunlu yüksek vasıflı elemanlar ile yalnızca bir dizi basit, değişmez işlem yapmaları istenen vasıfsız çalışanlar kitlesi arasında bir bölünme olmuştur. Bankaların, sigorta şirketlerinin ya da büyük muhasebe şirketlerinin idari servislerinde bir süreden beri çeşitli montaj şeridi türü iş örneklerine rastlanmaktadır.

Böylece, beyaz yakalı olarak nitelenen çalışan kategorisi, bir yanda profesyoneller ve yöneticiler, diğer yanda büro işleri ile diğer rutin kol işi olmayan işleri yapanlar olmak üzere iki gruba ayrılabilirler (Harman, 2006: 106. İtalik vurgu benim). Ancak bu ayrım yapılırken, Braverman’ın, 19. yüzyıl başındaki büro işlerini, modern profesyonel yöneticiliğin selefi olarak görüp, günümüzün tekelci kapitalist dönemin büro işçilerini 19. yüzyıl sonundakilerin halefleri olarak görme yönündeki uyarısı göz önüne alınmalıdır. Zira bu durum anlaşılamaz ve günümüzün milyonlarca büro işçisi “orta sınıf” ya da erken dönem kapitalizmin son derece sınırlı yarı-yönetici tabakası ile eş görülürse, Braverman’a göre, günümüz modern toplumuna ilişkin yaklaşım esaslı bir hata ile malul olacaktır (1974: 293).

Böylece beyaz yakalıların işçileşmelerinin, bürodaki işin yapılma şeklindeki değişikliğe bağlı olarak ortaya çıktığı ifade edilebilir. Kuşkusuz bu saptamanın ardından artık, söz konusu işçilerin ücret ve çalışma koşullarının, geleneksel işçi sınıfına benzeme yönünde bir eğilim içerdiği söylenebilir (Buna ilişkin çok sayıda veriye ulaşmak mümkünse de, bu çalışmayı uzatmamak adına burada değerlendirme konusu yapılmayacaktır). Bu durumun, avukatlık için de geçerli olduğu varsayımı ise, olgusal olarak saptanmayı beklemektedir.

Bugün avukatın herhangi bir büro işçisi olarak nitelendirilmesi garip görünüyorsa, aslında bir de 18. yüzyıl ortalarındaki büro çalışanın durumuna göz atmakta ve o günden bugünkü “beyaz yakalı” konumuna nasıl geldiğine bakmakta fayda var. Zira 18. yüzyıldan 19. yüzyılın başlarına kadar büro çalışanı, söz gelimi İngiliz sanayinin kimi sektörlerinde yöneticinin sıfatıdır. Büro çalışanın ücreti, doğrudan yönetici tarafından kendi ücretinden ödenir ve büro çalışanları genellikle akrabalar arasından seçilmektedir. Çünkü onlar aynı zamanda yakın zamanda yöneticiliğe ya da şirket ortaklığına yükselecek kişiler olarak görülmektedir (Braverman, 1974: 294). Braverman, aynı durumun ABD için de geçerliliğini, büro çalışanının, ileride patronun kızıyla evlenebilecek denli ayrıcalıklı olduğunu Lewis Corey’den aktarır (Ibid).

Büro çalışanlarının işlev, otorite, ücret ve ayrıcalık bakımından yaşadıkları gerileme, öncelikle, sayıca yaşanan artışla birlikte gerçekleşmiştir. 19. yüzyılın ortasından 20. yüzyılın ortasına kadar uzanan dilimi gösteren şu tablo çarpıcıdır (Callinicos, 2006a: 38):

Toplam işgücü içindeki büro çalışanları (%)
1851 0,8
1901 4,0
1951 10,5

 

ABD’de 1990’ların sonunda beyaz yakalı çalışanların oranı, toplam çalışanların % 60’ına ulaştığından söz edilmektedir.[3]

Büro çalışanlarının konumlarını etkileyen diğer değişkenler, teknolojik gelişme ve kapitalist ekonominin yapısında görülen değişim olarak saptanabilir. Beyaz yakalılar özelinde, “orta sınıfların işçileşme eğilimi”ne ilişkin yapılması gereken değerlendirme başka bir çalışmanın konusu olmayı hak edecek derinlikte olduğundan, burada meselenin ayrıntısına değinilmeyecektir.

Bu bölümdeki çıkarımlar, kabaca özetlenmek gerekirse; beyaz yakalı olarak nitelenen büro işçileri teknolojik gelişmeler ve kapitalist ekonominin yapısında görülen değişime bağlı olarak sayılarında ortaya çıkan olağanüstü artış sonucunda işlev, otorite, ücret ve imtiyaz bakımından “işçileşmiş”lerdir. Söz konusu işçileşmenin kıstasları, vasıfsızlaşma, yabancılaşma, işin kontrolünün kaybı ve ücretlerde göreli azalma olarak belirlenebilir. Böylece, herhangi bir büroda çalışan avukatın (ki bu bağlamda artık, söz konusu büronun avukat bürosu, hukuk şirketi veya özel ya da kamusal bir işletmenin hukuk departmanı olması fark etmez), yaptığı işin otomasyona bağlı, teknik, değişmez bir iş haline gelmesine, hatta işin parçalanarak bürodaki avukatın sürecin tek bir parçası üzerinde iş görmesine ve bunun sonucunda gelirinde yaşanan göreli düşüşe bağlı olarak “işçileşme”sinden söz edilebilir.

4. Sonuç

Bu çalışmanın, yanıtlarını vermeye çalıştığından daha fazla soru içerdiği açıktır. Ayrıca varsayımları, olgusal olarak tanıtlanmadıkça tamamlanması söz konusu bile olamayacaktır. Yine de, sonuç çıkartılabilecek bir perspektif sunmuş olması umulur.

Daha sonra bize avukatın sınıfsal konumu hakkında da çıkarım yapma olanağı sağlayacak avukat emeğinin niteliği ancak, avukatlık faaliyetinin kapitalist üretim yasalarına tabi olup olmadığı çerçevesinde belirlenebilir. Kapitalist üretim yasalarına tabi olmaktan kasıt, sermayeyi büyütecek artı-değer yaratılmasıdır. Çalışmada da açıklanmaya çalışıldığı üzere, sermayeyi büyütecek artı-değer, sermaye ile emek-gücünün girdiği özel bir ilişki içerisinde ortaya çıkar ve aslında metanın yararlılığından tamamen ayrıdır.

Bu anlamda, avukat emeği açısından sorun “ücretli avukatlık” olgusunda belirginleşmektedir. Zira emeğin metalaşması ancak ücretlilik olgusu ile gerçekleşir. Fakat emeğin niteliği açısından ücretlilik olgusu, yalnızca zorunlu bir koşuldur; yeterli değil… Avukat emeğinin metalaşması, yani sermayeyi büyütecek artı-değer üretebilmesi, “hukuk şirketi”nin ortaya çıkması demektir. Çünkü bu yapı içerisinde ücretli avukat emek-gücünün yararlı etkisini, doğrudan müvekkile “para” karşılığı değil, büro sahibine, onun sermayesini artıracak bir ilişki içerisinde “sermaye” karşılığında sunmaktadır. Bir diğer deyişle, avukatın çalıştığı büronun sahibi, avukat emeğinin doğrudan kullanıcısı değil; yalnızca avukatın emeğini, parasını sermayeye dönüştürmek ya da sermayesini artırmak üzere doğrudan kullanıcıya satmak üzere satın alan kişidir. Bu ilişki Marx’ın P-M-P’ formülü çerçevesinde ele alınabilir.

Öte yandan, serbest avukatlık dışındaki ücretli avukatlıkların hepsi, büro emeği açısından da değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Bu da, beyaz yakalı işçi ve orta sınıfların işçileşmesi tartışmasını gündeme taşır. Avukatların sayılarında görülen büyük artışa ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak, avukatlık bilgisine duyulan ihtiyacın dönüşmesi; yani avukatlığın vasıfsızlaşması, işin parçalara bölünmesi sonucunda tamamı üzerindeki denetim ve otoritesini yitirmesi, dolayısıyla genelde bilgisayar teknolojisine bağlı teknik işlevler üstlenmesi; orta sınıfların işçileşmesinin kıstaslarının avukatlar için de saptanabileceğini gösterir.

Avukatlık emeği bu çalışmada esasen Richard Abel’in (1981) “avukatlığın politik ekonomisi” kavramından da esinlenerek bu şekilde ele alınmıştır. Abel, politik ekonomi başlığına uygun olarak “avukatlık hizmetinin üretimi” olarak adlandırdığı faaliyet alanında, 1960’lardan itibaren sanayileşmiş batı toplumlarının pek çoğunda dramatik bir dönüşüme tanıklık edildiğini ifade eder ve kapitalist koşullarda avukatlık hizmetinin üretimini “piyasa” kavramı çerçevesinde çözümler. Böylece çalışmasının alt başlıklarını arzın denetlenmesi, talep yaratılması ve üretim ilişkilerinin dönüşümü olarak belirler. Üretim ilişkilerinin dönüşümü ile ilgili olarak Abel, kapitalistin işçinin ürettiği artı-değere üretim araçlarının sahipliği ile el koyarken, meslek alanında bunun, piyasanın kontrolü ile gerçekleştiğini ileri sürer (1981: 1150). Piyasanın kontrolü ise, piyasaya giriş kıstaslarının oluşturulması, “piyasa”ya yeni girecek avukatların piyasa koşulları nedeni ile hizmetlerini doğrudan müvekkillere değil öncelikle kendi meslektaşlarına satmak zorunda bırakılmaları gibi mekanizmalarla sağlanır.

Avukat emeğinin niteliği, avukatlık “piyasası”nın politik-ekonomisine girişin ilk konusu olarak anlaşılabilirse, hukukun toplumsal konumunu da değerlendirmeye içerecek bir felsefi ve sosyolojik bir tartışmanın önemli bir argümanı haline gelir.

 

Kaynakça:

Abel (1981), Richard. “Toward a Political economy of Lawyers”, Wisconsin Law Review, 1981: 1117- 1187

Braverman (1974), Harry. Labor and Monopoly Capital. New York: Monthly Review Press.

Callinicos (2006), Alex. “Giriş”, Callinicos, A. ve Harman C. Neo-liberalizm ve Sınıf. Çev.: Osman Akınhay. İstanbul: Salyangoz Yayınları, ss. 9- 25.

Callinicos (2006a), Alex. “ ‘Yeni Orta Sınıf ve Sosyalist Siyaset”, Callinicos, A. ve Harman C. Neo-liberalizm ve Sınıf. Çev.: Osman Akınhay. İstanbul: Salyangoz Yayınları, ss. 27- 82.

Harman (2006), Chris. “Resesyondan Sonra İşçi Sınıfı”, Callinicos, A. ve Harman C. Neo-liberalizm ve Sınıf. Çev.: Osman Akınhay. İstanbul: Salyangoz Yayınları, ss. 83- 125.

Madra (2007), Yahya M. “İktisadından Emeğinden Emeğin Siyasi İktisadına”, Birikim, 217: 10- 22.

Marx (1993), Karl. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı. Çev.: Sevim Belli. Beşinci baskı. Ankara: Sol Yayınları.

____ (1997). Kapital I. Çev.: Allattin Bilgi. Beşinci baskı. Ankara: Sol Yayınları.

____ (1999). Grundrisse I. Çev.: Arif Gelen. Ankara: Sol Yayınları.

____ (1999a). Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları. Çev.: Mustafa Topal. İstanbul: Ceylan.

Öngen (1996), Tülin. Prometheus’un Sönmeyen Ateşi. İkinci baskı. İstanbul: Alan Yayıncılık.

Satlıgan (1994), Nail. “Teknoloji ve İşçi Sınıfında Değişim” başlıklı oturumda yapılan konuşma, Toplumsal Araştırmalar Vakfı Panel Dizisi 1- 2. İkinci baskı. İstanbul: Alan Yayıncılık.

Savran, S. ve Tonak (1999) E. A., “Productive and Unproductive Labour: An Attempt at Clarification and Classification”, Capital and Class, 68: 113- 182.

Smith (2006), Adam. Milletlerin Zenginliği. Çev.: Haldun Derin. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.

Wright (1997), Erik Olin. Class Counts: Comporative Studies in Class Analysis. Cambridge : Cambridge University Pres.

[*] Hukuk Felsefesi ve Arkivi toplantında sunulmuş ve ardından yayımlanmıştır.

[1] “Eğer emekçi, emeğine nesnel bir varlık verebilseydi, o, emek değil, bir meta satmış olurdu” (Marx, 1997: 509).

[2] Marx’ın burada atıf yapılan bu metni, Kapital’in birinci cildinin “Ek”i olarak bilinmektedir. Esasen Marx’ın sağlığında yayımlanan birinci ciltte yer almamış, elyazmaları arasından çıkarılarak ilk 1933’te Almanca ve Rusça yayımlanmıştır. Daha sonraları farklı dillerde Kapital’in birinci cildinin sonunda “Ek” olarak basılır olmuştur.

[3] Verilen çok sağlıklı olmaması nedeniyle Türkiye atfı yapmak bu noktada güçtür. Zira Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TUİK) raporlarında ayrıca bir büro işi ya da beyaz yakalı kategorisi bulunmamaktadır. Öte yandan çalışan nüfus içindeki oranından ziyade, yaşanan çağrıcı artışa dikkat çekmek adına, TUİK’in “idari personel ve benzeri çalışanlar/ Clerical and related workers” kategorisinde ele aldığı grubun istatistiklerine bakılabilir. Buna göre anılan grubun sayısında yıllar içerisinde görülen artış şu şekilde gerçekleşmektedir (Kaynak TUİK, Yapılan işe göre istihdam edilen nüfus istatistiği):

 

Yıl Sayı Oran
1980 649 245 3,5
1985 732 081 3,6
1990 958 629 4,1
2000 1 543 499 5,9

 

KAYNAK: Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi, S. 19, 2010


Beccaria’nın Hapis Cezasına Bakışı Üzerine Bir Değerlendirme

$
0
0

Giriş

Cesaria Beccaria, 1764 yılında yazdığı Suçlar ve Cezalar Hakkında1 adlı kitabıyla Avrupa’da büyük yankı uyandırmış ve bu eser modern ceza hukukunun temel kaynaklarından biri haline gelmiştir. Suçlar ve Cezalar Hakkında günümüzde hâlâ büyük ilgi görüyorsa bunun nedeni, Beccaria’nın ceza adalet sistemini yeniden şekillendirecek ve dönüştürecek düşünceler ileri sürmüş olmasıdır. Söz konusu eserde, kanunların kaynağı, nasıl yapılmaları ve nasıl yorumlanmaları gerektiğine, cezaların neden bir ihtiyaç olduğuna ve cezaların sahip olmaları gereken niteliklere değinilmiştir.

Bu çalışmada, esas ününü ölüm cezasının kaldırılması hakkındaki görüşlerine borçlu olan düşünürün ölüm cezası hakkında görüşleri değil, bu cezanın yerine önerdiği hapis cezasına nasıl baktığı incelenecektir.

Beccaria’nın Suçlar ve Cezalar Hakkında adlı eserinde hapis cezasıyla ilgili olarak ileri sürdüğü görüşlerini anlamak, yazarın düşün dünyasını şekillendiren çağa ışık tutmakla mümkün olacaktır. Bu nedenle Beccaria’nın hapis cezasına ilişkin görüşlerini incelemeden önce, eserin ortaya çıktığı dönem üzerinde durulacaktır. Genel olarak cezalar ve cezaların amacına ilişkin düşünceleri de kısaca incelenecektir.

I. Aydınlanma Çağı Düşünürü Beccaria

Avrupa’da, 18. yüzyılda, başta Montesquieu, Bentham, Rousseau, olmak üzere düşünürler, İlk Çağ ve Orta Çağ boyunca dinsel ve siyasal baskıların bir ürünü olan, insan onurunu göz ardı eden, aşırı katı cezalara ve monarşinin keyfi cezalandırma sistemine karşı çıkmışlardır. Akılcılık ve rasyonalite düşüncüleri üzerinde yükselen ve suçu rasyonel bir tercih olarak gören güçlü bir fikir akımının doğmasına neden olmuşlardır.2

Aydınlanma Çağı düşünürleri, hürriyet kavramının insanın sahip olduğu en temel varlığı olduğunun altını çizmişlerdir.3 Hürriyet en üstün hukuki değer olduğundan, kişinin hürriyetinden yoksun kılınması ona verilecek en ağır cezadır. Bu felsefeciler için işkence insan haysiyeti kavramı ile bağdaşmamaktadır. Bu yüzdendir ki cezalar, vücuda değil ruha uygulanmalıdır.4

Montesquieu, Kanunların Ruhu adlı eserinde, cezanın suçla orantılı olması fikrine üstünlük tanımaktadır. Ceza hürriyetin zıddıdır, acımasız ve keyfi cezalara yerine cezalar belirli ve ılımlı olmalıdır.5

Rousseau’ya göre ise Toplumsal Sözleşme’ye rıza gösteren özgür birey, aynı zamanda söz konusu sözleşmenin koşullarını kabul etmiştir. Bu nedenle, kasten sözleşmeyi ihlal eden kişi özgürlüğünden vazgeçmiştir ve Sözleşme’yi ihlal ettiği için cezalandırılır.6

Beccaria, Aydınlanma Çağı’yla birlikte Avrupa’da esen değişim rüzgârlarından özellikle de Montesquieu ve Rousseau’nun fikirlerinin önemli ölçüde etkilenmiş bir Aydınlanma Çağı düşünürüdür.7 Yalnızca ceza hukuku alanında değil, gazetecilikten, kaçakçılığa, kokuların analitik olarak incelenmesine varan geniş bir yelpazede eserler vermiştir; bir filozof ve ekonomisttir.8

Montesquieu ve Rousseau’nun izinden giden Beccaria, yeni bir ceza hukukunun temel ilkelerini ortaya koymuş ve ceza hukukunu ilk kez sistematikleştirmiştir.9 Beccaria, kişi özgürlüğü ve güvenliğiyle bağı nedeniyle ceza hukukunun öneminin farkındadır.

Beccaria’nın, asıl hedefi suç ve cezaya ve ceza yargılamasına ilişkin olarak “yüzyıllardan beri birikmiş yargıları ortadan kaldırmaktır.”10 Aydınlanma Çağı’nda ortaya çıkan düşünce akımlarının çizgisinde, hükümetlerin suç ve ceza siyasetlerini gözden geçirmelerini sağlamak ve suç ve ceza siyasetinin gelişmesine katkıda bulunmaktadır. Bu nedenle, Beccaria’nın eserinde kaleme aldığı düşüncelerin hedefinin hukuki bir hedeften ziyade siyasi bir hedef olduğunu söylemek yanlış olmaz.11

Beccaria’ya göre, suçta ve cezada kanunilik ilkesini, yargılamaların hızlı ve adil olması, cezaların ılımlı olmaları gerektiği ve her türlü gayri insani muamele, işkence, gizli yargılamalar, keyfi muamelelerin yasaklanması, suçların ve cezaların orantılı olması adil bir ceza hukukunun anahtarlarıdır.

Düşünürün ortaya koyduğu fikirler, genel anlamda Aydınlanma Çağı’nın fikirlerini yansıtmaktadır ve Suçlar ve Cezalar Hakkında adlı eseri de bu çerçevede değerlendirilmelidir.12

II. Cezalar Ve Cezaların Amacı

 A. Cezalandırma Hakkının Kaynağı

Beccaria, Suçlar ve Cezalar Hakkında adlı eserinde adalet sistemine, kanunların kaynağına kanun yapma tekniğine, cezalara ve cezaların amacına ilişkin, yeni bir anlayış ortaya koymuştur.13 Orta Çağ’da ceza verme hakkını hükümdarların ilahi bir kaynaktan kaynaklanan kutsal yetkilerine dayandıran görüşleri tümüyle reddetmiştir. Suç ve cezanın işlenen günaha oranla ölçülmesine karşı çıkan düşünür, düzgün işleyen bir hukuk sisteminin anahtarının dinsel kaynaklı bir adaletten anlayışı yerine, seküler bir adalet anlayışı olduğunu ileri sürmüştür.14

Suçlu, günahkâr değil toplum kurallarını ihlal eden bir bireydir. Bu nedenle, ceza kanunları hükümdarların mutlak güçlerini, dinsel bağnazlıkları, zenginlerin ya da asillerin çıkarlarını savunmak amacıyla tasarlanmış olmamalıdır. Kanunlar özgür insanlar arasında sözleşmelerden kaynaklanmalıdır.15

Ceza hukukunun temelleri artık hükümdara ya da kutsal olanla olan ilişkiye değil, toplumsal sözleşmeye dayanmaktadır.16 Cezanın gerçek ölçüsü failin amacı ya da günahının büyüklüğü değil, topluma verdiği zarardır. Düşünüre göre modern bir adalet, toplumsal sözleşmeyle siyasetin bileşiminden ibarettir. Kişi özgürlüğünü savunmasının altında yatan temel düşünce toplumsal sözleşme teorisidir. Özgürlükleri ve güvenliklerine riayet edilmesi için bir araya gelen insanların oluşturduğu toplumsal sözleşmenin ana hedefi bu ilkelerin korunmasıdır. Ceza verme hakkının temeli, toplumsal sözleşmeyle toplumun yararına hürriyetinin olabildiğince küçük bir kısmını topluma terk eden bireyin güvenliğinin ve toplumun esenliğinin korunması17 ve toplumun diğer üyelerinin hürriyetlerini tehdit edenleri bastırmaktır.

B. Cezaların Amacı

Montesquieu’nün tümevarımsal ve deneysel yaklaşımını ve Rousseau’nun toplumsal sözleşmeye ilişkin görüşlerini yorumlayarak, ceza verme hakkının kaynağını toplumsal sözleşme ve ortak yarar eksenine oturtan Beccaria, bu görüşünün bir sonucu olarak faydacılık ve cezaların hafifletilmesi kavramlarını geliştirmiştir.18

Beccaria, Suçlar ve Cezalar Hakkında adlı eserinde tıpkı Montesquieu gibi suçları sınıflandırmaktadır. Beccaria’ya göre en ağır suçlar topluma karşı işlenen suçlardır, bu suçları kişilere karşı suçlar izler, son sırada ise toplumun huzuruna karşı işlenen suçlar yer almaktadır. Ancak cezalar bakımından böyle bir sınıflandırmaya rastlamak mümkün değildir. Eserin bölümleri arasında gezinirken Beccaria’nın hapis cezasını, zorla çalıştırmayı, gönüllü sürgünlüğü ceza olarak benimsediği görülür. Buna karşın, cezaların çeşitlerine veya para cezasının miktarına ilişkin esaslar metinde yer almamaktadır.19

Beccaria’nın ceza hukuku felsefesi her şeyden önce önlemeye dayalıdır.20 Düşünür için cezanın amacı gelecekte işlenmesi muhtemel bir suçun önlenmesidir. Beccaria cezadan geleceğe yönelik bir fayda bekler. Suç işlendiği için değil gelecekte suç işlenmesinin önlenmesi için ceza verilmelidir. Düşünüre göre, cezanın genel önleme amacı ve özel önleme amacı olmak üzere iki temel amacı vardır. Cezanın özel önleme amacı suç işleyen bireyin tekerrür etmesini önlemektir. Cezanın genel önleme amacı ise diğer vatandaşların suç işlemesini engellemektir.21

Suçlunun topluma verdiği zarar esas alınarak tayin edilecek ceza işlenilen suçun niteliğine göre belirlenmeli ve sabit bir suç ve ceza dengesi kurulmalıdır.22 Diğer bir değişle ceza işlenen suça orantılı olarak saptanmalı ve insancıl olmalıdır. Bu nedenle Beccaria, her türlü insanlık dışı muamele içeren cezalandırma şeklini tamamen reddeder.

Cezaların ağırlığından çok cezaların etkisi üzerinde durulması gerektiğini düşünür. Cezaların amacını sorgularken cezaların siyasi amacının başkalarını korkutmak olduğu sonucuna varmıştır. “Cezaların siyasal amacı nedir? Belli ki başkalarını korkutmaktır” 23 bu ifadeden, Beccaria’nın, genel önleme amacına üstünlük verdiği ve ceza teorisinin tamamıyla caydırıcılık ekseninde temellendiği anlaşılmaktadır.24

Düşünür, cezaların caydırıcı olabilmeleri için kesin, hızlı ve şiddetli olmaları gerektiği düşüncesindedir. Düşünüre göre bir cezanın caydırıcı olabilmesi için en önemli ölçüt kesin olmasıdır.25 Bir cezanın mutlak bir şekilde uygulanacağı kanaatinin toplumda egemen olması, bireylerin suç işlemeden önce düşünmelerine ve suç işlemekten caymalarına neden olacaktır.

Cezaları suçun işlenmesinden hemen sonra, hızlı bir şekilde verilmesi, toplumda cezadan kaçma ihtimalinin olmadığı izleniminin yaratılması cezanın caydırıcılığı açısından çok önemlidir. Beccaria bu hususu “suçu önleyen en önemli frenlerden biri cezaların ağırlığı değil, cezaların kaçınılmaz olmalarıdır”26 şeklinde ifade etmektedir.

Nihayet, bir cezanın caydırıcı bir etki yaratması için şiddetli olması gerekmektedir. Beccaria’ya göre cezaların şiddetinden anlaşılması gereken suçlunun o suçu işlemekle elde ettiği faydadan daha fazla bir fayda elde edilmesi gerekliliğidir. Bu nedenledir, cezaların işlenilen suçla orantılı gerekir. Zira orantısız cezalar suç-ceza dengesini bozacaktır. Cezanın işlenilen suça göre çok ağır olması halinde gerek bireyde gerekse toplumda hakkaniyete uygun davranılmadığı kanaati oluşacaktır. Cezanın işlenilen suça göre hafif olması halindeyse, caydırıcılık etkisi yaratılamayacağından suç rasyonel bir tercih haline gelecektir.27

Beccaria, cezaların amacını ağır suçlar ve siyasal suçlar bakımından farklı olarak belirler. Ağır suçlarda cezanın caydırıcılığı ön plandadır. Siyasal suçlar söz konusu olduğundaysa cezanın asıl hedefi suçlunun ıslahıdır. Ancak suçlunun ıslahını modern anlamda suçlunun yeniden topluma kazandırılmasına yönelik iyileştirme faaliyetleri olarak anlamamak gerekir. Beccaria için cezanın ıslah edici olması caydırıcılığı kapsamında daha hafif olmasından ibarettir.28

III. Hapis Cezası

Cezalara ilişkin görüşlerini yukarıda açıklanan şekilde  ortaya koyan Beccaria, ağır ve ılımlı olmayan bir ceza olarak gördüğü ölüm cezasının kaldırılması yönündeki düşüncelerini desteklemek için bu cezaya seçenek bir ceza önermek zorundadır. Zira ölüm cezasının kaldırılması bir toplumda cezalandırılmaya ilişkin bir tartışma yaratacaktır. Bulduğu çözüm ise hapis cezasıdır. Düşünüre göre ceza hukukunun gelişmesi hapis cezası ve zorla çalıştırmanın yaygınlaşmasıyla mümkün olacaktır.29

Beccaria, kişinin hürriyetinden yoksun kılınmasını bir ceza olarak gördüğünü açıkça söyler.30 Ceza yargılaması tedbiri olarak gördüğü tutuklamayı ve hapis cezasını birbirinden ayırır. Tutuklama, Beccaria’ya göre kişi güvenliği ilkesi ile bağdaşmadığı için yalnızca bazı hallerde, istisnai olarak başvurulması gereken bir tedbirdir.31 Tutuklama bir hakkı ihlal ettiğinden, mutlaka haklı bir gerekçeye dayanmalıdır.32

Tutuklu için insancıl koşullar ister33. Zira haksız yere tutuklanan kişi serbest bırakıldığında tutuklama onda hiçbir aşağılanma ve utanç izi bırakmamalıdır.

Beccaria’nın ölüm cezası yerine önerdiği hapis cezasının modern anlamda bir ceza türü olarak yorumlanıp yorumlanamayacağı sorusu akla gelebilir. Aşağıda da açıklanacağı üzere Beccaria’nın hapis cezasını kavramını modern anlamda bir hapis cezası olarak değerlendirmek zordur, bu ceza, cezaevinde sürekli bir esaretten ibarettir.34

A. Hapis Cezasının İşlevi

Beccaria, neden hapis cezasını tercih ettiğini açıklarken öncelikle hapis cezasının etkisi üzerinde durur. Düşünüre göre hapis cezası hızlı bir ölümden daha etkilidir.35 Bu etkiyi ise ömür boyu süren hapis cezasının ölüm cezasından daha ıstırap verici olmasıyla açıklar. Beccaria’ya göre, hapis cezasının önleyici etkisi duvarlar ardında yaşananlardan kaynaklanır. Istırap hapis cezasının temelidir. Beccaria göre, hayat yorgunu, bezgin ve acınası bir durumdaki umutsuz bir kişi için ölüm bu durumdan kurtulmak için umutsuz bir çareyken36, hapishane bu umutsuzluğu sona erdirmez, başlatır.37

Ölüm cezasında çekilen ıstırap ölüm cezasının infaz anı ile sınırlanmıştır. Hapis cezasında ise bu ıstırap ölüm cezasından farklı olarak zamana yayılmıştır; “bu cezanın yol açtığı bütün mutsuz anlar bir araya getirildiğinde büyük olasılıkla daha ağır bir cezadır. Zira, bu mutsuz anlar, hükümlünün bütün yaşamı boyunca sürerler”.38 Beccaria’ya göre “suçu işlemekle elde edebileceği yarar ile kendi özgürlüğünü bütünüyle ve sonsuza dek yitirme tehlikesi arasında bunları düşünerek bir seçimde bulunmayan hiçbir insan yoktur”.39

Bu durum, ise yazara göre benzersiz bir fayda sağlar. Pek çok insan ölüm karşısında metaneti korumayı başarabilir, ancak pek az insan uzun süre hapsedilmeden kaynaklanan sefalete katlanamaz. Bu nedenledir ki ömür boyu hapis cezası, bir ölüm cezası tehdidine rağmen suç işleme kararında olan kişi üzerinde caydırıcı etki yaratabilir. Toplumun kalanına gelince, ömür boyu hapis cezasını çeken bir suçluyu gözlemlemek, bir ölüm cezasının uygulanmasının sağladığı önleme etkisinden daha fazla bir etki sağlar.40 Beccaria’ya göre makul hiçbir insan, suç kendisine ne çıkar sağlarsa sağlasın hürriyetinden tamamen yoksun kalmayı seçmeyecektir.41 Böylece en kararlı suçlu bile tekerrür etmeyecektir.

Hapis cezası, uzak bir esaret olan ve bu nedenle hiçbir caydırıcılığı bulunmayan sürgün cezasından da daha etkilidir. Ayrıca, hapis cezasının benimsenmesi halinde adli hata halinde bu hatanın giderilmesi de mümkün olacaktır.42

Ceza adalet sistemini insancıl kılmak için sarf ettiği çabalara rağmen Beccaria’nın cezaların caydırıcılığına ilişkin görüşlerinin döneminin suç ve ceza siyasetini suçluya ıstırap çektirmeye dayanan caydırıcılık eksenli bir ceza adaleti anlayışına yönelttiğini söylemek yanlış olamayacaktır.43

B. Hapis Cezasının İnfazı

Beccaria, ölüm cezası yerine hapis cezasını önerirken döneminin cezaevlerinin koşullarının etkisi altındadır. Gerçekten de 17. yüzyılın sonuna kadar devam eden süreçte, hapsedilme bir cezalandırma biçimi olarak görülmemektedir. Hapishaneler hapis cezasının infaz edildiği kurumlar olmaktan çok, yargılanacak kişinin yargılama sırasında hazır bulunmasını sağlamak üzere tutulduğu yerler olarak kullanılmaktadır.44

Beccaria, bir tür depo olarak kullanılan döneminin cezaevlerinin kötü koşullarının farkındadır. Nitekim, eserinin giriş kısmında “zindanların içler acısı görünümleri, bunların dehşet vericiliğini ve korkunçluğunu arttıran baskılara”45 karşı çıkmayan yargıçları eleştirir.

Beccaria’nın suçlunun bağnazlıktan ve kendini beğenmişlikten ancak “zincirler, tomruklar, sürgit sopa altında ve demir parmaklıklar arkasında”46 kurtulacağını belirtmesi, nasıl bir cezaevi istediğinin işaretleridir. Cezaevini suçlunun gözetilip tutulduğu yerden çok bir işkence yeri olarak görür. Mahpusun hapishaneden kurtulması ise ancak ölümü ile mümkün olacaktır. Hapis cezası bir tür kölelik, sürekli bir esaret halidir.47 Bu görüşlerden tıpkı dönemin cezaevi anlayışına uygun olarak, hapishanelerin kötü koşullarını kabul ettiği hatta desteklediği sonucuna varmaktayız.

Düşünür, bir yandan suçlunun her şeyden önce bir insan olduğunun göz önünde bulundurulmasını ve fiziksel işkencenin kaldırılmasını isterken48 öte yandan ruha yapılan işkenceyi meşru görmektedir. Bu hususu “cezaların oranları öyle seçilmelidir ki bunlar insanların ruhları, zihinleri üzerinde pek çok kalıcı ama suçlunun bedeni üzerinde en az iz bırakacak biçimde olsunlar”49 şeklinde ifade etmektedir.

Kanaatimize göre Beccaria hapishaneye ve hapis cezasına ilişkin görüşleri çelişkilidir. Eserin cebir şiddet ve zor kullanmalar üzerine olan bölümünde kan parası adı altında insan öldürenlerin para cezasına çarptırılarak cezalandırılmasına, fakir insanların hayatının satın alınacak birer nesneye dönüştürüldüğünü söyleyerek karşı çıkar.

Yasaların insanları göz ardı etmesi ve onu bir nesneye dönüştürmesi halinde ortada özgürlükten eser kalmayacağını ifade ederek, insan onurunu ön plana çıkarır.50 Oysa söz konusu olan mahpus olduğunda onu bir hizmet hayvanına dönüştürmekte ve insan onurunu göz ardı etmekte bir sakınca görmez. Düşünüre göre, cezaevinde hayvana dönüşen insan topluma “verdiği zararı “kendi yorucu çalışmasıyla giderip onarır.”51

Buna karşın, tehlikeli olduğunu söylediği suçlunun ancak her şeye rağmen “bir insan” olduğunun da altını çizer. İnsan olduğu içindir ki suçlunun “yeniden ıslahı lazımdır”. Hayvana dönüşen ruhu üzerinde kalıcı bir iz istediği suçlunun nasıl yeniden topluma kazandırılacağı ise bir bilmecedir.52

Bu satırlar okunduğunda Beccaria’yı hapishane koşulları ve bu koşulların iyileştirilmesiyle ilgilenen bir düşünür olarak değerlendirmek zordur. Beccaria’nın hapis cezasına ilişkin görüşleri, kanaatimizce, faydacılık ve caydırıcılık düşüncelerinin gölgesinde kalmaktadır.

Sonuç yerine

Beccaria’nın ceza hukuku alanında çığır açan düşüncelerinin bugün de modern ceza kanunlarının ana ilkelerini oluşturmaya devam ettiği hususunda kuşku yoktur53. Bununla birlikte, Beccaria’nın hapis cezasına ilişkin görüşleri günümüz okuyucusu için reformcu kimliğini hapishanenin kapısında bıraktığı izlenimini doğurmaktadır.

Beccaria’nın hapis cezasına ilişkin görüşleri çağdaşları tarafından eleştirilmesine neden olmuştur. Diderot, Beccaria’yı ölüm cezası yerine hapis cezasını önerirken kendisiyle çeliştiği gerekçesiyle eleştirir. Diderot’ya göre ölüm cezasının kaldırılması ve yerine hapis cezasının getirilmesiyle ceza hukuku daha insancıl bir hukuk dalı olmayacaktır.54

Beccaria mahpusu hayvana dönüştürürken, aynı dönemde İngiliz filantrof John Howard 1777, yılında yayınladığı kitabında Avrupa’da ceza ve tutukevlerinin kötü koşullarına dikkat çeker. Howard’a göre mahpuslar her şeye rağmen insan olma vasıflarını korurlar. Ancak insana yakışır bir biçimde muamele edildiğinde topluma kazandırılmaları mümkün olacaktır.55

Ancak yine de Beccaria’nın hapis cezasına ilişkin görüşlerinin eserin yazıldığı çağın koşulları kapsamında değerlendirilmesi gerektiği de unutulmamalıdır. 

Emine Eylem Aksoy Retornaz; Dr., Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Usul Hukuku Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi.

Kaynak: TBB, 2014, 122; http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2014-112-1381.

DİPNOTLAR

1 Cesare Beccaria,  Suçlar  ve Cezalar Hakkında (Dei delitti  e delle  pene),  çeviren Sami Selçuk, İmge Kitabevi,  Ankara, 2004.

2    Georges Picca, La criminologie, 8e édition, PUF, Paris, 2009, s. 84.

3    Jacques Leauté, Les prisons, PUF, Que sais-je?, Paris, 1968, s. 9.

4    Michel Foucault, Surveiller et punir , Gallimard, Paris, 1975, s. 163.

5    Ülker Gürkan, “Montesquieu ve Kanunların Ruhu”, AÜHFD, cilt 40, sayı 1,1988, s. 24;Pierre-Henri Bolle, “L’effet Montesquieu”, Erdoğan Teziç’e Armağan, Beta Yayınevi, İstanbul, 2007, s. 25.

6   Leszek Lernell, “Réflexions sur l’essence de la peine privative de liberté : de certains aspects psychologiques et philosophiques de la peine de prison”, Études en l’honneur de Jean Graven, Georg, Genève, 1969, s. 93.

7     Catherine Larrère, “Droit de punir et qualification des crimes de Montesquieu à Beccaria”, Beccaria et la culture juridique des Lumières, études rassemblés par Michel Porret, Droz, Genève,1997, s. 89.

8   Philippe Audegean, La philosophie de Beccaria, Savoir punir, Savoir écrire, Savoir produire, Vrin, Paris, 2010, s. 11.

9  Nicolas Catelan, L’influence de Cesare Beccaria sur la matière pénale moderne, Presses Universitaires d’AixMarseille, 2004, s. 5.

10   Beccaria, s. 23

11   Catelan, s. 5.

12    André Kuhn, “Du droit pénal d’avant Beccarıa au droit pénal moderne”, 300 ans d’enseignement du droit à Lausanne, Schulthess, Genève, 2010, s. 162.

13   Dönmezer Sulhi/ERMAN Sahir, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, 14. Bası, C. I, Beta Yayınevi, İstanbul, 1997, s. 52.

14   Denis Salas, “Ce que nous appelons punir”, Études, 2011/3 Tome 414, s. 320.

15    Lynn Hunt, “Le corps au XVIIIe siècle, Les origines des droits de l’homme”, Diogène, 2003/3 n° 203, s. 59.

16   Nur Centel /Hamide Zafer /Özlem Çakmut Yenerer, Türk Ceza Hukukuna Giriş, 7. Bası, Beta Yayınevi, İstanbul, 2011, s. 26; Timur Demirbaş, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 9. Bası, Seçkin Yayınevi, İstanbul, 2013, s. 62

17    Larrère, s. 111; Dönmezer/Erman, s. 52; Michel Porret, Beccaria. Le droit de punir, Michalon, Paris, 2003, s. 46.

18    Sami Selçuk, Beccaria’nın İnsanlığa Bildirisi, İmge Kitabevi, Ankara, 2004, s. 32; İlhan Üzülmez, “Ceza Sorumluluğunun Esası ve Cezalandırmanın Amacına Dair Düşünce Hareketleri”, Atatürk Üniversitesi Erzincan Hukuk Fakültesi Dergisi, C. V, S. 1-4, 2001, s. 266.

19     Pierre Lascoumes, “Beccaria et la formulation d’un ordre public moderne” Beccaria et la culture juridique des Lumières, études rassemblés par Michel Porret, Droz, Genève, 1997, s. 116.

20   Porret, Le droit de punir, s. 47.

21     Mario A Cattaneo, “Les fondements philosophiques de la fonction de la peine chez Beccaria”, Beccaria et la culture juridique des Lumières, études rassemblés par Michel Porret, Droz, Genève, 1997, s. 83.

22     Osman Dolu, “Rasyonel Bir Tercih Olarak Suç: Klasik Okul Düşüncelerinin Suçu Açıklama Ve Önleme Kapasitesinin Değerlendirilmesi”, Polis Bilimleri Dergisi, C. 11, S. 4, s. 99.

23   Beccaria, s. 86.

24   Pıres Alvaro, “Beccaria, l’utilitarisme et la rationalité pénale moderne”, Histoire des savoirs sur le crime et la peine. Tome II : La rationalité pénale et la naissance de la criminologie, Debuyst Christian, Digneffe Françoise, Labadie Jean-Michel/Pires Alvaro P (éds), Les Presses de l’Université de Montréal, Les Presses de l’Université d’Ottawa, De Boeck Université, 1998, S. 129.; Catteneo, S. 84

25   Dolu, s. 99.

26   Beccaria, s. 129.

27   Pıres, s. 83.

28   Pıres, s. 130.

29   Porret Michel, “Les lumières et la modernité pénale”, Un droit pénal postmoderne, sous la direction de Michel Massé, Jean-Paul Jean, André Giudicelli, PUF, Paris, 2009, s. 66.

30   Beccaria, s. 140

31   Beccaria, s. 136.

32   Francis Edward Devine, “Cesare Beccaria and the Theoretical foundation of mo dern penal jurisprudence”, New England Journal on Prison, S. 8, 1981, s. 19.

33   “Ne zaman ki acıma ve insancıl olma duyguları demir kapılardan içeri sızarlar ve adaletin acımasız ve amansız görevlilerine /zindancılara egemen olurlar, yasalar da işte o zaman yurttaşları tutuklama konusunda daha zayıf kanıtlarla yetinebilirler”, Beccaria, s. 150.

34   Barbara Esposito /Lee Wood, Prison Slavery, Committee to Abolish Prison Slavery,1982, s. 37.

35   Julien Damon, “Cesare Beccaria (1738-1794)”, Informations Sociales, 2005/7, n°127, s. 21.

36   Beccaria, s. 139.

37  Georgia Bechlivanou Moreau, Le sens juridique de la peine privative de liberté au regard de l’application des droits de l’Homme dans la prison, www.prison.eu.org/ IMG/pdf/thesegbm_2008.pd.

38   Beccaria, s. 140.

39   Beccariai s. 139

40   Devine, s. 18.

41   Beccaria, s. 50.

42   Porret, Le droit de punir, s. 103

43  Pıres, s. 43; Richard Dubé /Jean-François Cauchie, “Enjeux autour de l’évolution du droit criminel moderne Quand les variations de la périphérie défient l’autorité redondante du centre”, Déviance et Société, 2007/4, Vol. 31, s. 473.

44  Thorsten Sellin, “Un regard sur l’histoire de la prison”, Les nouvelles méthodes de restriction de la liberté dans le système pénitentiaire, Actes du deuxième Colloque international de la FIPP, Ulm, 17-22 avril 1967, s. 1.

45   Beccaria, s. 24.

46   Beccaria, s. 139.

47   Beccaria, s. 139.

48   Vasfi Raşit Seviğ, Askerî Adalet, İkinci Kitap, Ankara,1956, s. 26.

49   Beccaria, s. 70.

50   Audegean, s. 120.

51   Beccaria, s. 138

52    Selçuk, s. 56; Paul Savey-Casard, “Le deuxième centenaire du traité des delits et des peines”, Revue de science criminelle et de droit comparé, 3/1964, s. 506.

53    Jean-Philippe Dunand /Céline Tritten, “Un code pénal pour le bonheur des hommes ou de l’apport de Cesare Beccaria au mouvement de codification”, Du monde pénal, Mélanges en l’honneur de Pierre-Henri Bolle, Collection Neuchateloise, Helbing&Lictenhahn, 2006, s. 21.

54   Florent Guénard, “La liberté et l’ordre public: Diderot et la bonté des lois”, Revue de Métaphysique et de orale, 2005/1, s.120.

55   John Howard, L’état des prisons, des hôpitaux et des maisons de force en Europe au XVIIIe siècle, trad. nouv. et éd. critique par Christian Carlier et Jacques-Guy Petit, Ed. de l’Atelier, Ed. Ouvrières, Paris, 1994, s. 33.

KAYNAKLAR

Audegean Philippe, La philosophie de Beccaria, Savoir punir, Savoir écrire, Savoir produire, Vrin, Paris, 2010.

Beccarıa Cesare, Suçlar ve Cezalar Hakkında (Dei delitti e delle pene), çeviren Sami Selçuk, İmge Kitabevi, Ankara, 2004.

Bechlıvanou Moreau Georgia, Le sens juridique de la peine privative de liberté au regard de l’application des droits de l’Homme dans la prison, ww.prison.eu.org/ IMG/pdf/thesegbm_2008.pd.

Bolle Pierre-Henri, “L’effet Montesquieu”, Erdoğan Teziç’e Armağan, İstanbul, Beta Yayınevi, 2007, s. 25-30.

Catelan Nicolas, L’influence de Cesare Beccaria sur la matière pénale moderne, Presses Universitaires d’AixMarseille, 2004.

Cattaneo Mario A, “Les fondements philosophiques de la fonction de la peine chez Beccaria”, Beccaria et la culture juridique des Lumières, études rassemblés par Michel Porret, Droz, Genève, 1997, s. 83-88.

Centel Nur / Zafer Hamide/ Çakmut Yenerer Özlem, Türk Ceza Hukukuna Giriş, 7. Bası, Beta yayınevi, İstanbul, 2011.

Damon Julien, “Cesare Beccaria (1738-1794)”, Informations Sociales, 2005/7 n° 127, s.21.

Demirbaş Timur, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 9. Bası, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2013.

Devine Francis Edward, “Cesare Beccaria and the Theoretical foundation of modern penal jurisprudence”, New England Journal on Prison, S. 8, 1981, s. 8-21.

Dolu Osman, “Rasyonel Bir Tercih Olarak Suç: Klasik Okul Düşüncelerinin Suçu Açıklama Ve Önleme Kapasitesinin Değerlendirilmesi”, Polis Bilimleri Dergisi, C.11, S.4, s. 90-120.

Dube Richard / Cauchıe Jean-François, “Enjeux autour de l’évolution du droit criminel moderne Quand les variations de la périphérie défient l’autorité redondante du centre”, Déviance et Société, 2007/4, Vol. 31, s. 465-485.

Dönmezer Sulhi / Erman Sahir, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, C. I, 14. Bası, Beta Yayınevi, İstanbul, 1997.

Esposito Barbara / Wood Lee, Prison Slavery, Committee to Abolish Prison Slavery, 1982.

Foucault Michel, Surveiller et punir, Gallimard, Paris, 1975.

Guenard Florent, “La liberté et l’ordre public: Diderot et la bonté des lois”, Revue de Métaphysique et de orale, 2005/1, n°45, s. 109-125.

Gürkan Ülker “Montesquieu ve Kanunların Ruhu”, AÜHFD, C. 40, S. 1, 1988, s. 9-31. Howard John, L’état des prisons, des hôpitaux et des maisons de force en Europe au

XVIIIe siècle, trad. nouv. et éd. critique par Christian Carlier et Jacques-Guy Petit, Ed. de l’Atelier, Ed. Ouvrières, Paris, 1994.

Hunt Lynn, “ Le corps au XVIIIe siècle, Les origines des droits de l’homme”, Diogène, 2003/3, n° 203, s. 49-67.

Kuhn André, “Du droit pénal d’avant Beccarıa au droit pénal moderne”, 300 ans d’enseignement du droit à Lausanne, Schulthess, Genève, 2010, s. 161-176.

Larrère Catherine, “Droit de punir et qualification des crimes de Montesquieu à Beccaria”, Beccaria et la culture juridique des Lumières, études rassemblés par Michel Porret, Genève, Droz, 1997, s. 89-108.

Lascoumes Pierre, “Beccaria et la formulation d’un ordre public moderne” Beccaria et la culture juridique des Lumières, études rassemblés par Michel Porret, Genève, Droz, 1997, s. 109-117.

Leaute Jacques, Les prisons, PUF, Que sais-je?, Paris, 1968.

Lernell Leszek, “Réflexions sur l’essence de la peine privative de liberté: de certains aspects psychologiques et philosophiques de la peine de prison”, Études en l’honneur de Jean Graven. Georg, Genève, 1969, s. 91-106.

Pıcca Georges, La criminologie, 8e édition, PUF, Paris, 2009.

Pıres Alvaro, “Beccaria, l’utilitarisme et la rationalité pénale moderne”, Histoire des savoirs sur le crime et la peine. Tome II : La rationalité pénale et la naissance de la criminologie, Debuyst Christian, Digneffe Françoise, Labadie Jean-Michel/Pires Alvaro P. (éds), Les Presses de l’Université de Montréal, Les Presses de l’Université d’Ottawa, De Boeck Université, 1998.

Porret Michel, Beccaria. Le droit de punir, Michalon, Paris, 2003.

Porret Michel, “Les lumières et la modernité pénale”, Un droit pénal postmoderne, sous la direction de Michel Massé, Jean-Paul Jean, André Giudicelli, PUF, Paris, 2009, s. 59-72.

Salas Denis, “Ce que nous appelons punir”, Études, 2011/3 Tome 414, s. 319-330.

Savey-Casard Paul, “Le deuxième centenaire du traité des delits et des peines”, Revue de science criminelle et de droit comparé, 3/1964, s. 497-507.

Selçuk Sami, Beccaria’nın İnsanlığa Bildirisi, İmge Kitabevi, Ankara, 2004.

Sellın Thorsten, Un regard sur l’histoire de la prison, in: Les nouvelles méthodes de restriction de la liberté dans le système pénitentiaire, Actes du deuxième Colloque international de la FIPP, Ulm, 17-22 avril 1967, s. 97-108.

Seviğ Vasfi Raşit, Askerî Adalet, İkinci Kitap, Ankara, 1956, s. 26.

Üzülmez İlhan, “Ceza Sorumluluğunun Esası ve Cezalandırmanın Amacına Dair Düşünce Hareketleri”, Atatürk Üniversitesi Erzincan Hukuk Fakültesi Dergisi, C.: V, Sayı: 1-4, Erzincan, 2001,s. 259-294.

Adaleti Sağlamak Değil, Hakikati İnşa Etmek: Engizisyon Yargılama Usulü

$
0
0

Engizisyon usulü, yargılama tekniklerinde önemli bir tarihsel dönüşümü imlemekte, adaleti sağlamayı değil, önceden inşa edilmiş bir hakikati suçluya itiraf ettirmeye odaklanmaktadır. Bu tekniklerin kullanımı, Kilise doktrinine göre sapkın (heretic) ilan edilmiş inanç gruplarına karşı uygulanmaya başlamış ve asıl olarak politik bir hakikati onlar aracılığı ile inşa etmeye yönelmiştir. Bu yargılama usulü Avrupa tarihinde cadı avı olarak bilinen büyük oranda kadınlara karşı girişilen suçlarda da etkin olarak kullanılmıştır. Türkiye’nin son on yılında görülen büyük siyasi davaların eleştirmenlerinin çok sık atıf yaptığı bu usulün günümüze kalmış izleri bulunmaktadır.

Türkiye’de Ergenekon davaları ile başlayan büyük davalar süreci, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından başka boyutlar da kazanarak devam edeceğe benzemektedir. Yaklaşık on yıldır, söz konusu davalardaki yargılama süreçlerine ilişkin izlenen usuller ülke gündemini belirleyen yoğun tartışmaların konusu olmuştur. Savcılık iddianamesi haline getirilen polis fezlekeleri, gizli tanık kullanımının biçimi, kararın önceden verilip yargılamanın sonradan yapılması, masumiyet karinesinin yok sayılması, yürütme organın kendisini davaların savcısı olarak açıklaması, cezalandırma aracına dönen tutukluluk süreleri iddiaları davalar boyunca ülke gündemini meşgul etmiştir.

Yargı organının büyük siyasi davalar aracılığıyla temel siyasi kararlarda belirleyici bir rol oynar hale gelmesi[1] yargılama usullerinin özellikleri ile birleşince mesele, usulsüzlük savının ötesine geçebilecek yeni bir siyasal teknolojinin varlığı sorusuna odaklanmıştır. Derinlemesine üzerine gidilmeyen bu sava ilişkin göndermeler ortaçağ engizisyon kurumu ile kurulan paralellikte kendini göstermiştir.

Bu çalışma Türkiye, darbe girişimi sonrası yine bir büyük siyasi yargılamanın eşiğindeyken engiziyon soruşturma usulüne ilişkin temel olguları aktarma amacını taşımaktadır. Bu usulün anayasal devletlerin modern yargılama usüllerinde olmayan kimi temel özelliklerinin günümüz Türkiyesindeki varlıklarını saptamak, bu varlığa dayanarak devlet ve yargının yeni biçimi üzerine yapılacak incelemeler başka çalışmaların konusu olmalıdır.

Engizisyon, Latince inquisitionem, soruşturma anlamına gelmektedir ve Avrupa’da uzun süre egemen olmuş bir yargılama tekniğinin adı olarak karşımıza çıkar. Tarihsel Engizisyon kurumu Foucault’nun “Hakikat ve Hukuksal Biçimler” makalesinde soruşturma momenti olarak adlandırdığı momente denk düşer. Foucault, bu momentte ortaya çıkan soruşturma tekniğinin karekteristik özelliklerini i) Yukarıdan dayatılan bir adalet [hakikat] ii) Savcının yeni bir kişilik olarak ortaya çıkması [soruşturmacı, inquisitor] iii) Yasaya aykırı davranışın bir kişiye karşı yapılan haksızlığın yerini alması [günah, hata, sapkınlık] ve iv) Devletin icadı [kurumsal yapısıyla bir hakikata karar veren kutsal engizisyon makamı][2] olarak saymaktadır. Bu karakteristik özellikler, Engisizyon yargılama usulünü bütünsel bir teknik olarak konumlandırabilmeyi sağlar.

Adalet ve hakikat arasındaki ilişkinin statüsü, engizisyon yargılama usulünün temel mantığını açığa vuracaktır. Adalet kavramı gerek siyaset felsefesinin gerekse de hukuk düşüncesinin temelinde yer almaktadır. Arapçadan Türkçeye geçmiş kavram, denklik, ölçülülük, hak gözetme anlamlarını taşımaktadır. Adalet (Yunancada dike, Latincede iustitia) herkese hakkının verilmesi bağlamında Platon ve Aristoteles tarafından siyaset felsefesinin merkezine taşınmıştır.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında yeniden canlanan hukuk ve siyaset felsefesinin kesişim noktalarındaki “adalet” üzerine tartışmalar, antik düşüncenin adalet tartışmasını büyük ölçüde yeniden ele almaktadır. [3] Yirminci yüzyılın ikinci yarısının bir diğer büyük tartışması hakikat üzerinedir. Tek bir hakikate dayalı büyük anlatıların çöktüğü iddiası, modern sonrası düşünce içinde uç noktasına, bütün hakikatlerin inşa edilen metinsel yapılar olduğu varsayımına kadar ulaşmıştır. Hakikat kavramının (Latince veritas) hukuk ve siyaset felsefesi geleneklerinde adaletle ilişkisini kuran kavramın ikili anlamıdır. Kavramın birinci anlamı epistemolojik bir düzeye işaret eder, gerçekliğin doğru bilgisine ilişkindir. İkincisi işe ontolojik bağlamda gerçekliğin bizatihi kendisi ile ilgilidir. Adil olanın doğru olduğunu söylemek, doğrudan doğruya gerçeklikle ontolojik düzeyde bir bağı da işaret eder. [4] İşte tam bu anlamda her siyasal kuruluşun dayandığı hukuk düzeni kendi gerçekliğine ilişkin bir “doğru” inşa etmek durumundadır. Adalet de bu doğruya dayanacaktır.

Engizisyonun, adalet ve hakikat ilişkisinin statüsünü nasıl belirlediği de dönemin siyasal topluluğunun kuruluşunun gerçekliği içinde aranmalıdır. Engizisyoncu, sanığa neden burada olduğunu sorarak başlar kovuşturmaya. Çünkü ihtiyacı kendi hakikatini, Kilisenin “doğrusunu” sorgulanan kişide yeniden kurmak, itiraf mekanizmasıyla onu toplumsal olarak inşa etmektir. Engizisyonun ceza adaleti, suçun ortaya çıkarılması ve “adil” cezanın verilmesine değil, “hakikate” dair itiraf alınmasına dayanır. Adaletin sağlanması, hakikate ilişkin bu itirafın alınmasıdır.

I.

Tarihçi Carlo Gizburg’un, 16. yüzyılda yaşayan bir İtalyan değirmencinin engizisyon kayıtları sayesinde sunulan fikir dünyasını anlatırken yer verdiği, değirmencinin daha sonra kendisine karşı tanıklık edecek olan bir arkadaşına söylediği sözü alıntılayarak konuya girmek istiyorum: “Anlamıyor musun engizisyoncular, bizim onların bildiklerini bilmemizi istemiyorlar.”[5] İlk yargılanmasından sonra da “uslanmayan” İtalyan değirmenci Domenico Scandella’nın sarf ettiği bu sözler aslında kutsal engizisyonun eksik bir özetini verir. Eksikliği ise değirmencinin düşündüğünün aksine, onların bilgisini ve hakikatini kuran şeyin tam da kendisinin onlar tarafından sapkın olarak itham edilen düşünceleri olmasından kaynaklanmaktadır. Daha sonra anlatacağım prosedürde değineceğim gibi Engizisyoncu suçlu hakkındaki bütün verileri topladıktan ve suçlu hakkında kanaatini oluşturduktan sonra onu karşısına almakta ve ilk sorusu: “Neden burada olduğunu biliyor musun?” olmaktadır. Dolayısıyla sapkınlık kilisenin hakikatine karşı gelişmemekte; aksine kilise hakikatini kurarken sapkınlıkla başetmenin araçlarını geliştirmektedir. Dolayısıyla soruşturmacı, suçu üzerine suç isnat edilen kişiye tanımlattırır. Dale Hample’ın uyuşmazlık alanının (disagreement space) daraltılması bağlamında ele aldığı engizisyon teknikleri suçlunun argümanlarını kendi istediği biçimde geliştirmesini önlemek için kurulmuştur[6]. Çelişkileri tam da buradan gelmektedir çünkü sapkınlığı (heresy) inşa etmek için onun bilgisel malzemesine ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla geliştirilen teknikler bir yandan sapkınlığı ve bir yandan da bu sapkınlıkla mücadeleye dayalı bir ortodoksiyi inşa etmek gibi ikili bir işleve sahip olmuştur.

Malcom Lambert Medieval Heresy adlı kitabının ilk bölümünde sapkınlık ve kilise ilişkisini ele alırken kilisenin ilk kuruluş yıllarında var olan sapkınlığın bilgisinin kilise babalarının metinlerine yansıdığını ve kilisenin kendi doktrinini oluştururken bu bilgilerden oluşan kitapçıkların, listelerin din adamlarının eğitimlerinde çok önemli bir yer tuttuğunu belirtir[7]. Sapkınlıkla mücadele eden ve ona karşı kendi hakikatini kuran Roma Kilisesi özgün biçimiyle Kutsal Engizisyon kurumunu (Holy Office) ve soruşturma usulünü geliştirmiştir. Bu kurumu anlatmaya geçmeden önce sınırları çizmede fayda var. Öncelikle kurumun Fransa’da ve İspanya’da ortaya çıkış biçimleriyle ilgili tarihsel ve sosyolojik tarihsel verileri aktarmaya çalışacağım. Ardından soruşturma yöntemi üzerine bir değerlendirme yaparak Foucault’nun disiplin/inceleme olarak adlandırdığı momentte engizisyondan bize kalanın ne olduğuna değineceğim.

II. Engizisyonun Kuruluşu

On ikinci yüzyılda Avrupa, Hıristiyanlık içinde sapkınlığın yeniden canlanışına tanık olmuştur. Bunun en önemli nedenlerinden biri de bu dönemde ortaçağ Avrupasındaki dini düşüncenin kendisinin özellikle de laikler arasındaki okur yazarlık oranlarındaki artışla birlikte popüler hale gelmesi ve dolayısıyla kilisenin bilmesine karşı başka bilmelerin dini referanslarla desteklenebilir olması olarak belirtilebilir. İkincisi, kilisenin kendi içinde hiyerarşik kurumsallaşmasını güçlendirme ve kendi içinde doktrinini sağlamlaştırmaya, ritüel ve inanışları sabitleme çabasıdır[8]. Bu ikisi elbette birbirinden bağımsız olarak ele alınamaz.

Sapkınlığın gelişiminin en güçlü olduğu bölge ise Given’ın analizini sınırladığı ve Engizisyon tekniklerinin kurumsallaştığı Güney Fransa’nın Languedoc bölgesidir. Bu bölgenin yüksek oranda şehirleşmiş ve zengin olduğu söylenebilir. Bölge ayrıca Kuzey Fransa’yla karşılaştırıldığında güç dengelerinin hemen hemen hiçbir merkezi otorite lehine işlememesinden kaynaklı bir otonomiye sahiptir. Bölgedeki en güçlü heretik akımlar ise “Catharism” ve “Waldensianism”dir. Bu iki sapkın tarikatın öğretilerinde “vita apostolica” olarak sözü edilen ilk Hıristiyanların yoksul ve çileci yaşam tarzlarının önemli bir yeri vardır.

Bölgede bu tarikatların ciddiye alınabilecek bir popülarite kazanması Papalığı alarma geçirmiştir ve Papa Innocent III’ün önlemlerinin ardından Albigensian haçlı seferleri olarak bilinen ve yirmi yıl süren savaşların ardından Kuzey Fransa’nın bölge üzerinde hakimiyeti büyük oranda gerçekleşmiştir. Dolayısıyla da Krallık ve Kilise’nin bölgede hakimiyet kurma olanakları hazırlanmıştır[9]. Bundan sonra da bu olanakları değerlendirilecek bir yöntem olarak engizisyon kurumsallaşmaya başlamıştır.

Engizisyonun sapkınlığa karşı mücadelede; bu mücadele içinde Kilise’nin monarşinin ve yerel otoritelerin iç çekişmelerinde etkili bir araç olarak kullanılmasının en önemli nedenlerinden biri bu dönemde eldeki yargılama usullerinin yetersizliğidir. Sapkınlığı tanımlayacak, yargılayacak ve cezalandıracak teknikler bütünü kanonik hukukta yer almamaktadır. Roma hukuku ve Germen hukuku da politikleştirilmiş bir cezalandırma tekniğini içermemektedir. İşte bu yöntemlerin süreç içinde özellikle dominiken rahipler tarafından kurumsal olmayan bir biçimde gelişmesi, 1233 yılında Languedoc’a ilk papalık engizitatörlerinin atanmasıyla kurumsallaşmaya başlamıştır. Engizisyonun kurumsallaşması ve engizitörlerin uyguladığı prosedürler Roma ve Germen hukuku karışımı ortaçağ yargılama usulünde paradigmatik bir kopuş yaratmıştır. 12. yüzyılın sonunda dominiken rahiplerinin katkılarıyla kilise mahkemelerinde uygulanmaya baş- layan engizisyon usulü daha sonra laik mahkemelerde de işlemeye başlamıştır. Dolayısıyla bu, Foucault’nun bir ortaçağ icadı olarak gördüğü “yasanın ihlali” kavramının, kilisenin hakikatinin, Tanrı’nın emrinin ihlaliyle eşzamanlı olarak ortaya çıktığını göstermektedir.

Engizisyon usulü klasik hukuk okulunun özellikle Beccaria’nın en önemli eleştirilerine hedef olan soruşturmanın gizliliğine dayanır[10]. Sevig’in Fransa’da uygulamaya konan üç emirnameye (1498, 1539, 1670 tarihli emirnamelere) dayanarak yaptığı analizlerin de gösterdiği gibi[11] sanık soruşturma aşamasından hiçbir şekilde haberdar edilmez. Üzerine tanıklık yapanların kimler olduğunu bilmeye hakkı yoktur. Tutuklama aşamasında sanığın neden tutuklandığını bilmeye hakkı yoktur. Suçun kesin olduğuna karar verilmeden yargılama başlamaz. Kendisinden üç kez suçunu itiraf etmesi istenir, bu aşamaların hepsinde işkence bir sorgulama yöntemi olarak uygulanır. Eğer itiraf etmezse suçun kanıtları kendisine söylenir ve savunması istenir. Avukat tutulmasına Fransa’da 16. yüzyıl sonuna kadar izin verilmemiştir. (İspanya’da ise başlangıçtan beri bu hak vardır). İlerde değerlendireceğim gibi engizisyonun temelinde itiraf alma, hakikati bir de onun ağzından dinleme vardır. İtiraf, eğer yalan bir itiraf olduğundan kuşku duyulmuyorsa hangi aşamada olursa olsun soruşturmayı sonlandırır.

Bu yöntem sapkınlığı kontrol altına almak için Given’ın bize gösterdiği üç teknolojiyle birlikte işler[12]. Bunlardan ilki dökümantasyon teknolojisidir ki egemenlik momentinin önemli özelliklerinden biridir. Disipline geçişte de önemli bir işlevi olacaktır. İkinci teknoloji zorlayıcı hapistir. Üçüncüsü ise ceza teknolojisidir.

Günümüze ulaşan kayıtlardan en önemlileri Bernard Gui’nin ve Eymirch’in (14. yüzyıl) kayıtlarıdır. Gui’nin soruşturmalarda yazdırdığı (kayıt altına almak heretikliğin tanımlanması için zorunluydu) seremoniler, isimler, cezalar, sapkınlık tarifleri ortaçağ boyunca sıkça kullanılmıştır. Engizisyon arşivleri çoğu zaman iktidarı uygulama aracı olarak kullanılmıştır. Örneğin Ginzburg’un Peynir ve Kurtlar’da anlattığı değirmenci, ikinci defa yargılanırken başkalarına ait kayıtlarda bulunan ya da inşa edilen ilişkiler etkili olmuştur. Dolayısıyla engizisyonda kullanılan dökümantasyon sistemi yalnızca bir bilgi toplama ve bu bilgiye sahip olma aracı değil aynı zamanda bir iktidar, zorlama ve korku aracı olarak da işlev görmüştür. Hample’ın yukarıda anılan çalışmasında belirttiği gibi bu kayıtlar her zaman için engizisyoncunun tek amacı olan itirafı almak için kullanılmıştır.

Given’ın gösterdiği ikinci teknoloji hapis ya da hücredir. Bununla kastedilen ise bir hapishane rejimi değildir ki ortaçağ boyunca hapishane rejimi kavramından bahsedemeyiz. İstisnalar dışında hapis bir ceza yöntemi olarak kullanılmaz. Bununla birlikte hücrenin ve hapisin sapkınlığı kontrol teknolojisinde önemli bir yeri vardır. Bernard Gui, “Practica Inquisitions”ınında “Mahpus önce ağır koşullarda kalmalı, eğer itiraf etmezse koşullar taktiksel olarak yumuşatılmalı, karısı ve çocukları ile görüştürülmeli, eğer hiçbiri işe yaramazsa cezalandırılmalı” demektedir. Başka bir engizisyoncu ise şu dokunaklı cümleleri yazıyor: “Ölüm korkusu ve yaşam umudu bir kalbi hemen yumuşatabilir” ifadelerini kullanmaktadır. Hapishanenin başka bir özelliği mahkumla görüşenlerin yalnızca engizisyoncunun ajanları olmalarıdır ve bunlar da genellikle eski heretikler arasından seçilmektedir. Altı yıl sürebilen yargılamaların var olduğunu düşünürsek hapishanenin de işkence gibi hem itirafı almayı kolaylaştırıcı bir yargılama yöntemi hem de bir cezalandırma tekniği olduğunu söyleyebiliriz.

Given’ın belirttiği üçüncü teknoloji ise cezanın bir kontrol mekanizması olarak kullanılmasıdır. Given tersini belirtmesine rağmen (ona göre asıl olarak sapkınların kiliseye entegre edilmesi hedeflenir) ceza, her şeyden önce İspanyol engizisyonunu anlatırken daha iyi göreceğimiz gibi bir dışlama mekanizması olarak işlemektedir. Given’ın incelediği bölgede Gui’nin çalışmalarından aktardığı kadarıyla engizisyonun ceza ekonomisi çok esnektir. En çok verilen ceza sürekli hapis cezasıdır bu cezaya uğrayan kişiye aynı zamanda müsadere uygulanır. Daha sonra haç takma cezası vardır ki bu da dışlayıcı bir rol oynar. Haç görünür bir yere takılacaktır ve ağır bir metalden yapılmıştır. Sapkın damgası yemiş biriyle birlikte görünmenin bile tehlikeli olacağı düşünülürse bunun dışlayıcılığı kavranabilir. Bu esnek ceza sistemi, dışlanmış bir toplumsal grubu ortaya çıkarmıştır. Bunlar fişlenmiş sapkınlardır ve toplumda yer bulmakta güçlük çekerler.

III. İspanya Örneği

Güney Fransa’da bu şekilde kurumsallaşan engizisyon, İspanya’ya çok daha geç gelmiştir. Gerçi Fransa’nın “sorunlu” bölgesine yakın olan Aragon’da aynı dönemde bir engizisyon kurumu oluşturulmuştur ama bu 15. yüzyıl sonlarına kadar çok fazla işlememiştir. Bunun nedenlerinden biri İspanya’nın Müslüman, Hıristiyan ve Yahudileri birarada barındıran bir coğrafyada bulunmasıdır ama daha önemli bir neden olarak Katolikliğin çok güçlü olduğu yarımadada sapkınlığın bir tehdit olarak belirmemesidir. Engizisyonun İspanya’ya gelmesi de İspanya’da başlayan Yahudi karşıtı popüler düşüncenin 14. yüzyılın sonunda Yahudilerin oturdukları “aljama” adı verilen mahallelerde katliamların yaşanması ve ardından da Hıristiyanlığa zorlanmasının yarattığı sonuçlarla birlikte düşünülmelidir. Finansal sermayeyi ellerinde bulunduran Yahudiler üzerine girişilen 1391’deki büyük katliamlardan 1492’de Yahudiliğin yasaklanmasına kadar geçen sürede birçok Yahudinin “converso” (Yeni Hıristiyanlar) olarak Hıritiyanlığa dönmesi İspanya’ya Yeni Hıristiyanlar tehlikesi “converso danger” söylemiyle engizisyonu davet etmiştir. Temel sorun ise “converso”ların heretik olup olmadığıdır[13].

Papa Sixtus IV. 1478’de 40 yıllığına üç engizisyon yargıcını İspanya’ya atamış ve bunların 1480’de göreve başlamasıyla İspanyol engizisyonu da kurulmuştur. İspanyol engizisyonunun çok yoğun bir ırkçı uygulamayla ve merkezi hükümetin çok daha fazla denetiminde olmakla birlikte temel olarak Güney Fransa’da ortaya çıkan yöntemleri kullandığı söylenebilir. İspanyol engizisyonunun (Güney Fransa’dakiyle paralel bir zamanda kurulan ve parelel bir işleyişe sahip olan Aragon değil Castilia engizisyonu için İspanyol engizisyonu ifadesini kullanı- yorum) ayırıcı niteliği krallığın ihtiyaçlarına göre şekillenmesi ve Fransa’daki kuruluşuna karşıt olarak maaşını aldığı monarşiye daha bağımlı olmasıdır. [14] İspanya’da engizisyon çok ciddi bir otorite sağlama aracı olarak kullanılmıştır.

Engizitörlerin genel ve en etkili uygulamalarından biri, geldikleri yerde bir Pazar ayini sırasında bütün halkı toplamak onlara muhbirlik yapmaları için yemin ettirmek ve görkemli törenlerle güçlerini göstermek olmuştur. Engizitörlerin bir yöreye gelmesi de dolayısıyla bölgede yaşayanlar arasında korkuyu, onların istediğini yaparak ikbal kazanma arzusunu körüklemiştir. Böyle güçlü bir aygıtın denetlenmesi ise krallık açısından her zaman büyük önem taşımıştır. Bu denetim sayesinde İspanya’da temel olarak “converso”larla uğraşan engizisyon kurumu, krallık açısından iki şeyi birden becerebilmiştir. Bunlardan ilki, zengin “converso”ları yakıp müsadere cezası vererek bunu tacın hazinesine aktarılmasıdır. İkincisi ise, yarımadanın Yahudi ve Müslümanlardan “temizlenmesinin” sağlanması olmuştur. Yahudiliği düşman olarak kurarak halkın monarşinin istekleri doğrultusunda politizasyonu[15] sağlanmış ve bu da tacın ekmeğine yağ sürmüştür.

Protestanlık İspanya için hiçbir zaman ciddi bir tehdit olmasa da Protestanlığın ve de özellikle Erasmusçuluğun önlenmesi bağlamında, İspanya’da kitaplara lisans uygulanmaya başlamış, İspanya aynı dönemde yabancı kitapların sızmasını engellemeye çalışmıştır[16].

Engizisyon, bundan başka iki tür sapmayla daha uğraşmıştır. Bunlardan biri elbette Protestan reformudur ama asıl önemli ve ünlü uğraşı Pohl’un Images of Social Control kitabında “demonic perspektif” olarak imlediği[17] ve çalışmanın devamında incelenecek olan yargı ve cezalandırma teknolojisidir.

IV. Cadı Avı

Nachman Ben-Yahuda 14. ve 17. yüzyıllar arasında Avrupa’da, muhafazakar yorumlara göre 200.000 kişinin liberallere göre ise 500.000 kişinin öldürüldüğünü ve bunların da %85’inin kadın olduğunu belirtiyor. Bu olayı açıklarken de üç soru soruyor: i) neden 14. yüzyılda da başlayıp 17. yüzyılda da bitiyor. ii) Neden gerçek Hıristiyanlığın tam karşıtı olarak kuruluyor? iii) Neden kurbanlarının çok büyük bir kısmı kadın?[18]

14. yüzyıldan önce sorun çözücü olarak kurulan büyü, cadılık gibi kavramlar, 14. yüzyıldan sonra demonik bir perspektiften ve Hıristiyanlığa tam olarak karşıt bir biçimde inşa edilmiştir. Cadılar, şeytanın ruhunu ele geçirdiği ya da şeytandan buyruk alanlar olarak kurulmuştur. Dolayısıyla da Tanrı’nın düzeninin, iyinin koruyucusu olan Kilise şeytanın yönlendirdiği, kötünün güçlerine karşı savaş açmıştır. Dikkat çekilmesi gereken noktalardan biri de sapkınlık meselesinde olduğu gibi cadılık konusunda da İspanya, Polonya gibi kilisenin güçlü olduğu bölgelerde çok fazla davaya rastlanmamasıdır. Daha çok kilisenin zayıf olduğu bölgelerde cadı avı olarak tabir edilen süreçler yaşanmıştır.

Cadılığın inşa edilmesini, bu çalışma boyunca savunulan tarih perspektifinin bağlamında “gerçek” Hırıstiyanlığın yeniden inşası olarak okuyabiliriz. Her gerçeğin inşasında da bu gerçeğe “düşman” olarak kurulan kesimlerin ortadan kaldırılması süreçlerini işaret edebiliriz. Şeytani (demonic) biçiminde tarif edilerek bunun üzerinden, iyi olanın Tanrı’ya ait olan davranışın, düzenin resminin çizilmesi, cadılığın Hıristiyanlığın düşmanı olarak inşası da daha önce Catharların, Waldensianların, Conversoların başına geleni benzer araçlarla tekrarlamıştır. Cadılığın tarifine baktığımızda iki sorunu birden açıklayacak bir tanım karşımıza çıkmaktadır: “Cadı avı”nda neden kurbanların %85’inin kadın olduğu ve bunun neden 14. ve 17. yüzyıllar arasında yaygın olduğu. Patriarşik, heteroseksüel ve imana dayalı bir düzenin savunucusu olarak kilise cadılığı şöyle kuruyor: Cadılık esas olarak kadına aittir. Çünkü onlar her şeye inanırlar saftırlar ve hafızaları zayıftır.” “Cadılık cinsel şehvetle geldiği için doymak bilmez şehveti olan kadınlar şeytanca daha çabuk kandırılırlar.”[19]

Cadılığın Avrupa’da kovuşturulduğu dönem büyük sosyolojik değişimlerin yaşandığı bir zamana denk düşmektedir. Her alanda yenilikler yaşanmakta ve hemen hemen her yenilik de kilisenin otoritesine darbe vurmaktadır. Kilisenin çizdiği ahlaki sınırlar aşınmakta ve bu kiliseyi ahlakı konsolide etmeye itmektedir. Ben-Yahuda’nın Krapp’tan alıntıladığı gibi cadı avı Hıristiyanlar için bir kolektif kimlik kurma aracı olarak tasarlanmıştır. Kilise kadını insanlığın cennetten düşmesinin nedeni olarak gören Hıristiyan genesisi feodal toplumun çözüldüğü ve sınırların yeniden çizilmeye (bu sınırlar her alanda çiziliyordu. Gerek aile yapısında gerek çalışma ilişkilerinde gerekse de demografi alanında büyük değişimler yaşanmaktaydı ve bu değişimler içinde kadın toplumun en saldırılabilir öğesi haline getirmişti. Evdeki konumu önemini yitirdi. Evlenme koşulları zorlaştığı için fahişelik artmaya başladı. Kürtaj ve çocuk öldürmeler ki en büyük cadı suçlarıdır arttı vs.) başladığı bir çağda her şeyi Tanrı’ya ve şeytana ait olarak iyi ve kötü olarak kurarak büyük bir popüler desteği de arkasına almıştır. İyi ve kötünün tanımlanması, kötünün cezalandırıllması, iyinin korunması için ise engizisyon usulü en yetkin teknikleriyle kullanılmıştır[20].

Sonuç Yerine: Soruşturma tekniği ve bugünü düşünmek

Engizisyoncular adil olanı değil hakikati soruşturdular. Bu hakikatin kendisi ise yargıladıkları sapkınlık üzerinden şekillenmişti. Engizisyonun usulü de buna uygundu. Önce kanıtlar toplanır, karar verilir ve yargılama ancak bundan sonra başlardı. Yargılama da itiraf ettirmeye ve suçlunun ruhunu kurtarmaya yönelmişti. Ama burada asıl önemli olan sapkınlığın politikleştirilmesidir. En başta Michel Foucault’ya yaptığımız atıfa dönersek, Avrupa’da egemen devletlerin ortaya çıktığı tarihsel bağlam ile suçun bu politikleştirilmesi arasındaki bağlantı daha iyi görülebilir. Germen hukukunda haklılık ve haksızlık üzerinden yürüyen hukuksal prosedür bu momentle birlikte bir hakikate yönelmiştir. Hıristiyanlığın özünü sürekli ve sürekli kurduğu bu hakikatın dışında tanımlananlar ise cezalandırılmıştır. Cezanın politikleşme süreci tam da burada aranmalıdır. Carl Schmitt’in Siyasal Kavramı’nda sunduğu siyasal birlik olarak Avrupa’da devletlerin oluşma süreçleri ile engizisyonun yoğun olarak uygulandığı süreçlerin çakışması bu bağlamda anlamlıdır[21]. Topraksal egemenliğin ilk ortaya çıktığı ve engizisyonun ilk kurulduğu coğrafya Fransa’dır. Bu egemenliğin 18. yüzyıldan başlayarak dönüşmesi de suçlar, cezalar ve yargılama usullerindeki dönüşümleri etkilemiştir.

İnceleme/disiplin ve soruşturma arasında ayrımı koyarken Micheal Foucault, soruşturmanın hukuksal pratikte olup bitenin öğrenilmesinin usulü olduğunu söyler. Disiplinde/incelemede ise bir olayı yeniden oluşturmak değil, bir kimseyi sürekli denetlemenin, gözetlemenin söz konusu olduğunu belirtir[22]. Dolayısıyla 18. yüzyılda hukuksal alanda başlayan dönüşümün temelinde de cezanın idari ve politik niteliğindeki farklılaşma aranmalıdır.

Bununla birlikte Foucault’nun Toplumu Savunmak Gerekir adlı eserinde gösterdiği gibi dönüşüm geçiren iktidarların kesişmelerini yakalamak mümkündür. [23] Dolayısıyla soruşturma ve incelemenin kesiştiği alanlar tespit etmek, “demonic perspektif”i bugünde aramak ve bulmak da mümkündür. Bunun için egemenliğin kendini en belirgin olarak gösterdiği olağanüstü mahkemelerde soruşturma mantığının ve disiplinin kesişme noktalarına yönelmek gerekir. Türkiye’deki en iyi örneği eski DGM’ler vermektedir. Bu mahkemeleri izleyenler tam da devletin kendi doktrinini tanımladığı kendini kurduğu ve “olup bitenin” öğrenilmesi için aynen engizisyon usulündeki gibi çapraz tanıklar, işkence yöntemleri, henüz yargılama bitirilmeden verilen kararlar ve itirafın ruhu kurtardığına şahit olabilir. Yine aynen engizisyon usulünde olduğu gibi itiraf edenin cezasının hafiflediği hatta ruhunun kurtulduğuna kanaat getirildiğinden olsa gerek ceza almadığı da bir vakıa. Köklerini egemenlik momentinde bulduğumuz soruşturma mantığının icat edildiği zamanda ve mekanda kaldığını söyleyemeyiz. DGM’lerin kaldırılmasının ardından, çalışmanın başında anılan davalara bakan Özel Yetkili Mahkemeler’de kullanılan usuller incelendiğinde egemenlik momentinin adalete değil, daha önceden belirlenmiş hakikate ulaşma amacına yöneldiklerine ilişkin işaretler bulmak mümkündür.

Türkiye, darbe girişiminin ardından yeni bir büyük siyasi dava sürecine girmiştir. Devletin biçimine ilişkin önemli saptamalara gebe olan son on yılın siyasi yargılama süreçleriyle önümüzdeki sürecin yargılama pratikleri birlikte değerlendirilmelidir. Darbe girişiminin hemen ardından ortaya atılan ‘idam cezası geri getirilmesi’, ‘hainler mezarlığı kurulması’ gibi sadece hukuk dışı değil, çağ dışı tedbirler Engizisyon soruşturma tekniklerinin başında gelen suçluluğun kesinleşmesinin ardından yargılamanın başlamasına ve damgalamaya işaret etmekte, modern ceza hukukunun en önemli ilkesi olan suçsuzluk karinesini askıya almaktadır.

Dr. Dinçer DEMİRKENT; A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü.

Kaynak: Ankara Barosu Dergisi, S:75 (2017-2), s. 203-217

Dipnotlar:

  1. Carl Schmitt, Kanunilik ve Meşruiyet adlı eserinde siyaset felsefesinin devlet biçimine ilişkin temel sınıflandırması olan monarşi, aristokrasi, demokrasi sınıflandırmasının yerine, kitabını yazdığı Wiemar Almanyası dönemine ilişkin temel karşıtlıkları ortaya koyacak yasama, hükümet ve yargı devleti sınıflandırmasını önerir. Bu sınıflandırma sırasıyla kanun, emir ve yargı kararının saf halleri belirleyicidir. Schmitt elbette bu tiplerin saf halleriyle bulunamayacağını ekler. Kanunilik ve Meşruiyet, Çev. Mehmet Cemil Ozansü, İthaki, İstanbul, 2016, s. 3-18.
  2. Michel Foucault, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, Büyük Kapatılma, Ayrıntı, İstanbul, 2005. Foucault Toplumu Savunmak Gerekir’de soruşturmanın ilk biçiminin İngiltere’nin fethinden sonra idari bir teknik olarak ortaya çıktığını belirtmektedir. Bu teknik de birçok açıdan kıtadaki papa engizisyonu ile benzeşmektedir ama yine de son tahlilde bir kilise kurumu ve bir yargılama tekniği olarak Engizisyon ile bir idari teknik olarak Engizisyon birbirinden ayrılmalıdır.
  3. Özellikle John Rawls’un 1971’de basılan eseri A Theory of Justice, tartışmaların fitilini ateşlemiştir.
  4. Bu konuda verimli bir tartışma için bkz. Ahmet Murat Aytaç, “Hakikat ve Siyaset ya da Hakikati Savunma Üzerine Düşünmek”, Hakikat ve İnsan Hakları, (ed.) Özkan Agtaş ve Bişeng Özdinç, Dipnot, ankara, 2012.
  5. Carlo Ginzburg, Peynir ve Kurtlar, Metis, İstanbul, 1999, s. 87.
  6. Dale Humple, “A Pragma-Dialectical Anaysis of the Inquisition”, Argumentation, 2001, 15, s.135-149.
  7. Malcolm Lambert, Mediavel Heresy, Blackwell, Cornwall, 1994, s. 3-35.
  8. James Given, Inquisition and Mediavel Society, Cornel University Press, London, 1997, s.6-7.
  9. Given, s. 12.
  10. Cesare Beccaria, Suçlar ve Cezalar Hakkında, İmge, Ankara, 2004.
  11. Vasfi Raşit Seviğ, “Engizisyon Muhakeme Usulü”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 1961.
  12. Bu teknolojiler konunda söylenecek olanlar büyük oranda Given, s. 23-91’den aktarılacaktır.
  13. Henry Kamen, The Spanish Inquisition, Weidenfeld & Nicolson, London, 1997, s. 8-27
  14. Stephen Haliczer, Inquisition and the Society in the Kingdom of Valencia, Univerity of Columbia Press, Berkeley, 1990, s. 10-12
  15. Engizisyon kurulduğu hemen her yerde bölge halkının desteğini de almıştır. İspanyol engizisyonu konusunda da Braudel Akdeniz’de benzer bir hikayeyi anlatır.
  16. Kamen, s. 108. Yine Kamen’in belirttiği gibi Kitapların lisansa bağlanması sistematik olarak 1540’larda Fransa’da ardından İtalya ve İspanya’da uygulanmaya başlanmıştır.
  17. Stephen J. Pfohl, Images of Deviance and Social Control, McGraw – Hill Humanities, 1994, s.19-55.
  18. Nachman Ben-Yahuda, “The European Witch Craze of the 14th to 17th Centuries: A Sociologist’s Perspective, The American Journal of Sociology, 86, no.1, 1980, 1-31.
  19. Idem, s. 11.
  20. Türkçe’ye Cadı Kazanı olarak çevrilen Arthur Miller’in Crucible adlı oyunu Amerika’da yaşanan bir cadı avını, bu süreçte kurulan engizisyonu konu almakta ve meseleyi anlamak ve bugünü düşünmek için bir perspektif sağlamaktadır.
  21. Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, Metis, İstanbul, 2006.
  22. “Hakikat ve Hukuksal Biçimler” s. 167-168.
  23. Toplumu Savunmak Gerekir, s. 245-271.

