Quantcast
Channel: MAKALE – HukukPolitik
Viewing all 95 articles
Browse latest View live

Terörle Mücadele Kanunu’nun Sistemi Carl Schmitt’in Dost-Düşman Teorisiyle Kavramsallaştırılabilir mi?

$
0
0

Alman hukukçu ve siyaset bilimci Carl Schmitt, 1932 yılında kaleme aldığı Siyasal Kavramı1 adlı kitabında devletin mevcut biçimini hiçbir krize karşı savunmaya yetkili olmadığını öne sürerek2 21. yüzyılın ilk çeyreğinde devletlerin krizle olan yer yer yasal yer yer yasadışı olan mücadelesini anlamlandırmaya çalışan bizler için önemli bir kapı aralamıştır. Modern devlete dair bu argüman, terör suçlarının ve hatta siyasi olarak nitelendirilebilecek bütün suçların mantığını açıklamak için kullanılabilir. En popüler siyasi suçlardan olan darbe suçunun bilindik çelişkisini düşünürsek bu cümle daha anlamlı hale gelecektir. Malum çelişki kısaca şöyle açıklanabilir: Devletler ceza kanunlarında darbe eylemini cezalandırmazlar. Daha doğrusu cezalandıramazlar. Onun yerine darbeye teşebbüsü, yani hazırlık hareketlerini cezalandırırlar. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda (TCK) bu suç çeşitli boyutlarıyla karşımıza çıkar. TCK’nin 309. maddesi, anayasanın öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüsü, 311. maddesi Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya teşebbüsü, 312. maddesi de Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüsü Türk Ceza Hukuku sisteminin öngördüğü en ağır cezayla yani ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla cezalandırır. Görüleceği gibi hep hazırlık hareketleri cezalandırılmaktadır. Nitekim biraz önce andığımız çelişki, darbenin başarılı olması halinde darbeyi yapan kişi ya da zümrenin düzeni ve dolayısıyla devleti yeniden kuracağından bahisle eski düzenin ceza kanunu hükümleriyle bağlı olmayacağına ilişkindir. Başka bir deyişle, ceza kanununun darbeyi cezalandırması halinde -henüz darbe olmuş bir devlette bağımsız ve tarafsız bir yargının bulunamayacağını düşünürsek- darbeyi yapanın kendi kendini cezalandırmasını beklemek gerekecektir. Bu çelişkiyi akılda tutarak Schmitt’in teorisinden hareketle devletin, mevcut biçimini darbenin kendisine karşı savunmaya yetkili olmadığını söylemek mümkün hale gelir. Bu yetkisizlik, bir diğer siyasi suç tipi olan terör suçları için de geçerlidir. 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) terör suçlusunu düzenleyen 2. maddesi, amaçlanan suçu işlemese dahi terör örgütü olarak nitelendirilen örgütlere üye olanları terör suçlusu olarak cezalandırır. Burada hazırlık hareketinin cezalandırılmasından ziyade anayasanın 38. maddesinin 7. fıkrasıyla güvence altına alınmış olan suçta ve cezada şahsilik ilkesi açıkça ihlal edilmiştir. Daha açık bir deyişle kanun koyucu, Türk Ceza Kanununda öngörülen sistemden bir adım ileri gidip ceza vermek için hazırlık hareketine bile gerek duymamıştır.

Aşağıda bu bilgiler ışığında ve Türkiye özelinde kalarak devletin terörle mücadele araçlarını açıklamak için nispeten yeni bir kavram olan düşman ceza hukuku yerine Carl Schmitt’in 84 yıl öncesinden bize ulaştırdığı dost-düşman teorisinin yeterli olup olmadığı tartışılacaktır. Bu tartışma bağlamında 2000’li yıllarda TMK kapsamına girmiş bazı adli vakalarda devlet görevlilerinin Schmitt’in kavramsallaştırmasında düşman niteliği kazanabilecek kişilere yönelik davranışları incelenerek Schmitt’in teorisi ile TMK’nin sistemi arasındaki bağlantılar tespit edilmeye çalışılacaktır.

Kavramın Açıklanması

a) Dost-Düşman İkiliği

Schmitt, pek anlamlı biçimde 1932 tarihli metninin ilk cümlesi olarak siyasal kavramının devletten önce geldiğini ortaya koyar.3 Bunun anlamlılığı, kadim bir tartışmaya ilişkin olmasındandır. Günümüzde yaygın bir yanlış olarak siyaset felsefesinden ve siyasal kavramından derhal devlet ile ilgili konular anlaşılmaktadır. Modern anlamıyla devletin, aşağı yukarı beş yüzyıllık bir tarihi varken4 siyasetin kavramları sosyalliğin başlangıcından beri varlığını sürdürdüğü düşünüldüğünde basit bir akıl yürütmeyle modern anlamıyla devlet, gelecekte varlığını sürdürmeyecek olsa bile siyasetin insanlık var olduğu sürece var olacağı rahatlıkla söylenebilir. Bu vurgunun bizim açımızdan önemini ilerleyen satırlarda tartışmak üzere burada bırakalım. Scmitt, bu vurguyu yaptıktan sonra siyasalı nasıl kavramsallaştırdığını açıklar. Buna göre, ahlak, estetik ve ekonomi gibi insan düşüncesinin ve eyleminin çeşitli ve görece bağımsız alanları karşısında etkili olan kendine özgü ölçütleri inceler. Bu alanlarda belli başlı nihai ayrımlar olduğunu tespit eder. Örneğin, ahlak anlamında nihai ayrım iyi ve kötü; estetikte güzel ve çirkin; ekonomide yararlı ve zararlı ya da kârlı ya da kâr getirmeyen olduğunu varsayıp siyasalda bu ayrımın dost-düşman üzerinden kurulduğu sonucuna ulaşır. Burada önemli olan dost-düşman ayrımının daha önce belirtilen ayrımlarla özellikle (kolayca karıştırılabilecek olduğundan) ahlaki anlamdaki iyi ve kötü ayrımıyla karıştırılmaması gerekliliğidir. Bu ayrımlar özerk ayrımlardır. Siyasal düşmanın ahlaki açıdan kötü olması gerekmeyip varoluşsal anlamda en yoğun haliyle başka bir varlık ve yabancı olması yeterlidir. Başka bir deyişle siyasal düşmandan bireysel düzlemde nefret etmek gerekmez; ve “düşmanı”nı yani hasmını sevmek ancak özel alanda bir anlam kazanır.5 Böyle bir varlığın tespiti ise ancak somut çatışmada çatışmanın taraflarının söz konusu yabancının başkalığının, kendi varolma hakkının reddi anlamında gelip gelmediğine, bu nedenle de kendi varlığını korumak için defedilmesi ya da mücadele edilmesi gereken bir unsur olup olmadığına bizzat vereceği karar ile yapılacaktır.6 İşte bu kararlar siyasi birlik olan devlet tarafından verilir ve Schmitt’in yaptığı ayrımla birincil ve ikincil siyasi kararlar olarak adlandırılır.7

Bu yazının sistematiğinde parlamenter bir demokrasi olan Türkiye özelinde inceleme yapılacağı için Schmitt’in bu kavramsallaştırmasındaki birincil kararları (normlar hiyerarşisindeki dar anlamıyla sınırlı kalarak) hukuki normlar, ikincil kararları ise bu normların uygulanmasını sağlayan yargı içtihatları başta olmak üzere devletin diğer görevlilerinin bu normlara dayanarak oluşturduğu belgeler ve ifadeler (polis fezlekeleri, mahkemelerin verdikleri ara kararlar, görevlilerin söylemleri) oluşturacaktır. Burada siyasal düşmanla mücadele konusunda Schmitt tarafından yapılan ikili ayrım çok önemlidir. Schmitt, siyasalın içinde kaçınılmaz olanın dost-düşman ayrımı olduğunu belirtirken bunun doğal sonucunun iç savaş olduğu gibi bir yargıya varılmasını yanlış bulur. Siyasal kararlar kaçınılmaz olarak taraflı olacaktır. Eğer bir devlette parti politikalarına ilişkin karşıtlıklar biricik karşıtlık haline gelmişse, iç politikanın sınırına dayanılır ve silahlı çatışmanın varlığı için dış politikadaki ikilikler değil iç politikadaki karşıtlıklar belirleyici hale gelecektir.8 Daha açık bir deyişle, siyasal içinde aslolan iç politikadaki dost-düşman ayrımıdır ve bunun siyasal birlik olan devlet içinde jus belli’ye yani devletin tekelinde olan savaşma hakkına başvurulmayacak şekilde yürütülmesi esastır. İç politikadaki dost-düşman ikiliği, jus belli’ye başvurulmayacak şekilde devletin iç düşmanını kendiliğinden tespit etmesi ve buna yönelik özel yasalarla belirlenmiş koşullarda hukuk yoluyla devreye giren, açık ya da genel nitelikli tanımlamaların içine gizlenmiş çeşitli hukukdışı kılma, sürgün, kanundışı kabul etme ya da hukukun korumasından çıkarma gibi tedbir alması sayesinde yürütülür. Bu tedbirlerin alınmaması ya da işe yaramaması halinde düşman ilan edilenin davranışına da bağlı olarak bir iç savaşın yani siyasal birlik olan devletin çözülüşünün ilanı söz konusu olacaktır.9 Burada siyasi birlik olarak devlet tarafından istenen şey, elbette çözülüşün ilanı olan iç savaşın çıkması değil, dost-düşman ikiliğinin sorunsuz bir şekilde devam edebilmesi için savaşın gerçek bir olasılık olarak varlığını sürdürmesidir. Devlet, elbette bu olasılığın gerçekleşmesini istemeyecektir. Başka bir deyişle iç savaşı göze almayacak tarafların varlığı, bir siyasi birlik için yeterlidir. Nihayetinde tüm bu kuralların önkoşulu başta da belirtildiği gibi düşmanın kim olduğuna dair siyasal kararların varlığı olacaktır.10

b) “Jus Belli” Kavramı

Schmitt’in siyasal kavramını aslında klasik uluslararası hukuka ilişkin olan jus belli üzerinden kavramsallaştırması oldukça önemlidir. Zira jus belli’ye sahip olmak, siyasal birlik olarak devlet olmanın sonuçlarından biridir. Yani verili bir durumda düşmanını kendi belirleme hakkının varlığı ve gerçek bir olasılık olarak onunla mücadele etmektir.11 Schmitt’in bu metni 1932 yılında yani Birleşmiş Milletler düzeninden önce yazdığı gerçeğinden hareketle jus belli’nin Birleşmiş Milletler Şartı’nın 2/4. maddesinde düzenlenen kuvvet kullanma yasağıyla yorumlanması gerekliliğinden azadedir. Schmitt’e ve klasik uluslararası hukuk ilkelerine göre devletler, devletlerarası alanda eşittirler. Bu nedenle egemenliklerine tehdit olarak gördükleri hallerde her devletin bir diğerine karşı savaşma hakkı yani jus belli’si mevcuttur. Burada dikkat edilmesi gereken husus bu savaşma hakkının devletin tekelinde olması ve dışarıdaki düşmana karşı kullanılacak olmasıdır. Schmitt, teorisinde içerideki düşmanları da bu hesaba katıp jus belli’yi devletin iç düzenindeki şiddet tekeli ile iç içe geçirmektedir. İkisi de şiddete ilişkin olup devletin tekelindedir. Schmitt’in daha önce belirtilen devletin mevcut biçimiyle kendini krize karşı savunmaya yetkili olmaması tam burada önem taşıyacaktır. Devlet, şiddet tekelini elinde bulundurduğu için düşmanını kendi belirleme hakkına ve siyasal birliğini koruma gücüne sahiptir. Buna yönelik herhangi bir tehdit, devlet için jus belli’ye gelecek olan bir tehditten farksızdır. Bu yüzden iki şiddet tekeli iç içe geçebilmektedir. Böyle bir krize karşı kendini savunmaya yetkili olmadığından şiddet tekelini elinden almaya yönelik herhangi bir girişime karşı (terör eylemleri, darbe teşebbüsü vs.) saf ve hukuk dışı kuvvete, gerektiğinde hukuk dışı başka yöntemlere başvuracaktır.

c) Düşmanın niteliği

Schmitt’in teorisinde devlet, siyasi birlik olarak tekliğinin ispatı amacıyla yukarıda belirttiğimiz siyasal kavramının devletten önce geldiği şiarına aykırı olarak (biraz da haddini aşarak) siyasal ve hatta toplumsal olan olan sorunların hepsini devlete ilişkin addeder. Bu durumda, “nötr” olan alanlar -din, kültür, etnik, ekonomi- devlete ilişkin olmayan ve siyasal olmayan anlamında “nötr” olmaktan çıkacaklardır. Böylelikle, devlette her şey en azından bir olasılık olarak siyasal olup devlete yapılan atıf da “siyasal” kavramının özgül, ayırt edici bir özelliğini ortaya koymaktan aciz kalacaktır.12 Dahası, toplumsal olan bu sorunlar, siyasalın alanına girdikçe karşıtlık haline gelecek ve normalde siyasal olmayan karşıtlık, “saf” dinsel, “saf” ekonomik, “saf” kültürel nitelikte olmaktan çıkacaktır.13 Bu şekliyle karşıtlıklar düşman ürettiği ölçüde düşmanın tasfiye edilmesi gerekliliği kendini TMK’nin sisteminde devletin bu sayılan niteliklere sahip olan kişileri daha kolay düşman olarak nitelendirdiği gerçeğiyle karşımıza çıkar. Dinsel karşıtlıklarda Aleviler, ekonomik-kültürel karşıtlıklarda solcular ve etnik karşıtlıklarda ise Kürtler düşman olarak nitelendirilmekten nasibini alacaktır.

Kavramın TMK’nin Sistemine Uyarlanması

a) Birincil Siyasi Kararlar

Yukarıda belirtildiği gibi birincil siyasi kararlara normlar hiyerarşisindeki tüm normlar girmektedir. Buna göre anayasa, kanunlar, tüzükler ve yönetmeliklerin hepsi birincil siyasi kararlardır. Devletin iç düzendeki düşmanıyla mücadelede en etkin silahı olan birincil siyasi kararları sayalım: Öncelikle TMK, TMK’nin 3. maddesinde terör suçları olarak anılan TCK hükümleri ve 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu. Bu kanunları özel olarak ele almamızın gerekliliği aşağıdaki bölümde somut olaylar ışığında anlaşılabileceği gibi, ikincil siyasi kararları veren devlet görevlilerinin iç düzendeki düşmanı belirleme ve onunla mücadele etme konusunda elini en çok güçlendiren mevzuat hükümleri olmalarıdır. Zira bu kararlar olmadığı sürece devlet ikincil siyasi kararları alamayacaktır.

b) İkincil Siyasi Kararlar

İkincil siyasi kararlar, başta da belirtildiği gibi birincil siyasi kararları teşkil eden normları destekleyen, onların uygulanmasını sağlayan, başka bir deyişle onları hayata geçiren kararlardır. Bu kararların içindeki en önemli grup, şüphesiz yargı kararlarıdır. Ancak başta da belirtildiği gibi yargı kararlarının dışında iddianameler, polis fezlekeleri ve hatta resmi görevlilerin bazı niyet belirten ifadeleri de devletin iradesini gösterdiğinden pekala bu gruba girmektedir.

Bu iki karar tipinin kısa tanımlarını desteklemek amacıyla aşağıda çeşitli adli vakalar Schmitt’in teorisi ile birlikte ele alınacaktır.

2006 yılında önce TMK’nin 7/2. maddesine göre yargılanan, Yargıtay’ın kararı bozması sonucunda TCK’nin 220/6. maddesi ile 312. maddesi ve 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun kanuna aykırı toplantı ve gösteri yürüyüşlerine katılanların ihtara ve zor kullanmaya rağmen dağılmamakta ısrar etmelerini düzenleyen 32. maddesi uyarınca toplam 13 yıl dokuz ay hapis cezası almış olan Felat Özer, tam da bu ikincil siyasi kararların mağdurudur. Felat Özer, 26 Şubat 2006’da bir PKK’linin cenazesi sırasında tabutu omuzladıktan sonra “Öcalan siyasi irademizdir” ve “Öcalan, Öcalan” diye slogan attığı, grupla birlikte ateş yakıp yolu kapattığı ve daha sonra 21 Mart’taki Newroz Bayramında “göstericilerin ön safında yer alıp polise saldırmaları yönünde talimat verdiği iddiasıyla gözaltına alınmış, iddianamede ise kendisi için 28 Mart 2006’da “lastik yakan bir grubun yanında durup onları izlediği, yüzünü kırmızı bezle kapatıp dolaştığı” söylenmiştir.14 Özer, nihai kararda örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemekten ve gösteri sırasında dağılmamakta ısrar etmekten dolayı 13 yıl hapis cezası almıştır. Özer’in mağduriyetine benzer biçimde Salih Şimşek, 24 Mart 2009 tarihinde hastaneye giderken BDP’nin oturma eylemiyle yolu kapaması sonucu hastaneye ulaşamadığından çağrıya uyup yola oturmuştur. Polis, dağılmayan gruba saldırıp Şimşek’in de içinde bulunduğu birtakım insanları gözaltına almıştır. Şimşek’in karşılaştığı suçlama Özer’inkinden farklı olmamıştır. Açılan davada Mahkeme Şimşek’i, “örgüt çağrısına uyup oturma eylemine katıldığı, güvenlik güçlerine dağılmamak konusunda ısrar ederek polise direndiği” iddiasıyla “örgüt üyeliği” suçundan altı yıl üç ay, 2911 sayılı Kanun’a muhalefet suçundan da beş ay hapse çarptırmıştır.15 Batman’da yaşanan başka bir olayda ise, Batman Belediyesinde temizlik işçisi olarak çalışan Abdurrahim Balur, bu tür ikincil kararlar vasıtasıyla düşman olarak nitelenmenin bedelini ödemiştir. 10 Ocak 2012 sabahı gün ışır ışımaz evine baskın yapılan Balur, bu baskından birkaç saat önce kimliği belirsiz kişilerce “sağa sola bomba atan ve milleti dağa götüren şahıslardan biri” olarak ihbar edilmiştir. İhbarda ismi geçen diğer kişilerin aksine Balur’un bomba mühimmatıyla ilgisi olmamasının ortaya çıkmasına rağmen Balur’a “Dinamitle ilgin yoksa da sen zaten suçlusun” denilmiştir. Polis sorgusu sırasında önüne koyulan fotoğraflarda Abdullah Öcalan’ın sağlık koşulları nedeniyle düzenlenen gösteride bulunmaktan başka bir şey yapmamıştır. Balur’un bu gösteride “grupla hareket ettiği, en ön safında bulunarak destek verdiği ve grupla bütünleştiği” iddia edilmiştir. Başka bir fotoğrafta ise “örgütün çağrısı üzerine gösterilere katıldığı” söylenen Balur, ifadesinde temizlik şirketinde çalıştığından dolayı her gün ayrı bir caddede bulunması gerektiğini, bu yüzden orada olmasının doğal olduğunu söylemiştir. Fakat bu savunma, iddianamede kendisi için görevi yaptırmamak için direnme, silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek, terör örgütünün propagandasını yapmak ve 2911 sayılı Kanun’a muhalefet suçlarını işlediği ithamlarını engelleyememiştir. Açılan davada Kürtçe savunma yapma talebi, “Türkçe bildiğinden ötürü Türkçe savunma yapması gerektiği, aksi takdirde savunma hakkından vazgeçmiş sayılacağı” şeklinde bir gerekçeyle geri çevrilmiştir. Sonuç olarak Balur, TCK 220/6. ve 314/2. maddeleri uyarınca yedi yıl iki ay yedi gün hapis cezası, 2911 sayılı Kanun’un 32 ve 33. maddeleri uyarınca 14.400 TL ve örgüt propagandası suçundan 7.300 TL para cezası almış, toplam 21.700 TL para cezasına hükmolmuştur.16 Balur’un avukatı davayı Anayasa Mahkemesine kadar götürmüştür. Dolayısıyla Kürtçe savunma yapma meselesi Anayasa Mahkemesinde de tartışılmıştır. Adalet Bakanlığı ise Anayasa Mahkemesine yaptığı savunmada “Dolayısıyla başvurucu, suçları Türkçe olarak anlayabilecek ve Türkçe cevap verebilecek düzeyde Türkçe bilmektedir. Bu anlamda, başvurucunun mahkeme önünde savunma hakkının kullanılmasından çok siyasi saiklerle böyle bir talepte bulunduğu anlaşılmaktadır.”17 demek suretiyle bu Kürtçe savunma hakkını Bakanlık nezdinde de tanımadığını açıkça ortaya koymuştur.

Bu kararların dost-düşman teorisi içerisinde açıklanması ise zor olmayacaktır. Yukarıda düşmanın nitelikleri bölümünde açıklandığı gibi etnik bir karşıtlık barındıran Kürtler, Türkiye için siyasal anlamda düşman sayılabilecek niteliktedir. Yine yukarıda belirtildiği gibi, devlet bu düşmanla mücadele konusunda çeşitli tedbirlere başvurmaktadır. Burada başvurulan tedbir açıkça olmasa bile örtülü bir şekilde hukukdışı kılma tedbiridir. Devlet, düşmanını tasfiye etmek amacıyla yargısal aktörleri vasıtasıyla anayasayı, hukukun genel ilkelerini ve bağlı olduğu uluslararası sözleşmeleri dikkate almadan hukukdışı kararlar vermektedir. Olayların her birinde resmi görevliler tarafından dillendirilen iddiaların gerçek olup olmaması bir yana, gerçek olmaları halinde bile “Öcalan siyasi irademizdir” diye slogan atmak, lastik yakan bir grubun yanında durup onları izlemek, yüzünü kırmızı bezle kapatıp dolaşmak, örgüt çağrısına uyup oturma eylemine katılmak gibi fiiller kişilerin özgürlüklerini yıllarca bağlayacak nitelikte fiiller değildirler. Nihai yargı kararlarının dışındaki ikincil kararlardan olan polis ifadelerinde ve mahkemelerin çeşitli ara kararlarında yukarıdaki örneklerde de görüleceği gibi “dinamitle ilgin yoksa da sen zaten suçlusun”, “Türkçe bildiğinden ötürü Türkçe savunma yapması gerekliliği” ya da “savunma hakkının kullanılmasından çok siyasi saiklerle böyle bir talepte bulunduğu” gibi ifadeler resmi görevlilerin karşılarında düşman olarak nitelenebilecek kişileri bulduklarında hukukdışı davranışlar sergilediklerinin açık göstergesidir. Yukarıda açıklandığı gibi devlet görevlileri, iç düşmana karşı jus belli hakkını kullanmadan (doğrudan buna başvurmak iç savaş çıkartmak anlamına geleceğinden) onları hukukdışı kılma ve hukukun korumasından çıkarma gibi yöntemler kullanmaktadır.

Etnik karşıtlıkların yarattığı düşmanlıkların dışında ekonomik-kültürel karşıtlıkların yarattığı düşmanlıklara örnek olarak solcuların ve özellikle solcu öğrencilerin verilebileceğini yukarıda belirtmiştik. Buna örnek olarak Özgür Alkan ve Bahadır Söylemez adlı iki öğrencinin başına gelenler verilebilir. 3 Mayıs 2011 tarihinde Alkan’ın evinde ve Söylemez’in yurdunda yapılan aramada sosyalizmi konu alan çokça kitap, dergi, eylemlerde çekilmiş resimler, CD’ler ve Mart Kültür Sanat ve Düşünce Derneği’nin su faturası bulunmuştur. Adı geçen dernek arandığında salonda “Enternasyonal yazılı şiirin duvarda asılı olduğu” görülmüş, “haftalık nöbet çizelgesine” ve Deniz Gezmiş ile iki arkadaşının resimlerine, şair Can Yücel’in Gezmiş ve arkadaşları için yazdığı Mare Nostrum adlı şiirin bulunduğu kartpostala el konulmuştur. Zira Özel Yetkili Savcı Hakan Yüksel, iki gencin üyesi olduğu iki aylık derneği, en son 1998’de silahlı eyleme karıştığı iddia edilen TKEP/L’nin legal yapılanması saymaktadır. Bunun için tek dayanağı da polis fezlekesidir. Özgür Alkan ve Bahadır Söylemez, yedi ay tutuklu kaldıktan sonra 8 Aralık 2011’de görülen ilk duruşmada tahliye edilmişlerdir. 13 Ocak 2013 tarihli duruşmada ise beraat etmişlerdir. Gerekçeli kararda “Sanıkların evlerinde örgütün propagandasına elverişli bir kısım kitap, dergi ve dijital aletler bulunmuştur. Bu durum sanıklarda örgüte karşı sempati düzeyinde bir duygu olduğunu ortaya koymakta ise de; örgüt üyeliği suçunun oluşumu açısından tek başına bir unsur olarak değerlendirilmesi mümkün görülmemiştir.”18 denilmek suretiyle emniyet ve yargı görevlilerinin olayın başından beri hukukdışı şekilde bu iki öğrenciyi Schmitt’in teorisine uyacak şekilde düşman olarak nitelediği tescillenmiştir. Bir derneğe ait su faturasının ceza yargılamasında delil olarak kullanılması başka şekilde açıklanamayacaktır. Bu yargı kararı birçok açıdan çok önemlidir. Zira, Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin deyimiyle örgüte karşı sempati düzeyinde bir duygu ile örgüt üyeliğinin birbirine karıştırılmaması gerekliliği hayati öneme sahiptir. TMK sistematiğindeki örgüt üyesi olmayıp da örgüt adına suç işlemek ve terör örgütünün propagandasını yapma suçları bu ayrımın birincil siyasi kararlar tarafından bulanıklaştırıldığı, dolayısıyla ikincil siyasi kararlar tarafından da rahatlıkla bulanıklaştırılabileceği suçlardır.

Sonuç

Geçtiğimiz aylarda Türkiye’nin Güneydoğu illerinde insanlar çatışmaların ve sokağa çıkma yasağının devam etmesinden dolayı hayatını kaybeden yakınlarını gömme imkanından bile yoksun kaldılar. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, bu mağduriyeti gidermek yerine düşmanıyla mücadelede devletin elini güçlendirmek için birincil siyasi kararlardan birine başvurup yakınlarının ulaşamadığı cenazelerin bizzat devlet tarafından defnedilmesini düzenleyen bir yönetmelik değişikliğini onayladı.19 Bu değişiklik sonrasında cansız bedeni bir hafta boyunca yerde kalan Taybet İnan, sessiz sedasız gömüldü.20 Bu illerde yaşanan hukuka aykırılıkları takip edip Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi uyarınca bu hukuka aykırılıkları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bildirdiği ve bildirmeye devam edeceğini beyan etmesi, hakkında düzenlenen iddianamede suç unsuru olarak yer alan Av. Ramazan Demir de tutuklanarak düşman olarak nitelendirilmekten nasibini aldı.21 Aynı tarihlerde canlı yayın sırasında barış dilediği ve çocuklar ölmesin dediği için sunucu Beyazıt Öztürk’e Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma açıldı,22 Barış İçin Akademisyenler olarak da bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” adlı bildiriye imza koymaktan dolayı dört akademisyen tutuklandı.23 24Üçü 37, biri de 22 gün olmak üzere tutuklu kalan akademisyenlerin yargılamaları devam etmektedir. Bu ve benzeri tüm adlı vakalarda kolaylıkla görülebileceği üzere, Devlet, krize karşı kendini savunmaktan aciz kalırken Carl Schmitt’in dost-düşman teorisi, TMK sistemi için halen geçerliliğini korumakta ve kendini her gün yeniden doğrulamaktadır.

Son olarak bu satırların yazarının Schmitt gerçekçiliği olarak adlandırdığı hususa değinmek gerekir. Schmitt, siyasal düşmana dair tanımını yaptıktan sonra halkların birbirlerini hâlâ dost ve düşman diye ayırmalarının reddedilmesi, barbarlıktan kalma ilkel bir kalıntı olduğunun düşünülmesi ya da bu ayrımın bir gün yeryüzünde ortadan kalkacağının umulması; eğitsel saiklerle, hiç düşman yokmuş gibi davranmanın iyi ya da kötü olup olmadığını dikkate almayacağını net bir şekilde belirtir.25 Schmitt’ten ilhamla bu kavramların TMK’nin sistematiğine uyup uymadığını tartışırken bunun iyi ya da kötü olduğunu değil, gerçeğe ne kadar uyduğunu düşünmek gerektiği belirtilmelidir. Schmitt’in yazdıklarını onaylamak ve desteklemek başka, katılmak başkadır. Carl Schmitt, her ne kadar dehasıyla hayranlık uyandıran bir teorisyen olsa da bilinen dünya tarihinin gördüğü en büyük felaketlerden birinin sorumlusu olan Nazi Partisi’nin önemli destekçilerindendi ve partinin üyesiydi. Belki de günümüz Türkiyesi TMK sisteminin Carl Schmitt’in 1932 yılında tasarladığı siyasal kavramına bu denli benziyor oluşu tam da bu yüzden hayra alamet değildir.

DİPNOTLAR

Schmitt, C. (2006). Siyasal kavramı, (E. Göztepe, Çev.) İstanbul: Metis

2 A.g.e. 54

3 A.g.e. 49

4 Akal, C.B. (2009). İktidarın üç yüzü, Ankara: Dost 14

5 Schmitt A.g.e. 60

6 Schmitt A.g.e. 57

7 Schmitt A.g.e. 60

8 Schmitt A.g.e. 62

9 Schmitt A.g.e. 75

10 Schmitt A.g.e. 64

11Schmitt A.g.e. 74

12 Schmitt A.g.e. 53

13Schmitt A.g.e. 68

14 Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nin (CMK 250. Madde ile Yetkili) 2008/252 dosya, 2008/475 karar, 2006/371 esas numaralı, 16 Aralık 2008 tarihli gerekçeli kararı.