KAYNAKÇA:

Beccaria, Cesare, Suçlar ve Cezalar Hakkında, İmge, Ankara, 2004.

Ben-Yahuda, Nachman, “The European Witch Craze of the 14th to 17th Centuries: A Sociologist’s Perspective”, The American Journal of Sociology, 86, no.1, 1980.

Ginzburg, Carlo, Peynir ve Kurtlar, Metis, İstanbul, 1999.

Foucault, Michel, “Hakikat ve Hukuksal Biçimler”, Büyük Kapatılma, Ayrıntı, İstanbul, 2005.

Foucault, Michel, Toplumu Savunmak Gerekir, Çev. Şehsuvar Aktaş, YKY, İstanbul, 2001.

Given, James, Inquisition and Mediavel Society, Cornel University Press, London, 1997.

Haliczer, Stephen, Inquisition and the Society in the Kingdom of Valencia, Univerity of Columbia Press, Berkeley, 1990.

Humple, Dale, “A Pragma-Dialectical Anaysis of the Inquisition”, Argumentation, 2001, 15.

Kamen, Henry, The Spanish Inquisition, Weidenfeld & Nicolson, London, 1997

Lambert, Malcolm, Mediavel Heresy, Blackwell, Cornwall, 1994.

Pfohl, Stephen, Images of Deviance and Social Control, McGraw – Hill Humanities, 1994.

Schmitt, Carl, Siyasal Kavramı, Çev. Ece Göztepe, Metis, İstanbul, 2006.

Schmitt, Carl, Kanunilik ve Meşruiyet, Çev. Mehmet Cemil Ozansü, İthaki, İstanbul, 2016.

Seviğ, Vasfi Raşit, “Engizisyon Muhakeme Usulü”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 1961

 

 

Adaleti Sağlamak Değil, Hakikati İnşa Etmek: Engizisyon Yargılama Usulü yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Sinema ve Hukuk/ Bir Tür Olarak Hukuk Filmleri

$
0
0

Hukukun bir tür olarak değerlendirildiği filmler ise, hukuka ilişkin olumlu ya da olumsuz “hakikatler” üreten ve/veya hukuk öznelerini ön plana çıkararak bir eğilim yaratmaya çalışan filmlerdir. Sinemanın dili hukukun ideolojisini ya da hukuku ideolojileştirmeyi bir imkân olarak kullanır. Sinemanın bu türü; “söz” ve “görüntü” ile “gerçek” ve “kurmacayı” melezleştirerek biçimlendirir. Bu filmlerle, alt metinde her ne varsa üst metinde izleyiciye sunulur ve izleyicinin gözünde hukuk yeniden inşa edilir. Kimi zaman hakikatle kimi zaman da hakikati tahrif ve tağyir ederek.

Sinemanın, kimilerine göre büyülü fenerin, bir sanat dalı olup olmadığı tartışmalarını, endüstriyel olduğu gerekçesiyle yapılan suçlamaları, yedinci sanat iğnemelerini öteleyerek konuşmak mümkünse eğer; sinema, en azından üzerinde düşünülmesi gereken, mekanikle sanatın modern dünyadaki bir çatışmasının belki de en iyi örneğini teşkil eder1 .

O halde, yeni bir sanat olan ya da olmaya yazgılı sinema, modernitenin bizi köşeye sıkıştırdığı bir noktada, kendine ait ve farklı kodları-kipleri kullanarak, ruhumuza dokunmaya çalışan bir soluktur.

Hiç şüphesiz ki, bu soluk gökten zenbille inmiş olamaz. 1895’te koca bir trenin beyaz bir perdeden seyircinin üzerine dumanlar saçarak gelmesiyle kitleselleşen; yarattığı gerçeklik algısıyla ilk seyircilerini salondan kaçıran sinema; süreç içinde eğlence türünden çok farklı türlere yönelmiştir.

Sinemayı tek bir üslup üzerinden değerlendirmek mümkün değildir. Sinema, farklı akımlarıyla-ki akımlar sinema kendini ifade etme tarzıdır-, başka bir deyişle modern sanat akımlarından ödünç aldıklarıyla söylemek istediğini başka yollarla aktarmak istemiştir seyircisine…

Bu kısa makalede, sinema üzerine çok fazla kelam edecek, büyük büyük laflar edecek değilim. Derdim, bir tür olarak artık kabul gören hukuk filmleri hakkında bir girizgâhtır sadece. Dolayısıyla, bunu gerçekleştirebilmek için önce sinemadaki türlerden bahsetmek lüzum eder. Ancak böylece “bir tür olarak hukuk filmleri” ile ne kastedildiği anlaşılabilir.

Şimdi gelin büyülü fener’e hukuk üzerinden yakından bakalım.

I. SİNEMADA TÜRLER

“Tür” teriminin kökeni edebiyata dayanır. Edebiyatta tür terimi, metin kategorileri arasında farklı düzen ayırımlarını belirtmek içinkullanılır. Örneğin sunum tipi için epik/lirik/dramatik; gerçeklikle ilişkisi açısından kurgusal/belgesel; üslup düzeyi bakımından epik ya da roman, metnin örgü tarzı yönünden komedi veya trajedi ve son olarak içeriği açısından duygusal/tarihsel/macera romanı şeklinde edebiyatta türler ayrılır2

Bu türsel ayırım sinemaya da yansımış ve filmler ilk başlarda komedi veya romans ya da savaş filmleri gibi kısıtlı konulara odaklanmıştır. İlgi çekici bir örnek verilirse, şimdi western olarak bildiğimiz film türleri, ilk ortaya çıktığında melodram karakteri göstermekteydi. Bu özelliği taşıyan ilk film 1903’te (Büyük Tren Soygunu) yapılmıştı. On yıl geçmeden şimdi western dediğimiz türe dönüştü ve kendi içerisinde western kovalamaca, western melodram, western romans gibi alt türlere ayrıldı3

Western türünün böylesi bir gelişimi ileride başka tür filmlerinin de ortaya çıkmasına ve gelişimine esin kaynağı olmuştur. Sinema filmlerinin böyle türlere ayrılması beraberinde izleyicilerde bir beklenti doğurmuştur. İzleyici tür filmlerini izlerken o türe ait beklentiler içerisine girmişler/girmektedirler ve filmi izlerken olay örgüsünün bu yönde bir geliş göstermesini ummuşlardır, ummaktadırlar4 .

Tür filmleri ya da başka bir deyişle, bir türün bütün filmleri bir dizi semantik bileşenlere denilebilecek öğeleri paylaşırlar. Western örneğinden hareket edilirse; atlar, kavgacı kahramanlar, kanuna karşı eylemler, yabanıl doğa ve Vahşi Batı tarihinden kesitlerin bir kombinasyonu görüldüğünde, o filmin bir western olduğu kabul edilebilir. Dolayısıyla, tür filmleri, ortak semantik öğeleri ortak bir söz diziminin parçası haline getirirler. Semantik öğelerin taşıdığı anlamlar, önceden var olan sosyal kodlardan ödünç alınmakta iken, söz dizimsel özellikler ise özel olarak o türe özgü olarak yaratılmaktadır5 .

Tür filmlerinin iki önemli eğilim bulunmaktadır. Birinci olarak, tür filmleri toplumdaki çatışmaları, hoşnutsuzlukları ya da toplumsal yaratımı esas alarak bir kültürel düşünme tarzı yaratmaya çalışırlar. Bunu izleyicinin (toplumun) beklenti düzeyi üzerinden yapabilirler ya da toplumu böyle bir beklentiye kanalize edebilirler. İkinci olarak ise, saf ideolojik de bir işlev görürler. Kapitalist/komünist bir devlet sistemini ya da iktidardaki bir hükümeti veyahut hukuk sistemini meşrulaştırmak, övmek ya da onun politikalarına inandırmak için izleyiciyi kandırma ve yönlendirme işlevi görürler. İkinci eğilime, politik filmler denilmektedir. Görüldüğü gibi, ilk eğilim daha özgürleştiricidir ve izleyiciyi bilinçlendirmeye yöneliktir. Oysa ikinci eğilim maniple edicidir ve dolayısıyla tür filmlerinin tehlikeli yönüdür. Bu yüzden tür filmleri, toplumu bilinçlendirme ve iktidarın (dönemsel olarak değişir) politikaları pekiştirme, kişilerin algılarını maniple etme arasında gerilimli bir ilişkiye sahiptirler. Tür filmlerine bir eleştiri de sanatı araçsallaştırdıklarından bahisle yapılmaktadır. Bu düşünceyi ileri sürenlerin gerekçeleri, biraz önce söylenenlerle paralellik göstermektedir6

İşte sinemadaki tür eğilimi zamanla bir tür olarak hukuk filmlerini de ortaya çıkarmış, özellikle Amerika’da bu türe ilişkin birçok film yapılmıştır ve hala da yapılmaktadır. Baştan belirtmek gerekirse, bu filmler hukuk temalı filmlerden ayrıdırlar. Çünkü hukuk temalı filmlerin inceleme alanı çok daha geniştir. Bir örnek üzerinden açıklanacak olunursa, Luis Bunuel’in Burjuvanın Gizli Çekiciliği filmi burjuva hukukunun önemli bir kurumu olan aile kurumunu eleştiren hukuk temalı bir filmdir, ama bir tür olarak hukuk filmi değildir. Yine Zeki Demirkubuz’un Üçüncü Sayfa filmi suç, suçluluk gibi hukukun alanına giren konular etrafında gezinirken, bir hukuk türü film olarak nitelendirilemez. Oysa örneğin Şeytanın Avukatı ya da A Civil Action gibi filmler hukuk türüne ait filmlerdir. Türk sinemasında buna bir örnek olarak Mesut Uçakan’ın Reis Bey isimli filmi gösterilebilir.

II. BİR TÜR OLARAK HUKUK FİLMLERİ

Bir tür olarak hukuk filmlerini inceleyebilmek için ilk önce hukuk ve popüler kültür çalışmalarına bakmak gerekmektedir. Bu çalışmaların kökeninde de hukuk ve edebiyat hareketi yer alır. Hukuk ve edebiyat hareketi iki alt kola ayrılarak incelenebilir. Bu hareketin ilk koluna mensup olanlar, “büyük kitaplarda” hukukun nasıl temsil edildiği incelerler ve bu kolun adına edebiyatta hukuk (law in literature) hareketi adı verilir. Diğer kolda yer alanlar ise, dil vasıtasıyla (edebi dil) bir toplumun nasıl inşa edileceğini ve nasıl ikna edileceğini incelerler; bu harekete de edebiyat olarak hukuk (law as literature) hareketi denilmektedir. Edebiyatta hukuk hareketi, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza, Herman Melville’in Billy Budd gibi edebi metinlerini inceleyerek, bu metinlerde hukukun nasıl tarif edildiğini anlamaya çalışırlar. Edebiyat olarak hukuk hareketinin öncüsü James Boyd White, hukuku, dili kullanarak toplumu inşa eden, ona anlam veren; doğasında edebiyat ve retorik bulunan bir sanat olarak tanımlar7 .

Bu çalışmalar hukukun kültürel analizlerini yapmakla birlikte bir yönden hep eksik kalırlar. Hukukun öznelerini çoğu kez es geçerler; hukuk öznesi olarak yurttaşları ya da diğer hukuki özneleri incelemelerine dâhil etmezler. Onların düşüncesinden hareketle söylenirse, edebi metinlerde ya da edebi metinler vasıtasıyla hukuk özneleri de anlatılmakta/inşa edilmektedir. Oysa hareketin iki kolu da bunu ihmal etmiştir.

Popüler kültür alanında yapılan edebiyat ve hukuk çalışmalarına daha sonra bir yenisi daha eklenir: hukuk ve film çalışmaları.

Hukuk ve film alanında çalışan akademisyenler, öncelikli olarak, sinema filmlerinde hukuk ve hukuki süreçlerin nasıl tasvir edildiklerini incelerler. Bu incelemeye, filmlerde hukuk (law in film/cinema) incelemeleri benzetmesi yapılabilir. Bu yaklaşım, yine edebiyat ve hukuk hareketine benzer bir biçimde, hukuk filmlerinde, hukuk kültürünün nasıl anlatıldığını araştırmaktadır. Başka bir ifadeyle, bu alanda çalışan akademisyenler, yaşadığımız toplumda ya da daha genel olarak dünyamızda, hukuk ve adaletten beklentilerimizi filmlerin kendilerine has yollarla bize nasıl aktardıklarını inceleme konusu yapmışlardır. Bu bakış açısına göre, filmler toplumdaki hukuk söylemini hareket imgesini kullanarak görsel olarak somutlaştırır. Diğer bir yaklaşım ise, filmi hüküm vermenin ve iletişim formunun bir aracı olarak görmektedir. Filmler hukukun ne olduğuna ilişkin hakikatler üretmekte, hukuki öznelerin davranış kodlarını yönlendirmektedir. Böylece sosyal ilişki şekillerine filmler aracılığıyla yön verilmek istenmektedir. Bu yaklaşımın adına da sinema/film olarak hukuk (law as film/cinema) denilmektedir. İşte bir tür olarak hukuk filmlerinden kastedilen de budur8

Bir tür olarak hukuk filmleri/film olarak hukuk, hakikat algımızı değiştirir; dünyayı algılamamızı şekillendirir. Sinemanın dili gibi hukuki süreçler de tekrarlanan süreçlerdir; hukuk sürecinde birbiriyle çelişen birçok öykü anlatılır defalarca ve hâkim bu hikâyeler üzerinden bir yargıya ulaşarak hüküm verir. Filmlerdeki kurmaca mahkeme salonları izleyiciyi salona çeker ve böylece izleyiciyi bazen hâkim, bazen jüri üyesi/avukat kimi zamanda mağdur/fail kimliğiyle sürece dâhil eder. Bunu yaparken filmin alt-metni, aslında izleyiciyi dilediği yöne doğru yönlendirir, artık alt metnin amacı her neyse hukuku inşa eder. Hukuk, izleyiciye, bazen adil olarak gösterilir, bazen de adaletsizlikle özdeşleştirilir.

1.HUKUKUN UYGULANDIĞI MEKÂNLARI KONU ALAN FİLMLER:

Dava Odaklı Filmler

Dava, hukukun ritüel olarak bir görünümüdür. Çoğu kez gözden kaçırdığımız bu görünüm hukukun gücünü pekiştirmek ya da bağlayıcılığının hissettirmek için önemlidir. Birçoğumuz için davalar yada yargılama süreci, hukukun faaliyette olduğunu gösteren bir sembolü işlevi görmektedir. Bu yüzden davaya ya da yargılama sürecine odaklanan filmler, izleyici/yurttaş/toplum nezdinde önemli bir işleve sahiptirler. Dava filmleri tür olarak hukuk filmlerinin en bilinen ve en çok kullanılan örneğidir.

Bu yüzden dava odaklı filmlerde, hukukun nasıl anlamlandırıldığına bakmak gerekir. Dava odaklı filmler ikili bir ayırıma tabi tutulabilir. İlk ayırımda, dava filmlerinde, öykünün yapısıyla, karakterlerin gelişimleriyle ve sinematik niteliklerle faraziyeler, beklentiler aşikâr edilir, hukukun ideolojik meşruiyetini yeniden üretilir. Bunlar tür olarak hukuk filmlerinin işaretlerini verirler bize. İkinci ayırımında, dava filmlerinde, ilk ayrımda bahsedilen modellerin yardımıyla, tıpkı hukukunun özneleştirme kipleri gibi özel bir tür izleyicisi oluşturulur. Bu tür izleyicisi, hukuk kurumlarının meşruiyetini ve gücünü sürdürmekte bir yardımcı konumundadır. Tür izleyicisi, önceden de ifade edildiği gibi, yargıç, jüri üyesi, mağdur ya da avukat rolünde olabilir. Yani izlediği filmdeki karakterle kendini özdeşleştirir. Dava filmlerinin izleyici-öznesi, liberal hukuk öznesi olan bireyi ve onun adaleti kovalamadaki merkezi rolünü aksettirir. Dava filmleri, izleyicisini, hem hukukun başarısında katkısı olduğuna inandırmak hem de hukukun ihtiva ettiği olanakları eleştirmek için cesaretlendirir. Bu eleştirel pozisyon, genellikle, filmdeki öyküye dâhil edilir ve hukukun olanaklarının olumlanmasıyla sonuçlanır. Böylece izleyici-özneye, hukuk vasıtasıyla adaletin tecelli edeceği hatırlatılmış olur.

Buradan hareketle özetlemek gerekirse, dava filmlerinin asıl anlatmak istedikleri hukukun adaletle olan ilişkisidir. Bu filmlerde, kamera, mahkeme salonunu çeşitli açılardan gezerek izleyiciye tarafları gösterir. Kameranın böylesi hareketinin maksadı, mahkemenin yargılama sonucunda vereceği kararın ve tarafların bakış açıları arasındaki farklılığın alt yapısını hazırlamaktır. Klasik bir dava filminde, hakikat, izleyicinin keşfetmesini bekleyerek saf bir şekilde öykünün bir yerlerine yerleştirilir.Buradan hareketle özetlemek gerekirse, dava filmlerinin asıl anlatmak istedikleri hukukun adaletle olan ilişkisidir. Bu filmlerde, kamera, mahkeme salonunu çeşitli açılardan gezerek izleyiciye tarafları gösterir. Kameranın böylesi hareketinin maksadı, mahkemenin yargılama sonucunda vereceği kararın ve tarafların bakış açıları arasındaki farklılığın alt yapısını hazırlamaktır. Klasik bir dava filminde, hakikat, izleyicinin keşfetmesini bekleyerek saf bir şekilde öykünün bir yerlerine yerleştirilir.

Yukarıda anlatılanları bir film üzerinden incelemek konunun somutlaşması açısından daha iyi olacak. Sidney Lumet’in 12 Angry Men filmi iyi bir örnek olabilir9

Sidney Luumet’in filmi klasik bir jüri filmidir. Film adalet binasının alttan çekimiyle başlar ve sonra koridorlara girer. Rutin bir adalet binasındaki işleyişi gösterir bize. Kamera yavaş yavaş insanlara odaklanır ve izleyici artık binanı içerisine tam anlamıyla girmiştir. Bu sahneler izleyiciye hiçbir önermede bulunmaz, sadece boşluk duygusu verir. Ardından kameranın hareketleri bir tarafa doğru kayar ve 225 numaralı mahkeme salonun içine girer; izleyiciyi bir yargılamanın ortasına atıverir. 12 Adam ve yargıç karşımıza çıkıverir. Çok geçmeden jüri kararını vermek için karar odasına geçer. Bir cinayet davası olduğunu anladığımız bu dava, “12 adamın” sanık (Latin kökenli Amerikalı) hakkında idam cezası verip verilmeyeceği üzerine yaptıkları tartışmalarla sürüp gider. Filmde jüri üyelerinin kararların öznel yaşantılarında konumları tarafından etkilendikleri gösterilir: Jüriden üyelerinden birisi, yabancı düşmanı, diğeri hukukun ceza vermekten ibaret olduğuna inanan birisidir. Sanık 11-1 suçlu bulunur; ancak 1 jüri üyesinin sanığın suçsuz olduğuna inanması ve sonunda 11 adamın oyunu değiştirmesiyle film örülmüş olur. Son sahne filmin açılış sahnesine göndermede bulunmayı ihmal etmez; adalet binasının devasa kolonları çekim tekniklerinin de yardımıyla gökyüzüne doğru uzanır sanısı verir izleyici-özneye. Böylece, izleyiciler, yani bizler, ilk sahnedeki boşluk duygusundan kurtulmuş ve hukukun cisimleştiği bu binayla hukukun varlığına yeniden inanmış olarak, Henry Fondayla birlikte rahatlamış olarak gündelik yaşamımıza döneriz.

Film her ne kadar bir yönüyle jüri sisteminin tirani boyutlarını, karar alma sürecinin öznelliğini sorunsallaştırsa, eleştirse de, adalet sarayının, yani hukukun somutluğunun adaletle ilişkisi anlatması açısından önemlidir. Yukarıda da değinildiği gibi, film, asıl amaç olarak izleyiciye hukukun hakikatini sunar. Gerçek adaletin devasa kolonlu adalet saraylarında tecelli edeceğini öğretir. İlk sahnede izleyici üzerindeki boşluk ve adaletsizlik duygusu, jürinin kararını verdikten sonra yerini, bir iç huzura ve adalete inanca bırakır. Dava filmlerinde, adalet binası, jüri odası ve mahkeme salonu, hepsi birden, hukukun işlediğini kanıtlamak için bir metafor olarak kullanılan öğelerdir; bunlar, dava odaklı filmlerin iskeletleridir.

2.HUKUKÇULARI ESAS ALAN FİLMLER

Dava filmleri ile odağını hukukçulara yönelten filmler arasındaki sınırı çizmek kolay değildir. Çünkü her iki alt tür de çoğu kez birbiri içerisine girmiş şekilde karşımıza çıkar. Ancak yine de aralarında bazı farklar bulunmaktadır.

Hukukçuları esas alan filmler, genellikle, hukukçuları negatif ve kötü olarak gösterme eğilimindedir. Bu filmlerde hukukçular, özellikle avukatlar, kazanmak için hiçbir engel tanımazlar. Bazı filmler ise, aslında kanunu harfiyen uygulamakta çok sert görünen yargıçların maskelerini …And Justice for All’daki gibi düşürerek, negatiflik açısından avukatlarla aralarında denge sağlamaya çalışırlar10

Hukukçuları esas alan filmleri bir örnek üzerinden inceleyerek bu alt-türün özelliklerini belirleyelim. Bunun için de Şeytan’ın Avukatı biçilmiş kaftandır.

Şeytanın Avukatı, 11 özellikle Keanu Reeves’in canlandırdığı Kevin Lomax karakteri, bir çok çevre tarafından avukatlık mesleğini aşağıladığı ve gülünç olduğu için eleştirilmiştir. Çünkü Kevin Lomax karakteri için, filmde, ilk başta objektif olarak mesleğinde oldukça iyi, başarılı ve yakışıklı bir avukat portresi çizilirken, daha sonra öznel hikâyesi işin içine katılarak izleyiciye bu başarısının tesadüfî olmadığı gösterilmektedir. Buradan toplum içinde başarılı olarak nitelendirdiğimiz avukatların gerçekte buna benzer öznel tarihleri olduğu anlatılmak istenir izleyiciye. Filmin satır arasında avukatların gerçek hayatta hep karşı karşıya kaldıkları vicdanları ile kazanma hırsları arasındaki ikilem, “suçlu olduğu kesin olarak izleyiciye sunulan” sanık üzerinden gösterilir12. Bu satır arası avukatları olumsuzlamak için iyi bir fırsat sağlar yönetmene.

Filmin fantastik öğeleri olmakla birlikte, aslında metaforik bir anlatımı vardır. Bu filmin alt-metninin zenginliğinden kaynaklanır. Filmin metni güçlü edebi metinlerle desteklenmiştir. Filmde güçlü bir Avukatlık firmasının sahibi olan Şeytan’ın adı özellikle ilgi çekicidir: John Milton. Bu John Milton karakteri İngiliz şair ve romancı John Milton’dan bir başkası değildir. Metne iyice bakıldığında Paradise Lost’tan13 alıntılar olduğu kolayca göze çarpar. Milton Paradise Lost’ta Tanrının karşısına Şeytanı koyarak, ona verilen cezanın çok da adil olmadığını anlatır; düşmüş bir melek olarak Şeytan en az diğer melekler kadar hak etmiştir cennette kalmayı aslında. Bu yüzden Tanrının cezası her zaman adil olmayabilir; yani, Tanrı da adaletsiz olabilir. Şeytan bu adaletsizliği cehennemdeki bütün iblisleri yanına toplayarak gidermek ister ve insan üzerinden Tanrıdan hesap sorar. Kitaptaki bu anlatımı filmde de buluruz. Bir metafor olarak Şeytan hukukun ta kendisidir. Kevin de hem onun oğlu hem de Avukatı olarak hukukun temsilcisidir. Filmin en etkileyici sahnesinde, yönetmen Milton (Al Pacino)’un ağzından, “cennete yükselecek pis kokular hukuktan geçer ve bunu da yapacak olan sensin Kevin” diyerek hukukçuların günahlarını teslim eder.

Sırf bu yüzden bile, Şeytan’ın Avukatı hukukçu olanlar için can sıkıcıdır. Hukukçuların çok sık kullandıkları şeytanın avukatlığını yapmak deyimi bu filmle metaforik anlamından kopartılır. Bu tür filmlerin anlatmak istediği, adaletsiz olduğu iddia edilen sistemin tek günahkâr olmadığıdır. Sistemi ayakta tutanlar olmadan sistemin tek başına günah işleme kabiliyeti yoktur zira. Tıpkı Nazi Almanya’sında Nazi Kanunlarını uygulayan yargıçların “hukukun gereğini yerine getirdik” şeklindeki söylemlerin altında yatan suça ortak olmaktan kaçma istekleri gibi hukukçuların da olağan dönemlerdeki hukukun günahlarından sadece sistemi suçlamayarak günah çıkarmaları, onları sorumluluktan kurtarmaz.14 Film bu açıdan bakıldığında bile oldukça radikaldir. Çünkü örneğin Primal Fear filmindeki Avukat Martin Vail (Richard Gere), suçsuz olduğunu düşünerek savunduğu sanığın suçlu olduğunu ancak son sahnede öğrenir. Şeytanın Avukatı’nın aksine bu film hukukçuları hakikati ortaya çıkarmak için uğraşan iyi niyetli kişiler olarak gösterir. Ve iyi niyetli hakikat arayıcıları oldukları için de aldatılmaları mümkündür. Sorun sistemin yanlış kurgusundadır.

Bu iki örnek, hukukçuları esas alan filmlerin kendi içinde iki farklı yaklaşımdan hareketle yapıldığını gösterdiği için önemlidir. Hukukçu odaklı filmler, ya hukukçuları sistemi sorumlu tutarak kısıtlı bir çerçevede eleştirerek anlatırlar ya da Şeytan’ın Avukatı gibi hukukçuları sistemden koparmaksızın daha eleştirel bir tarzda izleyiciye aksettirirler. Bazı yorumcular bu ikinci tarz filmlerin, bir anti-hukukçu profili çizmeye çalıştığını ifade ederek, toplum nezdinde hukukçu kimliğinin zedelendiğinden yakınırlar ve bu ve benzeri filmleri eleştiriye tabi tutarlar.

SONUÇ

Mekân ve aktör açısından bakıldığı zaman, hukuk filmleri ikili bir ayırımla incelenebilir. Lakin hukuka ilişkin mekânlara ve aktörlere yer veren, tematik olarak onu kullanan her film tür olarak hukuk filmi değildir. Suç, suçlu, ceza gibi hukukla doğrudan ilgisi bulmakla birlikte, ortak semantik öğeleri ortak sözdizimine odaklanarak anlatmayan filmler “tür-film” olarak nitelendirilemez. Sadece bazı öğelerin çevresinden gezinen veyahut kurumların etrafında dolanan hukukla ilgili öğelere yer veren filmler, bu kategorinin dışındadır.

Hukukun bir tür olarak değerlendirildiği filmler ise, hukuka ilişkin olumlu ya da olumsuz “hakikatler” üreten ve/veya hukuk öznelerini ön plana çıkararak bir eğilim yaratmaya çalışan filmlerdir. Sinemanın dili hukukun ideolojisini ya da hukuku ideolojileştirmeyi bir imkân olarak kullanır. Sinemanın bu türü; “söz” ve “görüntü” ile “gerçek” ve “kurmacayı” melezleştirerek biçimlendirir. Bu filmlerle, alt metinde her ne varsa üst metinde izleyiciye sunulur ve izleyicinin gözünde hukuk yeniden inşa edilir. Kimi zaman hakikatle kimi zaman da hakikati tahrif ve tağyir ederek…

DİPNOTLAR:

1 Arnheim, R.: Sanat Olarak Sinema, (Çev. Ulus Baker/Ege Berensel), Öteki Yay., Ankara 2002, s. 14-15.

2 Altman, R.:“Sinema ve Tür”, Dünya Sinema Tarihi, ed. GeoffreyNowell-Smith, (Çev. Ahmet Fethi), Kabalcı Yay., İstanbul 2003, s. 322.

3 Altman, s. 322-323.

4 Altman, s. 326-327.

5 Altman, s. 331.

6 Ryan, M/Kellner, D.: Politik Kamera-Çağdaş Hollywood Sinemasının İdeolojisi ve Politikası, (Çev. Elif Özsayar), Ayrıntı Yay., İstanbul 1997, s. 34 vd.

7 Posner, R.:LawandLiterature, 3rd edition, Harvard UniversityPress, 2009, s. xı-xıı; Domnarski, W.:“LawandLiterature”, Legal Stud. F.,Vol 27, 2003, s. 109 vd.; Levinson, S.:“Law as Literature”, Tex. L. Rev.,Vol. 60, 1981-1982, s. 373 vd.

8 Elkins, J.R.:“PopularCulture; Legal Films, And Legal Film Critics”, Loyala of Los Angeles LawRiview, Vol. 40, Winter 2007, s. 752 vd.

9 12 Angry Men, 1957, http://www.imdb.com/title/tt0050083/fullcredits?ref_=tt_ov_st_sm.

10 …AndJusticeForAll, 1979, http://www.imdb.com/title/tt0078718/?ref_=fn_al_tt_1.

11 TheDevil’sAdvocate, 1997, http://www.imdb.com/title/tt0118971/?ref_=fn_al_tt_1.

12 Bunun aksine… AndJusticeforAll’da Avukat Arthur Kirkland, suçlu olduğunu bildiği Yargıç Henry Fleming’i, duruşma günü açılış konuşmasını yaptıktan sonra mesleğini kaybetme pahasına, vicdanının sesini dinleyerek savunmayacağını jüriye açıklar ve koşarak adalet sarayından çıkar. Film, Kirkland’ın yüzüne yansıyan adaleti yerine getirmenin verdiği huzura odaklanarak biter. Bu film, en azından avukatlar üzerinden bazı hukukçuları aklayan filmlere örnek gösterilebilir.

13 Milton, J. : ParadiseLost, Penguin Classic, 2000.

14 Bkz. Washington, E.:“NurenbergTrials: theLastTragedy of the Holocaust”, The Atlantic Montly, s. 9vd ve Wyzanski, C.E.: “Nurenberg- A Fairtrial? Dangerous Precedent”, The Atlantic Montly, April 1946, s. 1 vd

Abdurrahman Saygılı; Doç. Dr., Ankara Ü. Hukuk Fakültesi Genel Kamu Hukuk ABD

KAYNAK: İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt:5, Sayı:1, Yıl: 2014

Sinema ve Hukuk/ Bir Tür Olarak Hukuk Filmleri yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Hukukun İç Ahlâkı

$
0
0

HUKUKUN İÇ AHLÂKI: LON L. FULLER’IN GÖRÜŞLERİ ÇERÇEVESİNDE BİR İNCELEME

Fuller, kuralı uygulamakla yükümlü kişinin kuralı görmezden gelmesinin veya uygulamamasının, vatandaşın kurala uymasını imkansız kılmayacağını, ama bir noktadan sonra kurala itaatin de vatandaş açısından boşuna olacağını belirtir ve sosyolog Georg Simmel’den alıntı yaparak, vatandaş ve hükümet arasında kuralların uygulanmasına saygı açısından bir karşılıklılık66 olduğunu belirtir.67 Hükümet vatandaşa şunu demektedir: “Bunlar senden uymanı beklediğimiz kurallardır. Eğer bu kurallara uyarsan, bu kuralların davranışına uygulanacak olan kurallar olacağını garanti ediyoruz. Fuller’a göre, bu karşılıklılık bağı hükümet tarafından tamamıyla koparıldığı zaman, vatandaş açısından kurallara itaat ödevini yerine getirme belirli bir temelden yoksun kalmaktadır. Yani, vatandaşın kurallara uymak için bir nedeni kalmamaktadır.

Giriş

Fuller hukuk ve ahlâk arasında zorunlu bir ilişki olduğunu iddia eden, 1902 ve 1978 yılları arasında yaşamış Amerikalı bir hukuk felsefecisidir.1 Bununla birlikte Fuller’ın hukuk ve ahlâk arasında kurduğu ilişki, hukuk felsefesinin geleneksel bir şekilde tartıştığı hukuk ve ahlâk ilişkisinden farklıdır. Hatta, Fuller’ın hukuk ve ahlâk arasında kurduğu bağlantının bugün bile alışılmışın dışında olduğu iddia edilebilir. Zira hukuk felsefesi geleneğinde, hukuk ve ahlâk arasındaki bağlantı hukuk kurallarının içeriğinin ahlâki niteliğine göre tartışılmaktadır.

Hukuk felsefesi geleneği derken hukuk teorisinde mevcut iki yaklaşım, yani hukuki pozitivizm ve doğal hukuk akımı arasındaki tartışma kast edilmektedir.2 Hukuki pozitivizm akımının kuramcıları arasında John Austin, Jeremy Bentham, Hans Kelsen ve H.L.A Hart sayılabilir. Hukuki pozitivizmin temel özelliği, hukukun toplumdaki insanların kararıyla çıkarılmış olduğunu ileri sürmesidir.3 Hukuk kurallarının insanların kararıyla çıkarılmış olmasının anlamı, hukukun sosyal olarak yaratılmış ve üretilmiş bir kavram oluşudur.4 Pozitivizmin bu özelliği, hukuku koyan kaynağa bakarak açıklamasıyla ilgilidir. Bu teze sosyal kaynaklar tezi adı verilir.5 Hukuki pozitivizmin bir diğer önemli tezi konvansiyonellik tezidir. Bu teze göre, hukukun varlığı, “bir normun toplumun hukukunun parçası olabilmesi için gereken şartları” düzenleyen tanıma kuralının,6 hukuk sistemindeki yetkililer tarafından kabul edilmesi, yani bir konvansiyonla kurulmasına bağlıdır.7 Hukuki pozitivizmin kabul ettiği bir diğer tez ise ayırma/ayrılabilirlik tezidir. Ayırma tezi hukuk ve ahlâk arasında bir ilişki kurulamayacağını belirtirken, ayrılabilirlik tezi, hukuk ve ahlâk arasında zorunlu hiçbir ilişki kurulmayacağını ileri sürmektedir.8 Diğer bir ifadeyle bu tez, hukukun ve ahlâkın kavramsal olarak ayrı şeyler olduklarını iddia etmektedir.9 Hukuk ve ahlâkın ayrı kavramlar olmasının anlamı, neyin hukuk olduğunu neyin hukuk olmadığını belirleyen tanıma kuralında veya hukuki geçerlilik kriterinde ahlâka yer verilmemesidir. Diğer bir ifadeyle, bir hukuk normunun geçerliliği onun ahlâka uygun olmasına bağlı değildir.10

Doğal hukuk akımı ise hukuki pozitivizmin karşıtı olarak, hukuk ve ahlâk arasında hukuki geçerlilik kriteri bakımından kavramsal, mantıksal ve zorunlu olarak temel bir bağlantı olduğunu iddia etmektedir.11 Hukuk ve ahlâk arasında zorunlu bir bağlantı olmasının sonucu “adil olmayan hukuk, hukuk değildir” anlayışının ortaya çıkmasıdır.12 Dolayısıyla doğal hukuk açısından hukuk kurallarının içeriğinin ahlâka uygun olması gerektiği belirtilebilir.13

Fuller ise hukuk kavramının kendisine içkin veya hukuk kavramının kendisine özel bir ahlâk kavramının arayışındadır. Diğer bir ifadeyle Fuller, hukuk kurallarının ahlâki içeriğiyle ilgilenmemektedir. Bununla birlikte Fuller, hukuk felsefesinin bu konuyla ilgilenmemesi gerektiğini düşünüyor da değildir. Fuller, hukukun içeriğiyle ilgilenen doğal hukuk akımının, hukuk teorisinde bırakmış olduğu boşluğu doldurmak istemektedir. Dolayısıyla bu çalışmanın hedefindeki soru yanıtlanırken Fuller’ın hukuki düzenlemelerin içeriğinin ahlâki niteliğinden bahsetmediğinin farkında olmak gerekmektedir. Daha açık bir ifadeyle Fuller hukukun iç ahlâkı olduğunu ileri sürerken hukuki düzenlemelerin örneğin anayasaların, kanunların temel hak ve özgürlükleri koruması gerekliliğinden veya ne dereceye kadar koruyor olduğundan bahsediyor değildir.

Ayrıca Fuller’ın teorisi açısından göz önünde bulundurulması gereken bir nokta daha söz konusudur: Fuller’a göre hukuk teorisi “belirli hukuk kurallarına” değil, “hukuk sistemlerine” odaklanmalıdır. Burada önemli olan nokta, Fuller’ın, doğal hukuku eleştirenlerin “belirli kurallar ahlâki olmasa bile hukuktur” şeklindeki düşüncelerini haklı bulmasıdır. Diğer bir ifadeyle doğal hukukçuların “adil olmayan kanun, kanun değildir” iddiasına karşılık, Fuller’ın teorisi belirli bir hukuk kuralına değil, “hukuk sisteminin” kendisine odaklanmaktadır.14

Netice olarak Fuller’ın, hukuk ve ahlâk arasında alışılmışın dışında bir bağlantı kurarken, bunu hukuki pozitivizm/doğal hukuk karşıtlığı üzerinden yapmamış olduğuna dikkat çekmek gerekmektedir. Daha açık bir ifadeyle, Fuller bu bağlantıyı kurarken, hem hukuki pozitivizme hem de doğal hukuk akımına yönelik eleştirilerini dile getirmiştir.15

Fuller bu alışılmışın dışında olan hukuk-ahlâk ilişkisini ise sekiz ilke aracılığıyla kurmaktadır. Diğer bir ifadeyle Fuller kanun koymanın iç ahlâkı16 olarak adlandırdığı sekiz ilke getirmektedir. Bu ilkeler:

1.Kurallar genel olmalıdır
2.Kurallar yayımlanmış olmalıdır
3.Kurallar geçmişe yürür olmamalıdır
4.Kurallar açık olmalıdır
5.Kurallar çelişmemelidir
6.Kurallar imkânsızı talep etmemelidir
7.Kurallar zaman içinde tutarlı olmalıdır (sabitlik)
8.Yetkililerin eylemi ve yayımlanmış kurallar arasında uyum olmalıdır

Fuller’a göre kanun koyucunun bir hukuk sistemi oluşturmak için yerine getirmesi gereken bu sekiz ilke hukukun iç ahlâkını oluşturmaktadır. Bu noktada da tartışılması gereken soru, hukuk kurallarının içeriğinden bağımsız olarak hukukun bir iç ahlâka sahip olup olmadığıdır. Diğer bir ifadeyle, bu çalışmanın hedefindeki soru, hukuk kavramının kendisinin içinde kalarak, hukuk kavramının dışına çıkmayarak bir hukuk-ahlâk ilişkisinin kurulup kurulamayacağıdır.

I. Ahlâk Kavramı ve Anlamları

Bu soru yanıtlanırken ilk olarak “ahlâk”ın hangi anlamından bahsedildiğinin ortaya konulması gerekmektedir. Çünkü ahlâk kavramıyla pek çok bağlamda karşılaşılmasına ve ahlâk kavramının açık bir kavram olduğu düşünülmesine rağmen, ahlâk kavramı açık bir kavram değildir.17Sözcüğün anlamında, kullanıldığı bağlamlara göre kimi farklılıkların olduğu; buna karşılık kimi özelliklerinin hep aynı kaldığı görülmektedir.”18 Dahası Fuller da ahlâkın hangi anlamını kullandığını açıkça ortaya koymamaktadır.19

Bununla paralel olarak, hukuk felsefesi literatüründe de, iki farklı ahlâkilik olduğu belirtilmelidir.20 Bu iki ahlâkilik arasındaki ayrımı Hart, literatürde Devlin-Hart tartışması olarak bilinen tartışma çerçevesinde ortaya koymuştur. İki tür ahlâkilikten ilki, pozitif ahlâktır, yani “belli bir toplumsal grup tarafından fiilen benimsenen ve paylaşılan ahlâk”tır.21 İki tür ahlâkilikten ikincisi eleştirel ahlâktır. Eleştirel ahlâk, “pozitif ahlâk da dahil olmak üzere mevcut toplumsal kurumları eleştirmekte kullanılan genel ahlâk ilkeleridir.”22

Bu ayrım yanında, Ioanna Kuçuradi’nin yaptığı ahlâkın farklı anlamlarına bakılabilir. Buna göre ahlâkın ilk anlamı toplumdaki “değer yargıları” dır.23 Değer yargıları, “yüklemleri iyi–kötü, güzel–çirkin, faydalı–zararlı, doğru–yanlış, günah– sevap ve bu gibi sıfatlar olan,” normlardır.24 Örneğin, “büyüklerin önünde sigara içmek kötüdür”, “içki içmek kötüdür”, “büyüklerin elini öpmek iyidir” gibi. “Bu bağlamlarda ahlâktan söz edilirken dile getirilmek istenen, hep, insanlararası ilişkilerde kişilerin uymaları beklenen-talep edilen- davranışlardır. Yapılması– yapılmaması gereken (izin verilen–verilmeyen; teşvik edilen–yasaklanan) davranışlardır; başka bir deyişle belirli bir grupta ya da genel olarak iyi sayılan – kötü sayılan davranışlardır.”25 Bu türden değer yargılarının özelliği, toplumdan topluma veya zaman içinde değişiklik göstermesidir. Zira Türkiye’de içki içmek kötü bir davranış olarak kabul edilirken, Almanya’da bu değer yargısı geçerli değildir. Diğer yandan, değer yargılarının tek türü zamana ve yere göre değişiklik gösteren değer yargıları değildir. Örneğin “yalan söylemek kötüdür”, “işkence kötüdür”, “eşitsiz muamele kötüdür” gibi değer yargıları da vardır. Bunların birinci türden değer yargılarından farkı, her zaman-her yerde iyi veya kötü sayılmalarıdır.26

Dolayısıyla “… ahlâk denen olgu, yaşamda çeşitli ahlâklar olarak karşımıza çıkıyor; ama bu çeşitli ahlâklar, bir kısmı değişik ve değişken olan davranış kuralları ve değer yargıları, bir kısmı ise pek değişiklik göstermeyen davranış kuralları ve değer yargılarından oluşuyor.”27 Netice itibariyle her iki türden değer yargılarına da uyulmaları bekleniyor ve bu değer yargılarına göre kişi eylemleri değerlendiriliyor.28

Kuçuradi değer yargılarının yanında, kişilerin eylemlerini belirlemeleri beklenen kurallar ve ilkelerin de ahlâk terimiyle ifade edilebileceğini belirtmektedir. Örneğin, “ırk ayrımı yapmamak gerekir”, “sözünde durmak gerekir”, “ büyüklerin ellerini öpmek gerekir” gibi.29 Eylemleri belirlemeleri beklenen kurallar ve ilkeler aslında değer yargılarının, eylemi belirlemesi beklenen kural veya ilkeye dönüşmüş halidir. Örneğin, “içki içmek kötüdür” değer yargısı, “içki içmemek gerekir” normuna dönüşmektedir. Ancak “içki içmek kötüdür” değerlendirme normuyken, “içki içmemek gerekir” davranış normudur.30

Fuller’ın ileri sürdüğü ilkeler de (“kurallar genel olmalıdır” veya “kuralları genel yapmak gerekir”, “kuralları anlaşılabilir yapmak gerekir”, “kuralları geçmişe yürür yapmamak gerekir” vb.) kanun koyucuların hukuk kuralları oluştururken nasıl davranmaları gerektiğini bildiren normlardır. Daha kısa bir ifadeyle Fuller’ın ileri sürdüğü ilkeler, kanun koyucuların eylemelerine ilişkin gereklilik dile getiren normlar; yani davranış normlarıdır.31 Bu gereklilik bildiren kurallar veya ilkeler (hem Fuller’ın ileri sürdükleri hem de verilen diğer örnekler) kişilerin eylemlerini belirlemeleri beklenen normlardır.32

Bununla birlikte, “ırk ayrımı yapmamak gerekir” veya “büyüklerin ellerini öpmek gerekir” ya da “kuralları genel yapmak gerekir” normlarının, farklı türden normlar olduğu görülebilir. Bu normların farklı türden normlar olması, türetildiklerin kaynakların farklılığından ileri gelmektedir. Bir normun türetildiği kaynağı tespit etmek ise normların temellendirilmesiyle ilgilidir. Bir normun temellendirilmesi, normun “devşirildiği, çıkarıldığı yerin gösterilebilmesi demektir; ona herhangi bir temelin bulunabilmesi değil.”33 Dolayısıyla, normun dile getirdiği gerekliliğe “neden yapmak gerekir?” sorusu sorulduğunda ve bu soru bir bilgiyle yanıtlandığı zaman, söz konusu olan norm temellendirilebilir bir normdur.34

Normların dile getirdikleri gereklerin ise Kuçuradi’ye göre “iki farklı kaynaktan -biri deney, diğeri de insanın değerinin bilgisi olmak üzere iki ayrı kaynaktan- ve farklı yollardan -farklı çeşitten akıl yürütmelerle-induksyon ve reductio ad absudum ile- türetildiği görülüyor.”35

Kaynağı deney olan kuralların bir kısmı farklı çevrelerdeki doğal-toplumsal koşullardan ve farklı kültürlerden kaynaklanan düzen kurucu davranış kurallarıdır. Bu kurallar değer koruyucu olduğu gibi değer harcayıcı da olabilmektedir.36 Kaynağı deney olan bazı normlar da indüksiyon yoluyla türetilmektedir. Bu tür normlar tek tek davranışlardan yapılan ve yarar-zarar gözetilerek yapılan çıkarımlardır. Örneğin “savurgan olmamak gerekir, kırmızı ışıkta geçmemek gerekir” gibi.37

Kaynağı insanın değerinin bilgisi olan normlara ise ilke denilmektedir. Kuçuradi’ye göre, insanın değerinin bilgisinden türetilen “ilke”ler Türkçe’de ahlâk kavramına yüklenen ikinci anlama denk gelmektedir. Bu doğrultuda, Kuçuradi’ye göre, bu tür ilkelere “ahlâk ilkeleri” demek yerine, ahlâklılık ilkeleri veya etik ilkeler demek daha uygun görünmektedir.38

Kuçuradi’ye göre etik ilkelerin “bir kısmı, insanın değerinin bilgisinden doğrudan doğruya yapılan çıkarımlardır: ‘insanlara, insan olarak, eşit muamele yapmak gerekir’, ‘sözünde durmak gerekir’ gibi; bir kısmı da dolaylı olarak –bu değeri harcıyan tarihsel koşullar aracılığıyla: örneğin ‘ırk ayrımı yapmamak gerek’, ‘işkence yapmamak gerek’ gibi. Kuçuradi’ye göre, bu tür çıkarımlar şu şekilde yapılır: insanın değeri buysa (insanın, tür olarak yapısal olanakları bunlarsa); demek ki, hiçbir insan (insan türüne ait hiçbir varlık) bu değere zarar verecek ( bu olanakların gerçekleşebilmesini engelleyecek) bir şey yapmamalı: söz gelişi insanları kandırmamalı, insanlara işkence yapmamalı.”39

Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında sekiz ilkenin türetilme kaynağını ortaya koymak, sekiz ilkenin niteliğini belirlemek bakımından önemlidir. Zira bu ilkelerin türetildiği kaynağa göre, bu ilkelerin etik ilkeler olup olmadıkları ortaya konulabilir. Bu doğrultuda bu makalenin temel sorusu olan Fuller’ın görüşleri çerçevesinde hukukun iç ahlâkından söz edilip edilemeyeceği sorusu, onun getirdiği ilkelerin etik ilkeler olup olmadığı sorusunun cevabına bağlıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi bir ilkenin etik ilke olup olmadığı ise, ilkenin insan değerinin bilgisinden türetilip türetilmediğine bağlıdır. Daha açık bir ifadeyle eğer sekiz ilkenin insanın değerin bilgisinden türetildiği gösterilebilirse, bu ilkelerin etik ilkeler olduğu ve dolayısıyla hukukun kendine özgü bir ahlâkı olduğu iddia edilebilecektir. Eğer bu gösterilemezse bu ilkelerin yalnızca kanun koyucuya yönelik form/şekil ilkeleri olduğu ileri sürülebilecektir.

Ancak bu noktanın açıklanabilmesi için, “değerler” ve tür olarak “insanın değeri”ne, bu çalışmanın konusunu aşmakla beraber, sekiz ilkenin niteliğini belirlemeyle ilgisinde yer verilmelidir. İnsanın değerinin anlamını ortaya koyabilmek için öncelikle “değerler”e bakmak gerekmektedir. Kuçuradi’ye göre değerler taşıyıcılarına göre üçe ayrılır; insanın değerleri, etik değerler ve toplumsal değerler olmak üzere.

İnsanın değerleri amaçlarına uygun şekilde gerçekleştirilen insan etkinlikleridir”;40 bilim, felsefe, sanat, hukuk gibi. Bu etkinlikler kişilerce gerçekleştirilirler ve insanda olanak olarak vardırlar. Etik değerler ise ikiye ayrılır, etik kişi değerleri ve etik ilişki değerleri olmak üzere. Toplumsal değerler ise laiklik idesi, eşitlik idesi, adalet idesi, özgürlük idesi gibi idelerdir.41

İnsanın değeri ise insanın diğer türler arasındaki yeridir.42 İnsanın diğer türlere ilişkin yerine baktığımızda insanın “değerler”e sahip olması onun yerini belirtmektedir.43Değerleri -böyle etkinlikleri- dir insanı değerli kılan. Böylece insanın değerinin bilgisi, böyle etkinlikleri ve ürünleri aracılığıyla edindiğimiz, insanın bu olanaklarının bilgisinden başka bir şey değildir.”44

İnsanın değerinin bilgisi de ortaya konulduktan sonra, sekiz ilkenin insan değerinin bilgisinden türetilip türetilmediğinin belirlenmesi gerekmektedir. Sekiz ilkenin insanın değerinin bilgisinden türetilip türetilmediğinin açıklığa kavuşmasından sonra, hukukun iç ahlâkından söz edilip edilmeyeceği veya bu ilkelerin etik ilkeler olup olmadığı ortaya konulabilir.45 Bu noktanın açıklanabilmesi için de ilk olarak hukukun iç ahlâkının sekiz ilkesinin köklerinin neye dayandığını ortaya koymak gerekmektedir.

II. Sekiz İlkenin Temellendirilmesi

Fuller’ın ileri sürdüğü sekiz ilkenin türetilme yolunu ve kaynağını tespit edebilmek için “neden kuralları sekiz ilkeye uygun olarak oluşturmak gerekir?” sorusu sorulmalıdır. Bu sorunun cevabı ise kurmaca kral Rex’in hikayesi aracılığıyla verilebilir.

Fuller, The Morality of Law’da bize bir monarkın hikayesini sunar. Aslında bu hikaye Fuller’ın Positivism and Fidelity to Law: A Reply to Prof. Hart46 başlıklı makalesinde sunduğu monarkın hikayesinin daha ayrıntılı ve sistematik bir halidir.47 Bu hikaye Rex isimli monarkın mutsuz hükümranlığını anlatmaktadır. Bu hikayede Rex, bir reformcunun gayretkeşliğiyle tahta çıkar. Ona göre ondan önce gelenlerin en büyük başarısızlığı, hukuk alanında olmuştur. Davalara ilişkin prosedürler çok yavaş ve elverişsizdir, kuralların dili sanki başka bir çağa ait gibidir, adalet pahalıdır vs. Rex bütün bu sorunları çözümlemeye ve kendi “ismini tarihe büyük bir kanun koyucu” olarak yazdırmaya karar vermiş olmasına rağmen, bariz bir şekilde başarısız olmuştur. Rex’in başarısızlığı gerekli reformları gerçekleştirmemiş olmasından değil; hukuk oluşturmada (iyi olsun, kötü olsun) tamamen başarısız olmasından kaynaklanmıştır.48 Rex’in neden ve nasıl başarısız olduğunu görebilmek için hikayesine daha yakından bakalım:

Rex tahta geçtiğinde, yaptığı ilk şey var olan kuralları yürürlükten kaldırmak olur. Rex daha sonra yeni bir kanun hazırlamaya girişir. Fakat en basit genellemeleri yapmak konusunda bile kabiliyetsiz olduğunu fark eder. Rex, genelleme konusunda pek çok ders aldıktan sonra bir kanun hazırlar ve artık uyuşmazlıkların bu kanuna göre çözümleneceğini, fakat kuralların içeriğinin devlet sırrı olarak kalacağını ilan eder. Rex’in bu kararı, ona tabi olanları kızdırır. Çünkü ne olduklarını bilmedikleri kuralların onlara uygulanması söz konusudur.49

Rex, bu itiraz karşısında hayattan aldığı önemli bir dersin, edinilmiş tecrübenin verdiği avantajla karar vermek olduğunu düşünür ve yeni takvim yılının başında geçmiş olan yılın bütün uyuşmazlıklarını çözümleyeceğini, ayrıca verdiği kararları ve bu kararlara dayanak olmuş olan kuralları yayımlayacağını ilan eder. Buna cevaben Rex’e tabi olanlar kuralları bilmek istediklerini söylerken, bu kuralları önceden bilmeyi ve onlara göre davranışlarını belirleyebilmeyi kastettiklerini söylerler.50 Rex bu eleştiriler üzerine yeni bir kanun hazırlar. Fakat Rex’in hazırladığı yeni kanun yayımlandığı zaman anlaşılır ki bu kanun belirsizliklerle doludur. Kanunda sıradan vatandaşın veya hukukçuların anlayabileceği tek bir cümle dahi yoktur.51

Kanun hemen yürürlükten kaldırılır. Bunun üzerine Rex, uzmanlara kanunun esasına dokunmadan hükümleri açık hale getirmelerini emreder. Fakat kanun metnine açıklık kazandırılması, kanun maddelerinin birbirleriyle çeliştiği gerçeğini ortaya çıkarır.52

Bir kez daha kanun yürürlükten kaldırılır. Bu arada Rex’in onlar için yaptığı her şeyden şikayet eden tebaasına karşı sabrı tükenmiştir. Bu nedenle Rex, onlara bir ders vermeye karar verir. Uzmanlara kanundaki çelişkileri kaldırmalarını, ama aynı zamanda kanunları sertleştirmelerini ve yeni suçlar eklemelerini emreder. Bu yeni düzenlemelerle, daha önce krala rapor sunmak için on gün verilirken, şimdi bu süre on saniyeye inmiştir. Kralın önünde öksürmek, hıçkırmak, hapşırmak, bayılmak on yıllık hapis cezası öngören bir suç olmuştur. Sonuç olarak, bu kanun yayımlandığı zaman neredeyse bir devrim baş göstermiştir. Öncülük eden vatandaşlar, bu kanunları reddettiklerini bildirmişlerdir. Daha sonra krala üzerinde şu not yazan yüzlerce dilekçe gönderilmiştir: “Yapılamayacak olanı emretmek hukuk yapmak değildir, hukuk yapmamaktır, uyulamayacak bir emir hiçbir amaca hizmet etmez; karışıklık, korku ve kaostan başka.53

Kanun yine yürürlükten kaldırılır ve bir grup uzman kanunu gözden geçirmek üzere tayin edilir. Uzmanlar kanun üzerinde çalışır, neredeyse her madde yeniden yazılır ve sonunda açık, tutarlı, vatandaştan gücünün ötesinde bir şey talep etmeyen bir kanun hazırlanır ve kanun metni her sokak başında dağıtılır. Bununla birlikte Rex’in hazırladığı taslaktan bu yana ülkede pek çok değişiklik olmuştur. Bu nedenle de Rex’in hazırladığı taslağın içeriğinde bir takım değişikliklerin yapılması gerektiği fark edilmiştir. Bunun üzerine uzmanların hazırladığı kanunun yürürlüğe girmesinden kısa bir süre sonra, uzmanlar bir dizi değişiklik eklemişlerdir. Sonuç olarak yine bir hoşnutsuzluk oluşmuş ve sokaklarda anonim bir broşür dolaşmaya başlamıştır: “Her gün değişen bir hukuk, hiç hukuk olmamasından daha kötüdür.54

Kanuna ilişkin değişikliklerin hızı yavaşlayınca, bu sorun çözülmüş olur. Bunun üzerine Rex, bundan önceki sorunların uzmanlarından aldığı kötü nasihatlerden kaynaklandığı ve artık kendisinin yargı yetkisini üstlendiğini bildirir. Nihayet, Rex’in tebaasının kendi davranışlarını tutarlı bir kurallar bütününe uyumlu kılabilmesine olanak sağlayan yeni bir dönem başladığı düşünülürken sonuç hiç de umulduğu gibi olmaz. Bir süre sonra Rex’in verdiği kararlar ve o kararlara uygulanması beklenen kanun arasında herhangi bir bağlantı olmadığı fark edilir. Rex’in verdiği kararlar ile yayımlanmış kanunlar arasında bir uyum yoktur. Sonunda vatandaşlar Rex’i tahttan indirmek için ne tür önlemler alınabileceğini düşünürken Rex ölür.55

Hikayede görüldüğü gibi Rex adını tarihe büyük bir kanun koyucu olarak yazdırmak isterken, bir hukuk sistemi oluşturamadan ölmüştür. Kristen Rundle’a göre bu hikayenin önemi, Fuller’ın hukuki patoloji veya başarısızlık sunarak ve nasıl bir hukuk sistemi oluşturulamayacağını ve sürdürülemeyeceğini göstererek, bu başarısızlığın nasıl başarıyla yer değiştirebileceği hakkında düşünmeye davet etmesidir.56 Buna göre hukuk sistemi oluşturmada ilk başarısızlık, kural yaratmayı bile becerememekte, genelleme yapmada başarısızlıktır. Hukuk sistemi oluşturmada ikinci başarısızlık, kuralları yayımlamak konusunda başarısız olmaktır. Üçüncü başarısızlık, geçmişe yürür kanun yapmayı kötüye kullanmaktan kaynaklanan başarısızlıktır. Hukuk sistemi oluşturmada dördüncü başarısızlık, kuralları anlaşılabilir yapmak bakımından başarısızlık, beşinci başarısızlık da birbiriyle çelişmeyen kurallar yapmak bakımından başarısızlıktır. Bir hukuk sistemi oluşturmada altıncı başarısızlık, vatandaştan imkansızı talep etmekten kaynaklanan başarısızlıktır. Yedincisi çok sık değişiklik yapmak olup, bunun neticesinde kurallara uymakla yükümlü olanların kurallara uyum sağlayamamaları söz konusudur. Sekizinci başarısızlık, yayımlanmış kurallar ile onların fiili uygulaması arasındaki uyumda başarısızlıktır.57

Sonuç olarak, Rex’in bir hakim ve kanun koyucu olarak kariyeri bir kural sistemi oluşturmada ve sürdürmede58 en azından sekiz açıdan başarısız olunabileceğini göstermiş59 ve Fuller bu başarısızlıklardan kanun koyucunun hukuk oluşturmak için uyması gereken sekiz ilkeye ulaşmıştır.60 Hukuk kuralları genel, kamusal, geleceğe yönelik, açık, mantıksal olarak tutarlı, uygulanabilir, zaman içinde tutarlı olmalı ve yayımlanan kurallar ile onların fiili uygulaması arasında uyum olmadır.61Fuller’a göre bu “sekiz noktanın herhangi birinde bütünüyle (total) başarısızlık, sadece kötü bir hukuk sistemine yol açmayacaktır; tam anlamıyla hukuk sistemi olarak adlandırılabilecek (is not properly called legal system) bir şey dahi yoktur.”62

Dolayısıyla Rex’in hikayesi “neden kuralları sekiz ilkeye uygun olarak oluşturmak gerekir?” sorusuna bir cevap sunmaktadır: Eğer kanun koyucular bir hukuk sistemi oluşturmak istiyorsa bu sekiz ilkeye riayet etmeleri gerekmektedir. Aksi halde hukuk kuralları insan davranışına yön verememiş ve dolayısıyla bir hukuk sistemi oluşturulamamış olur.63 Rex’in hikayesinin gösterdiği bir diğer şey ise, sekiz ilkeye riayet etmeyen bir hukuk sisteminde vatandaşın da kurallara uymak konusunda bir nedeninin kalmamasıdır. Zira Fuller’a göre, “bir insanın yayımlanmamış bir kurala veya ondan gizlenen ya da o fiilini gerçekleştirdikten sonra oluşturulan veya rasyonel olmayan ya da hukuk sistemi içindeki diğer kurallarla çelişen veya her dakika değişen bir kurala uymasına ilişkin ahlâki bir yükümlüğü yoktur.”64 Fuller, kuralı uygulamakla yükümlü kişinin kuralı görmezden gelmesinin veya uygulamamasının, vatandaşın kurala uymasını imkansız kılmayacağını,65 ama bir noktadan sonra kurala itaatin de vatandaş açısından boşuna olacağını belirtir ve sosyolog Georg Simmel’den alıntı yaparak, vatandaş ve hükümet arasında kuralların uygulanmasına saygı açısından bir karşılıklılık66 olduğunu belirtir.67 Hükümet vatandaşa şunu demektedir: “Bunlar senden uymanı beklediğimiz kurallardır. Eğer bu kurallara uyarsan, bu kuralların davranışına uygulanacak olan kurallar olacağını garanti ediyoruz.68 Fuller’a göre, bu karşılıklılık bağı hükümet tarafından tamamıyla koparıldığı zaman, vatandaş açısından kurallara itaat ödevini yerine getirme belirli bir temelden yoksun kalmaktadır. Yani, vatandaşın kurallara uymak için bir nedeni kalmamaktadır.69 Bir başka ifadeyle, hukuki öznenin hukuka bağlılığının söz konusu olabilmesi için kanun koyucunun onunla bir karşılıklılık içinde olması lazımdır.70

Netice olarak Rex’in hikayesi, sekiz ilkeye riayet etmeyen bir kanun koyucu örneği sunarak, bir hukuk sistemi oluşturmak için sekiz ilkeye neden riayet edilmesi gerektiğini aksiyle kanıt (reductio ad absurdum) yoluyla ortaya koymuş olmaktadır. Buna göre kanun koyucuların insanların davranışlarına yön vermek, vatandaşların kurallara uymasını sağlamak yani bir hukuk sistemi oluşturmak için bu sekiz ilkeye uyması gerektiği iddia edilebilir. Böyle bir cevap sekiz ilkenin, etik ilkeler olmadığı, kanun koyucunun işini kolaylaştıran (daha etkili kılan) ilkeler, davranış normları olduğu sonucuna varılmasına neden olabilir. Ancak Fuller’ın teorisinin bir başka yönüne bakıldığında bu cevabın eksik bir cevap olduğu görülebilir. Zira Fuller’ın teorisinde saklı bir insan görüşü vardır:

Şimdi en önemli hususa gelmiş bulunuyorum. Bu önemli husus da hukuki ahlâkın taleplerine riayet edilmesiyle insan hayatının genel olarak daha büyük amaçlarına hizmet edilebileceğidir. Bu hukukun iç ahlâkında saklı insan görüşüne dayanır. Hukuki ahlâkın pek çok etik meseleye karşı nötr olduğunun söylenebileceğini defalarca gözlemledim. Hukuki ahlâk kendi içindeki insan görüşüne karşı nötr olamaz. İnsan davranışını kuralların yönetimine tabi kılma girişimi insanın sorumlu bir eyleyen, kuralları anlama ve takip edebilme yetisine sahip ve kendi hatalarından sorumlu olduğu veya olabileceği görüşüne zorunlu bir bağlılık içerir.

Hukukun iç ahlâkından her bir ayrılış, sorumlu bir hukuki özne olarak insanın onuruna hakaret etmek demektir. Onun davranışlarını yayımlanmamış veya geçmişe yürür kurallarla yargılamak ya da ona yerine getiremeyeceği emirler vermek, onun özerkliğine karşı kayıtsızlığı ortaya koymaktır. Bunun aksine, insanın sorumlu eylem yetisi olmadığı kabul edildiğinde, hukuki ahlâk (legal morality) var olma nedenini kaybedecektir. Onun davranışlarını, yayımlanmamış veya geçmişe yürür kurallarla yargılamak artık bir hakaret olmayacaktır, çünkü artık bir hakaret yoktur – hatta bu bağlamda yargılamak sözü de yersiz olacaktır; biz artık bir insanı yargılamıyoruz, onu kontrol (act upon) ediyoruz.71

Bu doğrultuda, sekiz ilkenin türetildiği kaynağın, insanın akıl sahibi ve kendi kararlarını, seçimlerini yapabilen birey olduğu ileri sürülebilir. Bu iddia ise hukukun iç ahlâkını açıklamada önemli bir yerde durmaktadır.

III. Hukuk ve Ahlâk Arasındaki Bağlantı

Dolayısıyla hukuk ve ahlâk arasındaki zorunlu bağlantı ilk olarak, hukuka tabi vatandaşın yani hukuki öznenin özerk bir birey olmasıyla açıklanabilir. Bugün Fuller yanlısı teorisyenler de hukukun insanın özerkliğine saygı duymasını, sekiz ilkenin ahlâki ilkeler olduğu savunusunda gerekçe olarak kullanmaktadır.

Fuller yanlısı teorisyenlerden Jeremy Waldron, Fuller’ın yukarıda aktarılan iki paragrafta hukukun özel bir yönüne işaret ettiğini ileri sürmektedir. Bu özel yön de hukuk veya kurallarla yönetimin, kişinin kendi davranışına kuralları uygulayabilme (self-application) yetisine dayanıyor olmasıdır. Yani, hukukla yönetim çerçevesinde, insanlar, devlet tarafından uygulanacak zorlayıcı bir güç neticesinde kurallara uymaktansa, kendi davranışlarına normları uygulamakta ve buna göre davranmakta, davranışlarını düzenlemekte, kısaca normlara göre hareket etmektedir.72 Bu husus, Waldron’a göre, işleyen bir hukuk sisteminin en önemli özelliğidir. Hukuk sistemleri, insanların normları anlama ve kavrama yetilerine, kendi kendilerini kontrol etmelerine, denetlemelerine ve kendi davranışlarını ayarlama yetilerine güvenmektedir.73

Bu iddiayla paralel olarak, Fuller’ın teorisinde belirli bir insan görüşü söz konusudur. Buna göre, Fuller eyleyenden bahsettiği zaman, amaçsal eylemi gerçekleştirme yetisine sahip ve kendisinin amaç olduğu bilincine sahip kişiden bahsetmektedir. Buna göre sadece kanun koyucunun verdiği direktifleri takip eden biri değil, bir onur taşıyıcısı, kendi kendine karar verme yetisine sahip birinden söz etmektedir.74 Aynı zamanda, Fuller için hukuki özne ise, “onlara söyleneni yapmaya hazır, boyun eğen bir kitlenin” üyesi olmak değildir. Fuller için hukuki özne, bir eyleyen (agent) olarak saygı duyulan biri olmak ve ayırt edici özelliği olan bir düzenin üyesi olmak anlamına gelmektedir.75 Dahası Rundle’a göre hukuki özne, sadece kendi çıkarları açısından seçimleri ve planları olan bir birey değil, Antik Yunan tarzı vatandaşa benzer olarak hukuk düzeninin aktif katılımcısıdır.76

Bu insan görüşünden hareket eden Rundle’a göre hukuk doğası gereği ahlâkidir. Zira hukukun formu, yani genel kurallar aracılığıyla yönetim, hukuki öznenin statüsünü sorumlu bir varlık olarak kabul etmekte ve sorumlu bir eyleyen olarak insana saygı duymaktadır.77 Yani Fuller’ın teorisi çerçevesinde insan, genel kurallarla etkileşime girebilen sorumlu bir eyleyendir. Bu doğrultuda hukuki özneye talimat veren veya hukuki özneye dayatılan bir kurallar sistemi, hukuk sistemi olarak adlandırılamaz.78

Özellikle bu noktada genel kurallar, yani hukuk aracılığıyla yönetim ve idari emir arasındaki fark önemlidir.79 Zira hukuk kurallarıyla, yani genel kurallar aracılığıyla yönetim, hukuki öznenin hukuk çerçevesinde eyleyebilme kapasitesine dayanmaktadır.80 Daha da ötesi, Fuller hukukun formunun öznenin statüsüne saygı göstermenin ötesinde, bunu önceden varsaydığını da iddia etmektedir. Zira Fuller’ın The Morality of Law’da belirttiği gibi, hukuka bağlılık belirli bir insan anlayışını gerektirmektedir.81

Hukuk ve ahlâk arasındaki zorunlu bağlantıyı açıklamanın bir diğer yolu ise Fuller’ın görüşleri çerçevesinde, sekiz ilkenin kanun koyucu ve vatandaş arasında bir karşılıklılık ilişkisi oluşturmasıdır. Yukarıda belirtildiği gibi, kanun koyucu ve vatandaş arasındaki karşılıklılık şuna dayanır: Bir yandan kanun koyucu vatandaşların bir bütün olarak kendisinin yaptığı kuralları hukuk olarak kabul ettiğini ve bunlara uyacağını umacak; diğer yandan da vatandaşlar kanun koyucunun kendi yapmış olduğu kurallara bağlı kalacağını (özellikle vatandaşların davranışları yargılanacağı zaman) umacaklardır.82 Fuller’a göre, bunun anlamı, vatandaşların ellerinde kanun kitaplarıyla dolaşıp, kanun koyucuların bunlara uygun hareket edip etmediğini tespit etmesi demek değildir.83 Burada önemli olan nokta, vatandaşın “hükümetinin bu hukuk oyununu adil bir şekilde oynadığına dair bir inancının (faith)” olmasıdır.84 Fuller’a göre işleyen bir hukuk sisteminde vatandaşların bu inanca sahip olması çok büyük bir önem taşıdığından, buradaki önemli bir düş kırıklığı hem vatandaş açısından hem de yöneticiler açısından bir hukuk düzeninin “ahlâki temellerini” zedeleyecektir.85

Dolayısıyla kanun koymanın iç ahlâkının ahlâki boyutu, kuralların uygulanması bakımından kanun koyucu ve vatandaş arasındaki karşılıklı beklentiye dayanmaktadır. Kanun koyucunun kurallara uygun olarak hareket etmesi için de öncelikle genel nitelikte kuralların olması, bu kuralların anlaşılabilir olması, yayımlanmış olması yani sekiz ilkeye uygun olarak oluşturulması gerekmektedir. Bu doğrultuda hukukla yönetilen vatandaşların beklentisi de genel, yayımlanmış olan, açık, yerine getirilebilir, tutarlı, zaman içinde çok sık değişmeyen ve geçmişe yürümeyen kurallarla yönetilmektir. Daha açık bir ifadeyle vatandaşlar, kendi davranışlarına ve yetkililerin davranışlarına bu kuralların uygulanacağı beklentisi içindedirler. Bu beklenti ise bir sosyal düzenleme modeli olarak hukukun amacından kaynaklanmaktadır. Fuller’a göre hukukun amacı, insan davranışına yön vermektir.86 Bu doğrultuda da hukuka tabi olan vatandaş, bir hukuk sistemindeki kuralların insan davranışına yön vereceği beklentisi içindedir. Dolayısıyla hukukun sekiz ilkeye uygun olarak oluşturulacağı beklentisi içindedir. Kanun koyucunun beklentisi ise kurallara tabi olan vatandaşın bu kuralları anlama, takip edebilme yetisine sahip özerk bireyler olmasıdır.

Sekiz ilkenin bir sosyal düzenleme modeli olarak hukukun amacından kaynaklandığı iddiası ise bu ilkelerin neden hukukun veya kanun koymanın “iç” (inner, internal) ahlâkı olarak kabul edilmesi gerektiğini açıklar. Bu ilkelerin hukukun “iç” ahlâkının ilkeleri olarak adlandırılmasının sebebi, hukukun dışından dayatılan bir takım amaçlar veya gerekliliklerden kaynaklanmıyor oluşu, hukuk düzeninin bizatihi kendi amacından87 kaynaklanıyor oluşudur. Daha açık bir ifadeyle, hukukla yönettiğini iddia eden her yönetim sekiz ilkeye riayet etmelidir. Zira hukukun amacını -insan davranışına kurallar aracılığıyla yön vermek- gerçekleştirmeye olanak sağlayan ve hukuku hukuk yapan sekiz ilkedir.

Dolayısıyla Fuller’ın görüşleri çerçevesinde hukukla yönetim, kanun koyucu ve vatandaş arasında bir karşılıklılık ilişkisine dayanır. Bu ilişki bir hukuk sisteminin ahlâki temelidir. Böyle bir ilişki Fullerın hukukun kendine özgü bir ahlâkı olduğu iddiasının temelidir. Hukuk sisteminin vatandaş ve kanun koyucu arasındaki karşılıklı ilişkiye dayanmasının neden ahlâk olarak kabul edilmesi gerektiği, bir “verdiğin sözü tutma” veya “güven ilişkisi” olarak görülebilir. Hukukla yönettiğini iddia eden kanun koyucular, hukukla yönetimin bir gereği olarak sekiz ilkeye riayet etme sözü vermiş olmaktadırlar. Vatandaş da böyle bir beklenti içindedir. Dolayısıyla sekiz ilkeye riayet etme zorunluluğu, hukuka tabi olan tarafı yani vatandaşı da hukukun bir parçası olarak görmekle ilgilidir. Kanun koyucular bir hukuk sistemi oluşturmayı amaçladıkları takdirde, vatandaşın kurallara uygun bir şekilde hareket edebileceği bir sistem yaratmak zorundadırlar. Zira Fuller’ın görüşleri çerçevesinde kanun koyucu hukuk oluşturmak istiyorsa, dilediği her düzenlemeyi hukuk olarak kabul edemez; ancak vatandaşın kurallara uygun olarak davranışını belirleyen, yani sekiz ilkeye uygun olarak oluşturulmuş, düzenlemeler hukuk olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla bir sosyal düzenleme modeli olarak hukuk, karşılıklı olarak verilen (kanun koyucu ve vatandaş tarafından) sözleri tutmak bakımından ahlâki bir düzen olarak görülebilir.

Ayrıca sekiz ilkeye uygun bir şekilde inşa edilen ve sürdürülen rejimler vatandaşları korku, tedirginlik ve belirsiz durumlardan uzak tuttuğu, belirli bir kötülükten kaçınmayı sağladığı için de ahlâki bir boyuta sahiptir. Dolayısıyla sekiz ilkenin etik ilkeleri olarak kabul edilebilmesinin bir diğer nedeni, keyfiliği önlemeleri ve belirli tür kötülüklerin önüne geçebilmeleridir. İlkelerin belirli kötülüklerden kaçınmayı sağlaması, insanların belirsiz ve öngörülemeyen ve kaostan uzak bir hayat sürdürmesini olanaklı kılmalarıyla ilgilidir. Bu ilkeler aracılığıyla ne tür bir kötülükten kaçınılabileceği ise bu ilkelerin yerine getirilmediği bir sistem altında yaşamayı tahayyül etmekle ortaya konulabilir.88

Kuralların yayımlanmadığı, belirsiz ve yerine getirilmesi imkansız talepleri içerdiği rejimlerde, vatandaşlar devamlı bir tehlike korku ve kaos altında yaşamaktadır.89 Fuller geçmişte bazı hükümetlerin kaos ve korku yaratarak bazı gizli amaçlarını gerçekleştirmeye çalıştıklarının farkındadır.90 Çünkü yerine getirilmesi mümkün olmayan veya ne anlama geldiği açık olmayan kurallara uymak zorunda olmak, vatandaşı çok geniş ve hatta keyfi bir takdir yetkisine sahip bir yönetimle karşı karşıya getirmektedir. Belirsiz kurallar, yönetenlerin vatandaşlara karşı istediğini yapabilmesini sağlamaktadır. Bu tür kurallar, yetkililere istediği kişiler hakkında kovuşturma açma imkânı sunmaktadır. Böyle bir yönetimle karşı karşıya kalan vatandaşlar ise hayal kırıklığına uğramanın da ötesinde artık plan da yapamamakta91 ve korku ve tedirginliğin yanı sıra hükümetleri kızdırmamaya ve muhalefet etmemeye çalışmak durumunda kalmaktadırlar.92

Bu tür rejimlerde söz konusu olan “kayıp insanlar” da muhalefeti korkutmanın veya insanları korku içinde bırakmanın örneklerinden biridir.93 Kayıp insanların söz konusu olduğu rejimlerde, sekizinci ilkenin ihlali çok açıktır. Burada amaç, insanlara korku aşılamak ve muhalefeti baskılamaktır. Aynı şekilde, kaybolanların yakınları açısından da durum çok kötüdür.94 Evan Fox-Decent’e göre, kaybolma durumunda devlet yanlış yaptığı şeyleri reddetmekte ve kaybolan kişinin vücudu bulunamamakta ve yakınları da sonsuz bir keder ve ümitsiz bir beklenti içine düşmektedir. Bununla birlikte, hukuk devleti yani sekiz ilkeye riayet eden bir rejim tarafından güvence altına alınan saydamlık, kaybolmanın yol açtığı terörü engelleyebilir; çünkü kötülük bunların gizli bir şekilde yapılmasından kaynaklanmaktadır.95

Toparlayacak olursak Fuller’ın dile getirdiği ilkeler kanun koyucuya yönelik bir takım davranış normları getirmektedir. Bu davranış normları kanun koyucu ve vatandaş arasında kuralların uygulanması bakımından bir karşılıklılık ilişkisi yaratması, kişinin özerkliğine saygı gösterilmesinin bir yolu olması bakımından ahlâki bir niteliğe sahiptir. Daha da önemlisi sekiz ilkeye uygun bir şekilde inşa edilen ve sürdürülen rejimler vatandaşları korku, tedirginlik ve belirsiz durumlardan uzak tuttuğu, belirli bir kötülükten kaçınmayı sağladığı için de ahlâki bir boyuta sahiptir.

IV. Kişinin Özerkliği ve Hukuk Arasındaki İlişkiye Dair Sorgulamalar: Waldron

Waldron’a göre kurallarla yönetim, her ne kadar, insanın kendi kendine karar verme ve bunun neticesinde kurallara uyma veya uymama yetisine dayansa da, bir sosyal düzenleme modeli olarak hukuka ilişkin üç hususun daha tartışılması gerekmektedir. Birincisi hukuk sadece normlardan değil, aynı zamanda da standartlardan oluşmaktadır. Dolayısıyla vatandaşların karşısında her zaman onlara ne yapmalarını veya ne yapmamalarını söyleyen açık kurallar yoktur. Örneğin “gereken özen” kavramı gibi. Waldron’a göre, bazı düşünürler sadece yetkililer tarafından anlamı belirlendiği takdirde standartların insan davranışına rehber olabileceğini kabul etmektedir. Ancak Waldron’a göre, bu durumlarda dahi hukuk insanlara, standartların ne anlama geldiğini belirlemek konusunda yetkililere güvendiği gibi güvenmektedir. Dolayısıyla hukuk, normları kendi davranışlarına uygulayacağı ve normların kendi davranışları üzerindeki etkisini anlayabileceği noktasında insanlara güvenmektedir.96

İkinci husus, genel kuralların her zaman uygulanmasının mümkün olmamasıdır. Bunun nedeni uygulama konusundaki bir uyuşmazlık olabileceği gibi, hukuk kurallarının uygulamasının bir yetkili aracılığıyla mümkün olması olabilir.97 Ama bu durumlarda da Waldron’a göre, hukuk insanların kuralları kendi davranışına uygulayabilme yetisine güvenmektedir. Örneğin, bir özel hukuk davasında belirli bir para ödemeye mahkum edilen kişinin evine doğrudan icra memurunun gitmesinden önce, kişinin parayı rızasıyla ödemesi beklenmektedir.98

Üçüncü husus ise hukukun zorlayıcı karakteriyle ilgilidir. Waldron ve diğer düşünürler insanın özerkliği ve kendi hayatı üzerinde karar verme yetisi üzerinde dursa da, Waldron hukukun zorlayıcı karakterinin, insanın özerkliği ve genel kurallar ilişkisine nasıl bir etkide bulunacağını sorgulamamıza olanak sağlar. Waldron, hukukun zorlayıcılığının farkındadır. Amacı da hukukun zorlayıcı karakterini inkar etmek değildir;99 çünkü “hukuk insanları öldürür, iflas ettirir, güç kullanır, ceza verir. Bunlar hukukun karakteristik olarak yaptığı şeylerdir.”100 Ancak hukuk güç uygularken, Waldron’a göre, bunu formlar ve kurumlar aracılığıyla yapmaktadır ve hukukla yönetimin en temel özelliği de budur.101 Bu doğrultuda, hukukun normlar aracılığıyla ileri sürdüğü talepler, her ne kadar yerine getirilmesi gereken talepler olsa da, insanların normu kendi davranışlarına uygulama ve izleme (monitör) yetisine bir alan bırakmaktadır.102

Dahası, Waldron’a göre hukukun güç uyguladığı durumlarda bile, hukukun her istediğini istediği şekilde yapması söz konusu değildir. Hukuk, insanlar hukuki yaptırımlardan korksa, çekinse veya hukuk insanların aksi takdirde gitmek istemeyeceği yerlerde veya durumlarda bulunmasına neden olsa bile, böyle bir durum sürü “gütmekten” farklı bir şeydir. Bunun yerine, hukuk ve insan onuruna saygı arasındaki ilişkiden söz edilmelidir. Bu doğrultuda hukukun güç kullandığı ve insanların en savunmasız olduğu zamanlarda bile, insan onuruna saygı duyulması söz konusudur.103 Hukukun insanlar üzerinde zorlayıcılığını kullanmasının bir örneği kişinin ciddi bir suçla yargılanmasıdır. Bu durumda kişi istese de istemese de mahkeme salonuna zorla getirilmekte, ceza almakta, cezaevine götürülmekte ve bütün bunlar zorla yaptırılmaktadır. Ancak Waldron’a göre, bu zorlama onu ‘barbarca umutsuz bir  dehşetten titreyen104 biri haline indirgememektedir.105

Ayrıca Waldron’a göre, hukuk tarafından davranışların sıkıca kontrol altına alındığı durumlarda bile, kişiler dik durabilmeli ve hareket etmekten acizlermiş gibi yerlerde sürüklenmekte ziyade emirlere cevap verebilen durumunda olmalıdırlar. Waldron bunların belki önemsiz meseleler veya ayrıntılar olarak görülebileceğini ve bazılarının şu soruları “Eğer birisi idama mahkum edilmişse onun hücreye nasıl götürüldüğünün ne önemi vardır?” “Eğer birisi tutukluysa onun ayakta mı yoksa sürüklenerek götürüldüğünün ne önemi vardır106 sorabileceğini belirtir. Ancak Waldron’a göre, aşağılama veya itibarsızlaştırma durumunda bu detaylar öne çıkmakta veya gözaltı durumunda bu tür detaylar ile insan onuru ilişkisi doğrudan söz konusu olmaktadır. Waldron’a göre, onurun dik durmayla önemli bir ilişkisi vardır ve bu önemsiz meselelerdeki onur kırıcı durum (indignity) esasa ilişkin hakaretin bir habercisi olabilir. Zira,“Terörle olan savaşın başında, Guantanamo’daki tutukluların yürüyerek götürülmesinden ziyade, el arabası üzerinde götürülmesi, sonradan yaşanacakların habercisi değil midir?”107

Sonuç olarak bütün bunlar Waldron’a göre, hukukla yönetimi, bir çubukla veya köpekle bir hayvan sürüsünü gütmekten farklı bir şey yapar. İnsanların kuralları kendi davranışlarına uygulayabilmesi (self-application) hukuku hukuk yapan özelliktir. Bu özellik hukuku, tehdit ve şiddet aracılığıyla gerçekleştiren yönetimden farklı kılar. Fuller’ın da gösterdiği gibi, insanların kuralları kendi davranışlarına uygulayabilmesi (self-application) hukukun insan onuruna saygısının bir göstergesidir.108

V. Fuller’ın Teorisine Yöneltilen Eleştiriler

Fuller’ın hukukun kendine özgü bir iç ahlâkı olduğu iddiası literatürde, o dönemde, ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Bu eleştirilerden ilki bu ilkelerin ahlâki ilkeler olmadıkları, etkili bir kanun koymanın ilkeleri olduğudur.109 Fuller bu eleştiriye A Reply to Critics’te idari emir ve genel kurallar aracılığıyla yönetim ayrımı çerçevesinde cevap vermiştir.110 Bu noktada da idari emir ve hukukun (genel kurallarla yönetim) farkı ortaya konulmalıdır. Bununla birlikte Fuller bu iki sosyal düzenleme formunun gerçek hayatta birbirine girmiş olduğunu belirtir. Fuller açıklamada kolaylık sağlamak için bunların ideal tiplerinin özelliklerini ortaya koyar.111Ayrıca Rundle da idari emir ve hukuk arasındaki ayrımı abartmamak gerektiğini, zira Fuller’a göre hukukun varlığının bir derece meselesi olduğunu belirtir.112

İkisi arasındaki farkı belirtmeden önce, bu iki sosyal düzenleme formu arasındaki benzer özellikler üzerinde durmak gerekmektedir. Buna göre hem hukuk hem idari emir, insan davranışını yönlendirmeyi ve kontrol etmeyi içine almaktadır. Her ikisi de otoriteye bağlılığa işaret etmektedir. İki sosyal düzenleme formunun da kullandığı terimler benzerdir; otorite, kontrol, yetki, itaat, rıza gösterme, meşruiyet gibi.113 Bununla birlikte Fuller’a göre ikisi arasındaki farklar şu şekildedir: “hukukun en temel karakteristiği genelliğinde yatmaktadır.”114 Bunun anlamı hukukun genel kurallar koyması veya hukukun genel kurallar aracılığıyla yönetimle ilgili olmasıdır. Buna karşılık idari emir spesifik emirlerle (directives) ilerlemektedir: “Burada bunu yap” “A, B ile yer değiştirsin.” “Yarın sekiz buçukta raporu hazır et gibi.”115 Ayrıca, emirler (directives) üst tarafından belirlenen bir amaca hizmet etmek için “ast” tarafından uygulanmaktadır. Buna karşılık hukuka bağlı vatandaş, kanun koyucu tarafından belirlenen amaçlara hizmet amacıyla kuralları uygulamamakta, fakat kendi ilişkileri (affair) çerçevesinde kuralları takip etmektedir. İdari emirler, ast/üst arasında ve tamamlayıcı bir şekilde “ast”ın üçüncü kişilerle ilişkileri arasındadır. Bir hukuk sisteminin kuralları ise daha çok vatandaşların birbirleriyle ilişki kurmalarına, tamamlayıcı bir şekilde kurallardan kaynaklı olarak otoriteyle ilişki kurmalarına hizmet etmektedir. Fuller’a göre ceza hukuku alanında bile bu böyledir. Ceza hukukunun temel fonksiyonu, vatandaşların birbirleriyle etkileşime girebilmeleri için sağlam ve durağan bir çerçeve yaratmaktır.116

Bununla birlikte Fuller genellik ilkesinin idari emirle yönetim modelinde de kullanılabileceğinin farkındadır. Diğer bir ifadeyle “üst” “ast”ını genel kurallar aracılığıyla yönetebilir. Ancak bir sosyal düzenleme modeli olarak hukuktan farklı olarak idari emir söz konusu olduğunda genellik ilkesi “üst” ün menfaati (expediency) gereği kabul edilmiştir.117 Diğer bir ifadeyle üst eğer genel kurallar aracılığıyla “ast”la ilişki içinde ise bunun nedeni, her seferinde direktif veya emir verme zahmetinden kurtulmaktır. Örneğin ast/üst ilişkisi içinde olan iki kitabevi çalışanını düşünelim. Üst konumunda olanın, “ast”a her hafta raflardaki kitapların alfabetik sıraya uygun olup olmadığını kontrol etmesini söylemektense “her Pazartesi kitapların alfabetik sıraya uygunluğunu düzenle.” diye bir genel kural koyduğu varsayılsın. Fuller’a göre buradaki genel kuralın hukukla yönetimden farkı, böyle bir genel kuralın “üst”ün işini kolaylaştırıyor oluşudur. Bunun anlamı, “üst”ün genel kuraldan sapması halinde “ast”ın şikayet etme hakkı olmamasıdır. Örneğin “üst” astına “bu hafta Çarşamba günü de kitapların alfabetik sıraya uygun olup olmadığını kontrol edeceksin” dediğinde, “ast”ın “ama bu işi sadece Pazartesi yapıyordum” demeye hakkı yoktur. Bu durumda “üst”ün genel kural koymasının tek nedeni, genel kuralla yönetimin kendisine sağladığı kolaylıktır. Bu nedenle “üst”ün kendi koymuş olduğu genel kurala uyma yükümlülüğü de yoktur. Dolayısıyla idari emirde, genel kurallar koyulması, “üst”ün menfaatleriyle ilgili olduğu için, sekizinci ilke, yani yayımlanan kural ile fiili uygulaması arasındaki uyum ilkesi de anlamını kaybetmektedir.

Fuller bu analizinin neticesinde, idari emir açısından hukukun iç ahlâkının sekiz ilkesinin, gerçekten etkililiğin ilkeleri olduğu ve buradaki ilişkinin tek yönlü olduğunu dile getirir. Bu ilkeler, Fuller’a göre, “üst konumundaki kişinin amaçlarının başarısını sağlamaya yönelik vasıtalar”dır.118

Fuller’a göre hukukun en karakteristik özelliği genel kurallarla yönetime dayanıyor oluşudur. İdari emir ise belirli emirlere, direktiflere dayanmaktadır. İdari emirde, “ast” “üst”ün belirli amaçlarını gerçekleştirmek için direktiflere uyuyordur. Bu doğrultuda emir veren “üst” verdiği emrin etkili bir şekilde gerçekleştirilmesini ve amaçladığı şeyin etkili bir şekilde gerçekleştirilmesini istiyorsa emirlerinin açık, tutarlı, yerine getirilebilir, yayımlanmış olması ve birbiriyle çelişmemesi gerekmektedir.119 Ancak hukukla ve genel kurallarla yönetim söz konusu olduğunda, yöneten yönetilenin kuralları anlama kapasitesine ve özerkliğine saygı duymaktadır. Kişilerin özerkliğine saygı duyularak, kurallara uygun davranıp davranmamak kişilere bırakılmakta ve hukukla yönetim adına etkililikten taviz verilmektedir.120 Dolayısıyla hukukla yönetimin amacı insan davranışına yön vermektir, kanun koyucunun kişisel çıkarlarını gerçekleştirmek değil. Bu nedenle hukukla yönetim söz konusu olduğunda bu ilkeler etkililiğin ilkeleri olarak görülmemelidir. Dahası Sururi Aktaş’ın da vurguladığı gibi, eğer kanun koyucular amaçlarını gerçekleştirmek istiyorlarsa, sekiz ilke bu amaçların etkili bir şekilde gerçekleştirilmesini engelliyor olabilir.121 Ayrıca, kanun koyucu kendi amaçlarını gerçekleştirmeye çalıştığında, zaten artık hukukla yönetim değil, idari emirle yönetim söz konusudur.122 Örneğin, kural koyanların amacı, insan davranışını kuralların yönetimine tabi kılmaktansa, muhaliflerden kurtulmaksa, bu amacı etkili bir şekilde gerçekleştirebilmek için geçmişe yürür kural çıkarabileceklerdir.

Fuller’ı eleştirenlerin bir diğer iddiası ise bu ilkelere uygun hukuk sistemlerinin, adil sistemler olmak zorunda olmadığı iddiasıdır.123 Fuller bu iddiaya farklı eserlerinde cevap vermeye çalışmıştır. Ancak Fuller bu sorunun onun teorisiyle ilgili olmadığı iddia etseydi, Hart’ın ve diğerlerinin eleştirilerini bertaraf edebilirdi. Zira hukuki pozitivizmin iddia ettiği gibi hukukun iç ahlâkının sekiz ilkesine riayet eden ve aynı zamanda adaletsiz rejimler olabilir. Ancak Fuller’ın temel amacı sekiz ilkenin nasıl adaletsizliklerin önüne geçebileceğini açıklamak değildir.124 Zira Fuller açıkça hukukun iç ahlâkı ve dış ahlâkı ayrımı yapmaktadır.125 “Hukuki ahlâkın pek çok etik meseleye karşı nötr olduğunun söylenebileceğini defalarca gözlemledim.” 126 cümlesindeki ifadesi de çok nettir. Ayrıca Ronald Dworkin ve Marshall Cohen’e yazdığı cevapta da düşünceleri çok açıktır: “Ben hiçbir zaman, hukukiliğin bütün taleplerine tamamıyla uyumlu vasıtalarla kötülüğü gerçekleştirmek, en azından bazı tür kötülükler, fikrinde mantıksal bir tutarsızlık olduğunu söylemedim…127 Fuller, bu sözleriyle paralel bir şekilde hukukun iç ahlâkı, bir sosyal düzenleme modeli olarak hukukun kendine özgü bir ahlâkı olup olmadığı sorusuyla ilgilidir; hukuk kurallarının içeriğinin ahlâki niteliğiyle değil. Bu nedenle pozitivizmin bu eleştirisi ve Joseph Raz’ın etkililik iddiaları128 Fuller’ın teorisine zarar verir görünmemektedir.

Sonuç

Yukarıda belirtildiği gibi Fuller’ın teorisi o dönemde yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Bunun da ötesinde, Fuller’ı asıl rahatsız eden hukukun iç ahlâkının olup olmadığı sorusunun, sekiz ilkenin etkililiğin ilkeleri olup olmadığı sorusuna indirgenmesidir. Fuller hukukun iç ahlâkına ilişkin görüşlerinin etkililik meselesine indirgenmesinin sorumlusu da olarak da Hart’ı görmektedir.129 Fuller’ın teorisi her ne kadar yaşandığı dönemde anlaşılmamışsa130 da bugün bu durumun değiştiği ileri sürülebilir. Yukarıda görüşleri aktarılan Winston, Luban, Waldron, Rundle gibi isimler hukukun iç ahlâkını Hart’ın eleştirilerinden sıyırarak anlamlandırmışlardır. Bu çalışmada da hukukun iç ahlâkı veya Fuller’ın ileri sürdüğü hukuk-ahlâk ilişkisi Hart’ın iddiaları çerçevesinde yani bu ilkelerin etkili bir kanun koymanın ilkeleri olup olmadığı sorusu çerçevesinde ele alınmamıştır.

Bu doğrultuda da Fuller’ın ileri sürdüğü hukukun kendine özgü bir ahlâkı olduğu iddiası, yukarıda belirtildiği gibi, hukuk kurallarının içeriğinden bağımsız olarak, vatandaşın veya hukuki öznenin özerk bir birey olmasıyla, kanun koyucu ve vatandaş arasındaki karşılıklı ilişkiyle ve sekiz ilkenin vatandaşı korku, tedirginlikten uzak tutmasıyla açıklanabilir. Ancak sekiz ilkenin vatandaşı korku, tedirginlikten uzak tutması iddiasına karşılık, bu tür rejimlerde muhaliflerin kaybolmalarının insan hakkı ihlali olduğu ve Fuller’ın teorisine gerek kalmadığı  iddia edilebilir.131 Ancak, Colleen Murphy’nin de belirttiği gibi, Fuller’ın teorisi aracılığıyla yetkililerin hukuk sisteminin kurumsal işleyişindeki etkisine ve hukuk kurumu aracılığıyla oluşturulan yetkililer ve vatandaşlar arasındaki ilişkiye odaklanılabilir.132Bu doğrultuda, Fuller’ın teorisi, ahlâk dışı olan bazı davranışların, neden aynı zamanda hükümet ve vatandaş arasındaki sağlıklı bir ilişkinin temeli olan güven ve karşılıklılığa zarar verdiğini göstermektedir.133 Bu tür ihlaller, ahlâki olarak problemlidir; çünkü vatandaşın ve yetkililerin birbirine karşı olan ahlâki sorumluluklarının temelinde yer alan karşılıklılığı ortadan kaldırır. Murphy’e göre, bu ihlaller bireylerin hak ihlallerinin yanı sıra, kendine özgü ahlâki bir yanlışlıktır da.134 Bu çerçevede Fuller’ın görüşleri, yetkililer ve vatandaş arasındaki karşılılıkta var olan yükümlülüklerin ahlâki temelinin görülmesini sağlar.135

Ancak bu iddialar sekiz ilkenin etik ilkeler olduğunu iddia etmek için yeterli midir? Yukarıda belirtildiği gibi, etik ilkeler insanın değerinin bilgisinden türetilen ilkelerdir. “İnsanın değerinin bilgisine dayanarak çıkarılan ilkeler, reductio ad absurdum yoluyla temellendirilebilir. Böyle bir ilkenin bize bildirdiği ise şöyle bir şeydir: bir insan şöyle şöyle davranırsa (ya da davranmazsa), insanın yapısal olanaklarının gerçekleşmesini engellememesi olasılığı artar. Tersini yapmak, gerçekten bu olanakların gerçekleşmesini engelliyorsa -bu gösterilebiliyorsa-, ilkenin gerekliliği temellendirilmiş olur.”136 O halde kanun koyucular sekiz ilkeye uygun davranıyorsa, insanın yapısal olanaklarının gerçekleşmesinin engellenmemesi olasılığı artmakta mıdır? Sekiz ilkeye riayet eden hukuk sistemlerinde insanının yapısal olanaklarının engellenmeme olasılığının arttığı ileri sürülebilir. Ancak bunun kavramsal olarak böyle olması gerekmemektedir. Daha açık bir ifadeyle kavramsal olarak sekiz ilkeye riayet eden ve insanın yapısal olanaklarını engelleyen hukuki sistemler olabilir. Dolayısıyla yapısal olanakları engellememe hususu, hukuk kurallarının içeriğine yönelik ilkelerle ilgilidir, işkence yasağı yapmamak gerekir veya ırk ayrımı yapmamak gerekir gibi. Fuller’ın ileri sürdüğü sekiz ilke ise kanun yapma sürecine ilişkin ilkelerdir. Ancak sekiz ilkenin insanın yapısal olanaklarının gelişimine hiçbir şekilde etki etmediğini iddia etmek doğru değildir. Zira yukarıda da belirtildiği gibi, sekiz ilke aracılığıyla vatandaşlar hukuk sisteminin bir parçası haline gelmektedir. Daha da ötesi sekiz ilke aracılığıyla belirsizlikten ve kaostan uzak bir düzen kurulmaya çalışılmaktadır. Böyle bir hukuki düzen öngörülebilir bir düzendendir ve kanun koyucuların keyfi davranışlarının önüne geçmektedir. Dahası öngörülebilir bir ortam adaletsiz kanunların eleştirilmesi ve değiştirilmesi için de bir zemin hazırlamaktadır.137 Bütün bu iddiaların yanında, adil, haklara saygılı, geliri eşit bir biçimde dağıtmayı hedefleyen rejimlerin de, hedefledikleri bu “iyi” amaçları sekiz ilkeye uygun bir şekilde inşa edilmiş hukuk sistemleri aracılığıyla gerçekleştirebilecekleri unutulmamalıdır.138

Netice olarak, etik ilkeler insanın yapısal olanaklarını gerçekleştirmesiyle ilgili ilkeler ise, Fuller’ın ileri sürdüğü ilkeler etik ilkeler olarak kabul edilebilecek midir? Sekiz ilke kişinin özerkliğine saygı göstererek, öngörülebilir bir çerçeve sağlayarak, vatandaşı korku ve kaostan uzak tutarak, aslında insanın yapısal olanaklarını geliştirmesine dolaylı yoldan hizmet ettiği için etik ilkelerle ilişkili ilkeler olarak kabul edilebilir. Ayrıca sekiz ilkenin, insanın yapısal olanaklarının gelişimine hizmet eden bir hukuk sistemi oluşturmak için etik ilkeler yanında gerekli ilkeler olduğu da unutulmamalıdır.

E.İrem Akı; Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi

KAYNAK: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 64, Sayı 1

DİPNOTLAR:

  1. Summers, 1984, s.3, 13.
  2. Burada sadece geleneksel hukuk felsefesindeki tartışmaya yer verilmiştir zira Eleştirel Hukuk Çalışmaları, Feminist Hukuk Teorisi gibi yaklaşımlar hukuk sistemine ilişkin yapısal eleştirilerde bulunmaktadır.
  3. Uygur, 2003, s. 146. Hukuki pozitivizm akımı için ayrıca bkz. Keyman, 1978, s.17-55.
  4. Himma, s.16.
  5. Uygur, 2003, s.146.
  6. Uygur, 2003, s.148. Tanıma kuralı için bkz. Surlu, 2008.
  7. Ceylan, s.217-218; Himma, s.21. Zayıf ve güçlü konvansiyonelik tezleri için bkz. Ceylan, s.217-218; Himma,20-28.
  8. Uygur, 2003, s.152. Dolayısıyla bugün hukuki pozitivizmin bazı temel özellikleri açısından türlere ayrıldığının, kapsayıcı ve dışlayıcı pozitivizm gibi, farkında olmak gerekmektedir. Uygur, 2003,s.152; Himma, s.13.
  9. Himma,28.
  10. Ceylan, s.219.
  11. Murphy, Coleman, s.11. Ayrıca bkz. Yücel, s.76; Keyman, 1998, s.32-33.
  12. Wacks, s.3. Bununla birlikte “adil olmayan hukuk, hukuk değildir” sözünü, Aquanis’ın hiçbir zaman bu şekilde ifade etmediğine yönelik bir iddia da mevcuttur. Wacks, s.4; Bix, 2004(a), s.68. Ayrıca bugün doğal hukuk akımının geleneksel ve modern olmak üzere ikiye ayrıldığını belirtmek gerekmektedir. Bkz. Bix, 2004(b), s.291-343.
  13. Uslu, s.227; Aktaş, 2004, s.5.
  14. Murphy, Coleman, s.38.
  15. Rundle, 2012, s.2-3.
  16. Bu aşamada terimlerle ilgili bir noktayı açıklamak gerekmektedir. Fuller, The Morality of Law’da, kanun koymanın iç ahlâkından değil, hukukun iç ahlâkından bahsetmektedir. Kenneth I. Winston’a göre hukukun iç ahlâkındaki “hukuk” kelimesi bir sosyal düzenleme modeli olarak kanun koyma (legislation) faaliyetini belirtmektedir; yoksa bir bütün olarak hukuk kavramını değil. Winston, s.44, dipnot 33. Zira Fuller’a göre hukuk, kanun koymanın da dahil olduğu çeşitli sosyal düzenleme modellerini içermektedir. Kanun koyma bunlardan sadece bir tanesidir. Sosyal düzenleme modelleri için aşağıda bkz. s.15, dipnot.80.
  17. Tepe, 2011, s.14.
  18. Tepe, 2011, s.14; Tepe, 1998, s.12.
  19. Summers,1965, s.3.
  20. Uygur, 2014, s.163-164.
  21. Hart, 2011, s.28. Devlin-Hart tartışması için bkz. Uzun, s.152-71.
  22. Hart, 2011, s.28. Pozitif ahlâkın çeşitli anlamları için bkz. Uygur, 2014, s.164; Uygur,2006, s.3.
  23. Ahlâkın bu anlamı Hart’ın ileri sürdüğü pozitif ahlâk tanımına denk düşmektedir.
  24. Kuçuradi, 1998, s.29.
  25. Kuçuradi, 1988, s.21.
  26. Kuçuradi, 1988, s.22.
  27. Kuçuradi, 1988, s.22.
  28. Kuçuradi, 1988, s.22.
  29. Kuçuradi, 1988, s.27.
  30. Bu ayrımı kavramamı sağladığı için Prof. Dr. Abdullah Kaygı’ya çok teşekkür ederim.
  31. Normlar, değerlendirmeye yarayan -bir eylemi, bir sanat yapıtını, bir düşünceyi, bir kavramı vb. değerlendirmeye yarayan- ve genel ya da geçer olma iddiasında olan önermelerdir.” Kuçuradi, 2009, s.175-176. Kuçuradi norm kavramının altına “a) bütün değer yarılarının, b) her türlü buyruğu ve c) bütün patrik kuralları-ilkeleri” koyabileceğimizi belirtmektedir. Kuçuradi, 2009, s.176.
  32. Kuçuradi, 1988, s.27. Ancak Fuller’ın dile getirdiği ilkelerin bir diğer özelliği normların yapımı hakkında normlar olmalarıdır. Diğer bir ifadeyle meta normlar olarak da ifade edilebilir. Hart’ın terimleriyle ifade edilecek olursa, kurallar hakkındaki kurallardır. Ancak Hart’ın görüşlerinden farklı olarak, Fuller’ın ileri sürdüğü ilkeler bir geçerlilik kriteri oluşturmamaktadır.
  33. Kuçuradi, 2009, s.178.
  34. Kuçuradi, 1988, s.27; Kuçuradi, 2009, s.179.
  35. Kuçuradi, 1988, s.27.
  36. Kuçuradi, 1988, s.27-28.
  37. Kuçuradi, 1988, s.28.
  38. Kuçuradi, 1988, s.30. Çalışmanın geri kalanında bu tür ilkeler kast edildiği zaman “etik ilkeler” terimi kullanılacaktır.
  39. Kuçuradi, 1988, s.29.
  40. Kuçuradi, 2006, s.170.
  41. Kuçuradi, 2006, s.169-180.
  42. Kuçuradi, 2007, s.72.
  43. Kuçuradi, 2006, s.170.
  44. Kuçuradi, 2006, s.170-171.
  45. Ancak bu noktada sekiz ilkenin Hart’ın ileri sürdüğü pozitif ahlâk veya Kuçuradi’nin ileri sürdüğü değer yargılarıyla ilgili olmadığı belirtilebilir.
  46. Fuller, 1958, s.644-645.
  47. Rundle, 2012, s.88.
  48. Fuller, 1969, s.33-34.
  49. Fuller, 1969, s.34-35.
  50. Fuller, 1969, s.35. İtalik Fuller’a ait.
  51. Fuller, 1969, s.36.
  52. Fuller, 1969, s.36.
  53. Fuller, 1969, s.36-37.
  54. Fuller, 1969, s.37.
  55. Fuller, 1969, s.38.
  56. Rundle, 2012, s.89.
  57. Fuller, 1969, s.39; Rundle,2012, s.89.
  58. İtalik bana ait.
  59. Fuller, 1969, s.38.
  60. Van der Burg, 2014(a), s.55; Van der Burg, 2014(b), s.60.
  61. Fuller, 1969, s.39.
  62. Fuller, 1969, s.39.
  63. Rex’in hikayesinin bir diğer önemli yönü ise, hukuk yapma sürecinin kendisine odaklanılması gerektiğini göstermesidir. Oysaki geleneksel hukuk felsefesi kanun koyuculuk faaliyeti neticesinde çıkan ürüne, yani kanuna odaklanmaktadır. Van der Burg, 2014(a), s.54. Fuller ise kanun yapma sürecine ve girişimine odaklanmıştır. Luban, 2008, s.102;Van der Burg, 2014(a), s.56. Bu doğrultuda Fuller’a göre kanun koyucu, eğer hukuk olarak adlandırılacak bir yönetim formu oluşturmak ve bunu takiben hukukun insan davranışına yön veren bir yol işareti olarak hizmet etmesini istiyorsa, bu prosedürel sekiz ilkeye uyması gerekmektedir. Van der Burg,55. Fuller teorisini prosedürel doğal hukuk teorisi olarak nitelendirirken, onu eleştiren pek çok hukuki pozitivist, onun teorisini geleneksel doğal hukuk teorisi olarak görüp, bu ilkelerin hukuk kurallarının içeriğine ilişkin bir sınırlama getirip getirmediğini tartışmışlardır. Van der Burg, 2014(a), s.55. Halbuki Fuller, kanun yapma sürecinin bizatihi kendisine ve bu süreçte kanun koyucunun yerine getirmesi gereken sorumluluğa (sekiz ilkenin yerine getirilmesi) odaklanıp bu sorumluluğu “hukukun iç ahlâkı” ifadesiyle açıklamaya çalışmaktadır. Fuller, 1969, s.223. Bu noktayı, Fuller’ın Philip Selznick’e yazmış olduğu bir mektupta, ahlâk terimini ethos veya belirli rollere eşlik eden, belirli ahlâki sorumlulukları ifade eden bir terimle değiştirmeyi istediğini belirtmiş olması da doğrulamaktadır. Fuller, aynı şekilde yazdığı bir diğer mektupta şu fikri ileri sürer: “Eğer kitabımı The Morality of Law olarak adlandırmak yerine, Hukuk Yapmanın Ahlâkı (The Morality of Lawing) olarak adlandırsaydım, pek çok yanlış anlaşılmadan kaçınılabilecekti,” çünkü “hukuk sözcüğü raflarda durağan bir biçimde yatan kitapları akla getirirken,” hukuk yapma (lawing) terimi birbiriyle etkileşim halindeki insanları ve etkileşimin uygun bir şekilde devam etmesini akla getirmektedir. Rundle, 2012, s.115.
  64. Fuller, 1969, s.39.
  65. İtalik bana ait.
  66. İtalik bana ait.
  67. Fuller, 1969, s.39.
  68. Fuller, 1969, s.40.
  69. Fuller, 1969, s.40.
  70. Rundle, 2012, s.89.
  71. Fuller, 1969, s.162.
  72. Waldron, 2012, s.206.
  73. Waldron, 2012, s.206; Luban, 2010, s.42, 43.
  74. Rundle, 2012, s.99.
  75. Rundle, 2012,2. Rundle aynen alıntıyı Fuller’ın yayımlanmamış metinlerinden almıştır, Harvard Law School Library, Box 12. Ayrıca bkz. Rundle, 2013, s.771.
  76. Rundle, 2012, s.99-100.
  77. Rundle, 2012, s.3. İtalik bana ait. Rundle’a göre, genellik ilkesi daha sonra, Fuller’ın kendisini eleştirenlere yönelik fikirlerini geliştirirken hukukun neden içsel (internally) olarak ahlâki olduğunu göstermede büyük bir yer tutacaktır. Rundle, 2012, s.90.
  78. Rundle, 2012, s.10.
  79. Hukuk aracılığıyla yönetim ile idari emir arasındaki fark Fuller’ın eunomics projesi çerçevesinde açıklanabilir. Eunomics Fuller’ın geliştirdiği bir terimdir. Fuller eunomics terimini şu şekilde tanımlamaktadır: “iyi düzenin veya işleyebilecek (workable) sosyal düzenlemelerin bilimi, teorisi veya çalışması.” Fuller, 2001(b), s.62. Fuller 1950 ve 1960 yılları arasında Principles of Social Order başlığı altında eunomicsle ilgili sistematik bir eser yazmayı planlamış, fakat sadece Means and Ends’i bir giriş olarak yazmıştır. Kitap her ne kadar yazılmamış olsa da, Means and Ends’in yayımının ardından geçen on yılda, Fuller sosyal düzenleme modelleri ve onların tezahürlerine büyük ilgi göstermiştir. Fuller, bütün sosyal düzenleme modellerini kapsayan bir eser yazmamıştır. Her bir sosyal düzenleme modeli için makaleleri bulunmaktadır. Bu makaleleri de Winston, Principles of Social Order adlı kitapta bir araya getirmiştir. Winston, s.29. Fuller’ın ilgilendiği sosyal düzenleme modellerini bir liste olarak sunmak mümkün olmasa da, bunlar arasında hüküm verme (adjudication), arabuluculuk, kanun koyma, sözleşme ve idari emir (managerial direction) belirtilebilir. Fuller’a göre her bir sosyal düzenleme modeli kendi iç ahlâkını içermektedir. Örneğin, kanun koyma genel kurallara uygun olarak yönetme girişimi olup, bu girişim sekiz ilke aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Diğer sosyal düzenleme modellerine göre, örneğin arabuluculuk ve sözleşmeye ilişkin ahlâki ilkeler farklıdır. Winston, s.42. Dolayısıyla, kanun koyma yani genel kurallar aracılığıyla yönetim ve idari emir birbirinden farklı sosyal düzenleme formlarıdır. Bu ikisi arasındaki fark hukukun iç ahlâkını açıklamada önemli bir yerde durmaktadır. İkisi arasındaki fark aşağıda ayrıntılı olarak açıklanacaktır.
  80. Rundle, 2012, s.10.
  81. Rundle, 2012, s.10. İtalik bana ait.
  82. Fuller, 2001(a), s.254-255; Fuller, 1969, s.39-40.
  83. Fuller, 2001(a), s.255.
  84. Fuller, 2001(a), s.255.
  85. Fuller, 2001(a), s.255.
  86. Fuller, 1969, s.106.
  87. Bu noktada da Winston’un yaptığı bir ayrım önemlidir; her bir sosyal düzenleme modelinin iç ve dış amacı. Sosyal düzenleme modelinin iç amacı, idari emir ve hukuk arasındaki farkla ilgilidir. Sosyal düzenleme modelinin iç amaçlarından bahsedildiği zaman sorulması gereken soru, bu süreci kullanmadaki amaç (point) nedir sorusudur. Örneğin hangi durumda neden o hukuki sürecin yani neden arabuluculuk veya idari emrin değil de kanun yapmanın kullanıldığı meselesidir. Fakat eğer hukuki sürecin dış amacını sorgularsak bu defa soru bu süreci kullanarak neyin elde edilebileceğidir. Mesela dar gelirli öğrencilere üniversite eğitimini gerçekleştirmek için burs sağlanması gibi. Winston, s.53.
  88. Luban, 2010, s.39.
  89. Luban, 2010, s.39; Waldron, 1994, s.263.
  90. Waldron, 1994, s.263. Örneğin Hitler hükümeti, vatandaşları belirli bir acizlik ve korku içinde bırakmaktaydı. Waldron, 1994, s.263.
  91. Waldron, 2008, s.7.
  92. Luban, 2010, s.40.
  93. Decent, s.573-574.
  94. Decent, s.574.
  95. Decent, s.574.
  96. Waldron, 2012, s. 208.
  97. Waldron, 2012, s.206.
  98. Waldron, 2012, s.206.
  99. Waldron, 2012, s.206.
  100. Waldron, 2012, s.217.
  101. Waldron, 2012, s.217.
  102. Waldron, 2012, s.217.
  103. Waldron, 2012, s.218.
  104. Hannah Arendt,  The  Origins  of  Totalitarianism,  New  York,  1973,  441’den  aktaran Waldron, 2012, s.218.
  105. Waldron, 2012, s.218.
  106. Waldron, 2012, s.219.
  107. Waldron, 2012, s.219.
  108. Waldron, 2012, s.206.
  109. Hart, 1983, s.343-364. Raz, 2008, s.163.
  110. Fuller, 1969, s.208.
  111. Fuller, 1969, s.208.
  112. Rundle, 2012, s.137.
  113. Fuller, 1969, s.207.
  114. Fuller, 2001(a), s.254.
  115. Fuller, 2001(a), s.254.
  116. Fuller, 1969, s.207-208.
  117. Fuller, 1969, s.208.
  118. Fuller, 1969, s.209.
  119. Fuller, 1969, s.208.
  120. Luban, 2008, s.112.
  121. Aktaş, 2011, s.44-50
  122. Nadler, s.32.
  123. Hart, 1997, s.207; Dworkin, 1964-1965, s. 671,673.
  124. Rundle, 2012, s.4.
  125. Fuller, 1969, s.96. Hukukun dış ahlâkı da Fuller tarafından kullanılan bir terimdir. Fuller bu terimle hukuk kurallarının içeriğine yönelik bir ahlâk kavramı ileri sürmektedir. Diğer bir ifadeyle “hukukun dış ahlâkı” “maddi anlamda doğal hukuk” kavramına denk düşmektedir. Aktaş, 2011, s.10.
  126. Fuller, 1969, s.162.
  127. Fuller, 1965, s.664.
  128. Raz, s.163.
  129. Rundle, 2012, s.107.
  130. Girişte de belirtildiği gibi Fuller hukuk kurallarının içeriğinin ahlâk i niteliğiyle ilgilenmemektedir. Ancak Hart’ın bu ilkelerin etkili bir kanun koymanın ilkeleri olduğu iddiası, tartışmayı hukuk kurallarının içeriğinin ahlâk i niteliğine çekmiştir. Dolayısıyla Fuller’ın teorisi veya tartışmak istedikleri Hart’ın eleştirilerinin gölgesinde kalmıştır. Rundle, 2012, s.3-4. Rundle’a göre Fuller’ın kendisi de Hart’ın gündemine saplanmıştır. Fuller A Reply to Critics’te, Hart’ın gündeminden kaçmayı başarmışsa da, Rundle’a göre bu cevap geç kalmış ve yetersiz bir cevaptır. Rundle, 2012, s.5. Hart ve Fuller arasındaki tartışma için bkz: H.L.A Hart “Positivism and the Separation of Law and Morals,” Harvard Law Review, C.71, S.4, 1958, s.593-629; Lon L. Fuller, “Positivism and Fidelity to Law: A Reply to Prof. Hart, Harvard Law Review, C.71, S.4, 1958, s.630-672. Fuller’ın 1958’deki eleştirilerine karşılık, Hart 1961’de yazmış olduğu kitabında, Fuller’a birkaç cümleyle cevap verir: H.L.A Hart, The Concept of Law, Clarendon Press, Oxford, 1961, s.202. Hart’ın The Concept of Law’daki iddiasına karşılık, FullerThe Morality of Law’ın birinci baskısında The Concept of Law’a bir bölüm ayırır: Fuller, The Morality of Law, s.133-145. The Morality of Law’ın basılmasının ardından, Hart, The Morality of Law’a bir kitap eleştirisi yazar. H.L.A Hart ‘Lon L. Fuller: The Morality of Law, 78 Harvard Law Review, 1965, 1281-1286.Tekrar basım,L.A. Hart Essays in Jurisprudence and Philosophy, Clarendon Press, 1983, s.343-364. The Morality of Law’ın aldığı eleştiriler karşısında, Fuller The Morality of Law’ın ikinci baskısına A Reply to Criticis bölümünü ekler. Bu bölümde onu eleştirenlere olan eleştirilerini dile getirir: Fuller, The Morality of Law, “A Reply to Critics”, s.187-242. 1958 yılında başlamış olan tartışma böylelikle 1969 yılında son bulur.
  131. Dworkin’in Fuller’a karşı ileri sürdüğü eleştirilerden bir tanesi de budur. Dworkin, 1964-1965, s.674-675; Dworkin, 1965, s.636.
  132. Murphy, s.245.
  133. Murphy, s.245.
  134. Murphy, s.246.
  135. Murphy, s.249.
  136. Kuçuradi, 2009, s.179.
  137. Bu konuda bkz. Decent, s.573.
  138. Waldron, 1994, s.266.

 

KAYNAKÇA

Aktaş, Sururi.(2004). Modern Doğal Hukuk Bağlamında John Finnish’in Hukuk Teorisi. Atatürk Üniversitesi Erzincan Hukuk Fakültesi Dergisi, 8(1-2), 3-22.

Aktaş, Sururi. (2011). Prosedürel Doğal Hukuk Lon L. Fuller’in Hukuk Kavramı. İstanbul: XII Levha Yayınları.

Bix, Brian H. (2004a). Doğal Hukuk: Modern Gelenek. çev. Ertuğrul Uzun, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 6(2), 291-343.

Bix, Brian. (2004b). Jurisprudence Theory and Context. Durham Nort Carolina: Carolina Academic Press.

Ceylan, Şule Şahin. (2014). H.L.A Hart’ın Hukuk Kavramı. İstanbul: XII Levha Yayıncılık.

Decent, Evan Fox. (2008). Is The Rule of Law Really Indiffernt to Human Rights?. Law and Philosophy, 27(6), 533-581.

Dworkin, Ronald. (1964-1965). Philosophy, Morality, And Law-Observations Prompted by Professor Fuller’s Novel Claim. University of Pennsylvania Law Review, 113, 668-690.

Dworkin, Ronald. (1965). The Elusive Morality of Law. Villanova Law Review, 10, 631-639.

Fuller, Lon L. (1958). Positivism and Fidelity to Law – A Reply to Professor Hart. Harvard Law Review, 71(4), 630-672.

Fuller, Lon L. (1965). A Reply to Professors Cohen and Dworkin. Villanova Law Review, 10(4), 655-666.

Fuller, Lon L. (1969). The Morality of Law. New Haven: Yale University Press.

Fuller, Lon L. (2001a). Human Interaction and the Law. Principles of Social Order Selected Essays of Lon. L. Fuller. Ed. Kenneth I Winston, Oxford-Portland Oregon: Hart Publishing, 231- 266.

Fuller, Lon L. (2001b). Means and Ends. Principles of Social Order Selected Essays of Lon. L. Fuller. Ed. Kenneth I Winston, Oxford-Portland Oregon: Hart Publishing, 61-78.

Hart, H.L.A. (1958). Positivism and the Separation of Law and Morals.

Harvard Law Review, 71(4), 593-629.

Hart, H.L.A. (1983). Lon L. Fuller: The Morality of Law. Essays in Jurisprudence and Philosophy. Clarendon Press, 343-364.

Hart, H.L.A. (1997). The Concept of Law. Oxford University Press.

Hart, H.L.A. (2011). Hukuk, Özgürlük ve Ahlâk. Ankara: Dost Kitabevi.

Himma, Kennneth Einar. (2010). Hukukun Ahlâki Kriterleri Kapsayıcı ve Dışlayıcı Pozitivistler Arasındaki Tartışma. çev. Saim Üye, Ankara: Bilge Su Yayınları.

Keyman, Selahaddin. (1978). Hukuki Pozitivizm. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 35(1-5), 17-55.

Keyman, Selahaddin. (1998). Tabii Hukuk Doktrinin Epistemolojik Tahlili. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 47(1-4), 17-36.

Kramer, Matthew. (1999). Scrupulousness without Scruples: a Critique of Lon Fuller and his Defenders. In Defense of Legal Positivism. Oxford University Press, 37-77.

Kuçuradi,Ioanna.(1988).  Ahlâk ve Kavramları.Uludağ Konuşmaları. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayını, 20-36.

Kuçuradi, Ioanna. (1998). İnsan ve Değerleri. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayını.

Kuçuradi, Ioanna. (2006). Etik. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.

Kuçuradi, Ioanna. (2007). İnsan Onuru Kavramı ve İnsan Hakları, İnsan Hakları Kavramları ve Sorunları. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayını, 69-76.

Kuçuradi, Ioanna. (2009). Normların Bilimsel Temellendirilebilirliği. Çağın Olayları Arasında. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, 175-182.

Luban, David.(2008). Legal Ethics and Human Dignity. Cambridge University Press.

Luban, David. (2010).The Rule of Law and Human Dignity: Re-examining Fuller’s Canons. Hague Journal on the Rule of Law, (2), 29-47.

Murphy, Colleen. (2005). Lon Fuller and The Moral Value of Rule of Law. Law and Philosophy, 24(3), 239-262.

Murphy, Jeffrie G., Coleman, Jules. (1990).  Philosophy of Law. Oxford:Westview Press.

Nadler, Jeniffer. (2008). Hart, Fuller and the Connection Between Law and Justice. Law and Philosophy, 27(1), 1-34.

Raz, Joseph. (2008). Hukuk Devleti ve Erdemi. çev. Bilal Canatan, Hukuk Devleti, Hukuki Bir İlke Siyasi Bir İdeal. Editörler: Ali Rıza Çoban, Bilal Canatan, Adnan Küçük, Ankara: Adres Yayınları, 149-166.

Rundle, Kristen. (2012). Forms Liberate. Oxford: Hart Publishing.

Rundle, Kristen. (2013). Form and Agency in Raz’s Legal Positivism. Law and Philosophy, 32(6), 767-791.

Summers, Robert S. (1965). Professor Fuller on Morality and Law. Journal of Legal Education, 18(1), 1-27.

Summers, Robert S. (1984). Lon L. Fuller. Edward Arnold.

Surlu, Aydan Ömür.(2008). H.L.A Hart’ta Tanıma Kuralı. Yayımlanmamış Doktora Tezi.

Tepe, Harun. (1998). Bir Felsefe Dalı Olarak Etik: ‘Etik’ Kavramı, Tarihçesi ve Günümüzde Etik. Doğu Batı, S.4, Ağustos, Eylül, Ekim, 11-28.

Tepe, Harun. (2011). Etik ve Metaetik. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu.

Uslu, Cennet. (2009). Doğal Hukuk ve Doğal Haklar. Ankara: Liberte Yayınları.

Uygur, Gülriz. (2003). Hukuki Pozitivizmin Değişen Yüzü Mü?. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 52(3), 145-176.

Uygur, Gülriz. (2006). Hukuk, Etik ve İlkeler. Ankara: Siyasal Kitabevi.

Uygur, Gülriz. (2014). Ioanna Kuçuradi’nin Görüşlerinden Hareketle Hukuk Normlarının Türetilmesindeki Temel Problem: Etik Mi? Ahlâk Mı?. Ioanna Kuçuradi Çağın Olayları Arasında. Ioanna Kuçuradi’ye Armağan. Editörler: Betül Çotuksöken, Gülriz Uygur, Hülya Şimga, İstanbul: Tarihçi Kitabevi, 163-172.

Uzun, Ertuğrul. (2005). Ahlâksızlığın Cezalandırılması: Devlin-Hart Tartışması. Eskişehir Barosu Dergisi, S.6, 52-71.

Van der Burg, Wibren. (2014a). The Dynamics of Law and Morality A Pluralist Account of Legal Interactionism. Ashgate.

Van der Burg, Wibren. (2014b) Lon L. Fuller’dan Yasa Koyuculara Dersler. çev. E. İrem Akı, Hukuk Kuramı, 1(3), 58-64.

Wacks, Raywond. (2013). Hukuk Felsefesine Kısa Bir Giriş. çev. Engin Arıkan, İstanbul: Tekin Yayınevi.

Waldron, Jeremy. (1994). Why Law- Efficacy, Freedom, or Fidelity. Law and Philosophy, Special Issue on Lon L. Fuller,13(3), 259-284.

Waldron, Jeremy. (2008). The Concept and The Rule of Law. Georgia Law Review, 1(43), 1-61.

Waldron, Jeremy. (2012). How Law Protects Dignity. The Cambridge Law Journal, 71(1), 220-222.

Winston, Kenneth I. (2001). Introduction. Principles of Social Order Selected Essays of Lon. L. Fuller. Editör: Kenneth I Winston, Oxford-Portland Oregon: Hart Publishing, 25-58.

Yücel, Mustafa Tören. (2005). Hukuk Felsefesi. Ankara: Başkent Klişe Matbaası.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hukukun İç Ahlâkı

$
0
0

HUKUKUN İÇ AHLÂKI: LON L. FULLER’IN GÖRÜŞLERİ ÇERÇEVESİNDE BİR İNCELEME

Fuller, kuralı uygulamakla yükümlü kişinin kuralı görmezden gelmesinin veya uygulamamasının, vatandaşın kurala uymasını imkansız kılmayacağını, ama bir noktadan sonra kurala itaatin de vatandaş açısından boşuna olacağını belirtir ve sosyolog Georg Simmel’den alıntı yaparak, vatandaş ve hükümet arasında kuralların uygulanmasına saygı açısından bir karşılıklılık66 olduğunu belirtir.67 Hükümet vatandaşa şunu demektedir: “Bunlar senden uymanı beklediğimiz kurallardır. Eğer bu kurallara uyarsan, bu kuralların davranışına uygulanacak olan kurallar olacağını garanti ediyoruz. Fuller’a göre, bu karşılıklılık bağı hükümet tarafından tamamıyla koparıldığı zaman, vatandaş açısından kurallara itaat ödevini yerine getirme belirli bir temelden yoksun kalmaktadır. Yani, vatandaşın kurallara uymak için bir nedeni kalmamaktadır.

Giriş

Fuller hukuk ve ahlâk arasında zorunlu bir ilişki olduğunu iddia eden, 1902 ve 1978 yılları arasında yaşamış Amerikalı bir hukuk felsefecisidir.1 Bununla birlikte Fuller’ın hukuk ve ahlâk arasında kurduğu ilişki, hukuk felsefesinin geleneksel bir şekilde tartıştığı hukuk ve ahlâk ilişkisinden farklıdır. Hatta, Fuller’ın hukuk ve ahlâk arasında kurduğu bağlantının bugün bile alışılmışın dışında olduğu iddia edilebilir. Zira hukuk felsefesi geleneğinde, hukuk ve ahlâk arasındaki bağlantı hukuk kurallarının içeriğinin ahlâki niteliğine göre tartışılmaktadır.

Hukuk felsefesi geleneği derken hukuk teorisinde mevcut iki yaklaşım, yani hukuki pozitivizm ve doğal hukuk akımı arasındaki tartışma kast edilmektedir.2 Hukuki pozitivizm akımının kuramcıları arasında John Austin, Jeremy Bentham, Hans Kelsen ve H.L.A Hart sayılabilir. Hukuki pozitivizmin temel özelliği, hukukun toplumdaki insanların kararıyla çıkarılmış olduğunu ileri sürmesidir.3 Hukuk kurallarının insanların kararıyla çıkarılmış olmasının anlamı, hukukun sosyal olarak yaratılmış ve üretilmiş bir kavram oluşudur.4 Pozitivizmin bu özelliği, hukuku koyan kaynağa bakarak açıklamasıyla ilgilidir. Bu teze sosyal kaynaklar tezi adı verilir.5 Hukuki pozitivizmin bir diğer önemli tezi konvansiyonellik tezidir. Bu teze göre, hukukun varlığı, “bir normun toplumun hukukunun parçası olabilmesi için gereken şartları” düzenleyen tanıma kuralının,6 hukuk sistemindeki yetkililer tarafından kabul edilmesi, yani bir konvansiyonla kurulmasına bağlıdır.7 Hukuki pozitivizmin kabul ettiği bir diğer tez ise ayırma/ayrılabilirlik tezidir. Ayırma tezi hukuk ve ahlâk arasında bir ilişki kurulamayacağını belirtirken, ayrılabilirlik tezi, hukuk ve ahlâk arasında zorunlu hiçbir ilişki kurulmayacağını ileri sürmektedir.8 Diğer bir ifadeyle bu tez, hukukun ve ahlâkın kavramsal olarak ayrı şeyler olduklarını iddia etmektedir.9 Hukuk ve ahlâkın ayrı kavramlar olmasının anlamı, neyin hukuk olduğunu neyin hukuk olmadığını belirleyen tanıma kuralında veya hukuki geçerlilik kriterinde ahlâka yer verilmemesidir. Diğer bir ifadeyle, bir hukuk normunun geçerliliği onun ahlâka uygun olmasına bağlı değildir.10

Doğal hukuk akımı ise hukuki pozitivizmin karşıtı olarak, hukuk ve ahlâk arasında hukuki geçerlilik kriteri bakımından kavramsal, mantıksal ve zorunlu olarak temel bir bağlantı olduğunu iddia etmektedir.11 Hukuk ve ahlâk arasında zorunlu bir bağlantı olmasının sonucu “adil olmayan hukuk, hukuk değildir” anlayışının ortaya çıkmasıdır.12 Dolayısıyla doğal hukuk açısından hukuk kurallarının içeriğinin ahlâka uygun olması gerektiği belirtilebilir.13

Fuller ise hukuk kavramının kendisine içkin veya hukuk kavramının kendisine özel bir ahlâk kavramının arayışındadır. Diğer bir ifadeyle Fuller, hukuk kurallarının ahlâki içeriğiyle ilgilenmemektedir. Bununla birlikte Fuller, hukuk felsefesinin bu konuyla ilgilenmemesi gerektiğini düşünüyor da değildir. Fuller, hukukun içeriğiyle ilgilenen doğal hukuk akımının, hukuk teorisinde bırakmış olduğu boşluğu doldurmak istemektedir. Dolayısıyla bu çalışmanın hedefindeki soru yanıtlanırken Fuller’ın hukuki düzenlemelerin içeriğinin ahlâki niteliğinden bahsetmediğinin farkında olmak gerekmektedir. Daha açık bir ifadeyle Fuller hukukun iç ahlâkı olduğunu ileri sürerken hukuki düzenlemelerin örneğin anayasaların, kanunların temel hak ve özgürlükleri koruması gerekliliğinden veya ne dereceye kadar koruyor olduğundan bahsediyor değildir.

Ayrıca Fuller’ın teorisi açısından göz önünde bulundurulması gereken bir nokta daha söz konusudur: Fuller’a göre hukuk teorisi “belirli hukuk kurallarına” değil, “hukuk sistemlerine” odaklanmalıdır. Burada önemli olan nokta, Fuller’ın, doğal hukuku eleştirenlerin “belirli kurallar ahlâki olmasa bile hukuktur” şeklindeki düşüncelerini haklı bulmasıdır. Diğer bir ifadeyle doğal hukukçuların “adil olmayan kanun, kanun değildir” iddiasına karşılık, Fuller’ın teorisi belirli bir hukuk kuralına değil, “hukuk sisteminin” kendisine odaklanmaktadır.14

Netice olarak Fuller’ın, hukuk ve ahlâk arasında alışılmışın dışında bir bağlantı kurarken, bunu hukuki pozitivizm/doğal hukuk karşıtlığı üzerinden yapmamış olduğuna dikkat çekmek gerekmektedir. Daha açık bir ifadeyle, Fuller bu bağlantıyı kurarken, hem hukuki pozitivizme hem de doğal hukuk akımına yönelik eleştirilerini dile getirmiştir.15

Fuller bu alışılmışın dışında olan hukuk-ahlâk ilişkisini ise sekiz ilke aracılığıyla kurmaktadır. Diğer bir ifadeyle Fuller kanun koymanın iç ahlâkı16 olarak adlandırdığı sekiz ilke getirmektedir. Bu ilkeler:

1.Kurallar genel olmalıdır
2.Kurallar yayımlanmış olmalıdır
3.Kurallar geçmişe yürür olmamalıdır
4.Kurallar açık olmalıdır
5.Kurallar çelişmemelidir
6.Kurallar imkânsızı talep etmemelidir
7.Kurallar zaman içinde tutarlı olmalıdır (sabitlik)
8.Yetkililerin eylemi ve yayımlanmış kurallar arasında uyum olmalıdır

Fuller’a göre kanun koyucunun bir hukuk sistemi oluşturmak için yerine getirmesi gereken bu sekiz ilke hukukun iç ahlâkını oluşturmaktadır. Bu noktada da tartışılması gereken soru, hukuk kurallarının içeriğinden bağımsız olarak hukukun bir iç ahlâka sahip olup olmadığıdır. Diğer bir ifadeyle, bu çalışmanın hedefindeki soru, hukuk kavramının kendisinin içinde kalarak, hukuk kavramının dışına çıkmayarak bir hukuk-ahlâk ilişkisinin kurulup kurulamayacağıdır.

I. Ahlâk Kavramı ve Anlamları

Bu soru yanıtlanırken ilk olarak “ahlâk”ın hangi anlamından bahsedildiğinin ortaya konulması gerekmektedir. Çünkü ahlâk kavramıyla pek çok bağlamda karşılaşılmasına ve ahlâk kavramının açık bir kavram olduğu düşünülmesine rağmen, ahlâk kavramı açık bir kavram değildir.17Sözcüğün anlamında, kullanıldığı bağlamlara göre kimi farklılıkların olduğu; buna karşılık kimi özelliklerinin hep aynı kaldığı görülmektedir.”18 Dahası Fuller da ahlâkın hangi anlamını kullandığını açıkça ortaya koymamaktadır.19

Bununla paralel olarak, hukuk felsefesi literatüründe de, iki farklı ahlâkilik olduğu belirtilmelidir.20 Bu iki ahlâkilik arasındaki ayrımı Hart, literatürde Devlin-Hart tartışması olarak bilinen tartışma çerçevesinde ortaya koymuştur. İki tür ahlâkilikten ilki, pozitif ahlâktır, yani “belli bir toplumsal grup tarafından fiilen benimsenen ve paylaşılan ahlâk”tır.21 İki tür ahlâkilikten ikincisi eleştirel ahlâktır. Eleştirel ahlâk, “pozitif ahlâk da dahil olmak üzere mevcut toplumsal kurumları eleştirmekte kullanılan genel ahlâk ilkeleridir.”22

Bu ayrım yanında, Ioanna Kuçuradi’nin yaptığı ahlâkın farklı anlamlarına bakılabilir. Buna göre ahlâkın ilk anlamı toplumdaki “değer yargıları” dır.23 Değer yargıları, “yüklemleri iyi–kötü, güzel–çirkin, faydalı–zararlı, doğru–yanlış, günah– sevap ve bu gibi sıfatlar olan,” normlardır.24 Örneğin, “büyüklerin önünde sigara içmek kötüdür”, “içki içmek kötüdür”, “büyüklerin elini öpmek iyidir” gibi. “Bu bağlamlarda ahlâktan söz edilirken dile getirilmek istenen, hep, insanlararası ilişkilerde kişilerin uymaları beklenen-talep edilen- davranışlardır. Yapılması– yapılmaması gereken (izin verilen–verilmeyen; teşvik edilen–yasaklanan) davranışlardır; başka bir deyişle belirli bir grupta ya da genel olarak iyi sayılan – kötü sayılan davranışlardır.”25 Bu türden değer yargılarının özelliği, toplumdan topluma veya zaman içinde değişiklik göstermesidir. Zira Türkiye’de içki içmek kötü bir davranış olarak kabul edilirken, Almanya’da bu değer yargısı geçerli değildir. Diğer yandan, değer yargılarının tek türü zamana ve yere göre değişiklik gösteren değer yargıları değildir. Örneğin “yalan söylemek kötüdür”, “işkence kötüdür”, “eşitsiz muamele kötüdür” gibi değer yargıları da vardır. Bunların birinci türden değer yargılarından farkı, her zaman-her yerde iyi veya kötü sayılmalarıdır.26

Dolayısıyla “… ahlâk denen olgu, yaşamda çeşitli ahlâklar olarak karşımıza çıkıyor; ama bu çeşitli ahlâklar, bir kısmı değişik ve değişken olan davranış kuralları ve değer yargıları, bir kısmı ise pek değişiklik göstermeyen davranış kuralları ve değer yargılarından oluşuyor.”27 Netice itibariyle her iki türden değer yargılarına da uyulmaları bekleniyor ve bu değer yargılarına göre kişi eylemleri değerlendiriliyor.28

Kuçuradi değer yargılarının yanında, kişilerin eylemlerini belirlemeleri beklenen kurallar ve ilkelerin de ahlâk terimiyle ifade edilebileceğini belirtmektedir. Örneğin, “ırk ayrımı yapmamak gerekir”, “sözünde durmak gerekir”, “ büyüklerin ellerini öpmek gerekir” gibi.29 Eylemleri belirlemeleri beklenen kurallar ve ilkeler aslında değer yargılarının, eylemi belirlemesi beklenen kural veya ilkeye dönüşmüş halidir. Örneğin, “içki içmek kötüdür” değer yargısı, “içki içmemek gerekir” normuna dönüşmektedir. Ancak “içki içmek kötüdür” değerlendirme normuyken, “içki içmemek gerekir” davranış normudur.30

Fuller’ın ileri sürdüğü ilkeler de (“kurallar genel olmalıdır” veya “kuralları genel yapmak gerekir”, “kuralları anlaşılabilir yapmak gerekir”, “kuralları geçmişe yürür yapmamak gerekir” vb.) kanun koyucuların hukuk kuralları oluştururken nasıl davranmaları gerektiğini bildiren normlardır. Daha kısa bir ifadeyle Fuller’ın ileri sürdüğü ilkeler, kanun koyucuların eylemelerine ilişkin gereklilik dile getiren normlar; yani davranış normlarıdır.31 Bu gereklilik bildiren kurallar veya ilkeler (hem Fuller’ın ileri sürdükleri hem de verilen diğer örnekler) kişilerin eylemlerini belirlemeleri beklenen normlardır.32

Bununla birlikte, “ırk ayrımı yapmamak gerekir” veya “büyüklerin ellerini öpmek gerekir” ya da “kuralları genel yapmak gerekir” normlarının, farklı türden normlar olduğu görülebilir. Bu normların farklı türden normlar olması, türetildiklerin kaynakların farklılığından ileri gelmektedir. Bir normun türetildiği kaynağı tespit etmek ise normların temellendirilmesiyle ilgilidir. Bir normun temellendirilmesi, normun “devşirildiği, çıkarıldığı yerin gösterilebilmesi demektir; ona herhangi bir temelin bulunabilmesi değil.”33 Dolayısıyla, normun dile getirdiği gerekliliğe “neden yapmak gerekir?” sorusu sorulduğunda ve bu soru bir bilgiyle yanıtlandığı zaman, söz konusu olan norm temellendirilebilir bir normdur.34

Normların dile getirdikleri gereklerin ise Kuçuradi’ye göre “iki farklı kaynaktan -biri deney, diğeri de insanın değerinin bilgisi olmak üzere iki ayrı kaynaktan- ve farklı yollardan -farklı çeşitten akıl yürütmelerle-induksyon ve reductio ad absudum ile- türetildiği görülüyor.”35

Kaynağı deney olan kuralların bir kısmı farklı çevrelerdeki doğal-toplumsal koşullardan ve farklı kültürlerden kaynaklanan düzen kurucu davranış kurallarıdır. Bu kurallar değer koruyucu olduğu gibi değer harcayıcı da olabilmektedir.36 Kaynağı deney olan bazı normlar da indüksiyon yoluyla türetilmektedir. Bu tür normlar tek tek davranışlardan yapılan ve yarar-zarar gözetilerek yapılan çıkarımlardır. Örneğin “savurgan olmamak gerekir, kırmızı ışıkta geçmemek gerekir” gibi.37

Kaynağı insanın değerinin bilgisi olan normlara ise ilke denilmektedir. Kuçuradi’ye göre, insanın değerinin bilgisinden türetilen “ilke”ler Türkçe’de ahlâk kavramına yüklenen ikinci anlama denk gelmektedir. Bu doğrultuda, Kuçuradi’ye göre, bu tür ilkelere “ahlâk ilkeleri” demek yerine, ahlâklılık ilkeleri veya etik ilkeler demek daha uygun görünmektedir.38

Kuçuradi’ye göre etik ilkelerin “bir kısmı, insanın değerinin bilgisinden doğrudan doğruya yapılan çıkarımlardır: ‘insanlara, insan olarak, eşit muamele yapmak gerekir’, ‘sözünde durmak gerekir’ gibi; bir kısmı da dolaylı olarak –bu değeri harcıyan tarihsel koşullar aracılığıyla: örneğin ‘ırk ayrımı yapmamak gerek’, ‘işkence yapmamak gerek’ gibi. Kuçuradi’ye göre, bu tür çıkarımlar şu şekilde yapılır: insanın değeri buysa (insanın, tür olarak yapısal olanakları bunlarsa); demek ki, hiçbir insan (insan türüne ait hiçbir varlık) bu değere zarar verecek ( bu olanakların gerçekleşebilmesini engelleyecek) bir şey yapmamalı: söz gelişi insanları kandırmamalı, insanlara işkence yapmamalı.”39

Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında sekiz ilkenin türetilme kaynağını ortaya koymak, sekiz ilkenin niteliğini belirlemek bakımından önemlidir. Zira bu ilkelerin türetildiği kaynağa göre, bu ilkelerin etik ilkeler olup olmadıkları ortaya konulabilir. Bu doğrultuda bu makalenin temel sorusu olan Fuller’ın görüşleri çerçevesinde hukukun iç ahlâkından söz edilip edilemeyeceği sorusu, onun getirdiği ilkelerin etik ilkeler olup olmadığı sorusunun cevabına bağlıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi bir ilkenin etik ilke olup olmadığı ise, ilkenin insan değerinin bilgisinden türetilip türetilmediğine bağlıdır. Daha açık bir ifadeyle eğer sekiz ilkenin insanın değerin bilgisinden türetildiği gösterilebilirse, bu ilkelerin etik ilkeler olduğu ve dolayısıyla hukukun kendine özgü bir ahlâkı olduğu iddia edilebilecektir. Eğer bu gösterilemezse bu ilkelerin yalnızca kanun koyucuya yönelik form/şekil ilkeleri olduğu ileri sürülebilecektir.

Ancak bu noktanın açıklanabilmesi için, “değerler” ve tür olarak “insanın değeri”ne, bu çalışmanın konusunu aşmakla beraber, sekiz ilkenin niteliğini belirlemeyle ilgisinde yer verilmelidir. İnsanın değerinin anlamını ortaya koyabilmek için öncelikle “değerler”e bakmak gerekmektedir. Kuçuradi’ye göre değerler taşıyıcılarına göre üçe ayrılır; insanın değerleri, etik değerler ve toplumsal değerler olmak üzere.

İnsanın değerleri amaçlarına uygun şekilde gerçekleştirilen insan etkinlikleridir”;40 bilim, felsefe, sanat, hukuk gibi. Bu etkinlikler kişilerce gerçekleştirilirler ve insanda olanak olarak vardırlar. Etik değerler ise ikiye ayrılır, etik kişi değerleri ve etik ilişki değerleri olmak üzere. Toplumsal değerler ise laiklik idesi, eşitlik idesi, adalet idesi, özgürlük idesi gibi idelerdir.41

İnsanın değeri ise insanın diğer türler arasındaki yeridir.42 İnsanın diğer türlere ilişkin yerine baktığımızda insanın “değerler”e sahip olması onun yerini belirtmektedir.43Değerleri -böyle etkinlikleri- dir insanı değerli kılan. Böylece insanın değerinin bilgisi, böyle etkinlikleri ve ürünleri aracılığıyla edindiğimiz, insanın bu olanaklarının bilgisinden başka bir şey değildir.”44

İnsanın değerinin bilgisi de ortaya konulduktan sonra, sekiz ilkenin insan değerinin bilgisinden türetilip türetilmediğinin belirlenmesi gerekmektedir. Sekiz ilkenin insanın değerinin bilgisinden türetilip türetilmediğinin açıklığa kavuşmasından sonra, hukukun iç ahlâkından söz edilip edilmeyeceği veya bu ilkelerin etik ilkeler olup olmadığı ortaya konulabilir.45 Bu noktanın açıklanabilmesi için de ilk olarak hukukun iç ahlâkının sekiz ilkesinin köklerinin neye dayandığını ortaya koymak gerekmektedir.

II. Sekiz İlkenin Temellendirilmesi

Fuller’ın ileri sürdüğü sekiz ilkenin türetilme yolunu ve kaynağını tespit edebilmek için “neden kuralları sekiz ilkeye uygun olarak oluşturmak gerekir?” sorusu sorulmalıdır. Bu sorunun cevabı ise kurmaca kral Rex’in hikayesi aracılığıyla verilebilir.

Fuller, The Morality of Law’da bize bir monarkın hikayesini sunar. Aslında bu hikaye Fuller’ın Positivism and Fidelity to Law: A Reply to Prof. Hart46 başlıklı makalesinde sunduğu monarkın hikayesinin daha ayrıntılı ve sistematik bir halidir.47 Bu hikaye Rex isimli monarkın mutsuz hükümranlığını anlatmaktadır. Bu hikayede Rex, bir reformcunun gayretkeşliğiyle tahta çıkar. Ona göre ondan önce gelenlerin en büyük başarısızlığı, hukuk alanında olmuştur. Davalara ilişkin prosedürler çok yavaş ve elverişsizdir, kuralların dili sanki başka bir çağa ait gibidir, adalet pahalıdır vs. Rex bütün bu sorunları çözümlemeye ve kendi “ismini tarihe büyük bir kanun koyucu” olarak yazdırmaya karar vermiş olmasına rağmen, bariz bir şekilde başarısız olmuştur. Rex’in başarısızlığı gerekli reformları gerçekleştirmemiş olmasından değil; hukuk oluşturmada (iyi olsun, kötü olsun) tamamen başarısız olmasından kaynaklanmıştır.48 Rex’in neden ve nasıl başarısız olduğunu görebilmek için hikayesine daha yakından bakalım:

Rex tahta geçtiğinde, yaptığı ilk şey var olan kuralları yürürlükten kaldırmak olur. Rex daha sonra yeni bir kanun hazırlamaya girişir. Fakat en basit genellemeleri yapmak konusunda bile kabiliyetsiz olduğunu fark eder. Rex, genelleme konusunda pek çok ders aldıktan sonra bir kanun hazırlar ve artık uyuşmazlıkların bu kanuna göre çözümleneceğini, fakat kuralların içeriğinin devlet sırrı olarak kalacağını ilan eder. Rex’in bu kararı, ona tabi olanları kızdırır. Çünkü ne olduklarını bilmedikleri kuralların onlara uygulanması söz konusudur.49

Rex, bu itiraz karşısında hayattan aldığı önemli bir dersin, edinilmiş tecrübenin verdiği avantajla karar vermek olduğunu düşünür ve yeni takvim yılının başında geçmiş olan yılın bütün uyuşmazlıklarını çözümleyeceğini, ayrıca verdiği kararları ve bu kararlara dayanak olmuş olan kuralları yayımlayacağını ilan eder. Buna cevaben Rex’e tabi olanlar kuralları bilmek istediklerini söylerken, bu kuralları önceden bilmeyi ve onlara göre davranışlarını belirleyebilmeyi kastettiklerini söylerler.50 Rex bu eleştiriler üzerine yeni bir kanun hazırlar. Fakat Rex’in hazırladığı yeni kanun yayımlandığı zaman anlaşılır ki bu kanun belirsizliklerle doludur. Kanunda sıradan vatandaşın veya hukukçuların anlayabileceği tek bir cümle dahi yoktur.51

Kanun hemen yürürlükten kaldırılır. Bunun üzerine Rex, uzmanlara kanunun esasına dokunmadan hükümleri açık hale getirmelerini emreder. Fakat kanun metnine açıklık kazandırılması, kanun maddelerinin birbirleriyle çeliştiği gerçeğini ortaya çıkarır.52

Bir kez daha kanun yürürlükten kaldırılır. Bu arada Rex’in onlar için yaptığı her şeyden şikayet eden tebaasına karşı sabrı tükenmiştir. Bu nedenle Rex, onlara bir ders vermeye karar verir. Uzmanlara kanundaki çelişkileri kaldırmalarını, ama aynı zamanda kanunları sertleştirmelerini ve yeni suçlar eklemelerini emreder. Bu yeni düzenlemelerle, daha önce krala rapor sunmak için on gün verilirken, şimdi bu süre on saniyeye inmiştir. Kralın önünde öksürmek, hıçkırmak, hapşırmak, bayılmak on yıllık hapis cezası öngören bir suç olmuştur. Sonuç olarak, bu kanun yayımlandığı zaman neredeyse bir devrim baş göstermiştir. Öncülük eden vatandaşlar, bu kanunları reddettiklerini bildirmişlerdir. Daha sonra krala üzerinde şu not yazan yüzlerce dilekçe gönderilmiştir: “Yapılamayacak olanı emretmek hukuk yapmak değildir, hukuk yapmamaktır, uyulamayacak bir emir hiçbir amaca hizmet etmez; karışıklık, korku ve kaostan başka.53

Kanun yine yürürlükten kaldırılır ve bir grup uzman kanunu gözden geçirmek üzere tayin edilir. Uzmanlar kanun üzerinde çalışır, neredeyse her madde yeniden yazılır ve sonunda açık, tutarlı, vatandaştan gücünün ötesinde bir şey talep etmeyen bir kanun hazırlanır ve kanun metni her sokak başında dağıtılır. Bununla birlikte Rex’in hazırladığı taslaktan bu yana ülkede pek çok değişiklik olmuştur. Bu nedenle de Rex’in hazırladığı taslağın içeriğinde bir takım değişikliklerin yapılması gerektiği fark edilmiştir. Bunun üzerine uzmanların hazırladığı kanunun yürürlüğe girmesinden kısa bir süre sonra, uzmanlar bir dizi değişiklik eklemişlerdir. Sonuç olarak yine bir hoşnutsuzluk oluşmuş ve sokaklarda anonim bir broşür dolaşmaya başlamıştır: “Her gün değişen bir hukuk, hiç hukuk olmamasından daha kötüdür.54

Kanuna ilişkin değişikliklerin hızı yavaşlayınca, bu sorun çözülmüş olur. Bunun üzerine Rex, bundan önceki sorunların uzmanlarından aldığı kötü nasihatlerden kaynaklandığı ve artık kendisinin yargı yetkisini üstlendiğini bildirir. Nihayet, Rex’in tebaasının kendi davranışlarını tutarlı bir kurallar bütününe uyumlu kılabilmesine olanak sağlayan yeni bir dönem başladığı düşünülürken sonuç hiç de umulduğu gibi olmaz. Bir süre sonra Rex’in verdiği kararlar ve o kararlara uygulanması beklenen kanun arasında herhangi bir bağlantı olmadığı fark edilir. Rex’in verdiği kararlar ile yayımlanmış kanunlar arasında bir uyum yoktur. Sonunda vatandaşlar Rex’i tahttan indirmek için ne tür önlemler alınabileceğini düşünürken Rex ölür.55

Hikayede görüldüğü gibi Rex adını tarihe büyük bir kanun koyucu olarak yazdırmak isterken, bir hukuk sistemi oluşturamadan ölmüştür. Kristen Rundle’a göre bu hikayenin önemi, Fuller’ın hukuki patoloji veya başarısızlık sunarak ve nasıl bir hukuk sistemi oluşturulamayacağını ve sürdürülemeyeceğini göstererek, bu başarısızlığın nasıl başarıyla yer değiştirebileceği hakkında düşünmeye davet etmesidir.56 Buna göre hukuk sistemi oluşturmada ilk başarısızlık, kural yaratmayı bile becerememekte, genelleme yapmada başarısızlıktır. Hukuk sistemi oluşturmada ikinci başarısızlık, kuralları yayımlamak konusunda başarısız olmaktır. Üçüncü başarısızlık, geçmişe yürür kanun yapmayı kötüye kullanmaktan kaynaklanan başarısızlıktır. Hukuk sistemi oluşturmada dördüncü başarısızlık, kuralları anlaşılabilir yapmak bakımından başarısızlık, beşinci başarısızlık da birbiriyle çelişmeyen kurallar yapmak bakımından başarısızlıktır. Bir hukuk sistemi oluşturmada altıncı başarısızlık, vatandaştan imkansızı talep etmekten kaynaklanan başarısızlıktır. Yedincisi çok sık değişiklik yapmak olup, bunun neticesinde kurallara uymakla yükümlü olanların kurallara uyum sağlayamamaları söz konusudur. Sekizinci başarısızlık, yayımlanmış kurallar ile onların fiili uygulaması arasındaki uyumda başarısızlıktır.57

Sonuç olarak, Rex’in bir hakim ve kanun koyucu olarak kariyeri bir kural sistemi oluşturmada ve sürdürmede58 en azından sekiz açıdan başarısız olunabileceğini göstermiş59 ve Fuller bu başarısızlıklardan kanun koyucunun hukuk oluşturmak için uyması gereken sekiz ilkeye ulaşmıştır.60 Hukuk kuralları genel, kamusal, geleceğe yönelik, açık, mantıksal olarak tutarlı, uygulanabilir, zaman içinde tutarlı olmalı ve yayımlanan kurallar ile onların fiili uygulaması arasında uyum olmadır.61Fuller’a göre bu “sekiz noktanın herhangi birinde bütünüyle (total) başarısızlık, sadece kötü bir hukuk sistemine yol açmayacaktır; tam anlamıyla hukuk sistemi olarak adlandırılabilecek (is not properly called legal system) bir şey dahi yoktur.”62

Dolayısıyla Rex’in hikayesi “neden kuralları sekiz ilkeye uygun olarak oluşturmak gerekir?” sorusuna bir cevap sunmaktadır: Eğer kanun koyucular bir hukuk sistemi oluşturmak istiyorsa bu sekiz ilkeye riayet etmeleri gerekmektedir. Aksi halde hukuk kuralları insan davranışına yön verememiş ve dolayısıyla bir hukuk sistemi oluşturulamamış olur.63 Rex’in hikayesinin gösterdiği bir diğer şey ise, sekiz ilkeye riayet etmeyen bir hukuk sisteminde vatandaşın da kurallara uymak konusunda bir nedeninin kalmamasıdır. Zira Fuller’a göre, “bir insanın yayımlanmamış bir kurala veya ondan gizlenen ya da o fiilini gerçekleştirdikten sonra oluşturulan veya rasyonel olmayan ya da hukuk sistemi içindeki diğer kurallarla çelişen veya her dakika değişen bir kurala uymasına ilişkin ahlâki bir yükümlüğü yoktur.”64 Fuller, kuralı uygulamakla yükümlü kişinin kuralı görmezden gelmesinin veya uygulamamasının, vatandaşın kurala uymasını imkansız kılmayacağını,65 ama bir noktadan sonra kurala itaatin de vatandaş açısından boşuna olacağını belirtir ve sosyolog Georg Simmel’den alıntı yaparak, vatandaş ve hükümet arasında kuralların uygulanmasına saygı açısından bir karşılıklılık66 olduğunu belirtir.67 Hükümet vatandaşa şunu demektedir: “Bunlar senden uymanı beklediğimiz kurallardır. Eğer bu kurallara uyarsan, bu kuralların davranışına uygulanacak olan kurallar olacağını garanti ediyoruz.68 Fuller’a göre, bu karşılıklılık bağı hükümet tarafından tamamıyla koparıldığı zaman, vatandaş açısından kurallara itaat ödevini yerine getirme belirli bir temelden yoksun kalmaktadır. Yani, vatandaşın kurallara uymak için bir nedeni kalmamaktadır.69 Bir başka ifadeyle, hukuki öznenin hukuka bağlılığının söz konusu olabilmesi için kanun koyucunun onunla bir karşılıklılık içinde olması lazımdır.70

Netice olarak Rex’in hikayesi, sekiz ilkeye riayet etmeyen bir kanun koyucu örneği sunarak, bir hukuk sistemi oluşturmak için sekiz ilkeye neden riayet edilmesi gerektiğini aksiyle kanıt (reductio ad absurdum) yoluyla ortaya koymuş olmaktadır. Buna göre kanun koyucuların insanların davranışlarına yön vermek, vatandaşların kurallara uymasını sağlamak yani bir hukuk sistemi oluşturmak için bu sekiz ilkeye uyması gerektiği iddia edilebilir. Böyle bir cevap sekiz ilkenin, etik ilkeler olmadığı, kanun koyucunun işini kolaylaştıran (daha etkili kılan) ilkeler, davranış normları olduğu sonucuna varılmasına neden olabilir. Ancak Fuller’ın teorisinin bir başka yönüne bakıldığında bu cevabın eksik bir cevap olduğu görülebilir. Zira Fuller’ın teorisinde saklı bir insan görüşü vardır:

Şimdi en önemli hususa gelmiş bulunuyorum. Bu önemli husus da hukuki ahlâkın taleplerine riayet edilmesiyle insan hayatının genel olarak daha büyük amaçlarına hizmet edilebileceğidir. Bu hukukun iç ahlâkında saklı insan görüşüne dayanır. Hukuki ahlâkın pek çok etik meseleye karşı nötr olduğunun söylenebileceğini defalarca gözlemledim. Hukuki ahlâk kendi içindeki insan görüşüne karşı nötr olamaz. İnsan davranışını kuralların yönetimine tabi kılma girişimi insanın sorumlu bir eyleyen, kuralları anlama ve takip edebilme yetisine sahip ve kendi hatalarından sorumlu olduğu veya olabileceği görüşüne zorunlu bir bağlılık içerir.

Hukukun iç ahlâkından her bir ayrılış, sorumlu bir hukuki özne olarak insanın onuruna hakaret etmek demektir. Onun davranışlarını yayımlanmamış veya geçmişe yürür kurallarla yargılamak ya da ona yerine getiremeyeceği emirler vermek, onun özerkliğine karşı kayıtsızlığı ortaya koymaktır. Bunun aksine, insanın sorumlu eylem yetisi olmadığı kabul edildiğinde, hukuki ahlâk (legal morality) var olma nedenini kaybedecektir. Onun davranışlarını, yayımlanmamış veya geçmişe yürür kurallarla yargılamak artık bir hakaret olmayacaktır, çünkü artık bir hakaret yoktur – hatta bu bağlamda yargılamak sözü de yersiz olacaktır; biz artık bir insanı yargılamıyoruz, onu kontrol (act upon) ediyoruz.71

Bu doğrultuda, sekiz ilkenin türetildiği kaynağın, insanın akıl sahibi ve kendi kararlarını, seçimlerini yapabilen birey olduğu ileri sürülebilir. Bu iddia ise hukukun iç ahlâkını açıklamada önemli bir yerde durmaktadır.

III. Hukuk ve Ahlâk Arasındaki Bağlantı

Dolayısıyla hukuk ve ahlâk arasındaki zorunlu bağlantı ilk olarak, hukuka tabi vatandaşın yani hukuki öznenin özerk bir birey olmasıyla açıklanabilir. Bugün Fuller yanlısı teorisyenler de hukukun insanın özerkliğine saygı duymasını, sekiz ilkenin ahlâki ilkeler olduğu savunusunda gerekçe olarak kullanmaktadır.

Fuller yanlısı teorisyenlerden Jeremy Waldron, Fuller’ın yukarıda aktarılan iki paragrafta hukukun özel bir yönüne işaret ettiğini ileri sürmektedir. Bu özel yön de hukuk veya kurallarla yönetimin, kişinin kendi davranışına kuralları uygulayabilme (self-application) yetisine dayanıyor olmasıdır. Yani, hukukla yönetim çerçevesinde, insanlar, devlet tarafından uygulanacak zorlayıcı bir güç neticesinde kurallara uymaktansa, kendi davranışlarına normları uygulamakta ve buna göre davranmakta, davranışlarını düzenlemekte, kısaca normlara göre hareket etmektedir.72 Bu husus, Waldron’a göre, işleyen bir hukuk sisteminin en önemli özelliğidir. Hukuk sistemleri, insanların normları anlama ve kavrama yetilerine, kendi kendilerini kontrol etmelerine, denetlemelerine ve kendi davranışlarını ayarlama yetilerine güvenmektedir.73

Bu iddiayla paralel olarak, Fuller’ın teorisinde belirli bir insan görüşü söz konusudur. Buna göre, Fuller eyleyenden bahsettiği zaman, amaçsal eylemi gerçekleştirme yetisine sahip ve kendisinin amaç olduğu bilincine sahip kişiden bahsetmektedir. Buna göre sadece kanun koyucunun verdiği direktifleri takip eden biri değil, bir onur taşıyıcısı, kendi kendine karar verme yetisine sahip birinden söz etmektedir.74 Aynı zamanda, Fuller için hukuki özne ise, “onlara söyleneni yapmaya hazır, boyun eğen bir kitlenin” üyesi olmak değildir. Fuller için hukuki özne, bir eyleyen (agent) olarak saygı duyulan biri olmak ve ayırt edici özelliği olan bir düzenin üyesi olmak anlamına gelmektedir.75 Dahası Rundle’a göre hukuki özne, sadece kendi çıkarları açısından seçimleri ve planları olan bir birey değil, Antik Yunan tarzı vatandaşa benzer olarak hukuk düzeninin aktif katılımcısıdır.76

Bu insan görüşünden hareket eden Rundle’a göre hukuk doğası gereği ahlâkidir. Zira hukukun formu, yani genel kurallar aracılığıyla yönetim, hukuki öznenin statüsünü sorumlu bir varlık olarak kabul etmekte ve sorumlu bir eyleyen olarak insana saygı duymaktadır.77 Yani Fuller’ın teorisi çerçevesinde insan, genel kurallarla etkileşime girebilen sorumlu bir eyleyendir. Bu doğrultuda hukuki özneye talimat veren veya hukuki özneye dayatılan bir kurallar sistemi, hukuk sistemi olarak adlandırılamaz.78

Özellikle bu noktada genel kurallar, yani hukuk aracılığıyla yönetim ve idari emir arasındaki fark önemlidir.79 Zira hukuk kurallarıyla, yani genel kurallar aracılığıyla yönetim, hukuki öznenin hukuk çerçevesinde eyleyebilme kapasitesine dayanmaktadır.80 Daha da ötesi, Fuller hukukun formunun öznenin statüsüne saygı göstermenin ötesinde, bunu önceden varsaydığını da iddia etmektedir. Zira Fuller’ın The Morality of Law’da belirttiği gibi, hukuka bağlılık belirli bir insan anlayışını gerektirmektedir.81

Hukuk ve ahlâk arasındaki zorunlu bağlantıyı açıklamanın bir diğer yolu ise Fuller’ın görüşleri çerçevesinde, sekiz ilkenin kanun koyucu ve vatandaş arasında bir karşılıklılık ilişkisi oluşturmasıdır. Yukarıda belirtildiği gibi, kanun koyucu ve vatandaş arasındaki karşılıklılık şuna dayanır: Bir yandan kanun koyucu vatandaşların bir bütün olarak kendisinin yaptığı kuralları hukuk olarak kabul ettiğini ve bunlara uyacağını umacak; diğer yandan da vatandaşlar kanun koyucunun kendi yapmış olduğu kurallara bağlı kalacağını (özellikle vatandaşların davranışları yargılanacağı zaman) umacaklardır.82 Fuller’a göre, bunun anlamı, vatandaşların ellerinde kanun kitaplarıyla dolaşıp, kanun koyucuların bunlara uygun hareket edip etmediğini tespit etmesi demek değildir.83 Burada önemli olan nokta, vatandaşın “hükümetinin bu hukuk oyununu adil bir şekilde oynadığına dair bir inancının (faith)” olmasıdır.84 Fuller’a göre işleyen bir hukuk sisteminde vatandaşların bu inanca sahip olması çok büyük bir önem taşıdığından, buradaki önemli bir düş kırıklığı hem vatandaş açısından hem de yöneticiler açısından bir hukuk düzeninin “ahlâki temellerini” zedeleyecektir.85

Dolayısıyla kanun koymanın iç ahlâkının ahlâki boyutu, kuralların uygulanması bakımından kanun koyucu ve vatandaş arasındaki karşılıklı beklentiye dayanmaktadır. Kanun koyucunun kurallara uygun olarak hareket etmesi için de öncelikle genel nitelikte kuralların olması, bu kuralların anlaşılabilir olması, yayımlanmış olması yani sekiz ilkeye uygun olarak oluşturulması gerekmektedir. Bu doğrultuda hukukla yönetilen vatandaşların beklentisi de genel, yayımlanmış olan, açık, yerine getirilebilir, tutarlı, zaman içinde çok sık değişmeyen ve geçmişe yürümeyen kurallarla yönetilmektir. Daha açık bir ifadeyle vatandaşlar, kendi davranışlarına ve yetkililerin davranışlarına bu kuralların uygulanacağı beklentisi içindedirler. Bu beklenti ise bir sosyal düzenleme modeli olarak hukukun amacından kaynaklanmaktadır. Fuller’a göre hukukun amacı, insan davranışına yön vermektir.86 Bu doğrultuda da hukuka tabi olan vatandaş, bir hukuk sistemindeki kuralların insan davranışına yön vereceği beklentisi içindedir. Dolayısıyla hukukun sekiz ilkeye uygun olarak oluşturulacağı beklentisi içindedir. Kanun koyucunun beklentisi ise kurallara tabi olan vatandaşın bu kuralları anlama, takip edebilme yetisine sahip özerk bireyler olmasıdır.

Sekiz ilkenin bir sosyal düzenleme modeli olarak hukukun amacından kaynaklandığı iddiası ise bu ilkelerin neden hukukun veya kanun koymanın “iç” (inner, internal) ahlâkı olarak kabul edilmesi gerektiğini açıklar. Bu ilkelerin hukukun “iç” ahlâkının ilkeleri olarak adlandırılmasının sebebi, hukukun dışından dayatılan bir takım amaçlar veya gerekliliklerden kaynaklanmıyor oluşu, hukuk düzeninin bizatihi kendi amacından87 kaynaklanıyor oluşudur. Daha açık bir ifadeyle, hukukla yönettiğini iddia eden her yönetim sekiz ilkeye riayet etmelidir. Zira hukukun amacını -insan davranışına kurallar aracılığıyla yön vermek- gerçekleştirmeye olanak sağlayan ve hukuku hukuk yapan sekiz ilkedir.

Dolayısıyla Fuller’ın görüşleri çerçevesinde hukukla yönetim, kanun koyucu ve vatandaş arasında bir karşılıklılık ilişkisine dayanır. Bu ilişki bir hukuk sisteminin ahlâki temelidir. Böyle bir ilişki Fullerın hukukun kendine özgü bir ahlâkı olduğu iddiasının temelidir. Hukuk sisteminin vatandaş ve kanun koyucu arasındaki karşılıklı ilişkiye dayanmasının neden ahlâk olarak kabul edilmesi gerektiği, bir “verdiğin sözü tutma” veya “güven ilişkisi” olarak görülebilir. Hukukla yönettiğini iddia eden kanun koyucular, hukukla yönetimin bir gereği olarak sekiz ilkeye riayet etme sözü vermiş olmaktadırlar. Vatandaş da böyle bir beklenti içindedir. Dolayısıyla sekiz ilkeye riayet etme zorunluluğu, hukuka tabi olan tarafı yani vatandaşı da hukukun bir parçası olarak görmekle ilgilidir. Kanun koyucular bir hukuk sistemi oluşturmayı amaçladıkları takdirde, vatandaşın kurallara uygun bir şekilde hareket edebileceği bir sistem yaratmak zorundadırlar. Zira Fuller’ın görüşleri çerçevesinde kanun koyucu hukuk oluşturmak istiyorsa, dilediği her düzenlemeyi hukuk olarak kabul edemez; ancak vatandaşın kurallara uygun olarak davranışını belirleyen, yani sekiz ilkeye uygun olarak oluşturulmuş, düzenlemeler hukuk olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla bir sosyal düzenleme modeli olarak hukuk, karşılıklı olarak verilen (kanun koyucu ve vatandaş tarafından) sözleri tutmak bakımından ahlâki bir düzen olarak görülebilir.