15 Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nin (CMK 250. Madde ile Yetkili) 2012/239 dosya, 2012/686 karar, 2012/605 esas numaralı ve 6 Aralık 2012 tarihli gerekçeli kararı

16 Saymaz, İ. (2013). Sözde terörist, İstanbul: İletişim 71

17 Radikal, İsmail Saymaz, “Adalet bakanlığı kürtçe savunma yasağını savundu” 11/05/2015

18 Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin (CMK 250. Madde ile Yetkili) 2012/40 dosya, 2013/1 karar, 2011/215-2012/66 soruşturma numaralı ve 13 Ocak 2013 tarihli gerekçeli kararı

21 Adli Tıp Kurumu Kanunu Uygulama Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik RG Sayısı: 29586

22 Diken, “Taybet inan’ı kaymakamlık sessiz sedasız defnetti, oğlu cenazeye gidemedi” 11/01/2016

23 Bianet, “Öhd’li iki avukata tutuklama kararı” 06/04/2016

24 Bianet, “Beyaz show, beyazıt öztürk ve izleyiciye terör propagandası soruşturması” 11/01/2016

25 Diken, “Barış istemekte ısrarcı üç akademisyen tutuklandı” 15/03/2016

26 Diken, “Cadı Avı’na devam: akademisyen meral çamcı da tutuklandı” 31/03/2016

27 Schmitt A.g.e. 59

KAYNAKÇA

Akal, C.B. (2009). İktidarın üç yüzü, Ankara: Dost

Paye, J. (2009). Hukuk devletinin sonu, (G. D. Lüküslü, Çev.) Ankara: İmge

Saymaz, İ. (2013). Sözde terörist, İstanbul: İletişim

Schmitt, C. (2006). Siyasal kavramı, (E. Göztepe, Çev.) İstanbul: Metis

 

Terörle Mücadele Kanunu’nun Sistemi Carl Schmitt’in Dost-Düşman Teorisiyle Kavramsallaştırılabilir mi? yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.


Onarıcı Adalet Uygulamalarında Çember Modeli, Türkiye’de Uygulanabilirliği ve Toplumsal Katılım

$
0
0

GİRİŞ

“Onarıcı Adalet”, 1970 ve 1980’lerdeki mağdur hakları mücadelesi ile önem kazanmış, modern ceza adalet sistemine alternatif bir adalet anlayışının ve farklı mekanizmaların geliştirilmesi ile kavramsallaşması pekişmiştir. Onarıcı adalet uygulamalarında farklı mekanizmalar kullanılmaktadır ve “çemberler” bu mekanizmalardan biridir. Bu yazının devamında, hukuk ve suç kavramlarının ne olabileceğinin ve bu hususlara ilişkin farklı yaklaşımların üzerinden geçilerek, onarıcı adalet teorisi, konu bazında irdelenecek olup; onarıcı adalet uygulamalarından olan “Çember Mekanizması” açıklanacak, mekanizmanın uygulama alanı bulduğu ülkelerde almış olduğu eleştirilere de değinilerek, bu mekanizmanın Türkiye’de uygulama alanı bulup bulamayacağı tartışılarak, sonuç kısmında neden kendine uygulama alanı bulması gerektiği belirtilecektir.

I. HUKUK, SUÇ NEDİR VE ONARICI ADALET TEORİSİ

Onarıcı adaleti teorik olarak özetlemeden önce, sorulması gereken soru öncelikle hukukun ne olduğu olmalıdır? Hukuk tanımının yapılmasının ardından ceza adalet sistemine ilişkin teoriden bahsederek, buna müteakip onarıcı adalet teorisini tartışmak mantık silsilesi bağlamında daha uygun olacaktır.

“Hukuk nedir?” sorusuna verilecek cevap aslında bir yöntem cevabıdır. Tabii hukukçunun, pozitivist hukukçunun ya da iradi pozitivist hukukçu veya iradi olmayan pozitivist hukukçunun bu soruya cevapları farklılaşacaktır.1 Tabii hukukçu perspektiften bakanlar kuralların, toplumlardan önce var olduğunu ifade edecekler ve kuralların uygulanmaması halinde dahi var olacağını ve evrensel olduğunu söyleyerek, meşruiyeti düalist, aşkın ve sosyallik ötesi bir yaklaşımla açıklayacaklar, olanı olması gerekene göndererek meşru bir zemin yaratmaya çalışacaklardır.2 Yani tabii hukukçu için tek bir hukuk vardır. Hâlbuki farklı toplumlarda farklı hukukilikler söz konusu olacaktır. Böyle bir tanıma görecelilik eleştirisi gelecekse dahi bu farklılıklar ortak model oluşturularak aşılabilecektir. Hukuk, gerçeği hem gösteren hem gizleyen bir perde, bir örtü gibidir. Hukuk, toplumdaki güç ilişkilerini hem gizler hem gösterir. İktidar tanımları içerisinde gücün yasal kullanımı tanımı temel alındığı takdirde hukukilik, bu güç kullanımı ve yasa arasındaki ilişki çerçevesinde açıklanabilecektir.3 Hukukiliğin kaynağını sosyallikte arayarak ve farklı toplumlar olduğu kadar farklı hukukiliklerin de olabileceğinin ancak ortak model anlayışı ile görecelilikten eleştirisinde kurtulabileceğimizi aklımızda tutmakta yarar bulunmaktadır.

Benzer bir şekilde “Suç nedir?” diye sorduğumuzda, tabii hukukçu tek tip bir suç olduğunu, suçun zamana ve mekâna göre değişmeyeceğini ve sorumlunun hep aynı olacağını şüpheye düşmeden söyleyebilecektir. Oysa bunun doğru olmadığı ve bir toplumda suç olan bir unsurun başka toplumda suç olmayacağını çok açık bir şekilde hepimiz bilmekteyiz. Bu suç kavramının olmadığı anlamına gelmemektedir. Farklı toplumlarda farklılık gösterse dahi suç, hukukilik içinde yine ortak model dâhilinde suç olarak tanımlanabilecektir. Suç sayılan eylemler toplumlara göre farklılaşsa da suç olgusu her toplum tipinde ortaklaşmaktadır.4

Hukuk teorisine yaklaşımlar farklılaştırmakla birlikte yöntem olarak hukuk daha doğrusu hukukiliğe nasıl yaklaşıldığı ve hangi yöntemlerin ele alındığı önemlidir. İradeci olmayan, nominalist, antropolojik ve tarihi bir açıdan hukukiliğe yaklaşmak bize farklı bir bakış açısı verecektir.5 Bir çırpıda egemenlik ulusundur diyemeyeceğiz. Egemenliğin ulusun olduğu iddiası sözleşmeci bir yaklaşımla meşruiyeti aşkın bir odağa göndererek doğrultmaya çalışmaktır. Keza Michel Foucault da modern devlettin cezalandırıcı etkisinin sözleşme teorisi ile çok kolay bir şekilde denklemleştirildiğini, kişinin yurttaş olması halinde tek seferde sonsuza değin cezalandırılması riskini de kabul etmiş sayıldığını, suç işleyen kişinin bu sözleşmeyi bozmuş olarak kabul edilip bu sebeple toplum düşmanı olarak damgalandığının altını çizmektedir.6

Onarıcı adalet teorisi, suç unsurunun sosyal bir olgu olduğundan bahsederken; mağduru, mağdurun taleplerinin dinlenmesini, önemsenmesini ve mağdurun güçlendirilmesini esas alır. Bir toplumda işlenen suçun aslında o toplumda o konuya verilen değere zarar verdiği ve bu sayede bu değerin tekrar konuşulması gerekliliğine işaret ettiği düşüncesi onarıcı adaletin ileri sürdüğü bakış açılarındandır. Bu değerlerin tekrar konuşularak güncel olarak halen neye denk düşüp düşmediğinin irdelenmesini sağladığından onarıcı adalet teorisi bakımından suç aslında toplum için bir fırsattır. Modern devlet anlayışı ve modern ceza adalet sistemi aksine onarıcı adalet teorisi, çatışmaların aslında toplum içinde gerekli olduğunu belirtir. Çatışmaların bir değerin varlığı sonucunda olabileceğini, kişilerin kendilerinin çatışmalarına yeniden sahip olmasının toplumsallık açısından önemli olduğundan bahseder, devletin profesyoneller eliyle yapısal olarak çatışmaları kişilerden çaldığını, bu sebeple toplumun dinamizmini yitirdiği ifade edilir.7 Çatışma yoksunluğu bir dinamizm yitimidir.

Foucault, Beccaria’ya atıf yaparak modern ceza adalet sisteminin yeni işaretler, damgalamalar ile eski adalet sistemindeki damgalamalar ve işaretleri yeniden ama bambaşka koşullarla örgütlendiğini ifade etmektedir.8 Zaten ona göre ceza sistemleri yasadışılıkları yok etmek için değil, onları yönetmek için kurulan birer aygıttır.9

Tam bu noktada onarıcı adalet teorisyenlerinden John Braithwaite’in teorisine değinilebilir. Braithwaite, modern ceza adalet sisteminin ayrılıkçı damgalanmaya karşı “Birleştirici Utandırma” kavramını ortaya atmıştır. Braithwaite’in teorisinde suç oranı düşük olan toplumlar, suçu en çok cezalandıran değil, suçu etkili bir şekilde ayıplayan toplumlardır. Birkaç baskın suç teorisini birleştiren Braithwaite, suç ve suç işlenmesini sosyallikle, kişinin toplumla ilişkileri, toplumsal sermayesi yani bireylerin bireylerle ilişkisi ve bireyin kurumlarla ilişkisi açısında yaklaşır. Birleştirici utandırma, kişiyi topluma geri kazandırmayı amaçlar yani o kişiyi toplum düşmanı bir kişi olarak damgalayıp uzaklaştırmaktansa, kişinin değil yaptığı eylemin yanlışlığı üzerinde durulması gerektiği bunun önemsenmesi gerektiğinin altını çizer. Literatüre de bakıldığında sosyal tepkilerin, cezalandırmadan daha önleyici olduğunu söylemek mümkündür.10

II. ONARICI ADALET MEKANİZMASI OLARAK ÇEMBERLER

GENEL OLARAK

Onarıcı adalet mekanizmalarından olan çemberler, kendine Amerika, Kanada, Yeni Zelanda gibi ülkelerde uygulama alanı bulmaktadır. Bu ülkelerde yaşayan yerli toplulukların uyuşmazlık çözümlerinde kullanılan çemberler temel alınarak, bu model modern ceza adalet sistemine bütünleştirilmeye çalışılmıştır.

Çember uygulamalarının en bilinen örneği Kanada’daki Moses davasıdır. Kanadalı Philip Moses, bir polis memuruna elinde sopa ile saldırmaya hazırlanırken, polisin kendisini daha sonra bulabileceğine kanaat getirmesi ve olay yerinden uzaklaşması sonucu, ertesi gün tutuklanmıştır. Tutuklanmasının ardında çok genç olmasına rağmen durmaksızın suç işlediği sicilinden belli olan Moses için hâkim Barry Stuart, Moses’ın yerli halkın bir üyesi olması, olayın yalnızca bu defaya mahsus olmaması ve Moses’ın kronik suç eğilimi olduğunun açıkça belli olması sebepleri ile bu uygulamaya başvurmuştur.11 Bu olayı takiben onarıcı adalet uygulaması olarak çemberler dikkat çekmeye başlamıştır.

Eğer hukuk yalnızca modern hukuk bağlamında düşünülürse ilk toplumların modern hukukla uyuşmayan yasa ve uygulamaları sebebi ile hukuk dışı olduklarını iddia edilebilir ancak bu durumda yasa ve uygulamanın, yasal uygulamanın olduğu her topluluk aynı zamanda hukuki olduğu görüşünü benimseyemeyiz.12 Yasal uygulamanın hukukilik olduğunu kabullendiğimizde farklı toplumların, ilkel toplumların dâhil hukuki olduğunu söylemekten de kaçınamayız.

Onarıcı adalet mekanizmalarından sayılan çemberler ritüel olma özelliği taşır. Yerli topluluklarda ya da ilk topluluklar (First Nation) da toplulukta ortaya çıkan çatışmanın/uyuşmazlığın giderilmesi için kullanılırlar. Çemberler, adından da anlaşılacağı üzere, topluluk üyelerinin anlaşmazlığın tarafları da dâhil olarak bir çember şeklinde oturup, çatışmaya/uyuşmazlığa ilişkin durum çözüme kavuşana değin devam eden toplantılardır. Sorunlara nasıl yaklaştığımız bizim kim olduğumuz ve yer aldığımız topluluklara nasıl katılım sağladığımızı belirler.13 Çemberlerde, merkezdeki olgu toplumun değerleridir. Çemberler vasıtasıyla toplumun değerleri, çatışmayı/uyuşmazlığı bir fırsata çevirerek tekrar gözden geçirilir, belirlenir ve bu sayede pekişir.14 Çemberlerde düzenin sağlanması için çember koruyucu, konuşma sırası gelenin elinde tutacağı konuşma nesnesi (mesela bir tüy olabilir) bulunur. Bu şekilde herkes konuşma sırası geldiğinde konuşabileceği ve konuşmak için konuşma nesnesinin konuşacak kişide olması gerekmesi sebebi ile çemberler etkin bir dinlenme ve söz söyleyebilme hali de doğurur. Çemberlerin oluşturulmasının, işleyişinin ve sonlanmasının belirli kurallara bağlı olması, çemberlerin ritüel olma özelliği taşımasındandır.

1) RİTÜEL OLMA ÖZELLİĞİ

Ritüeller genel olarak önceden belirlenmiş kurallar dâhilinde yapılan, işleyen ve son bulan törenlerdir. Bu özelliği ile her ne kadar modernite öncesine ait olduğu hissiyatı verse de modernite içerisinde de ritüeller kendilerine yer bulmaktadır. Çemberlerde, çember koruyucusunun olmasının, konuşma nesnesinin olmasının, hatta konuşma sırasının ne şekilde ilerleyeceğinin (genelde saat yönünde ilerler) belli olması, çemberlerin ritüel olma özelliği sebebiyledir. Çemberler toplandıktan sonra çember koruyucu, çemberin ne amaçla toplandığını belirtir ve dua ya da herhangi bir metin okuyarak çemberi başlatır. Çember koruyucuları çemberi kontrol etmez ancak işleyişinin düzgün olmasını sağlarlar.15 Bunu takiben eline konuşma nesnesini alan kişi çember hangi konuya ilişkin oluşturulduysa o konuya ilişkin konuşur. Konuşma nesnesi elinde olmayan kişi konuşamaz. Konuşma nesnesinin amacı diyaloga herkesin dâhil olabilmesini sağlamaktır. 16

Ritüeller modernlerin tanımladığı dinsel ya da seküler alanla sınırlı değildir. Ritüel isteksel, olabilecek bir evreni işaret eder. Ritüel toplumların sosyalliklerini, kendi dünyalarını paylaşmasını olası kılar. Ritüel dinsel ya da kamusal alanda görülebileceği gibi günlük hayatımızda da kendine yer edinir. İki kişinin birbiri ile selamlaşmasını örnek alacak olursak, biri diğerine “Nasılsın?” diye sorduğunda, diğer kişinin o an için iyi olup olmamasını detaylıca düşünmeden genel olarak “İyiyim, sen?” demesi aslında günlük yaşamımızdaki bir ritüeldir. Bu noktada ritüel ve samimiyet karşı karşıya gelir ve tam olarak örtüşmez. Aslında tam anlamıyla samimi olma, kabul edilebileceği gibi münzevi olmayı gerektirir. Ritüel sınır koyan ancak bu sınırlar içerisinde de hareket imkânı tanıyandır. Sınırları kabul ettiği için bunların aşılabilmesi için de imkân barındırır. Bu özelliği ile katı ve mutlak sınırlamalar talep eden modernite ile zıt kutuplarda yer alır. Ritüel, antropologlara göre toplumsal kaynaşmayı sağlar. İnsanlar birbirleri ile farklıdırlar. Bu yüzden genel olarak toplumlar çatışma halindedir. Ritüelin düzenli hali geçicidir, bu çatışmaları onarmak için gereklidir. Ritüelin bu tekerrür eden dünyası insanın varoluşsal sıkıntısı ve belirsizliği aşması için de bir yöntemdir. Ritüeli bir uyum haline indirgemek yanılsama olacaktır çünkü ritüel zaten çatışmanın olması sebebi ile olandır. Çatışmanın olmaması halinde ritüele de ihtiyaç duyulmayacaktır. Ritüel bir sistem değil bir ilişki şeklidir. Ritüeller ile gündelik hayat örtüşmez. Ritüel gündelik hayatın parçalığını barındırmaz. Ancak zaten kendi varoluş sebebi bu ikisi arasındaki gerilimden kaynaklanmaktadır.17

Çemberler, ritüel olmaları sebebi ile yapıları gereği farklılıkları kabul etmektedir. Farklılıkları kabul etmek, insanın kendisine de farklı olma özgürlüğünü verir. Farklılıklar kaçınılmaz oldukları için bunların etrafında çatışmaların çıkması doğaldır. Çemberler çatışmayı hayat için olağan olarak kabul eder.18 Yapılarının hem sınırları hem de bu sınırları aşmaya elvermesi sebebi ile bu farklılıkları hem kabul edip hem aşabilmeyi, bir ortaklığın mümkün olabileceğini düşünmeye fırsat verir.

2) GETİRDİĞİ TEMEL DEĞİŞİKLİKLER

Çemberler, modern ceza adalet sistemine farklı bir bakış ile bakmamızı sağlayabilir. Çemberler ödeşmeye odaklanmaz, toplumu iyileştirmeye odaklanır.19 Çemberlerin getirdiği değişiklikler dört boyutta ele alınabilir.

İlk boyutu modern ceza adalet sistemindeki zorlama yerine iyileşmeye doğru yaptığı değişikliktir. Devlet, zararı ceza tehdidi ile sağlarken, çemberler insanlar ve toplumların, olumlu ilişkileri, zararla yüzleşebilme, zararın kökenini gösterebilme ve değiştirebilme gücü ile ilgidir.20

İkinci boyutu yalnız bireylerin birbirlerine olan hesap verme zorunluluğundan toplum olarak hesap verebilir olma durumuna geçişe elvermesidir. Keza çemberler her ne kadar zarara sebep olan bireyleri hesap verme durumunda bırakıyor olsalar dahi, olaylara ilişkin toplumun, toplu olarak hesap verebiliyor olma durumunu da göz önüne alır.21

Üçüncü olarak, bireylerin ilk olarak devlete dayanmasındansa toplum ve topluluk içinde kendine dayanmasına imkân tanır. Suçların hepsi olmasa da birçoğu, toplumlardaki kırılma noktalarının ortaya çıkması için birer fırsattır. Çemberler bireylere, kendi bireyselliklerini koruyarak ortak değer ve ortak beklentileri konuşabilecek alan sağlar.22

Dördüncü ve son boyut olarak da çemberlerin ödeşme zihniyetinden iyileşme zihniyetine doğru bir dönüşümü düşünmeye fırsat tanıması sayılabilir.23 Suçun, toplum değerlerinde oluşturmuş olduğu yıpranmayı iyileştirmeyi, tarafların ödeşmesi dışında tezahür edebilmemiz mümkün olur.

ÇEMBERLERİ DÜŞÜNMEK

Toplumların parçalı yapısını ve bireylerin farklılıklarını, bireylerin arasındaki güç ilişkilerinin sosyallikten soyutlanamayacağını kabul etmek gerekir. Tüm bu faktörlerin, modernitenin ve kapitalizmin getirdiği bireyciliğin karanlık tarafı olan yabancılaşmayla aynı zamanda neoliberal24 pratiklerle birlikte bireyleri sınıfsal değil atomize olarak marjinelleştirilmesi ittiği göz önüne alındığında, parçalı yapının gittikçe kopuklaştığını kabul etmek gerekir.

Toplumsal eşitsizlik günümüzde çok açık bir şekilde görülmektedir. Özellikle kentler bize bu durumun çok net bir fotoğrafını vermektedir. Küresel kentlerde toplumsal kutuplaşma artmakta, orta sınıf fakirleşirken, üst gelir ve alt gelir gruplarının sayısı çoğalmaktadır. Saskie Sassen’ın kutuplaşma teorisine göre toplum yapısındaki değişim ekonomik yapının değişmesinin doğrudan sonucudur. Neoliberal pratiklerle birlikte hizmet sektörünün gelişmesi, üretim sektörünün geri çekilmesi, örgütlenmelerin farklılaşması kutuplaşmaya sebep olmuştur. Bu ve kurumsal kültür ile birlikte birden fazla ezilme biçimi ortaya çıkmaktadır. Bir takım gruplar (vasıfsız işçiler, etnik guruplar, kadınlar v.s) güçsüzleştirme politikaları ile karşı karşıya kalır. Friedrich Engels, 1970’li yıllarda Manchester şehri için, şehrin yapısı sebebi ile herhangi bir işçi mahallesi görmeksizin ya da zanaatkâra denk gelmeksizin bütün bir hayatın yaşanabileceğini ifade etmiştir. Sassen’de benzer şeyler söylemiş ancak durumun daha ağırlaşmış sonuçlarına dikkat çekmiş ve sermayenin belirli zayıf konumları olan kişileri hiçleştirme politikası güttüğünü ifade etmiştir. Yalnız başkaca bir fark daha ortaya çıkmıştır. Eskiden zayıf konumdakiler toplu halde marjine itilirken, artık zayıf konumdakiler birey düzeyinde marjine itilmekte, hiçleştirme politikaları bireysel olarak devam etmektedir. Yine bu kopuşu bilgiyi elinde tutan ve tutmayanlar olarak da ele almak mümkündür. Bilgiye teknoloji ile ulaşmak çok rahat olsa da bunu ekonomik olarak zayıf durumda olanların erişimi kolay değildir ve bu da ayrıca bir uçurum yaratmaktadır. Marjinde olmak bütüne bir şekilde ilişkilenmek ancak esas olarak sunulana eklemlenememektir.25 Bu durum göz önüne alındığında aslında insanlar hep kendileri ile benzer kişileri görmekte ve bu kişilerle konuşmakta aynı zamanda yalnızca kendine benzer insanların varlığından haberdar olabilmekte dolayısıyla toplumda bir kopukluk oluşmaktadır. Kopukluk yalnızca bedene değil aynı zamanda dil olarak da kopuklaşmaya aynı dili konuşan insanların birbirinin dilinden anlamamasına, birbirinin sıkıntılarını bilmemesine ve kayıtsız kalmasına da sebep olmaktadır. Böylece insanlar içinde yaşadıkları topluma da yabancılaşmakta, içinde yaşadığı toplumu tam olarak algılayamamaktadır. Bütün bunlar düşünüldüğünde değerlerin de yozlaşması ve bir şekilde yalnızca benzerlerinin varlığından haberdar olmak sebebi ile sürtünmesiz bir ortamda yaşanıyormuş yanılgısını bütün suçların olmasa bile bir takım suçlar ortaya çıkardığı açıktır. Suçun ortaya çıkarttığı çatışmaları fırsata dönüştürmek hem fiziksel hem dil olarak ortaya çıkan kopuş ve bunların sonucu yitirilen değerler sebebi ile çemberleri düşünmek yararlı olabilir.

Uyuşturucu kullanımının Rave kültürü bağlantısı doğrultusunda da topluma, modern bireye ve yabancılaşmaya ilişkin başkaca birkaç şey söylenebilir. MDMA/ekstazi, içinde bulundurduğu kimyasallar sebebi ile beyindeki belirli bölgelere etki eder, öfori hissi oluşturur. Aynı zamanda aşk hormonu olarak bilinen oksitosinin de salgılanmasını arttırır. “Ben” hissinden “biz”e geçmeyi kolaylaştıran bir madde olan MDMA/ekstazi kişiyi ben olmaktan daha geniş bir alana biz alanına taşır. Ekstazi kelimesinin anlamı zaten “kendi dışında kalmak” tır. Bir süre psikoterapide de terapist ve danışanın arasındaki sınırları kaldırmak için kullanılan ekstazinin terapide kullanımı 1977’de yasaklanmıştır. Rave kültürünün vazgeçilmezi olan MDMA/ekstazi ise kişinin gerçek hayatın parçalanmışlığından kaçmasını sağlayan, yabancılaşmış bireyin tekrar gerçek anlamda bir bütüne dâhil olduğu hissine kapılmasını neden olan bir uyarıcı, halüsinojen bir maddedir. “Ben”den çıkarak “biz”e dâhil olduğu hissiyatı kişinin yabancılaşmış olduğu gerçekliğinden kişiyi kısa bir süre de olsa koparır.26 Tabii ki uyuşturucu kullanımına karşı bir önlem olarak çemberleri düşünülmesi gerektiği şeklinde anlamsız ve yersiz bir çıkarım yapmak adına durum özetlenmemiştir. Önemli olan insanların ait olma, bireyliğini korurken bir bütünde ve diğer insanlara da ait olma ihtiyacı içinde olduğunun göstergesi olarak bazı durumları değerlendirebilmektir. İnsanın sosyal bir varlık olduğu ve münzevi dahi olsa bir topluma ve sosyalliğe ait olma ihtiyacı içinde olduğu yadsınamayacak bir gerçektir. Çemberlerin, kendi sınırları içinde yarattığı alan ve çoklu katılıma açık yapısı, benden bize geçmek için açtığı alternatif alan sağlaması bu mekanizmanın üzerinde durmamız gereken özelliklerindendir.

ÇEMBERLER UYGULAMALARINA OLUMLU VE OLUMSUZ ELEŞTİRİLER

Çemberlerin uygulamaları Anglo Sakson ceza sistemine kolay bir şekilde eklemlenebilmiştir. Anglo Sakson ceza yargılamalarında ceza yargılaması iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölüm suçun kesinleşmesi bunu takiben ikinci bölüm cezanın belirlenmesine ilişkindir. Bu durumda suç kesinleştikten sonra ikinci bir yargılama daha yapıldığında çember uygulaması bu ikinci bölümde söz konusu olmaktadır. Kanada’da çemberler, hâkime öneri vermekte, ceza hâkim tarafından belirlenmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde ise çemberler karar vericidir. Çember uygulaması yerli toplulukları olan toplumlar da kullanılıyor olsa da bununla sınırlı olması gerekmemektedir. Çemberlere katılım zorunlu değildir. Ancak topluluğun isteyen üyeleri çembere dâhil olabilir. Yapısı itibari ile çemberler çoklu katılımı mümkün kılarken, katılanların fikirlerini dile getirmesine de imkân sağlar.

Çemberler, hayatın olağan akışında bir araya geldiğimiz kamu alanlarına bir alternatif sağlamaktadır. Alışkın olunan yargıla ve cezalandır modelinden ayrılarak kişilere farklılıklar sebebiyle yargılanıp cezalandırılmaktan korkmadan bir arada olunabilmesi için kapı aralar.27

Çember uygulamaları yaygınlaştıkça, farklı şekillerde de çemberler kullanılmaya başlanmıştır. Mesela suçluların, cezası infaz edildikten sonra topluma geri dönmelerini kolaylaştırmak ya da cezası infaz edilmiş ancak işlediği suç sebebi ile suçun tekerrür etme ihtimali yüksek olan suçluların suçunu tekerrür etmelerini önlemek adına da önleyici olarak infaz sonrası kullanılabilmektedir. Yine belirli bölgelerde ve bazı okullarda uyuşmazlık çözümü amacı ile çemberlere başvurulmaktadır.

Çember kullanımının cezası infaz edilen cinsel saldırı suçlularının topluma yeniden dâhil olabilmesi ve bu suçluların benzer suçları tekerrür ettirmemeleri için yapılan “Destekleyici Çember Çalışması”nın rehabilitasyon anlamındaki başarısını irdeleyen bir makalede aynı zamanda Kanada’da çemberlerin bu kadar gündeme gelmesinin sebebinin ne olduğunu sorusuna da cevap verilmeye çalışılmıştır. Bu soruya verilen cevap ise Kanada toplumunun suça toleransının son derece düşük olduğunun tespitidir.28 Bu cevap aslında daha önce bahsedilmiş olan Braithwaite’in teorisi ile de örtüşmektedir. Toplumun suça karşı toleransının düşük olması ve suça karşı etkin bir tavır geliştirmesi, cezalardan çok daha etkilidir.

Bunun haricinde mahkûmlarla başkaca çember çalışmaları da ABD’de yapılmaktadır. Bu çember çalışmaları mahkûmların cezası infaz edildikten sonra toplum ve sevdikleri ile yeniden ilişki kurmasını sağlayabilmek adınadır.29 Ülkemizde de cezası infaz edilmiş mahpusların sonrasında sabıkalı olarak toplumda tutunmalarının, içeride geçirdikleri sürenin ardından topluma yeniden dâhil olurken sorunlar yaşadığını belirten ve bu sorunların ne olduğunu belirlemeye çalışan bunları aşmaya çalışan “Mahsus Mahal” adlı çalışmalar yapılmıştır.30 Çember uygulamalarına başvuran ve başarılı bulun ülkeler, uygulamaları modern ceza adalet sistemi içerisinde uyarlayarak başka alanlarda da kullanmaktadır.

Çemberlere ilişkin hâkimlerin, uygulamanın fayda ve zaaflı noktalarına ilişkin görüşlerinin de önemli ve anmaya değer olduğu açıktır. Bu konuya ilişkin yazılan makalede beyan veren hâkimlerin, uygulamanın en büyük faydası olarak gördükleri yanı, toplumun katılımına imkân sağlaması ve toplumsal farkındalığı arttırmasıdır. Ayrıca bir başka fayda olarak belirttikleri özellik de failin yaptığı eyleme ilişkin sorumluluk almasıdır. Daha az üzerlerinde durdukları bir yarar ise yakın ilişki şiddetinde ve eşler arasındaki şiddette çemberlerin bir forum olarak işlev görmesi ve bu tip şiddetin kökenine ilişkin fikir verip mağdura ses vermesidir. Hâkimler toplumsal katılımının ve toplumsal farkındalığın arttırması sebebi ile çemberlerin yakın ilişki, eşler arası ya da aile içi şiddeti, özelden kamusala açtığı ve dönüştürdüğü kanısındadır. Makalede ayrıca feministlerin genel olarak en başlarda uygulamaya ilişkin çekimser ve eleştirel tutumunun daha sonradan desteğe doğru bir eğilim gösterdiği belirtilmektedir. Ayrıca yerli kadınların çemberleri daha çok tercih ederken, diğer kadın vatandaşların yargılamayı tercih ettiğinin de altı çizilmektedir. Çemberlere ilişkin neokolonyalizm ve ırkçılık çekincelerinin farkında olunduğu halde bir an için bu çekinceler yok sayıldığı takdirde yerlilerin kendi topluluklarına ilişkin daha iyi bir iç görü sağladığı görüldüğü yine aynı makalede ifade edilmiştir.31

Çember uygulamalarına ilişkin en ağır eleştiriler uygulandığı ülkelerde feminist hareket içerisinden gelmiştir. Özellikle Kanada’daki uygulamaların yerli halk (First Nation) için kullanımlarının bu toplumlardaki kadınları ikinci kez mağdur etme riskinin doğurduğu ifade edilmiştir. Angela Cameron ve Emma Cunlife incelemelerinde Kanadalı sosyolog Dorothy Smith’e atıf yaparak özellikle yakın ilişki içinde bulunan (aile içi şiddet, eşler tarafından uygulana şiddet) kişilerin uğradıkları şiddet olaylarında çember uygulamasının tercih edilmesini eleştirmişlerdir. Feminist bir bakış açısı ile kadınların bilgilerinin hukuk gibi “elit” sayılacak alanlara nüfuz etmesi gerekliliğinden bahsedilmiş ancak bunun halen söz konusu olmadığı belirtilmiştir. Smith’in metinlere ilişkin söylediği, metinleri ortaya çıkaran kişilerin, ortaya çıkardıkları metinlerin dışında olması ve metinlerin diğer insanların hayatını ve hareketlerini yönetmesi ve bu yöneten metnin olayın sübjektif boyutunu asla tam olarak kavrayamaması durumunun problemli olduğunu ifade etmişler ve çemberlere eleştiri olarak getirmişlerdir. Ortaya çıkan metin bir şekilde bir hakikat yaratmakta, bir gerçeklikten yola çıksa da gerçekliğin kendisini vermemektedir. Mahkeme kararlarının da bir metin olduğu göz önüne alındığında onların da yanıltıcı olması ve gerçekliği tam olarak yansıtmıyor olma olasılığını dikkat çekmektedirler. Ayrıca çemberlere ilişkin birkaç karar yazmış hâkimlerin hiç birinin bu konuya ilişkin makale ya da kitap yazmamış olması durumunu da vurgulamışlardır. Yazarlar, çemberlerin onarıcı olmadığını iddia etmektedir. Onlara göre çemberlerin zararı minimize edip yok saymakta ve ayrıca faili rehabilite etme ve onarıcılık işlemini aile ve topluma yüklerken bunun için gerekli kaynak sağlanmaması eleştirilmiştir. İyi niyet modeli olarak görülen, onarıcı amaçları gerçekleştirdiği düşünülen çemberler için yapılan yakıştırmaların son derece göreceli ve muğlak olduğu gerçeğini göz ardı edildiği ifade edilmiştir. Yine çember uygulamalarında hırsızlık ve saldırı suçu işlemiş olan Moses uygulamasıyla aynı şekilde farklılıklar göz önüne alınmaksızın aile içi şiddet vakıalarına uygulanmasının da sağlıksız olduğu belirtilmiştir. Özellikle yerliler için kullanılan modelin yerli kadınları ikinci kez mağdur ettiklerini, kadınların çemberlerde kendilerini rahat hissetmeyip, tehdit altında hissettiğini, ek olarak mağdur kadının rızasının önemsenmediğini, mağdur kadınların çoğunun zorunlu hissettiği için çemberlere katılmış olduğu da eleştirilmiştir. Bu durum sonucu yerli topluluklardaki mağdur kadınların adalet sistemi eli ile ikinci kez mağdur edilmiş oldukları belirtilmiştir. Mağdurların çemberlerden dışlandığı üç şekilde anlaşılmaktadır. Yazarlara göre ilk olarak aile içi ve yakın ilişki şiddeti vakıalarına ilişkin kararlarda mağdurların bulunup bulunmadığına dair herhangi bir atıf, hâkimler tarafından yapılmamıştır. İkinci olarak mağdurun ortamda bulunduğuna ilişkin atıf yapılsa dahi mağdurun sözleri ya da katkısına ilişkin kararlarda herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Üçüncü olarak da mağdurların güvenliğinin ve duygusal durumunun önemsenmediği kayıtlardan anlaşılmaktadır. Son olarak da çemberlerin onarıcı adalet mekanizması sayılırken çok kolaycı davranılmış olunabileceğini çünkü onarıcı adaletin mağduru odağa aldığını ama çemberlerin mağduru odağa almadığı ifade edilmiştir.32

Angela Cameron’un tek başına kaleme aldığı başkaca eleştirel makalede de yine yerli topluluklarda yer alan kadınların uygulama sebebi ile özellikle yakın ilişki şiddeti vakıalarında bir kez daha mağdur edildiği ifade edilmiştir. Ayrıca çember uygulamasının ne yerli topluluğunun kendi kendini yönetebilmesine yardımcı olduğu ne de otonom kaynaklar yarattığı ifade edilmiştir. Çemberlerin bu topluluklarda kullanıldığı şekil ve amaçla kullanılmadığını, çemberlerin yalnızca batının onarıcı adalet pratiğine fayda sağlanacak şekilde uygulandığı ve modern ceza adalet sistemine bu şekilde yerleştirildiğinin altı çizilip, bu topluluklardaki kişilerin halen sıklıkla batı teorik söylemi doğrultusunda politik, sosyal, ruhsal ve felsefi anlayışlarının dile getirmeye zorlandığını iddia edilmiştir.33

Bunun haricinde feminist hareket tarafından çemberleri olumlu bulanlar da bulunmaktadır. Özellikle aslında mağdura konuşmaya fırsat verecek alternatif bir alan oluşturulması ve mağdurun bu şekilde mağduriyetini dile getirmesinin güçlendirici olduğu ve bunun da aslında feminist hareketin mağdurun mağduriyetini ifade etmesi ve güçlendirilmesi bakış açısı ile örtüştüğü ifade edilmiştir.34

Çember uygulamalarına ilişkin getirilen en önemli eleştirilerden biri özellikle zaman bakımında zorlayıcı olmasıdır. Yalnız yerli toplulukların otantik çemberleri haricinde de toplumun farklı kesimlerinden kişiler ile çember uygulaması yapılmasına karar verilebilir ancak bu uygulamalarda çemberin oluşması çok daha uzun sürmektedir. Ayrıca “ad-hoc” olması da başkaca bir endişe konusudur. Yine mağdur ve fail arasında çok fazla güç farkı olduğu durumlarda da çember uygulamasına başvurulmaması gerektiği belirtilenler arasında.35

Güney Saint Paul, Minnesota ABD’de toplumda ve okullarda çember uygulamasını denendiğinde, uygulamaya katılanlara, çemberlere ilişkin sevip sevmedikleri hususlar sorulduğunda cevap verenlerden biri sevilmemesi gibi bir durumun olmadığını çünkü herkesin kendi sesinin duyulmasını istediğini dile getirmiştir. Yine de uygulama ile ilgili beş çekince gruplandırılmıştır. Bunlar çemberler hazırlık sürecinin zorluğu, gönüllü katılım sağlamanın sıkıntıları, yönlendirilen kaynakların çeşitlendirilmesi problemi, çemberlerin ruhani boyutu ve fazla zaman alıyor olmasıdır.36

III. TÜRKİYE’DE UYGULANABİLİRLİĞİ VE TOPLUMSAL KATILIM

Her ne kadar çember uygulamaları Anglo Sakson hukuk sistemlerinde görülse de ülkemizde de uygulanabilirliğinin düşünülmemesi için herhangi bir sebep yoktur. Öncelikle uygulamanın yapıldığı ülkelerde yalnızca yerel toplulukların oluşturduğu çemberler söz konusu değildir. Toplumun farklı kesimlerinden kişilerin oluşturduğu çember uygulamaları da söz konusudur ancak bu çemberlerin oluşturulmasının daha çok zaman aldığı da eleştiri olarak dile getirilmiş olduğunu yukarıda belirtmiştik.

Asıl sorun çember uygulamalarını ceza adalet sistemi’ne nasıl yerleştirebileceğimizdir. Cezanın infazından sonra mahpusların aileleri ve toplumla yeniden birleştirilmeleri ve yine cinsel saldırı suçlularının cezasının infazından sonra suçu tekerrür etmemeleri adına çember mekanizmasının uygulanması bizim adalet sistemimiz için de son derece kullanışlı olabilecektir. Kaldı ki cezaevleri ve mahpuslarla ilgilenen sivil toplum kuruluşları hali hazırda ülkemizde bulunmaktadır ve bu kuruluşlara finansman ve gerekli desteğin sağlanması sonucunda bu projeler hayata geçirilebilir. Bahsettiğimiz infaz aşaması ve sonrasındaki çemberlerin bu problemli alanlar açısından fayda sağlamaya çok büyük bir potansiyeli bulunmaktadır.

Çemberlerin ceza yargısı süreci içerisine dâhil edilmeleri daha zorlu olabilir. Anglo Sakson ceza yargı sisteminde daha önceden de belirtildiği üzere ceza yargılaması iki aşamadan oluşur. Yargılamanın ilk kısmı suçun tespiti içindir. Suç tespit edildikten sonra suça ilişkin yargılama sona erer ve cezanın ne olacağına ilişkin başka bir yargılama süreci başlar. Anglo Sakson ceza yargı sisteminde bu ikinci yargı aşamasına çemberler sürece dâhil ederek suçun ne olacağına ilişkin hâkime görüş sunar veya karar verir. Bizim ceza yargı sistemimizde suç ve cezanın tespiti farklı yargılama aşamalarında değil tek bir yargı aşamasında gerçekleşmektedir. Suçluluğun kabulü, suçun gerçekleşmiş olması çemberler için de gereklidir. Bu noktada pratikten yola çıkılacak olursak, bir ceza yargı dosyasının karar duruşmasının ne zaman olacağı aslında bilinmektedir. Bir önceki duruşma dâhilinde karar duruşmasında hâkime tavsiye niteliğinde olan çember uygulamasına gidilmesi hâkimce istenebilir. Bu şekilde değerlerin yitimi konusundaki atalet ve mağdur, fail ve toplumdan uzak bir tiyatro sahnesi halindeki ulaşılamaz yargı sistemi bir şekilde dinamizm kazanabilir. Çemberlerin oluşturulması için yine sivil toplum kuruluşlarından destek alınabilir. Örneğin bir kadına karşı şiddet davasında kadın örgütleri çemberlere dâhil edilebilir. Bunun dışında mağdur, fail ve bu kişilerin yakınları da çemberde yerini alabilir. Tabii ki mağdurun zorla çembere dâhil edilmesi gibi bir durum söz konusu olmamalıdır. Ayrıca hem mağdurun hem failin çember uygulamasına ilişkin rızasının olması da aranmalıdır. Çemberlerin diğer onarıcı adalet uygulamalarından farklı olarak failleri daha fazla odağına alması failin dönüştürülmesi açısından bir fayda sağlamaktadır bunu göz ardı etmemek gerekir. Failin rızasının olması için de tabi ki çembere razı olması halinde alt sınırdan ceza almak ya da alacağı cezanın üst sınırının indirilmesi şeklinde düzenlemelere gidilebilir. Şu noktadan bakarsak, genelde kadına karşı şiddet gösteren bireyler, bu durumu şiddet uyguladıkları kadının hareketlerinin sebep olduğunu ifade ederek haklılaştırırlar. Bu düşünce şeklinin kırılması ve yaptığı suçun sorumluluğunun alınması dahi bir dönüşümdür. Bu noktada failin samimi olup olmayacağının sorgulanması anlamsızdır. Söylemdeki kırılma ve değişimlerin topluma yansıdığı ve toplumdaki kırılma ve değişimlerin söylemlerle gösterilip/saklandığı açıktır.

Yine aynı uygulamalar dâhilinde çemberler sivil toplum ile yargının organik bağının artması, bireylerin daha çok söz sahibi olmalarını sağlayabilir, değer yitimine karşı atalet içinde olan ceza adalet sistemi ve ayrıca toplum da değerlerini belirleme ve değerlerine sahip çıkma adına bir dinamiklik kazandırabilir.

SONUÇ

Yukarıda değinilenler ışığında hukuk ve suçun ne olduğuna yönelik bir kez daha düşündüğümüzde, mevcut modern ceza adalet sisteminin ne olup olmadığını da düşünmüş oluyoruz. Söz konusu mevcut modern adalet ceza sisteminin aslında suçu ortadan kaldırmak değil, onu farklılaştırarak yönetme mekanizması olduğuna yukarıda değinmiştik. Suçlu olma hali aslında suçu işleyenin toplum karşıtı olması şeklinde kolay bir şekilde tanımlanabilecek bir olgu değildir. Suç bir şekilde toplumun ve toplumsallığın içinde olan ve bu toplum ve toplumsallığın beslediği bir olgudur. Modern ceza adalet sisteminin cezalandırma eyleminin de toplumdaki suçu ne kadar engellediği tartışmalıdır.

Suç toplumda ve toplumsallığın içerisinde, toplumun değerlerini negatif yönde etkileyen bir unsurdur. Bu sebeple aslında onarıcı adalet teorisinin suçun ortaya çıkardığı çatışmaları sahiplenip konuşmamız için alan açma düşüncesi önemsenmelidir. Suç ile aslında ortaya çıkan en büyük sorun toplumun kopan ilişkileri ve zarar gören değerleridir.

Onarıcı adalet mekanizmalarından olan çemberlerin yukarıda verilen özellikleri dâhilinde zarar gören değerleri yeniden konuşmaya, zedelenen ilişkileri onarmaya ve değerlerin tekrar tekrar tayin edilmesine, dile getirilmesine fırsat verdiği gerçeği gözden kaçırılmamalıdır. Modern ceza adalet sisteminin de farklı katman ve yaklaşımlara ihtiyacı olduğu çok açıktır. Yine aynı şekilde suçun en etkin şekilde karşılanmasının ceza ile değil ama suçun toplum tarafından tolere edilmemesi ve hoş görülmemesi ve kabul görmemesi ile olabileceğinin bir kez daha altını çizmekte yarar bulunmaktadır.

Ayrıca ekonomik sebeple ortaya çıkan toplumsal kopmaların zedelediği dilin de tamiri için çemberler düşünülebilir. Her ne kadar fazla iyiniyetli bir yaklaşım olarak görülse de konuşmanın, duymanın, duyulmanın, görmenin, görülmenin, varlığının kabul edilmesinin onarıcı etkisi reddedilemez. Aslında bu yazı ile artı ve eksileri de dâhil olmak üzere çember mekanizmasının ülkemizde ne şekilde uygulanabileceği ve nasıl fırsatlar yaratabileceğine ek olarak hangi olumsuzlukları fırsata dönüştürebileceğinin düşünülmesi için de bir temel verilmek istenmiştir.

Amaç, çember mekanizmasının ritüelliğinin ve iyileştirici halinin romantize edilmesi değil, parçalı olmaktan çok kopuk hale gelmiş toplumun, bu kopuşlar esnasında kaybettiği ve kaybetmekte olduğu değerlerinin konuşulabilmesi için alternatif bir alan açıp açamayacağı sorusunu düşünmektir. Yine mekanizmanın suç, ceza ve cezanın infazlarına ilişkin nasıl olumlu anlamda bir farklılık yaratacağı farklı vurgularla gösterilmek istenmiştir.

Kaldı ki yine çember mekanizmalarına yönelik olumsuz eleştirilere de değinilerek bakış açısı genişletilmek istenmiştir. Eleştirilerin olumlu yanı ise mekanizmanın zayıf yanlarını veyahut olumsuz tezahür edebilecek yanlarını görmemize yardımcı olması ve mekanizmanın uygulanması dâhilinde bu konulara dikkat edilip iyileştirilmesi ya da en azından çekinceli kalıp daha detaylı üzerinde durulması konusunda bize fırsat sağlamasıdır.

Ülkemizde herhangi bir uygulamaya ilişkin kanuni düzenlemelerin hemen ve alelacele yapılıp daha sonra uygulama aşamasında en başta amaçlanandan çok farklı sonuçlara sebebiyet vermesi endişesi de göz zardı edilememelidir. Ancak bu şekilde endişelere çok tutunmak da bizi her türlü yeniliğe karşı çok şüpheci ve tutucu yapmaktadır. Çemberlere ilişkin titizlikle bir düzenleme yapıldıktan sonra pilot projeler ile denenmesi ve sonuçlarının olumlu olması halinde ülke genelinde uygulamaya geçilmesi daha sağlıklı bir yol olarak gözükmektedir.

Onarıcı adalet mekanizmalarında ceza adalet sistemi içerisine istenilen ve her yanıyla gözden geçirilerek çember mekanizmasının dâhil edilmesinin uzun vadede toptan bir iyileşme olmasa bile, toplumu iyi anlamda dönüştürmek adına bir dişli olabileceği düşünülmelidir.

DİPNOTLAR:

*Makalede kullanılan İngilizce kaynaklar Türkçe’ye yazar tarafından aktarılmıştır.

Cemal Bali Akal’ın “Bir Hukuk Kuramı Yöntemi” adlı makalesi konuya ışık tutmaktadır.

2 Bu yöntemler yalnızca tabii hukukçular tarafından kullanılmıyor olsa dahi tabii hukukçu olup bu yöntemleri kullanmadan tanım yapmak pek de mümkün değildir.

3 Cemal Bali Akal, “İktidar ve Hukukilik”, Doğu Batı, Sayı 69, Ankara, 2014. (İktidar ve Hukukilik)

4 Cemal Bali Akal, “Bir Hukuk Kuramı Yöntemi”, Güncel Hukuk, Sayı 9-141, s. 48-50. (Yöntem Üzerine)

5 Akal, İktidar ve Hukukilik.

6 Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, İmge Kitapevi, Temmuz 2015, 6. Baskı, Ankara, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, s. 147 (Hapishanenin Doğuşu) .

7 Nils Christie, “Conflict As Property”, Oxford Journals, Law & Social Sciences, British Journal of Criminology,17. Cilt, 1, 1977, Sayı, s. 1-15.

8 Hapishanenin Doğuşu, s. 168.

9 Hapishanenin Doğuşu, s. 147.

10 Osman Dolu, Suç Teorileri: Teori, Araştırma ve Uygulamadan Kriminoloji, Seçkin Yayıncılık, İstanbul, Mayıs 2010, s. 398-406.

11 http://www.duhaime.org/LawMag/LawArticle-1252/The-Good-and-the-Bad-Judge-Stuarts-R-v-Moses-Legacy.aspx .

12 Akal, İktidar ve Hukukilik.

13 Barry Stuart, Kay Pranis, Mark Wedge; Peacemaking Circles-From Crime to Community, Living Justice Press, Minnesota, 2003, s. 18,19. (Çemberler).

14 Çemberler, s. 33.

15 Çemberler, s. 81.

16 Çemberler, s. 96.

17 Hakan Atalay, “Samimiyet ve Ritüel-İkiyüzlülük ve Tehdit”, Psikeart, Eylül-Ekim 2014, Sayı 35, s. 9-11.

18 Çemberler, s 20.

19 Çemberler, s 14,15.

20 Çemberler, s 10.

21 Çemberler, s 12.

22 Çemberler, s 13.

23 Çemberler, s 14.

24 Kavram, bazı Marksist teorisyenler tarafından sakıncalı bulunup tercih edilmediği halde, literatürde kabul gördüğü için kullanılacaktır.

25 Tarık Şengül, “Sosyal Adalet, Kent Mekânı ve Küreselleşme”, Kentsel Çelişki ve Siyaset: Kapitalist Süreçleri Üzerine Yazılar, İmge Yayınları, Ankara, 2001, s. 303-335.

26 Çiğdem Gelegen, “Ekstazi ile Gelen Samimiyet”, Psikeart, Eylül-Ekim 2014, Sayı 35,s. 45.

27 Çemberler, s. 242-243.

28 Michelle Prinzo, Robin J. Wilson; “Circles of Support: A Restorative Justice Initiative”, Behavioral Sciences & the Law. Temmuz/Ağustos,2002, 20.Cilt, 4. Sayı, s.18.

29 Lorenn Walker, “Modified Restorative Circles: A Feintegration Group Planning Process that Promotes Desistance”, Contemporary Justice Reviwe, Aralık 2009, 12. Cilt, 4. Sayı, Vol. 12, No. 4, s. 419-431.

30 Aytekin Yılmaz, Eski Mahpusların Topluma Yeniden Katılımı, Mahsus Mahal Kitaplığı, Ağustos 2011, İstanbul.

31 Courtney McDonald, Joanne Belknap; “Judges’ Attitudes about and Experiences with Sentencing Circles in Intimate-Partner Abuse Cases” Canadian Journal of Criminology and Criminal Justice, 2010, 52. Cilt, 4. Sayı, s. 269-395.

32 Angela Cameron, Emma Cunliffe; “Writing the Circle: Judicially Convened Sentencing Circles and the Textual Organization of Criminal Justice” Canadian Journal of Women & the Law. 2007, Cilt 19, 1. Sayı, s. 1-35.

33 Angela Cameron, “Sentincing Circles and Intimate Violence: A Canadian Feminist Perspective” Canadian Journal of Women & Law, 18. Cilt, 2. Sayı (2006), s. 479-512.

34 Katharine van Wormer, “Restorative Justice as Social Justice for Victims of Gendered Violence: A Standpoint Feminist Prespective”, Social Work. Nisan 2009, Cilt 54, Sayı 2, s. 107-115.

35 Robin J. Wilson, Bria Huculak, Andrew Mcwhinnie; “Restorative Justice Innovations In Canada” Behavioral Sciences & the Law. Temmuz/Ağustos 2002, 20. Cilt, 4. Sayı, s. 363-380.

36 Robert B. Coates, Mark Umbreit, Betty Vos; “Restorative Justice Circles: An Exploratory Study”, Contemporary Justice Review. Eylül 2003, 6. Cilt. 3. Sayı, s. 265-278.

KAYNAKÇA

Angela Cameron, Emma Cunliffe : Writing the Circle: Judicially Convened Sentencing Circles and the Textual Organization of Criminal Justice. Canadian Journal of Women & the Law. 2007, Vol. 19 Issue 1, Available from Academic Journal as PDF format.
Angela Cameron : Sentincing Circles and Intimate Violence: A Canadian Feminist Perspective” Canadian Journal of Women & Law, 18. Cilt, 2. Sayı (2006).
Aytekin Yılmaz Eski Mahpusların Topluma Yeniden Katılımı, Mahsus Mahal Kitaplığı, Ağustos 2011, İstanbul.
Barry Stuart, Kay Pranis, Mark Wedge : Peacemaking Circles-From Crime to Community, Living Justice Press, Minnesota, 2003 (Çemberler).
Cemal Bali Akal :

Bir Hukuk Kuramı Yöntemi”, Güncel Hukuk, Sayı 9-141, İstanbul 2015. (Yöntem Üzerine)

Cemal Bali Akal :

İktidar ve Hukukilik”, Doğu Batı, Sayı 69, Ankara 2014 (İktidar ve Hukukilik).

Courtney McDonald, Joanne Belknap :

Judges’ Attitudes about and Experiences with Sentencing Circles in Intimate-Partner Abuse Cases. Canadian Journal of Criminology and Criminal Justice. Vol. 52 Issue 4. 2010, Database: Project MUSE.

Çiğdem Gelegen :

Ekstazi ile Gelen Samimiyet”, Psikeart, Eylül-Ekim 2014, Sayı 35.

Hakan Atalay :

Samimiyet ve Ritüel-İkiyüzlülük ve Tehdit”, Psikeart, Eylül-Ekim 2014, Sayı 35.

Lorenn Walker :

Modified Restorative Circles: A Feintegration Group Planning Process that Promotes Desistance”, Contemporary Justice Reviwe, Aralık 2009, 12. Cilt, 4. Sayı, Vol. 12, No. 4.

Katharine Van Wormer :

Restorative Justice as Social Justice for Victims of Gendered Violence: A Standpoint Feminist Prespective”, Social Work. Nisan 2009, Cilt 54, Sayı 2.

Mark Umbreit, Robert B. Coates, :

Restorative Justice Circles: An Exploratory Study, Contemporary Justice Review. Sep2003, Vol. 6 Issue 3, p265-278. 14p. Available from Academic Journal as PDF format.

Michel Foucault :

Hapishanenin Doğuşu, I. ve II. Bölüm, İmge Kitapevi, 6. Baskı, Temmuz 2015, Ankara (Hapishanenin Doguşu).

Michelle Prinzo, Robin J. Wilson :

Circles of Support: A Restorative Justice Initiative, Behavioral Sciences & The Law. Jul/Aug2002, Vol. 20 Issue 4, p363-380. 18p. Available from Academic Journal as PDF format.

Nils Christie :

Conflict As Property”, Oxford Journals, Law & Social Sciences, British Journal of Criminology,Volume 17, Issue 1.

Osman Dolu :

Suç Teorileri: Teori, Araştırma ve Uygulamadan Kriminoloji, Seçkin Yayıncılık, İstanbul, Mayıs 2010.

Tarık Şengül :

Sosyal Adalet, Kent Mekânı ve Küreselleşme”, Kentsel Çelişki ve Siyaset: Kapitalist Süreçleri Üzerine Yazılar, İmge Yayınları, Ankara, 2001.

 KAYNAK: HUKUK POLİTİK

Onarıcı Adalet Uygulamalarında Çember Modeli, Türkiye’de Uygulanabilirliği ve Toplumsal Katılım yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Türkiye’nin Darbe Geleneği: 1960 ve 1971 Müdahaleleri

$
0
0
  1. Giriş

Türkiye’nin siyasal hayatında darbeler önemli bir yer teşkil etmektedir. Neden bazı ülkelerde demokrasi yerleştiği halde bazılarında hala daha oturmamış olduğu sorusuna bir cevap vermek gerekmektedir. Bu yolla Türkiye’nin demokratikleşmede karşılaştığı zorluklar ve çözüm önerileri üzerinde durulabilir.

Yeni cumhuriyetin kurulması ile birlikte her şeyi ile yeni olan bir ülke ortaya çıkmamıştır. Binlerce yıllık devlet geleneğinin ve siyasal kültürün etkisinin birden bire ortadan kalkması beklenemezdi. Nitekim uygulamada aynı siyasal kültürün devam ettiği gözlemlenmektedir.

Asker-sivil ilişkisinin Cumhuriyet dönemindeki evrimi genel hatları ile ortaya konmaya çalışılmıştır. Askerin sistem içindeki konumu bilinmeden, yapmış olduğu hamlelerin anlaşılması pek mümkün olamaz. Bundan dolayı 1960 ve 1971 müdahaleleri ele alınmadan önce Türkiye’de askerin konumunun irdelenmesi gerekmektedir.

Literatür taraması yoluyla elde edilen kaynaklardan yola çıkılmıştır. Asker-sivil ilişkisini ve darbeleri irdeleyen “Türkiye’de Askeri Vesayetin Tesisi ve Demokratikleşmeye Olan Etkisi” (Akıncı 2013a) ve “Türk Siyasal Hayatında 1980 Sonrası Darbeler ve E-Muhtıra” (Akıncı, 2013b) isimli çalışmaları yaptıktan sonra eksik kalan 1960 ve 1971 müdahalelerini irdelemem bir zorunluluk haline geldi. Asker-sivil ilişkisini tek bir makalede ele almanın mümkün olmadığını düşündüğümden dolayı bu yola başvurdum. Bu çalışma ile Türkiye’deki asker-sivil ilişkileri, bu bağlamda Türk siyasal kültürü irdelenerek, 1960 darbesi ve 1971 muhtırası ele alınmaya çalışılacaktır. Çalışma ile darbeler, bu darbelere giden süreç ve sonuçları incelenecektir. Makalede Türk siyasal kültürünün bu darbelerdeki yerinin ortaya konması amaçlanmaktadır.