Ayrıca sekiz ilkeye uygun bir şekilde inşa edilen ve sürdürülen rejimler vatandaşları korku, tedirginlik ve belirsiz durumlardan uzak tuttuğu, belirli bir kötülükten kaçınmayı sağladığı için de ahlâki bir boyuta sahiptir. Dolayısıyla sekiz ilkenin etik ilkeleri olarak kabul edilebilmesinin bir diğer nedeni, keyfiliği önlemeleri ve belirli tür kötülüklerin önüne geçebilmeleridir. İlkelerin belirli kötülüklerden kaçınmayı sağlaması, insanların belirsiz ve öngörülemeyen ve kaostan uzak bir hayat sürdürmesini olanaklı kılmalarıyla ilgilidir. Bu ilkeler aracılığıyla ne tür bir kötülükten kaçınılabileceği ise bu ilkelerin yerine getirilmediği bir sistem altında yaşamayı tahayyül etmekle ortaya konulabilir.88

Kuralların yayımlanmadığı, belirsiz ve yerine getirilmesi imkansız talepleri içerdiği rejimlerde, vatandaşlar devamlı bir tehlike korku ve kaos altında yaşamaktadır.89 Fuller geçmişte bazı hükümetlerin kaos ve korku yaratarak bazı gizli amaçlarını gerçekleştirmeye çalıştıklarının farkındadır.90 Çünkü yerine getirilmesi mümkün olmayan veya ne anlama geldiği açık olmayan kurallara uymak zorunda olmak, vatandaşı çok geniş ve hatta keyfi bir takdir yetkisine sahip bir yönetimle karşı karşıya getirmektedir. Belirsiz kurallar, yönetenlerin vatandaşlara karşı istediğini yapabilmesini sağlamaktadır. Bu tür kurallar, yetkililere istediği kişiler hakkında kovuşturma açma imkânı sunmaktadır. Böyle bir yönetimle karşı karşıya kalan vatandaşlar ise hayal kırıklığına uğramanın da ötesinde artık plan da yapamamakta91 ve korku ve tedirginliğin yanı sıra hükümetleri kızdırmamaya ve muhalefet etmemeye çalışmak durumunda kalmaktadırlar.92

Bu tür rejimlerde söz konusu olan “kayıp insanlar” da muhalefeti korkutmanın veya insanları korku içinde bırakmanın örneklerinden biridir.93 Kayıp insanların söz konusu olduğu rejimlerde, sekizinci ilkenin ihlali çok açıktır. Burada amaç, insanlara korku aşılamak ve muhalefeti baskılamaktır. Aynı şekilde, kaybolanların yakınları açısından da durum çok kötüdür.94 Evan Fox-Decent’e göre, kaybolma durumunda devlet yanlış yaptığı şeyleri reddetmekte ve kaybolan kişinin vücudu bulunamamakta ve yakınları da sonsuz bir keder ve ümitsiz bir beklenti içine düşmektedir. Bununla birlikte, hukuk devleti yani sekiz ilkeye riayet eden bir rejim tarafından güvence altına alınan saydamlık, kaybolmanın yol açtığı terörü engelleyebilir; çünkü kötülük bunların gizli bir şekilde yapılmasından kaynaklanmaktadır.95

Toparlayacak olursak Fuller’ın dile getirdiği ilkeler kanun koyucuya yönelik bir takım davranış normları getirmektedir. Bu davranış normları kanun koyucu ve vatandaş arasında kuralların uygulanması bakımından bir karşılıklılık ilişkisi yaratması, kişinin özerkliğine saygı gösterilmesinin bir yolu olması bakımından ahlâki bir niteliğe sahiptir. Daha da önemlisi sekiz ilkeye uygun bir şekilde inşa edilen ve sürdürülen rejimler vatandaşları korku, tedirginlik ve belirsiz durumlardan uzak tuttuğu, belirli bir kötülükten kaçınmayı sağladığı için de ahlâki bir boyuta sahiptir.

IV. Kişinin Özerkliği ve Hukuk Arasındaki İlişkiye Dair Sorgulamalar: Waldron

Waldron’a göre kurallarla yönetim, her ne kadar, insanın kendi kendine karar verme ve bunun neticesinde kurallara uyma veya uymama yetisine dayansa da, bir sosyal düzenleme modeli olarak hukuka ilişkin üç hususun daha tartışılması gerekmektedir. Birincisi hukuk sadece normlardan değil, aynı zamanda da standartlardan oluşmaktadır. Dolayısıyla vatandaşların karşısında her zaman onlara ne yapmalarını veya ne yapmamalarını söyleyen açık kurallar yoktur. Örneğin “gereken özen” kavramı gibi. Waldron’a göre, bazı düşünürler sadece yetkililer tarafından anlamı belirlendiği takdirde standartların insan davranışına rehber olabileceğini kabul etmektedir. Ancak Waldron’a göre, bu durumlarda dahi hukuk insanlara, standartların ne anlama geldiğini belirlemek konusunda yetkililere güvendiği gibi güvenmektedir. Dolayısıyla hukuk, normları kendi davranışlarına uygulayacağı ve normların kendi davranışları üzerindeki etkisini anlayabileceği noktasında insanlara güvenmektedir.96

İkinci husus, genel kuralların her zaman uygulanmasının mümkün olmamasıdır. Bunun nedeni uygulama konusundaki bir uyuşmazlık olabileceği gibi, hukuk kurallarının uygulamasının bir yetkili aracılığıyla mümkün olması olabilir.97 Ama bu durumlarda da Waldron’a göre, hukuk insanların kuralları kendi davranışına uygulayabilme yetisine güvenmektedir. Örneğin, bir özel hukuk davasında belirli bir para ödemeye mahkum edilen kişinin evine doğrudan icra memurunun gitmesinden önce, kişinin parayı rızasıyla ödemesi beklenmektedir.98

Üçüncü husus ise hukukun zorlayıcı karakteriyle ilgilidir. Waldron ve diğer düşünürler insanın özerkliği ve kendi hayatı üzerinde karar verme yetisi üzerinde dursa da, Waldron hukukun zorlayıcı karakterinin, insanın özerkliği ve genel kurallar ilişkisine nasıl bir etkide bulunacağını sorgulamamıza olanak sağlar. Waldron, hukukun zorlayıcılığının farkındadır. Amacı da hukukun zorlayıcı karakterini inkar etmek değildir;99 çünkü “hukuk insanları öldürür, iflas ettirir, güç kullanır, ceza verir. Bunlar hukukun karakteristik olarak yaptığı şeylerdir.”100 Ancak hukuk güç uygularken, Waldron’a göre, bunu formlar ve kurumlar aracılığıyla yapmaktadır ve hukukla yönetimin en temel özelliği de budur.101 Bu doğrultuda, hukukun normlar aracılığıyla ileri sürdüğü talepler, her ne kadar yerine getirilmesi gereken talepler olsa da, insanların normu kendi davranışlarına uygulama ve izleme (monitör) yetisine bir alan bırakmaktadır.102

Dahası, Waldron’a göre hukukun güç uyguladığı durumlarda bile, hukukun her istediğini istediği şekilde yapması söz konusu değildir. Hukuk, insanlar hukuki yaptırımlardan korksa, çekinse veya hukuk insanların aksi takdirde gitmek istemeyeceği yerlerde veya durumlarda bulunmasına neden olsa bile, böyle bir durum sürü “gütmekten” farklı bir şeydir. Bunun yerine, hukuk ve insan onuruna saygı arasındaki ilişkiden söz edilmelidir. Bu doğrultuda hukukun güç kullandığı ve insanların en savunmasız olduğu zamanlarda bile, insan onuruna saygı duyulması söz konusudur.103 Hukukun insanlar üzerinde zorlayıcılığını kullanmasının bir örneği kişinin ciddi bir suçla yargılanmasıdır. Bu durumda kişi istese de istemese de mahkeme salonuna zorla getirilmekte, ceza almakta, cezaevine götürülmekte ve bütün bunlar zorla yaptırılmaktadır. Ancak Waldron’a göre, bu zorlama onu ‘barbarca umutsuz bir  dehşetten titreyen104 biri haline indirgememektedir.105

Ayrıca Waldron’a göre, hukuk tarafından davranışların sıkıca kontrol altına alındığı durumlarda bile, kişiler dik durabilmeli ve hareket etmekten acizlermiş gibi yerlerde sürüklenmekte ziyade emirlere cevap verebilen durumunda olmalıdırlar. Waldron bunların belki önemsiz meseleler veya ayrıntılar olarak görülebileceğini ve bazılarının şu soruları “Eğer birisi idama mahkum edilmişse onun hücreye nasıl götürüldüğünün ne önemi vardır?” “Eğer birisi tutukluysa onun ayakta mı yoksa sürüklenerek götürüldüğünün ne önemi vardır106 sorabileceğini belirtir. Ancak Waldron’a göre, aşağılama veya itibarsızlaştırma durumunda bu detaylar öne çıkmakta veya gözaltı durumunda bu tür detaylar ile insan onuru ilişkisi doğrudan söz konusu olmaktadır. Waldron’a göre, onurun dik durmayla önemli bir ilişkisi vardır ve bu önemsiz meselelerdeki onur kırıcı durum (indignity) esasa ilişkin hakaretin bir habercisi olabilir. Zira,“Terörle olan savaşın başında, Guantanamo’daki tutukluların yürüyerek götürülmesinden ziyade, el arabası üzerinde götürülmesi, sonradan yaşanacakların habercisi değil midir?”107

Sonuç olarak bütün bunlar Waldron’a göre, hukukla yönetimi, bir çubukla veya köpekle bir hayvan sürüsünü gütmekten farklı bir şey yapar. İnsanların kuralları kendi davranışlarına uygulayabilmesi (self-application) hukuku hukuk yapan özelliktir. Bu özellik hukuku, tehdit ve şiddet aracılığıyla gerçekleştiren yönetimden farklı kılar. Fuller’ın da gösterdiği gibi, insanların kuralları kendi davranışlarına uygulayabilmesi (self-application) hukukun insan onuruna saygısının bir göstergesidir.108

V. Fuller’ın Teorisine Yöneltilen Eleştiriler

Fuller’ın hukukun kendine özgü bir iç ahlâkı olduğu iddiası literatürde, o dönemde, ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Bu eleştirilerden ilki bu ilkelerin ahlâki ilkeler olmadıkları, etkili bir kanun koymanın ilkeleri olduğudur.109 Fuller bu eleştiriye A Reply to Critics’te idari emir ve genel kurallar aracılığıyla yönetim ayrımı çerçevesinde cevap vermiştir.110 Bu noktada da idari emir ve hukukun (genel kurallarla yönetim) farkı ortaya konulmalıdır. Bununla birlikte Fuller bu iki sosyal düzenleme formunun gerçek hayatta birbirine girmiş olduğunu belirtir. Fuller açıklamada kolaylık sağlamak için bunların ideal tiplerinin özelliklerini ortaya koyar.111Ayrıca Rundle da idari emir ve hukuk arasındaki ayrımı abartmamak gerektiğini, zira Fuller’a göre hukukun varlığının bir derece meselesi olduğunu belirtir.112

İkisi arasındaki farkı belirtmeden önce, bu iki sosyal düzenleme formu arasındaki benzer özellikler üzerinde durmak gerekmektedir. Buna göre hem hukuk hem idari emir, insan davranışını yönlendirmeyi ve kontrol etmeyi içine almaktadır. Her ikisi de otoriteye bağlılığa işaret etmektedir. İki sosyal düzenleme formunun da kullandığı terimler benzerdir; otorite, kontrol, yetki, itaat, rıza gösterme, meşruiyet gibi.113 Bununla birlikte Fuller’a göre ikisi arasındaki farklar şu şekildedir: “hukukun en temel karakteristiği genelliğinde yatmaktadır.”114 Bunun anlamı hukukun genel kurallar koyması veya hukukun genel kurallar aracılığıyla yönetimle ilgili olmasıdır. Buna karşılık idari emir spesifik emirlerle (directives) ilerlemektedir: “Burada bunu yap” “A, B ile yer değiştirsin.” “Yarın sekiz buçukta raporu hazır et gibi.”115 Ayrıca, emirler (directives) üst tarafından belirlenen bir amaca hizmet etmek için “ast” tarafından uygulanmaktadır. Buna karşılık hukuka bağlı vatandaş, kanun koyucu tarafından belirlenen amaçlara hizmet amacıyla kuralları uygulamamakta, fakat kendi ilişkileri (affair) çerçevesinde kuralları takip etmektedir. İdari emirler, ast/üst arasında ve tamamlayıcı bir şekilde “ast”ın üçüncü kişilerle ilişkileri arasındadır. Bir hukuk sisteminin kuralları ise daha çok vatandaşların birbirleriyle ilişki kurmalarına, tamamlayıcı bir şekilde kurallardan kaynaklı olarak otoriteyle ilişki kurmalarına hizmet etmektedir. Fuller’a göre ceza hukuku alanında bile bu böyledir. Ceza hukukunun temel fonksiyonu, vatandaşların birbirleriyle etkileşime girebilmeleri için sağlam ve durağan bir çerçeve yaratmaktır.116

Bununla birlikte Fuller genellik ilkesinin idari emirle yönetim modelinde de kullanılabileceğinin farkındadır. Diğer bir ifadeyle “üst” “ast”ını genel kurallar aracılığıyla yönetebilir. Ancak bir sosyal düzenleme modeli olarak hukuktan farklı olarak idari emir söz konusu olduğunda genellik ilkesi “üst” ün menfaati (expediency) gereği kabul edilmiştir.117 Diğer bir ifadeyle üst eğer genel kurallar aracılığıyla “ast”la ilişki içinde ise bunun nedeni, her seferinde direktif veya emir verme zahmetinden kurtulmaktır. Örneğin ast/üst ilişkisi içinde olan iki kitabevi çalışanını düşünelim. Üst konumunda olanın, “ast”a her hafta raflardaki kitapların alfabetik sıraya uygun olup olmadığını kontrol etmesini söylemektense “her Pazartesi kitapların alfabetik sıraya uygunluğunu düzenle.” diye bir genel kural koyduğu varsayılsın. Fuller’a göre buradaki genel kuralın hukukla yönetimden farkı, böyle bir genel kuralın “üst”ün işini kolaylaştırıyor oluşudur. Bunun anlamı, “üst”ün genel kuraldan sapması halinde “ast”ın şikayet etme hakkı olmamasıdır. Örneğin “üst” astına “bu hafta Çarşamba günü de kitapların alfabetik sıraya uygun olup olmadığını kontrol edeceksin” dediğinde, “ast”ın “ama bu işi sadece Pazartesi yapıyordum” demeye hakkı yoktur. Bu durumda “üst”ün genel kural koymasının tek nedeni, genel kuralla yönetimin kendisine sağladığı kolaylıktır. Bu nedenle “üst”ün kendi koymuş olduğu genel kurala uyma yükümlülüğü de yoktur. Dolayısıyla idari emirde, genel kurallar koyulması, “üst”ün menfaatleriyle ilgili olduğu için, sekizinci ilke, yani yayımlanan kural ile fiili uygulaması arasındaki uyum ilkesi de anlamını kaybetmektedir.

Fuller bu analizinin neticesinde, idari emir açısından hukukun iç ahlâkının sekiz ilkesinin, gerçekten etkililiğin ilkeleri olduğu ve buradaki ilişkinin tek yönlü olduğunu dile getirir. Bu ilkeler, Fuller’a göre, “üst konumundaki kişinin amaçlarının başarısını sağlamaya yönelik vasıtalar”dır.118

Fuller’a göre hukukun en karakteristik özelliği genel kurallarla yönetime dayanıyor oluşudur. İdari emir ise belirli emirlere, direktiflere dayanmaktadır. İdari emirde, “ast” “üst”ün belirli amaçlarını gerçekleştirmek için direktiflere uyuyordur. Bu doğrultuda emir veren “üst” verdiği emrin etkili bir şekilde gerçekleştirilmesini ve amaçladığı şeyin etkili bir şekilde gerçekleştirilmesini istiyorsa emirlerinin açık, tutarlı, yerine getirilebilir, yayımlanmış olması ve birbiriyle çelişmemesi gerekmektedir.119 Ancak hukukla ve genel kurallarla yönetim söz konusu olduğunda, yöneten yönetilenin kuralları anlama kapasitesine ve özerkliğine saygı duymaktadır. Kişilerin özerkliğine saygı duyularak, kurallara uygun davranıp davranmamak kişilere bırakılmakta ve hukukla yönetim adına etkililikten taviz verilmektedir.120 Dolayısıyla hukukla yönetimin amacı insan davranışına yön vermektir, kanun koyucunun kişisel çıkarlarını gerçekleştirmek değil. Bu nedenle hukukla yönetim söz konusu olduğunda bu ilkeler etkililiğin ilkeleri olarak görülmemelidir. Dahası Sururi Aktaş’ın da vurguladığı gibi, eğer kanun koyucular amaçlarını gerçekleştirmek istiyorlarsa, sekiz ilke bu amaçların etkili bir şekilde gerçekleştirilmesini engelliyor olabilir.121 Ayrıca, kanun koyucu kendi amaçlarını gerçekleştirmeye çalıştığında, zaten artık hukukla yönetim değil, idari emirle yönetim söz konusudur.122 Örneğin, kural koyanların amacı, insan davranışını kuralların yönetimine tabi kılmaktansa, muhaliflerden kurtulmaksa, bu amacı etkili bir şekilde gerçekleştirebilmek için geçmişe yürür kural çıkarabileceklerdir.

Fuller’ı eleştirenlerin bir diğer iddiası ise bu ilkelere uygun hukuk sistemlerinin, adil sistemler olmak zorunda olmadığı iddiasıdır.123 Fuller bu iddiaya farklı eserlerinde cevap vermeye çalışmıştır. Ancak Fuller bu sorunun onun teorisiyle ilgili olmadığı iddia etseydi, Hart’ın ve diğerlerinin eleştirilerini bertaraf edebilirdi. Zira hukuki pozitivizmin iddia ettiği gibi hukukun iç ahlâkının sekiz ilkesine riayet eden ve aynı zamanda adaletsiz rejimler olabilir. Ancak Fuller’ın temel amacı sekiz ilkenin nasıl adaletsizliklerin önüne geçebileceğini açıklamak değildir.124 Zira Fuller açıkça hukukun iç ahlâkı ve dış ahlâkı ayrımı yapmaktadır.125 “Hukuki ahlâkın pek çok etik meseleye karşı nötr olduğunun söylenebileceğini defalarca gözlemledim.” 126 cümlesindeki ifadesi de çok nettir. Ayrıca Ronald Dworkin ve Marshall Cohen’e yazdığı cevapta da düşünceleri çok açıktır: “Ben hiçbir zaman, hukukiliğin bütün taleplerine tamamıyla uyumlu vasıtalarla kötülüğü gerçekleştirmek, en azından bazı tür kötülükler, fikrinde mantıksal bir tutarsızlık olduğunu söylemedim…127 Fuller, bu sözleriyle paralel bir şekilde hukukun iç ahlâkı, bir sosyal düzenleme modeli olarak hukukun kendine özgü bir ahlâkı olup olmadığı sorusuyla ilgilidir; hukuk kurallarının içeriğinin ahlâki niteliğiyle değil. Bu nedenle pozitivizmin bu eleştirisi ve Joseph Raz’ın etkililik iddiaları128 Fuller’ın teorisine zarar verir görünmemektedir.

Sonuç

Yukarıda belirtildiği gibi Fuller’ın teorisi o dönemde yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Bunun da ötesinde, Fuller’ı asıl rahatsız eden hukukun iç ahlâkının olup olmadığı sorusunun, sekiz ilkenin etkililiğin ilkeleri olup olmadığı sorusuna indirgenmesidir. Fuller hukukun iç ahlâkına ilişkin görüşlerinin etkililik meselesine indirgenmesinin sorumlusu da olarak da Hart’ı görmektedir.129 Fuller’ın teorisi her ne kadar yaşandığı dönemde anlaşılmamışsa130 da bugün bu durumun değiştiği ileri sürülebilir. Yukarıda görüşleri aktarılan Winston, Luban, Waldron, Rundle gibi isimler hukukun iç ahlâkını Hart’ın eleştirilerinden sıyırarak anlamlandırmışlardır. Bu çalışmada da hukukun iç ahlâkı veya Fuller’ın ileri sürdüğü hukuk-ahlâk ilişkisi Hart’ın iddiaları çerçevesinde yani bu ilkelerin etkili bir kanun koymanın ilkeleri olup olmadığı sorusu çerçevesinde ele alınmamıştır.

Bu doğrultuda da Fuller’ın ileri sürdüğü hukukun kendine özgü bir ahlâkı olduğu iddiası, yukarıda belirtildiği gibi, hukuk kurallarının içeriğinden bağımsız olarak, vatandaşın veya hukuki öznenin özerk bir birey olmasıyla, kanun koyucu ve vatandaş arasındaki karşılıklı ilişkiyle ve sekiz ilkenin vatandaşı korku, tedirginlikten uzak tutmasıyla açıklanabilir. Ancak sekiz ilkenin vatandaşı korku, tedirginlikten uzak tutması iddiasına karşılık, bu tür rejimlerde muhaliflerin kaybolmalarının insan hakkı ihlali olduğu ve Fuller’ın teorisine gerek kalmadığı  iddia edilebilir.131 Ancak, Colleen Murphy’nin de belirttiği gibi, Fuller’ın teorisi aracılığıyla yetkililerin hukuk sisteminin kurumsal işleyişindeki etkisine ve hukuk kurumu aracılığıyla oluşturulan yetkililer ve vatandaşlar arasındaki ilişkiye odaklanılabilir.132Bu doğrultuda, Fuller’ın teorisi, ahlâk dışı olan bazı davranışların, neden aynı zamanda hükümet ve vatandaş arasındaki sağlıklı bir ilişkinin temeli olan güven ve karşılıklılığa zarar verdiğini göstermektedir.133 Bu tür ihlaller, ahlâki olarak problemlidir; çünkü vatandaşın ve yetkililerin birbirine karşı olan ahlâki sorumluluklarının temelinde yer alan karşılıklılığı ortadan kaldırır. Murphy’e göre, bu ihlaller bireylerin hak ihlallerinin yanı sıra, kendine özgü ahlâki bir yanlışlıktır da.134 Bu çerçevede Fuller’ın görüşleri, yetkililer ve vatandaş arasındaki karşılılıkta var olan yükümlülüklerin ahlâki temelinin görülmesini sağlar.135

Ancak bu iddialar sekiz ilkenin etik ilkeler olduğunu iddia etmek için yeterli midir? Yukarıda belirtildiği gibi, etik ilkeler insanın değerinin bilgisinden türetilen ilkelerdir. “İnsanın değerinin bilgisine dayanarak çıkarılan ilkeler, reductio ad absurdum yoluyla temellendirilebilir. Böyle bir ilkenin bize bildirdiği ise şöyle bir şeydir: bir insan şöyle şöyle davranırsa (ya da davranmazsa), insanın yapısal olanaklarının gerçekleşmesini engellememesi olasılığı artar. Tersini yapmak, gerçekten bu olanakların gerçekleşmesini engelliyorsa -bu gösterilebiliyorsa-, ilkenin gerekliliği temellendirilmiş olur.”136 O halde kanun koyucular sekiz ilkeye uygun davranıyorsa, insanın yapısal olanaklarının gerçekleşmesinin engellenmemesi olasılığı artmakta mıdır? Sekiz ilkeye riayet eden hukuk sistemlerinde insanının yapısal olanaklarının engellenmeme olasılığının arttığı ileri sürülebilir. Ancak bunun kavramsal olarak böyle olması gerekmemektedir. Daha açık bir ifadeyle kavramsal olarak sekiz ilkeye riayet eden ve insanın yapısal olanaklarını engelleyen hukuki sistemler olabilir. Dolayısıyla yapısal olanakları engellememe hususu, hukuk kurallarının içeriğine yönelik ilkelerle ilgilidir, işkence yasağı yapmamak gerekir veya ırk ayrımı yapmamak gerekir gibi. Fuller’ın ileri sürdüğü sekiz ilke ise kanun yapma sürecine ilişkin ilkelerdir. Ancak sekiz ilkenin insanın yapısal olanaklarının gelişimine hiçbir şekilde etki etmediğini iddia etmek doğru değildir. Zira yukarıda da belirtildiği gibi, sekiz ilke aracılığıyla vatandaşlar hukuk sisteminin bir parçası haline gelmektedir. Daha da ötesi sekiz ilke aracılığıyla belirsizlikten ve kaostan uzak bir düzen kurulmaya çalışılmaktadır. Böyle bir hukuki düzen öngörülebilir bir düzendendir ve kanun koyucuların keyfi davranışlarının önüne geçmektedir. Dahası öngörülebilir bir ortam adaletsiz kanunların eleştirilmesi ve değiştirilmesi için de bir zemin hazırlamaktadır.137 Bütün bu iddiaların yanında, adil, haklara saygılı, geliri eşit bir biçimde dağıtmayı hedefleyen rejimlerin de, hedefledikleri bu “iyi” amaçları sekiz ilkeye uygun bir şekilde inşa edilmiş hukuk sistemleri aracılığıyla gerçekleştirebilecekleri unutulmamalıdır.138

Netice olarak, etik ilkeler insanın yapısal olanaklarını gerçekleştirmesiyle ilgili ilkeler ise, Fuller’ın ileri sürdüğü ilkeler etik ilkeler olarak kabul edilebilecek midir? Sekiz ilke kişinin özerkliğine saygı göstererek, öngörülebilir bir çerçeve sağlayarak, vatandaşı korku ve kaostan uzak tutarak, aslında insanın yapısal olanaklarını geliştirmesine dolaylı yoldan hizmet ettiği için etik ilkelerle ilişkili ilkeler olarak kabul edilebilir. Ayrıca sekiz ilkenin, insanın yapısal olanaklarının gelişimine hizmet eden bir hukuk sistemi oluşturmak için etik ilkeler yanında gerekli ilkeler olduğu da unutulmamalıdır.

E.İrem Akı; Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi

KAYNAK: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 64, Sayı 1

DİPNOTLAR:

  1. Summers, 1984, s.3, 13.
  2. Burada sadece geleneksel hukuk felsefesindeki tartışmaya yer verilmiştir zira Eleştirel Hukuk Çalışmaları, Feminist Hukuk Teorisi gibi yaklaşımlar hukuk sistemine ilişkin yapısal eleştirilerde bulunmaktadır.
  3. Uygur, 2003, s. 146. Hukuki pozitivizm akımı için ayrıca bkz. Keyman, 1978, s.17-55.
  4. Himma, s.16.
  5. Uygur, 2003, s.146.
  6. Uygur, 2003, s.148. Tanıma kuralı için bkz. Surlu, 2008.
  7. Ceylan, s.217-218; Himma, s.21. Zayıf ve güçlü konvansiyonelik tezleri için bkz. Ceylan, s.217-218; Himma,20-28.
  8. Uygur, 2003, s.152. Dolayısıyla bugün hukuki pozitivizmin bazı temel özellikleri açısından türlere ayrıldığının, kapsayıcı ve dışlayıcı pozitivizm gibi, farkında olmak gerekmektedir. Uygur, 2003,s.152; Himma, s.13.
  9. Himma,28.
  10. Ceylan, s.219.
  11. Murphy, Coleman, s.11. Ayrıca bkz. Yücel, s.76; Keyman, 1998, s.32-33.
  12. Wacks, s.3. Bununla birlikte “adil olmayan hukuk, hukuk değildir” sözünü, Aquanis’ın hiçbir zaman bu şekilde ifade etmediğine yönelik bir iddia da mevcuttur. Wacks, s.4; Bix, 2004(a), s.68. Ayrıca bugün doğal hukuk akımının geleneksel ve modern olmak üzere ikiye ayrıldığını belirtmek gerekmektedir. Bkz. Bix, 2004(b), s.291-343.
  13. Uslu, s.227; Aktaş, 2004, s.5.
  14. Murphy, Coleman, s.38.
  15. Rundle, 2012, s.2-3.
  16. Bu aşamada terimlerle ilgili bir noktayı açıklamak gerekmektedir. Fuller, The Morality of Law’da, kanun koymanın iç ahlâkından değil, hukukun iç ahlâkından bahsetmektedir. Kenneth I. Winston’a göre hukukun iç ahlâkındaki “hukuk” kelimesi bir sosyal düzenleme modeli olarak kanun koyma (legislation) faaliyetini belirtmektedir; yoksa bir bütün olarak hukuk kavramını değil. Winston, s.44, dipnot 33. Zira Fuller’a göre hukuk, kanun koymanın da dahil olduğu çeşitli sosyal düzenleme modellerini içermektedir. Kanun koyma bunlardan sadece bir tanesidir. Sosyal düzenleme modelleri için aşağıda bkz. s.15, dipnot.80.
  17. Tepe, 2011, s.14.
  18. Tepe, 2011, s.14; Tepe, 1998, s.12.
  19. Summers,1965, s.3.
  20. Uygur, 2014, s.163-164.
  21. Hart, 2011, s.28. Devlin-Hart tartışması için bkz. Uzun, s.152-71.
  22. Hart, 2011, s.28. Pozitif ahlâkın çeşitli anlamları için bkz. Uygur, 2014, s.164; Uygur,2006, s.3.
  23. Ahlâkın bu anlamı Hart’ın ileri sürdüğü pozitif ahlâk tanımına denk düşmektedir.
  24. Kuçuradi, 1998, s.29.
  25. Kuçuradi, 1988, s.21.
  26. Kuçuradi, 1988, s.22.
  27. Kuçuradi, 1988, s.22.
  28. Kuçuradi, 1988, s.22.
  29. Kuçuradi, 1988, s.27.
  30. Bu ayrımı kavramamı sağladığı için Prof. Dr. Abdullah Kaygı’ya çok teşekkür ederim.
  31. Normlar, değerlendirmeye yarayan -bir eylemi, bir sanat yapıtını, bir düşünceyi, bir kavramı vb. değerlendirmeye yarayan- ve genel ya da geçer olma iddiasında olan önermelerdir.” Kuçuradi, 2009, s.175-176. Kuçuradi norm kavramının altına “a) bütün değer yarılarının, b) her türlü buyruğu ve c) bütün patrik kuralları-ilkeleri” koyabileceğimizi belirtmektedir. Kuçuradi, 2009, s.176.
  32. Kuçuradi, 1988, s.27. Ancak Fuller’ın dile getirdiği ilkelerin bir diğer özelliği normların yapımı hakkında normlar olmalarıdır. Diğer bir ifadeyle meta normlar olarak da ifade edilebilir. Hart’ın terimleriyle ifade edilecek olursa, kurallar hakkındaki kurallardır. Ancak Hart’ın görüşlerinden farklı olarak, Fuller’ın ileri sürdüğü ilkeler bir geçerlilik kriteri oluşturmamaktadır.
  33. Kuçuradi, 2009, s.178.
  34. Kuçuradi, 1988, s.27; Kuçuradi, 2009, s.179.
  35. Kuçuradi, 1988, s.27.
  36. Kuçuradi, 1988, s.27-28.
  37. Kuçuradi, 1988, s.28.
  38. Kuçuradi, 1988, s.30. Çalışmanın geri kalanında bu tür ilkeler kast edildiği zaman “etik ilkeler” terimi kullanılacaktır.
  39. Kuçuradi, 1988, s.29.
  40. Kuçuradi, 2006, s.170.
  41. Kuçuradi, 2006, s.169-180.
  42. Kuçuradi, 2007, s.72.
  43. Kuçuradi, 2006, s.170.
  44. Kuçuradi, 2006, s.170-171.
  45. Ancak bu noktada sekiz ilkenin Hart’ın ileri sürdüğü pozitif ahlâk veya Kuçuradi’nin ileri sürdüğü değer yargılarıyla ilgili olmadığı belirtilebilir.
  46. Fuller, 1958, s.644-645.
  47. Rundle, 2012, s.88.
  48. Fuller, 1969, s.33-34.
  49. Fuller, 1969, s.34-35.
  50. Fuller, 1969, s.35. İtalik Fuller’a ait.
  51. Fuller, 1969, s.36.
  52. Fuller, 1969, s.36.
  53. Fuller, 1969, s.36-37.
  54. Fuller, 1969, s.37.
  55. Fuller, 1969, s.38.
  56. Rundle, 2012, s.89.
  57. Fuller, 1969, s.39; Rundle,2012, s.89.
  58. İtalik bana ait.
  59. Fuller, 1969, s.38.
  60. Van der Burg, 2014(a), s.55; Van der Burg, 2014(b), s.60.
  61. Fuller, 1969, s.39.
  62. Fuller, 1969, s.39.
  63. Rex’in hikayesinin bir diğer önemli yönü ise, hukuk yapma sürecinin kendisine odaklanılması gerektiğini göstermesidir. Oysaki geleneksel hukuk felsefesi kanun koyuculuk faaliyeti neticesinde çıkan ürüne, yani kanuna odaklanmaktadır. Van der Burg, 2014(a), s.54. Fuller ise kanun yapma sürecine ve girişimine odaklanmıştır. Luban, 2008, s.102;Van der Burg, 2014(a), s.56. Bu doğrultuda Fuller’a göre kanun koyucu, eğer hukuk olarak adlandırılacak bir yönetim formu oluşturmak ve bunu takiben hukukun insan davranışına yön veren bir yol işareti olarak hizmet etmesini istiyorsa, bu prosedürel sekiz ilkeye uyması gerekmektedir. Van der Burg,55. Fuller teorisini prosedürel doğal hukuk teorisi olarak nitelendirirken, onu eleştiren pek çok hukuki pozitivist, onun teorisini geleneksel doğal hukuk teorisi olarak görüp, bu ilkelerin hukuk kurallarının içeriğine ilişkin bir sınırlama getirip getirmediğini tartışmışlardır. Van der Burg, 2014(a), s.55. Halbuki Fuller, kanun yapma sürecinin bizatihi kendisine ve bu süreçte kanun koyucunun yerine getirmesi gereken sorumluluğa (sekiz ilkenin yerine getirilmesi) odaklanıp bu sorumluluğu “hukukun iç ahlâkı” ifadesiyle açıklamaya çalışmaktadır. Fuller, 1969, s.223. Bu noktayı, Fuller’ın Philip Selznick’e yazmış olduğu bir mektupta, ahlâk terimini ethos veya belirli rollere eşlik eden, belirli ahlâki sorumlulukları ifade eden bir terimle değiştirmeyi istediğini belirtmiş olması da doğrulamaktadır. Fuller, aynı şekilde yazdığı bir diğer mektupta şu fikri ileri sürer: “Eğer kitabımı The Morality of Law olarak adlandırmak yerine, Hukuk Yapmanın Ahlâkı (The Morality of Lawing) olarak adlandırsaydım, pek çok yanlış anlaşılmadan kaçınılabilecekti,” çünkü “hukuk sözcüğü raflarda durağan bir biçimde yatan kitapları akla getirirken,” hukuk yapma (lawing) terimi birbiriyle etkileşim halindeki insanları ve etkileşimin uygun bir şekilde devam etmesini akla getirmektedir. Rundle, 2012, s.115.
  64. Fuller, 1969, s.39.
  65. İtalik bana ait.
  66. İtalik bana ait.
  67. Fuller, 1969, s.39.
  68. Fuller, 1969, s.40.
  69. Fuller, 1969, s.40.
  70. Rundle, 2012, s.89.
  71. Fuller, 1969, s.162.
  72. Waldron, 2012, s.206.
  73. Waldron, 2012, s.206; Luban, 2010, s.42, 43.
  74. Rundle, 2012, s.99.
  75. Rundle, 2012,2. Rundle aynen alıntıyı Fuller’ın yayımlanmamış metinlerinden almıştır, Harvard Law School Library, Box 12. Ayrıca bkz. Rundle, 2013, s.771.
  76. Rundle, 2012, s.99-100.
  77. Rundle, 2012, s.3. İtalik bana ait. Rundle’a göre, genellik ilkesi daha sonra, Fuller’ın kendisini eleştirenlere yönelik fikirlerini geliştirirken hukukun neden içsel (internally) olarak ahlâki olduğunu göstermede büyük bir yer tutacaktır. Rundle, 2012, s.90.
  78. Rundle, 2012, s.10.
  79. Hukuk aracılığıyla yönetim ile idari emir arasındaki fark Fuller’ın eunomics projesi çerçevesinde açıklanabilir. Eunomics Fuller’ın geliştirdiği bir terimdir. Fuller eunomics terimini şu şekilde tanımlamaktadır: “iyi düzenin veya işleyebilecek (workable) sosyal düzenlemelerin bilimi, teorisi veya çalışması.” Fuller, 2001(b), s.62. Fuller 1950 ve 1960 yılları arasında Principles of Social Order başlığı altında eunomicsle ilgili sistematik bir eser yazmayı planlamış, fakat sadece Means and Ends’i bir giriş olarak yazmıştır. Kitap her ne kadar yazılmamış olsa da, Means and Ends’in yayımının ardından geçen on yılda, Fuller sosyal düzenleme modelleri ve onların tezahürlerine büyük ilgi göstermiştir. Fuller, bütün sosyal düzenleme modellerini kapsayan bir eser yazmamıştır. Her bir sosyal düzenleme modeli için makaleleri bulunmaktadır. Bu makaleleri de Winston, Principles of Social Order adlı kitapta bir araya getirmiştir. Winston, s.29. Fuller’ın ilgilendiği sosyal düzenleme modellerini bir liste olarak sunmak mümkün olmasa da, bunlar arasında hüküm verme (adjudication), arabuluculuk, kanun koyma, sözleşme ve idari emir (managerial direction) belirtilebilir. Fuller’a göre her bir sosyal düzenleme modeli kendi iç ahlâkını içermektedir. Örneğin, kanun koyma genel kurallara uygun olarak yönetme girişimi olup, bu girişim sekiz ilke aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Diğer sosyal düzenleme modellerine göre, örneğin arabuluculuk ve sözleşmeye ilişkin ahlâki ilkeler farklıdır. Winston, s.42. Dolayısıyla, kanun koyma yani genel kurallar aracılığıyla yönetim ve idari emir birbirinden farklı sosyal düzenleme formlarıdır. Bu ikisi arasındaki fark hukukun iç ahlâkını açıklamada önemli bir yerde durmaktadır. İkisi arasındaki fark aşağıda ayrıntılı olarak açıklanacaktır.
  80. Rundle, 2012, s.10.
  81. Rundle, 2012, s.10. İtalik bana ait.
  82. Fuller, 2001(a), s.254-255; Fuller, 1969, s.39-40.
  83. Fuller, 2001(a), s.255.
  84. Fuller, 2001(a), s.255.
  85. Fuller, 2001(a), s.255.
  86. Fuller, 1969, s.106.
  87. Bu noktada da Winston’un yaptığı bir ayrım önemlidir; her bir sosyal düzenleme modelinin iç ve dış amacı. Sosyal düzenleme modelinin iç amacı, idari emir ve hukuk arasındaki farkla ilgilidir. Sosyal düzenleme modelinin iç amaçlarından bahsedildiği zaman sorulması gereken soru, bu süreci kullanmadaki amaç (point) nedir sorusudur. Örneğin hangi durumda neden o hukuki sürecin yani neden arabuluculuk veya idari emrin değil de kanun yapmanın kullanıldığı meselesidir. Fakat eğer hukuki sürecin dış amacını sorgularsak bu defa soru bu süreci kullanarak neyin elde edilebileceğidir. Mesela dar gelirli öğrencilere üniversite eğitimini gerçekleştirmek için burs sağlanması gibi. Winston, s.53.
  88. Luban, 2010, s.39.
  89. Luban, 2010, s.39; Waldron, 1994, s.263.
  90. Waldron, 1994, s.263. Örneğin Hitler hükümeti, vatandaşları belirli bir acizlik ve korku içinde bırakmaktaydı. Waldron, 1994, s.263.
  91. Waldron, 2008, s.7.
  92. Luban, 2010, s.40.
  93. Decent, s.573-574.
  94. Decent, s.574.
  95. Decent, s.574.
  96. Waldron, 2012, s. 208.
  97. Waldron, 2012, s.206.
  98. Waldron, 2012, s.206.
  99. Waldron, 2012, s.206.
  100. Waldron, 2012, s.217.
  101. Waldron, 2012, s.217.
  102. Waldron, 2012, s.217.
  103. Waldron, 2012, s.218.
  104. Hannah Arendt,  The  Origins  of  Totalitarianism,  New  York,  1973,  441’den  aktaran Waldron, 2012, s.218.
  105. Waldron, 2012, s.218.
  106. Waldron, 2012, s.219.
  107. Waldron, 2012, s.219.
  108. Waldron, 2012, s.206.
  109. Hart, 1983, s.343-364. Raz, 2008, s.163.
  110. Fuller, 1969, s.208.
  111. Fuller, 1969, s.208.
  112. Rundle, 2012, s.137.
  113. Fuller, 1969, s.207.
  114. Fuller, 2001(a), s.254.
  115. Fuller, 2001(a), s.254.
  116. Fuller, 1969, s.207-208.
  117. Fuller, 1969, s.208.
  118. Fuller, 1969, s.209.
  119. Fuller, 1969, s.208.
  120. Luban, 2008, s.112.
  121. Aktaş, 2011, s.44-50
  122. Nadler, s.32.
  123. Hart, 1997, s.207; Dworkin, 1964-1965, s. 671,673.
  124. Rundle, 2012, s.4.
  125. Fuller, 1969, s.96. Hukukun dış ahlâkı da Fuller tarafından kullanılan bir terimdir. Fuller bu terimle hukuk kurallarının içeriğine yönelik bir ahlâk kavramı ileri sürmektedir. Diğer bir ifadeyle “hukukun dış ahlâkı” “maddi anlamda doğal hukuk” kavramına denk düşmektedir. Aktaş, 2011, s.10.
  126. Fuller, 1969, s.162.
  127. Fuller, 1965, s.664.
  128. Raz, s.163.
  129. Rundle, 2012, s.107.
  130. Girişte de belirtildiği gibi Fuller hukuk kurallarının içeriğinin ahlâk i niteliğiyle ilgilenmemektedir. Ancak Hart’ın bu ilkelerin etkili bir kanun koymanın ilkeleri olduğu iddiası, tartışmayı hukuk kurallarının içeriğinin ahlâk i niteliğine çekmiştir. Dolayısıyla Fuller’ın teorisi veya tartışmak istedikleri Hart’ın eleştirilerinin gölgesinde kalmıştır. Rundle, 2012, s.3-4. Rundle’a göre Fuller’ın kendisi de Hart’ın gündemine saplanmıştır. Fuller A Reply to Critics’te, Hart’ın gündeminden kaçmayı başarmışsa da, Rundle’a göre bu cevap geç kalmış ve yetersiz bir cevaptır. Rundle, 2012, s.5. Hart ve Fuller arasındaki tartışma için bkz: H.L.A Hart “Positivism and the Separation of Law and Morals,” Harvard Law Review, C.71, S.4, 1958, s.593-629; Lon L. Fuller, “Positivism and Fidelity to Law: A Reply to Prof. Hart, Harvard Law Review, C.71, S.4, 1958, s.630-672. Fuller’ın 1958’deki eleştirilerine karşılık, Hart 1961’de yazmış olduğu kitabında, Fuller’a birkaç cümleyle cevap verir: H.L.A Hart, The Concept of Law, Clarendon Press, Oxford, 1961, s.202. Hart’ın The Concept of Law’daki iddiasına karşılık, FullerThe Morality of Law’ın birinci baskısında The Concept of Law’a bir bölüm ayırır: Fuller, The Morality of Law, s.133-145. The Morality of Law’ın basılmasının ardından, Hart, The Morality of Law’a bir kitap eleştirisi yazar. H.L.A Hart ‘Lon L. Fuller: The Morality of Law, 78 Harvard Law Review, 1965, 1281-1286.Tekrar basım,L.A. Hart Essays in Jurisprudence and Philosophy, Clarendon Press, 1983, s.343-364. The Morality of Law’ın aldığı eleştiriler karşısında, Fuller The Morality of Law’ın ikinci baskısına A Reply to Criticis bölümünü ekler. Bu bölümde onu eleştirenlere olan eleştirilerini dile getirir: Fuller, The Morality of Law, “A Reply to Critics”, s.187-242. 1958 yılında başlamış olan tartışma böylelikle 1969 yılında son bulur.
  131. Dworkin’in Fuller’a karşı ileri sürdüğü eleştirilerden bir tanesi de budur. Dworkin, 1964-1965, s.674-675; Dworkin, 1965, s.636.
  132. Murphy, s.245.
  133. Murphy, s.245.
  134. Murphy, s.246.
  135. Murphy, s.249.
  136. Kuçuradi, 2009, s.179.
  137. Bu konuda bkz. Decent, s.573.
  138. Waldron, 1994, s.266.

 

KAYNAKÇA

Aktaş, Sururi.(2004). Modern Doğal Hukuk Bağlamında John Finnish’in Hukuk Teorisi. Atatürk Üniversitesi Erzincan Hukuk Fakültesi Dergisi, 8(1-2), 3-22.

Aktaş, Sururi. (2011). Prosedürel Doğal Hukuk Lon L. Fuller’in Hukuk Kavramı. İstanbul: XII Levha Yayınları.

Bix, Brian H. (2004a). Doğal Hukuk: Modern Gelenek. çev. Ertuğrul Uzun, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 6(2), 291-343.

Bix, Brian. (2004b). Jurisprudence Theory and Context. Durham Nort Carolina: Carolina Academic Press.

Ceylan, Şule Şahin. (2014). H.L.A Hart’ın Hukuk Kavramı. İstanbul: XII Levha Yayıncılık.

Decent, Evan Fox. (2008). Is The Rule of Law Really Indiffernt to Human Rights?. Law and Philosophy, 27(6), 533-581.

Dworkin, Ronald. (1964-1965). Philosophy, Morality, And Law-Observations Prompted by Professor Fuller’s Novel Claim. University of Pennsylvania Law Review, 113, 668-690.

Dworkin, Ronald. (1965). The Elusive Morality of Law. Villanova Law Review, 10, 631-639.

Fuller, Lon L. (1958). Positivism and Fidelity to Law – A Reply to Professor Hart. Harvard Law Review, 71(4), 630-672.

Fuller, Lon L. (1965). A Reply to Professors Cohen and Dworkin. Villanova Law Review, 10(4), 655-666.

Fuller, Lon L. (1969). The Morality of Law. New Haven: Yale University Press.

Fuller, Lon L. (2001a). Human Interaction and the Law. Principles of Social Order Selected Essays of Lon. L. Fuller. Ed. Kenneth I Winston, Oxford-Portland Oregon: Hart Publishing, 231- 266.

Fuller, Lon L. (2001b). Means and Ends. Principles of Social Order Selected Essays of Lon. L. Fuller. Ed. Kenneth I Winston, Oxford-Portland Oregon: Hart Publishing, 61-78.

Hart, H.L.A. (1958). Positivism and the Separation of Law and Morals.

Harvard Law Review, 71(4), 593-629.

Hart, H.L.A. (1983). Lon L. Fuller: The Morality of Law. Essays in Jurisprudence and Philosophy. Clarendon Press, 343-364.

Hart, H.L.A. (1997). The Concept of Law. Oxford University Press.

Hart, H.L.A. (2011). Hukuk, Özgürlük ve Ahlâk. Ankara: Dost Kitabevi.

Himma, Kennneth Einar. (2010). Hukukun Ahlâki Kriterleri Kapsayıcı ve Dışlayıcı Pozitivistler Arasındaki Tartışma. çev. Saim Üye, Ankara: Bilge Su Yayınları.

Keyman, Selahaddin. (1978). Hukuki Pozitivizm. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 35(1-5), 17-55.

Keyman, Selahaddin. (1998). Tabii Hukuk Doktrinin Epistemolojik Tahlili. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 47(1-4), 17-36.

Kramer, Matthew. (1999). Scrupulousness without Scruples: a Critique of Lon Fuller and his Defenders. In Defense of Legal Positivism. Oxford University Press, 37-77.

Kuçuradi,Ioanna.(1988).  Ahlâk ve Kavramları.Uludağ Konuşmaları. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayını, 20-36.

Kuçuradi, Ioanna. (1998). İnsan ve Değerleri. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayını.

Kuçuradi, Ioanna. (2006). Etik. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.

Kuçuradi, Ioanna. (2007). İnsan Onuru Kavramı ve İnsan Hakları, İnsan Hakları Kavramları ve Sorunları. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayını, 69-76.

Kuçuradi, Ioanna. (2009). Normların Bilimsel Temellendirilebilirliği. Çağın Olayları Arasında. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, 175-182.

Luban, David.(2008). Legal Ethics and Human Dignity. Cambridge University Press.

Luban, David. (2010).The Rule of Law and Human Dignity: Re-examining Fuller’s Canons. Hague Journal on the Rule of Law, (2), 29-47.

Murphy, Colleen. (2005). Lon Fuller and The Moral Value of Rule of Law. Law and Philosophy, 24(3), 239-262.

Murphy, Jeffrie G., Coleman, Jules. (1990).  Philosophy of Law. Oxford:Westview Press.

Nadler, Jeniffer. (2008). Hart, Fuller and the Connection Between Law and Justice. Law and Philosophy, 27(1), 1-34.

Raz, Joseph. (2008). Hukuk Devleti ve Erdemi. çev. Bilal Canatan, Hukuk Devleti, Hukuki Bir İlke Siyasi Bir İdeal. Editörler: Ali Rıza Çoban, Bilal Canatan, Adnan Küçük, Ankara: Adres Yayınları, 149-166.

Rundle, Kristen. (2012). Forms Liberate. Oxford: Hart Publishing.

Rundle, Kristen. (2013). Form and Agency in Raz’s Legal Positivism. Law and Philosophy, 32(6), 767-791.

Summers, Robert S. (1965). Professor Fuller on Morality and Law. Journal of Legal Education, 18(1), 1-27.

Summers, Robert S. (1984). Lon L. Fuller. Edward Arnold.

Surlu, Aydan Ömür.(2008). H.L.A Hart’ta Tanıma Kuralı. Yayımlanmamış Doktora Tezi.

Tepe, Harun. (1998). Bir Felsefe Dalı Olarak Etik: ‘Etik’ Kavramı, Tarihçesi ve Günümüzde Etik. Doğu Batı, S.4, Ağustos, Eylül, Ekim, 11-28.

Tepe, Harun. (2011). Etik ve Metaetik. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu.

Uslu, Cennet. (2009). Doğal Hukuk ve Doğal Haklar. Ankara: Liberte Yayınları.

Uygur, Gülriz. (2003). Hukuki Pozitivizmin Değişen Yüzü Mü?. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 52(3), 145-176.

Uygur, Gülriz. (2006). Hukuk, Etik ve İlkeler. Ankara: Siyasal Kitabevi.

Uygur, Gülriz. (2014). Ioanna Kuçuradi’nin Görüşlerinden Hareketle Hukuk Normlarının Türetilmesindeki Temel Problem: Etik Mi? Ahlâk Mı?. Ioanna Kuçuradi Çağın Olayları Arasında. Ioanna Kuçuradi’ye Armağan. Editörler: Betül Çotuksöken, Gülriz Uygur, Hülya Şimga, İstanbul: Tarihçi Kitabevi, 163-172.

Uzun, Ertuğrul. (2005). Ahlâksızlığın Cezalandırılması: Devlin-Hart Tartışması. Eskişehir Barosu Dergisi, S.6, 52-71.

Van der Burg, Wibren. (2014a). The Dynamics of Law and Morality A Pluralist Account of Legal Interactionism. Ashgate.

Van der Burg, Wibren. (2014b) Lon L. Fuller’dan Yasa Koyuculara Dersler. çev. E. İrem Akı, Hukuk Kuramı, 1(3), 58-64.

Wacks, Raywond. (2013). Hukuk Felsefesine Kısa Bir Giriş. çev. Engin Arıkan, İstanbul: Tekin Yayınevi.

Waldron, Jeremy. (1994). Why Law- Efficacy, Freedom, or Fidelity. Law and Philosophy, Special Issue on Lon L. Fuller,13(3), 259-284.

Waldron, Jeremy. (2008). The Concept and The Rule of Law. Georgia Law Review, 1(43), 1-61.

Waldron, Jeremy. (2012). How Law Protects Dignity. The Cambridge Law Journal, 71(1), 220-222.

Winston, Kenneth I. (2001). Introduction. Principles of Social Order Selected Essays of Lon. L. Fuller. Editör: Kenneth I Winston, Oxford-Portland Oregon: Hart Publishing, 25-58.

Yücel, Mustafa Tören. (2005). Hukuk Felsefesi. Ankara: Başkent Klişe Matbaası.

Hukukun İç Ahlâkı: Lon L. Fuller’ın Görüşleri Çerçevesinde Bir İnceleme

$
0
0

Giriş

Fuller hukuk ve ahlâk arasında zorunlu bir ilişki olduğunu iddia eden, 1902 ve 1978 yılları arasında yaşamış Amerikalı bir hukuk felsefecisidir.1 Bununla birlikte Fuller’ın hukuk ve ahlâk arasında kurduğu ilişki, hukuk felsefesinin geleneksel bir şekilde tartıştığı hukuk ve ahlâk ilişkisinden farklıdır. Hatta, Fuller’ın hukuk ve ahlâk arasında kurduğu bağlantının bugün bile alışılmışın dışında olduğu iddia edilebilir. Zira hukuk felsefesi geleneğinde, hukuk ve ahlâk arasındaki bağlantı hukuk kurallarının içeriğinin ahlâki niteliğine göre tartışılmaktadır.

Hukuk felsefesi geleneği derken hukuk teorisinde mevcut iki yaklaşım, yani hukuki pozitivizm ve doğal hukuk akımı arasındaki tartışma kast edilmektedir.2 Hukuki pozitivizm akımının kuramcıları arasında John Austin, Jeremy Bentham, Hans Kelsen ve H.L.A Hart sayılabilir. Hukuki pozitivizmin temel özelliği, hukukun toplumdaki insanların kararıyla çıkarılmış olduğunu ileri sürmesidir.3 Hukuk kurallarının insanların kararıyla çıkarılmış olmasının anlamı, hukukun sosyal olarak yaratılmış ve üretilmiş bir kavram oluşudur.4 Pozitivizmin bu özelliği, hukuku koyan kaynağa bakarak açıklamasıyla ilgilidir. Bu teze sosyal kaynaklar tezi adı verilir.5 Hukuki pozitivizmin bir diğer önemli tezi konvansiyonellik tezidir. Bu teze göre, hukukun varlığı, “bir normun toplumun hukukunun parçası olabilmesi için gereken şartları” düzenleyen tanıma kuralının,6 hukuk sistemindeki yetkililer tarafından kabul edilmesi, yani bir konvansiyonla kurulmasına bağlıdır.7 Hukuki pozitivizmin kabul ettiği bir diğer tez ise ayırma/ayrılabilirlik tezidir. Ayırma tezi hukuk ve ahlâk arasında bir ilişki kurulamayacağını belirtirken, ayrılabilirlik tezi, hukuk ve ahlâk arasında zorunlu hiçbir ilişki kurulmayacağını ileri sürmektedir.8 Diğer bir ifadeyle bu tez, hukukun ve ahlâkın kavramsal olarak ayrı şeyler olduklarını iddia etmektedir.9 Hukuk ve ahlâkın ayrı kavramlar olmasının anlamı, neyin hukuk olduğunu neyin hukuk olmadığını belirleyen tanıma kuralında veya hukuki geçerlilik kriterinde ahlâka yer verilmemesidir. Diğer bir ifadeyle, bir hukuk normunun geçerliliği onun ahlâka uygun olmasına bağlı değildir.10

Doğal hukuk akımı ise hukuki pozitivizmin karşıtı olarak, hukuk ve ahlâk arasında hukuki geçerlilik kriteri bakımından kavramsal, mantıksal ve zorunlu olarak temel bir bağlantı olduğunu iddia etmektedir.11 Hukuk ve ahlâk arasında zorunlu bir bağlantı olmasının sonucu “adil olmayan hukuk, hukuk değildir” anlayışının ortaya çıkmasıdır.12 Dolayısıyla doğal hukuk açısından hukuk kurallarının içeriğinin ahlâka uygun olması gerektiği belirtilebilir.13

Fuller ise hukuk kavramının kendisine içkin veya hukuk kavramının kendisine özel bir ahlâk kavramının arayışındadır. Diğer bir ifadeyle Fuller, hukuk kurallarının ahlâki içeriğiyle ilgilenmemektedir. Bununla birlikte Fuller, hukuk felsefesinin bu konuyla ilgilenmemesi gerektiğini düşünüyor da değildir. Fuller, hukukun içeriğiyle ilgilenen doğal hukuk akımının, hukuk teorisinde bırakmış olduğu boşluğu doldurmak istemektedir. Dolayısıyla bu çalışmanın hedefindeki soru yanıtlanırken Fuller’ın hukuki düzenlemelerin içeriğinin ahlâki niteliğinden bahsetmediğinin farkında olmak gerekmektedir. Daha açık bir ifadeyle Fuller hukukun iç ahlâkı olduğunu ileri sürerken hukuki düzenlemelerin örneğin anayasaların, kanunların temel hak ve özgürlükleri koruması gerekliliğinden veya ne dereceye kadar koruyor olduğundan bahsediyor değildir.

Ayrıca Fuller’ın teorisi açısından göz önünde bulundurulması gereken bir nokta daha söz konusudur: Fuller’a göre hukuk teorisi “belirli hukuk kurallarına” değil, “hukuk sistemlerine” odaklanmalıdır. Burada önemli olan nokta, Fuller’ın, doğal hukuku eleştirenlerin “belirli kurallar ahlâki olmasa bile hukuktur” şeklindeki düşüncelerini haklı bulmasıdır. Diğer bir ifadeyle doğal hukukçuların “adil olmayan kanun, kanun değildir” iddiasına karşılık, Fuller’ın teorisi belirli bir hukuk kuralına değil, “hukuk sisteminin” kendisine odaklanmaktadır.14

Netice olarak Fuller’ın, hukuk ve ahlâk arasında alışılmışın dışında bir bağlantı kurarken, bunu hukuki pozitivizm/doğal hukuk karşıtlığı üzerinden yapmamış olduğuna dikkat çekmek gerekmektedir. Daha açık bir ifadeyle, Fuller bu bağlantıyı kurarken, hem hukuki pozitivizme hem de doğal hukuk akımına yönelik eleştirilerini dile getirmiştir.15

Fuller bu alışılmışın dışında olan hukuk-ahlâk ilişkisini ise sekiz ilke aracılığıyla kurmaktadır. Diğer bir ifadeyle Fuller kanun koymanın iç ahlâkı16 olarak adlandırdığı sekiz ilke getirmektedir. Bu ilkeler:

1.Kurallar genel olmalıdır

2.Kurallar yayımlanmış olmalıdır

3.Kurallar geçmişe yürür olmamalıdır

4.Kurallar açık olmalıdır

5.Kurallar çelişmemelidir

6.Kurallar imkânsızı talep etmemelidir

7.Kurallar zaman içinde tutarlı olmalıdır (sabitlik)

8. Yetkililerin eylemi ve yayımlanmış kurallar arasında uyum olmalıdır

Fuller’a göre kanun koyucunun bir hukuk sistemi oluşturmak için yerine getirmesi gereken bu sekiz ilke hukukun iç ahlâkını oluşturmaktadır. Bu noktada da tartışılması gereken soru, hukuk kurallarının içeriğinden bağımsız olarak hukukun bir iç ahlâka sahip olup olmadığıdır. Diğer bir ifadeyle, bu çalışmanın hedefindeki soru, hukuk kavramının kendisinin içinde kalarak, hukuk kavramının dışına çıkmayarak bir hukuk-ahlâk ilişkisinin kurulup kurulamayacağıdır.

I.Ahlâk Kavramı ve Anlamları

Bu soru yanıtlanırken ilk olarak “ahlâk”ın hangi anlamından bahsedildiğinin ortaya konulması gerekmektedir. Çünkü ahlâk kavramıyla pek çok bağlamda karşılaşılmasına ve ahlâk kavramının açık bir kavram olduğu düşünülmesine rağmen, ahlâk kavramı açık bir kavram değildir.17Sözcüğün anlamında, kullanıldığı bağlamlara göre kimi farklılıkların olduğu; buna karşılık kimi özelliklerinin hep aynı kaldığı görülmektedir.”18 Dahası Fuller da ahlâkın hangi anlamını kullandığını açıkça ortaya koymamaktadır.19

Bununla paralel olarak, hukuk felsefesi literatüründe de, iki farklı ahlâkilik olduğu belirtilmelidir.20 Bu iki ahlâkilik arasındaki ayrımı Hart, literatürde Devlin-Hart tartışması olarak bilinen tartışma çerçevesinde ortaya koymuştur. İki tür ahlâkilikten ilki, pozitif ahlâktır, yani “belli bir toplumsal grup tarafından fiilen benimsenen ve paylaşılan ahlâk”tır.21 İki tür ahlâkilikten ikincisi eleştirel ahlâktır. Eleştirel ahlâk, “pozitif ahlâk da dahil olmak üzere mevcut toplumsal kurumları eleştirmekte kullanılan genel ahlâk ilkeleridir.”22

Bu ayrım yanında, Ioanna Kuçuradi’nin yaptığı ahlâkın farklı anlamlarına bakılabilir. Buna göre ahlâkın ilk anlamı toplumdaki “değer yargıları” dır.23 Değer yargıları, “yüklemleri iyi–kötü, güzel–çirkin, faydalı–zararlı, doğru–yanlış, günah– sevap ve bu gibi sıfatlar olan,” normlardır.24 Örneğin, “büyüklerin önünde sigara içmek kötüdür”, “içki içmek kötüdür”, “büyüklerin elini öpmek iyidir” gibi. “Bu bağlamlarda ahlâktan söz edilirken dile getirilmek istenen, hep, insanlararası ilişkilerde kişilerin uymaları beklenen-talep edilen- davranışlardır. Yapılması– yapılmaması gereken (izin verilen–verilmeyen; teşvik edilen–yasaklanan) davranışlardır; başka bir deyişle belirli bir grupta ya da genel olarak iyi sayılan – kötü sayılan davranışlardır.”25 Bu türden değer yargılarının özelliği, toplumdan topluma veya zaman içinde değişiklik göstermesidir. Zira Türkiye’de içki içmek kötü bir davranış olarak kabul edilirken, Almanya’da bu değer yargısı geçerli değildir. Diğer yandan, değer yargılarının tek türü zamana ve yere göre değişiklik gösteren değer yargıları değildir. Örneğin “yalan söylemek kötüdür”, “işkence kötüdür”, “eşitsiz muamele kötüdür” gibi değer yargıları da vardır. Bunların birinci türden değer yargılarından farkı, her zaman-her yerde iyi veya kötü sayılmalarıdır.26

Dolayısıyla “… ahlâk denen olgu, yaşamda çeşitli ahlâklar olarak karşımıza çıkıyor; ama bu çeşitli ahlâklar, bir kısmı değişik ve değişken olan davranış kuralları ve değer yargıları, bir kısmı ise pek değişiklik göstermeyen davranış kuralları ve değer yargılarından oluşuyor.”27 Netice itibariyle her iki türden değer yargılarına da uyulmaları bekleniyor ve bu değer yargılarına göre kişi eylemleri değerlendiriliyor.28

Kuçuradi değer yargılarının yanında, kişilerin eylemlerini belirlemeleri beklenen kurallar ve ilkelerin de ahlâk terimiyle ifade edilebileceğini belirtmektedir. Örneğin, “ırk ayrımı yapmamak gerekir”, “sözünde durmak gerekir”, “ büyüklerin ellerini öpmek gerekir” gibi.29 Eylemleri belirlemeleri beklenen kurallar ve ilkeler aslında değer yargılarının, eylemi belirlemesi beklenen kural veya ilkeye dönüşmüş halidir. Örneğin, “içki içmek kötüdür” değer yargısı, “içki içmemek gerekir” normuna dönüşmektedir. Ancak “içki içmek kötüdür” değerlendirme normuyken, “içki içmemek gerekir” davranış normudur.30

Fuller’ın ileri sürdüğü ilkeler de (“kurallar genel olmalıdır” veya “kuralları genel yapmak gerekir”, “kuralları anlaşılabilir yapmak gerekir”, “kuralları geçmişe yürür yapmamak gerekir” vb.) kanun koyucuların hukuk kuralları oluştururken nasıl davranmaları gerektiğini bildiren normlardır. Daha kısa bir ifadeyle Fuller’ın ileri sürdüğü ilkeler, kanun koyucuların eylemelerine ilişkin gereklilik dile getiren normlar; yani davranış normlarıdır.31 Bu gereklilik bildiren kurallar veya ilkeler (hem Fuller’ın ileri sürdükleri hem de verilen diğer örnekler) kişilerin eylemlerini belirlemeleri beklenen normlardır.32

Bununla birlikte, “ırk ayrımı yapmamak gerekir” veya “büyüklerin ellerini öpmek gerekir” ya da “kuralları genel yapmak gerekir” normlarının, farklı türden normlar olduğu görülebilir. Bu normların farklı türden normlar olması, türetildiklerin kaynakların farklılığından ileri gelmektedir. Bir normun türetildiği kaynağı tespit etmek ise normların temellendirilmesiyle ilgilidir. Bir normun temellendirilmesi, normun “devşirildiği, çıkarıldığı yerin gösterilebilmesi demektir; ona herhangi bir temelin bulunabilmesi değil.”33 Dolayısıyla, normun dile getirdiği gerekliliğe “neden yapmak gerekir?” sorusu sorulduğunda ve bu soru bir bilgiyle yanıtlandığı zaman, söz konusu olan norm temellendirilebilir bir normdur.34

Normların dile getirdikleri gereklerin ise Kuçuradi’ye göre “iki farklı kaynaktan -biri deney, diğeri de insanın değerinin bilgisi olmak üzere iki ayrı kaynaktan- ve farklı yollardan -farklı çeşitten akıl yürütmelerle-induksyon ve reductio ad absudum ile- türetildiği görülüyor.”35

Kaynağı deney olan kuralların bir kısmı farklı çevrelerdeki doğal-toplumsal koşullardan ve farklı kültürlerden kaynaklanan düzen kurucu davranış kurallarıdır. Bu kurallar değer koruyucu olduğu gibi değer harcayıcı da olabilmektedir.36 Kaynağı deney olan bazı normlar da indüksiyon yoluyla türetilmektedir. Bu tür normlar tek tek davranışlardan yapılan ve yarar-zarar gözetilerek yapılan çıkarımlardır. Örneğin “savurgan olmamak gerekir, kırmızı ışıkta geçmemek gerekir” gibi.37

Kaynağı insanın değerinin bilgisi olan normlara ise ilke denilmektedir. Kuçuradi’ye göre, insanın değerinin bilgisinden türetilen “ilke”ler Türkçe’de ahlâk kavramına yüklenen ikinci anlama denk gelmektedir. Bu doğrultuda, Kuçuradi’ye göre, bu tür ilkelere “ahlâk ilkeleri” demek yerine, ahlâklılık ilkeleri veya etik ilkeler demek daha uygun görünmektedir.38

Kuçuradi’ye göre etik ilkelerin “bir kısmı, insanın değerinin bilgisinden doğrudan doğruya yapılan çıkarımlardır: ‘insanlara, insan olarak, eşit muamele yapmak gerekir’, ‘sözünde durmak gerekir’ gibi; bir kısmı da dolaylı olarak –bu değeri harcıyan tarihsel koşullar aracılığıyla: örneğin ‘ırk ayrımı yapmamak gerek’, ‘işkence yapmamak gerek’ gibi. Kuçuradi’ye göre, bu tür çıkarımlar şu şekilde yapılır: insanın değeri buysa (insanın, tür olarak yapısal olanakları bunlarsa); demek ki, hiçbir insan (insan türüne ait hiçbir varlık) bu değere zarar verecek ( bu olanakların gerçekleşebilmesini engelleyecek) bir şey yapmamalı: söz gelişi insanları kandırmamalı, insanlara işkence yapmamalı.”39

Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında sekiz ilkenin türetilme kaynağını ortaya koymak, sekiz ilkenin niteliğini belirlemek bakımından önemlidir. Zira bu ilkelerin türetildiği kaynağa göre, bu ilkelerin etik ilkeler olup olmadıkları ortaya konulabilir. Bu doğrultuda bu makalenin temel sorusu olan Fuller’ın görüşleri çerçevesinde hukukun iç ahlâkından söz edilip edilemeyeceği sorusu, onun getirdiği ilkelerin etik ilkeler olup olmadığı sorusunun cevabına bağlıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi bir ilkenin etik ilke olup olmadığı ise, ilkenin insan değerinin bilgisinden türetilip türetilmediğine bağlıdır. Daha açık bir ifadeyle eğer sekiz ilkenin insanın değerin bilgisinden türetildiği gösterilebilirse, bu ilkelerin etik ilkeler olduğu ve dolayısıyla hukukun kendine özgü bir ahlâkı olduğu iddia edilebilecektir. Eğer bu gösterilemezse bu ilkelerin yalnızca kanun koyucuya yönelik form/şekil ilkeleri olduğu ileri sürülebilecektir.

Ancak bu noktanın açıklanabilmesi için, “değerler” ve tür olarak “insanın değeri”ne, bu çalışmanın konusunu aşmakla beraber, sekiz ilkenin niteliğini belirlemeyle ilgisinde yer verilmelidir. İnsanın değerinin anlamını ortaya koyabilmek için öncelikle “değerler”e bakmak gerekmektedir. Kuçuradi’ye göre değerler taşıyıcılarına göre üçe ayrılır; insanın değerleri, etik değerler ve toplumsal değerler olmak üzere.

İnsanın değerleri amaçlarına uygun şekilde gerçekleştirilen insan etkinlikleridir”;40 bilim, felsefe, sanat, hukuk gibi. Bu etkinlikler kişilerce gerçekleştirilirler ve insanda olanak olarak vardırlar. Etik değerler ise ikiye ayrılır, etik kişi değerleri ve etik ilişki değerleri olmak üzere. Toplumsal değerler ise laiklik idesi, eşitlik idesi, adalet idesi, özgürlük idesi gibi idelerdir.41

İnsanın değeri ise insanın diğer türler arasındaki yeridir.42 İnsanın diğer türlere ilişkin yerine baktığımızda insanın “değerler”e sahip olması onun yerini belirtmektedir.43Değerleri -böyle etkinlikleri- dir insanı değerli kılan. Böylece insanın değerinin bilgisi, böyle etkinlikleri ve ürünleri aracılığıyla edindiğimiz, insanın bu olanaklarının bilgisinden başka bir şey değildir.”44

İnsanın değerinin bilgisi de ortaya konulduktan sonra, sekiz ilkenin insan değerinin bilgisinden türetilip türetilmediğinin belirlenmesi gerekmektedir. Sekiz ilkenin insanın değerinin bilgisinden türetilip türetilmediğinin açıklığa kavuşmasından sonra, hukukun iç ahlâkından söz edilip edilmeyeceği veya bu ilkelerin etik ilkeler olup olmadığı ortaya konulabilir.45 Bu noktanın açıklanabilmesi için de ilk olarak hukukun iç ahlâkının sekiz ilkesinin köklerinin neye dayandığını ortaya koymak gerekmektedir.

II. Sekiz İlkenin Temellendirilmesi

Fuller’ın ileri sürdüğü sekiz ilkenin türetilme yolunu ve kaynağını tespit edebilmek için “neden kuralları sekiz ilkeye uygun olarak oluşturmak gerekir?” sorusu sorulmalıdır. Bu sorunun cevabı ise kurmaca kral Rex’in hikayesi aracılığıyla verilebilir.

Fuller, The Morality of Law’da bize bir monarkın hikayesini sunar. Aslında bu hikaye Fuller’ın Positivism and Fidelity to Law: A Reply to Prof. Hart46 başlıklı makalesinde sunduğu monarkın hikayesinin daha ayrıntılı ve sistematik bir halidir.47 Bu hikaye Rex isimli monarkın mutsuz hükümranlığını anlatmaktadır. Bu hikayede Rex, bir reformcunun gayretkeşliğiyle tahta çıkar. Ona göre ondan önce gelenlerin en büyük başarısızlığı, hukuk alanında olmuştur. Davalara ilişkin prosedürler çok yavaş ve elverişsizdir, kuralların dili sanki başka bir çağa ait gibidir, adalet pahalıdır vs. Rex bütün bu sorunları çözümlemeye ve kendi “ismini tarihe büyük bir kanun koyucu” olarak yazdırmaya karar vermiş olmasına rağmen, bariz bir şekilde başarısız olmuştur. Rex’in başarısızlığı gerekli reformları gerçekleştirmemiş olmasından değil; hukuk oluşturmada (iyi olsun, kötü olsun) tamamen başarısız olmasından kaynaklanmıştır.48 Rex’in neden ve nasıl başarısız olduğunu görebilmek için hikayesine daha yakından bakalım:

Rex tahta geçtiğinde, yaptığı ilk şey var olan kuralları yürürlükten kaldırmak olur. Rex daha sonra yeni bir kanun hazırlamaya girişir. Fakat en basit genellemeleri yapmak konusunda bile kabiliyetsiz olduğunu fark eder. Rex, genelleme konusunda pek çok ders aldıktan sonra bir kanun hazırlar ve artık uyuşmazlıkların bu kanuna göre çözümleneceğini, fakat kuralların içeriğinin devlet sırrı olarak kalacağını ilan eder. Rex’in bu kararı, ona tabi olanları kızdırır. Çünkü ne olduklarını bilmedikleri kuralların onlara uygulanması söz konusudur.49

Rex, bu itiraz karşısında hayattan aldığı önemli bir dersin, edinilmiş tecrübenin verdiği avantajla karar vermek olduğunu düşünür ve yeni takvim yılının başında geçmiş olan yılın bütün uyuşmazlıklarını çözümleyeceğini, ayrıca verdiği kararları ve bu kararlara dayanak olmuş olan kuralları yayımlayacağını ilan eder. Buna cevaben Rex’e tabi olanlar kuralları bilmek istediklerini söylerken, bu kuralları önceden bilmeyi ve onlara göre davranışlarını belirleyebilmeyi kastettiklerini söylerler.50 Rex bu eleştiriler üzerine yeni bir kanun hazırlar. Fakat Rex’in hazırladığı yeni kanun yayımlandığı zaman anlaşılır ki bu kanun belirsizliklerle doludur. Kanunda sıradan vatandaşın veya hukukçuların anlayabileceği tek bir cümle dahi yoktur.51

Kanun hemen yürürlükten kaldırılır. Bunun üzerine Rex, uzmanlara kanunun esasına dokunmadan hükümleri açık hale getirmelerini emreder. Fakat kanun metnine açıklık kazandırılması, kanun maddelerinin birbirleriyle çeliştiği gerçeğini ortaya çıkarır.52

Bir kez daha kanun yürürlükten kaldırılır. Bu arada Rex’in onlar için yaptığı her şeyden şikayet eden tebaasına karşı sabrı tükenmiştir. Bu nedenle Rex, onlara bir ders vermeye karar verir. Uzmanlara kanundaki çelişkileri kaldırmalarını, ama aynı zamanda kanunları sertleştirmelerini ve yeni suçlar eklemelerini emreder. Bu yeni düzenlemelerle, daha önce krala rapor sunmak için on gün verilirken, şimdi bu süre on saniyeye inmiştir. Kralın önünde öksürmek, hıçkırmak, hapşırmak, bayılmak on yıllık hapis cezası öngören bir suç olmuştur. Sonuç olarak, bu kanun yayımlandığı zaman neredeyse bir devrim baş göstermiştir. Öncülük eden vatandaşlar, bu kanunları reddettiklerini bildirmişlerdir. Daha sonra krala üzerinde şu not yazan yüzlerce dilekçe gönderilmiştir: “Yapılamayacak olanı emretmek hukuk yapmak değildir, hukuk yapmamaktır, uyulamayacak bir emir hiçbir amaca hizmet etmez; karışıklık, korku ve kaostan başka.53

Kanun yine yürürlükten kaldırılır ve bir grup uzman kanunu gözden geçirmek üzere tayin edilir. Uzmanlar kanun üzerinde çalışır, neredeyse her madde yeniden yazılır ve sonunda açık, tutarlı, vatandaştan gücünün ötesinde bir şey talep etmeyen bir kanun hazırlanır ve kanun metni her sokak başında dağıtılır. Bununla birlikte Rex’in hazırladığı taslaktan bu yana ülkede pek çok değişiklik olmuştur. Bu nedenle de Rex’in hazırladığı taslağın içeriğinde bir takım değişikliklerin yapılması gerektiği fark edilmiştir. Bunun üzerine uzmanların hazırladığı kanunun yürürlüğe girmesinden kısa bir süre sonra, uzmanlar bir dizi değişiklik eklemişlerdir. Sonuç olarak yine bir hoşnutsuzluk oluşmuş ve sokaklarda anonim bir broşür dolaşmaya başlamıştır: “Her gün değişen bir hukuk, hiç hukuk olmamasından daha kötüdür.54

Kanuna ilişkin değişikliklerin hızı yavaşlayınca, bu sorun çözülmüş olur. Bunun üzerine Rex, bundan önceki sorunların uzmanlarından aldığı kötü nasihatlerden kaynaklandığı ve artık kendisinin yargı yetkisini üstlendiğini bildirir. Nihayet, Rex’in tebaasının kendi davranışlarını tutarlı bir kurallar bütününe uyumlu kılabilmesine olanak sağlayan yeni bir dönem başladığı düşünülürken sonuç hiç de umulduğu gibi olmaz. Bir süre sonra Rex’in verdiği kararlar ve o kararlara uygulanması beklenen kanun arasında herhangi bir bağlantı olmadığı fark edilir. Rex’in verdiği kararlar ile yayımlanmış kanunlar arasında bir uyum yoktur. Sonunda vatandaşlar Rex’i tahttan indirmek için ne tür önlemler alınabileceğini düşünürken Rex ölür.55

Hikayede görüldüğü gibi Rex adını tarihe büyük bir kanun koyucu olarak yazdırmak isterken, bir hukuk sistemi oluşturamadan ölmüştür. Kristen Rundle’a göre bu hikayenin önemi, Fuller’ın hukuki patoloji veya başarısızlık sunarak ve nasıl bir hukuk sistemi oluşturulamayacağını ve sürdürülemeyeceğini göstererek, bu başarısızlığın nasıl başarıyla yer değiştirebileceği hakkında düşünmeye davet etmesidir.56 Buna göre hukuk sistemi oluşturmada ilk başarısızlık, kural yaratmayı bile becerememekte, genelleme yapmada başarısızlıktır. Hukuk sistemi oluşturmada ikinci başarısızlık, kuralları yayımlamak konusunda başarısız olmaktır. Üçüncü başarısızlık, geçmişe yürür kanun yapmayı kötüye kullanmaktan kaynaklanan başarısızlıktır. Hukuk sistemi oluşturmada dördüncü başarısızlık, kuralları anlaşılabilir yapmak bakımından başarısızlık, beşinci başarısızlık da birbiriyle çelişmeyen kurallar yapmak bakımından başarısızlıktır. Bir hukuk sistemi oluşturmada altıncı başarısızlık, vatandaştan imkansızı talep etmekten kaynaklanan başarısızlıktır. Yedincisi çok sık değişiklik yapmak olup, bunun neticesinde kurallara uymakla yükümlü olanların kurallara uyum sağlayamamaları söz konusudur. Sekizinci başarısızlık, yayımlanmış kurallar ile onların fiili uygulaması arasındaki uyumda başarısızlıktır.57

Sonuç olarak, Rex’in bir hakim ve kanun koyucu olarak kariyeri bir kural sistemi oluşturmada ve sürdürmede58 en azından sekiz açıdan başarısız olunabileceğini göstermiş59 ve Fuller bu başarısızlıklardan kanun koyucunun hukuk oluşturmak için uyması gereken sekiz ilkeye ulaşmıştır.60 Hukuk kuralları genel, kamusal, geleceğe yönelik, açık, mantıksal olarak tutarlı, uygulanabilir, zaman içinde tutarlı olmalı ve yayımlanan kurallar ile onların fiili uygulaması arasında uyum olmadır.61Fuller’a göre bu “sekiz noktanın herhangi birinde bütünüyle (total) başarısızlık, sadece kötü bir hukuk sistemine yol açmayacaktır; tam anlamıyla hukuk sistemi olarak adlandırılabilecek (is not properly called legal system) bir şey dahi yoktur.”62

Dolayısıyla Rex’in hikayesi “neden kuralları sekiz ilkeye uygun olarak oluşturmak gerekir?” sorusuna bir cevap sunmaktadır: Eğer kanun koyucular bir hukuk sistemi oluşturmak istiyorsa bu sekiz ilkeye riayet etmeleri gerekmektedir. Aksi halde hukuk kuralları insan davranışına yön verememiş ve dolayısıyla bir hukuk sistemi oluşturulamamış olur.63 Rex’in hikayesinin gösterdiği bir diğer şey ise, sekiz ilkeye riayet etmeyen bir hukuk sisteminde vatandaşın da kurallara uymak konusunda bir nedeninin kalmamasıdır. Zira Fuller’a göre, “bir insanın yayımlanmamış bir kurala veya ondan gizlenen ya da o fiilini gerçekleştirdikten sonra oluşturulan veya rasyonel olmayan ya da hukuk sistemi içindeki diğer kurallarla çelişen veya her dakika değişen bir kurala uymasına ilişkin ahlâki bir yükümlüğü yoktur.”64 Fuller, kuralı uygulamakla yükümlü kişinin kuralı görmezden gelmesinin veya uygulamamasının, vatandaşın kurala uymasını imkansız kılmayacağını,65 ama bir noktadan sonra kurala itaatin de vatandaş açısından boşuna olacağını belirtir ve sosyolog Georg Simmel’den alıntı yaparak, vatandaş ve hükümet arasında kuralların uygulanmasına saygı açısından bir karşılıklılık66 olduğunu belirtir.67 Hükümet vatandaşa şunu demektedir: “Bunlar senden uymanı beklediğimiz kurallardır. Eğer bu kurallara uyarsan, bu kuralların davranışına uygulanacak olan kurallar olacağını garanti ediyoruz.68 Fuller’a göre, bu karşılıklılık bağı hükümet tarafından tamamıyla koparıldığı zaman, vatandaş açısından kurallara itaat ödevini yerine getirme belirli bir temelden yoksun kalmaktadır. Yani, vatandaşın kurallara uymak için bir nedeni kalmamaktadır.69 Bir başka ifadeyle, hukuki öznenin hukuka bağlılığının söz konusu olabilmesi için kanun koyucunun onunla bir karşılıklılık içinde olması lazımdır.70

Netice olarak Rex’in hikayesi, sekiz ilkeye riayet etmeyen bir kanun koyucu örneği sunarak, bir hukuk sistemi oluşturmak için sekiz ilkeye neden riayet edilmesi gerektiğini aksiyle kanıt (reductio ad absurdum) yoluyla ortaya koymuş olmaktadır. Buna göre kanun koyucuların insanların davranışlarına yön vermek, vatandaşların kurallara uymasını sağlamak yani bir hukuk sistemi oluşturmak için bu sekiz ilkeye uyması gerektiği iddia edilebilir. Böyle bir cevap sekiz ilkenin, etik ilkeler olmadığı, kanun koyucunun işini kolaylaştıran (daha etkili kılan) ilkeler, davranış normları olduğu sonucuna varılmasına neden olabilir. Ancak Fuller’ın teorisinin bir başka yönüne bakıldığında bu cevabın eksik bir cevap olduğu görülebilir. Zira Fuller’ın teorisinde saklı bir insan görüşü vardır:

Şimdi en önemli hususa gelmiş bulunuyorum. Bu önemli husus da hukuki ahlâkın taleplerine riayet edilmesiyle insan hayatının genel olarak daha büyük amaçlarına hizmet edilebileceğidir. Bu hukukun iç ahlâkında saklı insan görüşüne dayanır. Hukuki ahlâkın pek çok etik meseleye karşı nötr olduğunun söylenebileceğini defalarca gözlemledim. Hukuki ahlâk kendi içindeki insan görüşüne karşı nötr olamaz. İnsan davranışını kuralların yönetimine tabi kılma girişimi insanın sorumlu bir eyleyen, kuralları anlama ve takip edebilme yetisine sahip ve kendi hatalarından sorumlu olduğu veya olabileceği görüşüne zorunlu bir bağlılık içerir.