  1. Tek-Parti Döneminde Yönetim Anlayışı ve Sivil-Asker İlişkisi

Asker-sivil ilişkisi Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden itibaren sorunlu olmuştur. Hatta asker içerisinde dahi yaklaşım farklılıkları kendini göstermiştir. Kurtuluş Savaşı döneminde Mustafa Kemal ile Kazım Karabekir arasında bazı anlaşmazlıklar vardı. Daha sonraki dönemde diğer birkaç komutan ile Atatürk arasında bazı anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştı. Atatürk özellikle alaylı subaylar yerine Batılı eğitim kurumlarında yetişmiş olan genç subaylara (mektepli subay) güveniyordu. Sivil yönetimin gerekliliğine inanmaktaydı. Bu durumda devletin yönetiminde orduya dayanılması düşünülemezdi. Mustafa Kemal için devletin idaresinde yegane güç TBMM’de olmalıydı (Heper, 1994: 252-253; Çitçi, 2006: 22-27). Zaten 1924 Anayasasında milleti temsil etme yetkisi TBMM’ye verilmiştir (Kalaycıoğlu, 2007: 333; Heper, 2006: 158; Bulut, 2005: 148). Seçilmişlerin ülke yönetiminde tek güç olması anlayışı yerleştirilmeye çalışılmıştır. Sivil idarenin tepe noktasında Mustafa Kemal bulunmaktaydı ve kendini sınırlayacak başka yapılanmaları uygun bulmamaktaydı.

Heper’e göre, Cumhuriyet kurulduktan sonra ordu önemli bir konuma sahip olmuştur. Atatürk için rejimin önemli dayanaklarından birisini ordu teşkil etmekteydi (Heper, 1998: 210). Gerek Cumhuriyetin kuruluşunda gerekse Atatürk ilkelerinin uygulamaya konuluşunda ordunun gücüne başvurulmuştur. Başka bir ifade ile ordunun desteği olmaksızın devrimin yapılması mümkün olamazdı. Sonuç itibariyle toplum yukarıdan aşağıya doğru ve halk için halka rağmen bir şekilde inşa edilmekteydi. Yapılanlar sivil-askeri bürokrasiye dayanmaktaydı (İzol, 2002: 197). Askerin sistem açısından sayılan işlevlerine rağmen, Atatürk döneminde askerin siyaset dışında tutulmasına özen gösterilmiştir. Bunu temin etmek için askerlerin oy verme hakları dahi ellerinden alınmıştır (Baydur, 1997: 309). Atatürk döneminde farklı toplumsal kesimlerin yönetim üzerinde etki etmeleri arzu edilmemiştir. Toplumsal muhalefet tamamen susturulmuştur. Genel anlayışa göre bütün toplumsal kesimlerin ortak çıkarı CHP tarafından düşünülmekteydi ve gerekli adımlar atılıyordu.

Keyman’a göre Cumhuriyet modeli üç temel ilke üzerinde kurulmuştur. Birincisi, devlet egemen özne olarak görülmekte ve devlet egemenliği söylemi hakimdir. İkincisi, ulus-toplum birliği anlayışı üzerinde kurulmuştur. Organik toplum vizyonu ile kamusal yarar toplumsal seçkinler tarafından belirlenecek ve bireysel/kolektif talepler yerine empoze edilecektir. Üçüncüsü ise, vatandaşlar devlete karşı olan borç ve yükümlülükleri ile tanımlanmışlardır ve çok sınırlı haklara sahiptirler (Keyman, 1998-9: 68). Bu anlayış çerçevesinde askerin yönetim üzerinde etkili olmasına izin verilmesi beklenemezdi.

Tek-parti döneminde askeri ve sivil bürokrasinin birlikteliği ile devlet yönetimi gerçekleştirilmiştir. Bu zaman zarfında geliştirilmiş olan resmi ideoloji en iyi şekilde asker tarafından özümsenmiş ve kendisine varlık gerekçesi olarak bu ideolojiyi görmüştür. Böylece siyasal kadrolar ile asker arasında ideolojik bir birliktelik oluşmuş oldu (Dursun, 1999: 62). Bu ideolojik birliktelik dolayısıyla asker ile CHP arasındaki ilişki daha sonraki dönemde de uyumlu olmuştur.

  1. Demokratikleşme Süreci ve Ara Dönemler

Türkiye’nin demokratikleşmesinde iç ve dış unsurlar etkili olmuştur. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra demokratikleşmiştir. Huntington dünyada şimdiye kadar üç demokratikleşme dalgasının ve iki geri dalganın yaşandığını belirtmektedir. Türkiye ise ikinci demokratikleşme dalgasında demokrasiye geçti. Bu dönemdeki otoriter sistemlerden demokrasiye geçişte belirleyici olan noktaların başında askeri ve siyasal faktörler gelmekteydi (Huntington, 2007: 42). Yalta Konferansı’nda (4- 11 Şubat 1945) yapılan görüşmeler sonrasında Avrupa’da demokratik yönetimlerin oluşturulacağına dair “Kurtarılmış Avrupa Demeci” yayınlanmıştı (Çufalı, 2005: 402). Bir bölüm ülke savaşı kaybettikten sonra galip devletler tarafından demokra- tikleştirilirken, içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu bir grup devlette demokratik blok savaşı kazandığı için kendilerini demokratikleşmeye mecbur hissetmişlerdir (Dursun, 2005: 178-179; Huntington, 2007: 42; Karadağ, 2005: 316). Kazananlarla birlikte hareket etmek ve onların değerlerini paylaşmak Batılı devletler tarafından kabul görmede etkili olur düşüncesiyle hareket edilmiştir.

Demokrasiye geçişte sadece dış faktörlerin belirleyici olduklarını söylemek gerçekçi olmasa gerek. Bazı iç faktörler de bu yolu açmada etkili olmuştur. Askeri-sivil bürokrasi ile zengin toprak sahipleri arasında o zamana kadar mevcut olan işbirliği azalmıştı. Recep Peker’in de içinde bulunduğu bir grup, devletçilik politikasının daha katı bir şekilde uygulanmasını isterlerken, cumhuriyet dönemiyle yeni yeni oluşmaya başlayan burjuvazi ise artık iktidara gelmeye çalışıyor ve özel sektörün yolunun açılmasını talep ediyordu. Savaş döneminde izlenen ekonomi politikası ile halkın geniş bir bölümü daha da yoksullaşmıştı. Bu kesimlerin CHP’ye olumsuz bir bakışı vardı. Dolayısıyla kurulacak bir parti rahat bir şekilde bu tabanın oyunu alabilirdi (Çufalı, 2005: 405-406; Tuncel, 2005b: 723). Tek parti iktidarının varlığı dolayısıyla, bütün olumsuzlukların tek sorumlusu olarak CHP görülüyordu.

Kara’ya göre, İnönü’nün istediği şey, gerçek bir muhalefet hareketi değildi. CHP’nin hegemonyası altında, görünüşte çok partili bir yapı oluşturmaktı (Kara, 1994: 268-269). Heper’e göre, İnönü çok partili hayata geçmeden önce orduya danışmış ve onları yeni süreçte de Atatürk ilkelerinin tehlikeye düşmeyeceği ve ordunun sistemin koruyucusu olma işlevini sürdürmeye devam edeceğini belirterek ikna etmiştir. Bu tarihten itibaren ordu kendini Atatürk’ün gerçekleştirdiği reformlar ve ilkeler ile özdeşleştirmeye başlamıştır (Heper, 2006: 102). Her ne kadar ordu siyasete o zamana kadar karışmamış olsa da, sisteme müdahale edebilme potansiyeline sahipti. Ordunun onayı olmadan çok partili düzene geçmek pek kolay olmayacaktı.

Demokratikleşme bir anda gerçekleşen bir şey değildir. Belirli aşamalardan geçilerek ulaşılabilmektedir. Uygulamada bazı ülkelerin demokratik yönetimlere geçmelerinden bir süre sonra ters dalganın bunu takip etmesi sonucunda, tekrar otoriter rejimler haline geldikleri görülmüştür. Bunun nedeni ise demokratikleşmek için gerekli olan şartların tam olarak oluşmamış olmasıdır. Demokratik kurumlar ve yöntemler gerektiği gibi kurumsallaşamamış ve pekişememişse, bir geri dönüş söz konusu olabilmektedir. Demokratikleşme sonuç itibariyle bir süreci ifade etmektedir. Her ülkenin bu sürecin farklı aşamasında olduğu söylenebilir. Türkiye daha öncede bahsedildiği gibi, II. Dünya Savaşı sonrasında çok partili demokratik sisteme geçtiği halde, hala daha askeri müdahalelerin mevcut olmasının nedenini bu bağlamda, demokratik sistemin henüz daha kurumsallaşamamış ve yeterince pekişmemiş olmasında aramak gerekir. Yani, her ne kadar otoriter tek parti iktidarından, demokrasiye geçilmiş olsa da demokrasinin olmazsa olmazı olan kurumlar pekişmemiştir (Dursun, 2005: 179-180). Devlet ile toplum arasındaki ilişki ulus inşası şeklinde tekçi bir yapı taşımaktaydı. Dolayısıyla sistem demokrasiye göre tasarlanmamıştı. Yaşanan krizlerin temelinde yatan faktörlerin başında bu durum gelmektedir (Dursun, 2004: 200). Bu süreçte bütün siyasi görüşlerin temsilini mümkün kılan bir yaklaşım sergilenmediğinden yeni partilerin kurulmasına ya izin verilmemiş ya da kontrolden çıktığı düşünüldüğünde kapatılmıştır. Dolayısıyla siyasi partilerin devamlılığı ve demokratik seçimlerin yapılması mümkün olamamıştır.

Her ne kadar demokratik seçimler ile iktidar el değiştirmiş olsa da henüz daha siyasal rekabetin sınırları, iktidar-muhalefet ilişkileri, ortak anlayış ve davranış şekilleri geliştirilememişti. Bu dönem bütün bu kurumsal yapıların ilk kez ortaya çıktığı ve denendiği bir zaman dilimiydi (Turan, 1994: 451). Cumhuriyetin kurucu partisinin siyasal kültürü de demokratikleşmeye uygun bir ortamın oluşmasına fırsat vermemekteydi. CHP, seçimi kaybettikten sonraki dönemde de “…devletçi asker ve sivil yönetici elitlerin, dine karşı açık ve kesin tavır alanların, materyalist ve pozitivistlerin partisi olma özelliğini korudu” (Dursun, 2004: 276).

Bütün bu değişimlere rağmen tek-parti zihniyeti devam etmiştir. İktidarı devralan DP’nin siyasal kültürü ve uygulamaları da ülkede demokratikleşmenin derinleşmesinin önünde bir engel teşkil etmekteydi. Demokrat Parti (DP)’de, iktidarın sınırsız olduğu ve kısıtlamanın mümkün olmadığı düşüncesi hakimdi. Muhalefetin bütün faaliyetleri kontrol edilmek istendi ve devlet imkânlarından tek taraflı olarak faydalanma yoluna gidildi. Parti içi muhalefete karşı da tahammül edilememiştir. Asker-sivil elitlere kuşkuyla yaklaşılarak, kendine yeni ortaklar (toplumsal kesimler) bulma yoluna gitti (Turan, 1994: 452-453). Türk siyasal kültürü demokratik bir yapının yerleşmesi için gerekli olgunluktan çok uzaktı.

    1. 27 Mayıs 1960 Darbesi

1950’de yapılan seçimlerde iktidara gelen Demokrat Parti, 1954 ve 1957 seçimlerini de kazandı. Demokrasinin kurumsallaşması için bu dönemde önemli adımlar atılmış olduğu halde, demokratik kurumlar gerekli olduğu kadar pekişmediler. Bu dönemde en başta iktidar-muhalefet arasındaki ilişkilerde bu kurumsallaşma yetersiz kalmıştır. Türk siyasal kültüründe muhalefete olumlu gözle bakılmamıştır. Bundan dolayı çok partili döneme geçildikten sonra iktidar partilerinin muhalefete karşı tahammülsüz davrandıkları ve bunun da askeri darbelere giden yolda önemli bir etken olduğu söylenebilir (Dursun, 2005: 182-183). İktidar-muhalefet ilişkisi günümüze kadar aynı şekilde devam etmiştir.

Bu tahammülsüzlük olayı DP ile sınırlı değildir. Tek parti döneminde muhalefetin kurumsallaşması diye bir şey mümkün olmamıştır. Arada bir ortaya çıkan muhalif tavır ve eylemler ise ağır bir şekilde bastırılmıştır. Ancak II. Dünya Savaşı sonrasında, dünyadaki konjonktürün de zorlamasıyla muhalefetin kendini meşru bir zeminde ifade edilebilmesine göz yumulmuştur. 1946’da DP kurulduktan sonraki dönemde CHP’nin tutum ve davranışları ile muhalefeti meşru görmediği anlaşılmaktadır. Uluslararası konjonktürün de zorlaması ile CHP, muhalefete tahammül etmek zorunda kaldı. Muhalefette kaldığı dönem içerisinde CHP’nin tahammülsüzlüğünden durmadan şikâyetçi olduğu halde, kendisi iktidar olduktan sonra, aynı olumsuz tavırları DP de sergilemiştir. Bu durum iktidar-muhalefet ilişkisinin kurumsallaşmasını olumsuz etkilemekle kalmamış, sistemi krize sokmuştur ve sonunda darbenin gerekçelerinden biri haline gelmiştir. DP, sadece CHP’ye karşı değil, diğer muhalefet partilerine ve kendisine muhalefet eden toplum kesimlerine karşı da tahammülsüz davranmıştır. Hatta kendi içerisindeki muhalifleri tasfiye etme yoluna gitmiştir (Dursun, 2005: 184-186). Tek, bölünmez ve parçalanmaz bir egemenlik anlayışı hakimdi ve bu egemenliği kullanmaya sadece iktidar partisinin lideri sahipti.

Basın ve CHP’yi baskı altına almak için mecliste 15 kişiden oluşan bir “Tahkikat Komisyonu” kuruldu. Buna muhalefet, basın ve üniversiteler çok sert tepki gösterdiler. Her gün yeni yasaklar ve baskılar geliyordu. İnönü ise hükümeti tehdit ediyordu (Dursun, 2000: 37-45; Çavdar, 2004: 75-77). Bu dönemdeki mücadelenin bürokratik merkez ile demokratik kenar arasında olduğu söylenebilir. Bir tarafta cumhuriyetin kurulması ile oluşan sosyo-politik düzenin korunması için mücadele eden merkez (bürokrasi ve aydınlar), diğer tarafta ise değişim talep eden kenar vardı. Merkez, askeri seçkinleri de kapsadığı için güç kullanma tekeline sahipti (Kalaycıoğlu 1994: 472). Mücadelenin sertleşmesi, toplumda kutuplaşmayı beraberinde getirmekteydi. İktidar-muhalefet ilişkisinin gerilim seviyesi toplumsal katmanlara yansımaktaydı.

Demir’e göre 1950 sonrası dönemde yapılan seçimleri DP ezici çoğunlukla kazandığı için, CHP’liler demokratik yollarla tekrar iktidara gelmelerinin mümkün olmadığını fark ettiler ve askerin desteği ile DP’yi iktidardan uzaklaştırmaya çalıştılar. DP bu durumu sezdiği için CHP’yi sindirme politikası izlemeye başladı (Demir, 2002: 159).

Asker ile DP arasındaki gerilimin oluşmasında, DP’nin 1950’de orduda gerçekleştirdiği tasfiye etkili olmuştur. Genelkurmay Başkanının arabasının plakasının kırmızı olmaması dahi bir rahatsızlık gerekçesi olarak algılanıyordu. Fakat bu gerginliğin artmasında farklı gelişmelerin özellikle 1954’ten itibaren etkili olmaya başladığı söylenebilir. Bu dönemden itibaren ordu içerisinde darbeci oluşumların oluşmaya başladığı gözlemlenmiştir. Bu oluşumların sayılarında 1957 sonrasında artış olmuştur. 1958’de Dokuz Subay olayı cereyan etmiştir. Darbeciler cezalandırılmadığı gibi, darbecileri ihbar eden subay cezalandırılmıştır. Adnan Menderes ordunun siyasilere bağlılığına çok güveniyor ve darbe ihtimalini pek gerçekçi görmüyordu (Dursun, 2001: 32-33). O döneme kadar siyasete müdahil olmamış olması dolayısıyla ordunun hep tarafsız kalacağı umulmuştur.

Küçük, ortaya çıkan bunalımı şu şekilde yorumlamaktadır: “Fiiliyatta varlığından bahsedilen bu bunalımın, gerçekte CHP destekli üniversite hocaları, gazeteciler ve subayların büyük oranda abartısı neticesinde suni olarak meydana getirilen bir “bunalım görüntüsü” olarak düşünüyorum” (Küçük, 2005: 73).

Bu gelişmelerin sonunda ülkede siyasal ve sosyal bir kriz yaşanmıştır. İstanbul ve Ankara’da meydana gelen olaylar ülkede kardeş kavgasının çıkmakta olduğu izlenimini vermiştir. Diğer sebeplerin de etkisi ile ordu içerisinden bir grup subay 27 Mayıs 1960’da darbe gerçekleştirmiştir. Bu darbe, darbe taraftarı toplumsal kesimler tarafından krizin aşılması için olumlu bir adım olarak görülmüştür (Dursun, 2005: 186). Bu kesimler aslında demokrasiye ve halkın iradesine şüphe duyuyorlardı (Dursun, 2000: 57). Normal yoldan CHP’nin iktidara gelerek toplumu şekillendirmesinden ümidini kesmiş olan bürokratik-askeri elitler, askeri darbeyi bir kurtuluş yolu olarak görmüşlerdir.

Toker’e göre askeri darbe İsmet İnönü’nün bilgisi dışında gerçekleşmiştir. Fakat İnönü’ye göre krizin aşılmasında başka bir çare kalmamıştı (Toker, 1991: 11). Cem’e göre ise darbenin gerçekleşmesinde bürokrasinin etkisi çok büyüktür. Bu dönemde CHP darbe taraftarı tutum almıştır (Cem, 1998: 366-367).

1946’da çok partili demokratik sisteme geçilmesi ile birlikte asker ve sivil bürokrasi gücünü büyük ölçüde eşraf ve burjuvaziye kaptırmıştı. Bürokratların yüz yıllık oluşturdukları şemanın dışına çıkılmaktaydı bu yeni sınıfın yönetiminde ve bu durumdan oldukça rahatsız oluyorlardı (Turhan, 1991: 172; Yılmaz, 2005: 301-302). Askerin darbe yapmasının üç temel nedeni olduğu söylenebilir. Bunlardan ilki, askerin maddi durumunun zayıflaması, ikincisi toplumsal statülerinin gerilemesi ve üçüncüsü, Demokrat Partinin orduyu denetim altına almak için, ordunun otonomisini yok etmesiydi (Turhan, 1991: 172). Bu faktörler zamanla hükümete karşı antipatiyi arttırmıştı.

27 Mayıs darbesi ile adeta 1950’de Demokrat Parti’nin başa gelmesinin rövanşı alınmış oluyordu (Dursun, 2000: 53; Tuncel, 2005: 618). DP’nin kapatılması için bir grup CHP’li cunta nezdinde girişimde bulundu (Toker, 1991: 76-77). Askeri cunta İnönü’yü ordunun büyük ve muzaffer komutanı olarak görüyor ve ona karşı büyük bir sevgi besliyorlardı. Org. Cemal Gürsel’in İnönü’nün sözlerine birer peygamber buyruğu gibi uyulacağını söylemesi bunun en güzel göstergelerinden biridir (Toker, 1991: 83-84). CHP’nin karşı olması durumunda bir darbe gerçekleşemezdi.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez vuku bulan darbe ile halkın temsilcilerinin iktidardan uzaklaştırılmalarına nasıl tepki verileceğini ne yönetim ne de halk biliyordu. Osmanlı Devleti döneminde sultanların hal edilmesi ve yerine başkasının geçirilmesi halkı pek ilgilendirmiyordu. DP ile iyi ilişkileri olmayan aydınlar, üniversiteler, basın başta olmak üzere bazı kesimler tarafından bu darbe büyük bir mutlulukla karşılandı (Dursun, 2000: 7-8; Özgür, 1999: 158-159). Halkın tepki gösterdiği ve darbeye karşı durduğu söylenemez. Cumhuriyet sonrası dönemde muhalif tavırların çok sert bir şekilde cezalandırılmış olması halkı sindirmişti.

MBK (Milli Birlik Komitesi), içlerinde 235 generalinde olduğu 4000’i aşkın subayı emekliye ayırdı. Bunlar ordudaki radikal kesimdi; yani yönetimin siyasilere devrine karşı çıkanlardı. 28 Ekimde ise 147 öğretim üyesi üniversiteden uzaklaştırıldı (Çavdar, 2004: 92). Darbe sonrasında sadece DP değil, darbe taraftarı olan bazı asker ve sivillerin de zarar gördüğü söylenebilir.

CHP açık bir şekilde darbeyi destekliyor ve onun nimetlerinden faydalanmaya çalışıyordu. 1959’da CHP 14. Büyük Kurultayı’nda kabul edilen “İlk Hedefler Beyannamesi”nde talep edilenlerin, darbe sonrasında cunta tarafından yerine getirildiği görülmektedir. Bu taleplerden bazıları şunlardır: Anayasa mahkemesi, planlama teşkilatı, çift meclis, özgür basın, özerk üniversite, özerk radyo, yargı güvencesi (Dursun, 2000: 71-72; Çavdar, 2004: 72). Bu bile CHP ile ordu arasındaki gönül birliğinin varlığını ispat etmeye yeter. Heper, bu görüşe pek katılmamaktadır. Ona göre Türk ordusu darbelerden sonra da tarafsızlığını devam ettirmiştir (Heper, 1998: 224). Ordunun siyaset kurumuna karşı tarafsız olduğunu söylemek pek doğru olmaz. CHP ile ordunun ilkesel anlamda bir uyumu olduğu ve seçilmişlere mesajların gerek görüldüğünde asker vasıtasıyla verildiği ortadadır.

Askeri müdahalelerden sonra ortaya çıkmış olan krizlerin aşılması ile yetinilmemiştir. Bu dönemlerde demokratik sürecin ve kurumların yeniden düzenlenmesine önem verilmiş ve sistem krizleri çözebilecek araçlarla donatılmıştır. Sistemin bu dönemlerde yeni şartlara uygun olarak restore edildiği söylenebilir. Ara dönemlerde yapılan restorasyon ile kısa vadede olumlu sonuçlar alınsa bile, halkın bu yeni tanzimde katkısı ve onayı söz konusu olmadığı için, bir süre sonra yeniden kriz ortaya çıkmakta ve bunu takiben yeni bir darbe gerçekleşmektedir. Bu kısır döngü içerisinde çıkmaz devam etmektedir (Dursun, 2005: 180-181). 1961 Anayasası ilerici bir karakter taşımakla beraber, hazırlanış sürecinin meşruiyeti dolayısıyla kısa zamanda işlevsiz hale gelmiştir.

1960 darbesi sonrasında atılan tüm adımların gayesi, yönetimi siyasal elitlerden alarak, tamamen bürokratik kadrolara vermekti (Turhan, 1991: 174). Dursun’a göre, 1924 Anayasasının oluşturmuş olduğu Birinci Cumhuriyet, darbe ile sonlandırıldı ve 1961 Anayasası ile İkinci Cumhuriyet kurulmuş oldu (Dursun, 2005: 187). Anayasa’nın başlangıç bölümünde, 27 Mayıs darbesi meşrulaştırılarak, ulusun direnme hakkının bir sonucu olarak gösterildi. Bu yaklaşım daha sonraki darbelere de gerekçe oluşturmuştur (Çavdar, 2004: 101).

1961 darbesi sonrasında Anayasa ile getirilen yeni kurumlar, askeri vesayet sisteminin kurumsallaşmasını sağladı. Anayasa ile çift meclis uygulamasına geçildi. TBMM, Millet Meclisi ve Senato’dan oluşacaktı. Millet Meclisi nispi temsil sistemi ile seçilen 450 milletvekilinden oluşurken, Senato çoğunluk sistemi ile seçilen 150 üye ve Eski Milli Birlik Komitesi üyeleri ile eski Cumhurbaşkanları ve Cumhurbaşkanı tarafından atanacak 15 üyeden teşekkül edecekti. Senato üyesi seçilebilmek için 40 yaşını doldurmuş ve üniversitede okumuş olmak şarttı (Çavdar, 2004: 102; Buran, 2005: 569; Dursun, 2004: 380). Yasalar önce Mecliste görüşüldükten sonra Senatoya gönderilirdi. Bazı özel durumlarda ise ikisi birlikte toplanırdı. Bu iki meclise birden TBMM denmekteydi. Bu yapı ile partinin çoğunluk diktasının önü kesilmek ve almayı düşüneceği radikal kararların engellenmesi amaçlanmıştı. Senato kurulu düzenin garantisi olarak görülmekteydi (Çavdar, 2004: 102). Senato içinde eski Milli Birlik Komitesi üyelerinin de yer alması, Millet Meclisi tarafından alınan kararların Senato’da engellenmesine daha fazla olanak vermekteydi.

1924 Anayasası yasamaya anayasayı yorumlama yetkisini vermişti (Erdoğan, 2005: 104). CHP’ye göre DP Anayasayı sık sık ihlal etmişti ve bu yolla çoğunluk baskısını temin etmişti. 1961 Anayasası ile Anayasa Mahkemesi kuruldu. Sağ iktidarlar tarafından bu mahkeme ulusal egemenliğin tecellisinin önünde bir engel olarak görüldü ve eleştirildi (Çavdar, 2004: 102-103). Erdoğan’a göre Türkiye gibi bürokratik yönetimin resmi ideolojiye dönüştüğü ülkelerde anayasal yargı vatandaşların aleyhine, ideolojik devletin takviyesine hizmet edebilmektedir (Erdoğan, 2005: 28). Meclisin aldığı kararlar Anayasa Mahkemesi vasıtasıyla kontrol edilmiş ve gerek görüldükçe siyasi partiler yasaklanabilmiştir. Siyaset kurumunun üzerinde ciddi bir vesayet organı işlevini görmüştür.

Siyasal iktidarın üniversitelere baskı kurmasını ve bazı öğretim üyelerinin görevden alınmasını engellemeye dönük olarak bazı düzenlemelere 1961 Anayasasında yer verilmiş ve üniversitelere özerklik tanınmıştır. Daha önceki dönemde DP’nin radyoyu kendi propaganda aracı olarak kullanmış olması dolayısıyla CHP İlk Hedefler Bildirisi’nde bu kurumun özerk bir yapıya kavuşturularak, hükümetlerin kontrolünden çıkarılmasını talep etmişti. CHP’nin bunu talebi de 1961 Anayasasında karşılık buldu ve TRT özerkleştirildi. 1961 Anayasası ile yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesine dönük düzenlemeler de yapıldı. Yasama ve yürütme organlarının yargı kararlarını değiştiremeyecekleri ve uygulamasını geciktiremeyecekleri de Anayasa tarafından belirtilmektedir. Yine hakimlerin azlolunamayacağı ilkesine de yer verilmiştir (Çavdar, 2004: 105-108).

Demokrasilerde asker, sivillerin denetimi altında olduğu halde, 1961 Anayasası ile bu yöndeki uygulamaya bazı istisnalar eklenmiştir. Yasama içerisinde MBK üyelerine yer verilmiş olması bu yöndeki düzenlemelerden biridir. Askeri Yargı ve Askeri Yargıtay Anayasal kurum durumuna getirilmiştir. Yürütme içerisinde askeri bürokrasiye imtiyazlı bir yer verilmiştir (Küçük, 2005: 76).

Darbeye meşruiyet kazandırmak için eski hükümet üyelerinin cezalandırılmasının gerekliliğine inanılmaktaydı (Dursun, 2000: 73; Çavdar, 2004: 95). Hatta ölüm cezalarının verilmesiyle darbenin meşruiyetinin sağlanacağına inananlar da vardı. Yargılama sonucunda içlerinde Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın da bulunduğu 15 kişiye idam kararı verildi. Bunların içinden Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın idamını Milli Birlik Komitesi onaylarken, diğerleri farklı cezalara çarptırıldılar. Bu idamlara karşı toplumda büyük bir şaşkınlık vardı ve en ufak bir tepki gösterilmedi. Halkta bir sinmişlik ve çaresizlik durumu hakimdi (Dursun, 2000: 89-91). Siyasilerin idamı ile, gele- cek dönemlerde yönetime gelecek olanlara da mesaj verilmiş olmaktaydı.

Dinin denetim altında tutulmasının gerekliliğine inanılmaktaydı. Bu nedenle 1961 Anayasasının 19. maddesinde ve 1965’de hazırlanan Siyasal Partiler Kanunu’nda bireylerin ve partilerin dini siyasal amaçlarla kullanması yasaklandı (Toprak, 1994: 394). Arslan’a göre Cumhuriyet en iyi ihtimalle dine kayıtsız, daha hoşgörüsüz biçiminde ise dine düşmandır. Çünkü hakiki mürşit ilimdir, akıldır. Geri kalan her şey insanlığın gelişiminin önünde bir engeldir (Arslan, 1999: 197). Aydınlanma düşüncesinin etkisi Türkiye’de uzun yıllar devam etmiştir. Din ilerlemenin ve gelişmenin önünde bir engel olarak görülmekteydi.

DP’nin Türkiye’nin her yerinde yapmış olduğu örgütlenme ile halkın teveccühünü kazanmakta etkili olduğunu düşünen cunta, yeni dönemde kurulacak olan partilerin halk ile aynı şekilde bağlantı kurmalarını engellemek için, partilerin ilçe kademesinin altında oluşturdukları “ocak-bucak” örgütlenmesini yasakladılar (Vural Dinçkol, 2005: 395). Genel oya (halka) ve bu oy sonucu ortaya çıkan organlara karşı cuntada büyük bir güvensizlik söz konusu olduğu için yürütmenin gücünü zayıflatma ve ikinci planda tutma yoluna gidilmiştir. İktidar olabildiğince fazla organ arasında paylaştırılmıştır. Yasama ve yargıdan bahsedilirken “yetki” kelimesi, yürütmeden bahsedilirken ise “görev” kelimesi kullanılmıştır. Buradaki mantık ise şöyle olsa gerek. Eğer yürütmeye belli yetkiler verilirse, bu yetkiler kötüye kullanılabilir (Kuzu, 2005: 204). Dolayısıyla yürütmeye sadece “görev” verilebilir.

Halk tepkisini idamlardan 1 ay sonra yapılan seçimlerde gösterdi. Askerin bütün baskı ve sindirme girişimine rağmen, Demokrat Parti’nin temsilcisi olarak ortaya çıkan Adalet Partisi (AP) oyların %34,7, CHP %36,7’sini almıştı. Aslında AP ile aynı çizgide olan Yeni Türkiye Partisi (YTP) de dikkate alındığı zaman, bu sonuçlar CHP için çok kötüydü, oyları azalmıştı (Dursun, 2000: 93; Çavdar, 2004: 114-115). Asker bu şartlar altında iktidarı seçilmişlere devretmek istemiyordu. 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanının da bulunduğu on general ile 28 albay “21 Ekim Protokolü”nü imzaladılar. Protokolde seçimleri iptal etmekten, siyasi partileri yasaklamaya ve MBK’ni lağvetmeye kadar çeşitli tehditler bulunuyordu. Bu müdahale kararının meclisin açılmasından önce yürürlüğe konulması düşünülüyordu (Dursun, 2000: 93-94; Dursun, 2003: 19-20).

Bu gelişmeden sonra Cemal Gürsel partilerin temsilcilerini Çankaya’ya davet etti ve onları “Çankaya Protokolü”nü imzalamaya mecbur bıraktı. Bu protokole göre MBK’nin emekliye ayırdığı subaylar yeniden görevlendirilmeyecekler, Yassıada’da mahkûm edilenlere af getirilmeyecek, Gürsel Cumhurbaşkanı seçilecek ve İnönü’de Başbakan olacaktı. MBK kendi hazırladığı Anayasayı ihlal ediyor ve siyasi partileri baskı altına almış oluyordu (Dursun, 2000: 94). Siyasetin ne şekilde işleyeceğini ordu belirlemek istiyordu. Bu durum seçimleri anlamsızlaştırıyordu.

Yeni dönemde her ne kadar askerin istediği tarzda bir hükümet kurulmuş olsa da sorunlar bitmemişti. Askerin içerisinde gidişattan rahatsız olanlar mevcuttu. Onlar yeniden darbe planları yapıyorlardı. Bu girişimlerden en önemlisi Harp Okulu Komutanı Talat Aydemir’in 22 Şubat 1962’de yaptığı darbe girişimidir. Ordunun üst tabakası bu girişimi desteklemediği için başarısız oldu. Aydemir ve arkadaşları çıkarılan bir yasayla af edildiler. Fakat 20/21 Mayıs 1963’de yeni bir darbe girişiminde bulundular. Tutuklanan Aydemir ve arkadaşları mahkeme kararı ile idam edildiler (Dursun, 2000: 98-99; Demir, 2002: 169). İkinci darbe girişimi sırasında 1’i albay olmak üzere 8 asker ölmüştü (Demir, 2002: 160). Türkiye’de gerçekleştirilen darbeler ve darbe girişimlerinde bulunanlar cezalandırılmamışlardır. Ya görevlerinde emekliye kadar çalışmışlar ya da emekliye ayrılmışlardır. Emekliye ayrılanlar ise siyasi partiler tarafından kapışılmıştır. Bu durumun tek istisnası Aydemir’in ikinci darbe girişimidir. Onun cezalandırılmasının nedeni ise, komuta zincirinden ayrılarak işi daha alt seviyede olan askerlerle halletmeye kalkışmasıydı. Yani darbe girişimi dolayısıyla değil, hiyerarşiyi çiğnediği için cezalandırılmıştır. Bu girişimde bu- lunan Harbiye öğrencileri okuldan atıldıkları halde, korunmuşlardır. İstedikleri üniversitelere yerleştirilmişlerdir. Aydemir’in darbe girişimlerini iktidarda bulunan CHP, koalisyon ortakları üzerinde baskı kurmak için kullanmıştır. Hatta Özgür’e göre bu girişimler CHP tarafından desteklenmiştir (Özgür, 1999: 158). Askerin varlığı sayesinde CHP’nin yönetimde etkili olmaya çalışması darbeci zihniyetin ordu içerisinde varlığını sürdürmesinde etkili olmuştur.

Demokrat Parti çizgisinde bir partinin tek başına iktidara gelmesini engellemek amacıyla seçim sistemi değiştirilerek “Milli Bakiye Sistemi” getirildi. Fakat 10 Ekim 1965 seçimlerinde AP beklentilerin çok üzerinde oy alarak (%52,9) 240 milletvekili çıkardı. 1969 seçimlerinde ise AP oyların %46,5’ini alarak 256 milletvekili çıkartırken, CHP ise oy kaybına uğramış ve 143 milletvekili çıkarmıştı (Dursun, 2000: 100- 105; Dursun, 2003: 22). Gerek aydınlar içerisinden, gerekse solda bir kesim seçim yoluyla iktidara gelmelerinin mümkün olmadığını düşünmeye başlamışlardı. Ülkenin kalkınmasının ve Anayasada belirtilen reformların yapılmasının ancak “Zinde Güçler” olarak adlandırılan asker, aydın ve ilerici örgütler tarafından darbe yoluyla iktidarın ele geçirilmesiyle yapılabileceğini düşünüyorlardı. Nitekim 1969’da yayına giren Devrim dergisi, tek parti iktidarının gerçekleşmesi için askeri kışkırtıyordu. Darbenin oluşması için gerekli ortamın oluşturulması için mücadele ediyordu. Dünyanın değişik yerlerinde yapılan askeri darbelere övgüler diziyorlardı (Dursun, 2000: 108-126; Çavdar, 2004: 117-121). Darbeler ancak belli toplumsal kesimlerin desteği ile hayata geçirilebilir. Bundan dolayı darbe yaptığı için askerin eleştirilirken onu teşvik eden sivillerin masum gösterilmesi doğru bir yaklaşım tarzı değildir.

1950’li yıllarda askerin ekonomik olarak durumu kötüleşmişti. Artan fiyatlara karşın, maaşları gerekli oranda artmamıştı. Adları gazinolarda “gazozcu”ya çıkmıştı (Dursun, 2000: 46). Fakat özellikle 60’lı yıllarda durum çok değişmiştir. Kurulan OYAK (Ordu Yardımlaşma Kurumu) sayesinde ticarete girmişlerdir. Askerin maaşını arttırmaya dönük yasalar çıkarılmıştır. Generaller elçi olarak yurt dışına gönderiliyorlar, birçok emekli subay bürokrasinin değişik kollarında üst makamlara getiriliyordu. Generaller artık ayrıcalıklı bir konuma kavuştukları için statükonun korunması taraftarıydılar (Tuncel, 2005a: 619).

    1. 12 Mart 1971 Muhtırası

1961 Anayasası ile demokratik siyasal hayata geri dönüldükten sonra geçen 10 yıllık süre içerisinde, yeni oluşturulan düzen ihtiyaçlara cevap veremez hale geldiği için, bir restorasyona ihtiyaç duyuldu (Dursun, 2005: 187). 1969’da dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de gençler değişim talepleri ile sokaklara döküldüler (Dursun, 2000: 8). 12 Mart 1971 tarihinde Türkiye’de ikinci kez yaşanan ters dalga sonucunda demokrasiden otoriter yönetime geçildi. Bu kez işlem daha değişik bir yöntemle gerçekleştirildi. Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının birlikte imzaladıkları “muhtıra” radyodan okundu. Bu muhtırada komutanlar demokratik seçimlerle iş başına gelmiş olan hükümetin istifasını ve Atatürkçü bir anlayışla anayasanın öngördüğü düzenlemeleri yerine getirebilecek güçlü bir hükümetin kurulmasını talep etmekteydiler. Eğer bu talepler yerine getirilmezse ordunun yönetime tamamen el koyacağı ihtarı da yapılmaktaydı (Dursun, 2005: 187; Çavdar, 2004: 193; Turhan, 1991: 176-177). Özbudun, 12 Mart Muhtırasını demokrasinin yeniden dengelenmesi olarak görmektedir. Çünkü Anayasa yürürlükten kaldırılmadığı gibi, ne meclis dağıtılmıştır ne de siyasal partiler kapatılmıştır (Özbudun, 2007: 29). Fakat bu muhtıra Anayasaya uygun olmayan bir girişimdi ve dolayısıyla bunu demokrasinin yeniden dengelenmesi olarak değil de, sistemin yeniden askeri elitlerin istediği şekilde yapılanması olarak değerlendirmek gerekir.

Bu muhtıraya ülkeyi götüren farklı nedenler olmakla beraber en önemlisi, 1961 Anayasasının getirdiği yeni sistemin kurumsallaşamamasıydı. Bu yeni sistem daha önceki döneme göre daha liberal içerikliydi; birey hak ve özgürlüklerine önem veren bir sistem durumundaydı. Fakat belki de daha da önemlisi, milli egemenliği TBMM’nin diğer kurumlar ile birlikte kullanılmasını öngörmekteydi. Bu durumuyla yürütmenin hareket alanını daraltmayı amaçlamaktaydı. 1961 Anayasasının kurumsallaşamamasındaki en önemli neden, bunun yapılış tarzından kaynaklanmaktadır. DP kapatılmış olduğu için sürecin dışında kalmıştı. Yeni Anayasayı yapmak için oluşturulan “Kurucu Meclis” 23 kişiden oluşan Milli Birlik Komitesi ile 273 sivilden teşekkül eden Temsilciler Meclisinden oluşmaktaydı. Bu mecliste toplumun önemli bir kesimi temsil edilmemişti. Üyelerin bir bölümü faaliyetini sürdüren partilerin kendi seçtikleri temsilcilerden oluşurken, bir bölümü de iki dereceli seçimle tespit edilmişlerdi. Ayrıca barolar, öğretmen örgütleri, sendikalar, yargı organları, üniversiteler gibi örgütlerden gelen temsilciler de vardı. Temsilciler Meclisinde CHP’nin 222 temsilcisi vardı. Toplumun yaklaşık yarısının tek bir temsilcisinin olmamış olması, Anayasanın tartışmalı olmasının temel nedeni olmuştur. Anayasa yapım sürecine katılmayanlar sonraki dönemlerde eleştirilerini yoğunlaştır- mışlardır. Anayasa’nın topluma “bol” geldiği hep tekrarlanmıştır ve krizin derinleşmesinde bu durum etkili olmuştur (Dursun,2005: 187-189; Dursun, 2003: 13-17). En ideal düzenleme dahi toplumsal destek sağlanmadan yapılmış olsa, kısa sürede yıpranır ve işlevsiz hale gelir. Toplumsal olarak meşruiyetten yoksun olması dolayısıyla 1961 Anayasası toplumun önemli bir kesimi tarafından benimsenmemiştir.

Yeni oluşturulan sistemin kurumsallaşamamasının nedenlerinden birini ise, sistemin niteliği oluşturmaktadır. DP iktidarı dönemindeki krizi dikkate alarak, seçimlerde kazanan partinin ülke yönetiminde etkisini olabildiğince azaltmıştı. Anayasa’nın 4. maddesine göre “millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır.” Anayasa ile oluşturulan bazı bürokratik organlar ile seçilmiş hükümetin birlikte egemenliği kullanmaları esası getirilmişti. Oysa 1924 Anayasasının 4. maddesine göre “Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin yegâne ve hakiki mümessili olup millet namına hakk-ı hâkimiyeti istimal eder.” Yani millet adına egemenliği kullanmada tek yetkili organ TBMM idi (Dursun, 2005: 189-190; Küçük, 2005: 74-75; Karatepe, 2005: 250-251). Bu yolla siyasi elitin kontrol edilmesi amaçlanmaktaydı.

1965’ten muhtıraya kadar olan dönemde ülkeyi tek başına yöneten Adalet Partisi (AP), 1961 Anayasası ile ülkenin yönetilemeyeceğini dile getirerek değiştirilmesini isterken, muhalefetteki CHP ise Anayasada bir sorun olmadığını, hükümet uygulamak istemediği için problemlerin çıktığını, hükümete kendileri geldiği takdirde sorun kalmayacağını savunuyordu (Dursun, 2005: 190). Hem iktidar hem de muhalefet bir uzlaşı için gerekli çabayı göstermekten uzaktılar.

Muhtıradan 4 gün sonra darbe yanlısı olan 5 general/amiral ile 8 albay emekliye sevk edildiler. Aslında darbecilerin bir bölümü diğer bir bölümünü tasfiye ettiler. Hatta bu muhtıranın amacının ordu içerisindeki darbe yanlısı radikallerin tasviyesi olduğu iddia edilmiştir (Dursun, 2000: 136-137). Türköne’ye göre her askeri darbe ordu içerisinde bir hesaplaşmayı beraberinde getirmektedir, bu da orduyu yıpratmaktadır (Türköne, 2005). İlk bakışta darbe AP iktidarına ve Süleyman Demirel’e yapılmış gibi görünüyordu, fakat zamanla bu darbenin daha ziyade sola dönük olarak yapıldığı ortaya çıkmıştır (Çavdar, 2004: 215; Baydur, 1997: 318-319). Muhtıra sonrası atılan adımlar, darbenin sola dönük yönünü öne çıkarmıştır.

Muhtıra döneminde seçilmiş organların varlığı sözde devam etmekle beraber otoriter bir yönetim 14 Ekim 1973’e kadar sürmüştür. Bu dönemde ordunun vesayeti altında meclis faaliyetlerini yürütmüştür. Bu dönem zarfındaki gerek Anayasa değişikliği, gerek diğer bütün karar ve uygulamalar askerin baskısı ve yönlendirmesi ile seçilmişlerden oluşan hükümetlerce yerine getirildiler. Sistem restore edilerek devletin erki arttırılmıştır. Anayasanın bazı liberal öğeleri sınırlandırılmıştır. Silahlı kuvvetler bu dönemde de tıpkı daha önce olduğu gibi, kendi ayrıcalık ve özerkliklerini daha da arttırmıştır (Dursun, 2005: 190). Her bir askeri müdahale sonrasında asker kendine alan açmış ve kazanımlar elde etmiştir.

Bu dönemde de asker bazı kazanımlar elde etmiştir. Bu kazanımların belki de en önemlisi askeri yargının alanının genişletilmesidir. Yapılan düzenlemeyle askerlerle ilgili idari eylem ve işlemlerle ilgili yargısal denetim, yeni oluşturulan Askeri Yüksek İdare Mahkemesine verildi. Daha önceden denetim yetkisi Danıştayda idi. Sıkıyönetime geçişin kolaylaştırılmasının yanısıra, ordunun elindeki devlet mallarının aleni ve açık bir şekilde denetlenmesi usulünden de vazgeçilmiştir (Dursun ve Yurttaş, 2006: 233-234: Küçük, 2005: 87). TSK aynı zamanda Sayıştay denetiminden de muaf tutulmuştur (Özbudun, 2007: 102). Devlet içerisinde özerk bir yapılanmaya dönüşen askerin sivil denetimden muaf tutulması, demokratik bir devlet yapılanmasında olmaması gereken bir durumdur.

Muhtıradan radikal sol kesim büyük bir memnuniyet duyuyordu. Gazete ve dergilerde bu yaklaşım açık bir şekilde dile getiriliyordu (Dursun, 2000: 143-151; Dursun, 2003: 64-70). Fakat zamanla muhtıranın mahiyetinin farklı olduğunu gören sol aydınlar, desteklerini çektiler. Özellikle radikal sol örgütlere karşı sert önlemler alınıyor, sendikaların toplantıları ve gençlik örgütleri yasaklanıyor, Akşam ve Cumhuriyet gazeteleri on gün süreyle yasaklanıyor, radikal solun önde gelen darbe taraftarı kalemleri (İlhan Selçuk, İlhami Soysal, Çetin Altan, Mümtaz Soysal) tutuklanıyorlardı (Dursun, 2000: 158). Aşırı sol gruplar askeri darbeye kışkırttıkları halde ortaya çıkan sonuçlardan büyük hayal kırıklığı yaşamışlardı.

Muhtıra sonrasında kurulan hükümetlerin Kuvvet Komutanları tarafından onaylanması ve mecliste güvenoyu alması gerekiyordu. Bakanlar Kurulunun görevi komutanların taleplerine uygun politikalar geliştirerek uygulamaya koymaktı (Turan, 1994: 300). 1961 ve 1966’daki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde TBMM ordunun istediği adayı seçmişti. 1973’te ise askerlerin adayı Faruk Gürler idi. Ecevit ve Demirel anlaşarak emekli asker olan Fahri Korutürk’ü Cumhurbaşkanı seçtirdiler. Bu yolla meclis kendi rüştünü ispat etmek istiyordu. Bu aslında bir yönüyle Demirel’in askerlerden rövanşı alması anlamına da gelmekteydi. Aynı zamanda muhtıra sürecini de sona erdirmiştir. Asıl süreci bitiren şey ise 1973 seçimleriydi (Dursun, 2000: 160-162).

  1. Sonuç

Bağımsızlık savaşında etkin rol oynamış olan asker önemini hep korumuştur. Cumhuriyet’in kurucusu ve arkadaşlarının önemli bir bölümünün asker olması bu durumun nedenlerindendir. Asker kendini yeni kurulmuş rejimle ve onun ilkeleriyle özdeşleştirmiştir. Rejimin tehlike altında olduğunu hissettiğinde müdahaleden geri durmamıştır.

Darbelerin olmasının en önemli nedeni demokrasi kültürünün olmamasıdır. Eskiden padişahın yani tek kişinin yönetimi söz konusuyken, Cumhuriyet döneminde de tek kişinin her şeyi belirlediği bir yapı oluşmuştu. Aykırı görülen bütün yapılar ve kişiler birer tehdit olarak görülmüş ve bastırılmıştır. Demokrasiye geçilmesi de sadece toplumsal bir talep ve bu talebe verilmiş bir cevap şeklinde değil, Batı’nın da bastırması ile olmuştu. Halkın çok partili hayata geçiş arzusu ve CHP’ye karşı olan hoşnutsuzluk çok partili hayata geçiş açısından önemliydi fakat halkın bu yöndeki talebi, dış etkenlerin varlığı olmadan çok partili hayata geçilmesi için yetmeyebilirdi. CHP, iktidarı devredebilme ihtimaline hazır değildi. Yapılan 1950 seçimleri sonrasında iktidara gelen DP’de demokrasi kültürü özürlüydü ve muhalefete olumsuz yaklaşmaktaydı. CHP ise iktidara normal yollardan gelemeyeceğini anladığından bürokrasinin ve bu arada ordunun desteğiyle iktidarı dengelemeye çalıştı. Yapılan darbenin içinde olup olmadığıyla ilgili farklı yaklaşımlar olmakla birlikte, CHP’nin darbeye karşı çıkmadığı tartışmasız bir gerçektir.

CHP’nin yapmayı planladıklarını darbeciler tek tek yerine getirdiler. Yapılan anayasa değişikliği ve yeni organlar (Anayasa Mahkemesi, Senato, MGK) aracılığıyla gelecekte iktidara gelecek siyasilerin kontrolünü elde tutmayı amaçladılar. İktidarı İnönü’ye devretme koşuluyla sivillere terk ettiler.

Siyasal kültürün demokrasiyi içselleştirmemiş olması dolayısıyla bir taraftan siyasi partiler arasındaki sert mücadeleler, diğer taraftan da 68 kuşağının Türkiye’ye yansımaları dolayısıyla ortaya çıkan kriz içinden çıkılmaz hale gelince asker muhtıra yoluyla siyasal sisteme müdahale etti ve istediği bütün değişiklikleri siviller eliyle hayata geçirdi.

Siyasette boşluklar olduğunda ve sorunlar demokrasinin kurum ve kuralları çerçevesinde çözülemediğinde askerin müdahalesinin yolu açılmış oluyor. Asıl sorun demokrasinin içselleştirilememiş olmasıdır.

Kaynaklar

Akıncı, A. (2013a), “Türkiye’de Askeri Vesayetin Tesisi ve Demokratikleşmeye Olan Etkisi”, Akademik İncelemeler Dergisi, Cilt 8, Sayı 1, s.93-123

Akıncı, A. (2013b), “Türk Siyasal Hayatında 1980 Sonrası Darbeler ve E-Muhtıra”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt 15, Sayı 2, 39-58

Arslan, A. (1999), İslam, Demokrasi ve Türkiye, 1. Baskı, Vadi Yayınları, Ankara

Baydur, M. (1997), “Üniformalı Demokrasi”, Yeni Türkiye, Yıl 3, Sayı 17, Eylül-Ekim, s.306-322

Bulut, Y. (2005), “21. Yüzyıla Girerken Türkiye’de Parlamentonun Yasa Faaliyeti: Sorunlar ve Çözümler, Adnan Küçük ve diğerleri (der.), 21. Yüzyılın Eşiğinde Türkiye’de Siyasal Hayat, Cilt: 1, Aktüel Yayınları, Bursa, s.145-164

Buran, H. (2005), “Türkiye’de Parlamento Seçimleri, Yerel Seçimlerde Karşılaşılan Bazı Sorunlar ve Çözüm Önerileri”, Adnan Küçük ve diğerleri (der.), 21. Yüzyılın Eşiğinde Türkiye’de Siyasal Hayat, Cilt: 1, Aktüel Yayınları, Bursa, s.553-590

Cem, İ. (1998), Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, 13. Baskı, Can Yayınları, İstanbul

Çavdar, T. (2004), Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, 3. Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara

Çitçi, O. (2006), “Ordu-Siyaset İlişkileri”, Amme İdare Dergisi, Cilt 39, Sayı 4, Aralık, s.17-44

Çufalı, M. (2005), “Çok Partili Hayata Geçiş Dönemi: 1945-1950”, Adnan Küçük ve diğerleri (der.), 21. Yüzyılın Eşiğinde Türkiye’de Siyasal Hayat, Cilt: 1, Aktüel Yayınları, Bursa, s.401-429

Demir, O. ve A. Üzümcü (2002), “Türkiye’de Yaşanan Ara Rejimlerin Sebepleri Üzerine Bir İnceleme”, G.Ü. İ.İ.B.F. Dergisi, 1/2002, s.155-182

Dursun, D. (1999), Demokratikleşemeyen Türkiye, 1. Baskı, İşaret Yayınları, İstanbul

Dursun, D. (2000), Ertesi Gün; Demokrasi Krizlerinde Basın ve Aydınlar, 1. Baskı, İşaret Yayınları, İstanbul

Dursun, D. (2001), 27 Mayıs Darbesi, Şehir Yayınları, İstanbul 2001 Dursun, D. (2003), 12 Mart Darbesi, Şehir Yayınları, İstanbul Dursun, D. (2004), Siyaset Bilimi, 2. Baskı, Beta, İstanbul

Dursun, D. (2005), “Türk Demokrasisinde Kurumsallaşma Sorunu ve Krizleri Çözme Yöntemi Olarak Askeri Darbeler”, Muhafazakâr Düşünce, Yıl 1, Sayı 3, Kış, s.175- 196

Dursun, D. ve F. Yurttaş (2006), “Türkiye’de Demokrasiye Geçişlerde Askerin Elde Ettiği Çıkış Garantisi Olarak Milli Güvenlik Kurulu”, Muhafazakâr Düşünce, Yıl 3, Sayı 9-10, Yaz-Güz, s.223-246

Erdoğan, M. (2005), Anayasal Demokrasi, 7. Baskı, Siyasal Kitabevi, Ankara

Heper, M. (1994), “Atatürk’te Devlet Düşüncesi”, Ersin Kalaycıoğlu; Ali Yaşar Sarıbay (der.), Türkiye’de Siyaset: Süreklilik ve Değişim içinde, Der Yayınları, İstanbul, s.233-263

Heper, M. (1998), “Türkiye’de Devlet, Demokrasi Geleneği ve Silahlı Kuvvetler”, Davut Dursun; Hamza Al (der.), Türkiye’de Yönetim Geleneği, İlke Yayıncılık, İstanbul, s.209-233

Heper, M. (2006), Türkiye’de Devlet Geleneği, Çev. Nalan Soyarık, Doğu Batı Yayınları

Huntington, S. P. (2007), Üçüncü Dalga, Çev. Ergun Özbudun, Kıta Yayınları, Ankara

İzol, R. (2002), “Türkiye’de Ordu’nun Siyasi Varlık Sebepleri”, Mülkiye, Cilt XXVI, Sayı 235, Temmuz-Ağustos, s.193-215

Kalaycıoğlu, E. (1994), “1960 Sonrası Türk Siyasal Hayatına Bir Bakış: Demokrasi Neo-Partimonyalizm ve İstikrar”, Ersin Kalaycıoğlu; Ali Yaşar Sarıbay (der.), Türkiye’de Siyaset: Süreklilik ve Değişim içinde, Der Yayınları, İstanbul, s.469-493

Kalaycıoğlu, E. (2007), “Türkiye’de Politik Rejimin Evrim ve Yasama Sistemi”, Ersin Kalaycıoğlu; Ali Yaşar Sarıbay (der.), Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, 3.Baskı, Aktüel Yayınları, İstanbul, s.331-349

Kara-İncioğlu, N. (1994), “Türkiye’de Çok Partili Sisteme Geçiş ve Demokrasi Sorunları”, Ersin Kalaycıoğlu; Ali Yaşar Sarıbay (der.), Türkiye’de Siyaset: Süreklilik ve Değişim içinde, Der Yayınları, İstanbul, s.265-277

Karadağ, A. (2005), “Türkiye’de Demokratikleşme ve Demokratik Sistem”, Adnan Küçük ve diğerleri (der.), 21. Yüzyılın Eşiğinde Türkiye’de Siyasal Hayat, Cilt: 1, Aktüel Yayınları, Bursa, s.311-340

Karatepe, S. (2005), “Başkanlık Sisteminin Türkiye Açısından Değerlendirilmesi”, Adnan Küçük ve diğerleri (der.), 21. Yüzyılın Eşiğinde Türkiye’de Siyasal Hayat, Cilt: 1, Aktüel Yayınları, Bursa, s.241-258

Keyman, E. F. (1998-9), “Kamusal Alan ve “Cumhuriyetçi Liberalizm”: Türkiye’de Demokrasi Sorunu”, DOĞU BATI, II/5, Kasım-Aralık-Ocak, s.57-72

Küçük, A. (2005), “Türkiye’de Anayasalar ve Anayasacılık Hareketleri”, Adnan Küçük ve diğerleri (der.), 21. Yüzyılın Eşiğinde Türkiye’de Siyasal Hayat, Cilt: 1, Aktüel Yayınları, Bursa, s.41-110

Kuzu, B. (2005), “Türkiye İçin Başkanlık Sistemi”, Adnan Küçük ve diğerleri (der.),

21. Yüzyılın Eşiğinde Türkiye’de Siyasal Hayat, Cilt: 1, Aktüel Yayınları, Bursa, s.167- 240

Özbudun, E. (2007), Çağdaş Türk Politikası, Çev. Ali Resul Usul, 2. Baskı, Doğan Egmont Yayıncılık, İstanbul

Özgür, A. F. (1999), “Darbe Kültürümüzde ilerlemeler”, Yeni Türkiye, Yıl 5, Sayı 29, Eylül-Ekim, s.158-162

Toker, M. (1991), Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları 1944-1973; Yarı Silahlı Yarı Külahlı Bir Ara Rejim 1960-1961, 2. Baskı, Bilgi Yayınevi, Ankara

Toprak, B. (1994), “Türkiye’de Dinin Denetim İşlevi”, Ersin Kalaycıoğlu; Ali Yaşar Sarıbay (der.), Türkiye’de Siyaset: Süreklilik ve Değişim içinde, Der Yayınları, İstanbul, s.387-396

Tuncel, G. (2005a), “Türkiye’de Bürokrasi ve Siyaset”, Adnan Küçük ve diğerleri (der.), 21. Yüzyılın Eşiğinde Türkiye’de Siyasal Hayat, Cilt: 1, Aktüel Yayınları, Bursa, s.603-630

Tuncel, G. (2005b), “Türkiye’de Sivil Toplum Kuruluşlarının Tarihsel Gelişimi”, Adnan Küçük ve diğerleri (der.), 21. Yüzyılın Eşiğinde Türkiye’de Siyasal Hayat, Cilt: 2, Aktüel Yayınları, Bursa, s.709-736

Turan, İ. (1994), “Türkiye’de Siyasal Kültürün Oluşumu”, Ersin Kalaycıoğlu; Ali Yaşar Sarıbay (der.), Türkiye’de Siyaset: Süreklilik ve Değişim içinde, Der Yayınları, İstanbul, s.439-467

Turhan, M. (1991), Siyasal Elitler, Gündoğan Yayınları, Ankara

Türköne, M. (2005), “Adnan Menderes ve Arkadaşlarını Hatırlama”, Zaman Gazetesi, 29.09.2005, www.liberal-dt.org.tr, (10.04.2008)

Vural Dinçkol, B. (2005), “Çoğulcu Demokrasilerde Siyasal Partiler ve Kanaatler”, Adnan Küçük ve diğerleri (der.), 21. Yüzyılın Eşiğinde Türkiye’de Siyasal Hayat, Cilt: 1, Aktüel Yayınları, Bursa, s.387-400.

-Bu makale Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi Cilt:9 Sayı:1’de yayımlanmıştır (2014).