Hukukun iç ahlâkından her bir ayrılış, sorumlu bir hukuki özne olarak insanın onuruna hakaret etmek demektir. Onun davranışlarını yayımlanmamış veya geçmişe yürür kurallarla yargılamak ya da ona yerine getiremeyeceği emirler vermek, onun özerkliğine karşı kayıtsızlığı ortaya koymaktır. Bunun aksine, insanın sorumlu eylem yetisi olmadığı kabul edildiğinde, hukuki ahlâk (legal morality) var olma nedenini kaybedecektir. Onun davranışlarını, yayımlanmamış veya geçmişe yürür kurallarla yargılamak artık bir hakaret olmayacaktır, çünkü artık bir hakaret yoktur – hatta bu bağlamda yargılamak sözü de yersiz olacaktır; biz artık bir insanı yargılamıyoruz, onu kontrol (act upon) ediyoruz.71

Bu doğrultuda, sekiz ilkenin türetildiği kaynağın, insanın akıl sahibi ve kendi kararlarını, seçimlerini yapabilen birey olduğu ileri sürülebilir. Bu iddia ise hukukun iç ahlâkını açıklamada önemli bir yerde durmaktadır.

III. Hukuk ve Ahlâk Arasındaki Bağlantı

Dolayısıyla hukuk ve ahlâk arasındaki zorunlu bağlantı ilk olarak, hukuka tabi vatandaşın yani hukuki öznenin özerk bir birey olmasıyla açıklanabilir. Bugün Fuller yanlısı teorisyenler de hukukun insanın özerkliğine saygı duymasını, sekiz ilkenin ahlâki ilkeler olduğu savunusunda gerekçe olarak kullanmaktadır.

Fuller yanlısı teorisyenlerden Jeremy Waldron, Fuller’ın yukarıda aktarılan iki paragrafta hukukun özel bir yönüne işaret ettiğini ileri sürmektedir. Bu özel yön de hukuk veya kurallarla yönetimin, kişinin kendi davranışına kuralları uygulayabilme (self-application) yetisine dayanıyor olmasıdır. Yani, hukukla yönetim çerçevesinde, insanlar, devlet tarafından uygulanacak zorlayıcı bir güç neticesinde kurallara uymaktansa, kendi davranışlarına normları uygulamakta ve buna göre davranmakta, davranışlarını düzenlemekte, kısaca normlara göre hareket etmektedir.72 Bu husus, Waldron’a göre, işleyen bir hukuk sisteminin en önemli özelliğidir. Hukuk sistemleri, insanların normları anlama ve kavrama yetilerine, kendi kendilerini kontrol etmelerine, denetlemelerine ve kendi davranışlarını ayarlama yetilerine güvenmektedir.73

Bu iddiayla paralel olarak, Fuller’ın teorisinde belirli bir insan görüşü söz konusudur. Buna göre, Fuller eyleyenden bahsettiği zaman, amaçsal eylemi gerçekleştirme yetisine sahip ve kendisinin amaç olduğu bilincine sahip kişiden bahsetmektedir. Buna göre sadece kanun koyucunun verdiği direktifleri takip eden biri değil, bir onur taşıyıcısı, kendi kendine karar verme yetisine sahip birinden söz etmektedir.74 Aynı zamanda, Fuller için hukuki özne ise, “onlara söyleneni yapmaya hazır, boyun eğen bir kitlenin” üyesi olmak değildir. Fuller için hukuki özne, bir eyleyen (agent) olarak saygı duyulan biri olmak ve ayırt edici özelliği olan bir düzenin üyesi olmak anlamına gelmektedir.75 Dahası Rundle’a göre hukuki özne, sadece kendi çıkarları açısından seçimleri ve planları olan bir birey değil, Antik Yunan tarzı vatandaşa benzer olarak hukuk düzeninin aktif katılımcısıdır.76

Bu insan görüşünden hareket eden Rundle’a göre hukuk doğası gereği ahlâkidir. Zira hukukun formu, yani genel kurallar aracılığıyla yönetim, hukuki öznenin statüsünü sorumlu bir varlık olarak kabul etmekte ve sorumlu bir eyleyen olarak insana saygı duymaktadır.77 Yani Fuller’ın teorisi çerçevesinde insan, genel kurallarla etkileşime girebilen sorumlu bir eyleyendir. Bu doğrultuda hukuki özneye talimat veren veya hukuki özneye dayatılan bir kurallar sistemi, hukuk sistemi olarak adlandırılamaz.78

Özellikle bu noktada genel kurallar, yani hukuk aracılığıyla yönetim ve idari emir arasındaki fark önemlidir.79 Zira hukuk kurallarıyla, yani genel kurallar aracılığıyla yönetim, hukuki öznenin hukuk çerçevesinde eyleyebilme kapasitesine dayanmaktadır.80 Daha da ötesi, Fuller hukukun formunun öznenin statüsüne saygı göstermenin ötesinde, bunu önceden varsaydığını da iddia etmektedir. Zira Fuller’ın The Morality of Law’da belirttiği gibi, hukuka bağlılık belirli bir insan anlayışını gerektirmektedir.81

Hukuk ve ahlâk arasındaki zorunlu bağlantıyı açıklamanın bir diğer yolu ise Fuller’ın görüşleri çerçevesinde, sekiz ilkenin kanun koyucu ve vatandaş arasında bir karşılıklılık ilişkisi oluşturmasıdır. Yukarıda belirtildiği gibi, kanun koyucu ve vatandaş arasındaki karşılıklılık şuna dayanır: Bir yandan kanun koyucu vatandaşların bir bütün olarak kendisinin yaptığı kuralları hukuk olarak kabul ettiğini ve bunlara uyacağını umacak; diğer yandan da vatandaşlar kanun koyucunun kendi yapmış olduğu kurallara bağlı kalacağını (özellikle vatandaşların davranışları yargılanacağı zaman) umacaklardır.82 Fuller’a göre, bunun anlamı, vatandaşların ellerinde kanun kitaplarıyla dolaşıp, kanun koyucuların bunlara uygun hareket edip etmediğini tespit etmesi demek değildir.83 Burada önemli olan nokta, vatandaşın “hükümetinin bu hukuk oyununu adil bir şekilde oynadığına dair bir inancının (faith)” olmasıdır.84 Fuller’a göre işleyen bir hukuk sisteminde vatandaşların bu inanca sahip olması çok büyük bir önem taşıdığından, buradaki önemli bir düş kırıklığı hem vatandaş açısından hem de yöneticiler açısından bir hukuk düzeninin “ahlâki temellerini” zedeleyecektir.85

Dolayısıyla kanun koymanın iç ahlâkının ahlâki boyutu, kuralların uygulanması bakımından kanun koyucu ve vatandaş arasındaki karşılıklı beklentiye dayanmaktadır. Kanun koyucunun kurallara uygun olarak hareket etmesi için de öncelikle genel nitelikte kuralların olması, bu kuralların anlaşılabilir olması, yayımlanmış olması yani sekiz ilkeye uygun olarak oluşturulması gerekmektedir. Bu doğrultuda hukukla yönetilen vatandaşların beklentisi de genel, yayımlanmış olan, açık, yerine getirilebilir, tutarlı, zaman içinde çok sık değişmeyen ve geçmişe yürümeyen kurallarla yönetilmektir. Daha açık bir ifadeyle vatandaşlar, kendi davranışlarına ve yetkililerin davranışlarına bu kuralların uygulanacağı beklentisi içindedirler. Bu beklenti ise bir sosyal düzenleme modeli olarak hukukun amacından kaynaklanmaktadır. Fuller’a göre hukukun amacı, insan davranışına yön vermektir.86 Bu doğrultuda da hukuka tabi olan vatandaş, bir hukuk sistemindeki kuralların insan davranışına yön vereceği beklentisi içindedir. Dolayısıyla hukukun sekiz ilkeye uygun olarak oluşturulacağı beklentisi içindedir. Kanun koyucunun beklentisi ise kurallara tabi olan vatandaşın bu kuralları anlama, takip edebilme yetisine sahip özerk bireyler olmasıdır.

Sekiz ilkenin bir sosyal düzenleme modeli olarak hukukun amacından kaynaklandığı iddiası ise bu ilkelerin neden hukukun veya kanun koymanın “iç” (inner, internal) ahlâkı olarak kabul edilmesi gerektiğini açıklar. Bu ilkelerin hukukun “iç” ahlâkının ilkeleri olarak adlandırılmasının sebebi, hukukun dışından dayatılan bir takım amaçlar veya gerekliliklerden kaynaklanmıyor oluşu, hukuk düzeninin bizatihi kendi amacından87 kaynaklanıyor oluşudur. Daha açık bir ifadeyle, hukukla yönettiğini iddia eden her yönetim sekiz ilkeye riayet etmelidir. Zira hukukun amacını -insan davranışına kurallar aracılığıyla yön vermek- gerçekleştirmeye olanak sağlayan ve hukuku hukuk yapan sekiz ilkedir.

Dolayısıyla Fuller’ın görüşleri çerçevesinde hukukla yönetim, kanun koyucu ve vatandaş arasında bir karşılıklılık ilişkisine dayanır. Bu ilişki bir hukuk sisteminin ahlâki temelidir. Böyle bir ilişki Fullerın hukukun kendine özgü bir ahlâkı olduğu iddiasının temelidir. Hukuk sisteminin vatandaş ve kanun koyucu arasındaki karşılıklı ilişkiye dayanmasının neden ahlâk olarak kabul edilmesi gerektiği, bir “verdiğin sözü tutma” veya “güven ilişkisi” olarak görülebilir. Hukukla yönettiğini iddia eden kanun koyucular, hukukla yönetimin bir gereği olarak sekiz ilkeye riayet etme sözü vermiş olmaktadırlar. Vatandaş da böyle bir beklenti içindedir. Dolayısıyla sekiz ilkeye riayet etme zorunluluğu, hukuka tabi olan tarafı yani vatandaşı da hukukun bir parçası olarak görmekle ilgilidir. Kanun koyucular bir hukuk sistemi oluşturmayı amaçladıkları takdirde, vatandaşın kurallara uygun bir şekilde hareket edebileceği bir sistem yaratmak zorundadırlar. Zira Fuller’ın görüşleri çerçevesinde kanun koyucu hukuk oluşturmak istiyorsa, dilediği her düzenlemeyi hukuk olarak kabul edemez; ancak vatandaşın kurallara uygun olarak davranışını belirleyen, yani sekiz ilkeye uygun olarak oluşturulmuş, düzenlemeler hukuk olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla bir sosyal düzenleme modeli olarak hukuk, karşılıklı olarak verilen (kanun koyucu ve vatandaş tarafından) sözleri tutmak bakımından ahlâki bir düzen olarak görülebilir.

Ayrıca sekiz ilkeye uygun bir şekilde inşa edilen ve sürdürülen rejimler vatandaşları korku, tedirginlik ve belirsiz durumlardan uzak tuttuğu, belirli bir kötülükten kaçınmayı sağladığı için de ahlâki bir boyuta sahiptir. Dolayısıyla sekiz ilkenin etik ilkeleri olarak kabul edilebilmesinin bir diğer nedeni, keyfiliği önlemeleri ve belirli tür kötülüklerin önüne geçebilmeleridir. İlkelerin belirli kötülüklerden kaçınmayı sağlaması, insanların belirsiz ve öngörülemeyen ve kaostan uzak bir hayat sürdürmesini olanaklı kılmalarıyla ilgilidir. Bu ilkeler aracılığıyla ne tür bir kötülükten kaçınılabileceği ise bu ilkelerin yerine getirilmediği bir sistem altında yaşamayı tahayyül etmekle ortaya konulabilir.88

Kuralların yayımlanmadığı, belirsiz ve yerine getirilmesi imkansız talepleri içerdiği rejimlerde, vatandaşlar devamlı bir tehlike korku ve kaos altında yaşamaktadır.89 Fuller geçmişte bazı hükümetlerin kaos ve korku yaratarak bazı gizli amaçlarını gerçekleştirmeye çalıştıklarının farkındadır.90 Çünkü yerine getirilmesi mümkün olmayan veya ne anlama geldiği açık olmayan kurallara uymak zorunda olmak, vatandaşı çok geniş ve hatta keyfi bir takdir yetkisine sahip bir yönetimle karşı karşıya getirmektedir. Belirsiz kurallar, yönetenlerin vatandaşlara karşı istediğini yapabilmesini sağlamaktadır. Bu tür kurallar, yetkililere istediği kişiler hakkında kovuşturma açma imkânı sunmaktadır. Böyle bir yönetimle karşı karşıya kalan vatandaşlar ise hayal kırıklığına uğramanın da ötesinde artık plan da yapamamakta91 ve korku ve tedirginliğin yanı sıra hükümetleri kızdırmamaya ve muhalefet etmemeye çalışmak durumunda kalmaktadırlar.92

Bu tür rejimlerde söz konusu olan “kayıp insanlar” da muhalefeti korkutmanın veya insanları korku içinde bırakmanın örneklerinden biridir.93 Kayıp insanların söz konusu olduğu rejimlerde, sekizinci ilkenin ihlali çok açıktır. Burada amaç, insanlara korku aşılamak ve muhalefeti baskılamaktır. Aynı şekilde, kaybolanların yakınları açısından da durum çok kötüdür.94 Evan Fox-Decent’e göre, kaybolma durumunda devlet yanlış yaptığı şeyleri reddetmekte ve kaybolan kişinin vücudu bulunamamakta ve yakınları da sonsuz bir keder ve ümitsiz bir beklenti içine düşmektedir. Bununla birlikte, hukuk devleti yani sekiz ilkeye riayet eden bir rejim tarafından güvence altına alınan saydamlık, kaybolmanın yol açtığı terörü engelleyebilir; çünkü kötülük bunların gizli bir şekilde yapılmasından kaynaklanmaktadır.95

Toparlayacak olursak Fuller’ın dile getirdiği ilkeler kanun koyucuya yönelik bir takım davranış normları getirmektedir. Bu davranış normları kanun koyucu ve vatandaş arasında kuralların uygulanması bakımından bir karşılıklılık ilişkisi yaratması, kişinin özerkliğine saygı gösterilmesinin bir yolu olması bakımından ahlâki bir niteliğe sahiptir. Daha da önemlisi sekiz ilkeye uygun bir şekilde inşa edilen ve sürdürülen rejimler vatandaşları korku, tedirginlik ve belirsiz durumlardan uzak tuttuğu, belirli bir kötülükten kaçınmayı sağladığı için de ahlâki bir boyuta sahiptir.

IV. Kişinin Özerkliği ve Hukuk Arasındaki İlişkiye Dair Sorgulamalar: Waldron

Waldron’a göre kurallarla yönetim, her ne kadar, insanın kendi kendine karar verme ve bunun neticesinde kurallara uyma veya uymama yetisine dayansa da, bir sosyal düzenleme modeli olarak hukuka ilişkin üç hususun daha tartışılması gerekmektedir. Birincisi hukuk sadece normlardan değil, aynı zamanda da standartlardan oluşmaktadır. Dolayısıyla vatandaşların karşısında her zaman onlara ne yapmalarını veya ne yapmamalarını söyleyen açık kurallar yoktur. Örneğin “gereken özen” kavramı gibi. Waldron’a göre, bazı düşünürler sadece yetkililer tarafından anlamı belirlendiği takdirde standartların insan davranışına rehber olabileceğini kabul etmektedir. Ancak Waldron’a göre, bu durumlarda dahi hukuk insanlara, standartların ne anlama geldiğini belirlemek konusunda yetkililere güvendiği gibi güvenmektedir. Dolayısıyla hukuk, normları kendi davranışlarına uygulayacağı ve normların kendi davranışları üzerindeki etkisini anlayabileceği noktasında insanlara güvenmektedir.96

İkinci husus, genel kuralların her zaman uygulanmasının mümkün olmamasıdır. Bunun nedeni uygulama konusundaki bir uyuşmazlık olabileceği gibi, hukuk kurallarının uygulamasının bir yetkili aracılığıyla mümkün olması olabilir.97 Ama bu durumlarda da Waldron’a göre, hukuk insanların kuralları kendi davranışına uygulayabilme yetisine güvenmektedir. Örneğin, bir özel hukuk davasında belirli bir para ödemeye mahkum edilen kişinin evine doğrudan icra memurunun gitmesinden önce, kişinin parayı rızasıyla ödemesi beklenmektedir.98

Üçüncü husus ise hukukun zorlayıcı karakteriyle ilgilidir. Waldron ve diğer düşünürler insanın özerkliği ve kendi hayatı üzerinde karar verme yetisi üzerinde dursa da, Waldron hukukun zorlayıcı karakterinin, insanın özerkliği ve genel kurallar ilişkisine nasıl bir etkide bulunacağını sorgulamamıza olanak sağlar. Waldron, hukukun zorlayıcılığının farkındadır. Amacı da hukukun zorlayıcı karakterini inkar etmek değildir;99 çünkü “hukuk insanları öldürür, iflas ettirir, güç kullanır, ceza verir. Bunlar hukukun karakteristik olarak yaptığı şeylerdir.”100 Ancak hukuk güç uygularken, Waldron’a göre, bunu formlar ve kurumlar aracılığıyla yapmaktadır ve hukukla yönetimin en temel özelliği de budur.101 Bu doğrultuda, hukukun normlar aracılığıyla ileri sürdüğü talepler, her ne kadar yerine getirilmesi gereken talepler olsa da, insanların normu kendi davranışlarına uygulama ve izleme (monitör) yetisine bir alan bırakmaktadır.102

Dahası, Waldron’a göre hukukun güç uyguladığı durumlarda bile, hukukun her istediğini istediği şekilde yapması söz konusu değildir. Hukuk, insanlar hukuki yaptırımlardan korksa, çekinse veya hukuk insanların aksi takdirde gitmek istemeyeceği yerlerde veya durumlarda bulunmasına neden olsa bile, böyle bir durum sürü “gütmekten” farklı bir şeydir. Bunun yerine, hukuk ve insan onuruna saygı arasındaki ilişkiden söz edilmelidir. Bu doğrultuda hukukun güç kullandığı ve insanların en savunmasız olduğu zamanlarda bile, insan onuruna saygı duyulması söz konusudur.103 Hukukun insanlar üzerinde zorlayıcılığını kullanmasının bir örneği kişinin ciddi bir suçla yargılanmasıdır. Bu durumda kişi istese de istemese de mahkeme salonuna zorla getirilmekte, ceza almakta, cezaevine götürülmekte ve bütün bunlar zorla yaptırılmaktadır. Ancak Waldron’a göre, bu zorlama onu ‘barbarca umutsuz bir dehşetten titreyen104 biri haline indirgememektedir.105

Ayrıca Waldron’a göre, hukuk tarafından davranışların sıkıca kontrol altına alındığı durumlarda bile, kişiler dik durabilmeli ve hareket etmekten acizlermiş gibi yerlerde sürüklenmekte ziyade emirlere cevap verebilen durumunda olmalıdırlar. Waldron bunların belki önemsiz meseleler veya ayrıntılar olarak görülebileceğini ve bazılarının şu soruları “Eğer birisi idama mahkum edilmişse onun hücreye nasıl götürüldüğünün ne önemi vardır?” “Eğer birisi tutukluysa onun ayakta mı yoksa sürüklenerek götürüldüğünün ne önemi vardır106 sorabileceğini belirtir. Ancak Waldron’a göre, aşağılama veya itibarsızlaştırma durumunda bu detaylar öne çıkmakta veya gözaltı durumunda bu tür detaylar ile insan onuru ilişkisi doğrudan söz konusu olmaktadır. Waldron’a göre, onurun dik durmayla önemli bir ilişkisi vardır ve bu önemsiz meselelerdeki onur kırıcı durum (indignity) esasa ilişkin hakaretin bir habercisi olabilir. Zira,“Terörle olan savaşın başında, Guantanamo’daki tutukluların yürüyerek götürülmesinden ziyade, el arabası üzerinde götürülmesi, sonradan yaşanacakların habercisi değil midir?”107

Sonuç olarak bütün bunlar Waldron’a göre, hukukla yönetimi, bir çubukla veya köpekle bir hayvan sürüsünü gütmekten farklı bir şey yapar. İnsanların kuralları kendi davranışlarına uygulayabilmesi (self-application) hukuku hukuk yapan özelliktir. Bu özellik hukuku, tehdit ve şiddet aracılığıyla gerçekleştiren yönetimden farklı kılar. Fuller’ın da gösterdiği gibi, insanların kuralları kendi davranışlarına uygulayabilmesi (self-application) hukukun insan onuruna saygısının bir göstergesidir.108

V. Fuller’ın Teorisine Yöneltilen Eleştiriler

Fuller’ın hukukun kendine özgü bir iç ahlâkı olduğu iddiası literatürde, o dönemde, ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Bu eleştirilerden ilki bu ilkelerin ahlâki ilkeler olmadıkları, etkili bir kanun koymanın ilkeleri olduğudur.109 Fuller bu eleştiriye A Reply to Critics’te idari emir ve genel kurallar aracılığıyla yönetim ayrımı çerçevesinde cevap vermiştir.110 Bu noktada da idari emir ve hukukun (genel kurallarla yönetim) farkı ortaya konulmalıdır. Bununla birlikte Fuller bu iki sosyal düzenleme formunun gerçek hayatta birbirine girmiş olduğunu belirtir. Fuller açıklamada kolaylık sağlamak için bunların ideal tiplerinin özelliklerini ortaya koyar.111Ayrıca Rundle da idari emir ve hukuk arasındaki ayrımı abartmamak gerektiğini, zira Fuller’a göre hukukun varlığının bir derece meselesi olduğunu belirtir.112

İkisi arasındaki farkı belirtmeden önce, bu iki sosyal düzenleme formu arasındaki benzer özellikler üzerinde durmak gerekmektedir. Buna göre hem hukuk hem idari emir, insan davranışını yönlendirmeyi ve kontrol etmeyi içine almaktadır. Her ikisi de otoriteye bağlılığa işaret etmektedir. İki sosyal düzenleme formunun da kullandığı terimler benzerdir; otorite, kontrol, yetki, itaat, rıza gösterme, meşruiyet gibi.113 Bununla birlikte Fuller’a göre ikisi arasındaki farklar şu şekildedir: “hukukun en temel karakteristiği genelliğinde yatmaktadır.”114 Bunun anlamı hukukun genel kurallar koyması veya hukukun genel kurallar aracılığıyla yönetimle ilgili olmasıdır. Buna karşılık idari emir spesifik emirlerle (directives) ilerlemektedir: “Burada bunu yap” “A, B ile yer değiştirsin.” “Yarın sekiz buçukta raporu hazır et gibi.”115 Ayrıca, emirler (directives) üst tarafından belirlenen bir amaca hizmet etmek için “ast” tarafından uygulanmaktadır. Buna karşılık hukuka bağlı vatandaş, kanun koyucu tarafından belirlenen amaçlara hizmet amacıyla kuralları uygulamamakta, fakat kendi ilişkileri (affair) çerçevesinde kuralları takip etmektedir. İdari emirler, ast/üst arasında ve tamamlayıcı bir şekilde “ast”ın üçüncü kişilerle ilişkileri arasındadır. Bir hukuk sisteminin kuralları ise daha çok vatandaşların birbirleriyle ilişki kurmalarına, tamamlayıcı bir şekilde kurallardan kaynaklı olarak otoriteyle ilişki kurmalarına hizmet etmektedir. Fuller’a göre ceza hukuku alanında bile bu böyledir. Ceza hukukunun temel fonksiyonu, vatandaşların birbirleriyle etkileşime girebilmeleri için sağlam ve durağan bir çerçeve yaratmaktır.116

Bununla birlikte Fuller genellik ilkesinin idari emirle yönetim modelinde de kullanılabileceğinin farkındadır. Diğer bir ifadeyle “üst” “ast”ını genel kurallar aracılığıyla yönetebilir. Ancak bir sosyal düzenleme modeli olarak hukuktan farklı olarak idari emir söz konusu olduğunda genellik ilkesi “üst” ün menfaati (expediency) gereği kabul edilmiştir.117 Diğer bir ifadeyle üst eğer genel kurallar aracılığıyla “ast”la ilişki içinde ise bunun nedeni, her seferinde direktif veya emir verme zahmetinden kurtulmaktır. Örneğin ast/üst ilişkisi içinde olan iki kitabevi çalışanını düşünelim. Üst konumunda olanın, “ast”a her hafta raflardaki kitapların alfabetik sıraya uygun olup olmadığını kontrol etmesini söylemektense “her Pazartesi kitapların alfabetik sıraya uygunluğunu düzenle.” diye bir genel kural koyduğu varsayılsın. Fuller’a göre buradaki genel kuralın hukukla yönetimden farkı, böyle bir genel kuralın “üst”ün işini kolaylaştırıyor oluşudur. Bunun anlamı, “üst”ün genel kuraldan sapması halinde “ast”ın şikayet etme hakkı olmamasıdır. Örneğin “üst” astına “bu hafta Çarşamba günü de kitapların alfabetik sıraya uygun olup olmadığını kontrol edeceksin” dediğinde, “ast”ın “ama bu işi sadece Pazartesi yapıyordum” demeye hakkı yoktur. Bu durumda “üst”ün genel kural koymasının tek nedeni, genel kuralla yönetimin kendisine sağladığı kolaylıktır. Bu nedenle “üst”ün kendi koymuş olduğu genel kurala uyma yükümlülüğü de yoktur. Dolayısıyla idari emirde, genel kurallar koyulması, “üst”ün menfaatleriyle ilgili olduğu için, sekizinci ilke, yani yayımlanan kural ile fiili uygulaması arasındaki uyum ilkesi de anlamını kaybetmektedir.

Fuller bu analizinin neticesinde, idari emir açısından hukukun iç ahlâkının sekiz ilkesinin, gerçekten etkililiğin ilkeleri olduğu ve buradaki ilişkinin tek yönlü olduğunu dile getirir. Bu ilkeler, Fuller’a göre, “üst konumundaki kişinin amaçlarının başarısını sağlamaya yönelik vasıtalar”dır.118

Fuller’a göre hukukun en karakteristik özelliği genel kurallarla yönetime dayanıyor oluşudur. İdari emir ise belirli emirlere, direktiflere dayanmaktadır. İdari emirde, “ast” “üst”ün belirli amaçlarını gerçekleştirmek için direktiflere uyuyordur. Bu doğrultuda emir veren “üst” verdiği emrin etkili bir şekilde gerçekleştirilmesini ve amaçladığı şeyin etkili bir şekilde gerçekleştirilmesini istiyorsa emirlerinin açık, tutarlı, yerine getirilebilir, yayımlanmış olması ve birbiriyle çelişmemesi gerekmektedir.119 Ancak hukukla ve genel kurallarla yönetim söz konusu olduğunda, yöneten yönetilenin kuralları anlama kapasitesine ve özerkliğine saygı duymaktadır. Kişilerin özerkliğine saygı duyularak, kurallara uygun davranıp davranmamak kişilere bırakılmakta ve hukukla yönetim adına etkililikten taviz verilmektedir.120 Dolayısıyla hukukla yönetimin amacı insan davranışına yön vermektir, kanun koyucunun kişisel çıkarlarını gerçekleştirmek değil. Bu nedenle hukukla yönetim söz konusu olduğunda bu ilkeler etkililiğin ilkeleri olarak görülmemelidir. Dahası Sururi Aktaş’ın da vurguladığı gibi, eğer kanun koyucular amaçlarını gerçekleştirmek istiyorlarsa, sekiz ilke bu amaçların etkili bir şekilde gerçekleştirilmesini engelliyor olabilir.121 Ayrıca, kanun koyucu kendi amaçlarını gerçekleştirmeye çalıştığında, zaten artık hukukla yönetim değil, idari emirle yönetim söz konusudur.122 Örneğin, kural koyanların amacı, insan davranışını kuralların yönetimine tabi kılmaktansa, muhaliflerden kurtulmaksa, bu amacı etkili bir şekilde gerçekleştirebilmek için geçmişe yürür kural çıkarabileceklerdir.

Fuller’ı eleştirenlerin bir diğer iddiası ise bu ilkelere uygun hukuk sistemlerinin, adil sistemler olmak zorunda olmadığı iddiasıdır.123 Fuller bu iddiaya farklı eserlerinde cevap vermeye çalışmıştır. Ancak Fuller bu sorunun onun teorisiyle ilgili olmadığı iddia etseydi, Hart’ın ve diğerlerinin eleştirilerini bertaraf edebilirdi. Zira hukuki pozitivizmin iddia ettiği gibi hukukun iç ahlâkının sekiz ilkesine riayet eden ve aynı zamanda adaletsiz rejimler olabilir. Ancak Fuller’ın temel amacı sekiz ilkenin nasıl adaletsizliklerin önüne geçebileceğini açıklamak değildir.124 Zira Fuller açıkça hukukun iç ahlâkı ve dış ahlâkı ayrımı yapmaktadır.125 “Hukuki ahlâkın pek çok etik meseleye karşı nötr olduğunun söylenebileceğini defalarca gözlemledim.” 126 cümlesindeki ifadesi de çok nettir. Ayrıca Ronald Dworkin ve Marshall Cohen’e yazdığı cevapta da düşünceleri çok açıktır: “Ben hiçbir zaman, hukukiliğin bütün taleplerine tamamıyla uyumlu vasıtalarla kötülüğü gerçekleştirmek, en azından bazı tür kötülükler, fikrinde mantıksal bir tutarsızlık olduğunu söylemedim…127 Fuller, bu sözleriyle paralel bir şekilde hukukun iç ahlâkı, bir sosyal düzenleme modeli olarak hukukun kendine özgü bir ahlâkı olup olmadığı sorusuyla ilgilidir; hukuk kurallarının içeriğinin ahlâki niteliğiyle değil. Bu nedenle pozitivizmin bu eleştirisi ve Joseph Raz’ın etkililik iddiaları128 Fuller’ın teorisine zarar verir görünmemektedir.

Sonuç

Yukarıda belirtildiği gibi Fuller’ın teorisi o dönemde yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Bunun da ötesinde, Fuller’ı asıl rahatsız eden hukukun iç ahlâkının olup olmadığı sorusunun, sekiz ilkenin etkililiğin ilkeleri olup olmadığı sorusuna indirgenmesidir. Fuller hukukun iç ahlâkına ilişkin görüşlerinin etkililik meselesine indirgenmesinin sorumlusu da olarak da Hart’ı görmektedir.129 Fuller’ın teorisi her ne kadar yaşandığı dönemde anlaşılmamışsa130 da bugün bu durumun değiştiği ileri sürülebilir. Yukarıda görüşleri aktarılan Winston, Luban, Waldron, Rundle gibi isimler hukukun iç ahlâkını Hart’ın eleştirilerinden sıyırarak anlamlandırmışlardır. Bu çalışmada da hukukun iç ahlâkı veya Fuller’ın ileri sürdüğü hukuk-ahlâk ilişkisi Hart’ın iddiaları çerçevesinde yani bu ilkelerin etkili bir kanun koymanın ilkeleri olup olmadığı sorusu çerçevesinde ele alınmamıştır.

Bu doğrultuda da Fuller’ın ileri sürdüğü hukukun kendine özgü bir ahlâkı olduğu iddiası, yukarıda belirtildiği gibi, hukuk kurallarının içeriğinden bağımsız olarak, vatandaşın veya hukuki öznenin özerk bir birey olmasıyla, kanun koyucu ve vatandaş arasındaki karşılıklı ilişkiyle ve sekiz ilkenin vatandaşı korku, tedirginlikten uzak tutmasıyla açıklanabilir. Ancak sekiz ilkenin vatandaşı korku, tedirginlikten uzak tutması iddiasına karşılık, bu tür rejimlerde muhaliflerin kaybolmalarının insan hakkı ihlali olduğu ve Fuller’ın teorisine gerek kalmadığı iddia edilebilir.131 Ancak, Colleen Murphy’nin de belirttiği gibi, Fuller’ın teorisi aracılığıyla yetkililerin hukuk sisteminin kurumsal işleyişindeki etkisine ve hukuk kurumu aracılığıyla oluşturulan yetkililer ve vatandaşlar arasındaki ilişkiye odaklanılabilir.132Bu doğrultuda, Fuller’ın teorisi, ahlâk dışı olan bazı davranışların, neden aynı zamanda hükümet ve vatandaş arasındaki sağlıklı bir ilişkinin temeli olan güven ve karşılıklılığa zarar verdiğini göstermektedir.133 Bu tür ihlaller, ahlâki olarak problemlidir; çünkü vatandaşın ve yetkililerin birbirine karşı olan ahlâki sorumluluklarının temelinde yer alan karşılıklılığı ortadan kaldırır. Murphy’e göre, bu ihlaller bireylerin hak ihlallerinin yanı sıra, kendine özgü ahlâki bir yanlışlıktır da.134 Bu çerçevede Fuller’ın görüşleri, yetkililer ve vatandaş arasındaki karşılılıkta var olan yükümlülüklerin ahlâki temelinin görülmesini sağlar.135

Ancak bu iddialar sekiz ilkenin etik ilkeler olduğunu iddia etmek için yeterli midir? Yukarıda belirtildiği gibi, etik ilkeler insanın değerinin bilgisinden türetilen ilkelerdir. “İnsanın değerinin bilgisine dayanarak çıkarılan ilkeler, reductio ad absurdum yoluyla temellendirilebilir. Böyle bir ilkenin bize bildirdiği ise şöyle bir şeydir: bir insan şöyle şöyle davranırsa (ya da davranmazsa), insanın yapısal olanaklarının gerçekleşmesini engellememesi olasılığı artar. Tersini yapmak, gerçekten bu olanakların gerçekleşmesini engelliyorsa -bu gösterilebiliyorsa-, ilkenin gerekliliği temellendirilmiş olur.”136 O halde kanun koyucular sekiz ilkeye uygun davranıyorsa, insanın yapısal olanaklarının gerçekleşmesinin engellenmemesi olasılığı artmakta mıdır? Sekiz ilkeye riayet eden hukuk sistemlerinde insanının yapısal olanaklarının engellenmeme olasılığının arttığı ileri sürülebilir. Ancak bunun kavramsal olarak böyle olması gerekmemektedir. Daha açık bir ifadeyle kavramsal olarak sekiz ilkeye riayet eden ve insanın yapısal olanaklarını engelleyen hukuki sistemler olabilir. Dolayısıyla yapısal olanakları engellememe hususu, hukuk kurallarının içeriğine yönelik ilkelerle ilgilidir, işkence yasağı yapmamak gerekir veya ırk ayrımı yapmamak gerekir gibi. Fuller’ın ileri sürdüğü sekiz ilke ise kanun yapma sürecine ilişkin ilkelerdir. Ancak sekiz ilkenin insanın yapısal olanaklarının gelişimine hiçbir şekilde etki etmediğini iddia etmek doğru değildir. Zira yukarıda da belirtildiği gibi, sekiz ilke aracılığıyla vatandaşlar hukuk sisteminin bir parçası haline gelmektedir. Daha da ötesi sekiz ilke aracılığıyla belirsizlikten ve kaostan uzak bir düzen kurulmaya çalışılmaktadır. Böyle bir hukuki düzen öngörülebilir bir düzendendir ve kanun koyucuların keyfi davranışlarının önüne geçmektedir. Dahası öngörülebilir bir ortam adaletsiz kanunların eleştirilmesi ve değiştirilmesi için de bir zemin hazırlamaktadır.137 Bütün bu iddiaların yanında, adil, haklara saygılı, geliri eşit bir biçimde dağıtmayı hedefleyen rejimlerin de, hedefledikleri bu “iyi” amaçları sekiz ilkeye uygun bir şekilde inşa edilmiş hukuk sistemleri aracılığıyla gerçekleştirebilecekleri unutulmamalıdır.138

Netice olarak, etik ilkeler insanın yapısal olanaklarını gerçekleştirmesiyle ilgili ilkeler ise, Fuller’ın ileri sürdüğü ilkeler etik ilkeler olarak kabul edilebilecek midir? Sekiz ilke kişinin özerkliğine saygı göstererek, öngörülebilir bir çerçeve sağlayarak, vatandaşı korku ve kaostan uzak tutarak, aslında insanın yapısal olanaklarını geliştirmesine dolaylı yoldan hizmet ettiği için etik ilkelerle ilişkili ilkeler olarak kabul edilebilir. Ayrıca sekiz ilkenin, insanın yapısal olanaklarının gelişimine hizmet eden bir hukuk sistemi oluşturmak için etik ilkeler yanında gerekli ilkeler olduğu da unutulmamalıdır.

E.İrem Akı; Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi

Kaynak: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 64, Sayı 1

  1. Summers, 1984, s.3, 13.
  2. Burada sadece geleneksel hukuk felsefesindeki tartışmaya yer verilmiştir zira Eleştirel Hukuk Çalışmaları, Feminist Hukuk Teorisi gibi yaklaşımlar hukuk sistemine ilişkin yapısal eleştirilerde bulunmaktadır.
  3. Uygur, 2003, s. 146. Hukuki pozitivizm akımı için ayrıca bkz. Keyman, 1978, s.17-55.
  4. Himma, s.16.
  5. Uygur, 2003, s.146.
  6. Uygur, 2003, s.148. Tanıma kuralı için bkz. Surlu, 2008.
  7. Ceylan, s.217-218; Himma, s.21. Zayıf ve güçlü konvansiyonelik tezleri için bkz. Ceylan, s.217-218; Himma, s.20-28.
  8. Uygur, 2003, s.152. Dolayısıyla bugün hukuki pozitivizmin bazı temel özellikleri açısından türlere ayrıldığının, kapsayıcı ve dışlayıcı pozitivizm gibi, farkında olmak gerekmektedir. Bkz. Uygur, 2003,s.152; Himma, s.13.

  9. Himma, s.28.
  10. Ceylan, s.219.
  11. Murphy, Coleman, s.11. Ayrıca bkz. Yücel, s.76; Keyman, 1998, s.32-33.
  12. Wacks, s.3. Bununla birlikte “adil olmayan hukuk, hukuk değildir” sözünü, Aquanis’ın hiçbir zaman bu şekilde ifade etmediğine yönelik bir iddia da mevcuttur. Wacks, s.4; Bix, 2004(a), s.68. Ayrıca bugün doğal hukuk akımının geleneksel ve modern olmak üzere ikiye ayrıldığını belirtmek gerekmektedir. Bkz. Bix, 2004(b), s.291-343.

  13. Uslu, s.227; Aktaş, 2004, s.5.
  14. Murphy, Coleman, s.38.
  15. Rundle, 2012, s.2-3.
  16. Bu aşamada terimlerle ilgili bir noktayı açıklamak gerekmektedir. Fuller, The Morality of Law’da, kanun koymanın iç ahlâkından değil, hukukun iç ahlâkından bahsetmektedir. Kenneth I. Winston’a göre hukukun iç ahlâkındaki “hukuk” kelimesi bir sosyal düzenleme modeli olarak kanun koyma (legislation) faaliyetini belirtmektedir; yoksa bir bütün olarak hukuk kavramını değil. Winston, s.44, dipnot 33. Zira Fuller’a göre hukuk, kanun koymanın da dahil olduğu çeşitli sosyal düzenleme modellerini içermektedir. Kanun koyma bunlardan sadece bir tanesidir. Sosyal düzenleme modelleri için aşağıda bkz. s.15, dipnot.80.

  17. Tepe, 2011, s.14.
  18. Tepe, 2011, s.14; Tepe, 1998, s.12.
  19. Summers,1965, s.3.
  20. Uygur, 2014, s.163-164.
  21. Hart, 2011, s.28. Devlin-Hart tartışması için bkz. Uzun, s.152-71.
  22. Hart, 2011, s.28. Pozitif ahlâkın çeşitli anlamları için bkz. Uygur, 2014, s.164; Uygur,2006, s.3.
  23. Ahlâkın bu anlamı Hart’ın ileri sürdüğü pozitif ahlâk tanımına denk düşmektedir.
  24. Kuçuradi, 1998, s.29.
  25. Kuçuradi, 1988, s.21.
  26. Kuçuradi, 1988, s.22.
  27. Kuçuradi, 1988, s.22.
  28. Kuçuradi, 1988, s.22.
  29. Kuçuradi, 1988, s.27.
  30. Bu ayrımı kavramamı sağladığı için Prof. Dr. Abdullah Kaygı’ya çok teşekkür ederim.
  31. Normlar, değerlendirmeye yarayan -bir eylemi, bir sanat yapıtını, bir düşünceyi, bir kavramı vb. değerlendirmeye yarayan- ve genel ya da geçer olma iddiasında olan önermelerdir.” Kuçuradi, 2009, s.175-176. Kuçuradi norm kavramının altına “a) bütün değer yarılarının, b) her türlü buyruğu ve c) bütün patrik kuralları-ilkeleri koyabileceğimizi belirtmektedir. Kuçuradi, 2009, s.176.

  32. Kuçuradi, 1988, s.27. Ancak Fuller’ın dile getirdiği ilkelerin bir diğer özelliği normların yapımı hakkında normlar olmalarıdır. Diğer bir ifadeyle meta normlar olarak da ifade edilebilir. Hart’ın terimleriyle ifade edilecek olursa, kurallar hakkındaki kurallardır. Ancak Hart’ın görüşlerinden farklı olarak, Fuller’ın ileri sürdüğü ilkeler bir geçerlilik kriteri oluşturmamaktadır.

  33. Kuçuradi, 2009, s.178.
  34. Kuçuradi, 1988, s.27; Kuçuradi, 2009, s.179.
  35. Kuçuradi, 1988, s.27.
  36. Kuçuradi, 1988, s.27-28.
  37. Kuçuradi, 1988, s.28.
  38. Kuçuradi, 1988, s.30. Çalışmanın geri kalanında bu tür ilkeler kast edildiği zaman “etik ilkeler” terimi kullanılacaktır.
  39. Kuçuradi, 1988, s.29.
  40. Kuçuradi, 2006, s.170.
  41. Kuçuradi, 2006, s.169-180.
  42. Kuçuradi, 2007, s.72.
  43. Kuçuradi, 2006, s.170.
  44. Kuçuradi, 2006, s.170-171.
  45. Ancak bu noktada sekiz ilkenin Hart’ın ileri sürdüğü pozitif ahlâk veya Kuçuradi’nin ileri sürdüğü değer yargılarıyla ilgili olmadığı belirtilebilir.
  46. Fuller, 1958, s.644-645.
  47. Rundle, 2012, s.88.
  48. Fuller, 1969, s.33-34.
  49. Fuller, 1969, s.34-35.
  50. Fuller, 1969, s.35. İtalik Fuller’a ait.
  51. Fuller, 1969, s.36.
  52. Fuller, 1969, s.36.
  53. Fuller, 1969, s.36-37.
  54. Fuller, 1969, s.37.
  55. Fuller, 1969, s.38.
  56. Rundle, 2012, s.89.
  57. Fuller, 1969, s.39; Rundle,2012, s.89.
  58. İtalik bana ait.
  59. Fuller, 1969, s.38.
  60. Van der Burg, 2014(a), s.55; Van der Burg, 2014(b), s.60.
  61. Fuller, 1969, s.39.
  62. Fuller, 1969, s.39.
  63. Rex’in hikayesinin bir diğer önemli yönü ise, hukuk yapma sürecinin kendisine odaklanılması gerektiğini göstermesidir. Oysaki geleneksel hukuk felsefesi kanun koyuculuk faaliyeti neticesinde çıkan ürüne, yani kanuna odaklanmaktadır. Van der Burg, 2014(a), s.54. Fuller ise kanun yapma sürecine ve girişimine odaklanmıştır. Luban, 2008, s.102;Van der Burg, 2014(a), s.56. Bu doğrultuda Fuller’a göre kanun koyucu, eğer hukuk olarak adlandırılacak bir yönetim formu oluşturmak ve bunu takiben hukukun insan davranışına yön veren bir yol işareti olarak hizmet etmesini istiyorsa, bu prosedürel sekiz ilkeye uyması gerekmektedir. Van der Burg, s.55. Fuller teorisini prosedürel doğal hukuk teorisi olarak nitelendirirken, onu eleştiren pek çok hukuki pozitivist, onun teorisini geleneksel doğal hukuk teorisi olarak görüp, bu ilkelerin hukuk kurallarının içeriğine ilişkin bir sınırlama getirip getirmediğini tartışmışlardır. Van der Burg, 2014(a), s.55. Halbuki Fuller, kanun yapma sürecinin bizatihi kendisine ve bu süreçte kanun koyucunun yerine getirmesi gereken sorumluluğa (sekiz ilkenin yerine getirilmesi) odaklanıp bu sorumluluğu “hukukun iç ahlâkı” ifadesiyle açıklamaya çalışmaktadır. Fuller, 1969, s.223. Bu noktayı, Fuller’ın Philip Selznick’e yazmış olduğu bir mektupta, ahlâk terimini ethos veya belirli rollere eşlik eden, belirli ahlâki sorumlulukları ifade eden bir terimle değiştirmeyi istediğini belirtmiş olması da doğrulamaktadır. Fuller, aynı şekilde yazdığı bir diğer mektupta şu fikri ileri sürer: “Eğer kitabımı The Morality of Law olarak adlandırmak yerine, Hukuk Yapmanın Ahlâkı (The Morality of Lawing) olarak adlandırsaydım, pek çok yanlış anlaşılmadan kaçınılabilecekti,” çünkü “hukuk sözcüğü raflarda durağan bir biçimde yatan kitapları akla getirirken,” hukuk yapma (lawing) terimi birbiriyle etkileşim halindeki insanları ve etkileşimin uygun bir şekilde devam etmesini akla getirmektedir. Rundle, 2012, s.115.

  64. Fuller, 1969, s.39.
  65. İtalik bana ait.
  66. İtalik bana ait.
  67. Fuller, 1969, s.39.
  68. Fuller, 1969, s.40.
  69. Fuller, 1969, s.40.
  70. Rundle, 2012, s.89.
  71. Fuller, 1969, s.162.
  72. Waldron, 2012, s.206.
  73. Waldron, 2012, s.206; Luban, 2010, s.42, 43.
  74. Rundle, 2012, s.99.
  75. Rundle, 2012,s.2. Rundle aynen alıntıyı Fuller’ın yayımlanmamış metinlerinden almıştır, Harvard Law School Library, Box 12. Ayrıca bkz. Rundle, 2013, s.771.
  76. Rundle, 2012, s.99-100.
  77. Rundle, 2012, s.3. İtalik bana ait. Rundle’a göre, genellik ilkesi daha sonra, Fuller’ın kendisini eleştirenlere yönelik fikirlerini geliştirirken hukukun neden içsel (internally) olarak ahlâki olduğunu göstermede büyük bir yer tutacaktır. Rundle, 2012, s.90.

  78. Rundle, 2012, s.10.
  79. Hukuk aracılığıyla yönetim ile idari emir arasındaki fark Fuller’ın eunomics projesi çerçevesinde açıklanabilir. Eunomics Fuller’ın geliştirdiği bir terimdir. Fuller eunomics terimini şu şekilde tanımlamaktadır: “iyi düzenin veya işleyebilecek (workable) sosyal düzenlemelerin bilimi, teorisi veya çalışması.” Fuller, 2001(b), s.62. Fuller 1950 ve 1960 yılları arasında Principles of Social Order başlığı altında eunomicsle ilgili sistematik bir eser yazmayı planlamış, fakat sadece Means and Ends’i bir giriş olarak yazmıştır. Kitap her ne kadar yazılmamış olsa da, Means and Ends’in yayımının ardından geçen on yılda, Fuller sosyal düzenleme modelleri ve onların tezahürlerine büyük ilgi göstermiştir. Fuller, bütün sosyal düzenleme modellerini kapsayan bir eser yazmamıştır. Her bir sosyal düzenleme modeli için makaleleri bulunmaktadır. Bu makaleleri de Winston, Principles of Social Order adlı kitapta bir araya getirmiştir. Winston, s.29. Fuller’ın ilgilendiği sosyal düzenleme modellerini bir liste olarak sunmak mümkün olmasa da, bunlar arasında hüküm verme (adjudication), arabuluculuk, kanun koyma, sözleşme ve idari emir (managerial direction) belirtilebilir. Fuller’a göre her bir sosyal düzenleme modeli kendi iç ahlâkını içermektedir. Örneğin, kanun koyma genel kurallara uygun olarak yönetme girişimi olup, bu girişim sekiz ilke aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Diğer sosyal düzenleme modellerine göre, örneğin arabuluculuk ve sözleşmeye ilişkin ahlâki ilkeler farklıdır. Winston, s.42. Dolayısıyla, kanun koyma yani genel kurallar aracılığıyla yönetim ve idari emir birbirinden farklı sosyal düzenleme formlarıdır. Bu ikisi arasındaki fark hukukun iç ahlâkını açıklamada önemli bir yerde durmaktadır. İkisi arasındaki fark aşağıda ayrıntılı olarak açıklanacaktır.

  80. Rundle, 2012, s.10.
  81. Rundle, 2012, s.10. İtalik bana ait.
  82. Fuller, 2001(a), s.254-255; Fuller, 1969, s.39-40.
  83. Fuller, 2001(a), s.255.
  84. Fuller, 2001(a), s.255.
  85. Fuller, 2001(a), s.255.
  86. Fuller, 1969, s.106.
  87. Bu noktada da Winston’un yaptığı bir ayrım önemlidir; her bir sosyal düzenleme modelinin iç ve dış amacı. Sosyal düzenleme modelinin iç amacı, idari emir ve hukuk arasındaki farkla ilgilidir. Sosyal düzenleme modelinin iç amaçlarından bahsedildiği zaman sorulması gereken soru, bu süreci kullanmadaki amaç (point) nedir sorusudur. Örneğin hangi durumda neden o hukuki sürecin yani neden arabuluculuk veya idari emrin değil de kanun yapmanın kullanıldığı meselesidir. Fakat eğer hukuki sürecin dış amacını sorgularsak bu defa soru bu süreci kullanarak neyin elde edilebileceğidir. Mesela dar gelirli öğrencilere üniversite eğitimini gerçekleştirmek için burs sağlanması gibi. Winston, s.53.
  88. Luban, 2010, s.39.
  89. Luban, 2010, s.39; Waldron, 1994, s.263.
  90. Waldron, 1994, s.263. Örneğin Hitler hükümeti, vatandaşları belirli bir acizlik ve korku içinde bırakmaktaydı. Waldron, 1994, s.263.
  91. Waldron, 2008, s.7.
  92. Luban, 2010, s.40.
  93. Decent, s.573-574.
  94. Decent, s.574.
  95. Decent, s.574.
  96. Waldron, 2012, s. 208.
  97. Waldron, 2012, s.206.
  98. Waldron, 2012, s.206.
  99. Waldron, 2012, s.206.
  100. Waldron, 2012, s.217.
  101. Waldron, 2012, s.217.
  102. Waldron, 2012, s.217.
  103. Waldron, 2012, s.218.
  104. Hannah Arendt, The Origins of Totalitarianism, New York, 1973, 441’den aktaran Waldron, 2012, s.218.
  105. Waldron, 2012, s.218.
  106. Waldron, 2012, s.219.
  107. Waldron, 2012, s.219.
  108. Waldron, 2012, s.206.
  109. Hart, 1983, s.343-364. Raz, 2008, s.163.
  110. Fuller, 1969, s.208.
  111. Fuller, 1969, s.208.
  112. Rundle, 2012, s.137.
  113. Fuller, 1969, s.207.
  114. Fuller, 2001(a), s.254.
  115. Fuller, 2001(a), s.254.
  116. Fuller, 1969, s.207-208.
  117. Fuller, 1969, s.208.
  118. Fuller, 1969, s.209.
  119. Fuller, 1969, s.208.
  120. Luban, 2008, s.112.
  121. Aktaş, 2011, s.44-50
  122. Nadler, s.32.
  123. Hart, 1997, s.207; Dworkin, 1964-1965, s. 671,673.
  124. Rundle, 2012, s.4.
  125. Fuller, 1969, s.96. Hukukun dış ahlâkı da Fuller tarafından kullanılan bir terimdir. Fuller bu terimle hukuk kurallarının içeriğine yönelik bir ahlâk kavramı ileri sürmektedir. Diğer bir ifadeyle “hukukun dış ahlâkı” “maddi anlamda doğal hukuk” kavramına denk düşmektedir. Aktaş, 2011, s.10.
  126. Fuller, 1969, s.162.
  127. Fuller, 1965, s.664.
  128. Raz, s.163.
  129. Rundle, 2012, s.107.
  130. Girişte de belirtildiği gibi Fuller hukuk kurallarının içeriğinin ahlâk i niteliğiyle ilgilenmemektedir. Ancak Hart’ın bu ilkelerin etkili bir kanun koymanın ilkeleri olduğu iddiası, tartışmayı hukuk kurallarının içeriğinin ahlâk i niteliğine çekmiştir. Dolayısıyla Fuller’ın teorisi veya tartışmak istedikleri Hart’ın eleştirilerinin gölgesinde kalmıştır. Rundle, 2012, s.3-4. Rundle’a göre Fuller’ın kendisi de Hart’ın gündemine saplanmıştır. Fuller A Reply to Critics’te, Hart’ın gündeminden kaçmayı başarmışsa da, Rundle’a göre bu cevap geç kalmış ve yetersiz bir cevaptır. Rundle, 2012, s.5. Hart ve Fuller arasındaki tartışma için bkz: H.L.A Hart “Positivism and the Separation of Law and Morals,” Harvard Law Review, C.71, S.4, 1958, s.593-629; Lon L. Fuller, “Positivism and Fidelity to Law: A Reply to Prof. Hart, Harvard Law Review, C.71, S.4, 1958, s.630-672. Fuller’ın 1958’deki eleştirilerine karşılık, Hart 1961’de yazmış olduğu kitabında, Fuller’a birkaç cümleyle cevap verir: H.L.A Hart, The Concept of Law, Clarendon Press, Oxford, 1961, s.202. Hart’ın The Concept of Law’daki iddiasına karşılık, FullerThe Morality of Law’ın birinci baskısında The Concept of Law’a bir bölüm ayırır: Fuller, The Morality of Law, s.133-145. The Morality of Law’ın basılmasının ardından, Hart, The Morality of Law’a bir kitap eleştirisi yazar. H.L.A Hart ‘Lon L. Fuller: The Morality of Law, 78 Harvard Law Review, 1965, 1281-1286.Tekrar basım, H.L.A. Hart Essays in Jurisprudence and Philosophy, Clarendon Press, 1983, s.343-364. The Morality of Law’ın aldığı eleştiriler karşısında, Fuller The Morality of Law’ın ikinci baskısına A Reply to Criticis bölümünü ekler. Bu bölümde onu eleştirenlere olan eleştirilerini dile getirir: Fuller, The Morality of Law, “A Reply to Critics”, s.187-242. 1958 yılında başlamış olan tartışma böylelikle 1969 yılında son bulur.
  131. Dworkin’in Fuller’a karşı ileri sürdüğü eleştirilerden bir tanesi de budur. Dworkin, 1964-1965, s.674-675; Dworkin, 1965, s.636.
  132. Murphy, s.245.
  133. Murphy, s.245.
  134. Murphy, s.246.
  135. Murphy, s.249.
  136. Kuçuradi, 2009, s.179.
  137. Bu konuda bkz. Decent, s.573.
  138. Waldron, 1994, s.266.

KAYNAKÇA

Aktaş, Sururi.(2004). Modern Doğal Hukuk Bağlamında John Finnish’in Hukuk Teorisi. Atatürk Üniversitesi Erzincan Hukuk Fakültesi Dergisi, 8(1-2), 3-22.

Aktaş, Sururi. (2011). Prosedürel Doğal Hukuk Lon L. Fuller’in Hukuk Kavramı. İstanbul: XII Levha Yayınları.

Bix, Brian H. (2004a). Doğal Hukuk: Modern Gelenek. çev. Ertuğrul Uzun, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi, 6(2), 291-343.

Bix, Brian. (2004b). Jurisprudence Theory and Context. Durham Nort Carolina: Carolina Academic Press.

Ceylan, Şule Şahin. (2014). H.L.A Hart’ın Hukuk Kavramı. İstanbul: XII Levha Yayıncılık.

Decent, Evan Fox. (2008). Is The Rule of Law Really Indiffernt to Human Rights?. Law and Philosophy, 27(6), 533-581.

Dworkin, Ronald. (1964-1965). Philosophy, Morality, And Law-Observations Prompted by Professor Fuller’s Novel Claim. University of Pennsylvania Law Review, 113, 668-690.

Dworkin, Ronald. (1965). The Elusive Morality of Law. Villanova Law Review, 10, 631-639.

Fuller, Lon L. (1958). Positivism and Fidelity to Law – A Reply to Professor Hart. Harvard Law Review, 71(4), 630-672.

Fuller, Lon L. (1965). A Reply to Professors Cohen and Dworkin. Villanova Law Review, 10(4), 655-666.

Fuller, Lon L. (1969). The Morality of Law. New Haven: Yale University Press.

Fuller, Lon L. (2001a). Human Interaction and the Law. Principles of Social Order Selected Essays of Lon. L. Fuller. Ed. Kenneth I Winston, Oxford-Portland Oregon: Hart Publishing, 231- 266.

Fuller, Lon L. (2001b). Means and Ends. Principles of Social Order Selected Essays of Lon. L. Fuller. Ed. Kenneth I Winston, Oxford-Portland Oregon: Hart Publishing, 61-78.

Hart, H.L.A. (1958). Positivism and the Separation of Law and Morals.

Harvard Law Review, 71(4), 593-629.

Hart, H.L.A. (1983). Lon L. Fuller: The Morality of Law. Essays in Jurisprudence and Philosophy. Clarendon Press, 343-364.

Hart, H.L.A. (1997). The Concept of Law. Oxford University Press.

Hart, H.L.A. (2011). Hukuk, Özgürlük ve Ahlâk. Ankara: Dost Kitabevi.

Himma, Kennneth Einar. (2010). Hukukun Ahlâki Kriterleri Kapsayıcı ve Dışlayıcı Pozitivistler Arasındaki Tartışma. çev. Saim Üye, Ankara: Bilge Su Yayınları.

Keyman, Selahaddin. (1978). Hukuki Pozitivizm. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 35(1-5), 17-55.

Keyman, Selahaddin. (1998). Tabii Hukuk Doktrinin Epistemolojik Tahlili.

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 47(1-4), 17-36.

Kramer, Matthew. (1999). Scrupulousness without Scruples: a Critique of Lon Fuller and his Defenders. In Defense of Legal Positivism. Oxford University Press, 37-77.

Kuçuradi,Ioanna.(1988). Ahlâk ve Kavramları.Uludağ Konuşmaları. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayını, 20-36.

Kuçuradi, Ioanna. (1998). İnsan ve Değerleri. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayını.

Kuçuradi, Ioanna. (2006). Etik. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.

Kuçuradi, Ioanna. (2007). İnsan Onuru Kavramı ve İnsan Hakları, İnsan Hakları Kavramları ve Sorunları. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayını, 69-76.

Kuçuradi, Ioanna. (2009). Normların Bilimsel Temellendirilebilirliği. Çağın Olayları Arasında. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, 175-182.

Luban, David.(2008). Legal Ethics and Human Dignity. Cambridge University Press.

Luban, David. (2010).The Rule of Law and Human Dignity: Re-examining Fuller’s Canons. Hague Journal on the Rule of Law, (2), 29-47.

Murphy, Colleen. (2005). Lon Fuller and The Moral Value of Rule of Law. Law and Philosophy, 24(3), 239-262.

Murphy, Jeffrie G., Coleman, Jules. (1990). Philosophy of Law. Oxford:Westview Press.

Nadler, Jeniffer. (2008). Hart, Fuller and the Connection Between Law and Justice. Law and Philosophy, 27(1), 1-34.

Raz, Joseph. (2008). Hukuk Devleti ve Erdemi. çev. Bilal Canatan, Hukuk Devleti, Hukuki Bir İlke Siyasi Bir İdeal. Editörler: Ali Rıza Çoban, Bilal Canatan, Adnan Küçük, Ankara: Adres Yayınları, 149-166.

Rundle, Kristen. (2012). Forms Liberate. Oxford: Hart Publishing.

Rundle, Kristen. (2013). Form and Agency in Raz’s Legal Positivism. Law and Philosophy, 32(6), 767-791.

Summers, Robert S. (1965). Professor Fuller on Morality and Law. Journal of Legal Education, 18(1), 1-27.

Summers, Robert S. (1984). Lon L. Fuller. Edward Arnold.

Surlu, Aydan Ömür.(2008). H.L.A Hart’ta Tanıma Kuralı. Yayımlanmamış Doktora Tezi.

Tepe, Harun. (1998). Bir Felsefe Dalı Olarak Etik: ‘Etik’ Kavramı, Tarihçesi ve Günümüzde Etik. Doğu Batı, S.4, Ağustos, Eylül, Ekim, 11-28.

Tepe, Harun. (2011). Etik ve Metaetik. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu.

Uslu, Cennet. (2009). Doğal Hukuk ve Doğal Haklar. Ankara: Liberte Yayınları.

Uygur, Gülriz. (2003). Hukuki Pozitivizmin Değişen Yüzü Mü?. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 52(3), 145-176.

Uygur, Gülriz. (2006). Hukuk, Etik ve İlkeler. Ankara: Siyasal Kitabevi.

Uygur, Gülriz. (2014). Ioanna Kuçuradi’nin Görüşlerinden Hareketle Hukuk Normlarının Türetilmesindeki Temel Problem: Etik Mi? Ahlâk Mı?. Ioanna Kuçuradi Çağın Olayları Arasında. Ioanna Kuçuradi’ye Armağan. Editörler: Betül Çotuksöken, Gülriz Uygur, Hülya Şimga, İstanbul: Tarihçi Kitabevi, 163-172.

Uzun, Ertuğrul. (2005). Ahlâksızlığın Cezalandırılması: Devlin-Hart Tartışması. Eskişehir Barosu Dergisi, S.6, 52-71.

Van der Burg, Wibren. (2014a). The Dynamics of Law and Morality A Pluralist Account of Legal Interactionism. Ashgate.

Van der Burg, Wibren. (2014b) Lon L. Fuller’dan Yasa Koyuculara Dersler. çev. E. İrem Akı, Hukuk Kuramı, 1(3), 58-64.

Wacks, Raywond. (2013). Hukuk Felsefesine Kısa Bir Giriş. çev. Engin Arıkan, İstanbul: Tekin Yayınevi.

Waldron, Jeremy. (1994). Why Law- Efficacy, Freedom, or Fidelity. Law and Philosophy, Special Issue on Lon L. Fuller,13(3), 259-284.

Waldron, Jeremy. (2008). The Concept and The Rule of Law. Georgia Law Review, 1(43), 1-61.

Waldron, Jeremy. (2012). How Law Protects Dignity. The Cambridge Law Journal, 71(1), 220-222.

Winston, Kenneth I. (2001). Introduction. Principles of Social Order Selected Essays of Lon. L. Fuller. Editör: Kenneth I Winston, Oxford-Portland Oregon: Hart Publishing, 25-58.

Yücel, Mustafa Tören. (2005). Hukuk Felsefesi. Ankara: Başkent Klişe Matbaası.

Hukuk Kavramı

$
0
0

İlk bakışta hukukun tanımı hukuk felsefesine değil hukuk bilimine aitmiş gibi görünür1. Hukuk bilimi her zaman hukukun tanımını tekil hukuk görünümlerinden tümevarımsal olarak elde etme denemesine girişmiştir ve bu defa hiçbir ikilem yoktur, esas olarak tekil olarak hukuk görünümlerinin karşılaştırılması yoluyla hepsinin esası olan umumi bir hukuk tanımı elde edilir. Kuşkusuz ki bu yolla hukukun tanımı da elde edilebilir ama kurulamaz. Umumi tanımlar, gelişigüzel sayıdaki deneyimlerden çıkarılabilir, örneğin belli adı belirli bir harfle başlayanlar veya belirli bir tarihte doğmuş olanlar gibi. Ancak böylesi kavramların genelliği, daha büyük ya da daha küçük tikel gerçekliklere kendi değerlerini garanti etmelerini sağlamaz. Rastlantısal değil gerekli olan, yani etkin, verimli, genel geçer tanımlar olmaları, genellenebilir tümevarım yoluyla asla kanıtlanamaz. Hukuk kavramının böylesi gerekli bir genellenebilir tanımının olması ve ne anlama geldiği, sonucunun türü aracılığıyla gösterilmek zorundadır.

Hukukun tanımı bir kültür kavramıdır, yani değerlere bağlı bir gerçekliktir. Öyle ki o, bir değere hizmet ederek anlam kazanır. Hukuk, anlamını hukukun idesine hizmet etmekte bulan bir gerçekliktir. Hukukun tanımı hukukun idesine yönelmesiyle düzenlenir2 .

Hukukun idesi adaletten başka bir şey olamaz [3 ]. “Est autem ius a iustitia, sict a matre sua, ergo prius fuit iustitia quam ius” der Glossator 1.1 pr. D. 1,1. Bizlerin adaleti bir hareket noktası olarak görmek hakkımız vardır, çünkü adil olan iyilik gibi güzellik gibi, doğruluk gibi mutlak yani başka bir değerden türetilemez bir değerdir4 .

İnsan, adalette sadece ahlaki olarak iyi olanın görünüm biçimlerini gözlemlemek ister. Adalet, insani bir özellik olarak, bir erdem olarak gözlendiği sürece, Ulpian’ın dediği geçerlidir: “constans ac perpetua voluntas ius suum cuique tribuendi”. Ama insan bu adaleti objektif adalete yönelmiş olması dışında bir biçimde tanımlayamaz. Aynı hakikat ile gerçeklik gibi. Burada sözü edilen sadece objektif adalettir. Bu, artık ahlaki değer yargısının odaklandığından çok başka bir nesneyi ortaya koyar: Ahlaki bakımdan bir insan sadece insani bir irade, insani bir düşünce, insani bir karakter olarak iyidir. Sosyal etik de insanı öteki insanlarla ilişkilerinde değerlendirir. Objektif adalet anlamında, ancak insanlararası bir adalet adil olabilir. Ahlaki iyi ideali, “ideal insan” tasavvurunu ve adaletin idealini ancak ideal bir toplumsal düzende sunabilir.

Adalet başka bakış açılarından çift taraflıdır. İnsan bir yasanın uygulanmasını ya da ona uyulmasını adil olarak adlandırabilir. Adaletin her ilk biçimi – bilhassa yasaya sadık bir yargıcın adaletini- aslında hukukseverlik olarak adlandırılacaktır. Burada her bakımdan o adaletten, pozitif hukukla değil aksine pozitif hukukun ölçüldüğü adaletten söz edilmelidir.

Adalet bu bakımdan eşitliktir [5 ]. Ama eşitlik kendisi de farklı anlamlara açıktır [6 ]. Onun bir bakımdan konusu ya emtia ya da insanlar hakkında olabilir: Çalışmanın karşılığı olan değerine denk düşen bir ücret adildir, ama birine verilen cezanın aynı şeyi yapan bir başkasına verilmesi de adildir. Mutlak7 ya da göreli olan eşitlik ölçüsüne göre: Ücret eşittir iş, ama ceza kusur oranına göredir.

Her iki karar da Aristoteles’in adalete ilişkin ünlü öğretisini birbirine bağlar: Emtialar arasında mutlak eşitlik, örneğin iş ile ücret, zarar ile bedel, ona göre denkleştirici adalettir. Dağıtıcı adalet ise farklı insanların davranışlarında göreliliktir, yani taşıyabilene göre vergilendirme, gereksinim oranında yardım edilmesi, kazanç ve kusura göre mükafat ve cezadır. Denkleştirici adalet en azından iki insanı, dağıtıcı ise en azından üç gereksinir. Denkleştirici adalet yan düzenlemelerin oranlanmasıyla ilgili bir adalet iken, dağıtıcı adalet ise yetkili merci ve ast olma ilişkisi ile geçerlidir. Denkleştirici adalet özel hukukun adaletidir, dağıtıcı adalet ise kamu hukukunun adaletidir.

Her iki adalet türünün ilişkisi de karşılıklı yeterince açıklanmıştır. Dağıtıcı adalet eşit olanlar arası bir adalettir. Dağıtıcı adaletin eylemini koşullar, böylece dağıtıcı adalet adaletin ilksel biçimidir8 . Onda hukukun tanımının yönelmek zorunda olduğu adaletin idesini buluruz9 .

Bu bakımdan hukukun kendisini ayrıntılı olarak adaletten çıkarılabileceği savunulmamalıdır. Dağıtıcı adaletin ilkesi bir yandan kime adil kime adil olmayan bir şekilde davranılması gerektiğini belirtmez. Aksine daha çok kendisinden sonuç çıkarılabilir bir bakış açısının eşit ya da eşitsiz olarak saptanmasını sağlar. Eşitlik, nesneleri ve insanlar öyle eşitsizdir, ötekilere benzeyen bir yumurta gibi, belli bir bakış açısından eşitlik hep bir verili eşitsizliklerin soyutlanmasıdır. Başka bir açıdan da dağıtıcı adalet için sadece orantı, farklı insanların birbirlerine davranışlarının türü değildir. Hırsızlık gibi basit cezalandırılabilirliklerin cinayet ile kıyasını gerektirir, ancak hırsız asılmış mı yoksa katil işkenceye uğramış mı ya da hırsız para cezası ile cezalandırılmış mı, katil ağır hapis cezasına mı çarptırılmış mı soruları da buna dahildir. Her iki bakımdan da adalet, doğru hukukun buyrukları, başka ilkelerin doldurulmasıyla çıkarılmalıdır10. Adalet ayrıntılı değil ama spesifik bir hukuk ilkesidir, hukukun kavramların tanımlanması için bağlayıcı olandır: Hukuk adalete hizmet eden bir gerçekliktir.

Hukuk için egemenlik savaşlarında hakkaniyet ile adalet karşı karşıya gelir11. Aristoteles bile Nikhomakhos’a Etik’ inde (V, 14) bu dilemmayla uğraşır. Hakkaniyetin adaletten daha iyi olması gerektiğine ve adaletin karşıtı bir şey olamayacağına, onun ancak ve sadece adaletin bir türü olabileceğine değinir. Çözümü bile belirtir, adalet ile hakkaniyet farklı değerler değil, aksine farklı yollardır, türdeş hukuk değerlerine vasıl olma içindir. Adalet genelleştirilebilir normun gözünden tekil olayı görür. Hakkaniyet tekil olayda nihayet ama aynen genelleştirilebilir bir yasaya dönüştürülebilmesi gereken bir kendi yasasını arar. Çünkü hakkaniyet aynı adalet gibi en sonunda genelleştirilebilir bir doğaya sahiptir. Böylece adalet ile hakkaniyet arasındaki fark daha önce de değinilen doğru bir hukukun dedüktif bir gelişimin değinilen yöntemsel ayrımını, genel ilkeler ve “eşyanın tabiatı”ndan çıkarılacak doğru hukukun sezgisel olarak anlaşılmasını ortaya koyar. Hakkaniyet tikel durumun adaletidir12, onun dikkate alınması bizleri, “hukukun anlamını adalete hizmet etmekte bulan bir gerçeklik olması” formülümüzde bir şeyleri değiştirmeye zorlamaz.

Böylece yol gösterilmiş olur: Hukukun tanımlanmasının elde edilir. Adalete hizmet ile belirlenecek bu gerçekliğin ne olduğunu öğrenmeyi bekleriz. Bu anlamda hukukun gerçekliği onun tabiatıyla ilgilidir. Adalet, kendi hukuka yönelişinde doğruluk anlamına gelir. Adalet idesinin malzeme belirliliği içinde geçerli sonuçlar çıkarmaya muktedirdir.

İdelere hizmet etmek için geçerli olan gerçekliklerde değerlerin ve çağrıların psikolojik bir doğaları vardır ve bu sayede özel bir gerçeklik türü ortaya koyarlar. İde ve başka gerçeklikler arası bir ara biçimidir: Psikolojik bir olgu olarak gerçekliğe aittirler, başka gerçeklikler üzerinde hak iddia ederler, başka ölçütler başka istekler ortaya koyarlar. Bu vicdanın bir türüdür, ahlaklı olanın, estetik olanın beğenisi mantıklı olanın aklıyla düzenlenmiş kültür yapısıdır. Hukukun idesiyle aynı oranda benzer olgular kararlardır. Bundan da o özel gerçeklik karakteri, pozitiflik ve normatiflik ifade edilebilir. Hukukun özel bir idesi olarak karar, adalet ilişkili olarak gerçeklik adalet ile nesneyi ilgili olduğu biçimde böler: İnsanların birbirleriyle ilişkisinin sosyal bir karakteri vardır. Adaletin varlığı nasıl da nihayet bu bağıntıyı eşitlik anlamıyla düzenler, böylece hukuki kararın alanına aittir13. Bu anlamıyla eşitliğe yönelmiş olmak, genelleştirilebilirlik talebi olmak, kendinde genel karakteri taşımak. Tek bir insan için ya da tekil bir ilişki için karar, aşağı yukarı bir “ölçüt”tür (RV madde 48). Buna göre hukuki emir ancak eğer kişisel karakterine dayanıyorsa bu hukuki temel bireysel kişilik ya da bireysel ilişkiye denk gelir. Hukuki düzenlemenin varlığını pozitif ve aynı zamanda normatif, sosyal ve genel doğası ve bir anlamıyla hukuk, insani birlikte yaşam için tüm düzenlemelerin doruğudur 14.

Bu tanımlama tekil hukuk görünümlerinden indüktif olarak elde edilebilir değildir, dedüktif olarak hukukun idesi fikrinden çıkarsanabilir. O hukuki değil aksine hukuk öncesi, yani apriorik doğalı hukuk bilimine dairdir. Hukukun tanımı alışıldık, büyük olasılıkla değil aksine gerekli bir genel kavramdır, hukuk bu bakımdan tekil hukuk görünümlerine bir düzen verdirdiğinden değildir15. Daha ziyade aksine hukuk görünümleri sadece hukukun tanımı onları içerdiği için “hukuk”un görünümleridir. Hukukun görünümleri hukukun tanımını demokratik olarak üzerine oturtmamıştır, aksine “tanrının merhameti”, yani onların üzerlerindeki egemenliği idenin bağışlamasıyla sağlamıştır. Öncelikle hakikatin kaosunu hukuk tanımı üzerine bakış açılarından gözlemlersek yaratıcı sözcük gibi su ve toprak birbirinden ayrılıp hukuki gerçeklik ile ikinci derece hukukilikleri birbirinden ayırır. Eğer hukuk (Savigny’nin ifadeleriyle) “insanların yaşamını kendisi özel bir taraftan bakıldığında” olarak ele alırsa, o zaman bu hukukun dünyası için temel bakış açısı apriorik hukuk tanımına yani hukukun dünyası için esasa temel olan bakış açısına uygundur. Kendi apriorik doğalarını onunla paylaşan hukuk tanımlarından tekil hukuk tanımlarının listesi elde edilir.

Sonuçlar değil özellikler, aksine hukuk biliminin araçları ampirik hukuk görünümlerinin rastlantısal genellemeleri değil, aksine hukuki düşünümün kaçınılmaz kategorileri vardır16. İşte böylece hukukun pozitif ve normatif doğasından hukuk kuralının tanımı ve onunla birlikte hukuk kuralıyla parçalarının tanımları çıkarılır: Apriori, yani peşinen söylenirse, bir şeyleri düzenlemeyen aksine bir şeyin bu düzenlemeden çıkarılmak zorunda olacağı hukuk kuralının olamayacağı düşünülür: Olgu ve hukuki sonuç. Pozitifliğin ve normatifliğin özellikleriyle hukuk koyan merci arayışı hukukun kaynağı arayışı ile birbirine bağlıdır. Normatif karakterinin kökeni arayışının borçlu ve bir yanıta yetkin olduğu bir hukuk değildir. Hukukun normatif karakterinden çifte olanak elde edilen ona göre ve ona aykırı davranmaktır. Bu sayede hukuka uygunluk ve hukuka aykırılık kavramları elde edilir, önlerinde her hukuk olgusunun kendisini kanıtlamak için apriori sorumluluğa sahip olur. İnsanların birlikte yaşam için hukukun geçerliliğinin oranları birbirini takip eder. İçeriği, hukuki bağıntıları ve onların parçaları olarak hukuki zorunluluklar ve onların meşruiyetleri, sübjektif haklar olarak kurulmak zorundadır. Hukuki ilişkilerde değil, haklarda ve ödevlerde iptal ettiren hiçbir hukuki düzenleme düşünülebilir değildir. Haklar ve ödevler ait oldukları özneler olmadan, bağlı oldukları nesneler olmadan düşünülebilir değildir. Hukuk öznesi ve hukuk nesnesi hukuk düzenin faydalanabileceği kavramlar değildir. Aksine tasarlanabilir her hukuk için gerekli kavramlardır.

Bizlerin gözlemlerimizle başkaca apriorik hukuk tanımları örtüşebilir. Çünkü apriorilik göreli bir kavramdır, belli tanımların ilişkisini belli bir olgusal malzemeyle tanımlar. Hukuk tanımı aprioriliği içinde gelişir, öncelikle bu hukuki olguların doldurulmasındadır. İnsan bu gelişimleri hukukun tanımını usulca öğreten olgular gibi az derecede ayrıntılı olarak sayar. Apriorik ve sayılabilir hukuk tanımlarının17 bakışımlı bir listesi gerçekleştirilebilir değildir.

Melike Belkıs Aydın, Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Araştırma Görevlisi.

KAYNAK: And HD (Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi), C.1., S.2., 2015 Yaz

DİPNOTLAR:

  1. * Bu çeviride Gustav Radbruch’un Rechtsphilosophie adlı eserinin “Dreier/ Paulson, Gustav Radbruch Rechtsphilosophie – Studienausgabe, 2. Auflage 2003, C.F. Müller Verlag, Heidelberg” baskısı esas alınmıştır. Makalenin özgün adı “Der Begriff des Rechts”tir. Çeviri ve yayın izni C. F: Müller Verlag’dan elektronik ortamda alınmıştır. Çeviride iki ayrı dipnot düzeneği kullanıldı. Bunun nedeni, çevriye esas alınan metinde ise italik ve köşeli paranteze alınmış olan dipnot düzeneğinin 1950 tarihli Erik Wolff tarafından yapılan 4. basıya eklenen Radbruch’ un kendi el yazılı notlarının, birinci basının özgün dipnotlarına eklenmesidir Elinizdeki çeviriye kaynak olarak kullanılan basıda sonradan eklenen bu notlar italik, eserin ilk basısında kullanılan dipnotlar ise düz olarak yazıldı. **Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Araştırma Görevlisi. Bu çeviri Ahmet Haluk Atalay’ın lisansüstü dersi Adalet Kuramı’ nın ödevi olarak hazırlanmıştır. Bu bölgesel kategorilerin kazanımı yöntemi hakkında Landgrebe’nin “Geistige Arbeit” yapıtına bkz. c. 5 9.39
  2. Bununla uyumlu olarak Binder hukuk kavramı ve hukukun idesi 1915 (S. 60: “hukukun ya da hukukun idesinin apriorik normu neye yarıyorsa o hukuktur.” ; Gurvitch, L’idee du Droit est toujours un essai en vue de realiser la Justice”;* del Vecchio, Filosofia del Diritto, 1930, S. 158: “La forma Logica (del diritto) non ci dice punto cio che e giusto e che e ingiusto, ma ci deice solo quale e il senso di qualunque affermazione die giusto o ingiusto; e insomma il contrassegno della giuridicta.” Burada ortaya konulan kavram Somlo, Huk. Temel öğretisi, 1917, S. 131 f
  3. Metropolit Konrad Groeber (Freiburg), 1940 tarihli Noel vaazında öğretiye karşı olarak “hukuk halka yarayandır” der: 1. eşanlamlı olarak amaç aracı kutsar; 2. kendinde iyi ve kötünün varlığı temeldeki olgusunun yadsınması; tüm halklar için uygun olmalıdır, yani düşman halklar için de ve onlar için de tüm kötü edimleri de amacı için meşrulaştırır; 4.amaca uygunluğa kim karar vermelidir? sonucunda sadece kazanan! 5. Halka yararlılık engeline hukuki bakımdan karşıtlık olursa nasıl olacak? Örneğin sözleşmeler? O zaman onlar da tüm değerlerini yitirir mi? kim bunu savunursa dürüst ve ahlaklı karakterini ve iyi niyet kuralından vazgeçer. 6. İlk bakışta yararlı gibi görünen uzun vadede yararsız olabilir. 7. Toparlayacak olunursa: Sonuç olursak bu tümce “ hukuk yaşamının felaketidir”. Tanrıyı en yüksek ahlaki değer olarak saymaz. Hukukun idesinin amaca uygunluğu değil, aksine adalet.
  4. Adaletin tanımı için Max Rümelin Gerechtigkeit 1920, del Vecchio, La Giustizia, ‘. Bası 1924.
  5. Adalete ilişkin Hans Nef’in muhteşem kitabı: “Gleichheit und Gerechtigkeit” Zürih 1941.
  6. Jhering, Zweck I 287’de (halk baskısı) sorar: “Eşitlik tüm içeriksel belirlenimlerinden bağımsızsa ne değeri vardır?”. Toplumun refahının koşulu olmadığı sürece kendiliğinden çabalanmaya değer değildir. Aksi takdirde dengenin yadsınması ve yeniden elde edilmesi için savaş olacaktır! Jhering eşitlikte amaca uygunluğun sonucunu görür, benim için amaca uygunluk mutlak bir değer iken.
  7. Adalet= Eşitlik “öncelik hakkı hukukun en büyük düşmanıdır”. Ebner – Eschenbach (S. 103).
  8. Emge de benzer biçimdedir; Geschichte d. RPh. 1931, S. 34. f.
  9. Buna ilişkin dağıtıcı adaletin aksine denkleştirici adalet mutlak bir değer ortaya koymaz, daha çok yüksek olasılıklı olarak ikili egoizmlerin eşzamanlı uyumunun hizmetindeki amaca uygunluk süreci ortaya koyar. Paschukanis ile karş. Allg. Rehctslehre u. Marxismus ( 1929), S. 143 F. – başka açıdan güzel Ernst Marcus’un makalesi de önemlidir, Müsloslmeische Revue, Bd. 2, 1925, S. 13 ff., Doğal yasanın, hukuk kanunun ve ahlak yasasının ortak kökenlerinin eşdeğerliğini ortaya koyar.
  10. Adaletin salt biçimsel karakteri, vergi adaletinde kendini gösterir: F. K. Mann Festgabe für Schatz. 1928. S. 112 ff.
  11. Krş. Max Rümelin , Die Billgikeit im Recht, 1921; Binder, Ph. d. Rs., S. 396 ff.
  12. “Tikel durumun adaleti” Maggiore de böyle der, L’Equita e il valore
  13. Filangieri, Scienza della Legizlazione I 1807 S. 104 Io definico la giustizia e l’uguaglianza della utilita (amaca uygunluk içinde Eşitlik)
  14. “Düzenlemeler”, Hukuk normlarının emir olmadıklarına ilişkin daha geç açıklamalarla çelişir. Daha iyisi “değerlendirmeler”dir.
  15. 15 “ein relatives Apriori der Rechtswissenschaft” Somlo, Jur. Grundlehre, (1917), S.127.
  16. Böylesi genel geçer hukuk tanımlarına ilişkin (“bizim hukuki düiünce biçimlerimizin mantıki işlevleri”) Emilio Betti, Methode u. Wert des heutigen Studiums d. röm. rechts, in Tijdschrift voor Rehctsgeschideniss XV Heft 2, auch Partsch vom Beruf des röm. Rs. i. d. heut. Univ. 1920 S. 44
  17. Stammler, Th. d. RW., 1911, S. 222 f.

 


Mahkemelerin McDonaldlaşması ve McMahkemeler

$
0
0

“Yargıcın, bahsedilen katı yargılama prosedürlerine kendisini kaptırması, insanı görmede önündeki tek engel değildir. Katı prosedürlerin ortadan kalkması yargılamanın bir üretim bandından çıkacağı, yargıcın insanı göreceği anlamına gelmez. Görebilmeyi öğrenmek ya da kavramak, zaten sahip olduğumuz bir temelin üzerine, bir yol gösterici yardımıyla ve deneyimle oturtulan beceriler ile olabilir.”

Duruşma izleyenlerin bir duruşmada gözlemleyecekleri şeylerin başında kürsü ve cübbeler gelir. Duruşmanın bu formel görüntüsünün yanında, gözle görülemeyen ama anlaşılabilen başka formel özellikleri de vardır. Özellikle hukuk yargılamasında yargıcın davranışları belli, sorabileceği sorular sınırlı, kürsünün aşağısındakilerin ise verebileceği cevaplar kısıtlıdır. Kürsüde oturanların veya kürsü önündekilerin hangi yemekleri sevdiği ve neler yapmaktan hoşlandığı gibi soruların duruşmada bir yeri yoktur. O sadece bir yargıç, davalı veya davacıdır. Aynı şekilde davacı ve davalı dava dosyasında yer alan detaylardan ibarettir. Üzüntülerinin veya beklentilerinin kendilerine göre ne kadar büyük ve değerli olduğun bir önemi yoktur. Onlar birer taraftır sadece. Bu çalışmada bu durumun nedenleri olarak kısaca Max Weber’den ve George Ritzer’den hareket edilerek gösterilmeye çalışılacaktır. Hukukun ve mahkemelerin rasyonelleşmesinin bu sonuçları doğurduğu ve bundan doğan formalizmin olumsuzlukları yine aynı yazarlardan yola çıkılarak gösterilecektir. Bunu takiben bir çözüm önerisi olarak yargıcın işini etikle açıklama düşüncesi aktarılmaya çalışılacaktır.