Türkiye’nin Darbe Geleneği: 1960 ve 1971 Müdahaleleri yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Kolluk Yetkilerinin Devredilmezliği İlkesi Açısından Özel Güvenlik

$
0
0

Özet

Güvenliğin sağlanması, modern devletin ortaya çıkışında devletin en temel işlevlerden biri olmuş ve bu doğrultuda güvenliğin sağlanması için kamusal yetki –özelde de meşru şiddet- kullanımı devlet tekelinde olmuştur. Bu nedenle, idare hukukunda kamu düzeninin sağlanması için alınan tedbir ve müdahaleleri ifade eden kolluk faaliyetleri geleneksel olarak kamu görevlileri tarafından yürütülen ve kamu hukuku rejimine tâbi bir faaliyet türü olarak düzenlenmiştir. Ancak, son yıllarda sayısı giderek artan ve 2004 yılında çıkarılan bir yasayla daha yaygın hale gelen özel güvenlik görevlilerinin kullandığı kamusal yetkiler, özel güvenlik konusunun başka bir açıdan incelenmesi gereğini ortaya çıkarmıştır. Çalışmada, özel güvenlik görevlilerine tanınan yetkiler bağlamında hangi hizmetlerin devlet tekelinde ve kamu görevlileri aracılığıyla görülmesi gerektiği konusunda ilkesel bir düzenleme olan Anayasa’nın 128. maddesi ve bu maddeden çıkarılan kolluk yetkilerinin devredilmezliği ilkesi incelenmiştir.

Giriş

Devletin diğer örgütlenmelerden ayırt edilebilecek en önemli özelliği, meşru cebir kullanma tekeline sahip olmasıdır.i Bu bakımdan güvenlik ihtiyacının karşılanması, bir yandan devletin aslî görevlerinden ve temel bir gereksinim olması, diğer yandan da bireyleri belli eylemleri yapmak bakımından engelleme/sınırlandırma, şiddet kullanma yetkisiyle temel hak ve özgürlüklere müdahale içerebilmesi bağlamında idare hukukunun da en önemli konularından biridir. Güvenlik ihtiyacının giderilmesinde kamu görevlileri dışında özel kişilere yetki verilmesi ve bu yetkilendirmenin hukuki rejimi, hukukî ve siyasal yapıda önemli değişikliklere yol açabilecektir. Çünkü “güvenlik” hizmeti ve söylemi, toplumun en önemli kavramlarından ve mülkiyet düzeninin temelini oluşturan mekanizmalardan biridir. Güvenlik, onu kişinin kendi çıkarının peşinden koşma özgürlüğüyle özdeşleştirir kılan liberal aklın köşetaşı haline gelmişii; 2000’lerden itibaren de farklı nedenlerle hukuksal ve siyasal yapının belirleyici kavramlarından birisi olmuştur. Çünkü güvenliği sağlama işleviyle devlet, sivil toplumu zaptetme aracılığıyla şekillendirmektediriii ve i,geleneksel olarak bu zaptetme ilişkisi bir kamu hukuku ilişkisi çerçevesinde idare tarafından yürütülen kolluk faaliyetleriyle kurulmuştur. Bununla birlikte, kamusal niteliğe sahip görünen güvenliğe ilişkin hizmetler sadece kamusal rejim doğrultusunda idare tarafından görülmemekte, idare hukukundaki özelleşme eğilimi güvenlik alanında da yoğun biçimde kendisini göstermektedir.

İdare hukukunda alışıldık kolluk faaliyetlerinden farklı görünen ve yakın zamanda bu konuyla ilgili özel bir yasa çıkarılmasıylaiv kolluk hizmetlerinin büyük oranda idare hukuku alanı dışında ve kamu görevlisi olmayan kişiler tarafından görülmeye başlanması nedeniyle tartışma konusu olan özel güvenlik sorunu, özel güvenlik sektörünün büyüklüğü ve hukuki yapının arkasındaki sosyal gerçeklik de dikkate alındığında, daha önce yasa koyucu ya da mahkemelerin pek önem vermediği özel kişilerin kullandıkları güç/yetkilere odaklanmak gerekliğini ortaya çıkarmıştır.v

Bu çalışmanın odaklanacağı konu, temelde kolluk yetkilerinin özel kişilere devredilip devredilemeyeceği olmakla birlikte, bunun anlaşılabilmesi için öncelikle özel güvenliğin neyi ifade ettiği, bu faaliyetlerin niteliği ve Türkiye’deki tarihçesi, özel güvenlik görevlilerinin yetkileri ve görevleri, bu faaliyetlere uygulanacak hukukî rejim sorunu incelenecek ve bu bilgiler ışığında özel güvenliğin kolluk yetkilerinin devredilmezliği ilkesini ihlal eden bir niteliğe sahip olup olmadığı konusuna yer verilecektir.

Özel Güvenliğin Niteliği

Kişilerin kendilerini ve malvarlıklarını devletten bağımsız olarak ayrıca korumak istemeleri anlamında özel güvenlik, tarihin çok eski dönemlerinden itibarenvi, hatta devletin kamusal güvenlik alanında en katı tekel sahibi haline geldiği 19. yüzyılda bile karşımıza çıkan bir olgudur. 16. ve 17. yüzyılda idarenin kapsamlı ve tekelci kollluk yetkilerine sahip olmasının sonrasında hukuk devleti fikrinin ortaya çıkışından itibaren kolluk faaliyetlerinde bir daralma yaşanmışsa da iç güvenlik konusundaki tekel devam etmiş; 20. yüzyılın başında otoriter rejimlerde tanınan geniş kolluk yetkilerinin ardından İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle tehlikenin önlenmesi aşamasında kolluk kuvvetlerine tanınan yetkiler sınırlandırılmış ve son olarak 90’lı yıllardan itibaren polisinkileri tamamlayıcı nitelikteki özel güvenliğe suçun önlenmesi aşamasında verilen yetkilerle birlikte kamusal güvenlik alanındaki tekel daha da zayıflamıştır.vii Günümüzde özel güvenlik hem sayıca artışı, hem de yetkilerinin kapsamındaki genişleme nedeniyle birçok ülkede tartışılan bir konu haline gelmiştir.

Özel güvenliğin neden bu kadar yaygınlaştığı konusundaki temel görüşler, devletin mali krizi, alışveriş merkezleri gibi toplu özel mülkiyetinviii yaygınlaşması, polis korumasının beklentileri karşılayamaması ve daha geniş bağlamda da idarenin yaşadığı yapısal dönüşüm şeklinde özetlenebilir.ix Güvenlik bağlamında idarenin belli yetersizlikler içerdiği görüşüne göre bürokrasinin ücretlendirme konusunda göstergeleri yoktur ve bu nedenle yeterince rasyonel mali denetim yapılamamaktadır. Bunun dışında idare bürokratik ihtiyaçlara kullanıcıların ihtiyaçlarından daha fazla önem verebilmektedir.x Bununla birlikte, özel güvenliğin bu sorunları ortadan kaldırıp kaldırmayacağı ve iddia edildiği gibi bu tür yararlara karşılık ne gibi sakıncaları olacağı da dikkate alınmalıdır. Ekonomik ve sosyal analiz bu çalışmanın sınırlarını aşmakla birlikte hukuki düzenlemelere gerekçe oluşturan bu analizlerin de dikkatle incelenmesi nasıl bir düzenleme yapılacağını da etkileyecektir. Bu tür düzenlemelerde sadece mali analizler tek gösterge olarak yeterli kabul edilmeyerek güvenlik hizmetinin özellikleri de dikkate alınmalıdır. Güvenlik gibi “sosyal fayda”nın gerçekleştirilmesine yönelik bu tür hizmetlerin önemli bir özelliği bölünemez olmaları nedeniyle kolektif finansman ve ortak kullanım gerekliliğidir. Bu bakımdan, maddi anlamda devlet faaliyetleri (funktionell originäre Staatsaufgaben) kapsamında olan güvenlik hizmeti, kural olarak özel kişiler tarafından görülemeyen ve devletin şiddet tekelinin doğrudan uzantısı olan bir hizmettir.xi Özellikle hukuk devletinin ancak iç düzen sağlandığı bir sistemde mümkün olduğu düşünüldüğünde aslında cebir tekeli aynı zamanda hukuk devletine ilişkin de bir ilkedir.xii Diğer yandan, devletin şiddet tekeli aynı zamanda kuvvetler ayrılığı aracılığıyla yurttaşların korunmasına da hizmet eder. Bu yüzden, kamusal güvenliğe ilişkin bir fayda ve gereklilik söz konusu olsa bile devletin polis güçlerini sınırlayıp özel kişilere bu hizmetleri gördürebilmek pek mümkün değildir.xiii Bu nedenle de liberal bir yazar olan ve devletin küçülmesini haklar temelinde savunan Nozick bile, güvenlik hizmetlerinde piyasa tarafından karşılanmasının olumsuz yanlarını belirterek bir kamu hukuku zorlayıcılığına ihtiyaçtan bahsetmiştir.xiv Gerçekten de, güvenlik hizmetlerinin özel sektöre devredilmesi, kamu hizmetlerinden daha farklı bir biçimde sonuç doğuracak ve güvenlikle ilişkili olan pek çok sosyal amaca da aykırı olacaktır. Bu bağlamda Walzer, modern bir toplumda olması gereken temel değerlerden hareket ederek belli alanların kesin ve eşit biçimde dağıtılması ve bu alanların özerk nitelikte olması gerektiğinden bahseder.xv Bununla birlikte hangi yararın sosyal değere sahip olup olmadığına karar verecek belli bir ölçüt geliştirmek güçtür ve buna verilecek kesin ve mutlak bir yanıt da yoktur. Ancak ilkesel olarak, ortak gereksinim niteliğinde ve vatandaşlık kimliği nedeniyle karşılanması gereken haklar olma özelliği bu hizmetler bakımından belirleyicidir. Bu bakımdan, bu tür bir sosyal faydanın hangi düzeyde karşılanacağına demokratik biçimde karar verilmesi ve sunulacak hizmetin belli bir düzeyin altında kalmaması önem taşır.xvi Burada bahsedilen sosyal faydanın, nasıl ve kim tarafından karşılanacağı bütün vatandaşların hayat düzeyini etkileyen bir unsurdur.

Batı Avrupa’daki ülkelerin hemen hepsinde özel güvenlik sektörü ile ilgili düzenlemeler bulmak mümkündür, fakat bu düzenlemeler de tartışmalıdır. Özellikle bu düzenlenme biçimlerinin güvenlik sektörünü yönetebilecek yeterlikte mekanizmalara sahip olup olmadığı konusunda şüpheler dile getirilmektedir.xvii Genel olarak bakıldığında ise özel güvenlikle ilgili iki temel sorundan bahsedilebilir: İlk olarak, özel güvenliğin kullandığı kamusal yetkilerin demokratik olup olmadığı sorunu ortaya çıkmaktadır. Çünkü özel güvenlik, sadece sözleşme kurduğu kişiyle değil, 3. kişilerle de muhatap olmakta ve onların hak ve özgürlüklerini de etkileyebilmektedir. Bu sorunu ortadan kaldırabilmenin yolu ise kamu düzeniyle özgürlükler arasında dengenin kurulmasını sağlayacak yasal düzenlemelerin yapılmasıdır.

İkinci ve yasal düzenlemeyle çözülmesi mümkün görünmeyen sorun ise özel güvenlik hizmetlerinin varlığının yaratılan toplumsal fayda bağlamında adaletli ve eşit bir uygulama olmayışıdır. Yani, özel güvenlik hizmetinden yararlanabilme olanağına sahip olanlar ile olmayanlar arasında devletin temel işlevlerinden olan güvenlik hizmetinden yararlanma anlamında bir eşitsizlik oluşmakta ve dağıtıcı adalete ilişkin önemli sorunlar ortaya çıkmaktadır.xviii

Tüm bu bahsedilen sakınca ve endişelere rağmen özel güvenliğin niceliksel artışını pek çok ülkede gözlemlemek mümkündür. Kamusal güvenlik alanında ilk şirket ABD’de 1850’de kurulmuştur ve bugün 186 ülkeden 154’ünde bu tür şirketler faaliyet yürütmektedirler.xix ABD’nin 150 yıllık özel güvenlik tarihinde 1995 yılında 2,1 milyon özel güvenlik görevlisi vardı ve bu rakam polis teşkilatının 3,5 katı anlamına geliyordu.xx Farklı bir tarihe sahip Çin’de ise ilk özel güvenlik şirketi 1984 yılında faaliyete geçmişti ve 2002 yılına gelindiğinde bu alanda 1400 şirket çalışmaktaydı.xxi Almanya’da 1984’te özel güvenlik hizmeti sunucularının sayısı 620 iken 10 yıl sonra 1320’ye çıkmış; 1996 yılında 1300’den fazla kurumda çalışan 150.000 civarında özel güvenlik görevlisi hizmet vermekteydi.xxii

Türkiye’deki duruma bakıldığında ise 2001 yılı verilerine göre özel güvenlik görevlisi sayısı 100 bini aşmıştıxxiii; 2006 yılında yapılan bir çalışmaya göre kamu güvenliğini sağlamaya yönelik çalışan polis sayısı 150 bin civarında iken özel güvenlik ve kişilerin korunması için tahsis edilen polis sayısı (korumalar) toplam 226 bin kişiyi buluyordu.xxiv 02.05.2011 tarihinde güncellenen verilere göre şu anda Türkiye’de faaliyet gösteren özel güvenlik şirketi sayısı 1313, sertifikalı özel güvenlik sayısı 739.732, kimlik alan özel güvenlik görevlisi sayısı ise 465.121. Bu sayının giderek artacağını gösteren bir başka veri ise 2004 yılından bu yana yapılan özel güvenlik görevlisi sınavına giren kişi sayısının 1.120.190’ı bulmuş olmasıdır.xxv

Tüm bu sayıların gösterdiği gibi, farklı ülkelerde örgütlenme ve gelişim çizgisi farklı olmakla birlikte genel olarak dünyada 1990’lardan itibaren özel güvenlik görevlisi sayılarının arttığı görülmekte, ancak özel güvenlik konusunda yaşanan gelişmeler sadece sayısal değil, aynı zamanda kapsam bakımından da yaşanmaktadır ve bu kapsam değişikliği konunun daha da tartışmalı hale gelmesine neden olmuştur. Genel olarak özel güvenlik görevlilerinin yetkilerinin kapsamındaki artış ile bu görevlilerin kullandığı yetkiler özel alanla sınırlı kalmayarak daha kamusal niteliğe sahip alanlarda da karşımıza çıkmaya başlamıştır.xxvi Bu durum, öncelikle kamu mallarının azalması ve kamu hizmetlerinin özel kişilerce görülmeye başlanması sonucunda kamusal alan olarak nitelendirilebilecek yerlerin de özel mülkiyete konu olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan, özel güvenliğin bu denli yaygın hale gelmesinin altında, özel mülkiyete konu olan alanlarda devletin doğrudan kontrolünün mümkün ve bir bakıma da istenir görülmemesi yatmaktadır. Özel mülkiyet ve özel güvenlik arasındaki bu bağ, kamusal adalete ilişkin sistemlerin bir alternatifi olarak özel güvenlik olgusunun sosyal meşruluğun temel kaynağıdır. Özel güvenlik, mülk sahiplerinin mülklerini kullanma, yararlanma, başkalarının kullanmasını engelleme ve koruma haklarının bir parçası olarak görülmüş; bu nedenle, özel güvenliğin gelişimine çok az muhalefet edilmiş ve pek çok ülkede herhangi bir düzenleme olmaksızın uygulanabilmiştir.xxvii

Özel güvenliğin dünyada ne şekilde uygulandığına bakıldığına özel güvenlik kuruluşlarının üç şekilde örgütlendiği görülür: Avrupa ve ABD’de uygulanan sistemde kamusal güvenliği sağlayacak bu yapılar tamamen sivil örgütlerdir. İkinci türde ise Singapur’da uygulandığı şekliyle bu örgütler tamamen idarenin bir organı olarak ve belli alanlarda adeta polis gibi hareket etmektedirler. Üçüncü ve Çin’de uygulanan sistemde ise özel güvenlik birimleri karma yapıdadır, yani idarenin bir organı ve özel hukuka göre kurulmuş bir işletme birleşimidir.xxviii Bu örgütlenme biçimleri ve yasal düzenlemelerin çokluğuna ve çeşitliliğine rağmen bunların tamamının ortak paydası güvenlik hizmetlerinde yaşanan özelleşme eğilimidir. Modern dönemde ulus-devletin en belirleyici özelliğinin kalıcı ve uzmanlaşmış ordular ve güç kullanımının meşru biçimlerini tekeline almak olduğu düşünüldüğünde bu “özel”leşme eğilimi, bildiğimiz anlamda devletin sonunun gelip gelmediği gibi soruları da beraberinde getirmiştir.xxix Bu özelleşme eğilimine rağmen, işlevlerinin önemi, taşıdığı riskler ve toplumsal yaşamdaki yeri bakımından değerlendirildiğinde, bu işlevin tipik piyasa ve özel hukuk mantığıyla görülemeyeceği de açıktır. Bu bağlamda, bu görevlilerin ne gibi yetkilere sahip olacağı, eylemlerinden dolayı nasıl bir sorumluluğu bulunacağı, özel güvenlik ile devlet arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağı gibi sorular, kamu hizmeti, kamu düzeninin korunması ve devletin güvenliğin sağlanmasındaki rolündeki değişim bağlamında büyük önem taşımaktadır.

Bu doğrultuda özel güvenlik, en temelde özel mülkiyetin korunması ve kişilerin özel alanlarına giren bilgileri devlete açmak istememesi gibi nedenlerle ortaya çıkıyorsa, sorulması gerekli başlıca soru şudur: Bu korunma biçimi kamu düzenini sağlamakla görevli kolluk hizmetinin bir tamamlayıcısı olarak mı algılanmalıdır, yoksa kendine has bir “özel adalet”inxxx ortaya çıktığından bahsetmek mümkün müdür?

Özel Güvenlik Hakkında Ülkemizdeki Düzenlemeler

Bu konudaki yasal düzenlemelerden bahsetmeden önce, hukukî olarak farklı statüleri ifade edebilen bir kavram olması nedeniyle bu çalışmada özel güvenlik teriminden neyin kast edildiğini belirlemek gerekmektedir. Yasada bir ayrım yapılmaksızın memur olarak istihdam edilen kurum güvenliklerine de özel güvenlik denmesi sorunlara yol açabilmektedir. Özel güvenlikte yer alan özel ibaresi, gümrük, orman gibi belli bir uzmanlık alanına odaklanan kolluk, yani hususi (special) anlamında değil, kamusalın zıddı olarak (private) kullanılmışsa da, Türk hukukundaki özel güvenlik anlayışının karma bir yapıda bulunduğu söylenebilir. Devlet Personel Başkanlığı’nın memur, işçi ve sözleşmeli personel unvanlarına bakıldığında devlet kurumlarındaki özel güvenlik birimlerinde çalışacak güvenlik görevlilerinin her üç statüde de çalıştırılabildiği görülmektedir. Bu doğrultuda, özel güvenlik konusu incelenirken kamu görevlisi statüsünde çalışan özel güvenlik görevlileri ile özel sektöre bağlı olarak çalışanları hukukî rejim bağlamında, özellikle kolluk yetkilerinin devredilmezliği, bu faaliyetlerin denetlenmesi gibi konularda ayrı bir kategori olarak düşünmek gerekmektedir. Yani, özel güvenlikteki özel ibaresi, -memur ve diğer kamu görevlileri statüsünde çalışanlar ayrı tutulmak kaydıyla- asıl olarak özel hukuk kişilerine ait olan ve yasayla belirlenen sınırlarda tanınan kamusal yetkileri kullanan anlamında kullanılmıştır.xxxi

Özel güvenlik incelenirken dikkat edilmesi gereken bir konu da, incelenen faaliyet alanının 5188 sayılı yasa kapsamına giren türde güvenlik görevlileri bakımından geçerli olduğu, bir başka deyişle, özel hukuk kişilerinin kendi mülklerinde silahsız olarak bulunan korumasının bu söylenenler kapsamında olmadığıdır. Bu bakımdan, inceleme konusu olan özel güvenlik faaliyetleri, kişi veya şirketlerin silahlı korumaları ile silahlı olsun olmasın kurum veya kuruluşlarda görev yapan özel güvenlik birimleri veya bu hizmeti gören şirketlerdir. Tüm bu faaliyetler, devletin gözetimi altında yapılan, izne tabî olan ve toplumsal hayattaki özel önemleri nedeniyle doğrudan doğruya İçişleri Bakanlığı ve valilikler tarafından denetime tabi tutulabilen niteliğe sahiptir ve dolayısıyla kamu hukukuna has kurallar da uygulanmaktadır. Özel güvenlikle ilgili yapılan sözleşmenin valiliğe verilmesi, özel güvenlik görevlilerinin görev yapıp yapamayacağı konusundaki denetimin valilikçe yapılması gibi koşullar da bu ilişkinin tam anlamıyla özel hukuka tâbi bir ilişki olmadığının, belli alanlarda kamu hukukunun uygulandığının açık göstergeleridir.

Bu değerlendirmeler ışığında, özel güvenlik faaliyetleri, kamu güvenliğini tamamlayıcı nitelikte olmak üzere, yasa ile korunmasına izin verilen yaşam, mülkiyet, zilyetlik, işletme yönetimi gibi hak ve hürriyetlerin güvenliğini sağlamak amacıyla ve doğrudan özel kişiler tarafından yürütülebilmekle birlikte bazı yönlerden kamu hukuku rejimine tâbi tutulan faaliyetler olarak tanımlanabilir.

Özel güvenlik konusundaki ilk yasal düzenleme, 12 Eylül’ün ardından 1981 tarihinde çıkarılan 2495 sayılı “Bazı Kurum ve Kuruluşların Güvenliğinin Sağlanması Hakkında Kanun”dur. Bu yasa, kapsam olarak niteliksel bir sınırlamayla sadece güvenlik bakımından özel öneme sahip yerlerinxxxii korunmasını düzenlemişti. Daha sonra yasada 1995 yılında yapılan değişikliklerlexxxiii İstanbul ve diğer şehirlerdeki kapalı çarşı ve buna benzer ticari, turistik tesislerde bu Kanun hükümleri çerçevesinde özel güvenlik teşkilatı kurulabileceği düzenlenmekteydi.

Yasanın kapsamının bu şekilde dar oluşu ve özel güvenlik şirketleri veya kişilerin korunması ile ilgili herhangi bir düzenleme bulunmayışı nedeniyle bu yasa döneminde bir şirketin üçüncü kişilere güvenlik hizmeti verip veremeyeceği sorusu gündeme gelmiş ve İdare Mahkemeleri bu konuda farklı bir tutum sergileyebilmiştir.xxxiv Ancak, bu dönemde böyle istisnai durumlar dışında özel güvenlik şirketleri, bu yasa kapsamına girmeksizin özel hukuka tâbi olarak hizmet vermişlerdir.

Bu yasadaki özel güvenlik algısının “silahlı” bir personel olduğu yasanın 10. maddesinde açıkça belirtilmiş ve bu silahları kullanma biçimi de Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’na atıf yapılarak aynı polis memurları gibi silah kullanabilecekleri düzenlenmiştir. Bu şekilde silah taşıma yetkisine sahip olan güvenlik görevlileri, ceza yasasının uygulanması bakımından memur sayılmışlardır. (m.13) Hemen belirtmek gerek ki, 2495 sayılı yasanın belirttiği bu sistemde, silah taşıma ve bunu aynı polis memurları gibi kullanma yetkisine sahip olan özel güvenlik görevlilerinin ceza hukuku açısından memur sayılması ile birlikte değerlendirildiğinde, özel güvenliğin görev alanında neredeyse kolluk kuvveti gibi işleyebildiği görülmektedir.

2495 sayılı yasanın genel olarak diline ve kurduğu sisteme bakıldığında, bu yasanın daha çok genel güvenlik önlemleri dışında özel olarak kurulması gerektiği düşünülen kimi önemli –özel ya da kamuya ait olan- yerlerin korunması için yükümlülükler oluşturan ve verilen hizmetler bakımından kamusal niteliğin ağır bastığı bir yasa olduğu görülmektedir. Bu yasa döneminde bir kişinin korunması ya da kapsama girmeyen bir kurumun korunması konusunda herhangi bir izin ya da denetim mevcut değildir. Yasada 1995 yılında yapılan değişikliklerle 12 Eylül döneminin izlerini taşıyan bir yasaya kolluk hizmetlerinin metalaştırılması algısını getiren bir ekleme yapılarak kolluk hizmetleri özelleştirilmiş, ancak bir yandan da özel sektör üzerinde bir baskı niteliği doğurabilecek uygulamalar getirilmiştir.xxxv

26 Haziran 2004’te yürürlüğe giren 5188 sayılı Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanun ile 2495 sayılı yasa yürürlükten kaldırılmış ve bu yasayla beraber yeni bir sistem uygulamaya girmiştir. 2495 sayılı yasadakinin aksine, 5188 sayılı yasanın kapsamı daha geniş tutularak sadece ekonomi, savunma gibi konularda özel öneme sahip yerlerin değil, gerekli görülen her yerin ilgili koşulları taşımak ve izin almak koşuluyla özel güvenlikle korunabilmesi mümkün hale getirilmiştir. Bu doğrultuda kapsamı daha geniş tutulunca da izin verme görevi Bakanlar Kurulu’na değil, bu yasayla kurulan Özel Güvenlik Komisyonu’na verilmiştir. Yasanın uygulama alanı bakımından, sadece kişilerin ya da malvarlığının silahsız kişilerce korunması için özel güvenlik izni almasına gerek yoktur ve bu bakımdan bu tür koruma hizmeti gören kişiler normal bir vatandaş gibi yetki ve sorumluluğa sahiptir. Bu bağlamda, özel kişilerin korunması bakımından yasanın devletin gözetimini öngördüğü alan, silahlı korumadır ve yasanın kapsamındaki diğer alanlar ise belli bir kamusallığı içeren alanlardaki silahlı veya silahsız korumadır. .

Çalışmanın odağını oluşturan özel güvenliğin kolluk yetkilerinin devredilmesi anlamına gelip gelmediği, bu birimlerin kolluk kuvveti gibi işlev görüp görmediğine, yani yetkilerine bağlıdır. Eğer kurulan sistemde özel güvenlik görevlileri tüm vatandaşlar gibi yetkilere sahipse bu durumda özel güvenliğin bir kolluk yetkisi olduğundan bahsedilemeyecektir; bu nedenlerle öncelikle özel güvenlik görevlilerinin nitelikleri ve yetkileri irdelenmelidir.

Özel Güvenlik Görevlilerinin Yetkileri

Özel güvenlik görevlileri, tam anlamıyla polis gibi yetkilere sahip olmasa ve yaptıkları işin niteliği farklı kabul edilse de, mülkiyeti ya da yanında bulunan kişiyi korumak üzere harekete geçen herhangi birinden farklı nitelikler de taşımaktadır. Örneğin Türkiye’de gerek yürürlükten kalkan 2495 sayılı yasada, gerekse 5188 sayılı yasada özel güvenlik görevlileri ceza yasası açısından devlet memuru gibi işlem görmektedir. Kaldı ki böyle bir hüküm olmasa dahi, kişilerin karşılarında üniformalı ve silah taşıdığı düşünülebilen bir özel güvenlik görevlisi bulunduğundaki izlenimleri bir yasal yetki taşıdıkları yönündedir ve bu durum onlara ek bir üstünlük ve farklı bir konum sağlar.xxxvi

Yukarıda değinildiği gibi, 5188 sayılı yasada özel güvenlik görevlileri arasında bir devlet kurumuna veya özel güvenlik şirketine bağlı olması bakımından bir ayrım yapılmamış, tüm özel güvenlik görevlileri aynı şekilde düzenlenmiştir. Ancak, önemli yetkilere sahip olan bu kişiler bakımından bazı nitelikler aranmış, sınırlandırmalar getirilmiş ve bu doğrultuda özel yaptırımlar öngörülmüştür. Eğitim şartının yanı sıra bu kişilerin sendikalara üye olmaları, greve katılmaları, lokavt sırasında görevden uzaklaştırılmaları yasaklanmış, bu yasaklara uyulmaması da yaptırıma bağlanmıştır (m. 16-20).xxxvii

Özel güvenlik görevlilerinin yürüttüğü hizmetlere bakıldığında bunların tıpkı kolluk faaliyetlerinde olduğu gibi daha çok önleyici nitelik taşıdığı, ancak kimi zaman da suç sonrasına ilişkin çeşitli görev ve yükümlülüklerinin de bulunduğu görülür.

Yetki kullanımının niteliği bakımından asıl önemli olan, güvenlik görevlileri ile bireylerin kurduğu ilişki bakımından getirilen farklılaşmadır. Her ne kadar, güvenlik görevlisinin kullandığı yetkilerin bir kısmı genel olarak normal bir vatandaşın da yapabileceği etkinlik alanları ise de bu eylemlerin sonuçları oldukça farklıdır. Yukarıda da değinildiği üzere, özel güvenlik görevlileri, yasanın uygulanması bakımından ceza yasası bağlamında memur gibi muamele göreceklerdir. Bu durumda, hem görevlinin eyleminin sonucu daha ağırlaşmış nitelikte olabilecek, hem de karşısındaki kişilerin eylemleri karşılığında yaptırımlar çok daha ağır olabilecek, hatta normal bir vatandaşa karşı suç oluşturmayacak fiiller güvenlik görevlilerine karşı işlendiğinde suç oluşturabilecektir. Bunun dışında, özel güvenlik görevlileri, normal bir vatandaşa tanınan türden yetkiler dahi olsa, koşulları oluştuğunda bu görevlerini yerine getirmekle yükümlülerdir. Aksi halde, ceza yasası bakımından memur gibi işlem görmeleri dolayısıyla görevi ihmal veya görevi kötüye kullanma suçlarından yargılanmaları mümkündür.xxxviii

Konumuz bakımından önemli olan özel güvenlik görevlilerinin kullandığı ve niteliği itibariyle bir kolluk görevlisinin yetkilerine benzer kamusal nitelikli faaliyetleridir. Bu nedenle, 5188 sayılı yasanın 7. maddesinde düzenlenen özel güvenlik görevlilerinin görevlerini herkese tanınan ve özel güvenlik yetkililerine özgü yetkiler olarak ikiye ayırmak gerekmektedir. Bu doğrultuda, 7. maddede yer alan ve herkese tanınan yetkileri içeren yetkiler şunlardır:

a. 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 127 nci maddesine göre suçüstü sırasında rastlanan veya sonrasında takip edilen kişinin kaçacağı düşünülür veya kimliğini hemen tespit etmek mümkün olmazsa yakalama müzekkeresi olmaksızın bu kişiyi geçici olarak yakalama,

b. Türk Medeni Kanununun 981 inci maddesi, Borçlar Kanunu’nun 52. maddesi ve Ceza Kanunu’nun 24 ve 25. maddelerinde sayılan ve sırasıyla zilyetliğin korunması amacıyla saldırıyı kuvvet kullanarak defedebilmesi veya zilyetliğini koruyabilmek için belli hareketlerde bulunabilmesi, meşru müdafaa, ızdırar ve kendi hakkını korumak için güç kullanılması, Kanunun bir hükmünü veya bir emri yerine getirmek veya kendisinin veya başkasının nefsine veya ırzına yönelen haksız bir eylemi defetmek için zor kullanma yetkileri,

c. Yangın, deprem gibi tabiî afet durumlarında ve imdat istenmesi halinde görev alanındaki işyeri ve konutlara girme,

d. Kişinin vücudu veya sağlığı bakımından mevcut bir tehlikeden korunması amacıyla yakalama.

Bu yetkilerin kullanılması bakımından özel güvenlik görevlileri, herkese tanınmış bu yetkileri aynı kapsamda fakat sadece kendisi değil, aynı zamanda korumakla görevli olduğu kişiye veya zilyetliğine yönelen saldırılar bakımından da yetkili kılınmıştır. Bu bakımdan, kapsam bakımından ve ayrıca ceza hukuku anlamında memur gibi sorumlu olmaları ve bu yetkilerini kullanmalarının bir yükümlülük olmaları dışında hukukî rejim anlamında bir farklılaşma yoktur. Bu maddelere belirtilen yetkiler sadece kolluk kuvvetlerine özgü yetkileri içermediğinden kolluk yetkilerinin devredilmezliği ilkesi bakımından da konumuz dışındadır.

Özel güvenliğin kendine özgü ve kolluk personeline benzeyen yetkileri

a. 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 127 nci maddesine göre suçüstü sırasında rastlanan veya sonrasında takip edilen kişinin kaçacağı düşünülür veya kimliğini hemen tespit etmek mümkün olmazsa yakalama müzekkeresi olmaksızın arama

Yukarıda belirtildiği üzere, böyle durumlarda yakalama yetkisi herkese tanınmışsa da bu yetkinin ikinci kısmında yer alan arama yetkisi, normal kişilerin kullanabilecekleri yetkileri aşan niteliğe sahiptir. Ceza Muhakemesi yasasının ilgili hükümlerinden başka 5188 sayılı yasanın uygulama yönetmeliğinin 14. maddesinde görev alanında, can ve mal güvenliğinin ve kamu düzeninin sağlanması, suç işlenmesinin önlenmesi, silah, patlayıcı madde ve eşyanın tespit edilmesi amacıyla ilgili cihazlardan geçirilerek veya 5188 sayılı yasada belirtilen durumlarda gerektiğinde üst araması yapılabileceği düzenlenmiştir. Kamuya açık alanlarda ise üst araması bakımından Adli ve Önleme Aramaları Yönetmeliği hükümlerine atıf yapılmış, bu yönetmeliğin 21. maddesinde de özel güvenlik görevlilerinin yetkileri belirtilmiştir. Bu yönetmelikte belirtilenler dışındaki koşullarda özel güvenlik görevlilerinin arama yapması mümkün olmadığı gibi, bu yönetmeliğe göre önleme araması yapmaları hiçbir şekilde mümkün değildir. Bu hükümlere genel olarak bakıldığında, 5188 sayılı yasanın uygulama yönetmeliğin bu maddesinin güvenlik görevlilerine yasada tahdidi olarak sayılanlardan daha geniş ve yeni bir yetki verdiği görülmektedir ve yönetmelik hükmü bu bakımdan yasaya aykırılık oluşturmaktadır. Aynı zamanda bu durumda Anayasanın 20. maddesinde yer alan bir temel hakkın sınırlandırılması söz konusu olduğu için bu tür bir sınırlandırma Anayasanın 13. maddesi hükmü gereğince ancak yasayla yapılabilecektir.

b. Olay yerini ve delilleri koruma ve bu amaçla Ceza Muhakemesi Kanununun 168. maddesine göre yakalama yetkisi

Olay yerini ve delilleri koruma herkese getirilen bir yetki olmakla birlikte yine özel güvenlik bakımından bu bir yükümlülüktür. Bu yetkide daha önemli olan nokta ise, CMUK 157. madde ile sadece adli kolluk görevlilerine tanınan bir yetkinin özel güvenliğe de tanınmasıdır. CMUK’nun 157. maddesinde olay mahallinde görevine ilişkin işleri yapan memurun, bu işlemlerin yapılmasını kasten engellemeye çalışan veya alınan tedbirlere aykırı davranan kişileri işlemler sonuçlanıncaya kadar gözaltına alma yetkisi düzenlenmiştir. Yeni Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 168. maddesinde de adli kolluğa böyle bir yetki verilmiştir.

c. Koruma ve güvenliğini sağladıkları alanlara girmek isteyenleri duyarlı kapıdan geçirme, bu kişilerin üstlerini detektörle arama, eşyaları X-ray cihazından veya benzeri güvenlik sistemlerinden geçirme yetkisi

Güvenlik sistemlerinden geçirme ve bireyleri bir alana girerken kontrol etme gibi çok önemli yetkileri içeren bu düzenleme de özel güvenliğe tıpkı kolluk görevlisi görevi vermekte ve kamusal niteliği de olan alanlara kişileri almamak gibi önemli bir yetkiyi de içermektedir. Bu yetkinin uluslararası literatürde tartışılan bir başka yönü ise radyasyon içeren cihazların kullanılmasını istemeyen ya da hamile ve bebekler gibi risk grubu oluşturan kişilerin durumunun ne olacağıdır.

c. Toplantı, konser, spor müsabakası, sahne gösterileri ve benzeri etkinlikler ile cenaze ve düğün törenleri ile hava meydanı, liman, gar, istasyon ve terminal gibi toplu ulaşım tesislerinde kimlik sorma, duyarlı kapıdan geçirme, bu kişilerin üstlerini detektörle arama, eşyaları X-ray cihazından veya benzeri güvenlik sistemlerinden geçirme yetkisi

Kamusal niteliğe sahip olan ve bir olay çıkmasının ciddi sakıncalar doğurabileceği bu tür alanlarda özel güvenliğin görevi daha da arttırılmıştır: Örneğin 5149 sayılı Spor müsabakalarında Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun’da özel güvenlik tedbirleri alınma zorunluluğu getirilerek spor kulüpleri ile federasyona da bu konuda özel sorumluluklar getirilmiştir. Benzer biçimde Sivil Hava Meydanları, Limanlar ve Sınır Kapılarında Güvenliğin Sağlanması, Görev ve Hizmetlerin Yürütülmesi Hakkında Yönetmelik’te de uçak kalkmadan önce ya da limanlarda özel güvenliğe özgü bazı yetkilerden bahsedilmiştir.

Özel güvenliğin kolluk yetkilerine yaklaşmasına en çok yol açan yetkilerin başında da bu tür alanlardaki kimlik sorma yetkisi bulunmaktadır. Özel güvenlik, kamusal alan olarak nitelendirilebilecek bu tür alanlarda Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nda dahi sıkı şartlar altına alınmış bu yetkiye sahip kılınmıştır. Ancak uygulamada kampüs ve pek çok kurum örneğinde olduğu gibi, herhangi özel bir yasal düzenleme olmaksızın özel güvenliğin kimlik kontrolü yaptığı görülebilmektedir.xxxix

d. Görev alanında, haklarında yakalama, tutuklama veya mahkûmiyet kararı bulunan kişileri yakalama ve arama yetkisi

Özel güvenliğin yine adli kolluk gibi görev yapabildiği bir yetki veren bu düzenleme uygulamada çok sık karşılaşılabilecek bir durum olmamakla birlikte, özel güvenlik görevlilerine çok önemli bir yetki vermekte ve adeta adli kolluk gibi hareket edebilmesini sağlamaktadır. Bu durumlarda, özel güvenlik görevi yapanların, kişilerle ilgili bu tür kararlar bulunduğunu nereden bilebilecekleri, arama yetkisini ne biçimde kullanacağı, bu aramanın üst aramasını mı kaba aramayı mı içerdiği, aynı şekilde aramaya muhatap kişinin kendisi hakkında bu tür bir karar olup olmadığını nasıl bileceği ya da muhatapa bu konuda bildirim yapılması gerekip gerekmediği gibi konular açıklığa kavuşturulmamıştır. Söz konusu olan arama gibi önemli bir yetki olduğunda bu tür belirsizlik ve soru işaretlerinin bulunmaması gerekmektedir.

e. Genel kolluk kuvvetlerine derhal bildirmek şartıyla, aramalar sırasında suç teşkil eden veya delil olabilecek ya da suç teşkil etmemekle birlikte tehlike doğurabilecek eşya ile terk edilmiş ve bulunmuş eşyayı emanete alma yetkisi

Bu işlev, kolluk faaliyetlerinin tamamlayıcısı olarak olay yerini ve delilleri korumaya benzer bir nitelik taşımaktaysa da yetkinin kapsamının genişliği, “tehlike doğurabilecek eşya” kavramının belirsizliği, bu tür bir müdahaleyi geniş bir içeriğe sahip hale getirmektedir.

Özel güvenlik görevlilerinin görev ve yetkileri ile ilgili önemli bir sorun da bu kişilerin görev alanının ne olduğunun saptanmasıdır. Belli bir alanı korumaya özgülenmiş olması ve bu kişilerin ancak bu alandaki ve görev saatleri içerisinde yasadaki yetkileri kullanma yetkisine sahip olabilmesi nedeniyle özel güvenliğin görev alanının ne olduğunun saptanması gerekmektedir. Yasanın 9. maddesi bu konuda;

  1. Özel güvenlik görevlilerinin silahlarını görev alanı dışına çıkaramayacaklarını,

  2. İşlenmiş bir suçun sanığı veya suç işleyeceğinden kuvvetle şüphe edilen kişinin takibi, dışarıdan yapılan saldırılara karşı tedbir alınması, para ve değerli eşya nakli, kişi koruma ve cenaze töreni gibi güzergâh ifade eden durumlarda güzergâh boyunun görev alanı sayılacağını,

  3. Görev alanının, zorunlu hallerde Özel Güvenlik Komisyonuxl kararıyla genişletilebileceğini düzenlemiştir. Ancak, özellikle (c) bendinde yer alan genişletilebilmenin özel güvenliğin yetkilerinin kamusal güvenliği sağlamakla yükümlü hale getirilmesi biçiminde genişletilememesi ve komisyonunun görev alanını genişletmek konusundaki kararını verirkenki takdir yetkisini bu sınırı gözeterek kullanması gerektiğini de belirtmek gerekir.

Kolluk Yetkilerinin Devredilmezliği İlkesinin Anlamı ve Özel Güvenlik

Kolluk yetkilerinin devredilmezliği kavramı, devletin egemenlik alanına ilişkin olan ve kamu hizmeti olmaktan çıkarılamayacak nitelikte olan kolluk yetkilerinin tamamen özel kişiler tarafından görülemeyeceğini ifade eder. Genel kabul bu olmakla birlikte, örneğin Fransız öğretisinde yarışlar ve avcılık gibi özel kolluk alanlarında ve ekonomik kolluk alanında yasada düzenlenme koşuluyla özel kişilere devrin mümkün olduğu kabul edilmektedir.xli Bu ilkenin sınırları ve niteliği, devletin özellikleri ve birey karşısındaki konumu, ülkenin güvenlik konusundaki genel durumu, suç oranları, kolluk yetkisinin kullanımının niteliği gibi koşullar dikkate alınarak ülkeden ülkeye değişebilecek özelliktedir.

Konumuz özelinde, Türkiye’de kamu düzenini sağlama işlevinin kamu görevlileri dışında özel kişiler tarafından görülüp görülemeyeceği noktasına odaklanıldığından bu sorun, esas olarak memur ve diğer kamu görevlisi olarak çalışanlar dışındaki diğer özel güvenlik görevlileri bakımındandır.

Kolluk yetkilerinin devredilmezliği ilkesinin içtihadi bir ilke olduğunu savunanlar da bulunmakla birlikte, bu ilkenin kaynağı Anayasa’nın 128. maddesidir. Anayasa’nın 128. maddesinin 1. fıkrasında yer alan “Devletin, kamu iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülür” hükmü kolluk faaliyeti niteliğinde olduğunu saptadığımız belli özel güvenlik yetkilerinin anlamı bakımından temel hükümdür. Bu madde doğrultusunda, kamu görevlileri eliyle yürütüleceği belirtilen “genel idare esaslarına göre yürütülecek ve kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevler”in neyi ifade ettiği, özel güvenliğin barındırdığı ve kamu düzenini koruma işlevi kapsamına giren yetkilerin bu görevlerden sayılıp sayılamayacağı sorusuna verilecek cevaba göre kamu düzenini sağlama görevinin özel kişiler tarafından görülmesinin mümkün olup olmadığı sorusuna verilecek cevap da değişecektir.

Bu nedenle maddede yer alan kavramların içeriği büyük öneme sahiptir. Hükümde yer alan “genel idare esasları”ndan, kamu hukuku rejimi ve kamusal yönetim usullerinin anlaşılması gerekmektedir. Günday’a göre “kamu hukuku rejimi ve kamusal yönetim usulleri ise, kamu gücü kullanılarak tek yanlı idari işlemler tesis etmek ve idari kararlar almaktır. (…) Bu açıdan bakıldığında, salt kamu hukuku rejimine ve kamusal yönetim usullerine tâbi klasik kamu hizmetleri değil, aynı zamanda esas itibariyle özel hukuk rejimine ve özel yönetim usullerine tabi tutulmuş bulunan; KİT’ler tarafından yürütülen iktisadi, ticari ve sınaî kamu hizmetlerine de belli ölçüde genel idare esasları uygulanmaktadır.”xlii Bu bakımdan bir görevin asli ve sürekli olup olmadığı “çalışanın kişiliğine ve durumuna değil, yaptığı göreve” bağlıdır.xliii

Genel idare esaslarına göre yürütülecek kamu hizmetlerinin neler olduğunun teşkilat esas alınarak belirlenmesi amacıyla 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda değişiklik yapan 1897 sayılı Yasanın 5. maddesi gereğince 26.11.1975 günlü, 7/10986 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıxliv çıkarılmışsa da bu karardaki liste Anayasa’nın anlamının bir düzenleyici işlemle belirlenmesi ve sınırlandırılması mümkün olmayacağından bu hizmetlerin sadece bu listedekinden ibaret olduğu anlamına gelmez. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi’nin yorumu büyük önem taşımaktadır.

Bu konuda Anayasa Mahkemesi, 11.12.1986 günlü, E.1985/11, K.1986/29 sayılı ve 16.10.2003 günlü, E. 2001/383, K. 2003/92 sayılı iptal kararlarında ister bağlı yetki ister takdir yetkisi biçiminde kullanılsın “yapı ruhsatı ve yapı kullanma izni verme” ve “denetleme” görev ve yetkisinin idarenin kolluk etkinlikleri içinde yer aldığını ve kolluk yetkilerinin de, genel idare esaslarına göre yürütülmesi gereken kamu hizmeti olduğunu ve bu nedenle bu hizmetlerin Anayasa’nın 128. maddesine göre, belirtilen nitelikteki görevlerin memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle yürütülmesinin zorunlu olduğunu belirtmiştir.

Bir başka kararında Anayasa Mahkemesi hangi hizmetlerin genel idare esaslarına göre yürütülen faaliyet olduğunu belirlemek için çeşitli ölçütler geliştirilmiştir:

Statü ayrımının yapılmasında öncelikle genel idare esaslarına göre yürütülecek hizmetleri belirleyecek objektif ölçütlerin getirilmesi gerekmektedir. Merkezi idare ile statüter bir ilişki, devletin kamu gücünün, emretme yetkisinin kullanılması, genel idare esaslarına göre yürütülecek hizmetlerin belirlenmesinde göz önünde bulundurulması gereken hususlardan bazıları olarak görülmektedir. İktisadi devlet teşekkülleri ve kamu iktisadi kuruluşlarını kapsayan ve kimi kuruluşları iş kanunu kapsamına giren kamu iktisadi teşebbüslerinde söz konusu ayrımın yapılması kamu hizmetlerinin belirlenmesi anlamına gelmektedir. Kamu hizmetlerini belirlemenin geçerli ölçütünün onu kuranların başka bir anlatımla yasa koyucunun iradesi ile bütünleştiği izlenmektedir.” xlv

Benzer bir biçimde yeminli teknik bürolara yönetmelikle tespit edilecek görevleri yürütmek yetkisi verilmesini içeren yasa hükmü Anayasa Mahkemesi tarafından 128/1’e aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edilmiştir.xlvi Ancak, konuyla ilgili bir başka kararında Anayasa Mahkemesi, geçici köy korucularının görevlerinin genel idare esaslarına göre yürütülmesi gereken asli ve sürekli görevlerden olmadığına, geçici niteliği nedeniyle Anayasa’nın 128. maddesinin 1. fıkrasına aykırı olmadığına karar vermiştir.xlvii Tartışmalı bir karar olmakla birlikte, bu kararda yer alan geçici köy korucuları ile özel güvenlik hizmetleri karşılaştırıldığında, bunların Bakanlar Kurulu tarafından belirlenen belli ve terörle mücadele bakımından oldukça hassas bölgelerde faaliyet göstermeleri ve bu görevlilerin geçici süre ile görev yapacaklarının belirtilmesi bakımından ciddi farklar bulunduğu görülmektedir. Özel güvenlik, geçici nitelikte olmaması ve Türkiye’nin her yerinde faaliyet gösterebilmesi bakımından çok farklı niteliklere sahiptir.

Bununla birlikte, Anayasa Mahkemesi’nin bu hüküm hakkındaki yorumu tarihsel olarak farklılaşmış ve dolayısıyla değişken içtihatlar üretilmiştir. 128. madde hakkında genel bir değerlendirme bu çalışmanın sınırlarını aşmakla birlikte, mahkemenin benzer konularda farklı incelemeler yaparak farklı kararlr verebilmesi dikkat çekicidir. Örneğin yine kolluk faaliyeti kapsamında sayılabilecek araç muayene istasyonlarının özel kişilerce işletilmesine olanak tanıyan hükümle ilgili verdiği kararında araç muayene hizmetinin özel kişilerce gördürülüp gördürülemeyeceğini 128. madde bağlamında değil, 47. maddeyi dikkate alarak incelemiş ve Anayasa’ya aykırılık görmemiştir.xlviii Benzer şekilde klasik ve Anayasa Mahkemesi’nin önceki betimlemesiyle “niteliği gereği” kamu hizmeti olan sağlık hizmeti bakımından da birbirinden farklı kararlar verebilmiştir.xlix

Bu doğrultuda sorulması gereken asıl soru yasama organının istediği her faaliyeti kamu hizmeti alanından çıkarabilip çıkaramayacağıdır. Bu konuda farklı görüşlerl ileri sürülmekle birlikte, Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda değinilen kararlarından da anlaşıldığı üzere, Anayasa Mahkemesi, devletin egemenlik sınırlarına ilişkin ve önemli bir kamu gücünün kullanılmasını içeren hizmetlerin kamu görevlileri tarafından görülmesi gerektiği görüşünü benimsemektedir. Gerçekten de, kamu hizmeti alanının daralmasını savunan klasik liberal literatürün saptamasıyla dahi kamu hizmetlerinin sınırı egemenliğe ilişkin sınırlardır ve bunlar temel olarak iç ve dış güvenlik, adalet ve dış ilişkiler faaliyetleridir.li Bu faaliyet alanlarının kamu hizmeti olmaktan çıkarılıp özel kişilere bırakılması mümkün değildir.

Özel güvenliğin uygulamasına bakıldığında, mesela güvenliğinin sağlanması oldukça önemli olan stadyum güvenliğinin ya da savunma sanayilerinin güvenliğinin sağlanmasınınlii neredeyse tamamen özel güvenliğe bırakıldığı, hatta kişilere bu bakımdan yükümlülük ve zorunluluk yüklenebildiği görülmektedir. Yukarıda Anayasa Mahkemesi’nin belirlemesiyle merkezi idare ile statüter bir ilişki, devletin kamu gücünün ve emretme yetkisinin kullanılması genel idare esaslarına göre yürütülecek hizmetlerin belirlenmesinde kullanılan kriterlerden ise, özel güvenlik görevlilerinin merkezi idarenin ildeki temsilcisi olan vali veya kolluk amirlerinin doğrudan emri altına girerek devletin kamu gücünün en yoğun göründüğü yetkiler olan güvenlik cihazlarından geçirme, kimlik sorma, yakalama, gözaltına alma gibi önemli kamusal yetkilerle donatılmış olması bu hizmetlerin genel idare esaslarına göre yürütülmesi gereken hizmetlerden olduğunu gösterebilmektedir. Ayrıca, ceza hukukunun kamusal yetkileri kullanan devlet memurları için getirdiği düzenlemelerin bu kişilere de uygulanması, özel güvenlik görevlileri ve bu görevlilerle karşı karşıya gelen bireylerin kurduğu ilişkiyi adeta devletin kamusal güçleri ile bireyin karşılaşması biçimine sokmaktadır.

Kolluk yetkilerinin devredilmezliği ilkesinden bahsederken Gözler, kolluğun kamusal bir yetki olduğunu ve özel kişilere devredilmesi ya da gördürülmesinin mümkün olmadığını savunmakla birlikte, Türkiye’de 2495 sayılı yasayla öngörülen özel güvenlik teşkilatının kolluk yetkilerinin devredilmezliği ilkesiyle çatışmadığını belirtmekteydi.liii 2495 sayılı yasa çeşitli kamu kurumlarında veya özel öneme sahip alanlardaki korumayı öngörmekteyse ve özel güvenlik hizmetini örgütleyen özel güvenlik şirketlerini düzenlememişse de 2495 sayılı yasada da Gözler’in belirttiğinin aksine, üzerinde “özel” kişilerin denetimi, emir verme yetkisi ve doğrudan istihdam ilişkisi bulunan güvenlik görevlileri mevcuttu. Bu bakımdan da sadece finansman bakımından değil, başka açılardan da özel bir niteliğe sahipti.liv 5188 sayılı yasanın sisteminde ise özel güvenlik şirketleri de düzenlenmiş, özel güvenlikle korunma kararının alınması Bakanlar Kurulu kararı koşuluna bağlanmayarak kolaylaştırılmış ve kapsam daha da genişletilerek komisyon kararı ile her yerde özel güvenlik bulunması mümkün hale getirilmiştir.lv Bu bakımdan kamu kurum ve kuruluşlarında doğrudan idare tarafından istihdam edileler hariç olmak üzere diğer özel güvenlik görevlileri, “özel” olma niteliğine sahiptir ve önemli kamusal yetkilerle donatılmışlardır.

Bu bağlamda, kolluk yetkililerinin bütün faaliyetlerinin genel idare esaslarına göre yürütülecek aslî ve sürekli görevler kapsamında olup olmayacağı ya da bir başka deyişle hangi güvenlik faaliyetlerinin devletin egemenlik alanında görüleceği, eğer tümü bu özellikte değilse bu ayrımın neye göre yapılması gerektiği sorusu kolluk yetkilerinin devredilmezliği ilkesi bakımından belirleyici olmaktadır. Kanımızca, burada genel kamu düzenini sağlayıcı işlevler ile kişilerin bireysel güvenlik alanları şeklinde bir ayrım yapılabilir. Buna göre, bir nesnenin, kişinin ya da kurumun korunması veya özel mülk bekçiliği ile kamusal kullanıma açık olan liman, stadyum gibi kamusal alanların korunması arasında bir ayrım yapılabilecektir. Bu tür bir ayrım yapılmaksızın tüm alanların özel güvenlik tarafından korunabileceğinin düzenlenmesi artık kamusal güvenliğin satın alınabilir bir obje haline geldiği anlamına gelecektir. Devletin güvenliğin sağlanması konusunda bir tekeli olduğundan bahsetmek mümkün olmasa dalvi kamusal alanlarda kamusal düzenin sağlanması için meşru güç kullanımı konusunda yetkili tek erk olduğu da unutulmamalıdır.lvii

Bu bakımdan, şu anki Anayasal sisteme göre devletin kamusal güvenliğe ilişkin yetkilerini özel kişilere bırakması ve bu konudaki yükümlülük ve sorumluluğundan tamamen kurtulması mümkün değildir. Kamusal alanda ve sadece tek tek kişilerin ya da belli bir özel malvarlığının korunmasına ilişkin değil, tüm toplumu ve genel anlamda kamu düzenini yakından ilgilendiren güvenliğe ilişkin faaliyetlerin özel güvenlik görevlilerine bırakılmadan kolluk kuvvetleri tarafından yerine getirilmesi, hem devletin temel varoluş nedeni ve işlevi olan kamu güvenliğinin korunması bakımından daha etkin bir sistemin gerçekleştirilmesini, hem de Anayasa’nın 128. maddesinin lafzına ve ruhuna daha uygun bir uygulama olmasını sağlayacaktır.

Özel Güvenlik Görevlilerinin Faaliyetlerine Uygulanacak Hukuki Rejim ve İdarenin Sorumluluğu

İdare hukuku alanında genel bir eğilim olarak özelleşme eğilimi, hem kamu hizmeti alanının daralmasına, hem de kamu hizmetlerinin özel kişilerce ve pek çok zaman özel hukuk doğrultusunda görülmeye başlanmasına neden olmuştur. Türkiye özelinde bakıldığında, bu özelleşme eğilimi karşısında ortaya çıkacak sorunlara yasal çözümler getirilmediği görülmekte ve diğer yandan idare hukuku yazınının da özel kişilerin bu tür yetkilerinin niteliği ve hukuki rejimine henüz odaklanmadığı görülmektedir. Yukarıda da değinildiği üzere, özel güvenlik görevlilerinin özellikle kamusal alanlarda kullandıkları yetkiler, giderek polisin yerini alan bir niteliğe sahip olduklarını göstermektedir ve belli alanlardaki yetkilerinin kişiler üzerinde yaratacağı hukuki sonuçlar ile bu ilişkilere uygulanacak hukuki rejimin belirlenmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, konunun özel kişilerin belli kamu hizmetleri görmesinden kaynaklanan ve özelde de denetim eksikliğinden yani idarenin ihmalinden doğan sorumluluğu kapsamında incelenmesi özel öneme sahiptir. Özellikle güvenlik alanında yaşam hakkı başta olmak üzere temel hak ihlallerinin fazla olma ihtimali ve güvenliğin çekirdek alan denilebilecek temel devlet işlevlerinden birisi olduğu düşünüldüğünde bu hizmet bakımından idarenin konumunun belirlenmesi gerekmektedir. Özelleştirme tarihi daha gerilere giden ABD’de yaşanan çeşitli örnekler düşünüldüğünde bu konumun önemi daha da net anlaşılmaktadır. Doğrudan güvenlikle ilgili olmamakla birlikte bu konuda çarpıcı bir örnek Chamisea boru hattı inşası sırasında sivil toplum kuruluşlarının bu konudaki uyarılarına rağmen planda yapılan bir hata sonucunda oradaki topluluğun yüzde ellisinin boru hattından bulaşan bir hastalık sonucunda ölmesidir.lviii Bu tür örneklerin sonucunda Türkiye’de henüz idari yargıda bu iddialarla açılmış çok fazla sayıda dava ve gelişmiş, yerleşik bir içtihat bulunmamakla birlikte özelleştirmenin artmasına koşut olarak örneklerin de artması beklenmektedir. Konunun önemi dolayısıyla özellikle çokuluslu güvenlik şirketlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte uluslararası hukuka da yansıyan özel kişilerin faaliyetlerinden doğan zararlardan devletin sorumluluğu konusunda BM Uluslararası Hukuk Komisyonu tarafından 2001 yılında çıkarılan “Uluslararası haksız fiillerden devletlerin sorumluluğu”lix başlıklı bir sözleşme imzalanmıştır. Sözleşmede bu tür bir sorumluluğun dört durumda ortaya çıkabileceğini düzenlemiştir. 5. maddede düzenlenen birinci durumda özel kişi ilgili devletin hukuku tarafından bir resmi merci gibi hareket etmeye açıkça yetkili kılınmış olmalıdır. Burada resmi bir merci gibi hareket etmekten kastedilen, devletin özel kişilere aktarsa bile sorumlu olması gereken hukuk sisteminin ve düzenin sürdürülmesine ilişkin her tür faaliyetidir.lx

8. maddede düzenlenen ikinci durumda özel kişi bir harekette bulunurken doğrudan doğruya devletin talimatlarını yerine getiriyor, yönlendiriliyor veya devletin denetiminde hareket ediyor olmalıdır. Bu bağlamda özel kişi ile devlet arasında tam bir bağımlılık ilişkisinden söz etmek mümkündür ve bu kişi de facto bir devlet organı niteliğindedir.lxi Bu tür bir bağımlılık ilişkisinden bahsedebilmek için ise devletin bu özel kişi bakımından özellikle kararların alınmasında belli bir kontrolü bulunması, ekipman veya parasal yardım sağlaması ya da doğrudan yardım etmesi gerekir.