1. Bürokrasi ve Usul Hukuku

Weber, bürokrasi ideal tipini şu özelliklerle ortaya koyar:
“I. Genellikle yönetmelikler ve idari düzenlemeler şeklindeki kurallar ile düzenlenen resmi bir görev alanının [jurisdictional area] varlığı.
II. Makam hiyerarşisi ve üst makamların ast makamlar üzerinde gözetiminin olduğu bir ast-üst düzenini gerektiren başvuru yollarının [channels of appeal] varlığı.
III. Modern ofislerin yönetimi orijinal veya taslak şekillerinde saklanan belgelere (“dosyalar”)  ve her çeşit ast personele ve yazmana dayanır.
IV. Ofis yönetimi, en azından uzmanlaşmış ofis yönetimi –böyle bir yönetim belirgin biçimde moderndir-, genellikle bir uzmanlık alanında esaslı bir eğitimi gerektirir.
V. Tamamen gelişmiş bir ofiste, ofise ilişkin faaliyet, bürodaki zorunlu çalışma saatlerinin sınırlı olabileceğine bakılmaksızın, çalışanın tüm çalışma kapasitesini talep eder.
VI. Ofisin yönetimi, az çok istikrarlı, az çok detaylı ve öğrenilebilir genel kurallara göre olur. Bu kuralların bilinmesi memurun sahip olduğu özel bir teknik uzmanlığa işaret eder. Bu [uzmanlık] hukuk, idare ve işletme [alanlarını] kapsar.”1

Günümüzde mahkemeler bu özelliklerin tamamını taşır. Her mahkemenin görev ve yetki alanı yasayla belirlenmiştir. Mahkemeler arasında ast-üst biçiminde hukuki olmasa da fiili bir hiyerarşi ilişkisi vardır. Örneğin yüksek mahkeme kararları, içtihadı birleştirme kararları hariç, hukuken bağlayıcı olmasa da fiili durumda ilk derece mahkemelerinin bunlara uyma eğilimi gösterdiği söylenebilir. İşlerin çok büyük bir kısmı dosyalar ile yürütülür, her şey dosyaya işlenir. Mahkemeleri yönetenler, yani yargıç, yazı işleri müdürü ve ilk üçü kadar olmasa da diğer kalem personeli esaslı bir eğitimden geçerler, uzmandırlar. Mahkemelerde çalışanlar, orada çalıştıkları süre sınırlı da olsa mesai boyunca tüm enerjilerini o işe vermelidir. Tüm mahkeme personeli kendi mahkemelerinin nasıl çalışacağını ve yönetileceğini öngören önceden belirlenmiş kuralları öğrenir, bilir. Bu nedenle mahkemelerin de diğer kurumlar gibi, düzenlenişi ve işleyişi bürokratik bir karakterdedir.

1.1. Usul Hukuku

Weber’e göre siyasal otorite biçimi ile hukuk arasında bir ilişki vardır. Prenslerin ve papazların idari aygıtları daha rasyonel hale gelip, bunlar “resmi görevlilerce” idare edilir hale geldikçe hukukun da rasyonelleşme ihtimali artar.2 Bu nedenle geçmişten günümüze, yönetim rasyonelleştikçe hem maddi hukuk hem de usul hukuku daha rasyonel bir karakter kazanmıştır. Hukuk, siyaset ve sanayinin daha rasyonel bir karakter kazanması, modern kapitalizmde bürokrasinin yayılmasının hem nedeni hem de sonucudur.3 Ancak hukuktaki bu rasyonelleşmenin, katı usul yasalarına, mahkemelerin bürokratik bir biçimde organize edilmesine sebep olduğu ileri sürülebilir. Bir bürokraside memur, “Üzgünüm, bu benim işim değil, iki kat aşağıdan mühürletip, fotokopisini notere onaylattıktan sonra karşıdaki binaya götüreceksiniz” derken yargıç, usul yasalarına dayanarak, kararında “… hususunda mahkememiz görevli/yetkili olmadığı, görevli/ yetkili mahkemenin … olduğu” der. Yine benzer şekilde devlet dairelerindeki hiyerarşi, usul hukuku ile mahkemeler arasında da oluşturulur. Yani, mahkemelerin bu bürokratik yapısı ve çalışma şekli yasalarla, özellikle usul yasaları ile oluşturulmaktadır. Bürokrasi yayıldıkça usul yasaları sertleşecek, detaylanacak ve böyle oldukça da mahkemelerde bürokrasi, yayılacaktır. Kısaca denilebilir ki bu nedenlerle mahkemelerin işleyişi bürokratiktir ve mekanikleşmiştir. Takip eden başlıkta bu durum McDonaldlaşma bağlamı içerisinde ele alınacaktır.

2.Mahkemeler ve McDonaldlaşma

2.1. Genel Olarak

George Ritzer, “Toplumun McDonaldlaştırılması” isimli kitabında aslında Weber’in rasyonalite ve bürokrasi kavramlarından hareket eder. Bu kavramları bugünkü yaşantımızda arar ve bunun için McDonald’s’tan yola çıkar. McDonaldlaşma için verdiği tanım: “fast-food restoranlarının temelindeki ilkelerin, Amerikan toplumunun ve dünyanın geri kalan kısmının gitgide daha fazla kısmına egemen olma süreci”dir.4 Ona göre, “McDonaldlaştırma yalnızca restoran sanayisini değil, eğitim, iş, sağlık, seyahat, zevk, rejim, politika, aile ve toplumun tüm diğer özelliklerini de etkilemektedir.”5 Yani bu süreç aslında günlük hayatımıza yayılmış vaziyettedir. Bu nedenle aşağıda gösterilmeye çalışılacağı gibi, kitapta ele alınmamış olsa bile bu sürece hukukun ve özellikle mahkemelerin de dâhil olduğu söylenebilir. Aslında aşağıda aktarmaya çalışılacak unsurların çoğu günümüz hukuk sistemlerinin sahip olması gereken özellikler olarak ifade edilmişlerdir. Ancak hukukun bu unsurlara sahip olmasının onun insanlıktan çıkarmaya sebep olduğu da gösterilmeye çalışılacaktır.

Yazara göre McDonaldlaşmanın dört unsuru vardır: verimlilik, öngörülebilirlik, hesaplanabilirlik ve denetim. Kitapta bu unsurlar ayrı başlıklar altında ele alınmış olsa da bu unsurlar birbirleriyle bağlantılıdır ve birbiri içinde ele alınabilirler. Bu kısımda her unsurun kısaca tanımı verilecek ve bu tanım hukuka uygulanmaya çalışılacaktır.

2.2. Verimlilik

McDonaldlaşma sürecinde verimlilik unsuru, belirli bir amaç için optimum araçları seçmek anlamına gelir.6 Bunun fast-food restoranlarına yansıması ürünün basitleştirilmesi yani az malzeme gerektiren, hazırlanması, servisi ve yenmesi basit olan yiyecekler olmuştur.7 Böylece yiyeceğin hazırlanması için en az çaba harcanacak, müşterinin mağazada geçirdiği süre azalacak ve böylece mağaza olabildiğince yüksek verimlilik elde edecektir. Verimlilik unsuru usul hukukundaki usul ekonomisi ilkesi ile karşılanabilir. HMK’nın “Usul Ekonomisi İlkesi” başlıklı 30. maddesinde “Hâkim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür.” der. Yasanın öngördüğü ilke elbette istenir bir durumdur. Ya da başka bir ifadeyle, “gerçek, etkin bir hukuki koruma çerçevesinde mümkün olduğunca, en basit, en çabuk ve en ucuz olandır.”8 Üstelik yargılamanın makul süre içerisinde bitirilmesi AİHS’de yer alan bir insan hakkıdır. Ancak yargılamayı makul sürede bitirebilmek adına ve gereksiz giderleri önlemek yani yargılamada verimliliği sağlamak çabası, kürsünün aşağısında yer alanların birer insan olduğunun unutulup onların taleplerinin, bu ilke her ne kadar bunu amaçlamasa da, birer vakit ve maliyet kaybı unsuru olarak görülmesine yol açabilecek özelliktedir.

Bu verimlilik talebinin kendisi de verimsizliklere yol açabilir. Örneğin UYAP sisteminin temel amacı mahkemelere verimlilik kazandırmakken yeri geldiğinde yargıç yüz, yüz elli defa aynı tuşa basmak zorunda kalmaktadır. Bunun da aynı sayıda kağıda imza atmaktan süre bakımından çok farkı yoktur.

2.3. Öngörülebilirlik

Ritzer’a göre:

“Akılcılaştırma, bir yer ya da zamandan diğerine öngörülebilirliği sağlamaya yönelik artan çabayı içerir. Bu nedenle, akılcılaştırılmış bir toplum disiplin, düzen, sistematiklik, formalizasyon, rutin, tutarlılık ve metodik işleyiş gibi şeyleri vurgular. Böyle bir toplumda insanlar birçok ortamda ve birçok zaman neyle karşılaşacaklarını bilmeyi tercih ederler. Sürprizleri ne ister ne beklerler. Bugün sipariş verdikleri Big Mac’in dün yedikleriyle ve yarın yiyecekleriyle aynı olacağını bilmek isterler.”9

Şeklinde ifade edilen durum öngörülebilirlik isteğine işaret eder. Akılcılaşmış sistemler öngörülemezlikleri engelleyecek ve Starbucks’ta içilen kahvenin tadı ve sipariş verme biçimi her yerde aynı olacak böylece nerede olunursa olunsun korkusuzca sipariş verilebilecektir.

Öngörülebilirlik unsurunun hukuk düzenindeki karşılığı hukuk devletinin bir ilkesi olan hukuki güvenliktir. Hukuk devleti vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sistemi anlatır.10 Anayasa Mahkemesine göre de:

“Hukuk güvenliği, temel hak güvencelerinde korunan ortak değerdir. Hukuk devleti hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir.”11 Yani kısaca hukuk güvenliği, bir hukuk devletinde bulunması gereken ve bireylerin hukuki ve günlük yaşantılarını öngörülebilir kılma amacına hizmet eden bir ilkedir. Gerekli görülür, çünkü “vatandaşların devlete karşı güven beslemeleri ve kendi kişiliklerini korkusuzca geliştirebilmeleri, ancak hukuk güvenliğinin sağladığı bir hukuk devleti sistemi içinde mümkündür.”12

Katı öngörülebilirlik anlayışının yaratacağı sorun, yargılamanın ve mahkemelerin sunduğu çözümlerin tek tipleşmesi ve sınırlı olmasıdır. Ayrıca bunun dışında aynı bir fast-food restoran menüsünde olduğu gibi mahkemelerden yapılabilecek talepler de belli kategorilerle sınırlıdır. Bu nedenle her sorun veya talep önce bir kategoriye sokulur ve o kategori için önceden reçete edilmiş çözüm veya çözümlerden (seçimlik çözümler de olabilir ancak bunlar da zaten önceden reçete edilmişlerdir) birisi uygulanır. Bunun sonucunda da dava sonunda kazanan veya kaybeden tarafların hiçbirisi karardan tam olarak tatmin olamayabilirler.

2.4. Hesaplanabilirlik

“McDonaldlaştırma hesap edilebilen, sayılabilen, nicelleştirilebilen şeylere vurgu yapar. Aslında nicelik niteliğin yerine geçme eğilimindedir. Niceliğe yapılan vurgu hem işlemlerle hem de son ürünlerle ilgilidir. İşlemler açısından vurgu hızdadır, son ürünlerde ise odak noktası üretilen ve servisi yapılan ürünlerin sayısıdır.”13

McDonaldlaşmanın bu unsurunun hukuka yansıması yargıcın dosya görme hızı ve karar sayıları üzerinde olmuştur. Yıl içinde daha çok dosyayı karara bağlayan yargıcın sicili daha parlak, duruşmayı daha hızlı gören yargıcın avukatlar arasındaki imajı daha olumlu olacaktır. Böylece mahkemelerin çıktısı adalet veya hakkı korumak değil nicelik, yani karara bağlanan dosya sayısı olur. Görülen davalar, ertesi yıl yayınlanan adli istatistiklerdeki ve yargıçların terfilerinde değerlendirilecek sayılara dönüşür.

2.5.Denetim

McDonaldlaşmanın dördüncü unsuru olan denetim, temel olarak insanın yerine insansız teknolojinin geçmesi ve böylece çalışanların yarattığı belirsizlik üzerinde denetimin artmasıdır.14 Denetim istenir, çünkü “her tür akılcılaştırma sisteminde en büyük belirsizlik, öngörülemezlik, verimsizlik kaynağı insandır; ister çalışanlar, ister hizmet verilenler olsun.”15

Söylemek gerekir ki, hukuk ve mahkemeler henüz bu insansızlaşma seviyesine ulaşamamışlardır. Ancak az da olsa hukuk ve yapay zeka alanında çalışmalar yapılmaktadır. Örneğin L. Thorne McCarty tarafından hazırlanan TAXMAN yazılımı, ABD 1954 Gelir Yasası’nın bir kısmına dayanılarak hazırlanmış ve verilen olgulardan ve yasadan hareket ederek, hukuki gerekçelendirmenin ilkel bir formunu üretebilmiştir.16 Benzer şekilde Kevin Ashley17 tarafından geliştirilen HYPO isimli “içtihat temelli, kimin kazanması gerektiğine dair sonuçları önceki davaları temel alarak gerekçelendiren ve hukuki argümanlar üreten bir gerekçelendirme sistemidir.”18 Elbette bu sistemler henüz çok ilkeldir ve mahkemelerin veya yargıçların yerini alabilecek durumda değillerdir. Ancak ilerleyen yıllarda, bu sistemler en azından belli tür uyuşmazlıklarda kullanılmaya başlayacak kadar gelişebilir.

2.6.İnsanlıktan Çıkarma

“McDonaldlaştırmayı akıldışı ve nihai anlamda mantıksız olarak düşünmenin temel nedeni, insanlık karşıtı, hatta insanlara zararlı olabilecek, insanlıktan çıkarıcı bir sistem haline gelme eğiliminde olmasıdır.”19 Ya da benzer bir ifadeyle, modern hayatın rasyonelleşmesi, özellikle bürokrasideki örgütsel biçimiyle, insanları giderek bir “kafese” sokar.20 Günlük hayattaki bu insanlıktan çıkarmanın, mahkemeler açısından ele alındığında daha ağır sonuçlara yol açabileceği görülebilir. Yukarıda verilen örnekler, yargıcın hem kendisinin hem de karşısındakilerin bir insan olduğunu unutmasına kolaylıkla yol açabilir.

Ritzer’ın teorisinin unsurları tek tek bunlar olmakla beraber bu unsurlar devam ettirilerek, günlük yaşamın bir montaj hattına dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu söylenebilir. Bu iddialarının adliyeler ve mahkemeler için de geçerli olduğu görülebilir. Yani kitabında değindiği restoranlar, hastaneler, iş yerleri, okullar, sınavlar kadar aslında mahkemeler de McMahkemelere dönüşmüşlerdir. Hastanelerdeki teşhis koyma süreci veya okullardaki eğitim süreci gibi mahkemeler de bir üretim bandı gibi çalışırlar. Dava dosyasında yer alan insanlar sadece birer sıfattır, davacı, davalı, sanık, tanık. Mübaşir, hâkime, “1056’yı alıyoruz hâkim bey” der, hâkim de önündeki dosya yığınından dosyayı çekip göz atar. Verilen hüküm, getirilen çözüm de aslında gayri kişiseldir. Herkese uygulanan hap çözümlerden veya cezalardan biri uygulanmıştır. Üstelik bu hükme uyulup uyulmadığı kararı veren hâkimi ilgilendirmez.

Bu unsurların birleşiminin diğer bir sonucu hüküm verirken ortaya çıkan hukuki formalizmdir. Buna göre, hüküm verme işi bir syllogistik(tasım) akıl yürütmeden ibarettir. 21 Yani bu akıl yürütmede, bir yasa maddesi olan büyük önermeden ve maddi olayın verileri olan küçük önermeden dedüktif mantık ile varılan sonuç hüküm olarak ilan edilir. Her ne kadar hukuki realistler ve eleştirel hukuk çalışmaları yazarları tarafından, hüküm vermede bu akıl yürütme biçimine karşı çıkılsa da, özellikle olaya uygulanacak kuralın açık olduğu kolay davalarda bu syllogism’in varlığı görülebilir.

Gösterilmeye çalışıldığı üzere McDonaldlaşmanın izleri hukukta ve mahkemelerde de bulunmaktadır. Ancak bu izler, önceden belirtildiği gibi, istenir unsurlar olarak sunulur. Böyle olmakla beraber bu unsurlar bir araya geldiğinde elimizde insanlıktan çıkmış, sanki insanla uğraşmıyormuşçasına çalışan bir sistem kalır.

3. Bir Çözüm Olarak Etik

Eğer yargıcının işinin etikle açıklanabileceği ve hukukta görmenin gerekliliği kabul edilirse bu durumdan bir çıkış yolu görülebilir. Yargıcın işini etikle açıklamaya dair denilebilir ki hâkimlerin aldıkları kararlar, insanların yaşamını etkiler ve böyle bir karar da etik karar olma özelliğini taşır.22 Yani yargıçların işi insan yaşamını etkileyen kararlar vermekle ilgili olduğundan yaptığı iş de etikle açıklanabilir. Bu da yargıcın işini doğru yapabilmesi için etik sorumluluk taşıyarak hareket etmesini gerektirecektir. Ya da Uygur’un ifadesiyle “… hâkimlerin işi etik karar vermeyle ilgili olduğundan ve insan olmaları dolayısıyla etiğin gerektirdiklerine bağlı olduklarından, etiğin gerektirdiklerinden yani değer ve değerler bilgisinden hareket etmelidirler.”23

Etik sorumluluk taşıyan yargıç sıradan bir seyirci olmaktan çıkacaktır. Seyirci olmak ile ifade edilmek istenen kişilerin, başkalarının eylemlerine, sorumsuzca değer biçmeleri24 ve değer biçme ile ifade edilmek istenen de eylemin arka planın değil de sadece davranışın hesaba katıldığı ezbere değerlendirmelerdir.25 Yani seyirci olan yargıç, önüne gelen olayı, eylemin arka planıyla değerlendirmek yerine sadece davranışı ezbere değerlendirecektir. Yukarıda anlatılmaya çalışılan mahkemelerin McDonaldlaşması meselesi yargıcın böyle bir seyirciye dönüşmesine neden olacaktır. Yargıç bundan kurtulabilmek için, yani bir seyirci olmamak için, taraflarla etik ilişkiye girmelidir. Ya da Kuçuradi’nin ifadesiyle, “… yargıladığı eylemi yapan kişiyle ve eylemin yapıldığı kişiyle ilişkiye girmeyen, eylemde bulunması da söz konusu olmayan seyirciye karşılık yargıç, işlevini yerine getirirken, özel türden bir etik ilişkiye girer ve eylemde bulunur.”26

Seyirci olmaktan çıkmak gibi hukukta görebilmek meselesi de etik bir meseledir ve bu nedenle hukukla çözülebilecek bir mesele değildir.27 Yani hukukta görebilmeyi sağlamanın aracı yasalar, iş yükünü azaltmaya yönelik düzenlemeler, yargıca getirilen teşvikler veya engeller olamaz. Etik bakımından görmek kavramı, algısal bir görmeyi veya bakmayı değil, belirli koşullar içindeki kişilere bakıp onlara ne olduğunu anlamayı, değer ve değerler bilgisinden hareket etmeyi gerektirir.28

Genel anlamda görmek durumu böyleyken, hukukta biraz daha ileri sonuçlar doğurur. Genel anlamıyla görmede, insanın görülememesi, değerlerin unutulması anlamına gelirken, hukukta insanın görülmemesi adaletsizliğe sebep olacaktır.29 Yani hukukta görmek, adaletsizliği görmekle ilgili bir durumdur. Hukukta görmek için adaletsizliği görmek gerekmekte30 ve bunu yapabilmek için de ilgilenmek31 yani tek durumla ilgilenmek32 gerekir. Burada aktarılan ifadeler görmek ve hukukta görmek konularına dair anahtar kavramlardır sadece. Her kavramın ayrıntılı ve birbiriyle bağlantılı değerlendirilmesi atıf yapılan eserde yapılmıştır. Ancak kabaca bir toparlama ile denilebilir ki yargıç etik sorumluluk taşır. Bu nedenle onun önündeki tek durumla ilgilenmesi ve adaletsizliği görmesi gerekir. Böyle bir yargıç, değer biçmekten kaçınan, kendisini ve önündeki davadaki tarafları ve onların içinde oldukları durumu görmeye çalışan, değer ve değerler bilgisinden hareket eden bir yargıç olmak için çabalayacak ve böylece bir seyirci olmaktan çıkma ihtimali doğacaktır.

Yargıcın etik sorumluluk taşıması, hukukta insanı ve tek durumu görmesi ve taraflarla etik ilişkiye girmesi kendisinin insanlıktan çıkmasını engelleyecek ve yargılamayı bir montaj bandına dönüşmekten uzak tutacaktır. Çünkü yargıç her olayı, her davacı ve davalıyı birbirine benzer olarak ele almayıp her tek olayda ayrı ayrı etik sorumluluk duyarak hareket edecektir. Tam da bu nedenle yargıçlık mesleğine seçilme nitelikli bir süreç ile olmalı ve seçildikten sonra da meslek, rutinleşmemiş bir biçimde sürdürülmeye çalışılmalıdır.

Etik sorumluluk taşıma özelliğinin yargıca kazandırılması kolay değildir. Çünkü etik bize reçeteler sunmaz:

“Çünkü etik bir vakalar koleksiyonu değildir. İnsanlık için maddi normlar ve değerler kataloğu geliştirmediği gibi, önceden belirlenen ahlaki normlara bakarak belli bir durumda neyin yapılması gerektiğine karar veren en yüksek ahlaki merci de değildir. Bu nedenle, etik eylemdeki öznelerin yerini tutan, ahlaken onların üstünde yetkin bir merci konumuna giremez; sadece, eylemde bulunanların bizzat ahlaki yetkinlik kazanmalarını sağlar ve uygulamalarını yönlendirebilir …”33

Etiğin normatif etik olarak isimlendirilen alanı doğru ve yanlış eylemi belirleyen ahlaki standartlara ulaşmaya çabalasa da34 bu alanın ürettiği bilgi, yargıcın önündeki tek duruma, düşünmeden, ezbere uygulayacağı bilgi değildir. Bu nedenle onun eğitimi de “a durumunda, b şeklinde davranılır” gibi reçeteler üzerinden yapılamaz:

“Kierkegaard’a göre etik bilginin aktarılması ancak dolaylı olarak mümkündür, çünkü etik bilgiler, teorik bilgi biçimindeki bir enformasyon gibi öyle doğrudan aktarılamaz; bunlar enformasyon değil, bir beceriye bir yapabilmeye dikkat çeken bilgilerdir, ancak kişinin eylemleriyle, özgürlüğü sayesinde gerçekleşebilecek ahlaki davranışa yöneltirler insanı.”35

Yani etiğin eğitimi, kişiye etik kaygı duyabilmesini öğretmek geleneksel yöntemlerle olamayacaktır. Eğitin eğitimi daha çok bir yol göstericinin yolu gösterip öğrencinin o yolu kendi yürümesi ile olabilecektir. Bu nedenle yargı personeline veya hukuk öğrencilerine bu konuda konferans biçiminde verilecekler dersler vakit kaybından başka bir şey olmayacaktır ve etik ancak teorik bir çıkış olarak kalacaktır.

SONUÇ

Davanın görülmesi bir montaj bandına benzer. Sanık, tanık, davacı, kalem çalışanları bu hattın birer işçisidir. Bu montaj hattının başlangıcında davacı ve davalı vardır. Kalem çalışanları ve mübaşirlerin bu bant çevresindeki konumları bellidir. Yargıç ise bu bandın en son ucunda yer alsa da diğer memurlardan farklı olarak hareket edebilir, bant üzerindeki dosyaya farklı aşamalarda müdahale edebilir. Avukatların konumu da benzerdir ancak biraz daha sınırlıdır.

Yargıcın, bahsedilen katı yargılama prosedürlerine kendisini kaptırması, insanı görmede önündeki tek engel değildir. Katı prosedürlerin ortadan kalkması yargılamanın bir üretim bandından çıkacağı, yargıcın insanı göreceği anlamına gelmez. Görebilmeyi öğrenmek ya da kavramak, zaten sahip olduğumuz bir temelin üzerine, bir yol gösterici yardımıyla ve deneyimle oturtulan beceriler ile olabilir.

Hukuk ve mahkeme bürokrasinin ele alınan unsurları, günümüz hukuk sistemlerinde aranır özellikler olduğuna değinilmişti. Belki denilebilir ki “hukukun demir kafesinin” var olması durumu, var olmaması durumundan daha iyidir ama bu da demir kafesin sorgulanamayacağı veya değiştirilemeyeceği anlamına gelmez.

Ritzer da Weber’e benzer bir umutsuzlukla, McDonaldlaşmanın kaçınılmazlığını savunsa da kitabı şöyle biter: “Max Weber’in demir kafesi ve kutuplardaki karanlık ve sert, buz gibi gecenin egemen olduğu bir gelecek görüntüsü karşısında, en kötü olasılıkla şair Dylan Thomas’ın sözlerini düşüneceğinizi umuyorum: ‘O güzel geceye uysalca girme… Öfkelen, öfkelen ışığın sönüşüne.’”36

 

Murat Burak Aydın, Araştırma Görevlisi. İzmir Ekonomi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı

Kaynak: AndHD, 2015, C.1, S.1

DİPNOTLAR:

1 Max Weber, Economy And Society Vol. 2 (Berkeley and Los Angeles: University of California Press, 1978), s.957-958. Köşeli parantezler sonradan eklenmiştir.

2 Weber, s.809.

3 Anthony Giddens, Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori (İstanbul: İletişim Yayınları, 2013), s.286.

4 George Ritzer, Toplumun McDonaldlaştırılması (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1998), s.23.

5 Ritzer, s.23.

6 Ritzer, s.69.

7 Ritzer, s.75.

8 Pekcanıtez&Atalay&Özekes, Medeni Usul Hukuku (Ankara: Yetkin Yayınları, 2011), s. 277.

9 Pekcanıtez&Atalay&Özekes, s.126.

10 Ergun Özbudun, Anayasa Hukuku, (Ankara: Yetkin,  2009), s.122.

11 Anayasa Mahkemesi Kararı, 04.05.2006, E.2006/64, K.2006/54, RG.05.11.2006, S.26310.

12 Özbudun s. 123. Vurgu Eklenmiştir.

13 Özbudun, s.100.

14 Ritzer, s.178.

15 Ritzer, s.153.

16 L. Thorne McCarty, “Reflections on ‘Taxman’: An Experiment in Artificial Intelligence and Legal Reasoning”, Harvard Law Review Vol. 90, No. 5 (Mar., 1977), s.838.

17 Felsefe lisansından sonra hukuk derecesi almış ve bilgisayar bilimleri doktorasına sahiptir: http://www. lrdc.pitt.edu/people/ashley/

18 Kevin, D. Ashley, “Reasoning with cases and hypotheticals in HYPO”, Int. J. Man-Machine Studies (1991) 34, s. 753.

19 Ritzer, s.190

20 Giddens, s.288.

21 Raymond Wacks, Understanding Jurisprudence: An Introduction to Legal Theory (Oxford: Oxford University Press, 2005), s.178.

22 Gülriz Uygur, Hukukta Adaletsizliği Görmek (Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu, 2013), s.143.

23 Uygur, s.144.

24 İoanna Kuçuradi, Etik (Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu, 2011), s.130.

25 Kuçuradi, s.20.

26 Kuçuradi, s.132.

27 Uygur, s.13.

28 Uygur, s.27-29. Vurgu eklenmiştir.

29 Uygur, s.86-87.

30 Uygur, s.86.

31 Uygur, s.142.

32 Uygur, s.150.

33 Annemarie Pieper, Etiğe Giriş (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2012), s.118.

34 “Ethics” by James Fieser, The Internet Encyclopedia of Philosophy, ISSN 2161-0002, http://www. iep.utm.edu/, Erişim Tarihi: 12.09.2014.

35 Pieper, s.149-150.

KAYNAKÇA

Ashley, Kevin. “Reasoning with cases and hypotheticals in HYPO,” Int. J. Man-Machine Studies 34 (1991): 753-796.

Giddens, Anthony. Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori. İstanbul: İletişim Yayınları, 2013.

Kuçuradi, İoanna. Etik. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu, 2011.

McCarty, Thorne. “Reflections on ‘Taxman’: An Experiment in Artificial Intelligence and Legal Reasoning”, Harvard Law Review Vol. 90, No. 5 (Mar., 1977): 837-893.

Özbudun, Ergun. Anayasa Hukuku. Ankara: Yetkin Yayınları, 2009.

Pekcanıtez, Hakan & Atalay, Oğuz & Özekes, Muhammed. Medeni Usul Hukuku. Ankara: Yetkin Yayınları, 2011.

Pieper, Annemaria. Etiğe Giriş. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1999.

Ritzer, George. Toplumun McDonaldlaştırılması. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1998.

Uygur, Gülriz. Hukukta Adaletsizliği Görmek. İstanbul: Türkiye Felsefe Kurumu, 2013.

Wacks, Raymond. Understanding Jurisprudence: An Introduction to Legal Theory. Oxford: Oxford University Press, 2005

Weber, Max. Economy And Society Vol. 2. Berkeley and Los Angeles, California: University of California Press, 1978.

 

 

 

 

 

Denetimli Serbestlik Nedir?

$
0
0

Denetimli serbestlik, yasa tarafından belirlenen deneme süresinde, kişinin cezasının sosyal hayat içerisinde infazına olanak sağlayan bir ceza hukuku kurumudur. Suç işleyen kişi sosyal yaşam içerisinde denetimli serbestlik yoluyla gözlemlenmektedir. Denetimli serbestlik yasası, kişinin ailesiyla bağlarını sürdürebilmesi ve dış dünyayayla uyum sağlayabilmesi gerekçesiyle çıkartılmış bir yasadır. Hükümlü cezasını cezaevinde infaz ederken koşullu salıverilmesine belli bir süre kalınca tahliye edilerek dışarda sosyal hayat içerisinde denetim altında tutulmaktadır.

Denetimli serbestlik uygulaması birçok farklı nedenden kaynaklanabilir. Örneğin, uyuşturucu kullanma nedeniyle denetimli serbestlik, yargılanan kişi hakkında hüküm verilmeden önce uygulanan bir tedbirdir. Bu yazımızda 5275 sayılı Ceza İnfaz Kanunu’nun 105/A maddesi gereği getirilen denetimli serbestlik uygulamasından bahsedeceğiz.

Denetimli Serbestlik Yasası

Denetimli serbestlik yasası olarak bilinen yasa, esasen 5275 sayılı Ceza İnfaz Kanunu’nun 105/A maddesiyle getirilen düzenlemeleri ifade etmektedir. Bu yasaya denetimli serbestlik yasası denilmesinin sebebi 5275 sayılı Ceza İnfaz Kanunu’na yapılan bir ilaveyle birçok kişinin cezaevinden tahliyesinin sağlanmış olmasıdır. Biz de anlaşılır olabilmek için “denetimli serbestlik yasası” kavramını kullanacağız.

01.07.2016 Tarihinden Önce İşlenen Suçlarda Denetimli Serbestlik, Koşullu Salıverilme ve İnfaz

671 sayılı KHK (Kanun Hükmünde Kararname) ile 01.07.2016 tarihinden önce işlenen suçlar açısından ayrı bir denetimli serbestlik ve infaz sisteminin uygulanması kanunlaştırılmıştır. Buna göre 671 sayılı KHK ile 01.07.2016 tarihinden önce işlenen suçlar bakımından şu düzenlemeler getirilmiştir:

  • Denetimli serbestlik süresi 2 yıl olarak uygulanacaktır (671 sayılı KHK md.32/a).
  • Süreli hapis cezalarına mahkum olanlar cezalarının 1/2’sini infaz kurumunda çektikleri takdirde koşullu salıverilme hükümlerinden yararlanacaktır (671 sayılı KHK md.32/b).

Yukarıdaki her iki düzenleme 01.07.2016 tarihinden önce işlenen suçlar açısından uygulanacaktır. 01.07.2016 tarihinden sonra işlenen suçlarda yukarıda açıkladığımız KHK düzenlemesi değil, 5275 sayılı 105/A maddesinde yer alan eski infaz düzenlemesi geçerli olacaktır. Hemen belirtmek gerekir ki, suçun 01.07.2016 tarihinden önce işlenmiş olması yeterlidir, mahkumiyet daha sonraki bir tarihte gerçekleşse bile, hükümlü KHK’de düzenlenen denetimli serbestlik ve koşullu salıverilme hükümlerinden yararlanabilecektir.

  • Aşağıdaki suçları işleyen hükümlüler 671 sayılı KHK hükümlerinden yararlanamaz:
    • Kasten adam öldürme suçu (madde 81,82),
    • Altsoya,üstsoya, eşe veya kardeşe ya da beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumunda bulunan kişiye karşı işlenen kasten yaralama,
    • Cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar (madde 102,103,104,105),
    • Özel hayata ve hayatın gizli alanına karşı suçlar: Haberleşmenin gizliliğini ihlal, kişiler arasındaki konuşmaların dinlenmesi ve kayda alınması, özel hayatın gizliliğini ihlal, kişisel verilerin hukuka aykırı olarak kaydedilmesi, verileri hukuka aykırı olarak ele geçirme ve yayma, verileri yok etmeme (madde 132,133,134,135,136,137,138),
    • Uyuşturucu veya uyarıcı madde imal veya ticareti (madde 188),
    • Devletin güvenliğine karşı suçlar (örgüt üyeliği suçu dahil),
    • Anayasal düzene karşı suçlar,
    • Milli savunmaya karşı suçlar,
    • Devlet sırlarına karşı suçlar,
    • TMK (Terörle Mücadele Kanunu) kapsamına giren suçlar,
    • Örgütlü tüm suçlar (Örgüt üyeliği suçu, yöneticiliği veya kuruculuğu suçlarıyla birlikte işlenen yağma, hırsızlık, adam öldürme vb. gibi tüm suçlar KHK kapsamı dışındadır),
    • Koşullu salıverilme hakkı geri alınan hükümlüler (infazı yananlar) aynı hüküm nedeniyle,
    • Borçlar ve tazminatlar ödenmediği takdirde 5411 Sayılı Bankacılık Kanunu gereği bankacılık zimmeti suçu,
    • Cezaevinde disiplin cezası alıp da cezası henüz disiplin kurulunca kaldırılmayanlar,
    • Taahhüdü ihlal suçu işleyenler.
  • Cezanın 1/10’unu Kapalı Cezaevinde Geçirme Şartı: 07.09.2016 tarihli ve 29824 sayılı ve 22.2.2017 tarihli 29987 sayılı yönetmelik değişiklikleriyle açık cezaevine geçiş ve dolayısıyla denetimli serbestlik yasası uygulaması değiştirilmiştir. Buna göre, açık cezaevine geçiş ve cezanın 1/10’unu kapalı cezaevinde geçirme şartı şu şekilde uygulanacaktır:
    • 01.07.2016 tarihinden önce işlenip de 671 sayılı KHK’nin infaz rejimi kapsamında olan suçlardan 5 yıldan az ceza alanlar, en fazla 3 gün içinde ‘iyi halli’ olduğu tespit edilince açık cezaevine geçiş ve diğer koşulları varsa derhal denetimli serbestlik uygulamasından yararlanacaktır.
    • 01.07.2016 tarihinden önce işlenip de 671 sayılı KHK’nin infaz rejimi kapsamında olan suçlardan 5 yıl veya daha fazla, fakat 10 yıldan az ceza alanlar 1 ay kapalı cezaevinde ve diğer kalan süreyi açık cezaevinde geçirmek şartıyla denetimli serbestlik yasası uygulmasından yararlanabilirler.
    • 01.07.2016 tarihinden önce işlenip de 671 sayılı KHK’nin infaz rejimi kapsamında olan suçlardana 10 yıl veya daha fazla ceza alanlar, toplam cezalarının 1/10’unu mutlaka kapalı cezaevinde “iyi halli” geçirmek ve denetimli serbestlik uygulamasından yararlanabilmek için kalan diğer süreyi açık cezaevinde geçirmek zorundadırlar.

Hükümlünün kapalı cezaevinde geçirmesi gereken süre hesaplanırken tutuklulukta geçirdiği süreler de kapalı cezaevinde geçmesi gereken süreye dahil edilir.

  • 671 sayılı KHK uygulamasına son değişikliklerle birlikte örnekler vermek gerekirse;
    • 4 yıl hapis cezasına mahkum olanlar, kapalı cezaevinde en fazla 3 gün “iyi halli” kaldıktan sonra açık cezaevine geçer. Açık cezaevine geçen hükümlü denetimli serbestlik kanunu uygulanarak koşullu tahliye edilecektir.
    • 4 yıl 6 ay hapis cezası alan hükümlüler, 3 ay cezaevinde kalmak kaydıyla denetimli serbestlik uygulamasından yararlanacaktır. Hükümlü, kapalı cezaevinde en fazla 3 gün iyi halli kaldıkdan sonra açık cezaevine geçiş hakkı kazanır. Açık cezaevinde de kalan 3 aylık süreyi tamamlamak şartıyla denetimli serbestlik uygulamasından yararlanabilirler.
    • Taksirle işlenen suçlarda 5 yıl veya daha azceza alan bir mahkum, doğrudan açık cezaevinde 6 ay kalmak koşuluyla tahliye edilir.
    • Kasten veya taksirle işlenen suçlardan 5 yıl veya üstü hapis cezasına mahkum olup da cezalarının toplamı 10 yıldan az olan hükümlüler; cezalarının 1 ayını kapalı cezaevinde geçirmek zorundadır. 1 ay kapalı cezaevinde kalan hükümlü açık cezaevine geçer, açık cezaevinde kalan süreyi tamamladıktan sonra denetimli serbestlikten yararlanarak şartlı tahliye edilir.
    • Kasten veya taksirle işlenen suçlardan 5 yıl veya üstü hapis cezasına mahkum olup da cezalarının toplamı 10 yıldan az olan hükümlüler; cezalarının 1 ayını kapalı cezaevinde geçirmek zorundadır. 1 ay kapalı cezaevinde kalan hükümlü, denetimli serbestlik uygulaması için kalan cezasını da açık cezaevinde geçirerek tahliye edilir.
  • Aynı Hükümlünün Suçlarından Biri KHK Kapsamında, Diğeri Değilse Uygulama Nasıl Olacaktır: Uygulamada en sık karşılaşılan sorun, hükümlünün işlediği suçlardan birinin KHK kapsamında kalması, diğer suçun KHK’nin kapsamı dışında kalmasıdır. Bu durumda, KHK kapsamında kalan suç vasfında 1/2 infaz indirimi yapılır, KHK kapsamına girmeyen diğer suç için infaz indirimi yapılmadan eski sisteme göre koşullu salıverilme süresi hesaplanır. Böylece şartlı tahliye süresi bulunduktan sonra denetimli serbestlik süresi, eski sistemdeki gibi 1 yıl olarak uygulanır. İnfaz hukuku uygulamasında, cezai içtima hükümlünün aleyhine sonuç doğurduğundan işlediği suçlardan biri KHK kapsamı dışında kalan hükümlü, KHK’deki yeni denetimli serbestlik süresinden yararlanamaz.
  • 647 sayılı Eski İnfaz Kanunu Döneminde -01.06.2005 Tarihinden Önce- Suç İşleyenlerin Durumu: 647 sayılı eski infaz kanunu döneminde, yani 01.06.2005 tarihinden önce suç işleyenler açısından eski infaz oranı olan 2/5 lehe olduğundan, yeni KHK’deki 1/2’lik infaz indirimi oranı uygulanmaz. Ancak, eski infaz oranı üzerinden bulunan şartlı tahliye tarihine 2 yıl kala 671 sayılı KHK ile denetimli serbestlik tedbiri uygulanır. Suçlardan biri 01.06.2005 tarihinden önce, diğeri ise bu tarihten sonra işlenirse; 01.06.2005 tarihinden önce işlenen suç için 2/5 olan eski infaz oranı, 01.06.2005 tarihinden sonra işlenen suç için de KHK ile getirilen 1/2 infaz oranı üzerinden koşullu salıverme süresi hesaplanır ve KHK’deki 2 yıllık denetimli serbestlik süresi uygulanır.
  • Adli Para Cezası Alanların Durumu: Adli para cezasına mahkum olanlar, her halükarda adli para cezasını ödemek zorundadırlar, hiçbir şekilde 671 sayılı KHK’de ddüzenlenen koşullu salıverilme ve denetimli serbestlik hükümlerinden yararlanamazlar (Ceza infaz Kanunu md.105/A-4 ve md.106/9). Adli para cezası mahkumiyeti, ister doğrudan verilmiş olsun, ister hapis cezasıyla birlikte verilsin veya isterse hapis cezasından çevrilmiş olsun KHK’den yararlanamaz. Aynı hükümde hem adli para cezası hem de hapis cezası varsa, adli para cezası ödendikten veya herhangi bir şekilde infaz edildikten sonra, hapis cezası için KHK’den faydalanılabilir.
  • Neticesi sebebiyle ağırlaşmış yaralama suçu: Neticesi sebebiyle ağırlaşmış yaralama suçu (TCK md.87), eş, altsoy, üstsoy veya beden ve ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı işlenmemişse 671 sayılı KHK’nin infaz uygulamasından yararlanır. KHK’nin kanunlaştığı ilk dönemlerde tümüyle kapsam dışı kaldığı gerekçesiyle uygulama dışı bırakılan bu suça, artık tüm infaz savcılıklarınca 671 sayılı KHK infaz hükümleri uygulanmaktadır.
  • Suçta Tekerrür Halinde Uygulama: Mükerrirlere özgü infaz rejimi uygulanan hükümlüler, 671 sayılı KHK kapsamında getirilen cezanın 1/2 infazına ilişkin infaz rejiminden yararlanamazlar, tekerrür halinde infaz oranı 3/4’tür. Ancak, suçta tekerrür hükümleri uygulanan hükümlüler, aynı yasa kapsamında yer alan 2 yıllık denetimli serbestlik tedbiri uygulamasından yararlanabilirler.
  • Suça Teşebbüs, Azmettirme, Yardım Etme: Teşebbüs ve suçu iştirak halleri için KHK’de özel bir düzenleme yoktur. KHK’de yer alan “düzenlemeden yararlanamayacak suçlara” teşebbüs edilmesi, azmettirilmesi veya yardım edilmesi halllerinde KHK’de düzenlenen şartlı tahliye veya denetimli serbestlik uygulamasından yararlanılamaz. Yani, kapsam dışı bırakılan suçlara iştirak edenler veya teşebbüs edenler, suç vasfının 671 sayılı KHK’deki düzenlemesine tabidir.
  • Taksirli Suç ve Olası Kast Halleri: Taksirli suçlar (bilinçli taksir dahil), KHK’de yer alan her türlü hak ve düzenlemeden yararlanabilir. Örneğin, taksirle adam öldürme suçu işleyenler (örn, trafik kazası ile ölüm) KHK’den yararlanabilir. Olası kast açısından özel bir düzenleme yoktur. İşlenen suç, TCK’da hangi maddeyi ihlal ediyorsa KHK’den yararlanıp yaralanmayacağı bu maddeye göre belirlenir. Örneğin, olası kast ile kasten öldürmeye teşebbüs suçu işlenmiş olması halinde KHK’den yararlanılamaz. Ancak, TCK md. 86/1 kapsamında olası kast ile kasten yaralama suçu işlendiğinde hükümlünün KHK’den yararlanma hakkı var.
  • Yakalamalı Hükümlülerin Durumu: 01.07.2016 tarihinden önce suç işleyip de ceza mahkumiyeti olan ve infaz savcılığı tarafından gönderilen davetiye uymayarak teslim olmayan veya haklarında doğrudan yakalama kararı çıkartılan hükümlüler, cezasını çekmek üzere ne zaman teslim olurlarsa olsunlar 671 sayılı KHK infaz indirimi ve denetimli serbestlik yasası uygulamasından yararlanırlar.
  • Tutuklu/Tutuksuz Yargılaması Devam Eden Sanıkların Durumu: Yargılaması devam eden sanıklar, suçun 01.07.2016 tarihinden önce işlenmiş olması kaydıyla KHK’den yararlanırlar. Yargılamanın aşaması ne olursa olsun, ceza mahkumiyeti ne zaman kesinleşirse kesinleşsin 671 sayılı KHK’de yer alan infaz indirimi ve denetimli serbestlik tedbiri sanıklara uygulanır. Tutuklu yargılanan sanıkların tutukluluk koşulları değerlendirilirken 671 sayılı KHK’deki infaz indirimi ve denetimli serbestlik süresi mutlaka dikkate alınacaktır. Suç vasfı, KHK kapsamında kalan tutuklular daha erken tahliye edilecektir.
  • Halihazırda Denetimli Serbestlikte Olanların Durumu: Halihazırda denetimli serbestlik tedbiri uygulanan hükümlülerin müddetnamesi yeniden tanzim edilmelidir. KHK kapsamında kalan bir suçtan denetimli serbestlikte olan hükümlü, 1/2 infaz indiriminden faydalanacakları için denetimli serbestlik süresi de kısalacaktır. Örneğin, eski sistemde 3 yıl hapis cezası mahkumiyeti hükümlünün 1 yıl cezaevinde kaldıktan tahliye olduğunu ve denetimli serbestlik tedbiri uygulandıktan 2 ay sonra KHK’nin kanunlaştığını varsaysalım; bu durumda yeni KHK’den yararlanan hükümlüye sadece 4 ay daha denetimli serbestlik uygulanacaktır. Eski infaz sistemiyle hükümlünün 9 ay daha denetimli serbestlik uygulamasıyla geçirmesi gerekirdi.
  • Halihazırda Denetimli Serbestlik Yükümlülüklerini İhlal Edenlerin Durumu: Denetimli serbestlik tedbiri uygulanarak belirlenen yükümlülüklere aykırı hareket edenler (imza ihlali, seminer ihlali, elektronik kelepçenin çıkarılması, belli saatlerde belirlenen yerde olunmaması vs.) 671 sayılı KHK’de yer alan 1/2 infaz indiriminden yararlanabilir, ancak 2 yıllık denetimli serbestlik süresinden yararlanamazlar.
  • Denetimli Serbestlik Altındayken Suç İşleyenlerin Durumu: Denetimli serbestlik yükümlülüklerine uygun hareket etmesine rağmen suç işledikleri gerekçesiyle yargılananlar, suçsuzluk karinesinden yararlandıkları için mahkumiyet kesinleşinceye kadar denetimli serbestlikten yararlanırlar. Mahkumiyet kesinleştiğinde, hükümlünün cezaevine alınarak cezaların toplanmasını gerektiren ayrı bir infaz süreci işleyecektir. Ayrıca, hükümlü suç nedeniyle tutuklanmışsa, tutuklulukta kaldığı süre koşullu salıverilme süresine eklenerek yeniden denetimli serbestlik süresi hesaplanır. Hükümlünün sonraki suç nedeniyle tutuklulukta kaldığı süreyi mahkumiyetinden mahsup hakkı da olduğundan, bu hakkını kullanan hükümlü açısından mahsup dikkate alınarak hesap yapmak gerekecektir.
  • Yurtdışında Yaşayanların Durumu: Yurtdışında yaşayanlar, KHK kapsamında denetimli serbestlik uygulmasından yararlanmak istiyorsa, denetimli serbestlik süresi boyunca Türkiye’de belirlenen yükümlülüklere uygun hareket etmek zorundadır. Konsoloslukta imza veya benzeri bir uygulama mevcut değildir. Denetimli serbestlik yasası, sadece Türkiye sınırları içersinde uygulanabilen bir sistemdir.
  • KHK Tahliye Hesaplama Metodu: Birden fazla hapis cezası varsa tüm cezalar toplanmalıdır. Toplam cezanın 1/2’si bulunmalı, hesaplanan bu cezadan 2 yıl denetimli serbestlik tedbiri düşüldüğünde kalan süre mahkumun şartlı tahliye olabilmesi için cezaevinde kalması gereken süredir. Örneğin, 10 yıl hapis cezası alan bir hükümlünün koşullu salıverilme/şartlı tahliyesi şöyle hesaplanır: 10 yıl hapis cezasının 1/2’si 5 yıldır. 5 yıl hapis cezasından 2 yıllık denetimli serbestlik süresi düşülür, böylece bu mahkumun 3 yıl cezaevinde kalması gerektiği ortaya çıkmış olur.

Denetimli Serbestlik Yasası

01.07.2016 Tarihinden Sonra İşlenen Suçlarda Denetimli Serbestlik Kaç Yıl

Denetimli serbestlik yasası, 671 sayılı KHK(Kanun Hükmünde Kararname) ile yeniden düzenlenmiştir. Hükümlü olan kişi henüz cezaevine girmemişse, ceza miktarı ne olursa olsun denetimli serbestlik yasasından yararlanması mümkün değildir. Cezası ne olursa olsun her hükümlü, “iyi halli” olup olmadığının tespiti amacıyla cezaevine girmek zorundadır. Hükümlü, cezaevine girdikten sonra cezaevi idaresi tarafından hükümlünün “iyi halli” olduğuna dair bir değerlendirme raporu hazırlanır ve hükümlü denetimli serbestlik tedbiri uygulanarak tahliye edilir.

5275 sayılı İnfaz Kanunu’na göre, 01.07.2016 tarihinden sonra işlenen suçlarda koşullu salıverilmesine 1 yıl veya daha az kalan hükümlülerin yazılı talebi halinde cezalarının koşullu salıverilme tarihine kadar olan kısmı denetimli serbestlik yasası uygulanarak infaz edilir (md. 105/A-1). Örneğin, 3 yıl hapis cezası almış bir hükümlü, 01.11.2016 tarihinde cezaevine girerse koşullu salıverilme tarihi 01.11.2018 olacaktır. Koşullu salıverilme tarihine 1 yıl kala, yani 01.11.2017 tarihinde denetimli serbestlik tedbiri yoluyla tahliyesini talep edebilecektir. Yani, 3 yıl hapis cezası alan bir hükümlü cezaevinde toplam 1 yıl kalacaktır.

  • 01.07.2016 tarihinden sonra işlenen suçlarda mahkeme tarafından toplam 18 ay hapis cezasına mahkum edilen hükümlüler, doğrudan denetimli serbestlik kanunu uygulamasından yararlanabilirler. Çünkü, 18 ay hapis cezası alan hükümlülerin koşullu salıverilme süresine mahkum olunan ceza miktarı itibariyle 12 ay kalmaktadır. Bu nedenle, 18 ay hapis cezası alan mahkumlar 2-3 gün gibi kısa bir süre cezaevinde kalarak “iyi halli” hükümlü oldukları tespit edildikten sonra tahliye edilirler. Ancak, 18 ay hapis cezası alan hükümlüler 31.12.2020 tarihinden sonra cezaevinde 6 ay geçirmek koşuluyla tahliye edilebilirler.
  • 0-6 yaş arası çocuğu bulunan kadın hükümlüler, koşullu salıverilme tarihlerine 2 yıl veya daha az kaldığı takdirde denetimli serbestlik hükümlerinden yararlanabilecektir (md.105/A-3). Yukarıdaki örnekte 3 yıl ceza alan ve 0-6 yaş arası bir çocuğu bulunan kadın, cezaevine birkaç gün girerek “iyi halli” olduğu tespit edildiğinde denetimli serbestlik yasası yoluyla serbest bırakılabilecektir.
  • Maruz kaldıkları ağır hastalık veya yaşlılık nedeniyle hayatlarını yalnız sürdüremeyenler, koşullu salıverilmelerine 3 yıl veya daha az bir süre kaldığında denetimli serbestlik yasası yoluyla tahliye olabilecektir (105/A-3). Ancak, bu durumlarının tam teşekküllü hastanelerin sağlık kurullarınca tespit edilip Adli Tıp Kurumu tarafından onaylanması gerekir.

Denetimli Serbestlik Şartları

Denetimli serbestlik yasası, cezaevinde bulunan her hükümlünün doğrudan yararlanabileceği bir yasa değildir. Denetimli serbestlik uygulama koşulları suçun niteliğine (açık cezaevine geçiş açısından), cezanın miktarına ve hükümlünün kişiliğine göre farklılık gösterir. Hükümlünün mahkum olduğu ceza kararı sayısının birden fazla olması nedeniyle karmaşık bir infaz uygulaması meydana gelebilir. Bu durumda, hükümlünün hukuki statüsünün mutlaka bir ceza avukatı ile mütalaa edilmesi gerekir.

Hükümlünün denetimli serbestlik uygulamasından yararlanabilmesi için bazı şartları yerine getirmesi gerekir. Bu şartlar;

Denetimli Serbestlik Yasasından Yararlanmak İsteyen Hükümlünün Son 6 Ayını Açık Cezaevinde Geçirmesi Şartı

Son 6 ayını cezaevinde geçirme şartı, 01.01.2016 tarihinde yürürlüğe giren 5275 sayılı Ceza İnfaz Kanunu’nun geçici 4. maddesi değişikliği gereği 31.12.2020 tarihine kadar uygulanmayacaktır. 31.12.2020 tarihinden sonra denetimli serbestlik yasasından yararlanarak tahliye olmak isteyen hükümlülerin son 6 ayını açık cezaevinde geçirmiş olması gerekir (md.105/A-1). Ancak, 31.12.2020 tarihine kadar denetimli serbestlik yasasından faydalanmak için 6 ay açık cezaevine kalma şartı mevcut değildir. Mevcut uygulamada hükümlünün açık cezaevine geçiş hakkı elde etmiş olması yeterlidir.

Açık Cezaevine Ayrılma Şartları, en son 22/2/2017 tarihli ve 29987 sayısı ile yapılan bir yönetmelik değişikliğiyle yeniden düzenlenmiştir. Yeni yönetmeliğe göre toplam cezasının 1/10’unu kapalı cezaevinde geçiren ve koşullu salıverilmesine belli bir süre kalan kişi açık cezaevine ayrılma hakkı kazanmaktadır. Açık cezaevine ayrılma koşulları daha kolay hale getirildiğinden denetimli serbestlik yasasından yararlanmak da kolaylaşmıştır. Yeni yönetmelik ile bazı suçlar için açık cezaevine geçme koşulları diğer suçlardan daha zordur. Her hükümlünün öznel durumunun değerlendirilmesi için bir ceza avukatı ile görüşülmelidir.

Hemen belirtelim ki, 31.12.2020 tarihinden sonra hükümlü son 6 ayını açık cezaevinde geçirmese bile, açık cezaevine ayrılma şartlarını son 6 aydan beri taşıyorsa denetimli serbestlik yasasından yararlanabilir. Yani hükümlü, kapalı cezaevinde olmasına rağmen kendi iradesi dışında, örneğin yer yokluğu nedeniyle, açık cezaevine gönderilememişse açık cezaevine ayrılma şartlarını taşıdığı için denetimli serbestlik yasasından yararlanabilir.

Hükümlünün İyi Halli Olması Şartı

Hükümlünün denetimli serbestlik yasasından yararlanabilmesi için “iyi halli” olması gerekir. Hükümlünün iyi halli olup olmadığı, cezaevi idaresi tarafından hazırlanan değerlendirme raporu dikkate alınarak karar verilir. Hükümlünün hazırlanan bu rapora karşı ceza infaz hakimliğine itiraz hakkı vardır.

Hükümlünün Denetimli Serbestlik Yasasından Yararlanma Talepli Dilekçe Vermesi

Denetimli serbestlik tedbiri ancak hükümlünün talebi halinde uygulanabilir. Denetimli serbestlik yasası, kendiliğinden uygulanabilen bir yasa değildir. Hükümlü cezaevindeyken denetimli serbestlik yasasından yararlanmak istediğini beyan ederek talepte bulunursa gerekli işlemler başlar. Hükümlü, denetimli serbestlikten yararlanma talebini bir Denetimli Serbestlikten Yararlanma Dilekçesi ile İnfaz Hakimliği’ne bildirdiğinde, İnfaz Hakimliği bu taleple ilgili en kısa sürede karar vermek zorundadır.

Hükümlü denetimli serbestlik yasası gereği serbest bırakıldıktan sonra deyim yerindeyse toplum içinde gözlenmeye başlanır. Hükümlü, kendisi için belirlenen tedbirlere uymak zorundadır. Örneğin, kamuya yararlı bir işte çalışmasına karar verilmişse bu yükümlülüğü ihlal edemez. Bir bölgede veya konutta denetim altında olması kararlaştırılmışsa o bölge veya konuttan ayrılamaz.

Çocuk Hükümlülerde Denetimli Serbestlik Yasası Nasıl Uygulanır?

Çocuk cezaevinde hükümlü statüsü kazanarak çocuk eğitimevine gönderilen hükümlülerden eğitimine devam etmeyenler 18 yaşını bitirdiklerinde, eğitimine devam edenler 21 yaşını bitirdiklerinde suç türüne bakılmaksızın ve olan ğitime devam etmeyenler on sekiz yaşını bitirdiklerinde, eğitime devam edenler ise yirmi bir yaşını bitirdiklerinde suç türüne ve cezaevinde kaldığı süreye bakılmaksızın açık cezaevine gönderilir. Açık cezaevine geçen çocukların 18 yaşını doldurmadan önce işlediği diğer suçların cezaları da ne zaman kesinleşirse kesinleşsin açık cezaevinde infaz edilir.

Çocuk hükümlülerin denetimli serbestlik yasasından yararlanabilmesi için toplam cezalarının 1/5’ini çocuk eğitimevinde geçirmesi ve koşullu salıverilmesine 1 yıl kalması gerekir.

Denetimli Serbestliğe Uymama

Hükümlü denetimli serbestlik yasası ile getirilen kurallara uyacağını taahhüt ettiği için tahliye edilmektedir. Denetimli serbestliğe uymama halinde kişinin yararlandığı infaz şekli ortadan kalkar. Denetimli serbestlik uygulamasının ihlali halinde hükümle tekrar cezaevine alınır. Denetimli serbestlik, birçok farklı şekilde ihlal edilebilir. Aşağıdaki şartlara uymayan hükümlünün denetimli serbestlik yasasını ihlal ettiği kabul edilmektedir:

Tahliye Olduktan 3 Gün İçinde Başvurma Şartının İhlali

Hükümlü tahliye olduktan sonra üç gün içinde Denetimli Serbestlik Müdürlüğü’ne başvurarak hakkındaki tedbire uygun programa katılmaya başlamalıdır. Bu kurala uymadığı taktirde denetimli serbestlik yasasını ihlal etmiş sayılır. Denetimli serbestlik yasası ihlal edildiğinde hükümlü yararlandığı şartlı tahliye hakkını kaybederek tekrar cezaevine alınır.

Hükümlünün Denetimli Serbestlik Müdürlüğü Programına Uymamada Israr Etmesi

Hükümlü denetimli serbestlik müdürlüğü tarafından belirlenen programa devam etmek zorundadır. Hükümlünün müdürlüğün belirlediği “programa riayet etmemede ısrar etmesi” halinde denetimli serbestlik yasası ihlal edilmiş sayılır. Uygulamada belirlenen programa iki kez riayet edilmemesi “programa uymamada ısrar” olarak kabul ediliyor. Nitekim Yargıtay, bir kez imza atmayan bir kez de görüşmeye gitmeyen kişinin denetimli serbestlik yasasını ihlal ettiğini kabul etmiştir (Yargıtay 4. Ceza Dairesi – 2015/1863 karar).

Hükümlünün Denetimli Serbestlik Yasasından Yararlanma Talebinden Vazgeçmesi

Hükümlü, denetimli serbestlik yasasından faydalanarak tahliye olduktan sonra kendiliğinden de bu hakkından feragat edebilir. Hükümlü açısından denetimli serbestlik tedbirleri daha ağır gelebilir, özel bir gerekçe göstermeden talepte bulunursa denetimli serbestlik kanunu nedeniyle yapılan uygulamaya son verilerek cezası cezaevinde infaz edilmeye devam edilir.

Denetimli serbestlik ve Adli Para Cezası

Adli para cezası ödenmezse hükümlü önce kamuya yararlı bir işte çalışmaya davet edilir, kamuya yararlı işte çalışma şartı da hükümlü tarafından yerine getirilmezse adli para cezası hapis cezasına çevrilir. Adli para cezası ödenmediği için hapis cezasına çevrilirse hükümlü hakkında denetimli serbestlik kanunu hükümleri uygulanamaz. Denetimli serbestlik, yalnızca mahkeme tarafından verilen doğrudan hapis cezaları için uygulanabilecek bir kurumdur. Bu nedenle, adli para cezaları için bir koşullu salıverilme biçimi olan denetimli serbestlik uygulanamaz.

Denetimli Serbestlik Yasası’nın İhlali ve Sonuçları

Denetimli serbestliğe uymama, hükümlünün daha ağır sonuçlarla karşılaşmasına neden olabilir. Prensip olarak denetimli serbestlik yasasını ihlal eden hükümlü, cezasının koşullu salıverilme tarihine kadar olan kısmının infaz edilmesi için tekrar cezaevine alınır. Ancak dışarda denetimli serbestlik kanunuuygulamasından yararlanarak geçirdiği süreler cezasından indirilir. Yani denetimli serbestlik dosyası kapatılana kadar kişinin dışarda geçirdiği süreler aynen cezaevinde geçirilmiş gibi kabul edilir.

Denetimli serbestlik uygulamasında hükümlüler en çok imza ihlali yapmaktadır. İmzaya gitmemek de önemli bir denetimli serbestlik kuralının ihlalidir. Üst üste iki kez imza ihlali yapanların denetimli serbestlik kararı geri alınır.

Hükümlünün tahliye olduktan sonra denetimli serbestlik müdürlüğüne 3 gün içinde müracaat zorunluluğu vardır. Hükümlü, 3 günlük sürenin bitiminden itibaren 2 gün içinde müracaat etmezse hakkında TCK md. 292’de düzenlenen “Hükümlü ve Tutuklunun Kaçması” gereği soruşturma başlatılır. Aynı durum, kapalı cezaevine iade kararı verilip de 2 gün içinde en yakın Cumhuriyet Başsavcılığına müracaat etmeyen hükümlüler için de geçerlidir.

Denetimli Serbestlik hükümlerinin nasıl uygulanacağı Denetimli Serbestlik Yönetmeliği ile düzenlenmiştir.

Denetimli Serbestlik ve 01.01.2020 Tarihi İtibariyle 6 Ay Açık Cezaevi Şartı

Denetimli serbestlik, bir infaz hukuku kurumudur. İnfaza dair hukuk kuralları derhal uygulanmak zorundadır. Yani, infaza dair bir yasal düzenleme yürürlüğe girdiği zaman aynı durumdaki herkese eşit olarak derhal uygulanmalıdır.

01.01.2020 tarihinden itibaren, denetimli serbestlikten faydalanmak için açık cezaevinde 6 ay kalma şartı yürürlüğe girecektir. Mevcut düzenlemeye göre bu tarihten itibaren denetimli serbestlikten yararlanmak isteyen tüm hükümlüler, 6 ay açık cezaevinde kalmalı veya kalma hakkını elde etmelidir. Aksi halde, 2020 yılından itibaren denetimli serbestlik kanunu uygulamasından faydanılması mümkün değildir.

Denetimli Serbestlik Yasası ve Elektronik Kelepçe Takılması

Denetimli serbestlik yasası uygulanarak tahliye edilen hükümlülere elektronik kelepçe takılması da mümkündür (Denetimli Serbestlik Yönetmeliği). Denetimli serbestlik uygulanacak olan hükümlüye ait evde veya evin çevresinde serbestçe hareket edebileceği alanlar belirlendikten sonra hükümlünün ayağına elektronik kelepçe takılmaktadır.

Elektronik kelepçe açılırsa sistem alarm vermektedir. Elektronik kelepçenin açılması veya belirlenen alanın dışına çıkılması denetimli serbestliğin ihlali kabul edilmektedir. Elektronik kelepçeyi açarak yükümlülüğü ihlal eden kişi cezasını ceza infaz kurumunda infaz edecektir.

Denetimli Serbestlik Yasası ve Uygulanan Bazı Suç Tipleri

Denetimli serbestlik, 01.07.2016 tarihinden sonra işlenen suçlarda kural olarak 1 yıllık süre için uygulanan bir koşullu salıverilme biçimidir. Denetimli serbestlik tedbiri uygulanabilecek suçlara bazı örnekler aşağıdadır:

Denetimli Serbestlik ve Suçta Tekerrür

Suçta tekerrür, ilk işlediği suç kesinleşen hükümlünün belli bir süre sonra ikinci bir suç işlemesidir. Hükümlünün işlediği ikinci suça “tekerrür” hükümleri uygulanarak koşullu salıverilme tarihi hesaplanır. İşlediği ikinci suç da kesinleşen hükümlünün üçüncü bir suç işlemesi halinde “ikinci kez tekerrür” söz konusu olur.

Tekerrür hükümleri açısından özellikle vurgulamak gerekir ki; ilk kez tekerrür hükümleri uygulanan hükümlü denetimli serbestlik tedbirinden yararlanabilir. Ancak, “ikinci kez tekerrür” hükümleri uygulanan hükümlünün denetimli serbestlik tedbirinden ve koşullu salıverilme hükümlerinden yararlanması mümkün değildir.

Koşullu Salıverilme Şartları ve Denetimli Serbestlik Yasası

Koşullu salıverilme (şartlı tahliye), cezasının bir kısmı cezaevinde infaz edilen “iyi halli” hükümlünün, cezasının kalan kısmını dışarda toplum içinde belli şartlara uyarak geçirmesini sağlayan bir cezanın infazı kurumudur. Koşullu salıverilme süresi denetimli serbestlik tedbirinin uygulanacağı tarihin tespiti açısından önemlidir. Yukarıda açıkladığımız üzere, 01.07.2016 tarihinden önce işlenen suçlarda koşullu salıverilme tarihine 2 yıl, 01.07.2016 tarihinden sonra işlenen suçlarda koşullu salıverilme tarihine 1 yıl kalan iyi halli hükümlü denetimli serbestlik yasasından yararlanabilir. 5275 Sayılı Ceza İnfaz Kanunu‘nun 107. maddesine göre koşullu salıverme şartları şu şekildedir:

  • Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan iyi halli hükümlüler, 30 yıl fiilen cezaevinde kaldıktan sonra koşullu salıverilme hükümlerinden yararlanabilirler.
  • Müebbet hapis cezası alan iyi halli hükümlüler, 24 yıl fiilen cezaevinde kaldıktan sonra şartlı salıverme hükümlerinden yararlanabilirler.
  • Siyasi suçlar ve örgütlü suçlarlardan hapis cezası alan iyi halli hükümlüler, cezalarının 3/4’ünü iyi halli olarak cezaevinde geçirerek koşullu salıverme hükümlerinden yararlanabilirler.
  • Diğer tüm süreli hapis cezalarına mahkumiyet halinde, hükmedilen hapis cezasının 2/3’ünün iyi halli olarak cezaevinde geçiren hükümlü koşullu salıverme hükümleri uygulanarak tahliye edilir.

Koşullu salıverilme kararı kural olarak mahkumiyet hükmünü veren mahkeme tarafından verilmelidir. Ancak, hükümlü mahkumiyet hükmünü veren mahkemenin yargı çevresi dışındaki bir cezaevinde bulunuyorsa, cezaevinde kaldığı yerde mevcut olan aynı derecedeki mahkeme tarafından şartlı salıverilme kararı verilmelidir. Mahkeme, cezaevi idaresinin hazırlayacağı gerekçeli raporu uygun bulursa hükümlünün şartlı salıverilme yoluyla tahliyesine karar verebilir.

Koşullu salıverilme kararı denetimli serbestlik yükümlülüklerinin yerine getirilerek denetim süresinin geçirilmesinden sonra mahkeme tarafından verilen bir karardır. Hükümlünün koşullu salıverilme tarihine 1 yıl kala infaz hakimliği tarafından denetimli serbestlik yasası uygulandığında, koşullu salıverilme kararı verilmez. Çünkü, koşullu salıverilme kararı denetimli serbestlik uygulamasının bitmesinden sonra verilen bir karardır.

Hükümlü, tahliye edildikten ve koşullu salıverilme kararından sonraki denetim süresi içinde “hapis cezası gerektiren kasıtlı bir suç” işlerse koşullu salıverilmenin geri alınmasına karar verilir. Suçun hapis cezasını gerektirmesi demek, hem kanunda suçun cezası olarak adli para cezasının değil hapis cezasının belirlenmiş olması hem de mahkemenin yargılama neticesinde verdiği cezanın da hapis cezası olması demektir. Yani, mahkeme denetim süresi içinde işlenen suç nedeniyle önce hapis cezası verir, daha sonra bu hapis cezasını adli para cezasına çevirirse hükümlü hakkında koşullu salıverilmenin geri alınması kararı verilemez. (Yargıtay 1. C.D. 2013/1575 karar).

Denetimli Serbestlik Yargıtay Kararları

Denetimli Serbestlik Yasası Yargıtay Kararları


Denetimli Serbestlik İhlalinde İki İhtar Şartı

Hükümlü, 06.06.2015 tarihli “vakıa sorumlusu görüşmesi”ne katılmayarak, ilk kez ihlalde bulunmuş, Denetimli Serbestlik Müdürlüğü tarafından 30.06.2015 tarihli müzekkkere ile uyarılmıştır. İlk uyarıdan sonra hükümlü 28.08.2016 tarihli grup çalışmasına katılmamış, bunun üzerinde Denetimli Serbestlik Müdürlüğü hiçbir ihtara gerek görmeden dosyayı kapatmış, infaz hakimliği tarafından hükümlünün kapalı cezaevine gönderilmesine karar verilmiştir. 5275 Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’a göre “denetim planına uymamakta ısrar etme” en az iki usulüne uygun ihtara rağmen hükümlünün davete icabet etmemesi ya da başka bir yolla haberdar olmasına rağmen denetime uymamakta ısrar etmesi halinde söz konusu olabilir. Somut olayda hükümlüye ikinci ihtar yapılmadığından denetimli serbestlik yasası ihlal edilmemiştir, hükümlünün kapalı cezaevine gönderilmesine yönelik infaz hakimliği kararı hukuka aykırıdır (Yargıtay 1. Ceza Dairesi – 2016/3083 karar).

Denetimli serbestlik tedbirinin iki kez ihlal edilmesi, “yükümlülüklere uymamada ısrar etme” anlamına gelir. İki kez ihlale neden olarak yükümlülüklere uymamada ısrar eden hükümlü hakkındaki infaza son verilir ve infaz kaydı kapatılır. Ancak, yükümlülükleri iki kez ihlali nedeniyle infaza son verilebilmesi için ilk ihlalden hemen sonra hükümlüye bir “uyarı yazısı” tebliğ edilmelidir. Uyarı yazısı tebliğ edilmemişse, hükümlü hakkında denetimli serbestlik yasası uygulamasına son verilemez (Yargıtay 7. Ceza Dairesi – 2015/21337 karar).

0-6 Yaş Grubu Çocuğu Olan Annelere Denetimli Serbestlik Nasıl Uygulanır?

0-6 yaş grubu çocuğu olan anne, denetimli serbestlik yasası uygulamasından koşullu salıverilmesine 2 yıl süre kala yararlanabilir. Ancak, çocuğun 0-6 yaş aralığında olup olmadığının tespiti için annenin cezaevine alındığı tarih değil, denetimli serbestlik yasasına başvuru tarihi, yani koşullu salıverilmeye 2 yıldan az sürenin kaldığı tarih esas alınmalıdır. Başvuru tarihi itibariyle çocuk 6 yaşını geçmişse, anne uygulamadan yararlanamaz (Yargıtay 19. Ceza Dairesi – 2015/3782 karar – Tarih:31.7.2015).

Denetimli Serbestlik Yükümlülüklerinin Uyarılara Rağmen İki Kez İhlal Edilmesi

Denetimli serbestlik kararlarının infazında, yükümlülüğün bir yıl içerisinde iki defa ihlal edilmesi yükümlülüğe uymamada ısrar etme sayılır. Yükümlünün uyarılmasının ardından bir yıl içerisinde ikinci ihlalin tespit edilmesi halinde infaza son verilerek kayıt kapatılır.” şeklindeki düzenlemeler karşısında, somut olayda 29/01/2016 tarihi itibari ile hükümlü hakkında denetim planı hazırlanarak infazına başlanıldığı, hükümlünün 11/02/2016 tarihinde kamu çalışmasına gelmeyerek denetim planına uymadığından bahisle 19/02/2016 tarihinde uyarıldığı, buna rağmen 05/05/2016, 06/05/2016 ve 11/05/2016 tarihlerinde belgelendirilebilir ve geçerli bir mazereti bulunmaksızın kamuda çalışma yükümlülüğünü ihlal ederek denetimli serbestlik kapsamında belirlenen yükümlülüğü ikinci kez ihlal ettiği ve bu halin ısrar niteliğinde olduğu gözetilerek hükümlünün itirazının reddine karar verilmelidir (Yargıtay 1. Ceza Dairesi – Karar : 2017/1499).

Hükümlü denetimli serbestlik yasası ile tahliye olduktan sonra bir kez bireysel görüşmeye, bir kez de imza atmaya gitmemiştir. Hükümlünün denetimli serbestlik yasası uygulanarak tahliye edildiği tarih olan 30.07.2013 tarihi ile denetim dosyasının kapatılmasına neden olan son ihlalin yapıldığı tarih olan 28.09.2013 tarihi arasında denetimli serbestlik ile dışarıda geçirdiği süre cezasından düşülerek kalan cezasının koşullu salıverilme tarihine kadar olan kısmının cezaevinde infazı zorunludur (Yargıtay 4. Ceza Dairesi – 2014/1863 karar).

Denetimli Serbestlik Uygulanan Hükümlünün Başka Suçtan Tutuklanması

Hakkında denetimli serbestlik yasası uygulaması devam eden hükümlü başka bir suçtan tutuklanmıştır. Başka suçtan kaynaklanan tutuklama, hükümlüye uygulanan koşullu salıverilme tedbirinin hükümlü tarafından ihlal edildiği anlamına gelmez. Hükümlünün başka suç nedeniyle tutuklulukta kaldığı süre, şartlı tahliye süresine eklenerek yeni bir şartlı tahliye tarihi belirlenerek denetimli serbestlik yasası uygulaması yapılmalıdır. Kaldı ki hükümlü, tutuklulukta geçirdiği süreyi şartlı tahliyeye eklemek yerine, cezasından mahsup edilmesi talebinde de bulunabilir. (Yargıtay 19. Ceza Dairesi – 2015/9220 karar).

İnfaz Hâkimliğince hükümlünün tutukluluk hali sona erene dek denetimli serbestlik tedbirine ara verilmesine karar verilmiş ise de; Bilindiği üzere ceza infaz kurumlarında hapis cezasına mahkumiyet hükmü infaz edilirken kişinin başka suçtan tutuklanması halinde, öncelikle hükümlünün lehine kesinleşen hapis cezası hükümlerinin infaz edilmesi gerektiği, Denetimli Serbestlik Hizmetleri Yönetmeliğinin “Denetimli serbestlik kararlarının değiştirilmesi, durdurulması veya kaldırılması” başlıklı 45. maddesindeki “(3) Bu Yönetmeliğin dördüncü kısmının ikinci ve dördüncü bölümü ile beşinci kısmının üçüncü ve dördüncü bölümünde yer alan yükümlülüklerin yerine getirilmesi sırasında yükümlünün işlediği bir suç nedeniyle; tutuklanması veya mahkûm olduğu hapis cezasının infazına başlanması ya da askere alınması durumunda mahkemece aksine bir hüküm de verilmez ise yükümlülüğün yerine getirilmesi durdurulur. Yükümlü denetim süresi içerisinde serbest bırakılır veya askerlik hizmeti sona ererse yükümlülüğün yerine getirilmesine devam edilir. Denetim süresinin sonunda yükümlünün mahpusluk halinin veya askerlik durumunun devam etmesi durumunda dosya kapatılarak mahkemesine gönderilir. Ceza infaz kurumunda veya askerlikte geçirilen süreler denetim süresinden sayılır. Bu süre içinde rehberlik kapsamında verilen yükümlülüğün yerine getirilmesinde mahkemeye verilecek raporlar ceza infaz kurumu ile işbirliği içerisinde hazırlanır. Hâkime gönderilecek rapora esas olmak üzere üç ayda bir kişinin gelişimi ve davranışları hakkında ceza infaz kurumu idaresinden bilgi istenir.” şeklindeki amir hüküm uyarınca da yükümlülüklerin yerine getirilmesi sırasında yükümlünün işlediği bir suç nedeniyle tutuklanması durumunda yükümlülüğün yerine getirilmesinin durdurulacağı ancak Ceza infaz kurumunda geçirilen sürelerin denetim süresinden sayılacağının belirtildiği, burada tutuklanma halinde hem yükümlülüğün yerine getirilmesinin durdurulması hem de ceza infaz kurumunda geçirilen sürelerin denetim süresinden sayılacağının belirtilmesinin çelişki içerdiği düşünülse de, kanun koyucunun yukarıda da belirtildiği üzere hapis cezasına mahkumiyet hükmü infaz edilirken kişinin başka suçtan tutuklanması halinde, öncelikle hükümlünün lehine kesinleşen hapis cezasının infaz edilmesinin amaçlandığı, diğer bir deyişle tutuklama kararının infaz edilmeyip, tutuklama kararı kaldırılıncaya dek denetimli serbestlik şeklinde infaz edilen kesinleşmiş hükmün kapalı ceza infaz kurumunda infazına devam edilmesi gerekir (Yargıtay 1. Ceza Dairesi – Karar No: 2016/2542).

Denetimli Serbestlikten Kaç Kere Yararlanılabilir?

Hükümlü aynı infaz döneminde ancak 1 yıl süreyle denetimli serbestlik yasası uygulamasından yararlanabilir. Hükümlü daha önce yasa kapsamında tedbirden belli bir süre yararlandıktan sonra, “denetim süresi içinde kesinleşen mahkumiyeti” nedeniyle denetimli serbestlik yasası nedeniyle ikinci kez 1 yıllık bir erken koşullu salıverilme süresi talep edemez. Yapılması gereken, infaz edilmekte olan ilk mahkumiyeti nedeniyle hükümlünün dışarda geçirdiği denetim süresinin 1 yıllık süreden düşürülmesi, arta kalan sürenin ise toplam ceza miktarı üzerinden hesaplanan koşullu salıverilme tarihinden düşürülerek denetimli serbestlik yasasının uygulanması gerekir (Yargıtay 19. Ceza Dairesi – 2015/6313 karar).

Hükümlünün aynı mahkeme kararıyla hem hapis cezasına hem de adli para cezasına mahkum olması halinde, cezaların sıraya konularak infazı gereklidir. Her ceza için ayrı ayrı denetimli serbestlik yasasından yararlanılamaz. Denetimli serbestlik yasasından ancak bir kez yararlanılabilir (Yargıtay 11. Ceza Dairesi – 2014/7852 karar).

Hükümlü hakkında farklı mahkemelerce verilen kasten yaralama ve uyuşturucu madde ticaretine dair mahkumiyetler toplanararak toplam 5 yıl 10 ay hapis cezası tespit edilmiştir. Hükümlü iki farklı mahkeme kararı olsa bile denetimli serbestlik yasasından ancak bir kez yararlanabilir (Yargıtay 10. Ceza Dairesi – 2014/467 karar).

Hükümlü, denetimli serbestlik yasasından yararlanarak tahliye olduktan sonra, denetim süresi içinde yeniden bir suç işlemiş ve söz konusu suça ilişkin mahkemece verilen mahkumiyet hükmü kesinleşmiştir. Bu durumda hükümlü, denetimli serbestlik hükümlerine aykırı hareket ettiğinden her iki suça ilişkin hapis cezası cezaevinde infaz edilmelidir (Yargıtay 11. Ceza Dairesi – 2014/459 karar).

Disiplin veya Tazyik Hapsi Nedeniyle Denetimli Serbestlikten Yararlanılamaz

Ödeme taahhüdünü ihlal suçu nedeniyle verilen ceza, disiplin hapsi olarak kabul edilmektedir. Disiplin ve tazyik hapsi niteliğindeki cezalar, klasik “hapis cezası” niteliğinde değildir. Tazyik hapsi cezalarında, kişi kendisinden beklenen yükümlülüğü yerine getirdiğinde serbest bırakılır. Bu nedenle, bu tarz cezalarda denetimli serbestlik yasası uygulanamaz (Yargıtay 11. Ceza Dairesi- 2013/4666 karar).

671 Sayılı KHK Ceza İnfazı Oranı, Denetimli Serbestlik ve Koşullu Salıverilme

Kozan İnfaz Hâkimliğince, 671 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Kurum ve Kuruluşlara İlişkin Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 32. maddesiyle 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanuna eklenen Geçici 6. maddesindeki düzenleme ile şartla tahliye tarihine 2 yıl kalan hükümlülerin cezalarının denetimli serbestlik tedbiri uygulanmak suretiyle infazına karar verileceğinin öngörüldüğü, anılan düzenlemede bir kısım suçların istisna tutulduğu, hükümlünün 671 sayılı Kanun Hükmünde Kararname kapsamı dışında bırakılan cinsel istismar suçunedeniyle aldığı mahkumiyetin anılan düzenleme kapsamındaki konut dokunulmazlığını ihlal suçundan verilen ceza ile içtima edildiği, içtimalı cezalarda hükümlü lehine olan infaz rejiminin uygulanması gerektiğinden bahisle, hükümlünün cezasının denetimli serbestlik tedbiri uygulanmak suretiyle infazına karar verilmiştir.

671 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 32. maddesinde kapsam dışı bırakılan cinsel istismar suçu olduğu cihetle, hükümlünün işbu mahkumiyete konu cezasının infazında şartla tahliye tarihinin 2/3 oranı üzerinden hesaplanacağı ve şartla tahliye tarihine 1 yıl kala denetimli serbestlik tedbiri uygulanmak suretiyle infazına karar verilebileceği, aksi düşünce ve uygulamanın kabûlü halinde; yalnızca cinsel istismar gibi 671 sayılı Kanun Hükmünde Kararname kapsamı dışında bırakılan bir suç işleyen hükümlünün şartla tahliye tarihinin 2/3 oranı üzerinden hesaplanarak şartla tahliye tarihine 1 yıl kala denetimli serbestlik hükümlerinden istifade edebilecekken, cinsel istismar gibi kapsam dışı bir suçun yanında 671 sayılı KHK kapsamında başka suçlar işleyen hükümlünün ise sırf bu suçlardan aldığı cezaların içtima ettirilmesi nedeniyle şartla tahliyesine 2 yıl kala denetimli serbestlik tedbiri uygulanarak tahliye edilmesi gibi bir sonuca yol açacağı, bunun da kanun koyucunun açık iradesine, eşitlik prensibine ve ceza adalet sistemine aykırı düşeceği cihetle, cinsel istismar suçundan mahkûmiyeti bulunan hükümlü hakkında 671 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 32. maddesi ile 5275 sayılı Kanuna eklenen geçici 6. madde uyarınca denetimli serbestlik tedbiri uygulanmak suretiyle infaz kararı verilmesi hukuka aykırıdır (Yargıtay 1. Ceza Dairesi – Karar : 2017/258).

Sigortalı Çalıştığına Dair Yalan Beyan Yükümlülüğün İhlali Değildir

Dosya kapsamına göre, denetimli serbestlik tedbiri uygulanmak suretiyle cezasının infazına karar verilen hükümlünün sigortalı olarak bir işte çalıştığından bahisle kamuya yararlı işte çalıştırma tedbirine ara verildiği, denetimli serbestlik müdürlüğü görevlilerince hükümlünün beyan ettiği işyerinde yapılan denetimde işyerinin faal olmadığı, başka adrese taşındığının tespiti üzerine durumun yükümlülük ihlali olarak kabulüyle hükümlünün uyarılmasına karar verildiği, hükümlünün sonrasında bireysel görüşme ve grup çalışması yükümlülüğünü ihlal ettiğinin tespiti nedeniyle yükümlülük ihlalinde ısrar ettiği gerekçesiyle kapalı ceza infaz kurumuna iadesine karar verildiği anlaşılmış ise de; Denetimli Serbestlik Hizmetleri Yönetmeliğinin 84/7. maddesinde “Hükümlünün;

a) Çalışmasına engel bir sağlık problemi olduğunu,

b) Örgün eğitime devam ettiğini,

c) Bir iş sözleşmesine dayanarak çalıştığını,

ç) Kendi işini kurduğunu ve işlettiğini,

belgelendirmesi ve bu nedenle kamuya yararlı işte çalışma yükümlülüğünün kaldırılmasını talep etmesi durumunda, ileri sürülen mazeretlerin doğruluğu ve haklılığı araştırılır. Gerekirse komisyon tarafından yükümlülüğün infazına ara verilir. Bu durumda, hükümlünün sağlık problemi, eğitime devam etme durumu, belirttiği işte bir iş sözleşmesine dayanarak çalışıp çalışmadığı ya da kurduğu ve işlettiği işi devam ettirip ettirmediği, koşullu salıverme süresinin sonuna kadar denetlenir. Hükümlünün, yanlış beyanda bulunduğunun anlaşılması veya mazeretin ortadan kalkması halinde yükümlülüğün kalan kısmının infazına devam edilir.” şeklindeki düzenlemeye nazaran, Yargıtay 1. Ceza Dairesinin benzer bir olay nedeniyle verdiği 05/12/2016 tarihli ve 2016/3361-4161 sayılı ilamında da belirtildiği üzere, hükümlünün beyanın doğru olmadığının tespiti halinde mevcut durumun yükümlülük ihlali olarak nitelendirilemeyeceği, hükümlünün kamuya yararlı işte çalışma yükümlülüğünün uygulanmasına başlanması gerektiği gözetilmeksizin, yükümlülük ihlalinde ısrar ettiği gerekçesiyle yazılı şekilde karar verilmesinde isabet görülmediğinden; “denetimli serbestlik tedbiri yükümlülüklerine uymamakta ısrar ettiğinden bahisle denetimli serbestlik kararının kaldırılması ile kapalı ceza infaz kurumuna iadesine karar verilmesi yönünde Bakırköy Denetimli Serbestlik Müdürlüğünün talepte bulunması üzerine, ikinci kez yükümlülük ihlalinde bulunduğu gerekçesiyle şartla tahliye tarihine kadar kapalı ceza infaz kurumuna iadesine dair Bakırköy İnfaz Hakimliği kararının kanun yararına bozma kararı verilmiştir.” (Yargıtay 1. Ceza Dairesi- Karar : 2017/1650).

Hükümlünün Psikolojik Rahatsızlığı Nedeniyle Unutkanlığı Yükümlülük İhlali Sayılmaz

Hükümlünün denetimli serbestlik tedbiri yükümlülüklerini ihlalde ısrar ettiğinden bahisle 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 105/A-6 maddesi uyarınca cezasının koşullu salıverilme tarihine kadar olan kısmının infazı için kapalı ceza infaz kurumuna iadesine karar verilmiştir.

Dosya kapsamına göre, hükümlünün Eskişehir 1. İnfaz Hakimliğinin 21/02/2017 tarihli kararına karşı özetle “psikolojik rahatsızlıklarından dolayı kendisinde unutkanlık başladığından bahisle” yaptığı itirazın merciince “yerinde görülmediğinden” reddine karar verilmiş ise de, hükümlünün 02/03/2017 tarihli dilekçesinde “oradaki görevlilerle görüştüğünü ve unutkanlığı olduğundan, telefon ederlerse aylık seminerlere düzenli olarak katılabileceğini söylediğini” belirtmesi nazara alındığında, Denetimli Serbestlik Hizmetleri Yönetmeliğinin, Değerlendirme ve Planlama Bürosu başlıklı 15/4-c maddesinde “Büroda görevli denetimli serbestlik personeli, yükümlü hakkında denetim planı hazırlarken;… Yükümlünün ihtiyaçlarını, uygunluğunu ve becerilerini,… dikkate alır.” şeklindeki düzenleme karşısında, merciince hükümlünün “psikolojik rahatsızlıklarının bulunduğu için unutkanlık başladığı” mazeretinin gerçekliğinin ilgili sağlık kuruluşundan alınacak sağlık raporu ile tespit edilerek, söz konusu denetim planının hükümlünün sağlık durumuna uygunluğunun değerlendirilip sonucuna göre bir karar verilmesi gerekir (Yargıtay 1. Ceza Dairesi – Karar : 2017/1651).

Denetimli Serbestlik Müdürlüğüne Geç Başvurma ve Hükümlünün Kaçması Suçu

Sanık hakkında hükümlü veya tutuklunun kaçması suçundan mahkumiyetine karar verilmiştir.

Dosyanın incelenmesinde; sanığın, Antalya 16. Asliye Ceza Mahkemesinin 01.12.2011 tarih, 2011/733 esas, 2011/540 sayılı kararı ile verilen 7 ay 20 gün hapis cezasının infazı için hükümlü olarak, 26.02.2012 tarihinde ceza infaz kurumuna alındığı, 17.04.2012 tarihinde yürürlüğe giren hükümlülerin açık ceza infaz kurumlarına ayrılmaları hakkındaki yönetmelikte yapılan değişiklik nedeni ile 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanunda 6291 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten istifade etmek istediğini bildirmesi üzerine, Antalya İnfaz Hakimliğinin 19.04.2012 tarih ve 2012/293 sayılı kararı ile hakkında denetimli serbestlik tedbiri uygulanmak sureti ile tahliyesine karar verildiği,

5275 sayılı Kanunun 105/A-8. maddesi;

“Denetimli serbestlik müdürlüğüne müracaat etmesi gereken sürenin bitiminden itibaren iki gün geçmiş olmasına karşın müracaat etmeyenler ile kapalı ceza infaz kurumuna iade kararı verilmesine rağmen iki gün içinde en yakın Cumhuriyet Başsavcılığına teslim olmayan hükümlüler hakkında, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 292’nci ve 293’üncü maddelerinde yazılı hükümler uygulanır.” şeklindedir.

Sanığın denetimli serbestlik müdürlüğüne kararın kendisine tebliği olan 19.04.2013 tarihinden sonra 5275 sayılı Kanunun 6291 sayılı Kanun ile değişik 105/A-6 maddesinde belirtilen “3” günlük ve buna ilaveten aynı Kanunun 105/A-8. maddesinde öngörülen “2” günlük sürelerin sonu olan 24.04.2013 tarihinde başvurmayarak 25.04.2013 tarihinde müracaat ettiği anlaşılmakla; hükümlünün kaçması suçu nedeniyle sanık hakkında mahkumiyet kararı verilmesi yerindedir (Yargıtay 16. Ceza Dairesi – Karar : 2017/4411).

Denetimli Serbestlik Uygulanırken Tutuklama veya Askerlik

Bilindiği üzere ceza infaz kurumlarında hapis cezasına mahkumiyet hükmü infaz edilirken kişinin başka suçtan tutuklama kararı olması halinde, öncelikle hükümlünün lehine kesinleşen hapis cezası hükümlerinin infaz edilmesi gerektiği, Denetimli Serbestlik Hizmetleri Yönetmeliğinin “Denetimli serbestlik kararlarının değiştirilmesi, durdurulması veya kaldırılması” başlıklı 45. maddesindeki “(3) Bu Yönetmeliğin dördüncü kısmının ikinci ve dördüncü bölümü ile beşinci kısmının üçüncü ve dördüncü bölümünde yer alan yükümlülüklerin yerine getirilmesi sırasında yükümlünün işlediği bir suç nedeniyle; tutuklanması veya mahkûm olduğu hapis cezasının infazına başlanması ya da askere alınması durumunda mahkemece aksine bir hüküm de verilmez ise yükümlülüğün yerine getirilmesi durdurulur. Yükümlü denetim süresi içerisinde serbest bırakılır veya askerlik hizmeti sona ererse yükümlülüğün yerine getirilmesine devam edilir. Denetim süresinin sonunda yükümlünün mahpusluk halinin veya askerlik durumunun devam etmesi durumunda dosya kapatılarak mahkemesine gönderilir. Ceza infaz kurumunda veya askerlikte geçirilen süreler denetim süresinden sayılır. Bu süre içinde rehberlik kapsamında verilen yükümlülüğün yerine getirilmesinde mahkemeye verilecek raporlar ceza infaz kurumu ile işbirliği içerisinde hazırlanır. Hâkime gönderilecek rapora esas olmak üzere üç ayda bir kişinin gelişimi ve davranışları hakkında ceza infaz kurumu idaresinden bilgi istenir.” şeklindeki amir hüküm uyarınca da yükümlülüklerin yerine getirilmesi sırasında yükümlünün işlediği bir suç nedeniyle tutuklanması durumunda yükümlülüğün yerine getirilmesinin durdurulacağı ancak Ceza infaz kurumunda geçirilen sürelerin denetim süresinden sayılacağının belirtildiği, burada tutuklanma halinde hem yükümlülüğün yerine getirilmesinin durdurulması hem de ceza infaz kurumunda geçirilen sürelerin denetim süresinden sayılacağının belirtilmesinin çelişki içerdiği düşünülse de, kanun koyucunun yukarıda da belirtildiği üzere hapis cezasına mahkumiyet hükmü infaz edilirken kişinin başka suçtan tutuklanması halinde, öncelikle hükümlünün lehine kesinleşen hapis cezasının infaz edilmesinin amaçlandığı, diğer bir deyişle tutuklama kararının infaz edilmeyip, tutuklama kararı kaldırılıncaya dek denetimli serbestlik şeklinde infaz edilen kesinleşmiş hükmün kapalı ceza infaz kurumunda infazına devam edilmesi gerektiği cihetle, anılan kararda sadece tutukluluk hali sona erene dek denetimli serbestlik tedbirinin uygulanmasına ara verilmesine karar verilmesi hukuka aykırıdır (Yargıtay 1. Ceza Dairesi – Karar:2016/2542).

Denetimli Serbestlik Uygulamasında Cezai İçtima

Denetimli Serbestlik Hizmetleri Yönetmeliğinin 90/4. maddesinde yer alan “Başka bir mahkûmiyet kararı nedeniyle ceza infaz kurumuna alınan hükümlünün kaydı kapatılarak, 5275 sayılı Kanunun 107. maddesinin uygulanabilmesi yönünden toplama kararı alınması ve müteakip infaz işlemlerinin buna göre yapılması amacıyla dosya hükümlünün bulunduğu ceza infaz kurumuna gönderilmek üzere Cumhuriyet başsavcılığına iletilir.” şeklindeki düzenleme de nazara alındığında, hükümlünün 5 ay hapis cezası, 4 ay hapis cezası ile 150 gün hapis cezasının toplamı üzerinden denetimli serbestlik tedbiri ile infaz koşullarının değerlendirilmesi gerektiği, aksi uygulamanın hükümlünün aynı suç nedeniyle birden fazla denetimli serbestlik tedbiri ile infaz kurumundan istifade etmesi gibi bir sonuca yol açacağı gözetilerek cezai içtima yapıldıktan sonra 1 kez denetmli serbestlik tedbiri uygulanmalıdır (Yargıtay 1. Ceza Dairesi – Karar:2017/74).

Denetimli Serbestlikte Geçirilen Süren Cezadan Mahsup Edilmelidir

İncelemeye konu olayda hükümlünün cezasının 5275 sayılı yasanın 105/A maddesi uyarınca koşullu salıverme kadar olan kısmının denetimlik serbestlik tedbiri olarak infazına karar verilmiştir ve hükümlüye bu süre içerisinde denetim planı içerisinde yer alan, imza atma, belirli etkinliklere katılma gibi yükümlülükler yüklenmiştir. Hükümlünün denetimli serbestlik tedbiri altında serbest bırakılması madde metninden de anlaşılacağı üzere cezanın infazı amacıyla yapılmaktadır. Açıklanan bu nedenlerle 5275 sayılı Yasanın 105/A maddesinin 9. fıkrası yollamasıyla 107/14. maddesi de gözetilerek hükümlünün denetimli serbestlik tedbiri altında geçirdiği sürelerin cezasından mahsup edilmesi gerektiği cihetle itirazın kabulü gerekir (Yargıtay 8. Ceza Dairesi – Karar: 2014/6613).

Denetimli Serbestlik Süresi 2 yıl Olan Suç ile DS Süresi 1 Yıl Olan İki Ayrı Suçun Birlikte İnfazı

Konya İnfaz Hakimliğince, 671 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Kurum ve Kuruluşlara İlişkin Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 32. maddesiyle 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanuna eklenen Geçici 6. maddesindeki düzenleme ile şartla tahliye tarihine 2 yıl kalan hükümlülerin cezalarının denetimli serbestlik tedbiri uygulanmak suretiyle infazına karar verileceğinin öngörüldüğü, anılan düzenlemede bir kısım suçların istisna tutulduğu, hükümlünün 671 sayılı Kanun Hükmünde Kararname kapsamı dışında bırakılan eşe karşı kasten yaralama suçundan aldığı mahkumiyetin anılan düzenleme kapsamındaki diğer suçlardan verilen ceza ile içtima edildiği, içtimalı cezalarda hükümlü lehine olan infaz rejiminin uygulanması gerektiğinden bahisle hükümlünün cezasının denetimli serbestlik tedbiri uygulanmak suretiyle infazına karar verilmiş ise de;

Hükümlü hakkındaki Konya 4. Asliye Ceza Mahkemesinin içtima kararına konu mahkumiyetlerden birinin 671 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 32. maddesinde kapsam dışı bırakılan eşe karşı kasten yaralama suçu olduğu cihetle hükümlünün iş bu mahkumiyete konu cezasının infazında şartla tahliye tarihinin 2/3 oranı üzerinden hesaplanacağı ve şartla tahliye tarihine 1 yıl kala denetimli serbestlik tedbiri uygulanmak suretiyle infazına karar verilebileceği, aksi düşünce ve uygulamanın kabulü halinde; yalnızca eşe karşı kasten yaralama suçu gibi 671 sayılı Kanun Hükmünde Kararname kapsamı dışında bırakılan bir suç işleyen hükümlünün şartla tahliye tarihinin 2/3 oranı üzerinden hesaplanarak şartla tahliye tarihine 1 yıl kala denetimli serbestlik hükümlerinden istifade edebilecekken, eşe karşı kasten yaralama gibi kapsam dışı bir suçun yanında 671 sayılı Kanun Hükmünde Kararname kapsamında başka suçlar işleyen hükümlünün ise sırf bu suçlardan aldığı cezaların içtima ettirilmesi nedeniyle şartla tahliyesine 2 yıl kala denetimli serbestlik tedbiri uygulanarak tahliye edilmesi gibi bir sonuca yol açacağı, bunun da kanun koyucunun açık iradesine, eşitlik prensibine ve ceza adalet sistemine aykırı düşeceği cihetle, eşe karşı kasten yaralama suçundan mahkûmiyeti bulunan hükümlü hakkında, 671 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 32. maddesi ile 5275 sayılı Kanuna eklenen geçici 6. madde uyarınca denetimli serbestlik tedbiri uygulanmak suretiyle infaz kararı verilmesi isabetsizdir (Yargıtay 1. Ceza Dairesi – Karar : 2017/1653).

Yüksek Riskli Hükümlü Hakkında Denetimli Serbestlik Yasası Uygulaması

Hırsızlık, kasten yaralama ve resmi belgede sahtecilik suçlardan hükümlü …’nın, Beypazarı Asliye Ceza Mahkemesi tarafından 04/04/2016 tarihli ve 2016/61 değişik iş sayılı içtima kararıyla verilen 5 yıl 17 ay hapis cezasının infazı sırasında, cezasının koşullu salıverilme tarihine kadar olan kısmının denetimli serbestlik tedbiri uygulanarak infaz edilmesine ilişkin Ankara 1. İnfaz Hakimliğinin 30/05/2016 tarihli ve 2016/1728 esas, 2016/1728 sayılı kararını müteakip hükümlü müdafiinin hükümlü hakkındaki elektronik kelepçe uygulamasının kaldırılmasına, imza yükümlülüğünün ise 3 güne düşürülmesi yönündeki talebinin reddine ilişkin Ankara Denetimli Serbestlik Müdürlüğünün 03/06/2016 tarihli ve 2016/1793 sayılı kararına vaki şikâyet başvurusunun reddine dair Ankara 1. İnfaz Hâkimliğinin 21/06/2016 tarihli ve 2016/1832 esas, 2016/1966 sayılı kararına yönelik itirazın kısmen kabulü ile hükümlünün çocuğuyla kişisel iletişim kurduğu tarihlerle sınırlı olmak üzere elektronik kelepçe tedbirinin durdurulmasına, yine aynı tarihlerle sınırlı olmak üzere imza yükümlülüğünün 3 güne indirilmesine dair mercii Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 01/07/2016 tarihli ve 2016/1048 değişik iş sayılı kararı ile ilgili olarak;

Denetimli Serbestlik Hizmetleri Yönetmeliğinin 81/2. maddesinde yer alan “Denetimli serbestlik tedbiri uygulanarak cezalarının infazına karar verilen hükümlüler hakkında;

a) Kamuya yararlı bir işte ücretsiz olarak çalıştırılma,

b) Bir konut veya bölgede denetim ve gözetim altında bulundurulma,

c) Belirlenen yer veya bölgelere gitmeme,

ç) Belirlenen programlara katılma,

Yükümlülüklerinden bir veya birden fazlasına tâbi tutulmasına hazırlanan denetim planına göre komisyon tarafından karar verilir.” şeklindeki düzenleme ile yine bir bölgede denetim ve gözetim altında bulunma başlıklı 86. maddesindeki “(1) Bir bölgede denetim ve gözetim altında bulunma; toplumun ve mağdurun korunması amacıyla bir bölgede bulunmayı esas alan, belirlenen yere belirlenen tarih ve saatlerde başvurma veya belirlenen bölge sınırları dışına çıkmama yükümlülüğüdür.

(2) Hükümlüden, belirlenen tarih ve saatlerde, denetimli serbestlik müdürlüğüne, kolluğa, muhtarlığa veya müdürlüğün belirleyeceği bir kamu görevlisine başvurması istenir.

a) Yüksek riskli hükümlülerin denetimli serbestlik tedbiri altında geçireceği süre içerisinde;

1) İlk üç ay her gün,

2) Üç ila altı ay arası haftada üç gün,

3) Altı aydan sonra haftada iki gün,

olarak uygulanır.

(4)Bu yükümlülük, hükümlünün denetimli serbestlik müdürlüğüne başvurmasından itibaren on gün içinde başlar, koşullu salıverme süresinin sona ermesi ile tamamlanır.

(5) Bu yükümlülük; ağır bir hastalık, sakatlık veya kocama nedeniyle hayatlarını yalnız başına idame ettiremeyen hükümlüler hakkında uygulanmaz.

(6) Bu yükümlülük, yüksek riskli hükümlüler bakımından belirlenen bölge sınırları dışına çıkmama şeklinde de belirlenebilir.” şeklindeki düzenlemelere nazaran yapılan değerlendirmeye göre, Ankara Denetimli Serbestlik Müdürlüğünün 20/06/2016 tarihli ve 2016/1793 sayılı yazısına ekli araştırma ve değerlendirme formuna göre yüksek riskli statüsünde bulunan hükümlü hakkında imza yükümlülüğünün ilk üç ay için hergün, 3 ila 6 ay arasında üç gün ve altı aydan sonra haftada iki gün uygulanması gerektiği gözetilmeksizin mevzuatta öngörülmeyen bir şekilde yükümlülük öngörülmesinde isabet görülmememiştir (Yargıtay 1.Ceza Dairesi – Karar : 2017/1266).

Denetimli Serbestlik ve Adli Sicil Kaydı

Adli sicil kaydının silinmesi, cezanın infaz edilmesi ve belli koşulların gerçekleşmesi halinde mümkündür. Denetimli serbestlik yasası uygulaması da adli sicil kaydına kaydedilmektedir. Denetimli serbestlikten yararlanarak hükümlünün ne zaman tahliye edildiği, aynı şekilde ne zaman cezasının infaz edildiği adli sicil kaydında -sabıka kaydında- yer almaktadır. Denetimli serbestlik yasası uygulanan hükümlü ile ilgili bilgiler Adli Sicil Kanunu’nda yer alan şartların gerçekleşmesi halinde adli sicil kaydından silinebilir.

Kaynak: www.barandogan.av.tr

Odun Hırsızlığı Tartışmaları

$
0
0

Karl Marx, 1842-43 yılları arasında Rheinische Zeitung gazetesi için Ren Eyalet Meclisi’nde 1841’de yürütülen “Odun Hırsızlığı Tartışmaları” ile ilgili bir dizi makale yazdı. Bu makalelerde mülkiyet hakkı, basın özgürlüğü, suç ve ceza konularını tartıştı. Aradan bir buçuk asır geçti ama Marx’ın makalelerinde irdelediği meseleler güncelliğini korumaya devam ediyor. Bu önemli dizinin 25 Ekim 1842’de yayımlanan ilk makalesini Alper Yavuz ve Cem Comunoğlu çevirisi ile ilginize sunuyoruz. Yavuz ve Comunoğlu çevirisi daha önce cemcomunoglu.blogspot.com.tr adresinde de erişime sunuldu.    

Bugüne kadar Eyalet Meclisi’nin iki önemli tutumunu anlatmıştık. Bunlar basın zgürlüğü konusundaki kafa karışıklığı ve bu kafa karışıklığı nedeniyle yaptığı özgürlük dışı uygulamalar. Şimdi işin esasına gelmiş bulunuyoruz. En yaşamsal sorunlardan biri olan   geniş toprakların parsellenmesi konusuna geçmeden önce okurlarımıza Meclis’in ruhunu türlü biçimlerde yansıtan veya deyim yerindeyse onun doğasını gösteren bir çerçeve çizmek istiyoruz.

Şüphesiz, odun hırsızlığı yasası; avcılık, ormancılık ve tarım suçları yasaları gibi sadece Meclis ile ilişkisi bakımından değil ayrı olarak da ele alınmalıdır. Fakat şu aşamada bu yasanın bir taslağı elimizde yok. Elimizdeki dokümanlar Meclis’in bazı belirsiz eklemeleri ile yasa komisyonunun verdiği bölümce numaraları ile sınırlı. Meclis görüşmelerini içeren tutanaklar o kadar tutarsız ve soru işaretleriyle dolu ki, mistik denemelere benziyorlar. Bu hilkat garibelerini değerlendirdiğimiz zaman, anlıyoruz ki; Meclis bizlerden, Eyaleti’mize saygı unsuru olarak edilgin bir sessizlik beklemektedir.

Bu görüşmelerin karakteristik özelliklerini gösteren bir konu var. Meclis, devletin yasama organları yanında bir yardımcı yasama organı görevi görür. Meclis’in yasama işlevini bir örnekle açıklamak çok belirleyici olabilir. Bu aşamada, okurlarımızdan bu kısır tartışmaların çözümlenmesi için sabır ve dayanıklılık istiyoruz. Bize göre, odun hırsızlığı yasası konusundaki tartışmalar Meclis’in yasama işlevi tartışmalarını çok güzel örnekliyor.

Tartışmaların başında kent milletvekillerinden biri, yasanın başlığına itiraz etti. Bu başlıkla en küçük orman düzenlemesi ihlali bile “hırsızlık” olarak değerlendirilmektedir.

Aristokratların milletvekillerinden biri yanıt verdi:

“Bu başlık doğrudur, çünkü odun aşırmak hırsızlık sayılmadığından dolayı çok sık tekrarlanan bir olay.”

Bir benzetme yapılırsa, yasama şöyle bir sonuca varabilir: Tokat atmak cinayet olarak sayılmadığından, çok sık tekrarlanıyor. Demek ki bu suçu cinayet olarak değerlendirmek gerekiyor.

Aristokratların bir başka milletvekiline göre:

“ ‘hırsızlık’ sözcüğünü telaffuz etmemek şu anda çok riskli, çünkü bu tartışmalardan haberdar olan birisi, Meclis’in odun aşırmayı hırsızlık olarak değerlendirmediğini düşünebilir.”

Meclis, odun aşırmanın hırsızlık olarak sayılıp sayılmaması konusunda karar vermeli; fakat eğer bunun hırsızlık olmadığı ilan edilirse; insanlar, Meclis’in odun aşırmayı hırsızlık olarak görmediğini öğrenirler. Bu durumda en iyisi bu nazik, tartışmalı sorunun üzerinde durmamak. Bu bir olayı masum gösterme sorunudur ve bundan kaçınmak gerekir. Orman sahipleri yasamanın konuşmasını istemiyorlar, çünkü yerin kulağı var.

Aynı milletvekili daha da ileri gider ve ‘hırsızlık’ konusundaki bütün bu tartışmaları

“tam yetkili Meclis’in doğru formülleri bulurken yaşadığı tehlikeli bir kafa karışıklığı”

olarak nitelendirir.

Bu aydınlatıcı gösterilerin ardından, Meclis yasanın başlığını oyladı.

Bu noktada, yukarıda anlatılanlar, yasanın formülize edilmesindeki ihmalin nasıl; bir yurttaşı bir hırsıza dönüştürdüğünü ve kendisine yönelik itirazları dilsel titizlikle reddettiğini gösteriyor. Açıkça görüldüğü üzere kesilmiş odunları aşırmak veya kuru odunları toplamak; canlı ağaçları kesip götürmek gibi hırsızlık başlığı altında değerlendiriliyor ve aynı sertlikte cezalandırılıyor.

Daha önce konuşan kent milletvekilinin şu sözleri doğrudur:

“Cezalar, uzun dönemli hapis sürelerini içeriyor. Bu sertlik masum insanları suçun kucağına itebilir. Bu sık sık karşılaşılan bir durum, çünkü cezaevinde bu insanlar azılı hırsızların arasında kalacaklar; dolayısıyla kuru odunları aşırmanın sadece basit polis cezalarına neden olması gerektiğini düşünecekler.”

Başka bir kent milletvekili, onu, şu ifadeyle çürüttü:

“kendi bölgesinin orman arazilerinde, öncelikle genç ağaçları yaralayacaklar, sonra, o ağaçların ölümünü bekleyip onlara devrilmiş ağaç muamelesi yapacaklar.”

İnsan haklarını, genç ağaçlara feda etmenin daha şık ve basit bir çözümü bulunamazdı. Bir taraftan, yasanın bu bölümcesinin kabullenilmesi sonucunda, kaçınılmaz bir şekilde önceden sabıkası olmayan birçok insan, yeşil ağaçları keserek, alçaklığın, ahlaksızlığın ve zavallılığın kucağına düşmüş olacaklar. Diğer taraftan, bu bölümcenin reddi beraberinde genç ağaçların zarar görmesi olasılığı nedeniyle insanların kurban gitmesini getirecek.

Üst ceza yasası hırsızlık kapsamında sadece kerestelik odunların aşırılmasını ve hırsızlık amaçlı ağaç kesimlerini değerlendirmektedir. Şu şekilde (bizim Eyalet Meclisi’miz buna inanmamaktadır) bir ifade vardır:

“Gündüz vakti, yemek için birisi meyve koparır ve koparılan ağaçta ciddi bir zarar meydana getirmezse, kişisel durumu ve koşulları dikkate alınarak, medeni hukuk yasaları (ceza yasaları değil!) kapsamında cezalandırılmalıdır.”

  1. yüzyıldan kalma üst ceza yasası, 19. yüzyılda; Ren Eyalet Meclisi’ni aşırı insani davranmaktan alıkoyuyor.

Gelelim devrilen ağaçların toplanması ve karışık odun hırsızlığı konusuna… İkisinin de ortak bir tanımı var. Bir başkasının odunlarını izinsiz almak. Bu nedenle ikisi de hırsızlıktır. İleriyi gören mantığın yayımladığı yasanın sonucu ve özü budur.

İlk olarak, bu yüzden, iki eylem arasındaki farka dikkat etmemiz gerekir. Şunu söylemek gerekir ki; bu iki eylem özünde birbirinden farklıdır ve yasal açıdan da bunlara farklı eylemler olarak bakmalıyız.

Büyüyen bir fidanı izinsiz olarak kesip götürmek, onun organik bütünlüğünü bozan nitelikte bir iştir. Ağaca açıkça saldırı sayılabilecek bu eylem, aynı zamanda ağacın sahibine de yapılmış bir saldırıdır.

Bunun ötesinde, kesilmiş odunlar üçüncü bir kişiden çalınırsa, bu odunlar sahibinin ürettiği malzeme niteliği taşırlar. Kesilmiş odun, üzerinde çalışılmış bir nesnedir. Mülkiyetle, aradaki doğal ilişki yapay bir ilişkiyle yer değiştirmiştir. Bu nedenle kesilmiş odunu çalan kişi mülkiyeti çalmıştır.

Buna karşın devrilmiş ağaçlarda mülkten eksiltilen bir şey yoktur. Devrilmiş ağaç mülk sayılamaz. Dolayısıyla buradaki eylem mülk sayılmayan bir nesnenin alınıp götürülmesidir. Odun hırsızı mülk üzerinde kendi otoritesini ilan eder. Devrilmiş odunları toplayan ise doğanın daha önceden ilan ettiği yargıya uyar. Buna göre mal sahibi sadece ağaçların sahibidir fakat ağaçlar artık dallarına sahip değillerdir.

İşin özünde odun hırsızlığı ve devrilmiş odunların toplanması bu nedenlerle farklı şeylerdir. Söz konusu olan nesneler ve eylemler birbirinden farklıdır, bu nedenle sonuçları da farklı olmalıdır. Birbirinden farklı içerik ve biçimdeki eylemlere hangi nesnel standart uygulanabilir ki. Tüm bunlara rağmen siz bu ikisini hırsızlık olarak adlandırıp, hırsızlık gibi cezalandırdığınızda aslında siz, devrilmiş odunları toplayanı çok daha sert bir biçimde cezalandırmış olursunuz çünkü yapılan hırsızlık değildir; fakat siz odun hırsızına verdiğiniz cezanın aynısını ona da layık görmüş olursunuz. Demek ki yasada, odun hırsızlığı yerine odun cinayeti denilse, cinayete denk bir ceza gerekecekti. Yasalar doğrunun söylenmesi gereğinin dışında değildir. Tam tersine buna iki kat zorunludurlar. Çünkü hem evrensel hem de yerel bakış açısıyla eşyanın doğası bunu gerektirir. Dolayısıyla doğa, yasalarla düzenlenemez; bilakis, yasalarımız doğaya uygun olmak zorundadır. Basit bir orman düzenlemesi ihlalini hırsızlık olarak adlandırmak, yasanın yalan söylemesidir. Bu yasal yalan yoksulları kendine kurban eder.

Montesquieu der ki: “İki türlü yozlaşma vardır. Birincisi, halkın yasalara uymadığı durumlar, diğeri ise yasaların halkı kötü yola itmesi. Bu ikincisi iyileştirilemez bir hastalıktır çünkü düzelmeyi sağlaması gerekenin kendisi düzeltilmeye muhtaçtır.” (a).

Ortada bir suç bulunmadığında, bizi suçun var olduğuna hiçbir zaman inandıramayacaksınız. Sadece suçu yasalaştırmayı başarabilirsiniz. İkisi arasındaki sınırı kaldırdınız, ancak bunun yararınıza olduğunu sanırsanız hata yaparsınız. İnsanlar cezayı görüyor ancak suçu göremiyor. Suç yokken cezanın varlığını gördüğü için ceza olduğunda da suçun olmadığını düşünüyor. Hırsızlık kategorisi, uygulanmaması gereken yerde uygulandığı için gerektiğinde kullanılamayacaktır.

Farklı türde eylemlere ortak bir tanım getiren ve farklılıkları değerlendirme dışı bırakan bu kaba görüş kendi yıkımına yol açmıyor mu? Her mülke zarar verme eylemi ayırım gözetilmeden, daha doğru tanımı yapılmadan hırsızlık olarak nitelendirilirse tüm özel mülkiyet çalıntı durumuna düşmeyecek mi? Özel mülkiyetim aracılığıyla diğer herkesi mülkiyetimden dışlamamakta mıyım? Bu durumda onun mülkiyet hakkına saldırmış olmuyor muyum? Aynı suçun farklı türleri arasındaki ayırımı reddederseniz suçun adaletten farklı olduğunu reddetmiş, her suçun adaletle ortak bir yanı olduğundan adaletin kendisini ortadan kaldırmış olursunuz. Hem tarihsel hem de ussal açıdan ispatlanmıştır ki ayrımsızca uygulanan şiddet cezayı tamamen başarısız kılar, çünkü adil cezayı olanaksızlaştırır.

Biz neyi tartışıyoruz? Doğru, Meclis devrilmiş odunların toplanması, orman düzenleme kurallarına uymama ve odun hırsızlığı arasında ayırım olduğunu reddetmektedir. Bu eylemlerin farklılığını kabul etmemektedir. Orman düzenlemelerini ihlaller sözkonusu olduğunda eylemin karakterinin belirlenmesini reddederek bu eylemler arasındaki ayrımı inkar etmekte, ancak orman sahipleri sözkonusu olduğunda bu ayırımı gözetmektedir.

Komisyon buna göre göre şu ek öneriyi sunuyor:

“Kerestelik ağaç keskin ağızlı aletlerle kesilir veya balta yerine testere kullanılırsa ağırlaştırılmış durum olarak kabul edilir.”

Meclis bu ayırımı onaylar. Kendileriyle ilgili bir sorun sözkonusu olduğunda bir baltayla testereyi dürüst bir biçimde ayırt eden duyarlılık, kendi dışındakilerin sorunları söz konusuysa yere düşmüş odunla canlı ağaç odunu arasında ayırım yapmayı reddederken dürüst değildir. Ayırım, ağırlaştırıcı durum olduğunda önemli bulunuyor, ancak hafifletici durum olduğunda önem taşımıyor. Oysa hafifletici durum olmazsa ağırlaştırıcı durum da olmaz.

Aynı mantık Meclis’teki tartışma boyunca tekrar tekrar kendini göstermiştir. 65. bölümceyle ilişkili olarak bir kent milletvekili şunu önermiştir: “Çalınan odunun değeri, verilecek cezanın ölçüsü olarak kullanılmalıdır”. Komisyon sözcüsü bu öneriye ahlaki olmadığı gerekçesiyle karşı çıkmıştır.

Aynı milletvekili 66. bölümceyle bağlantılı olarak şunu belirtmiştir: “Yasada cezanın arttırılması veya azaltılmasıyla uyumlu olacak şekilde ‘değer’ ile ilgili bir yargı yoktur”.

Mülk ihlallerinde cezayı belirleme konusunda ‘değer’in önemi apaçıktır.

Suç kavramı cezayı kapsıyorsa gerçek suç, cezaya ölçü konmasına gereksinim duyar. Gerçek suçun sınırları vardır. Buna göre cezanın da gerçek olabilmesi için sınırları olmalıdır. Adil olması için yasaların ilkesine uyumlu olacak şekilde sınırlandırılmalıdır. Sorun, cezayı suçun gerçek sonucu durumuna getirmektir. Suçlu bunu, eyleminin zorunlu sonucu, dolayısıyla kendi eylemi olarak görebilmelidir. Buna göre cezasının sınırı eyleminin sınırı olmalıdır. Yasaları ihlalin kesinleştirilmiş içeriği kesin suçun sınırıdır. Bu içeriğin ölçüsü de dolayısıyla suçun ölçüsüdür. Mülkiyet sözkonusu olduğunda bu ölçü mülkün değeridir. Kişilik sınırları ne olursa olsun her zaman bir bütündür. Ancak mülkiyet her zaman için hem belirlenebilir hem belirlenmiş, hem ölçülebilir hem ölçülmüş kesin sınırlar içinde var olur. Değer, mülkiyetin varlığının medeni hukuk modelidir. Başta, toplumsal açıdan kavranabilir ve etkileşim kurulabilir duruma gelişinin mantıklı ifadesidir. Eşyanın doğasından gelen bu nesnel tanımlayıcı öğe açıktır ki benzer şekilde cezanın da nesnel ve zorunlu tanımlayıcı öğesidir. Yasama, her ne kadar burada sadece biçimsel de olsa, düzenleme yapabilmesi için, tanımların sınırsızlığında yok olmadan sadece dış etkenlerle idare edilmelidir. Bu, ayırımların uğraştırıcı tanımları sorunu değildir, farklılıkları saptamaktır. Ancak Meclis seçkin ilgisini böyle önemsiz konulara yöneltmeye eğilimli değildir.

Meclis’in, cezayı belirlerken değeri tamamen dışladığı sonucuna mı varıyorsunuz? Bu sağlıksız, mantıksız bir sonuç olurdu. Orman sahibinin – bununla daha sonra ilgileneceğiz-, tek istediği hırsızın, basit genel değer açısından zararını karşılaması değil. O, bu değere bireysel bir karakter veriyor ve zararının özel olarak karşılanması arzusunu bu şiirsel bireyselliğe dayandırıyor. Şimdi komisyon sözcüsünün “ahlaki” tanımından ne anladığını kavrıyoruz. Orman sahibinin ahlaki iddiası şudur: “Yasal tanımlama bana yararlı olduğu sürece iyidir, çünkü bana yararlı olan iyidir. Ancak sanık için; katışıksız, teorik, yasal bir kaprise dayandırılarak uygulanması amaçlanıyorsa bu yasal tanımlama gereksizdir, zararlıdır ve ahlaki değildir. Sanık bana zarar verdiği için, doğal olarak ona gelecek zararı azaltan herşey benim zararımadır”. Bu, ahlaki zekadır.

Biz, ahlaksız kişiler; yoksul, politik ve sosyal anlamda mülksüzler için şunu talep ediyoruz: bütün bu kirli iddialar, tarihçilerin keşfettiği, gerçek filozof taşıyla, adaletin saf altınına dönüşmelidir. Biz, yoksullar için geleneksel adaleti talep ediyoruz. Bu, yerel karakterde değildir, tüm ülkelerdeki yoksullar için geleneksel adalettir. Daha ileri giderek geleneksel adaletin, doğası gereği sadece bu en alt düzeydeki, mülksüz halkın hakkı olduğunu iddia ediyoruz.

Ayrıcalıklı sınıfların alışkanlıklarının, yasaya karşıt alışkanlıklar olduğunu anlıyoruz. Kökenleri, insanlık tarihinin doğa tarihi parçası olduğu dönemlere dayanır. Mısır efsanelerine göre tüm tanrılar kendilerini hayvan şekilleri arkasına gizlerler. O dönemde insanoğlu; eşit olmayan, eşitsizlikleri yasalarla belirlenmiş hayvan türlerinden biri olarak görünmektedir. Dünyanın özgürlüksüz ortamı bu özgürlüksüzlüğü belirten yasalara gereksinim duydu. İnsanın yasaları özgürlüğün varlığının bir temsiliyken bu hayvan yasaları özgürlüksüzlüğün varlığının temsilidir. Feodalizm en geniş anlamda dini bir hayvan krallığı, bölünmüş insanlığın dünyasıdır. Kendi ayırımını yaratan, eşitsizliğin, eşitliğin kırınıma uğramış bir formu olmaktan başka bir şey ifade etmediği, insani dünyanın karşıtıdır. Kaba feodalizmin egemen olduğu ülkelerde, kast sistemi bulunan ülkelerde, kelimenin tam anlamıyla insanların ayrı kutulara yerleştirildiği (b) ve soylu, kutsal Humanus’un büyük gövdesinin serbestçe yer değiştirebilen üyelerinin kesilip parçalara ayrıldığı yerlerde aynı zamanda hayvansal şölenler, ilkel şekliyle hayvansal dini de karşımızda buluruz. Çünkü insan her zaman en yüksek varoluş olarak kendi gerçek varoluşunu görür. Hayvanların gerçek yaşantılarında bulunan tek eşitlik aynı türden hayvanlar arasındaki eşitliktir. Bu eşitlik o tür içindir, cinsin eşitliği değildir. Hayvan cinsi farklı hayvan türlerinin düşmanca davranışı sırasında belirginleşir; kendine özgü ayırt edici özellikleri diğer cinse karşı ortaya çıkar. Av-avcı yaşam biçiminde doğa, birlikteliğin, en güçlü kaynaşmanın denendiği bir savaş alanı, farklı hayvan türlerini birbirine bağlayan bir araçtır.

Benzer şekilde feodalizmde bir tür diğerinin harcanması karşılığında beslenir. Birçok koluyla dünyanın nimetlerini toplayarak daha yüksek seviyelere gelmeye çalışır. Oysa doğal hayvan krallıklarında işçi arılar çalışmayan erkek arıları öldürür. Dini hayvan krallıklarında ise erkek arılar, işçi arıları çalıştırarak öldürür. Ayrıcalıklı sınıflar yasal adaletten kendi geleneksel alışkanlıklarını talep ettiklerinde adaletin insani içeriğini değil, hayvansal biçimini isterler. Bu artık gerçekliğini yitirmiş ve yalnızca bir hayvan maskesi durumuna gelmiştir.

(a)    Montesquieu, De l’esprit  des lois, Tome premier, livre sixieme, chapitre XII.

(b)   Hem ‘kast’ hem ‘kutu’ anlamına gelen Almanca “Kasten” ile sözcük oyunu yapıyor.

 

Theleme’nin Duvarları Arasında Özgürlük

$
0
0

Hukuk Kuramı her daim takipte olduğumuz ve tavsiye ettiğimiz bir e-dergi. Çok özel ve güzel bir iş yapıyorlar sakın ıskalamayın. Derginin tüm arşivine www.hukukkurami.net adresinden ulaşabilirsiniz.  Yakın zamanda derginin yeni sayısını erişime sundular. Dopdolu bir sayı olmuş. “Hukuk Çalışmaya Devam Etmeli miyiz? Sistematik Bir Analiz”, “İnternet Çağında Hukuk”, ““Vlog İncelmesi”, ““Hukuku Savunmak Bana mı Kaldı?” derginin yeni sayısında yer alan yazıların başlıkları. Biz bugün sizlerle bu yeni sayıdaki en genç yazarın, Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi 3. sınıf öğrencisi Sümeyye Gümüş’ün yazısını paylaşıyoruz. Bu güzel dergiye omuz veren herkese teşekkür ediyoruz.

‘‘Özgür olmayı deneyin açlıktan ölürsünüz’’1 diyen Cioran bu sözüyle neyi anlatmaya çalışmıştı? Yaşamak, doymak ve özgür olmak arasında nasıl bir bağ vardı? Peki Bauman ‘‘Özgürlük bir ayrıcalıktır; birkaç eşsiz ve hep kısa ömürlü olayın haricinde çok az kişi için elde edilebilir bir ayrıcalıktır’’2 derken ne demek istemişti? Madem özgür olmak insanı öldürüyor o halde bu çok az, ayrıcalıklı (yani özgür) insan kitlesi nasıl yaşıyor ya da ayrıcalık sahibi olamamış (yani özgür olmamış) insanlar nasıl yaşıyor? Tutsak bir toklukla mı?

Bu yazıda, kapitalist sistemin ‘özgürlük olmadan ekonomik faaliyetin amacına ulaşılamaz’3 felsefesiyle hareket ederken aslında bu özgürlük reklamıyla insanları nasıl kendi çıkarlarına tutsak ettiğini anlatmaya çalışıyorum.

Kapitalizm, Mark Emmison’un tarifiyle ‘‘içinde her türde insan toplumunun sonsuz, varlık belirten ekonomik işlevlerinin, yeni insani ihtiyaçların doğa ve akranlarla değiş tokuş tatmininin kıt ve sınırlı kaynaklar arasındaki seçim sorusuna neden-sonuç hesabının uygulanmasıyla sağlandığı bir durumdur.’’4

Kapitalizm ve özgürlük arasındaki bağı anlamak için kapitalizmin özgürlüğü nasıl tanımladığını bilmek gerekir. Şöyle ki ‘‘kapitalizm, özgürlüğü kişinin eylemlerini başka düşüncelerle ilgilenmeksizin, yalnızca (kendi) neden-sonuç hesabıyla yönetme kabiliyeti olarak tanımlar… Yalnızca neden-sonuç hesabıyla desteklenen davranışta, diğer insanlar tek bir sonucun nedenidir. Tıpkı aynı amaca hizmet eden şeylerde olduğu gibi neden- sonuç hesabıyla yönetilen davranış da diğer insanları ‘şey gibi’ yapmak için çabalar; yani diğer insanları seçimden mahrum etme eğilimindedir ve aynı şekilde onları eylemin özneleri yerine nesneleri haline getirir.’’5 İşte bu nedenle kapitalizmle özgürlüğün birleşiminde ‘içsel bir müphemlik’ söz konusudur. Çünkü bu sistemde özgür olma kabiliyeti nerdeyse otorite kavramının yerini tutmuştur. Bunun nedeni de kapital sistemde bireyin özgür kabul edilebilmesinin şartının bazı insanların özgür olma yetilerini kaybetmiş olmalarına ya da bu yetkilerinin ellerinden alınmış olmasına bağlı olmasıdır. Kapital özgürlükte ‘‘özgürlüğün etkililiği kimi diğer insanın özgür olmamasını gerektirir. Özgür olmak, diğerlerini özgür bırakmama yetisi ve kabiliyeti anlamına gelir’’6 Özgürlüğün ekonomik bağlamdaki tanımı çağa göre değişmez. O, dört yüz yıl önce ne ise hala odur. Yani ‘eskiden olduğu gibi seçicidir.’7 Her ne kadar felsefi yaklaşımlar özgürlüğün ekonomik kapsamda kabul edilen tanımını toplumun tüm bireyleri için erişebilir göstermeye çalışsalar da durum bunun tam tersini işaret eder.

Ekonomik özgürlük görünmeden parçalar, hapsetmeden tutsak kılar. Hukuk gibi normatif düzenlemeler yapma ihtiyacı duymaz. Bu nedenle kapitalist sistem insanları baskılıyor demek yanlış olacaktır. Çünkü kapitalizm bireyi baskılama ihtiyacı duymaz. Bilir ki her baskı aynı zamanda ona karşı çıkarılan isyanla yok edilebilme yahut pes etmeye zorlanma potansiyeline sahiptir. İşte bu nedenle bu isyanı daha çıkmadan bastırmayı çok iyi bir mekanizmayla kontrol eden kapitalizm alenen bir baskı kurmaz. Onun elindeki en büyük güç ‘baskılama’ değil ‘baştan çıkarma’dır. Kapitalizm elindeki bu gücü test etmek daha doğrusu kullanmak maksadıyla piyasaya her daim yeni ürünler sunar. Çok barizdir ki bir ürünün rağbet görebilmesi için cevap verdiği az ya da çok sorunun varlığı gerekir. Kapitalist hile tam da burada yatar: Sürekli sorun üretme. Kapitalist sistem bilir ki sorunsuz bir hayat sürmek isteyen insanlar sürekli kendisinin ürettiği ürünlere sahip olma gayesiyle hareket edecektir. Bu da kapitalist ekonominin temellerini atar. Tabi bunu yapmadan önce insanlara ihtiyaç içinde oldukları hissi verilir. Bauman bireyin içinde bulunduğu bu gereksinim halini şöyle açıklar: ‘‘Sanki bir şeye ihtiyaç duymak sahip olunması gereken bir şeye sahip olmamak –bir yoksunluk- anlamına gelmektedir. Ve bu ihtiyaç, olmayan bir şeye sahip olma arzusunu kışkırtır. ‘ona sahip olmak’ ihtiyacın getirdiği bir tür zorunluluk ya da baskıdır.’’8 Kapital ekonomide, özgürlük diğer toplumsal baskı ya da anlayışlarla müdahaleye uğramaz. O, özgürdür müdahale gerektiren bir baskı kurmamaktadır (daha doğrusu böyle görünür). Ancak bu özgürlük herkesi içine almaz. Çünkü kapital ekonominin temelinde ‘sahip olma’ fikri yatar. Bu da demektir ki ben bir şeye sahipsem bir başkası benim sahip olduğuma sahip değildir. Diğer bir ifadeyle ‘‘bir şeye sahip olmak ötekilere ona ulaşma imkânı vermemek anlamına gelir.’’9 Bu sistemin getirdiği ayrımın çekirdeği tam da bu noktadadır: Sahip olma- olmama ayrımı. Bir şeylere sahip olmak ayrıcalık sahip olmamak ise yoksunluktur. Kapitalizmin getirdiği özgürlüğü kullanma yetkisine işte bu sahip olanlar veya sahip olma yetisini elinde bulunduranlar erişebilir. Bu da tüketici ve yoksul sendromlarını ortaya çıkarır. Tüketici daima elde etmek ister çünkü ihtiyacı vardır. Yoksul da elde etmek ister onun da ihtiyacı vardır hatta tüketici zenginlerden kat ve kat daha fazladır onun ihtiyacı. Lakin sadece birinin elinde özgürlük vardır ve yalnızca o dilediğince harcama yapar ve lüks içinde yaşar. Tüketicinin özgürlüğü kapital sistemin alışveriş adlı mekanizmasıyla kendisine sunulur. Yoksulun özgürlüğü ise sunulmuş değildir. Onun özgürlüğü tüketicilerin bir lütfundan ibarettir. Yoksul da bu lütfu elinde tutabilmek için tüketiciye boyun eğmek, kendine verilenlere cisim, renk, işlev, kalite vb. ayırt etmeksizin razı olmak zorundadır.

Aslına bakılırsa tüketicilerin özgürlüğü de mutlak değildir. Bunlar da bir nevi tutsaktır. Üreticilere olan bağımlılıkları sürekli kullanılır. Sürekli tahrik edilirler. Örneğin şampuan reklamlarında halkın beğenisini kazanmış güzel bir kadın oynatılır. Kadının saçının rengi, şekli, hacmi ve parlaklığı övüldükçe övülür. Bu kadın erişilmesi zor bir güzelliğe sahiptir. Güzelliğinin kaynağı ise tanıttığı X marka şampuandır. Tüketicilere sürekli akıllı, yetenekli ve güzel/yakışılı insanlar kullanılarak ürün tanıtılır ve bu insanlar tüketiciler için otorite görevi üstlenirler. İşte tüketici insanlar kendi seçim özgürlüklerini bu otoritelere emanet etmişlerdir. ‘o kullanıyorsa ben de kullanmalıyım belki böylece daha güzel/akıllı olurum’ algısı yayıldıkça yayılır. Michael Parenti’nin ifadesiyle ‘‘… tüketicilere kişisel yeteneksizlik ve kitle pazarı üreticilerine bağımlılık öğretilir.’’10 Kapitalizm, tüketicilerine bağımlılığı hissettirmeden öğretir. Onun bağımlı kılma yetisi çoğu zaman tüketicinin gözünde işine yarar bir ürüne sahip olma biçiminde kendini gösterir. Birey alışverişten memnundur aslında memnun olması da bir nevi hipnoz altında olmasından kaynaklanır. Reklamlarda kullanılan ifadeler piyasaya yeni sürülen ürünün alınmamasını bir eksiklik olarak nitelendirir. Mesela ‘yoksa siz daha bu ürünü kullanmadınız mı?’ gibi bir ifadeye maruz kalan tüketici bu ürünü almadığı için eksiklik hisseder veya toplum tarafından küçümseneceğini düşünür hatta bu noktada tabiri caizse alışveriş yapmamanın mantık dışı olduğu da söylenebilir. Bu nedenle alışveriş yapmak bireye kendini iyi ve önemli hissettirir. Aldıkları onun kişiliğinin bir yansımasıdır ve sürekli takdir bekler. Aldıklarının, kullandıklarının beğenilmesini ister. İstediğini elde edemeyince de duygusal bir buhrana girer. Bu da kapitalizmin tüketicilerine attığı ikinci kazıktır. Kapitalizm için tüketicinin içine girdiği buhran önemsizdir. O, bu buhranı da kendi lehine çevirmeyi iyi bilir.

Kapitalizmin bir başka hilesi de elindeki sorun üretme gücünü sınırsızca kullanmasıdır. Sınırsızca kullanır çünkü tek kaygısı kendi çıkarıdır. Elindeki sorun üretme ve o sorunu çözme gücü çoğu zaman daha önce öne sürdükleriyle çelişir. Kendini sürekli geliştirmenin peşindedir. Bunun için de yeni metotlar geliştirir ve artık şöyle seslenir: ‘Senin bu sorununu en kısa yoldan çözeceğim.’ Yani artık sorunun çözülmesi değil en kısa yoldan çözülmesi önem kazanır. Örneğin bir zamanlar usturayla tıraş olan bir erkek jilet icat edildikten sonra usturayla tıraş olduğu günlerine acır. Tıraş makinesi icat edildikten sonra da jiletle tıraş olduğu günlerine acır. Bu kısır döngü böyle devam eder.

Alışveriş ve sahip olma çılgınlığı tüketiciyi kendine öyle bir bağlamıştır ki o kendi aşırılıklarında boğulduğunu bile çoğu zaman fark edemez. Yaptığı harcamaların iyi olduğunu düşünür. Nihayetinde ihtiyaç (?) sahibidir ve alması gerekenleri almadığında işleri yolunda gitmeyecektir. Bu durumu şu ifade özetler niteliktedir ‘‘Bende olmayan ve özlem duyduğum bir şeyi ‘iyi’ kılan şey, hayatta kalmam ya da kendimi korumam için ihtiyaç duyulur olma niteliğidir. İyi, adeta ihtiyacın öbür yüzüdür.’’11 Buradaki hile hiç şüphesiz kapitalizmin yapay sorun üretme ve bu soruna bağlı sözde ihtiyaçları ortaya çıkarma becerisidir.

Ayrımın diğer yüzünü oluşturan yoksullar da tutsaktır. Bunların tutsaklığı tüketicileredir çünkü tüketiciler sahiptirler ve bu nedenle güçlüdürler. Tüketicilerin güçlü olmasının nedeni salt sahip olabilmelerinden değil yoksulların ihtiyaçları olan şeylere sahip olmalarından ileri olur. ‘‘Sahip olma ancak dışlananların ihtiyaçları sahip olunan nesnelerin kullanımını gerektiriyorsa güç verir.’’12 Yoksullar kendilerine lütfedilen her şeyi kabule hazırdırlar çünkü bunlar ‘tüketici özgürlüğü tarafından reddedilmişlerdir.’13 ‘‘Sahip olma yetkinleştiren bir özellik taşır.’’14 Bu ilişkide de tüketiciler yetkinleşmiş yoksullar geri kalmıştır. Yoksullar, toplumun içindeki virüs gibidir, mümkünse yok edilmelidirler. Her daim tüketicilerin omuzlarında yüktürler çünkü vergi ödenmesini ve bağışta bulunulmasını gerekli kılarlar. İstediklerini elde edemediklerinde de yardım talebiyle yaygara koparırlar. Bunlar iyi bir yaşamı elde edebilmek için kendilerini tüketici ve üreticilere ispatlamak zorundadır. Bu da daha fazla emek ve mesai gerektirir. Hiç şüphe yok ki toplumun bu kesimini işçi sınıfı oluşturur. Bunlar görmeden görünen konumundadır. Sürekli izlenirler ve yönlendirilirler çoğu zaman ise kim tarafından izlenildiklerini bilmezler. ‘‘Sartre ezilen sınıfın gerçeğini ağır çalışma koşullarının ve düşük yaşam standartlarının değil efendinin, feodal lordun, burjuvanın, ve kapitalist bakışının oluşturduğunu savunmuştur.’’15 Ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar kendilerine atılan o küçümseyici bakıştan kurtulamazlar. Tüm bu küçümsenmeye, aşağılanmaya ve ezilmelere rağmen tüketiciler yoksullar için düşman değil ulaşılmak istenen rol model görevini üstlenirler. Hannah Arendt’in ifadesiyle ‘‘anlık zenginlik için duyulan ölümcül tutku hiçbir zaman hissi bir ahlaksızlık olmamıştır zira bu yoksulun hayalidir.’’16

Tüketici ve yoksul arasındaki ayrımı17 somut olarak daha iyi anlamak için Rabelais’in Gargantua adlı ütopyasını örnek göstermek yerinde olacaktır. ‘‘Gargantua dünyaya duyulan iştahın kahramanıdır.’’18 Gargantua zevk ve sefayı simgeler annesinin karnında on bir ay kalması da bunun bir göstergesidir. Onun tek derdi yiyip içmektir. Öyle ki doğduğu zaman bile sıradan bebekler gibi ağlamamış ‘içki, içki’ diyerek ağlamıştır. Eserin on birinci bölümünde şöyle der: ‘‘Gargantua vakitlerini ülkenin diğer çocukları gibi geçirdi, yani içmek, yemek ve uyumakla. Yemek, uyumak ve içmekle. Uyumak, içmek ve yemekle.’’19 Yirmi birinci bölümde de Gargantua şöyle der ‘‘ ‘ne demek’ diyordu? Az mı jimnastik yaptım? Kalkmadan yatağımda yedi sekiz takla attım, yetmez mi?’’20 Bu da aslında az emekle çok iş yaptığını göstermeye çalışan bireyin göstergesidir. Gargantua eserin sonunda rahip için Theleme Tekkesi’ni yaptırır. Theleme Tekkesi’nin büyük kapısı üzerine bir yazıt asılır. Bu yazıttan bazı kesitler:

‘‘Girmeyin buraya, doymak bilmez hukukçular, avukatlar

Katipler, mübaşirler, halk kemiricileri …

Davalar duruşmalar

Bizim burada ne arar

Burada yalnız keyif var

Girmeyin buraya

Frengiden çürümüşler

Gidin başka yerde dökün kurtlarınızı

Her yanları kabuk bağlamış yüzü karalar

Siz girin buraya, baş üzere yeriniz var

Buyurun sizler, soylu yiğitler, kahramanlar

Kazancı, geliri bol yerdir bizim burası

Hele sizler, en yakın dostlarım olursunuz

Siz güler yüzlü, şakacı, şen şakrak insanlar’’ 21

Thelemeliler yaşamlarını ‘yasalara, tüzüklere veya kurallara göre değil, kendi serbest iradelerine ve kabiliyetlerine göre’22 düzenlemişlerdir. Ancak Theleme’de de bir kural vardır: İSTEDİĞİNİ YAP

Bu alıntılardan yola çıkarak diyebiliriz ki ‘‘Theleme zarif bir yaşamın yeridir, varlık buranın ahlaki erdemi, mutluluk en temel buyruğu, haz yaşamın amacı, damak tadı en büyük meziyeti, eğlence başlıca sanatı, zevk alma ise tek sorumluluğudur.’’23

Tüm bunların yanı sıra Theleme kalın duvarlarıyla da dikkat çeker. Bu kalın duvarlar dünya içinde yeni dünya meydana getirir. Artık dünya algısı ikiye bölünmüştür: Theleme’nin içi ve dışı. Bu duvarların içinde kalanlar dış dünyayı görmez, merak da etmez. ‘Netice de orası öteki taraftır.’24

Rabelais’in 1534 yılında yazdığı Gargantua aslında hiç de yabancı olmadığımız bir sistemi bizlere anımsatır. Duvarların içinde yaşayan, gününü gün ederek geçiren, hiçbir zorlukla karşı karşıya gelmeyen ve tek amaçları dünyadan zevk almak olan, duvarların dışını ancak lüks arabalarıyla masaj salonlarına giderken görenler için ‘tüketici’ sıfatını kullansak herhalde yanlış olmaz. Kalın duvarlar imgesinin kapitalist sistemdeki karşılığı ise ‘eşya fiyatları, kar marjları, sermaye ihracı, vergilendirme seviyeleri ‘25 ile ifade edilir. Duvarların dışında kalıp zor işlerle uğraşan, saygı duyulacak unvanları olmayan, hiçbir şeye sahip ol(a)mayan, sürekli merhamet talep eden, övünülecek hiçbir şeyi olmayan, tüketicilerin sürekli acıyarak baktığı kitle de şüphesiz yoksul sınıfını oluşturur. Duvarlar iki kesim arasındaki uçurumu arttırır.

Tüketici ve üretici sınıfın yoksulları görmemesi empati kurmak açısından gündeme gelir ancak mevzu yoksullar üzerinde otorite kurmaya geldiğinde durum değişir. Yoksullar her açıdan gözetlenmeye başlanır. ‘‘En güçsüz olmak anlamında kamusal alanda en görünmez kılınmış, insan haklarından mahrum bırakılmış ve susturulmuş olanlar, çoğu kez kendilerini iktidarsızlaştıran, susturan ve sömürenlere en görünür olanlardır.’’ Yoksul kesim hakkında her daim temkinli olmak gerekir aksi halde duvarlar yıkılır. Bu nedenle yoksul kesim her daim gözetlenir. Ancak bunlar kendilerine bakan o gözlerin sahibini tanımaz. Yoksul kesimin de bazen ayaklarını kaldırıp duvarın içinde yaşayanlara bakmaya çalıştığı olur ancak boyu duvarların boyunu aşamadığı için kimseyi göremez. Nadiren de olsa duvarın alçak bir noktasını bulur ve oradan göz ucuyla içeriyi görebilir ve kendini gözetleyenle göz göze gelir. Bu durumda yoksulun/bastırılmışın elinde iki seçenek vardır: Ya bakışlarını kaçıracak ya da kendini gözetleyene gözlerini dikip bakışını sürdürecek. Yoksul ilk önce bakışını sürdürür ancak bu sürdürme devam edemez. Eninde sonunda yoksulun gözleri yorulur ve bakışını kaçırmak zorunda kalır. Daha sonra şu acı gerçeği hatırlar ve başı öne eğilir ayakları da tekrar yere basar. ‘‘Ne yana dönersek dönelim, bir tuğla duvar gibi gerçeklik çıkar karşımıza. Aslında kısıtlamalar öylesine güçlüdür ki… sahip olduğumuz her küçük yeti aman vermeyen bir evrenden oyduğumuz naçiz bir alandır. ‘Özgür’ olduğumuzu hissettiren de budur. Sahip olduğumuz özgürlük muazzam bir unutuşun eseridir ve unutulan gerçektir. Kendini özgür hissetmek dünyayı unutmaktır.’’26 Yoksulun ayağını kaldırıp içeriyi kısa bir sürede olsa izleyebilmesi 21. yy kapitalist sisteminde kendine sunulan imkanları kullanmasını simgeler. Bu imkanların başında yüksek vadeli kredi kartı kullanma, taksitle ödeme seçeneğini elde etme gelir. Bu sayede yoksul da tüketicilerin sahip olduğu yüksek fiyatlı eşyalara sahip olabilecektir. Ancak ayağının tekrar yere basması gösterir ki onun bu imkanları da sınırlıdır eninde sonunda biter.

Burada şunu söylemekte fayda var: ‘‘Aslında özgür tüketiciler de yoksuldur. Bunlar bastırılmamış ancak tahrik edilmişlerdir. Bunların arzularının önündeki tüm engeller kaldırılmıştır. Peşinde oldukları mutluluk daima büyüyen sayıda varlık açısından ifade edilir.’’27 Tüm bunlardan yola çıkarak diyebiliriz ki yoksul da tüketici de tutsak bir özgürlüğe sahiptir. Bir tek farkla: Tutsak da olsa özgürlük ancak tüketici formunda güç kazanır.

Özgürlüğün tüketici formunda güçlü olmasının nedeni bu formda iken destek buyurabilir ve muhalefeti acizleştirebilir olmasından ileri gelir. Daha önce de belirtildiği üzere yoksulların ihtiyaçlarını elinde bulunduran tüketiciler toplumda bir nevi efendi konumuna yükselirler. Bu durum aslında Karamazov Kardeşler’in şu ilgi çekici sorusunun cevabıdır ‘insanlara vicdanlarını ve ekmeklerini tutabilenlerden başka kim hükmedebilir?’28 Ancak efendinin kim olacağının yanı sıra bu soru yoksulun bağımlılığını ve bu bağımlılıktan kurtulmak istemesi durumunda neyi feda edeceğine de işaret eder: ‘Ekmeğini’. Bu noktada Emile Zola’nın Germinal adlı eserini ve Cioran’ın ‘özgür olmayı deneyin açlıktan ölürsünüz’ sözünü birlikte değerlendirirsek yoksulların neden özgürlük uğruna isyan etmediklerini açıkça görürüz. Germinal’de çok ağır şartlar altında çalışan işçilerin daha iyi ve insan onuruna yakışır bir biçimde yaşamak uğruna burjuvalara karşı nasıl isyan ettikleri, hatta isyan sürecinde açlıktan ve hastalıktan öldükleri, neticesinde ise bastırılıp eskisinden bile kötü şartlar altında çalışmaya zorlandıkları anlatılır. Sennet’in şu sorusunun cevabını Germinal bize verir: ‘‘insanlık, özgür olmak için belirsizliğe, yarım yamalak önlemlere ve mutsuzluğa ne kadar katlanabilir?’’ 29 Cevap net: Katlanamaz. En fazla birkaç ay, eninde sonunda pes eder (pes etmeden isyanını sonuna kadar sürdürenler de vardır ancak bunlar azdır). ‘Özgürlük uğruna açlıktan ölmek’ işte bu yoksulun her zaman göze alamayacağı bir bedel. Bu bedeli ödemektense yoksul çalışıp didinmeyi tercih eder. En büyük hayali ise Theleme’nin kapısından içeri girmektir. Duvarları yıkmaktansa kapıdan içeri girip kendini tüketici yapma gayesi gösterir ki tüketici yoksul için düşman değildir. O bir hayaldir. Bazen gerçekleşir bazen gerçekleşmez.

Sümeyye Gümüş: Kocaeli Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, 3. sınıf öğrencisi

KAYNAK: Theleme’nin Duvarları Arasında Özgürlük, Hukuk Kuramı, C. 5, S. 1, Ocak-Nisan 2018, ss. 46-54.

DİPNOTLAR:

  1. M.Cioran, Çürümenin Kitabı (İstanbul: Metis, 2014), s. 104.
  2. Bauman, Özgürlük (İstanbul: Ayrıntı, 2015), s. 184.
  3. Bauman, Özgürlük, s. 63.
  4. Bauman, Özgürlük, s. 63.
  5. Bauman, Özgürlük, s. 64.
  6. Bauman, Özgürlük, s. 64.
  7. Bauman, Özgürlük, s. 65.
  8. Bauman, Sosyolojik Düşünmek (İstanbul: Ayrıntı, 2015), s. 141
  9. Bauman, Sosyolojik Düşünmek, s. 143.
  10. Bauman, Özgürlük, s. 92.
  11. Bauman, Sosyolojik Düşünmek, s. 142.
  12. Bauman, Sosyolojik Düşünmek, s. 144.
  13. Bauman, Özgürlük, s. 127.
  14. Bauman, Sosyolojik Düşünmek, s. 145.
  15. Robert Bernasconi, Irk Kavramını Kim İcat Etti? (İstanbul: Metis, 2015), s. 117.
  16. Bauman, Özgürlük, s. 131.
  17. Her ne kadar ayrım diye nitelendirsek de 21. yy kapitalist sisteminde bu ayrım eskisi kadar kesin çizgilerle ayrılmamıştır. Taksitle ödeme imkanları, kredi kartı imkanları vs. sayesinde artık yoksullarda tüketicilerin sahip olabildiği yüksek fiyatlı nesnelere sahip olma imkanını elde etmişlerdir.
  18. Rabelais, Gargantua, Çev.: Birsel Uzman (İstanbul: Everest, 2011) (y.h.n).
  19. Rabelais, Gargantua, s. 55.
  20. Rabelais, Gargantua, s. 98.
  21. Rabelais, Gargantua, s. 237-9.
  22. Rabelais, Gargantua, s. 247
  23. Bauman, Özgürlük, s. 125.
  24. Bauman, Özgürlük, s. 125.
  25. Bauman, Özgürlük, s. 127.
  26. Crispin Sartwell, Edepsizlik, Anarşi ve Gerçeklik (İstanbul: Ayrıntı, 1999), s. 139.
  27. Bauman, Özgürlük, s. 131. 28 F. Dostoyevski, Karamazov Kardeşler (İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2012), s. 344.
  28. Dostoyevski, Karamazov Kardeşler (İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2012), s. 344
  29. Richard Sennett, Otorite (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2011), s. 136.

 

 

 

 

 

 

Yüksek Mahkeme’nin Eşcinsel Evlilik Kararı Işığında Eşitlik, Demokrasi ve Yargısal Denetim

$
0
0

Giriş

Birleşik Devletler Yüksek Mahkemesi (Yüksek Mahkeme), 2015 yılında verdiği Obergefell v. Hodges kararıyla, eşcinsellerin evlilik hakkından mahrum bırakılmasını Birleşik Devletler Anayasası’na (BDA) aykırı buldu. Kararın hukuki önemi kuşkusuz büyük. Yüksek Mahkeme gibi farklı ülkelerdeki üst derece mahkemeler tarafından yakından takip edilen bir yargı organının bu içerikte bir karar vermesi ve kullandığı gerekçeler ilham verici nitelikte olacaktır. Öte yandan söz konusu kararın, siyasi mücadelelerle biçimlenen tarihsel arka planı, hukuk ve siyaset ilişkini kavramak için önemli imkânlar sunar. 1961 gibi yakın bir tarihte ABD’nin bütün eyaletlerinde eşcinsel cinsel ilişkinin bir suç teşkil ettiği ve 1986 gibi daha da yakın bir tarihte Yüksek Mahkeme tarafından bu düzenlemelerin BDA’ya uygun bulunduğu anımsandığında, Yüksek Mahkeme’nin 2015 yılında eşcinsel evliliğe dair verdiği karar bu açıdan tek kelimeyle çarpıcıdır. Özellikle de tüm bu dönüşümler yaşanırken, konuya dair BDA’da yer alan ve neredeyse tek bir cümleden oluşan hükmün hiç değişmediği düşünüldüğünde.

Bu kısa hüküm, hiç kimsenin hukuka aykırı olarak özgürlüğünden mahrum bırakılamayacağını düzenleyen dueprocess klozu ve ayrımcılığı yasaklayan eşit koruma klozundan oluşur. ABD’de geçerli hak ve özgürlük rejimi, birbirinden geniş ve muğlak olan bu kavramların üzerine inşa edilmiştir. Bu süreçte Yüksek Mahkeme kilit ve bir o kadar da kritik rollerden birini üstlenmiştir. Dünyadaki ilk anayasa yargısı sistemine hayat veren bu Mahkeme aynı zamanda, kuvvetler ayrılığı bağlamında yargının konumu ve özgürlük ile demokrasi çatışması gibi tartışmaların da merkezinde yer almıştır. Bu açıdan siyah hakları mücadelesinde olduğu gibi, LGBTİ hakları mücadelesi de Yüksek Mahkeme’yi, siyasi alanın zorlu sorunlarıyla doğrudan bağlantılı meseleler hakkında karar vermek zorunda bırakmıştır. Değişmeyen anayasal normlar karşısında, değişen Yüksek Mahkeme içtihatları ise hukukun dönüşümünde hak mücadelelerinin önemini kavramayı sağlayan tarihsel örnekler olmuştur.

Jim Obergefell

Obergefell kararı bu örneklerin en yakın tarihlisidir. Fakat bu kararın içeriği ve kapsamının yanı sıra kararın merkezinde yer alan hukuki tartışmaları kavrayabilmek için öncelikle BDA’nın koruması altında olan özgürlüklerin kapsamı ve sınırlandırma rejimini incelemek gerekir. Özgürlükler rejimi, büyük ölçüde Yüksek Mahkeme’nin içtihatları ile şekillenmiştir ve bu nokta anlaşılmadan, Obergefell kararında ve karara giden süreçte rastlanan yargısal aktivizm eleştirileri hakkında yorum yapmak, hatalı sonuçlara yol açabilir. Bir diğer önemli konu, ABD’nin toplumsal ve siyasal tarihinin önemli bir parçasını oluşturan siyahlara yönelik ayrımcılık karşısında, Yüksek Mahkeme’nin hukuki tavrı, diğer bir deyişle içtihadi birikimidir. Yüksek Mahkeme’nin erken dönem içtihadı, hukukun baskıcı politikaların aracı olma potansiyelini gözler önüne sererken, yakın dönem içtihadı, siyasi alanda yürütülen hak mücadelelerinin özgürleştirici işlevini ortaya koyar. Bu mücadeleler sonucunda, siyahların hukuki alanda eşit birer özne olduğunun kabulü ve bu kabulün, ırklar arası evlilik yasağının kaldırılması bağlamında tescillenmesi, eşcinsel evlilik talebini de kapsayan LGBTİ mücadelesi açısından dayanak ve yol gösterici olmuştur. Son olarak, LGBTİ mücadelesinin hukuki alandaki dönüm noktalarını oluşturan Yüksek Mahkeme’nin eşcinsel haklarına ilişkin içtihadı ise Obergefell kararının üzerinde yükseldiği zemini anlamak için önem taşır. Bu çalışmada ilk olarak sırasıyla bu üç konu incelenecek, ardından Obergefell kararı değerlendirilecektir.

1.Birleşik Devletler Anayasası’nın Öngördüğü Özgürlük Rejimi

1789’da yürürlüğe giren ve toplam uzunluğu ancak 6000 kelimeye yaklaşan BDA’ya bugüne değin 27 Ek (amendment) yapılmıştır (Tushnet, 2015: 1). Bu tablo, 1876 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nda başlayan ve Türkiye Cumhuriyeti’nde süren anayasal gelişmelerle ve özel olarak da yaklaşık 21000 kelimelik hacme sahip 1982 Anayasası’nın 34 yılda geçirdiği, bazıları kapsamlı 18 değişiklikle kıyaslandığında anlamlı hale gelir. BDA’nın özellikle temel hak ve özgürlükler rejimi açısından ayakta kalmasında Birleşik Devletler Yüksek Mahkemesi’nin içtihatları temel bir rol oynar.

BDA’nın orijinal metninde, habeas corpus güvencesi ve kanunların geriye yürümezliği başta olmak üzere, çok az sayıda hak ve özgürlüğe yer verilmiştir. Ardından yürürlüğe giren ve Bill of Rights olarak da tanımlanan anayasal on Ek ile çeşitli özgürlük ve haklar anayasal güvenceye kavuşturulmuştur. Bill of Rights’ta yer alan özgürlükler arasında öne çıkan; inanç, ifade, toplanma, kişi özgürlüğü ve güvenliği, kötü muamele yasağı, konut dokunulmazlığı ve adil yargılanma hakkıdır. Amerikan doktrini ve mahkeme kararlarında temel haklar (fundamental rights) olarak tanımlanan bu hak ve özgürlüklerin en önemli ortak özelliği, sadece federal devlet karşısında ileri sürülebilecek şekilde kaleme alınmış olmalarıdır (Stephens ve Scheb II, 2008: 3-16).

Fakat süreç içerisinde hem BDA’da yer alan temel haklar kataloğunun kapsamı genişlemiş, hem de bu hakların, yurttaşlar tarafından eyaletlerdeki federe yönetimler karşısında ileri sürülebilmesi mümkün hale gelmiştir. Bunu sağlayan, Yüksek Mahkeme’nin, BDA’nın 5. ve 14. Eklerine dair içtihadı olmuştur. Bu iki Ek’in lafzı büyük ölçüde özdeştir ve hiç kimsenin hukuki usule uygun olmaksızın (without due process of law) hayatından, özgürlüğünden (liberty) ve mülkiyetinden mahrum bırakılamayacağını güvence altına almaktadır. Aralarındaki temel fark 5.Ek’in yalnızca federal devlet, 14.Ek’in ise eyaletler karşısında bireylere güvence sağlamasıdır. İkinci farklılık 14. Ek’in ayrıca, eyaletlerde yaşayan hiç kimsenin, kanunların eşit koruması dışında bırakılmayacağını öngörmesi, diğer bir deyişle ayrımcılık yasağını içermesidir.

14.Ek’in lafzının eyalet yönetimleri karşısında bireylere sağladığı koruma, hiç kimsenin “hukuki usule uygun olmaksızın hayatından, özgürlüğünden ve mülkiyetinden mahrum bırakılamayacağı”na dair ifadeyle sınırlıdır. Bu ifadenin yaşam ve mülkiyet hakkını kapsadığı daha ilk bakışta anlaşılabilir. Özgürlük kavramının içeriği ise Yüksek Mahkeme tarafından doldurulmuştur. Bu sürecin bir ayağı, incorporation doktrini aracılığıyla, bireylere sağlanan anayasal güvencelerin federal ve federe düzlemde büyük ölçüde eşitlenmesidir. Oldukça geniş bir içtihadi tartışma ve birikime dayanan incorporation doktrini aracılığıyla Yüksek Mahkeme, 14. Ek’te yer alan özgürlük kavramının, Bill of Rights’ta yer alan temel hakların büyük bir kısmını içerdiğini kabul etmiş ve böylelikle, söz konusu hakların, federe düzlemde eyaletler karşısında ileri sürülebilmesini sağlamıştır. Yüksek Mahkeme daha sonra, ters incorporation olarak da adlandırılan (Baker ve Williams, 2003: 130- 132) diğer bir içtihadıyla 14.Ek’te yalnızca eyaletler karşısında ileri sürülebilecek şekilde öngörülen ayrımcılık yasağının, 5. Ek’te de yer alan özgürlük kavramıyla yakın bir ilişki içinde olduğunu ve dolayısıyla federal devletin eylem ve işlemleri açısından da geçerli olduğunu kabul etmiştir (Altıparmak, 1996: 228-231, 247-248).

Buraya kadar çizilen çerçeve, Anayasa’da açıkça sayılmış haklara ilişkindir. Yüksek Mahkeme gerek Anayasa’nın orijinal metninde, gerekse çeşitli eklerde yer alan bu sayılmış haklar dışında, bir de anayasada sayılmamış bazı temel hakları, yine bireylerin “hukuki usule uygun olmaksızın özgürlüğünden mahrum bırakılamayacağı” ilkesine dayanarak anayasal güvenceye kavuşturmuş ve kapsamını belirtmiştir. Maddi due process olarak kavramsallaştırılan bu içtihat, belirli hakların türetilmesinin yanı sıra, haklara müdahalenin meşru gerekçelerinin yargısal denetimine de alan açar (Kanovitz, 2010: 27-30). Mahkeme başlangıçta hangi özgürlüklerin due process’in koruması altında olduğuna dair meseleye, mülkiyet ve sözleşme özgürlüklerini koruyan bir perspektifle yaklaşmıştır.

Fırın işçilerinin azami çalışma süresini, günlük 10 ve toplamda 60 saat ile sınırlandıran bir New York kanununun iptal edildiği Lochner v. New York kararıyla simgeleşen ve Lochner Dönemi olarak adlandırılan bu süreçte, sosyal devlet politikaları karışında, piyasa ilişkilerinin kendiliğinden işleyişini korumak adına, 1897 ve 1937 yılları arasında yaklaşık iki yüz federal ve eyalet kanunu, Yüksek Mahkeme tarafından anayasaya aykırı bulunmuştur (Choudhry, 2004: 4, 7). Yüksek Mahkeme, Lochner kararında, emeğin alım ve satımını da kapsayan sözleşme özgürlüğünün, 14. Ek’te yer alan özgürlük kavramının koruma alanında olduğuna hükmetmiş (Lochner v. New York, 198 U.S. 45, 1905: 54), ardından 1937 yılına kadar geçen süreçte, emek ve sermaye arasındaki eşitsizliğe müdahale etmeyi amaçlayan düzenlemeleri, bu gerekçeyle anayasaya aykırı bulmuştur. Dönemin başkanı Roosevelt’in New Deal politikalarına sekte vuran bu içtihatlar, Roosevelt’in 1936 seçimlerinden büyük bir zaferle çıkmasının ardından daha da tartışmalı hale gelmiştir. Seçim sonrası Roosevelt tarafından Yüksek Mahkeme’nin üye kompozisyonunu değiştirmeye yönelik kanun taslağının gölgesinde Mahkeme, due process kavramına yönelik içtihadını değiştirmiş ve yasama kuvveti karşısında, yargı kuvvetinin kendini sınırlandırmasına yönelik genel bir yaklaşım geliştirmiştir (Fallon, 2004: 21- 22).

Yüksek Mahkeme’nin özgürlük kavramından hareketle due process kavramını somutlaştırmaya yönelik çabaları, 2. Dünya Savaşı sonrasında, bu defa ekonomik düzenlemelere müdahale şeklinde değil, özellikle liberal kuramın özel alan kavramı içinde kalan bireysel özgürlüklere alan açma şeklinde gelişmiştir (Sullivan ve Massaro, 2013: 135). Bu noktada Yüksek Mahkeme’nin, yargısal aktivizm ve demokratik süreçler arasındaki dengeyi sağlamak adına, tarihsel yorum tekniğinden ilham alan amaçsal bir yorum yöntemini benimsediği söylenebilir. Mahkeme’nin klasik içtihadı uyarınca, “Amerikan halkının tarih ve geleneklerinde derin köklere sahip” ve feda edilmesi halinde ne özgürlüğün ne de adaletin var olabileceği, “düzenlenmiş özgürlük kavramına içkin nitelikte olan” temel hak ve özgürlükler, due process klozunun koruma alanında yer alır (Washington v. Glucksberg, 521 U.S. 702, 1997: 720-721). Yüksek Mahkeme’nin bu kapsamda türettiği haklar arasında evlilik ve ebeveynlik hakları ile mahremiyet hakkı ve bu son hak bağlamında özellikle doğum kontrolü, cinsel yaşam ve tedavi süreçlerine dair karar alabilme hakları ön plana çıkar (Barron ve Dienes, 2005: 211-252). Cinsel yönelimin ve farklı cinsel yönelime sahip bireylerin haklarının korunması ise bu klasik içtihat kapsamında önemli tartışmaları beraberinde getirmiştir ve bu tartışmalara yön veren kararlar, bu çalışmanın ileriki bölümlerinin ana hattını oluşturacaktır.

BDA’nın koruma alanında yer alan temel hakların sınırlandırma rejimi de yine Yüksek Mahkeme’nin içtihatlarıyla şekillenmiştir. Yüksek Mahkeme, önüne gelen olaylarda, düzenleme ve işlemlerin anayasaya uygunluk denetimini gerçekleştirirken temel olarak iki farklı denetim kriteri uygulamaktadır. Rasyonel temel denetimi ve sıkı denetim olarak adlandırılan bu denetim türleri, dava konusu anayasal menfaatlerin niteliğine göre uygulanmaktadır ve tarihsel süreç içerisinde alt kategoriler ile ayrıntılandırılmıştır (Sullivan ve Frase, 2009: 53-54).

Rasyonel temel denetimi olarak adlandırılan ilk tür denetime göre, anayasal herhangi bir menfaatle çatışan her türlü yasal düzenlemenin ya da idari işlemin, asgari olarak rasyonel bir temeli olması gerekir. Bu asgari ölçüt, keyfiliğin önünde bir engel olarak değerlendirilir. Fakat bu, bir yerindelik denetimi anlamında rasyonelliğe değil, düzenleme ya da işlemin meşru bir amacı olmasına ve bu amaç ile ona ulaşmak için tercih edilen araç arasında asgari bir rasyonel ilişkinin var olması gerekliliğine işaret eder. Bu ilişkinin var olmadığını ileri sürmek, mağdur olduğunu ileri süren tarafa düşer. Örneğin cerrahi bir operasyonu yapabilme yetkisini, yalnızca diploma sahibi doktorlara özgülemek, diğer bireyleri bu tür operasyonlar yapmaktan alıkoyar. Bu, onların sözleşme özgürlüğüne bir müdahale teşkil eder, aynı zamanda diploma sahibi olanlar ve olmayanlar arasında bir ayrıma neden olur. Ama kamu sağlığı rasyonel amacına yönelen ve bu amaçla diploma sahibi olanlar kategorisi yaratan bu tür bir uygulama rasyonel denetim testini kolayca geçer. Buna karşın; Bill of Rights‘ta yer alan ya da Yüksek Mahkeme tarafından temel bir hak olarak nitelendirilen özgürlüklere müdahaleler sıkı denetime tabi olur. Aynı şekilde bir düzenleme veya işlem, gruplar arasında bir farklılığı esas alıyor ve bu grup, örneğin ırk gibi, Yüksek Mahkeme’nin ifadesiyle, şüpheli bir sınıflandırmaya dayanıyorsa yine sıkı denetim söz konusu olur. Bu durumda, müdahalenin ya da düzenlemenin meşruluğunu ortaya koymak kamu otoritelerinin yükümlülüğü haline gelir. Bir diğer deyişle ispat yükü yer değiştirir. Bu kapsamda otoriteler, yaptıkları düzenlemenin yalnızca rasyonel olduğunu değil, aynı zamanda zorlayıcı bir kamusal menfaate karşılık geldiğini ve daha da önemlisi, bu düzenlemenin, söz konusu amaca ulaşmak amacıyla sınırlı olarak dar bir şekilde oluşturulduğunu kanıtlamalıdır (Stephens ve Scheb II, 2008: 28-29).

Temel hakların koruma alanı ve sınırlandırma rejimine dair bu genel çerçeve açısından eşcinsel evlilik önemli tartışmalara neden olmuştur. Bu tartışmaların temelini, farklı cinsel yönelime sahip bireylerin, hak sahibi bir hukuk öznesi olarak tanınması oluşturur. Siyasi ve toplumsal alanda yürütülen LGBTİ mücadelesi ile paralel olarak gelişen bu süreç (2) gerek ABD’de, gerekse ABD dışındaki ülkelerde, aşamalı olarak elde edilen kazanımlarla şekillenmiştir. Eşcinsel ilişkinin suç olmaktan çıkarılması, cinsel yönelime dayalı ayrımcılığın yasaklanması, eşcinsel çiftlerin evlat edinme hakkının tanınması ve nihayetinde eşcinsel çiftlerin birlikteliğinin belirli bir hukuki statüye kavuşturulması temel aşamaları üzerinde gelişen bu süreç, toplumsal değişimin hukuk üzerindeki etkisi ve hukukun toplum üzerindeki dönüştürücü işlevi açısından önemli bir örnek oluşturur (Eskridge, 2000: 647-653). ABD özelinde, siyah hakları mücadelesinin yarattığı birikim, bu dönüşümün üzerine inşa edileceği önemli bir zemin yaratmıştır.

2. Siyah Hakları Mücadelesinin Hukuki Düzlemdeki Etkileri

Birleşik Devletler’de siyahlara yönelik ayrımcılığın uzun bir tarihsel kökeni bulunmaktadır ve bu ayrımcılığın hukuki düzlemde etkin bir şekilde ortadan kaldırılması ancak siyasi mücadelelerin sonucunda gerçekleşmiştir. Burada “etkin” vurgusu özel bir önem taşır, çünkü temel dinamiklerinden biri köleliğin kaldırılması olan Amerikan İç Savaşı’ndan sonra gerçekleştirilen 14.Ek ile eyaletlerde ayrımcılık, anayasal düzlemde açıkça yasaklanmış olmasına karşın, bu yasağa hem fiilen pek çok eyalet direnmiş, hem de Yüksek Mahkeme 1898 tarihli içtihadıyla, bu yasağı fiilen anlamsız kılmıştır (Pascoe, 2009: 109- 159). Hukuki düzlemde var olan ayrımcılık yasağı, Yüksek Mahkeme’nin ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleştirdiği içtihat değişikliği sonucunda etkili bir hukuki düzenleme haline gelmiştir.

2.1. “Farklı Ama Eşit” İlkesinden Ayrımcılık Yasağına

Ayrımcılık yasağını etkisiz kılan uygulamaları BDA çerçevesine meşrulaştıran 1898 tarihli Plessy v. Ferguson kararı, Louisiana eyaletinin, siyahlar ve beyazlar için eşit koşullara sahip farklı vagon tahsisini ve buna uymayan yurttaşlara yönelik cezaları öngören bir kanunun uygulanmasına ilişkindir. Bay Plessy, beyazlara ait bir vagonda oturmakta direnmesi sonucunda tutuklanarak trenden indirilmiş ve yargılama sonucunda para cezasına çarptırılmıştır. Olayı inceleyen Yüksek Mahkeme, ayrımcılık yasağının yalnızca kanun önünde mutlak eşitlik ilkesini kapsadığını, fakat eşyanın tabiatı gereği, renge dayalı farklılıkları ortadan kaldırmayı ya da siyasi eşitliğin ötesinde bir sosyal eşitliği sağlamayı amaçlayamayacağını vurgulamış, mekâna dair ayrımların, herhangi bir ırka yönelik bir aşağılamayı kendiliğinden içermeyeceğini, kamu yararını sağlamaya yönelik bu tür makul tedbirlerin anayasaya uygun olduğunu ifade etmiştir (Plessy v. Ferguson, 163 U.S. 537, 1896: 544).

Makul olanın tespitinde, insanların alışkanlık, görenek ve geleneklerinin yanı sıra onların huzurlarının sağlanması, kamusal barışın ve düzenin korunmasının belirleyici olduğunu belirten Yüksek Mahkeme, ardından bu geniş ve belirsiz kriterleri, somut olaya uygulama gereksinimi duymadan, tıpkı ayrı okul uygulaması gibi ayrı vagon uygulamasının da makul olmadığının söylenemeyeceğini ileri sürerek, uygulamayı anayasaya uygun bulmuştur (Plessy v. Ferguson: 550, 551). Yüksek Mahkeme ayrıca, başvurucunun, söz konusu uygulamanın bizatihi varlığının siyahları aşağılayıcı nitelikte olduğu iddiasını da kabul etmemiş, kanun önünde eşitliğin sağlanmış olmasının bu iddiayı geçersiz kıldığını ve yasama organının ırksal içgüdüleri yok etme ya da fiziki farklılıklara dayalı ayrımları ortadan kaldırma gücünün olmadığını ve eğer bir ırk, diğerine oranla daha aşağı bir konumdaysa, BDA’nın bu ırkları eşit düzeye çıkaramayacağını vurgulamıştır (Plessy v. Ferguson: 551-552).

Kararın en çarpıcı yanı, Yüksek Mahkeme’nin ayrımcılık yasağını eşitler arasında eşit muamele ilkesine göre yorumlarken geliştirdiği eşitlik tanımıdır: Siyahlar ve beyazlar farklıdır, dolayısıyla iki farklı grup olarak kendi içinde eşit muameleye tabi tutulabilirler, yeter ki onlara eşit imkânlar sunulsun. Pek tabii bu eşit imkânlar hiçbir zaman sunulmamıştır ve tam da karara muhalif kalan yargıç Harlan’ın vurguladığı gibi aslında bu kanunun amacı da, siyahları, beyazların oturduğu vagonlardan uzak tutmaktır (Plessy v. Ferguson: 557). Yüksek Mahkeme’nin kanun önünde eşitlik ilkesini anlamsız kılan ayrımcılığı meşrulaştırmak için “eşyanın tabiatı”, “ırksal içgüdü” ve “fiziki farklılık” gibi, özünde insan doğasına işaret eden kadim bir argümanı kullanması dikkat çekicidir. Farklı ırklar, cinsiyetler ya da cinsel yönelimler arasında, doğa ya da fıtrat farklılığı iddiasıyla ileri sürülen bu argüman bir farklılıktan çok bir hiyerarşiye işaret eder ve bilimsel bir yargıyı değil, toplumsal kökenleri olan bir önyargıyı yansıtır. Tam da bu nedenle Yüksek Mahkeme, siyahların doğasından kaynaklandığını ileri sürdüğü farklılıkların, neden ayrı vagon uygulamasını gerektirdiğine dair bir açıklama ortaya koyamamıştır.

Yüksek Mahkeme’nin kararının bir diğer önemli yanı, liberal ve sosyal devlet kavramları arasındaki karşıtlığı kullanış biçimidir. Yüksek Mahkeme, eşit koşullarda farklı vagon tahsisini, insan doğasına dair ön kabulü üzerinden yorumladığı eşitlik ilkesine aykırı görmemiştir. Bu açıdan, söz konusu uygulamayı meşru bir politika olarak değerlendirmiş, bu uygulamanın kaldırılması isteğini ise bir sosyal politika değişikliği talebi olarak kabul ederek, yalnızca negatif yükümlülükler öngören BDA’nın bu tür bir edimi, eyaletler açısından pozitif bir yükümlülük olarak dayatamayacağını vurgulamıştır. Yüksek Mahkeme’nin bu açıdan kararını, yerindelik denetiminden kaçınan bir kendi kendini sınırlandırma örneği olarak kurgulama gayreti göze çarpar. Oysa söz konusu olan, bireylerin, yalnızca belirli bir ırka mensup olmaları nedeniyle farklı bir uygulamaya tabi tutulmalarıdır. Yüksek Mahkeme, bu farklı uygulamadan kaçınmayı bir negatif yükümlülük olarak nitelendirmek yerine, siyah ve beyazlar arasında varsaydığı farklılığın doğal bir sonucu olan ayrımcı politikaları meşru bir politik tercih olarak değerlendirmiş, siyah ve beyazların eşit birer hukuk öznesi olarak kabulü talebini ise aslında var olmayan bir eşitliği sağalamaya yönelik pozitif bir edim olarak nitelendirmiştir. Buradaki ince nüans çok büyük bir önem taşır, çünkü yaklaşık 120 yıl sonra eşcinsellerin evlilik hakkı talepleri ileride ayrıntılı olarak ele alınacak Obergefell davasında benzer bir itirazla karşılaşacak, fakat bu kez itirazı ileri süren yargıçlar azınlıkta kalacaktır.

Yüksek Mahkeme’nin siyahları ve beyazları eşit birer birey olarak kabul etmesi, yukarıda vurgulandığı üzere, uzun bir toplumsal mücadele sonucunda ancak 1954 tarihli Brown v. Board of Education kararında gerçekleşmiştir. Siyah ve beyazlar için farklı ama eşit eğitim kurumlarının anayasaya uygunluğunun incelendiği bu davada Yüksek Mahkeme, eğitim kurumlarının maddi koşulları ve müfredatları açısından eşitliği sağlansa bile, ırka dayalı eğitim kurumlarının bizatihi kendisinin/varlığının bir ayrımcılık niteliği taşıdığına işaret etmiştir. Bu tespiti yaparken, söz konusu ayrımcı uygulamanın siyah öğrenciler üzerinde yarattığı aşağılayıcı etkinin ve bu uygulamanın hukuki yaptırım ile desteklenmesinin, söz konusu etkiyi arttırdığının da altını çizmiştir (Brown v. Board of Education of Topeka, 347 U.S. 483, 1954: 493- 495).

Bu noktada, karar gerekçesinin kısalığının “farklı ama eşit” argümanının tarihsel süreç içerisinde çürütülmüş olmasından kaynaklandığı vurgulanmalıdır. Siyah haklarını savunan NCAAP’nin (Siyahların Gelişimi için Ulusal Birlik) avukatları, başlangıçta mücadelelerini farklı ama eşit argümanını kabul ederek yürütmüş ve siyahlara özgülenen eğitim kurumlarının beyazlara ait okullara kıyasla çok daha kötü koşullara sahip olduğunu pek çok davada somut verilere dayalı olarak ortaya koymuştur. Bu davalar sayesinde, eğitim kurumlarında ırka dayalı farklı uygulamaların kategorik olarak ayrımcı nitelik taşıdığı argümanını temellendiren, verilere dayalı bir altyapı hazırlanmıştır (Fallon, 2004: 117-118).

2.2. Eşitlik ve Evlilik

Fakat Yüksek Mahkeme’nin bu kararına rağmen, çeşitli alanlarda siyahlara karşı ayrımcı uygulamalar varlığını korumuştur. Siyahlar ve beyazlararası evlilik yasağı bu ayrımcılığın en somut görünümlerinden biri olarak göze çarpar. Söz konusu yasak, ancak 1967 gibi yakın bir tarihte BDA’ya aykırı bulunmuştur. Loving v. Virginia davasının konusu, siyah bir kadın ve beyaz bir erkeğin, Virginia eyaletinde geçerli olan ırklar arası evlilik yasağını ihlal ederek evlenmesi ve bunun sonucunda bir yıl hapis cezasına çarptırılmalarıdır. Söz konusu ceza, 25 yıl boyunca Virginia’ya dönmemeleri koşuluyla ertelenmiştir (Loving v. Virginia, 388 U.S. 1, 1967: 2-3).

Davalı Virginia eyaleti savunmasında, söz konusu yasağın ayrımcılık oluşturmadığını, çünkü evlilik durumunda siyahlara ve beyazlara eşit ceza verildiğini ifade etmiştir. Bu açıdan, yasağı öngören kanun, ırka dayalı bir sınıflandırma yapsa da, ırka dayalı gayri adil bir ayrım söz konusu değildir. Dolayısıyla ırklar arası evlilik yasağına rasyonel temel denetimi uygulanmalıdır. Davalı eyalet ayrıca, uyguladığı politikanın yanlışlığı ya da doğruluğu hakkında kesin bir bilimsel dayanağın bulunmaması karşısında, Yüksek Mahkeme’nin bir yerindelik denetimi yapmaktan kaçınarak, yasama organının tercihine saygı duyması gerektiğini ileri sürmüştür (Loving v. Virginia: 8).

Yüksek Mahkeme, değerlendirmesine, davaya konu olan 1924 tarihli Irksal Bütünlük Kanunu’nu anayasaya uygun bulan Virginia Yüksek Temyiz Mahkemesi’nin kararına atıfla başlamıştır. Temyiz Mahkemesi, kanuna yönelik olarak rasyonel temel denetimi uygulamakla yetinmiş ve “yurttaşlarının ırksal bütünlüğünü korumak”, “kanın bozulmasını” ve “yurttaşların kırma üremesini” ve “ırksal onurun yok oluşunu” engellemek meşru amaçlarına dayandığını kabul ettiği kanunu anayasaya uygun bulmuştur. Yüksek Mahkeme, Temyiz Mahkemesi tarafından meşru kabul edilen bu amaçların, beyaz ırkın üstünlüğü (White Supremacy) anlayışının açık birer yansıması olduğunu vurgulamıştır (Loving v. Virginia: 7). Nitekim başvurucu avukatlarının işaret ettiği üzere, aynı anlayış doğrultusunda ilgili kanun esasen beyazların diğer ırklarla evlenmesini yasaklamakta, diğer ırkların kendi aralarında evliliğine bir yasak getirmemektedir (Loving v. Virginia: Dipnot 11). Yüksek Mahkeme bu olgular karşısında, ırkı ayırt edici bir nitelik olarak kabul eden söz konusu yasağın sıkı denetime tabi olması gerektiğini belirtmiş, fakat beyaz ırkın üstünlüğünü korumak amacıyla oluşturulduğunun açıklığı karşısında bu denetimi geçmesinin mümkün olmadığı ve 14.Ek’te yer alan ayrımcılık yasağını ihlal ettiği sonucuna ulaşmıştır (Loving v. Virginia: 11-12)

Yüksek Mahkeme ayrıca, bu uygulamanın, 14.Ek’te yer alan due proccess klozuna da aykırı olduğuna hükmetmiştir. Mahkeme ilk olarak evlenme özgürlüğünün, özgür bireyin mutluluğa ulaşmaya yönelik düzen içindeki uğraşına esas oluşturan temel kişisel haklardan biri olduğuna ve evlenmenin, insanlığın var oluşu ve devamı açısından taşıdığı öneme işaret ederek, 14. Ek’te yer alan özgürlük kavramının evlenme özgürlüğünü içerdiğini tespit etmiştir. Ardından bu öneme sahip bir özgürlüğün, ırksal ayrımcılık gibi herhangi bir şekilde desteklenmesi mümkün olmayan ve 14.Ek’in özünde yer alan eşitlik ilkesi üzerinde doğrudan yıkıcı etkisi bulunan bir sınıflandırmaya dayanarak ihlal edilmesinin, eyalet yurttaşlarının, hukuki usule uygun olmaksızın (without due process of law) özgürlüklerinden mahrum kalması sonucunu doğuracağını ifade etmiştir (Loving v. Virginia: 12).

Yüksek Mahkeme’nin ırk ayrımcılığına dair bu temel içtihatları, kanun önünde eşitlik ilkesinin önemine ve yorumuna dair önemli öğeler barındırır. Buradaki çarpıcı yan kanun önünde eşitlik ilkesinin ardına gizlenmeye çalışılan toplumsal eşitsizliklerin, ancak uzun siyasi mücadelelerin sonucunda hukuki alanda görünür olması ve belli ölçüde aşılabilmesidir. Bu süreçte “farklı ama eşit” öğretisi çökmüş ve ABD özelinde, siyah ve beyaz ayrımcılığı üzerinden şekillenen, fakat aslında kadın ve erkek ya da farklı cinsel yönelimler arasında kurulan benzer ayrımcı uygulamaların da altında yatan mantığı sorgulamayı sağlayacak bir bakış açısı elde edilmiştir. Bu açıdan, insanın, yalnızca insan olma vasfıyla eşit olduğunun kabulü karşısında, belli gruplara atfedilen ve doğal olduğu ileri sürülen özellikler nedeniyle farklı politikaları meşrulaştırma çabası çatışmanın temel zeminini oluşturur. Yüksek Mahkeme’nin siyahları dâhil ettiği hukuki eşitlik söylemine, eşcinsellerin dâhil olabilmesi için yine zorlu siyasi mücadeleler ve uzun yıllar gerekmiştir.

3. Yüksek Mahkeme’nin Eşcinselliğe Yönelik Yaklaşımındaki Dönüşüm

Yüksek Mahkeme, 1950’li yıllardan itibaren, eşcinsellere yönelik magazin dergilerinin dağıtımının yasaklanmasını ifade özgürlüğünün ihlali olarak değerlendiren kararlar vermiş olmakla birlikte, eşcinsel haklarına yönelik olumsuz bakış açısı, eşcinsel olduğu için işten çıkarılma ya da sınır dışı edilmeye yönelik işlem ve düzenlemeleri anayasaya uygun bulan kararlara yansımıştır (Pierceson, 2005: 21-23). Yüksek Mahkeme’nin eşcinsel haklarına yönelik bu olumsuz yaklaşımı, oldukça yakın tarihli Bowers v. Hardwick’te somutlaşmıştır. 1986 tarihli bu kararın önemli yanı, doğum kontrolüne ve kürtaja dair devlet müdahalelerinin yargısal denetimi sürecinde Yüksek Mahkeme tarafından temel bir hak olarak nitelendirilen mahremiyet hakkının, eşcinseller açısından geçerliliği meselesine yoğunlaşmasıdır.

Yüksek Mahkeme, 1965 tarihli Griswold v. Connecticut kararında, doğum kontrolüne dair her türlü materyalin dağıtımını yasaklayan bir eyalet kanununu incelemiş ve müdahalenin ağırlığı ve etkilerini dikkate alarak, söz konusu kanunun çiftlerin yatak odasına müdahaleye kapı aralayarak mahremiyet hakkını ihlal ettiğine hükmetmiştir (Griswold v. Connecticut, 381 U.S. 479, 1965: 485). Daha sonra 1986 tarihli Roe v. Wade kararında, kadının kürtaja dair vereceği kararı, due process klozunda mündemiç olan kişisel özgürlüğün bir parçasını oluşturan mahremiyet hakkının kapsamı içinde değerlendirmiştir (Roe v. Wade, 410 U.S. 113, 1973: 152-153).

3.1. Anayasa Sodomy Hakkı Tanır mı?

Roe v. Wade ile aynı yıl verilen Bowers kararı, o dönem ABD’nin pek çok eyaletinde geçerli olan sodomy kanunlarına ilişkindir. Türkçe’ye “sapık ilişki” ya da Türkiye’deki yargı kararlarında kullanıldığı şekliyle “doğal olmayan ilişki” olarak çevrilebilecek sodomy, ABD hukuk sisteminde anal ve oral seksi ifade etmek için kullanılan pejoratif bir kavramdır (Eskridge, 2002: 14). Eşcinsel bir erkek olan Bowers, bir tesadüf sonucu, evinde partneri ile cinsel ilişki sırasında yakalanmış ve hakkında, hem heteroseksüel hem de homoseksüeller için sodomy’i yasaklayan Georgia eyalet kanunlarına dayanarak ceza soruşturması başlatılmıştır. Bowers, ilgili kanunun rızaya dayalı eşcinsel ilişkiyi cezalandırmasının anayasaya aykırı olduğunu ileri sürmüştür (Bowers v. Hardwick, 478 U.S. 186, 1986: 188-189). Yüksek Mahkeme, incelemesine hukuki meseleyi tanımlayarak başlamıştır. Yüksek Mahkeme’ye göre, mesele ne genel olarak yetişkinler ya da özel olarak eşcinseller arasında sodomy’i yasaklayan kanunların makul ya da tercihe şayan olmasıdır, ne de yasama organı ya da mahkemelerin bu konuya ilişkin kararlarının değerlendirilmesidir.

Yüksek Mahkeme’ye göre bu davada temel mesele açıktır: BDA, eşcinsellere, sodomy yapma yönünde bir temel hak (a fundamental right upon homosexual stoengage in sodomy) tanır mı ve böylelikle bu tür davranışları uzun bir zamandan bu yana suç olarak niteleyen kanunları geçersiz kılar mı? Mahkeme bu davanın, sahip olduğu yetkilerin sınırını değerlendirmek açısından da önem taşıdığını vurgulamıştır (Bowers v. Hardwick: 190).

Yüksek Mahkeme bu çerçevede ilk olarak daha önceki içtihadında mahremiyet hakkı kapsamında tanımladığı aile ilişkilerine, doğum kontrolüne, evliliğe ya da kürtaja dair menfaatlerle eşcinsel ilişki arasında herhangi bir bağlantı olmadığını vurgulamıştır (Bowers v. Hardwick: 191). Ardından da bir hukuki menfaatin due process’in koruması altında yer alan temel bir hak olarak nitelendirilebilmesi için geliştirdiği ölçütlere atıf yapmıştır. Bunlar, “Amerikan halkının tarih ve geleneklerinde derin köklere sahip” ve feda edilmesi halinde ne özgürlüğün ne de adaletin var olabileceği, “düzenlenmiş özgürlük kavramına içkin nitelikte olan” temel hak ve özgürlüklerdir. Mahkeme’ye göre, Bill of Rights’ın kaleme alındığı dönemde var olan 13 eyaletin tamamının sodomy’i suç olarak düzenlemesi, 1961 yılında dahi tüm eyaletlerin bu yasağa yer vermesi ve halen eyaletlerin önemli bir kısmında bu yasağın sürmesiyle göz önüne alındığında, söz konusu ölçütlerden, eşcinsellerin rızaya dayalı anal ve oral ilişkiye girmelerine dair bir temel hak türetilemez (Bowers v. Hardwick: 191-193).

BDA’nın lafzı ya da tasarlanmasında kökleri bulunmayan yargıç yapımı anayasa hukukunun, mahkemeyi gayri meşruluğun sınırlarına yaklaştıracağını vurgulayan Yüksek Mahkeme, temel hakların belirlenmesi konusunda hassas davranması gerektiğini, aksi halde, açık bir anayasal yetki olmadan, ülkeyi yönetme gücünü ele almış hale geleceğini vurgulamıştır (Bowers v. Hardwick: 194-195). Ayrıca başvurucular tarafından ileri sürülen, var olan yasağın, eyalet seçmenlerinin eşcinsel ilişkiyi ahlaksızca ve kabul edilemez bulması dışında hiçbir rasyonel temeli bulunmadığına dair itirazına karşılık olarak; pek çok kanunun belli ölçüde ahlaki değerlere dayandığını ve esasen ahlaki tercihlere dayanan her kanunun due process’e atıfla iptal edilebilmesi halinde, Yüksek Mahkeme’nin iş yükününün fazlasıyla ağırlaşacağını belirtmiştir. Yüksek Mahkeme, yetişkinlerin rızaya dayalı birlikteliğinin, mahremiyetin en temel mekânı olan özel konutta gerçeklemiş olması nedeniyle korunması gerektiği argümanını da kabul etmemiştir. Mahkeme’ye göre bu argümanın kabulü halinde; zinanın, ensestin ve diğer cinsel suçların da cezalandırılamayacağı sonucuna ulaşılmasını gerekir (Bowers v. Hardwick: 195-196).

Yüksek Mahkeme’nin 5’e 4 çoğunlukla aldığı bu kararda, uzun muhalefet şerhine önemli bir vurgu ile başlar Yargıç Blackmun: Bu davadaki hukuki mesele, eşcinsellerin sodomy yapma yönünde bir temel hakka sahip olup olmaması değildir. Bu davanın konusu “kendi haline bırakılma” hakkı, diğer bir ifadeyle BDA’da temelleri bulunan mahremiyet hakkıdır. Dava konusu Kanun ise, bireylerin özel alanlarında, rızaya dayalı cinsel ilişkiye girme konusunda karar verme haklarını reddetmekte ve onları ceza soruşturmasına tabi kılmaktadır (Bowers v. Hardwick: 199). Davalı eyaletin, yasağı savunmak için Leviticus ve Aquinolu Thomas’a yaptıkları atıflara dikkat çeken Blackmun, yasağın dini temellerine işaret eder ve bu tür bir temelin, seküler bir yasama anlayışıyla bağdaşmayacağını vurgular (Bowers v. Hardwick: 211). Dinsel tahammülsüzlüğe dayalı bir yasağın, ırksal nefrete dayanan yasaklamalardan farkı olmayacağını vurgulayan Blackmun, bu tür önyargı ya da eğilimler ile hukuk arasında olması gereken mesafeyi Yüksek Mahkeme’nin yerleşik içtihadına atıfla çoğunluk yargıçlarına hatırlatır: “Anayasa bu tür önyargıları kontrol edemez, fakat tolere de edemez. Bireyin özelinde kalan eğilimler hukukun erişebileceği alanın dışında olabilir, fakat hukuk, bu tür eğilimleri yaptırım gücüyle doğrudan ya da dolaylı olarak destekleyemez.” (Bowers v. Hardwick: 212).

Öte yandan Blackmun, zina ve ensest ile yetişkinler arası eşcinsel ilişkinin karşılaştırılmasındaki sorunlara da işaret eder. Bu noktada, meşru amaç açısından temel farklılıklar bulunmaktadır. Örneğin bir eyalet, evliliği bir sözleşme ilişkisi olarak kabul edip, bu ilişkiye bazı hak ve ayrıcalıklar tanırken,bu sözleşmeye sadakati de sözleşmeden yararlanmak için gerekli bir koşul olarak nitelendirip, sözleşmenin ihlalini, özellikle diğer eş ve çocuklara yönelik etkilerini dikkate alıp cezalandırabilir. Ensest bakımından ise, aile içi ilişkilerin niteliğinin, rızanın varlığı konusunu sorunlu bir hale getirmesinden söz edilerek, genel bir yasağa gidilebilir. Öte yandan Blackmun, Mahkeme çoğunluğunun yöntemindeki bir soruna da işaret eder. Çoğunluk yargıçları mahrem bir alanda rızaya dayalı eşcinsel ilişki ile evli olmayan heteroseksüeller arası rızaya dayalı ilişki ya da evli heteroseksüeller arası oral ya da anal ilişkiyi karşılaştırarak bir değerlendirme yapmak yerine, karşılaştırmak yapmak için hiçbir gerekçe göstermeden zina ve ensesti tercih etmiştir (Bowers v. Hardwick: 214, Dipnot 3/4).

Bowers v. Hardwick kararında, eşcinsel haklarına ilişkin Yüksek Mahkeme içtihadı bakımından önemli bir husus belki de ilk kez görünür olmuştur. Bu, hukuki meselenin saptanması sürecinin, kararın sonucu üzerindeki esaslı etkisidir ve bu husus, bir hakkın kullanım imkânından dışlanan gruplar açısından ayrıca önem taşır. Bowers kararında, rızaya dayalı eşcinsel ilişkiye yönelik müdahalenin, ancak yorum yoluyla türetilebilecek nitelikte olan eşcinsel ilişkiye girme hakkı üzerinden mi, yoksa zaten var olan mahremiyet hakkından eşcinsellerin dışlanarak ayrımcılık yasağının ihlal edilmesi üzerinden mi değerlendirileceği, çoğunluk ve azınlık görüşünün temel çatışma alanını oluşturmuştur. Çoğunluk görüşü, toplumsal ve dinsel referanslara göre gayri ahlaki olarak nitelendirilen bir davranış biçimini merkeze alarak ve tarihsel yorum yöntemine ağırlık vererek, eşcinsel ilişkiye girme yönüne bir yeni bir hakkı türetme yetkisi olmadığını vurgularken; dışlanan ya da azınlık statüsünde olan grupların, hukukun koruma alanına girmesini adeta imkânsız kılan bir yorum benimser. Oysa Blackmun’un işaret ettiği gibi, esas sorun, belirli bir grubun hukukun eşit korumasından dışlanmasıdır ve bu tür bir dışlama ya da ayrımcılığın meşru olabilmesi için rasyonel ve aynı zamanda seküler bir temeli olması gerekir. Fakat ne daha önce siyahlara, ne de eşcinsellere yönelen uygulamalar bu nitelikte bir gerekçelendirmeye dayanmış, toplumsal ve geleneksel olduğu ileri sürülen değer yargıları üzerine inşa edilmiştir.

3.2. Demokrasi v. Rasyonel Temel Denetimi

Yüksek Mahkeme çoğunluğunun bu tutumunu değiştirmesinde, bu tür önyargıların hukuki alanda yarattığı olumsuz sonuçların düzeyinin de önemli bir etken olduğu söylenebilir. 1996 tarihli Romer v. Evans kararı bu açıdan bir dönüm noktasıdır. Davanın konusu, referandum ile Colorado Anayasası’na eklenen bir maddedir. Colorado’da çeşitli idari birimler tarafından pek çok alanda, cinsel yönelime dayanan ayrımcılığı yasaklayan düzenlemelerin yürürlüğe girmesinin ardından, yurttaş girişimi ile eyalet anayasasına bir Ek yapılmıştır. Ek’e göre, eyalet içerisinde belediyelerden, okullara hatta meclise dek hiç bir düzeyde; homoseksüel, lezbiyen ya da biseksüel bireylere yönelik ayrımcılığı yasaklayan düzenleme ya da işlem yapılamayacaktır. Ayrıca yargı organları da bu cinsel yönelime sahip grupları etkileyen uygulamalarda, cinsel yönelimi şüpheli bir sınıflandırma olarak kabul ederek karar tesis edemeyecektir (Romer v. Evans, 517 U.S. 620, 1996: 629-630). Bu kapsamda, cinsel yönelime dayalı olarak azınlık statüsü ya da kota önceliği tanımak da yasaklanmıştır (Romer v. Evans: 624).

Söz konusu Ek’in, BDA’ya uygunluğunu inceleyen Yüksek Mahkeme ilk olarak, Ek’in kapsamının genişliğinin altını çizmiştir. Öyle ki, bu düzenleme eşcinselleri yalnızca spesifik bazı haklardan mahrum bırakmamakta, genel nitelikteki kanunların, gerek kamusal, gerekse özel sektöre yönelik olarak öngördüğü ayrımcılık yasağını bütünüyle etkisiz kılmaktadır (Romer v. Evans: 630). Bu nitelikte bir düzenleme, her şeyden önce rasyonel temelden yoksundur. Rasyonel temel, bir düzenlemede, bir grubun özne olarak sınıflandırılırken, meşru bir amacın hedeflenmesini gerektirir; bu sayede, düzenleme vasıtasıyla yükümlülüğe tabi kılınan grubun, yalnızca mağdur edilme amacıyla seçilmemesi güvence altına alınır (Romer v. Evans: 632). Fakat dava konusu Ek bir yandan çok dardır, bireyleri tek bir özelliklerine göre tanımlar, öte yandan çok geniştir, bu bireyleri her türlü korumadan yoksun bırakır. Bir grup yurttaşı, devletten talepte bulunma konusunda diğer tüm yurttaşlardan daha elverişsiz konuma sokan bir kanun, kelimenin gerçek anlamında kanunların eşit korumasından yoksun bırakma sonucunu doğurur (Romer v. Evans: 633).

Yüksek Mahkeme’ye göre yapılan düzenlemenin niteliğinin ortaya koyduğu ikinci husus, düzenlemenin etkilediği gruba yönelik bir düşmanlığa dayalı olarak gerçekleştirildiğidir. Eyalet yetkilileri savunmalarında, düzenlemenin meşru amacı olarak iki hususun altını çizmiştir. İlk olarak örneğin işverenlerin ve ev sahiplerinin, inanç temelli olarak eşcinselliğe karşı olma özgürlükleri bulunmaktadır. İkinci olarak hükümetin, sahip olduğu kaynakları, eşcinseller dışındaki gruplara yönelik ayrımcılığı önlemeye ayırma yönünde bir tercih yetkisi bulunmaktadır. Fakat Yüksek Mahkeme’ye göre düzenlemenin geniş ve adeta sınırsız kapsamı, tüm bu meşrulaştırma çabalarını geçersiz kılar. Bu Ek, eşcinselleri meşru bir amacı gerçekleştirmek için bir statüye sokmamakta, aksine, onları diğer tüm bireyler karşısında eşit olmayan bir konuma indirgemektedir. Bu nedenler, BDA’nın 14. Ek’inde yer alan eşit koruma klozunu ihlal eder (Romer v. Evans: 634).

Yüksek Mahkeme tarihinde ilk kez, Romer v. Evans kararında bireyleri cinsel yönelimleri nedeniyle dezavantajlı konuma sokan bir kanunu BDA’ya aykırı bulmuştur. Kararın sonucu kadar, Yüksek Mahkeme’nin konuya yaklaşımı da büyük bir önem taşımaktadır, çünkü Mahkeme, önündeki kanunu, en yumuşak nitelikteki rasyonel denetim açısından incelemeyi tercih etmiş ve buna rağmen anayasaya aykırı bulmuştur (Farrell, 1999: 357). Bu sonuç, kararda da sıklıkla atıf yapılan, farklı cinsel yönelime sahip bireylere yönelik düşmanca tavrın, meşru bir politika olarak kabul edilemeyeceğini ortaya koyması bakımından önem taşır. Öte yandan Mahkeme’nin, cinsel yönelimi, ırk gibi şüpheli bir sınıflandırma kategorisine sokmaması hatta bu hususu tartışmaması dikkat çeker (Wolff, 1996: 249). Yüksek Mahkeme’nin cinsel yönelimi, şüpheli bir sınıflandırma olarak kabul etmesi halinde, kamusal ve özel alanda cinsel yönelime dayalı her türlü ayrımcılığın yasaklanması tüm eyaletler için bir zorunluluk haline gelir, fakat Mahkeme böyle bir tespit yapmaktan kaçınmıştır.

Yüksek Mahkeme’nin bu çekingen tutumu, ABD toplumundaki ve siyasi alanındaki mücadele ve dönüşümler ışığında da okunabilir. Romer v. Evans kararının verildiği 1996 yılına gelindiğinde ABD’nin çeşitli eyaletlerinde cinsel yönelim, ayrımcılık açısından şüpheli sınıflandırma kategorisine dâhil edilmeye başlanırken, aynı zamanda tıpkı Colorado’da olduğu gibi bu girişimleri engelleyici ve doğrudan farklı cinsel yönelimleri hedef alan düzenlemeler yürürlüğe konmaya çalışılıyordu. Sonuçta 1996 yılında ABD nüfusunun ancak beşte birlik bölümünün yaşadığı bir coğrafyada farklı cinsel yönelime sahip bireyler hukuki korumadan yararlanabiliyorlardı (Wald ve Button, 1996: 1151- 1152). Yüksek Mahkeme’nin, bu şiddetli siyasi mücadelede hukuki bir son söz söylemekten kaçındığı ileri sürülebilir, ama içtihadı, aşamalı olarak farklı cinsel yönelimlerin hukuki alanda en azından hak öznesi olarak tanınmasını sağlayacak şekilde ilerlemeyi sürdürmüştür.

3.3. Mahremiyet Hakkı ve Sodomy

Bu açıdan kritik bir aşamayı, Yüksek Mahkeme’nin Bowers v. Hardwick içtihadından döndüğü Lawrence v. Texas kararı oluşturur. Karar, yalnızca eşcinseller arası anal ve oral seksi yasaklayan bir Texas kanununun anayasaya aykırılığı meselesini merkeze alır. Yüksek Mahkeme üyelerinin çoğunluğunun görüşü, daha başlangıçta, önündeki hukuki soruna dair tanımıyla Bowers kararından farklı bir yaklaşım içerir. Mahkeme’ye göre temel hukuki sorun, Teksas kanununun, aynı cinsiyetteki iki kişinin belirli bir şekilde cinsel ilişkiye girmesini yasaklamasının meşruiyetidir (Lawrence v. Texas, 539 U.S. 558, 2003: 562). Kararı kaleme alan yargıç Kennedy, Yüksek Mahkeme’nin Bowers’ta olduğu gibi hukuki sorunu, yeni bir hak olarak eşcinsellerin anal ve oral seks yapma hakkının varlığına indirgemesinin, esas meseleyi gözden kaçırmak anlamına geldiğini vurgular. Görünüşte belirli bir cinsel ilişki şeklini yasaklayan bu tür kanunların sonuçları çok daha derindir. Bu kanunda öngörülen cezalar, en mahrem insan davranışı olan cinsel ilişkiyi, bireyin en mahrem mekânı olan konutunda gerçekleştirmesine bir müdahale teşkil eder (Lawrence v. Texas: 567).

Yüksek Mahkeme bu perspektifle, Bowers’ta kullanılan yorum yönteminin, sorunu çözme noktasındaki yetersizliğine eğilir. Tarihsel olgulara ve geleneksel değerlere atıfla gerçekleştirilen bu yorum, eşcinselliğin ahlaksızlık olduğuna dair yüzyıllardır dile getirilen güçlü tepkilere dayanır ve bu tepkiler, dinsel inançlar, geleneksel aile yapısına saygı ve kabul edilebilir davranışlar hakkındaki yaklaşımlar çerçevesinde temellendirilmiştir. Bu tür görüş ve düşünüşler, bireyler için temel nitelikte olsa da, Mahkeme’ye göre önündeki hukuki sorunu çözmek için yetersizdir. Buradaki mesele, çoğunluğun, devlet gücünü kullanarak bu görüş ve düşünceleri toplumun bütününe ceza hukuku aracılığıyla dayatıp dayatamayacağıdır. Bu noktada Mahkeme, şu hususu vurgular: “Bizim yükümlülüğümüz bireylerin özgürlüğünü tanımlamaktır, kendi ahlak anlayışımızı dayatmak değil.” (Lawrence v. Texas: 571). Bowers kararında atıf yapılan tarihsel örnekler hakkında ise Mahkeme ilk olarak, tarih ve geleneğin, maddi due process’e dair değerlendirmelerde bir başlangıç noktası oluşturabileceğini, fakat son noktayı koyamayacağının altını çizer (Lawrence v. Texas: 572). Ardından bu tespitin son yıllarda gerek ABD’de gerekse dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşanan gelişmelerle teyit edildiğini ortaya koyar. Kısacası Mahkeme, tarihsel ve toplumsal gelişmelerin, dinamik bir yoruma büyük ölçüde alan açtığını belirtir.

Yüksek Mahkeme bu açıdan diğer örneklerin yanı sıra İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin (İHAM) Dudgeon v. United Kingdom kararına atıf yapar. Bu kararda İHAM, yetişkinler arası eşcinsel ilişkiyi yasaklayan İrlanda Kanunlarına dayanan uygulamaların, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nde düzenlenen mahremiyet hakkını ihlal ettiğine hükmetmiştir.(3) Yüksek Mahkeme, 45 Avrupa ülkesinde hâlihazırda sonuç doğuran bu kararın, ortak batılı değerler argümanını da anlamsız kıldığına işaret eder. Öte yandan ABD’de de Bowers döneminde 25 olan yasakçı eyalet sayısının, 13’e düşmüş olmasının da bu kez ABD özelinde aynı hususu ortaya koyduğunun altını çizer (Lawrence v. Texas: 572-574).

Yüksek Mahkeme bu tespitin ardından eşitlik ilkesinin ve due process’in mahremiyet hakkı bağlamında sağladığı korumanın birbiriyle ilişkili olduğunu vurgular ve ne denli hafif bir ceza öngörmüş olursa olsun, bir özgürlük kapsamında yer alan eylemi cezalandırmanın yol açacağı damgalayıcı etkiye işaret eder. “Eğer eşcinsel bir davranış bir eyaletin kanununa göre suç haline getirilirse, bu durum, eşcinsel bireylere yönelik hem kamusal hem de özel alanda ayrımcı pratiklere bir davetiye niteliği taşır.” (Lawrence v. Texas: 575). Söz konusu olan, tam ve karşılıklı rızaya sahip iki yetişkinin, eşcinsel yaşam şeklinde mutat olan cinsel pratikleri gerçekleştirmeleridir ve bu noktada talepleri de özel yaşamlarına saygı gösterilmesidir. Bunun karşısında devlet, onların mahrem cinsel davranışlarını bir suç haline getirerek varlıklarını hor göremez ya da kaderlerini kontrol edemez. Yüksek Mahkeme bu çerçevede söz konusu kanun ile Teksas eyaletinin, mahremiyet hakkına bir müdahalede bulunduğunu, bu müdahaleyi meşru kılacak herhangi bir kamusal yarar ortaya koyamadığını tespit etmiş ve due process klozunu ihlal ettiği sonucuna ulaşmıştır (Lawrence v. Texas: 578).

3.4. Eşcinsel Evlilik Hakkının Tanınmasına Doğru

Yüksek Mahkeme’nin Lawrence kararının son bölümünde, önündeki hukuki meselenin, eşcinseller arasındaki partnerlik ilişkisine kanuni bir statü kazandırmakla ilgili olmadığını ifade ederek, verdiği kararın eşcinsel evliliği tanıma yükümlülüğü doğurmadığını vurgulaması dikkat çekicidir (Lawrence v. Texas: 578). Mahkeme’nin bu vurgusu, gerek ABD’de, gerekse diğer ülkelerde süregiden hak mücadeleleri ve siyasi tartışmalar ışığında değerlendirilebilir. Örneğin 1999’da Vermont Yüksek Mahkemesi, eşcinsel evlilik yasağını eyalet anayasasına aykırı bulmuş, yine aynı yıl Hollanda’da eşcinsel evliliği tanıyan bir kanun yürürlüğe girmiştir (Eskridge, 2000: 641). Fakat bu gelişmelere yönelik yukarıda Colorado örneği açısından aktarılan tepkilerin bir benzeri ABD’de bu kez federal düzlemde ortaya çıkmış, 1996 yılında Evliliğin Korunması Kanunu (Defense of Marriage Act) Kongre tarafından yürürlüğe konmuştur. Kanun’un en önemli yanı, federal alandaki tüm düzenleme, yorum ve işlemlerde evliliğin yalnızca kadın ve erkek arasında bir ilişki olarak tanımlanması yükümlülüğü getirmesidir. Kanun, eyaletlerdeki evliliklerin geçerliliğine müdahale edecek şekilde tasarlanmamış olsa da, evliliklerin heteroseksüel çiftlere federal düzlemde sağladığı hak ve ayrıcalıklardan eşcinsel çiftlerin mahrum bırakılması hüküm altına alınmıştır.

2013 tarihli United States v. Windsor kararı, Evliliğin Korunması Kanunu nedeniyle ölen eşinin terekesinde yer alan gayrimenkul için vergi indirimden yararlanma talebi reddedilen Bayan Windsor’un, söz konusu Kanun’un anayasaya aykırılığı iddiasına ilişkindir. Yüksek Mahkeme bu Kanun’un, evliliğe dair 1000’den fazla federal düzenleme üzerinde etki doğurduğuna ve o tarihte 12 eyaletin, çeşitli düzenlemeler aracılığıyla korumaya çalıştığı bir topluluk olan eşcinselleri hedef aldığına dikkat çeker (United States v. Windsor, 570 U.S._2013: 16).(4) Mahkeme bu bağlamda yerleşik içtihadına atıfla, evliliğe dair düzenlemelerin, eyaletlerin yetki alanında kalan bir husus olduğunu hatırlatır. Fakat Mahkeme’ye göre buradaki mesele, federal ve federe birimler arasındaki yetki paylaşımına dair bir uyuşmazlığın ötesinde bir anlam ifade eder. Eyaletler eşcinsel evliliği tanıyarak, bu grupta yer alan bireylere önemli bir statü sağlamanın yanı sıra onların itibarlarını da tanır. Oysa federal hükümet, dava konusu kanun aracılığıyla, bunun tam tersi bir amaçla sınırlamalar ve mahrumiyetler oluşturmaktadır. Somut olayda New York eyaletinin ayrımcılığı engellemek amacıyla kanun çıkararak korumaya çalıştığı bir topluluğu, herhangi bir meşru gerekçe ortaya koymadan, ayrımcılığa tabi tutmaktadır. Dolayısıyla bu aşamada mesele söz konusu yaptırımın, Anayasa’nın 5. Ek’inde yer alan özgürlük kavramının ihlali meselesine yoğunlaşmaktadır (United States v. Windsor: 18-19).

Yüksek Mahkeme bu noktada söz konusu Kanun’un, eşcinsel evliliği gerçekleştiren bireyler için ayrı bir statü öngördüğünü, onları dezavantajlı bir konuma yerleştirdiğini ve böylelikle bir damgalama sonucu doğurduğunun altını çizer. Bu bilinçli tutumun, eşcinselliğe yönelik ahlaki yaklaşımlar ve geleneksel aile değerlerinin korunması gerekçelerine dayandığı, Kanun’a dair Temsilciler Meclisi Raporları’na da yansımıştır (United States v. Windsor: 21). Yüksek Mahkeme; finansal haklar, ebeveynlik hakları hatta ceza kanunlarında, evliliğin getirdiği hak ve sorumluluklardan yararlanma konusunda Kanun’un yarattığı dezavantajların adeta sınırsız uygulama alanına değinmiş; eyalet düzeyinde geçerli olan evliliklerin, federal düzeyde geçersiz kılınmasının, evli çiftlerin yanı sıra onların çocukları açısından doğuracağı istikrarsızlıklara ve aşağılanmalara işaret etmiştir (United States v. Windsor: 20-25). Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde Mahkeme’ye göre, dava konusu Kanun eşcinsel çiftlerle temas halinde olacak tüm kamu çalışanlarının yanı sıra bu eşcinsel çiftlerin çocuklarına da evliliklerinin, diğer evliliklerden daha değersiz olacağı mesajını vermekte, böylelikle eyaletlerin kişilik ve onurlarını korumaya çalıştığı bireyleri aşağılayarak ve yaralayarak, 5. Ek’in sağladığı özgürlüklerini ayrımcılık yasağı ile bağlantılı olarak ihlal etmektedir (United States v. Windsor: 25-26).

Windsdor kararı her şeyden önce eşcinselleri açıkça bir grup olarak tanıması nedeniyle önem taşır. Bu tanıma, söz konusu grubu temel alan sınıflandırmaların, tıpkı ırk açısından olduğu gibi şüpheli olarak nitelendirip nitelendirilmeyeceği sorusunu akla getirir. Fakat Yüksek Mahkeme, eşcinselleriya da cinsel yönelimi, şüpheli bir sınıflandırma olarak nitelendirmekten kaçınmış ve sıkı denetim yöntemini uygulamamıştır. Bunun yerine Romer’da olduğu gibi, söz konusu uygulamanın rasyonel temeli üzerine yoğunlaşmış ve bu temelin, due process ile bağlantılı olarak ayrımcılığa dair hükmü ihlal ettiği sonucuna ulaşmıştır. Ayrıca Windsor kararının son bölümünde Mahkeme, verdiği hükmün, yalnızca hukuken tanınmış evliliklere ilişkin olduğunu vurgulamıştır. Bir diğer deyişle kararın sadece eyalet düzeyinde tanınmış evlilikleri kapsadığı, eyaletlere eşcinsel evliliği tanıma yönünde bir yükümlülük getirmediği tıpkı Lawrence kararında olduğu gibi özellikle ifade edilmiştir (United States v. Windsor: 26). Fakat Yüksek Mahkeme’nin verdiği kararlarda eşcinsel evliliğe yönelik saptamaların yer alması, aslında konuya dair tartışmaların önemli bir gündem oluşturduğunu gösterir.

4. Obergefell Kararı ve Eşcinsellerin Evlilik Hakkının Tanınması

Eşcinsel evliliğe dair tartışmalar hukuki düzlemde de yansımasını bulmuş ve Yüksek Mahkeme 2015 yılında Obergefell v. Hodges kararıyla konunun esasına girerek bu defa son sözünü söylemiştir. Obergefell kararına giden süreç, önemli bir tartışmayı da görünür kılmıştır. Bu, insan onuruna sahip olma vasfıyla eşit birer hukuk öznesi olarak kabul ettiği bireyi merkeze alan liberal insan hakları yaklaşımı karşısında çoğunluğun karar alma hakkına saygıyı esas alan çoğunlukçu demokrasi anlayışıdır. Bu tartışmanın somutlaştığı bir örnek olarak Obergefell kararı öncesinde yaşanan dava süreci önem taşır.

4.1. Kim Karar Verecek? Halk mı, Yargıçlar mı?

Michigan, Kentucky, Ohio ve Tennesse eyaletlerinde, evlilik hakkından mahrum bırakılmalarının ayrımcılık yasağını ihlal ettiğini ileri süren eşcinsel çiftlerin açtıkları davalarda eyalet mahkemeleri, davacılar lehine karar vermiştir. Daha sonra eyalet yönetimlerinin itirazları sonucunda tüm bu davaları birleştirerek inceleyen 6. Bölge Mahkemesi ise eyalet mahkemelerinin kararlarını bozmuştur. Bölge Mahkemesi’nin kararında da belirleyici husus, temel hukuki sorunun ortaya konuluş şekli olmuştur. Kararı kaleme alan Yargıç Sutton’a göre temel mesele, Amerikan hukukunun eşcinsellerin evlenmesine izin verip vermediği değil, bunun ne zaman ve nasıl olacağıdır. Demokratik bir sürecin hâlihazırda devam ettiğine ve kimi bölgelerde eşcinsel evliliğin tanındığına, kimi bölgelerde yasakların sürdüğüne işaret eden Sutton, bu sürecin işlemesine izin vermek ya da eşcinsel evliliğin tanınmasını yükümlülük haline getirmek arasında bir seçim yapılması gerektiğini ifade eder. Bu noktada çözümlerden biri, yargıçların bir araya gelerek “eşcinsel evliliğin iyi bir fikir”olup olmadığına karar vermesidir. Bunun, yurttaşların siyasi karar süreçlerine müdahale teşkil edeceğini belirten Sutton önündeki dava açısından, 32 milyon yurttaşın yaşadığı bir coğrafyayı kapsayan böyle temel bir politik çağrı yapmanın yargıçların yetkisi dâhilinde olmadığını vurgular. Yanıt verilmesi gereken hukuki soru şudur: 14.Ek, eyaletlerin, evliliğin tanımını eşcinsel çiftleri içerecek şekilde genişletmesini gerektirir mi? (DeBoer v. Snyder, 772 F.3d 388, 6th Cir. 2014: 7-8).

Sutton’un temel soruyu, kendisinin geleneksel olarak nitelediği evlilik tanımının genişletilmesi açısından kurgulaması dikkat çeker. Diğer bir deyişle soruyu, evlilik hakkından belirli grupların dışlanmasının ayrımcılık yasağıyla ilişkisi bağlamında değil, geleneksel bir tanımın genişletilmesi açısından kimin söz sahibi olduğu üzerinden formüle etmiştir. Hemen ardından bu yaklaşımını daha net bir şekilde ortaya koymuştur: “Kim karar verecek?” Mahkemeler mi, yoksa daha yavaş, fakat genel olarak daha güvenilir olan demokratik süreçler mi? (De Boer v. Snyder: 8) Sutton’a göre, değişimin geleneksel hakemi olan halkın bu tür yeni toplumsal sorunların çözülmesi hakkında karar vermesini sağlayan demokratik süreçlere müdahale edilmesini gerektiren meşru bir neden bulunmamaktadır (DeBoer v. Snyder: 41-42).

Karara muhalif kalan Yargıç Daughtrey’e göre ise yapılması gereken, kimin karar vermesi gerektiğini, demokrasi ve federalizm bağlamında değerlendirmek değildir. Yanıtlanması gereken bir hukuki sorun vardır: Eşcinsel evliliğin yasaklanması, 14.Ek’te yer alan ayrımcılık yasağını ihlal eder mi? Bunun yanı sıra Yargıç Daughtrey insan hakları kavramının temelinde yatan mağduriyet ve empati kavramlarının altını çizer. Başvurucular Yargıç Sutton’un tasvir ettiği gibi kamuoyu desteği kazanmak için çabalamak yerine, soyut bir hukuk mücadelesi yürütmek adına mahkemelere başvurmamakta; evlilik hakkından mahrum bırakıldıkları için yaşadıkları mağduriyeti gidermeye çalışmaktadır (DeBoer v. Snyder: 43). Yargıç Daughtrey bu durumun kavranması için tek bir örneğin yeterli olacağını ifade eder. Başvurucular arasında yer alan DeBoer ve Rowse, sekiz yıldır birlikte yaşayan ve hemşirelik yapan lezbiyen bir çifttir. İkisi özel ilgiye muhtaç üç çocuğun bakımını üstlenmişlerdir. Evlat edindikleri çocuklardan biri, uyuşturucu bağımlısı bir seks işçisi anne tarafından, henüz 25 haftalıkken erken doğumla dünyaya getirilmiş, ardından hastanede terk edilmiş, sağlık sorunları nedeniyle dört ay hastanede kalmış ve ancak DeBoer ve Rowse’un yoğun ilgi ve bakımı sayesinde, fiziksel engellerinin büyük bir kısmını aşabilmiştir. Fakat birlikte evlat edinmeyi yalnızca heteroseksüel evli çiftlere özgüleyen Michigan kanunları nedeniyle, De Boer ya da Rowse’un hayatını kaybetmesi durumunda, ancak birey olarak evlat edinebildikleri çocuklarının diğer partnerde kalması mümkün değildir (DeBoer v. Snyder: 46-48).

Yargıç Daughtrey ayrıca, sorunun çözümünü atanmış yargıçlar ve seçilmiş milletvekilleri arasında bir tercihe indirgemenin, temel bir noktanın gözden kaçırılmasına yol açtığını ifade eder. Yargıçlar, hak ve özgürlüklerin kapsamını ortaya koyma görevini, kamuoyunu ya da referandum sonuçlarını dikkate alarak yerine getirmek için atanmazlar. Öte yandan hak ve özgürlükler söz konusu olduğunda, demokratik süreçlerin sonucunun beklenmesi gerektiği söylemi de kabul edilemez. Yargıç Daughtrey bu noktada, aynı argümanın siyahlara yönelik ayrımcı uygulamaların meşrulaştırılması için Loving davasında da ileri sürüldüğünün altını çizer ve Yüksek Mahkeme’nin o dönemde bu argümanı kabul etmesi halinde, bekleme sürecinin halen devam edeceğini vurgular. Bu noktada siyah hakları savunucu Martin Luther King, Jr.’ın bir konuşmasında yer alan sözlerini hatırlatır: “Yıllardan beri duyduğum kelime “Bekle!” … Fakat insanlığın gelişimi hiçbir zaman kaçınılmazlığın tekerleri üzerinde hareket etmiyor… ve bizatihi zaman, toplumu durağanlığa mahkum kılan kuvvetlerinin müttefiki haline geliyor.” (DeBoer v. Snyder: 60- 62).

6. Bölge Mahkemesi’nin bu kararının temyizi sonucunda önüne gelen Obergefell v. Hodges davasında Yüksek Mahkeme, Bölge Mahkemesi’nin kararını anayasaya aykırı bulur. Eşcinsel haklarına ilişkin Romer, Lawrence ve Windsor kararlarında olduğu gibi, çoğunluk görüşünü yine yargıç Kennedy kaleme alır. Fakat kararı incelemeye geçmeden önce hukuki alanın dışında yaşanan bir dönüşümün altını çizmek gerekir. Tıpkı siyah hakları mücadelesinde olduğu gibi (Roper Center, 2014), LGBTİ mücadelesi de süreç içinde önemli kazanımlar elde etmiş ve konuya dair kamuoyu görüşü olumlu yönde değişmiştir. Eşcinsel evliliğin tanınması yönünde 1996 yılında %30 seviyesinde olan toplumsal destek, karar öncesinde %50’nin üzerine çıkmıştır (Gallup, 2015; PewResearch Center, 2016). Bu noktada siyasi mücadelenin açtığı alanın, bir kez daha hukukun özgürlükçü dönüşümüne zemin hazırladığını vurgulamak gerekir.

4.2. Obergefell Kararında Temel Hukuki Sorun Tartışmaları

Obergefell kararında da başlangıç, bir diğer deyişle hukuki sorunun ortaya konuş biçimi önem taşır. Karara muhalif kalan yargıçlar, temel olarak evliliğin geleneksel ve tarihsel bir tanımı olduğunu vurgular: bir kadın ve bir erkek arasındaki birliktelik. Yüksek Mahkeme içtihatları uyarınca temel bir hak olarak nitelendirilen evlilik hakkının özü bu tanımdır (Obergefell v. Hodges,576 U.S._2015, Roberts: 8).(5) Bu tanımın değiştirilmesi ise atanmış yargıçların kendi dünya görüşlerini dayatmaları ile gerçekleşemez. Eşcinsel evlilik hakkının tanınmasını zorunlu kılan bir anayasal norm ya da yargısal içtihat da bulunmamaktadır. Bu durumda demokratik süreçler vasıtasıyla şekillenen halk iradesine saygı gösterilmesi gerekir. (Obergefell v. Hodges, Roberts: 1-3; Scalia: 1-6; Alito: 6-8). Muhalif yargıçların ortaklaştığı bir başka husus, gerek Yüksek Mahkeme içtihatlarına, gerekse Amerikan doktrinine göre siyasi iktidar açısından yalnızca negatif yükümlülük öngören BDA’nın, evlilik tanımının değiştirilmesi gibi pozitif bir edimi federal ve federe birimlere dayatamayacağıdır (Obergefell v. Hodges, Roberts: 16; Thomas: 1-13). Bu argümanın, siyah ve beyazlar arasındaki “farklı ama eşit” koşullarda vagon uygulamasını anayasaya uygun bulan çoğunluk görüşünün temel dayanaklarından biri olduğu hatırlanacaktır. Öte yandan Roberts, eşcinsel evlilik hakkının, daha önce Yüksek Mahkeme tarafından incelenen eşcinsel haklarına ilişkin hak taleplerinden köklü bir şekilde farklı olduğunun altını çizer. Eşcinsel evlilik hakkının tanınmaması ne mahremiyet hakkını ihlal eder, ne de başvurucular açısından cezalandırma gibi ağır bir yaptırım söz konusudur. Eşcinsel çiftlerin mahremiyet hakkı ihlal edilmemekte, aksine onlar ilişkilerinin kamusal olarak tanınmasını istemektedir, fakat ne BDA’da, ne de Yüksek Mahkeme içtihatlarında, evliliği, eşcinselleri kapsayacak şekilde yeniden tanımlamayı zorunlu kılan bir hakka zemin oluşturacak herhangi bir argüman bulunur (Obergefell v. Hodges, Roberts: 17-18).

Çoğunluk görüşünü kaleme alan Yargıç Kennedy ise sorunu, due process klozu kapsamında koruma gören evlilik hakkından belirli bir grubun dışlanması bağlamında ele alır ve ayrımcılık yasağı çerçevesinde inceler. Evlilik hakkının BDA tarafından korunma nedeni, toplumsal düzenin mihenk taşı olarak kabul edilen evlilik kurumuna girme yönünde irade ortaya koyan bireylerin kişisel tercihlerine saygı göstermek, ardından oluşan birlikteliğin ve özellikle de çocukların korunması ve gelişimi için çeşitli hak ve ayrıcalıklar sağlanmasını güvence altına almaktır (Obergefell v. Hodges, 12-16). Evliliği, sorumluluğun yanı sıra hak ve ayrıcalıklar sağlayan bir kurum olarak nitelendiren Kennedy, bu açıdan dava konusunun yeni bir hak olarak “eşcinsel evlilik hakkı”nın varlığını araştırmak olmadığını vurgular, tıpkı Loving kararında konunun “farklı ırkların evlenme hakkı”nı araştırmak olmaması gibi. Hukuki sorun şudur: Belirli bir grubu evlilik hakkının dışında bırakmak konusunda yeterli meşru gerekçe var mıdır? (Obergefell v. Hodges, 18).

Yargıç Kennedy, bu kararda da eşcinselliği ya da cinsel yönelimi, ırk gibi şüpheli bir sınıflandırma olarak nitelendirmez. Fakat karar boyunca eşcinsellerin, herhangi bir grup olmadığını da vurgular ve bu açıdan, onların evlilik hakkından mahrum bırakılmasının yarattığı olumsuz sonuçlara işaret eder. Amerikan tarihi boyunca gözlemlenen eşcinsellere yönelik baskıcı politikalar, 20. yüzyılda da sürmüş, eşcinseller arası cinsel ilişki suç olarak nitelendirilmiş, eşcinseller göçmen kanunlarında ayrımcılığa tabi tutulmuş, polis tarafından özel olarak hedef alınmış ve eşcinsellerin kamu personeli ya da asker olmaları engellenmiş, örgütlenme özgürlükleri kısıtlanmıştır (Obergefell v. Hodges, 7).

Bu grubun evlilik hakkından dışlanmasını, muhalif yargıçların aksine, bir kurumun basitçe yeniden tanımlanması olarak görmez Kennedy. Evlilik statüsü çiftlere, gerek federal devletler, gerekse federe birimler düzeyinde, vergi, miras, tanıklık, sağlık sigortası ve velayete dayalı haklar başta olmak üzere pek çok ayrıcalık sağlar. Eşcinsellerin, bu derece önem ve değer atfedilen bir kurumun dışında bırakılması ise yalnızca maddi bir külfet getirmez (Obergefell v. Hodges, 17). Eşcinsellerin, heteroseksüellere tanınan bu imkânlardan mahrum bırakılması ve temel bir hak olan evlilik hakkından yoksun kılınması, Kennedy’nin vurguladığı üzere, temel bir eşitsizlik doğurur. Özellikle eşcinsel ilişkiye yönelik tarihsel kökenleri bulunan olumsuz yaklaşımlar dikkate alındığında, eşcinsellerin evlilik hakkının dışında bırakılması süregiden bir mağduriyet yaratır ve eşcinsellerin aşağı bir konumda olduğuna dair görüşün güçlenmesine hizmet eder (Obergefell v. Hodges, 22).

Kısacası, Kennedy’ye göre mesele evlilik hakkının yeniden tanımlanması olmadığı gibi, herhangi bir grubun bu haktan mahrum bırakılması da değildir. Bu açıdan yaklaşıldığında, Kennedy her ne kadar cinsel yönelimi, ırk gibi şüpheli bir sınıflandırma kategorisi olarak nitelendirmese de, bu tür bir nitelendirmenin hukuki zeminini oluşturacak öğelere kararda ayrıntılarıyla yer verir. Hukuki düzlemde eşcinsel evlilik karşıtlığının dayanaklarını oluşturan ve bir kısmı muhalefet şerhlerinde de yansımasını bulan hukuki argümanları yanıtlarken ortaya koyduğu gerekçelerde, bu hukuki zeminin öğelerini bulmak mümkündür. Yargıç Kennedy, eşcinsel evlilik karşıtı hukuki argümanları, bir hakka müdahalenin asgari meşruiyet şartı olan rasyonellik temeli üzerinden tartışmaya açar.

4.3. Eşcinsellere Yönelik Ayrımcılığın İrrasyonel Dayanakları

Bu açıdan dini inançlara referansla eşcinsel evliliğin yasaklanması talebi, rasyonel bir temele dayanma zorunluluğu ile çatışma halinde olan temel argümanlardan birini oluşturur. Bu çalışmanın önceki kısımlarında değinilen kararlar arasında, eşcinselliğin dine aykırı olduğuna atıfla, eşcinsellere yönelik suç politikalarını meşrulaştırma gayretinin tarihsel örneklerini gözlemlemek mümkün olmakla birlikte, Obergefell kararına giden süreçte ya da muhalefet şerhlerinde bu tür çabaya rastlanmaz. Seküler bir politik zeminde hiç kuşkusuz bu tür bir argüman rasyonel olarak da nitelendirilmez. Karara muhalif yargıçlar daha ziyade, eşcinsel evlilik hakkının tanınması ve inanç özgürlüğünün korunması arasında bir çatışma potansiyeline vurgu yapar. Muhalif Yargıç Thomas evlilik akdinin aynı zamanda dinsel bir boyutu olduğunu ifade ederek, kiliselerin eşcinsel evlilik akdinde rol almak istemeyebileceğine (Obergefell v. Hodges, Thomas: 15), Yargıç Roberts ise dini kurumların yönettiği kolejlerin, yurt imkânlarını yalnızca heteroseksüel çiftlere özgülemek ya da evlat edinme süreçleriyle ilgilenen dini kurumların, eşcinsel çiftlerin evlatlık taleplerini reddetmek isteyebileceğine işaret eder (Obergefell v. Hodges, Roberts: 28). Buna karşın Yargıç Kennedy, bireylerin inançları gereği eşcinselliğe karşı olmayı ve anayasal güvenceye sahip hakları çerçevesinde görüşlerini ifade etmeyi sürdürebileceklerini belirtir (Obergefell v. Hodges, 25). Fakat eşcinsel evliliğe karşı dine dayalı kişisel ve samimi bir muhalefetin, bir kanun ya da siyasa haline gelmesi halinde, devletin yaptırım gücü bir dışlama aracının dayanağına dönüşür ve bu durum er ya da geç, haklarından mahrum bırakılan kişilerin aşağılanmasına ve damgalanmasına yol açar (Obergefell v. Hodges, 19).

Her ne kadar dava sürecinde ileri sürülmemiş olsa da, eşcinsel evlilik karşıtlarının birbiriyle bağlantılı olarak kullandığı iki temel argümana da yanıt verir Yargıç Kennedy. Bu argümanlara göre, eşcinsellik bir hastalık ve ahlaka aykırı bir sapıklıktır. Kennedy, eşcinselliğe yönelik bu hatalı bakış açısının artık terk edildiğini ifade eder ve eşcinselliğin, “cinselliğin normal bir ifadesi” olduğu ve tedavi adı altında müdahaleler ile değiştirilmesinin ya da dönüştürülmesinin mümkün olmadığının bilimsel olarak kabul edildiğini vurgular. Amerikan Psikiyatri Birliği de başlangıçta akıl hastalığı olarak nitelendirdiği eşcinselliği 1973 yılında bu kategorinden çıkarmıştır (Obergefell v. Hodges, 7-8). Öte yandan sosyolojik gerçekler de söz konusu argümanları temelsiz kılar. ABD’nin pek çok eyaletinde uzun yıllardan bu yana, gerek bireysel, gerekse çift olarak eşcinseller evlat edinebilmekte ve çocuklarını yetiştirmektedir ve davanın taraflarından hiçbiri, eşcinsellerin, çocukları için sağladığı aile ortamının niteliğini sorgulamamış, bilimsel verilere dayalı olarak bu aile ortamının olumsuz yönünü ortaya koyamamıştır (Obergefell v. Hodges, 15). Kısacası ahlaki ve tıbbi iddialar rasyonel birer argüman değil, sadece önyargıdır.

Din, ahlak ve sağlık gibi argümanların rasyonel olarak savunulamaması, ABD’de gerek öğretide gerekse bazı mahkeme kararlarında ilginç bir argümanın ileri sürülmesine yol açmıştır. Evlilik kurumunun temel amacının üreme olduğu iddiası üzerine kurulu bu argümanın özlü bir versiyonuna Yargıç Roberts da yazdığı muhalefet şerhinde yer verir. Roberts’e göre, evliliğin tanımı bir tesadüf sonucunda değil, eşyanın tabiatından doğan bir ihtiyacı karşılama amacıyla oluşmuştur: “çocukların, yaşam boyu süren bir ilişkinin istikrarlı koşullarında onları yetiştirmeye kendilerini adayan bir anne ve baba tarafından dünyaya getirilmesini güvence altına almak”. Bu tanımın altında yatan öncül, insan ırkının, varlığını sürdürmesi için çoğalmak zorunda olmasıdır. Çoğalma ise, bir erkek ve kadın arasındaki cinsel ilişki sonucunda gerçekleşir ve doğan çocuğun esenliği, anne ve babanın birlikteliklerini sürdürmesi halinde sağlanır. Bu nedenle, çocuğun ve toplumun yararı için, üremeyle sonuçlanan cinsel ilişkinin evlilik olarak tanımlanan sürekli bir bağ ile kurumsallaşması sağlanır ve toplum, bu evlilik bağına hukuki bir statü ve çeşitli haklar bahşederek, üremeye yönelik cinsel ilişkinin evlilik kurumu içerisine gerçekleşmesini destekler (Obergefell v. Hodges, Roberts: 5). Kısacası Roberts’e göre, evliliği yalnızca heteroseksüel bir erkek ve kadın arasındaki ilişki olarak tanımlamak, seküler bir temele sahip ve kamu yararını korumayı amaçlayan rasyonel bir politikadır.(6) Yargıç Kennedy bu argümana, heteroseksüel bireylerin evlenebilmesini, çocuk yapma yeterliliğine ya da isteğine sahip olma şartına bağlayan hiçbir eyaletin bulunmadığına işaret ederek yanıt verir. Ayrıca Yüksek Mahkeme içtihadında kürtajın bir hak olarak kabul edilmesi karşısında, evliliği ancak üreme temelinde tanımlamak da mümkün değildir (Obergefell v. Hodges, 16). Gerçekten de Kennedy’nin altını çizdiği üzere kısır olan ya da üreme imkânını yitiren veya çocuk yapmak istemeyen heteroseksüel bireylere yönelik bir şart ya da denetim hiçbir eyalette öngörülmemektedir. Dolayısıyla böyle bir şartın, eşcinseller açısından aranmasının, ayrımcılık teşkil etmeyen rasyonel bir temeli bulunmaz.

Din, ahlak, sağlık ve üreme yeterliliğine dair argümanların yanı sıra, Yüksek Mahkeme içtihatları bağlamında önem taşıyan eşcinsel evlilik karşıtı önemli bir itiraz, gelenek ve kanun koyucunun iradesine atıfla şekillenen tarihsel yorum temelinde ileri sürülmüştür. Muhalif yargıçlar Roberts ve Alito, Yüksek Mahkeme’nin, atanmış yargıçların kendi özgürlük anlayışlarını Amerikan halkına dayatmasını engellemek adına kendini sınırlandırmaya yönelik bir içtihat geliştirdiğini vurgular. Buna göre ancak, “Amerikan halkının tarih ve geleneklerinde derin köklere sahip” ve feda edilmesi halinde ne özgürlüğün ne de adaletin var olabileceği, “düzenlenmiş özgürlük kavramına içkin nitelikte olan” temel hak ve özgürlükler 14.Ek’te yer alan özgürlük kavramı kapsamında koruma görür (Obergefell v. Hodges, Roberts: 13-14; Alito: 2). Her iki yargıç da, eşcinsel evliliğin, bu kriterleri karşılamasının mümkün olmadığını ifade der. Bu argümankarşısında yargıç Kennedy’nin altını çizdiği husus; tarih ve geleneklerin temel haklara ilişkin değerlendirmelerde bir bakış açısı sağlayabileceği, fakat bu değerlendirmelere sınır çizemeyeceğidir. Tarihe saygı gösterilir, ondan dersler çıkarılır, fakat bu asla geçmişin bugün üzerinde hâkimiyet kurmasına izin vermek anlamına gelmez (Obergefell v. Hodges: 11).

Yargıç Kennedy bu vurgusunu, Amerikan tarihinde özellikle evlilik kurumunun yapısı ve tanımı açısından yaşanan dönüşümlere işaret ederek güçlendirir. Tarihsel olarak önce evliliği erkek egemen bir kurum olarak inşa eden ve kocayı da tek söz sahibi otorite olarak niteleyen hukuki yaklaşım reddedilmiş (Obergefell v. Hodges: 7), ardından yine evliliği yalnızca aynı ırktan olanlar arasında mümkün kılan, diğer bir deyişle siyahlar ve beyazlar arasında evliliği yasaklayan yasal düzenlemeler kaldırılmıştır (Obergefell v. Hodges: 11). Bu çerçevede Yargıç Kennedy, hakların geçmişte kimler tarafından kullanılabildiğinden hareketle bir tanım yapılması durumunda, var olan uygulamaların kendi kendilerini meşrulaştıran bir hal alacağını ve dışlanan grupların hiçbir zaman mahrum bırakıldıkları haklardan yararlanama imkânı elde edemeyeceğini ifade eder (Obergefell v. Hodges: 18).

Böylelikle Yargıç Kennedy, tarihsel kökenlerden çok tarihsel gelişmeleri dikkate alan bir yaklaşımı benimser. Bu açıdan vurguladığı husus, özgürlüğün yeni boyutlarının, ya güçlü talepler ya da protestolarla başlayan ve ardından siyasi alanda ya da hukuki süreçlerde yansımasını bulan bir süreç sonucunda, yeni kuşaklar açısından görünür ve kabul edilebilir bir hal aldığıdır (Obergefell v. Hodges: 7). Eşcinsel hakları da, bu talepleri merkezine alan mücadelelerin hukuki düzleme yansıması sonucunda mahkemeler önünde tartışılan meseleler haline gelmiştir (Obergefell v. Hodges: 7). Bu tartışmalar sonucunda ise, gerek yargısal kararlar gerekse yasal düzenlemeler aracılığıyla, eşcinsel haklarının korunması mümkün olmuştur (Obergefell v. Hodges: 8-9).

Muhalif yargıçların, demokratik süreçler sonucunda oluşan halk iradesine saygı gösterilmesi gerektiği argümanına ve eşcinsel evliliğin Yüksek Mahkeme tarafından tanınmasının bu sürece müdahale teşkil eden “yargısal bir darbe” (Obergefell v. Hodges, Scalia: 6) olduğu eleştirisine ise Yargıç Kennedy, bir değişim için demokratik süreçlerin en uygun yöntem olduğuna dair kabulün, ancak bu sürecin temel hakları ihlal etmemesi durumunda geçerli olduğunu vurgulayarak yanıt verir. Demokrasinin sağlıklı bir şekilde işlemesinin ve busüreçte yaşanan tartışmalar ile bireylerin siyasi alanı şekillendirmelerinin önemi reddedilmez. Demokratik sürecin, özgürlüklerin korunmasındaki temel araçlardan biri olduğu da kuşkusuz doğrudur. Fakat Yargıç Kennedy’e göre burada unutulmaması gereken, anayasa tarafından güvence altına alınan özgürlüklerin temel işlevlerinden birinin, demokratik süreçler sonucunda şekillenen siyasi iktidarın hukuka aykırı eylemleri karşısında koruma sağlamak olduğudur. Tam da bu nedenle haklarının ihlal edildiğini düşünen bireyler, kamuoyunun geniş kesimleri onlara katılmasa ya da yasama organı harekete geçmese bile, bu haklarının anayasanın koruması altında olduğunu ileri sürerek mahkemelere başvurabilirler. Kennedy bu noktada Yüksek Mahkeme’nin yerleşik içtihatlarına atıfla, anayasa kavramı ve düşüncesinin esasen, “belirli konuları siyasi tartışmaların değişkenliğinden masun kılarak, çoğunlukların ya da kamu makamlarının dokunamayacağı bir alana yerleştirmeyi ve mahkemeler tarafından uygulanacak hukuki ilkeler haline getirmeyi amaçla”dığını vurgular. “Temel haklar bir oylamanın konusu haline getirilemez, seçimlerin sonucuna bağlı değildirler.” (Obergefell v. Hodges: 24). Bu çerçevede başvurucular, hukuk önünde insan onuru temelinde eşitlik talep etmektedir ve Anayasa bu hakkı onlara tanır (Obergefell v. Hodges: 28).

Çoğunlukçu demokrasi ve yargısal denetim arasındaki gerilimin somut yansımalarının görüldüğü Obergefell v. Hodges davasında Yargıç Kennedy’nin, muhalif yargıçların geleneksel değerlere atıfla destekledikleri tarihsel yorum argümanlarına, dinamik yorum yöntemi aracılığıyla karşılık vermesi dikkat çeker. Yargıç Kennedy, kararın gerekçesinde, meseleyi belirli bir tarihsellik anlayışı içinde ele alır. Fakat bu, dinamik yorum yöntemi açısından yol gösterici olan “ileri dönük bir tarihsellik”tir ve “tarihsel dönüşüm nedeniyle yaşanan toplumsal, siyasal, ekonomik, teknolojik ya da kamusal değerlerdeki değişme karşısında olası iradenin ne olması gerektiği”ne yönelik bir araştırmayı içermektedir (Oder, 2010: 229). Kennedy, bu araştırması sırasında, eşcinselliğe yönelik olumlu ve olumsuz tutumları birbiriyle ilişki içinde ele alır. Eşcinselliğe yönelik, önyargılara dayalı ayrımcı pratikler, eşcinsellerin bir hakkın kapsamı dışında bırakılması olgusunun incelenmesinde daha sıkı bir denetimi zorunlu kılarken, tarihsel süreç içerisinde toplumun büyük bir kesiminin bu önyargıları terk etmesi ve bunu sağlayan siyasi mücadeleler, özgürlük kavramının ve ayrımcılık yasağının dinamik yorumuna zemin hazırlamıştır. Bu çerçevede Yargıç Kennedy, eşcinsellerin evlilik hakkından yoksun bırakılmasının meşruluğuna dair argümanları rasyonel bir temelde çürütür. Bu noktada, Kennedy’nin dayandığı zemini güçlendiren ve kendisinin özlü bir şekilde ifade ettiği bir hususun da altını çizmek gerekir. Bu davada eşcinseller, “hukukun gözünde insan onuru temelinde eşitlik talep etmektedir.” (Obergefell v. Hodges: 28). Kennedy’nin kapsamlı gerekçelendirmesinde ortaya koyduğu üzere, bugüçlü talebin reddi, en azından rasyonel bir temelde mümkün gözükmemektedir.

Sonuç

ABD’de eşcinsel evlilik hakkının kabulü sürecinde yaşanan tartışmalar, modern hukuk düzenlerinin temelinde yer alan ve oldukça açık bir içeriğe sahip gözüken kanun önünde eşitlik ilkesinin muğlaklığını ortaya koyar. Kanun önünde eşitlik ilkesinin kapsamının belirlenmesi, hiçbir mekân ve zamanda sadece hukuki bir mesele olmamıştır. Bu özellik ABD’nin siyasi ve hukuki tarihinde görünür bir hal alır. Önce kadınların ve siyahların, ardından eşcinsellerin hukuki alanda hak sahibi özne olarak tanınması, tahakküm ve sömürü ilişkilerinin gölgesinde şekillenen insan doğasına dair varsayımların, siyasi mücadeleler sonucunda belli ölçüde aşılması sonucunda gerçekleşebilmiştir. Bir diğer ifadeyle BDA’da şeklen ifadesini bulan ayrımcılık yasağı, ancak hak mücadeleleri sonucunda etkin bir güce kavuşmuştur. Fakat bu etkinliğin, fiili eşitsizlikleri tamamen ortadan kaldırmadığı ve beyaz-heteroseksüel-erkek direncinin ve tepkisinin ABD’de süren varlığı göz ardı edilemez. Son ABD başkanlık seçim sonuçlarında da yansımasını bulduğu ileri sürülebilecek bu direnç ve tepki karşısında, siyah LGBTİ-kadın mücadeleleri sonucunda hukuki düzlemde eşitlik temelinde somutlaşan kazanımların, ilerleyen günlerde önemli bir savunma hattı oluşturacağı söylenebilir.

Kanun önünde eşitlik ilkesine dayanan ayrımcılık yasağı kuşkusuz, eleştirel kuramların vurguladığı üzere, bireyleri soyut birer hukuki özne olarak tanımlayan niteliğiyle, fiili eşitsizlikleri mistifiye eden bir boyuta sahiptir. Fakat bu çalışmada ortaya konduğu üzere, tarihsel süreç içerisinde ve hâlihazırda pek çok grup, daha en baştan bu soyut eşitlik alanının dahi dışında bırakılmıştır ve bırakılmaktadır. Kanun önünde eşitlik ilkesinin önemi bu noktada ortaya çıkar. Bu önem, ABD anayasal tarihi boyunca, insan doğasına ya da geleneklere atıfla temellendirilen ayrımcı pratikleri meşrulaştırma gayreti içindeki yargıçların, gerek siyahlara gerekse eşcinsellere yönelik farklı uygulamaları değerlendirirken, temel hukuki sorunu ayrımcılık yasağı dışında ortaya koyma gayretlerinde görünür bir hal alır. Eşcinsel cinsel ilişkiye dair yaptırımların, mahremiyet hakkından cinsel yönelim nedeniyle yoksun bırakılmak olarak değil de, eşcinsel ilişkiye girebilmeye dair yeni bir hakkın türetilmesi kapsamında incelenmesi ya da eşcinsellere yönelik evlilik yasağının, eşcinsel çiftlerin evlilik hakkından mahrum bırakılması olarak değil de, evliliğin tanımının değiştirilmesine yönelik bir talep şeklinde formüle edilmesi; bu çabaların yansımaları olarak değerlendirilebilir. Kanun önünde eşitlik, fiili eşitsizliklerin ortadan kalkması sonucunu doğurmasa da, sömürü ve tahakkümüortadan kaldırmayı amaçlayan bir eşitlik mücadelesine sağlam bir dayanak oluşturur.

Obergefell kararı bu açıdan, kanun önünde eşitlik ilkesine mündemiç olan ayrımcılık yasağının, anayasacılık hareketlerinin temelinde yer alan liberal vaatlere uyumlu bir yorumu olarak önem taşır. Yargıç Kennedy, eşcinsellerin maruz kaldığı ayrımcı pratiklerin tarihsel kökenlerini dikkate alarak ve eşitlik ilkesini, anayasanın sistematik bütünlüğü içerisinde amaçsal yoruma tabi tutarak, eşcinsellerin evlilik hakkından mahrum bırakılmalarının rasyonel bir temeli olmadığını ortaya koymuştur. Kennedy’nin bu yorumu, Obergefell kararına giden süreçte ve kararın içeriğinde yansımasını bulan, çoğulcu bir özgürlük düzeni ile çoğunlukçu bir demokrasi yönetimi arasındaki kadim gerilim açısından da mühimdir. Kararın, yorum yöntemlerine dayalı tutarlı ve bütünlüklü gerekçesi ve özgürlüklerin korunmasına yönelik öncelik dikkate alınarak ulaşılan sonucu, demokratik meşruiyete dayandırılan itirazlar karşısında güçlü bir meşruiyet zemini oluşturmaktadır. Bu iki özellik, anayasa yargısının, çoğulcu özgürlükçü demokrasilerdeki varlık nedeni ve işlevini ortaya koyması bakımından, içinde bulunduğumuz bu “olağanüstü” zamanlarda ayrıca önem taşır.

KAYNAK: Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 73, No. 2, 2018, s. 545 – 575

DİPNOTLAR:

1 Eleştiri ve yorumları için Çiğdem Sever’e çok teşekkür ederim.
2 ABD özelinde bu toplumsal mücadeleler ve hukuki dönüşüm arasındaki ilişki için bkz. (Pinello, 2006).
3 İHAM’ın cinsel yönelime dair içtihatları ve Dudgeon v. the United Kingdom kararına dair bilgi için bkz. (Arslan Öncü, 2011: 207-213).
4 United States v. Windsor, 570 U.S. ___ (2013), s. 16. Karar henüz United StatesReports’ta basılı olarak yayınlanmadığı için, resmi internet sitesinde yer alan pdfversiyonunun sayfa numaralarına atıf yapılmıştır. www.supremecourt.gov 
5 Karar henüz United StatesReports’ta basılı olarak yayınlanmadığı için, yargıç Kennedy’nin kaleme aldığı “Mahkeme’nin Görüşü”ne, resmi internet sitesinde (www.supremecourt.gov) yer alan pdfversiyonunun sayfa numarasına göre atıf yapılmıştır. Bunun dışında karara muhalif yargıçlar Roberts, Scalia, Alito ve Thomas’ın ayrı ayrı kaleme aldıkları ve her birinin sayfa numarası 1 ile başlayan muhalefet şerhlerine, önce ilgili yargıcın ismine yer verilerek atıf yapılmıştır.
6 Aynı yönde bkz. (Obergefell v. Hodges, Alito: 4).

KAYNAKÇA

Altıparmak, Kerem (1996), “DueProcess of Law Kavramının Amerikan Hukukundaki Yeri Üzerine Bir İnceleme”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 45 (1-4): 219-250.

Arslan Öncü, Gülay (2011), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde Özel Yaşamın Korunması Hakkı (İstanbul: Beta).

Baker, Thomas ve Jerre Williams (2003), Constitutional Analysis (St. Paul: West Academic Publishing), Second Edition.

Barron, Jerome A. ve C. Thomas Dienes (2005), ConstitutionalLaw (Thomson-West).

Choudhry, Sujit (2004), “TheLochnerEraandComparativeConstitutionalism”, International Journal of ConstitutionalLaw, 2 (1): 1-55.

Eskridge, William N. Jr. (2000), “ComparativeLawandtheSame-SexMarriageDebate: A Step-byStepApproachTowardStateRecognition”, McGeorgeLawReview, 31: 641-672.

Eskridge, William N. Jr. (2002), Gaylaw, ChallengingtheApartheid of theCloset (Massachusetts: Harvard UniversityPress).

Fallon, Richard H. (2004), TheDynamicConstitution, An IntroductiontoAmericanConstitutionalLaw (New York: Cambridge UniversityPress).

Farrell, Robert C. (1999), “SuccessfulRationalBasisClaims in theSupreme Court Fromthe 1971 Term Through Romer v. Evans”, Indiana LawReview, 32 (2): 357-419.

Gallup (2015), “Same-SexMarriageSupportSolidifiesAbove 50% in U.S.”, 13 Mayıs 2015, http://www.gallup.com/ (16.11.2016).

Kanovitz, Jacqueline R. (2010), ConstitutionalLaw (Anderson Publishing), Twelfth Edition.

Oder, Bertil Emrah (2010), Anayasa Yargısında Yorum Yöntemleri, Hukuksal Yöntembilime Dayalı Karşılaştırmalı Bir Araştırma (İstanbul: Beta).

Pascoe, Peggy (2009), WhatComesNaturally, MiscegenetionLawandtheMaking of Race in America (New York: Oxford UniversityPress).

PewResearch Center (2016), “SupportSteadyforSame-sexMarriageandAcceptance of Homosexuality”, http://www.pewresearch.org/ (16.11.2016).

Pierceson, Jason (2005), Courts, Liberalim andRights, GayLawandPolitics in the United StatesandCanada (Philadelphia: TempleUniversityPress).

Pinello, Daniel R. (2006), America’sStruggleforSame-SexMarriage (New York: Cambridge UniversityPress).

Roper Center (2014), “PublicOpinion on CivilRights: Reflections on theCivilRightsAct of 1964”, http://ropercenter.cornell.edu/ (16.11.2016).

Stephens, Otis H. Jr ve John M. Scheb II (2008), AmericanConstitutionalLaw: CivilRightsandLiberties, Volume II (Belmont: Thomson), Fourth Edition.

Sullivan, E. Thomas ve Richard S. Frase (2009), ProportionalityPrinciples in AmericanLaw: ControllingExcessiveGovernmentActions (New York: Oxford UniversityPress).

Sullivan, E. Thomas ve Toni M. Massaro (2013) TheArc of DueProcess in AmericanConstitutinalLaw (New York: Oxford UniversityPress).

Tushnet, Mark (2015), TheConstitution of the United States of America, A Contextual Analysis (Oxford: Hart Publishing).

Wald, Kenneth D. ve James W. Button (1996), “ThePolitics of GayRights in AmericanCommunities: ExplainingAntidiscriminationOrdinancesandPolicies”, AmericanJournal of PoliticalScience, 40 (4) 1152-1178.

Wolff, TobiasBarrington (1996), “Principled Silence: Romer v. Evans”, The Yale LawJournal, 106 (1): 247-252

Viewing all 95 articles
Browse latest View live