9. maddedeki üçüncü durumda ise özel kişinin resmi mercilerin yokluğu veya hatası sonucunda bu tür yetkiler kullanmış olması durumunda bu eylemler de devletin sayılacaktır. Ve son olarak, 11. maddeye göre daha önceki doktrinlerce sorumluluğun devlete atfedilemediği durumlarda eğer devlet davranışı tanıyorsa ve kendisininki gibi kabul ediyorsa bu durumda da sorumluluk devlete ait olabilecektir. Ancak burada belirtmek gerekir ki bu tür bir uluslararası sorumluluk genellikle devlet için çalışan şirketler tarafından gündeme gelmiş olup tamamen özel kişiler için çalışan güvenlik bakımından uygulanması daha sınırlı olacaktır.

Bununla birlikte, insan hakları alanında yapılan müdahaleler söz konusu ise bu tür durumlarda genel uluslararası hukuk kuralları değil, insan hakları belgeleri işletilecek ve bu bakımdan da devletin sorumluluk koşulları farklı olacaktır.lxii Çünkü insan hakları söz konusu olduğunda devlet sadece bu hakları ihlal etmemek şeklinde değil, bu haklara başkaları tarafından yapılacak her tür müdahaleyi engellemek şeklinde pozitif yükümlülük de taşımaktadır. Bu bakımdan da özel kişilerin insan hakları alanındaki müdahalesi devletin bu pozitif yükümlülüğünü yerine getirememesi bağlamında devletin sorumluluğunu gerektirecektir. Hatta devletin bu konudaki yükümlülüğü ülke sınırları ile de sınırlı olmayıp özellikle BM Şartı ve uluslararası hukukun genel ilkeleri doğrultusunda o devlet sınırlarında kurulmuş bir tüzel kişinin sınır dışındaki faaliyetlerinden dahi o devletin sorumlu tutulması mümkün olabilecektir.lxiii

Uluslararası hukukta geliştirilen bu ölçüt ve koşullar ulusal hukuk bakımından da yol gösterici olacaktır. Bunun dışında, idare hukukunun en önemli özelliklerinden birisi olan içtihadî nitelik nedeniyle, idarenin sorumluluğu bağlamında idarenin hangi durumlarda ve ne gibi bir sorumluluğa sahip olduğunun belirlenmesinde yargının önemi daha fazla karşımıza çıkmaktadır.

5188 sayılı yasada, özel hukuk kişileri ve özel güvenlik şirketleri için zorunlu meslek sigortası sistemi getirilerek özel güvenlik görevlilerinin üçüncü kişilere verecekleri zararların özel güvenlik sorumluluk sigortasınca karşılanması öngörülmüştür. Kamu kurumlarına bağlı olarak çalışan özel güvenlik görevlilerinin bu sigorta kapsamı dışında tutulmasından da hareketle, bu görevlilerin üçüncü kişilere verdiği zararlardan veya bu kişilerin görevleri sırasında gördüğü zararlardan dolayı idarenin sorumlu olduğu açıktır. Ancak bu noktada asıl soru, devletin denetim ve gözetiminde yürütülen, hatta kimi zaman kamu kurumlarının emrine tabi olan özel güvenlik faaliyeti yürüten özel hukuk kişilerinin eylemlerinden doğan zararlardan devletin de sorumluluğu bulunması gerekip gerekmeyeceğidir.

Güvenliğin sağlanmasının, içinde Anayasal hak ve özgürlük duyarlılıklarını barındıran özgül bir devlet yetkisi alanı olması ve devletin kolluk yetkisinin asli muhatabı olması nedeniyle belli alanlarda özel güvenlik görevlilerine yetki verilerek devletin üzerindeki sorumluluğu tamamen özel sektöre bırakması mümkün değildir.lxiv Ancak devletin özel güvenlik hizmetleri nedeniyle hangi durumlarda nasıl bir sorumluluğu olabileceği ve bu sorumluluğun kuramsal olarak nasıl bir çerçeveye oturtulabileceğinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Her ne kadar bu konuda bir yargı kararına erişilememişse de bu çalışmada idarenin sorumluluğu iki bakımdan ele alınacaktır: İlk olarak, idarenin özel güvenlik görevlilerinin faaliyetleri bakımından izin verme, denetim gibi yükümlülüklerinden kaynaklanan hizmet kusuruna ya da kusursuz sorumluluğuna dayalı sorumluluğu, ikinci olarak ise fiili memur teorisi çerçevesinde bir kamu hizmeti görür gibi hareket eden özel güvenlik görevlilerinin eylem ve işlemlerinin idari eylem ve işlem sayılmasından kaynaklanan sorumluluk.

Devletin sorumluluğu bakımından yapılan en temel ayrım hizmet kusuru ve kusursuz sorumluluktur. Hizmet kusuru; “idarenin ifa ile mükellef olduğu herhangi bir amme hizmetinin ya kuruluşunda, tanzim ve tertibinde, veya teşkilatında, bünyesinde, personelinde yahut işleyişinde gereken emir, direktif ve talimatın verilmemesi, nezaret, murakebe, teftişin icra olunmaması, hizmete tahsis olunmaması, geç, vakitsiz hareket edilmesi şeklinde tecelli eden bir takım aksaklık, aykırılık, bozukluk, intizamsızlık, eksiklik, sakatlık arz etmesidir”.lxv Türk hukuku uygulamasına da bakıldığında, hizmet kusurunun, idarenin hizmetinin hiç işlememesi, geç veya kötü işlemesi durumlarında ortaya çıkacağı genel olarak kabul görmüştür.lxvi

Ancak, elbette idare hukukunda genel olarak uygulanan hizmet kusuru-kişisel kusur ayrımı burada da yapılacak; somut olayın özelliklerine göre kişinin kastı, ağır kusur, hizmetten ayrılabilir kusur ve suç kriterleri doğrultusunda kişisel sorumluluğa da gidilebilecektir.

5188 yasa kapsamındaki özel güvenlik teşkilatının faaliyetleri nedeniyle sorumluluk halleri dört tür durum bakımından ayrı ayrı incelenebilir:

  • İdarenin olumsuz işlemi nedeniyle veya idarenin yerinde olmayan bir işlemi sonucunda oluşan zararlardan doğan sorumluluk,

  • idarenin izinli özel güvenlik birimleri hakkında yeterli denetim yapmadığı hallerde doğan sorumluluğu,

  • izinsiz özel güvenlik faaliyetleri nedeniyle sorumluluk,

  • İdarenin özel güvenlik faaliyetleri nedeniyle kusursuz sorumluluğu.

Bu nedenlerden hizmet kusuruna dayananların açıklanması daha kolay görünmektedir. Birinci durumda idarenin olumsuz bir işlemi nedeniyle zarar meydana gelebilecek ve idare bu nedenle sorumlu tutulabilecektir. Bir kişi tehlikede olduğunu haklı nedenlere dayandırarak özel güvenlik izni isteminde bulunmuş ve reddedilmiş; bu ret kararının ardından kişi gerçekten de belli bir zarara uğramışsa burada idarenin hizmetinin kötü işlemesinden bahsedilebilecektir. Diğer bir olasılık da idarenin koşulları taşımamasına rağmen özel güvenlik izni vermesi ya da verilen teçhizat bakımından kurduğu işlemin somut gerçeklik karşısında yerinde olmaması şeklinde olabilir.

İkinci durum olan idarenin yeterli denetimi yapmaması da olumsuz bir eylem sonucunda bir hizmet kusuru niteliğinde olacağından idarenin sorumluluğu gündeme gelebilecektir.lxvii Ancak burada elbette olayın özelliklerine göre idarenin denetimi ile ortaya çıkan zarar arasında uygun illiyet bağı kurulabilmelidir.

Üçüncü durum daha ilginç bir durumu ortaya çıkarmaktadır: Eğer bir kurum veya kişi nezdinde, yasa kapsamına girmesine rağmen izinsiz özel güvenlik faaliyeti gösteriliyorsa bu durumda sorumluluk nasıl olmalıdır? Bu tür durumlarda özel güvenlik sorumluluk sigortası da bulunmadığından bu soru, olaylarda büyük önem taşıyacaktır. Bu tür bir durumda özel güvenlik ile üçüncü bir kişi arasında silahlı çatışma çıkmış ve her ikisi de yaralanmışsa nasıl bir durum ortaya çıkacaktır? Ortada iki özel kişi arasındaki bir çatışma vardır ve ceza hukukunun müessir fiile ilişkin hükümleri mi uygulanmalı ve kişilerin birbirinden isteyeceği tazminat da tamamen borçlar hukuku çerçevesinde -en iyi ihtimalle istihdam edenin sorumluluğu hükümleri doğrultusunda özel güvenlik görevlisinin işvereni de kapsama sokulmak suretiyle- mi belirlenmelidir? Bu durumda idare hukukunun girdiği tek alan izinsiz faaliyet nedeniyle idari yaptırım uygulamak mı olmalıdır? Kanımızca bu sorulara olayın özelliklerine göre yanıt vermek gerekecektir. Örneğin bu alanın herkesçe görünür bir yerde olması, daha önce burada dikkat çekici bazı olaylar veya ihbarlar olmasına rağmen herhangi bir denetim yapılmaması gibi koşullar varsa ve idare buna rağmen herhangi bir müdahalede bulunmamışsa sorumlu tutulabilecekken kişinin evinin önündeki bir korumasının birini yaralamasından dolayı idarenin sorumlu tutulması mümkün değildir.

Dördüncü olasılık, yani özel güvenliğin faaliyetlerinden idarenin sorumluluğu ise belki de en önemli tür sorumluluktur ve idarenin kusursuz sorumluluğunu ifade eder. İdarenin kusursuz sorumlu tutulabileceği haller ise öğretide tehlike ilkesi ve fedakarlığın denkleştirilmesi ilkeleri doğrultusunda kabul edilmiştir. Bu doğrultuda mesleki risk dikkate alınarak kolluk görevlilerinin meslekleri nedeniyle uğradıkları zararların tazmini için 2330 sayılı Nakdi Tazminat ve Aylık Bağlanması Hakkında Kanun çıkarılmıştır.lxviii Benzer biçimde diğer kamu görevlilerinin yürüttükleri hizmetler nedeniyle uğradıkları zararların da idarece tazmin edilmesi gerektiği yargı içtihatları ile kabul edilmiştir.lxix

Özel güvenlik görevlilerinin eylemlerini idarenin sorumlu tutulabileceği diğer eylemlilik alanlarından farklı kılan, özel kişilerin devlete mahsus kabul edilen bazı yetkileri kullanabilmesi ve bu kişilere bireyler karşısında kamu gücünü kullanmak bakımından kimi ayrıcalıklar verilmiş olmasıdır. Bu bakımdan, idare hukukunun uygulanma alanının belirlenmesi bakımından ölçüt olan kamu gücünün kullanılması ölçütü özel güvenlik görevlilerinin eylemleri bakımından mevcuttur; ancak organik bakımından tipik bir idare değil, idareye tanınan bazı kamusal ayrıcalık ve yükümlülükleri taşıyan bir özel kişi bulunmaktadır ve asıl sorun bu noktada toplanmaktadır. Bu bakımdan, bu kişilerin kullandıkları yetkinin bir kamu gücü kullanma niteliğine sahip olup olmadığı büyük önem taşımaktadır.

İdarenin bazı yetkilerini özel kişilere devrettiği ve bu kişilerin idareye has özellikte yaptığı işlemlerin idari yargının denetimine tabi kılınabildiği dikkate alınaraklxx özel güvenlik görevlilerinin normal bir vatandaşın kullanabileceği yetkileri ile adli veya idari kolluk gibi hareket ettiği yetkilerini kullanması bakımından bir ayrım yapmak mümkündür. Bu ayrım doğrultusunda özel güvenlik görevlilerine kolluk teşkilatı benzeri yetkileri kullanmasından kaynaklanan zararlardan dolayı idarenin de sorumlu tutulabilmesi kuramsal olarak fiili memur teorisine göre de gündeme gelebilecektir. Fiili memur teorisi en temelde yetkisiz bir kişinin yaptığı işlemlerin belirli koşullarda geçerli sayılmasını ifade eder.lxxi Fiili memur, hukuka aykırı biçimde atanmış olup da işlemler yapan bir memurun işleminin geçerli sayılmasının yanı sıra bazı olağanüstü ve zorunlu hallerde idarenin bir organı gibi işlem yapan kişilerin eylemlerinin idarenin işlemi olarak sayılmasılxxii şeklinde de karşımıza çıkabilir.lxxiii Bu kuram doğrultusunda yasada sayılan ve o sırada genel kolluk görevlilerinin orada bulunmasına olanak olmayacağı düşüncesiyle özel kamusal yetkilerle donatılan, idare ile organik olarak da denetim ya da doğrudan emri altına girme şeklinde bağlar kurulmuş özel güvenlik görevlilerinin eylemleri idarenin eylemi gibi kabul edilerek idarenin bundan sorumlu tutulabilmesi gerekecektir.

Burada akla gelen bir başka soru da, idarenin sorumluluğunun bulunabileceği bir durumda zarar gören kişinin doğrudan idareye başvurup başvuramayacağıdır. Konuyla ilgili 1982 Anayasası’nın 129. maddesinin 5. fıkrasında şu düzenlemeye yer verilmiştir: “Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir.” Bu konuda tartışmalara yol açan 1965 tarihli Devlet Memurları Kanunu’nun “Kişilerin Uğradıkları Zararlar” başlıklı 13. maddesi ise şöyledir: “Kişiler, kamu hukukuna tabî görevlerle ilgili olarak uğradıkları zararlardan ötürü, bu görevleri yerine getiren personel aleyhine değil, ilgili kurum aleyhine dava açarlar. ……Kurumun, genel hükümlere göre sorumlu personele rücu hakkı saklıdır.” İki madde karşılaştırıldığında 13. maddenin zararın niteliğini belirtilirken kullanılan “kamu hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak” uğranılan zararları kapsama alması dikkat çekicidir. Bu bakımdan, yasa maddesinin Anayasa’nın 129/5 hükmünden en önemli farkı, memurlar ve kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan dolayı zarar doğması şeklinde organik bir bağ değil, görevin niteliğine bağlı olarak “kamu hukukuna tabi görevler”le bağ kurulmasıdır. Bu bakımdan, gerek 2495, gerekse 5188 sayılı yasaların getiriliş amacının, kamu düzenini yerine getirme işlevinde giderek artan öneme sahip bu hizmetlerin gerek denetim, gerek sorumluluk bakımından kamu hukuku rejimine tabi tutmak olduğu, bu görevlilerin ceza yasası bakımından memur gibi muamele görmesi, gerektiğinde bazı kamu görevlilerinden doğrudan emir alması gibi düzenlemelerden de açıkça anlaşılmaktadır. Bu bakımdan yukarıda da değinildiği üzere, bu hizmetler “kamu hukukuna tâbi görevler” olarak sayılmaktadır ve eğer bu güvenlik görevlisinin faaliyeti ile doğrudan bağ kurulabilecek bir idari organ var ise idare aleyhine doğrudan dava açılarak daha sonra idarenin sigortaya rücu edebileceğinin kabul edilmesi mümkün görünmektedir. Kaldı ki bu tür bir kabul, hem yasanın amaçladığı sistemin geneline, hem de bireyleri bu faaliyetlerden doğacak zararlardan korumak anlamında daha etkin bir sisteme imkan tanıyacaktır. Özellikle sigorta sisteminin karmaşıklığı ve sorumluluk miktarı veya kusur oranı gibi teknik konularda çıkabilecek uyuşmazlıkların niteliği düşünüldüğünde idarenin öncelikli sorumluluğu, zarar görenler lehine olacaktır.

Yasal Düzenleme İhtiyacı hk.

Özel güvenlik hizmetleri artık ekonomik hayatın inkar edilemez bir gerçeği haline gelmiştir ve muhtemelen önümüzdeki yıllarda kapsamı daha da genişleyecektir. Bununla birlikte, Almanya özelinde de belirtildiği gibi, yasal düzenlemeler özel güvenliğin gelişim hızı karşısında yeterli olamamıştır. Bu bağlamda, devletin bu gelişmeler karşısında özel güvenliğin sınırlarını belirleyerek hukuki belirlilik ve güvenliğin sağlanması için mekanizmalar geliştirmesi gerekmektedir. Bu konuda yapılacak bir yasal düzenlemede dmeokratik meşruluk ve devlet güdümü ve denetim olanakları olmasızın güvenli bir sistem kurulamayacağı dikkate alınmalıdır. Bu tür bir yasal düzenleme temelde şu sorulara cevap vermelidir: (a) Hangi güvenlik hizmetlerinin özel güvenlik tarafıından görülebileceği, (b)Üçüncü kişiler karşısında özel güvenliğin ne gibi yetkileri olduğu, (c) Özel güvenlik birimlerinin eğitimi, güvenirliğinin sağlanması ve devlet tarafından denetimi, (d) Özel güvenlik birimlerinin denetiminin nasıl ve hangi kapsamda yapılacağı, (e) Polisle hangi durumlarda ve ne kapsamda bir işbirliği içinde olacakları. Bunların içinde en önemlilerinin de özellikle kamusal alanlardaki yetkilerinin olduğunu da ayrıca belirtmek gerekir.lxxiv

Türkiye’deki hukukî duruma bakıldığında, özel güvenlik konusunda yapılan yasal değişikliklerin yetersiz olduğu ve var olan düzenlemelerin kamusal güvenliğin sağlanması bakımından özellikle temel hak ve özgürlükler bakımından sakıncalar içerebileceği görülmekte; ayrıca en önemli konulardan biri olan denetim ve bu denetim nasıl yapılacağı gibi sorunlar çözülmüşe benzememektedir. İdare hukukunun önemli bir kaynağı olarak içtihada bakıldığında da henüz bu konunun yargı kararlarına pek yansımadığı görülmektedir.lxxv

Sonuç

Özel güvenlik uygulamasının giderek daha fazla yaygınlaşmasıyla beraber, farklı kişiler bakımından farklı güvenlik standartlarının oluşturulması, bir yandan eşitlik ve adalet ilkelerini tahrip edebileceği gibi, bir yandan da kendi alanını ya da çıkarını korumak için şiddet kullanma yetkisine sahip birimlerin ortaya çıkışı başka sorunlara yol açabilecektir. Diğer yandan, özel güvenlik uygulamasının yaygınlaşması ve düzenlenmesi, sosyal devlet ilkesindeki kapsam daralmasının bir sonucu gibi görünse de bu uygulama devletin sırtından bir “yük” kalkmasından öte daha büyük yükler getirebilecek gibi görünmektedir.

Bu konuyu düzenleyen 5188 sayılı yasa ve konuyla ilgili mevzuata bakıldığında, bu kuralların yetki ve sorumluluk gibi pek çok sorunu barındırdığı ve kolluk yetkilerinin devredilmezliği ilkesini sorgulamaksızın bu tür uygulamalara gidilmesinin tahmin edilenden daha olumsuz sonuçlar doğurabileceği dikkate alınmalıdır. Özellikle özel güvenliğin özel alanların korunmasının ötesine geçip kamusal alana da taşarak kamu düzeninin korunması işlevini de yerine getirmeye başlaması özel güvenlik konusunu daha da tartışmalı hale getirmiş ve kolluk yetkilerinin özel kişilere devredilip devredilmediği sorusu gündeme gelmiştir.

Özel güvenlik uygulamasının kolluk yetkilerinin devredilmezliği ilkesine aykırılık oluşturup oluşturmadığı konusunda yapılacak değerlendirme öncelikle özel güvenlik görevlilerinin kullandığı yetkinin içeriğine, yani işleve ve bu işlevlerin niteliğine bakılarak yapılmalıdır. Bu bakımdan, özel güvenlik görevlilerinin sadece mamelek veya kişi üzerinde bir koruma sağladığı ve bu güvenlik hizmetinin doğrudan kamu düzeninin korunması ile ilişkili olmadığı hallerde kolluk yetkisinin devredilmezliği ilkesinin ihlalinden bahsedilemeyecekken, doğrudan bir kişi veya mameleki değil de daha geniş bir mekan ve çok sayıda insanın can güvenliği ile ilişkilenebilen kamusal alanlarda ve normal bir vatandaştan daha üstün güç ve yükümlülüklerle donatılmış yetkilerin kullanımı söz konusu olduğunda ise bu ilkenin ihlal edildiğinden bahsetmek mümkün olacaktır.

Devletin egemenlik yetkisini kullanmasının en temel araçlarından biri olan ve güvenlik gibi vatandaşların en temel hakkı olan yaşam hakları başta olmak üzere hemen hemen tüm temel hakların gerçekleştirilebilmesinin ön koşulu olan güvenliğin ve kamu düzeninin sağlanması işlevinin özel kişilere devredilerek devletin bu alandan elini çekmesi, temel hak ve özgürlüklerin korunabilmesini olanaklı olmaktan çıkarabilecek; sosyal sözleşme kuramının da temelinde yer alan kişilerin güvenliğinin sağlanması ve eşit, adaletli bir sistem kurulması hedefi ciddi biçimde zedelenebilecek, güvenlik krizlerinin yaşandığı günümüzde daha büyük sorunlara yol açabilecektir.

KAYNAKÇA

  • Müslüm Akıncı, “Özel Güvenlik Kolluğuna İlişkin Denetim ve Yaptırım Düzeni”, Polis Dergisi, S.43.

  • Müslüm Akıncı, “İdare Hukuku Açısından Özel Güvenlik Kolluğu”, Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, S.4, Ocak 2005

  • Balta, Evren, “Bildiğimiz Anlamda Devletin Sonu mu? İmparatorluk ve Özel Ordular”, Birikim, S. 178, 2004

  • Tanıl Bora, “Özel güvenlik ve ‘polis toplumu’ ”, Birikim, S. 178, 2004

  • De schutter, Olivier, “The responsibility of states”, in Private Security, Public Order, ed. Simon Chesterman ve Angelina Fisher, Oxford University Press, 25-46.

  • Gözler, Kemal, İdare Hukuku Dersleri, Ekin Yayınları, Bursa, 2010

  • Gözler, Kemal, İdare Hukuku, Ekin Yayınları, Bursa, 2006.

  • Gülcü, Mustafa, “Özel Güvenlik Şirketlerinin Dünkü ve Bugünkü Hukuki Durumu”, Polis Dergisi, S. 42

  • Gülcü, Mustafa, Özel Güvenlik Hukuku, Kardeşler Matbaacılık, İstanbul, 2004.

  • Günday, Metin, İdare Hukuku, İmaj Yayınları, Anara, 2003.

  • Güran, Sait, “Anayasa Mahkemesi’nin 1982 Anayasası Döneminde Personel Hukukuna Bakışı”, Anayasa Yargısı, C.6,

  • Haspolat, Evren, “5188 sayılı Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanun Bağlamında Özel Güvenlik Olgusunun Değerlendirilmesi”, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=4113.

  • Karahanoğulları, Onur, Kamu Hizmeti, Turhan Kitabevi, Ankara, 2004.

  • Likosky, “The privatization of violence”, in Private Security, Public Order, ed. Simon Chesterman ve Angelina Fisher, Oxford University Pres, 11-25.

  • Ian Loader, “Thinking Normatively about private security”, Journal of Law and Society, V. 24., N. 3, s. 378

  • Loyo, Harry, “Özel Güvenlik Kuruluşları Polisin Bir Alternatifi Midir?”, Çev. Kenan Çıkar, Polis Dergisi, S. 38.

  • Neocleous, Mark, Toplumsal Düzenin İnşası (Polis Erkinin Eleştirel Teorisi), Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2006

  • Özay, İl Han, Günışığında Yönetim, Alfa Yayınları, İstanbul, 1999.

  • Poggi, Gianfranco, Devlet: Doğası, Gelişimi ve Geleceği, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007

  • Ragıp Sarıca, “Hizmet Kusuru ve Karakterleri”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, 1949, C. 15, S.4

  • Sarre, Rick, “Legal Sources of Private Security Powers”, Canberra Law Review, V. 7, 2003

  • Schenke- “Staatliche Haftung für Fehlverhalten von Privaten, die in die Erfüllung staatlicher Aufgaben einbezogen sind”, in Die Einbeziehung Privater in die Erfullung öffentlicher Aufgaben, Duncker&Humblot.

  • Shearing & Stenning, “Private Security: Implications for social control”, Social Problems, V. 30, No. 5, 1983.

  • Steegman, Christoph, “Die Privatisierung polizeilicher Aufgaben”, ed. Chrristopher Gusy, Privatisierung von Staatsaufgaben: Kriterien- Grenzen- Folgen, Nomos Verlagsgesellschaft, 1998.

  • Tan – Gözübüyük, İdare Hukuku C.I, Turhan Kitabevi, Ankara, 2006.

  • Traeger, Tesse, Die Haftung des Staates bei der Einschaltung privater Kräfte zur Erfüllung öffentlicher Aufgaben, Peter Lang, 1998.

  • Ulusoy, Ali, Kamu Hizmeti İncelemeleri, Ülke Kitapları, İstanbul, 2004

  • Ünsal, Faruk, “Özel Güvenliğin Kolluk Hizmetlerindeki Konumu”, Polis Dergisi, S. 42

  • Yenisey, Feridun, Kolluk Hukuku, Beta Yayınları, İstanbul, 2009

  • Ying, Liu, “Über das Sicherheitsgewerbe in China”, Hrsg Wang Weida, Efüllung der öffentlichen Aufgabe durch Privatrecht, CDHK-Schriftenreihe Rechtswissenschaft, 2004

Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Anabilimdalı öğretim görevlisi, dcsever@atilim.edu.tr

i Gianfranco Poggi, Devlet: Doğası, Gelişimi ve Geleceği, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007, s.5 vd.

ii Mark Neocleous, Toplumsal Düzenin İnşası (Polis Erkinin Eleştirel Teorisi), Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2006, s.74.

iii Neocleous, Toplumsal Düzenin…, s. xii.

iv 5188 sayılı Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanun, Kabul Tarihi: 10.06.2004, RG: 26.06.2004, S. 25504. Bu yasayla 1981 yılında çıkarılan 2495 sayılı Bazı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Güvenliğinin Sağlanması Hakkında Kanun yürürlükten kaldırılmıştır.

v Rick Sarre, “Legal Sources of Private Security Powers”, Canberra Law Review, V. 7, 2003, s.111.

vi Özel mülkün korunması için birilerinin istihdam edilmesi anlamında özel güvenlik, Roma İmparatorluğunda vigiles adı verilen ve yangınları söndürmek ile gece bekçiliği yapmakla görevli bazı kişiler şeklinde görülmekteydi. Evren Haspolat, “5188 sayılı Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanun Bağlamında Özel Güvenlik Olgusunun Değerlendirilmesi”, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=4113.

vii Feridun Yenisey, Kolluk Hukuku, Beta Yayınları, İstanbul, 2009, s. 22-23.

viii Toplu özel mülkiyet kavramı, günümüzde giderek yaygınlaşan alışveriş merkezi gibi farklı mülk sahiplerinin bir araya gelmesiyle oluşan ve sokaktaki herhangi bir dükkandan farklı biçimde ortak bir yönetim ve kurallara sahip yeni kamusal alanlar türemesine neden olan bir mülkiyet tipini kullanmak üzere “mass private property” sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmıştır.

ix Ian Loader, “Thinking Normatively about private security”, Journal of Law and Society, V. 24., N. 3, s. 378.

x Loader, “Thinking…”, s. 379.

xi Steegmann, 243.

xii Steegmann, 243.

xiii Steegmann, s. 244.

xiv Loader, s.380.

xv Walzer’dan aktaran Loader, s. 382.

xvi Loader, 382.

xvii Örneğin Britanya’da British Security Industries Association adı altında bir birlik faaliyet göstermektedir ve bu birliğin yetersiz olduğu belirtilmektedir.

xviii Loader, s. 385

xix Liu Ying, “Über das Sicherheitsgewerbe in China”, Hrsg Wang Weida, Efüllung der öffentlichen Aufgabe durch Privatrecht, CDHK-Schriftenreihe Rechtswissenschaft, 2004, s. 92.

xx Ying, s. 92.

xxi Ying, s. 93.

xxii Christoph Steegman, “Die Privatisierung polizeilicher Aufgaben”, ed. Chrristopher Gusy, Privatisierung von Staatsaufgaben: Kriterien- Grenzen- Folgen, Nomos Verlagsgesellschaft, 1998, s. 237.

xxiii Tanıl Bora, “Özel güvenlik ve ‘polis toplumu’ ”, Birikim, S. 178, 2004, s. 20

xxiv www.birgun.net, 29.09.2006.

xxvi Shearing & Stenning, “Private Security: Implications for social control”, Social Problems, V. 30, No. 5, 1983, s. 493.

xxvii Shearing & Stenning, “Private Security: Implications…”, s. 497.

xxviii Ying, s. 98.

xxix Evren Balta, “Bildiğimiz Anlamda Devletin Sonu mu? İmparatorluk ve Özel Ordular”, Birikim, S. 178, 2004, s. 13-18. Balta bu doğrultuda artık oyunun baş aktörünün ulus devlet değil, piyasa-devlet olduğunu ve piyasa devletin temel görevinin ise yurttaşlarına güvenlik sağlamak değil, ekonomik fırsat alanlarının maksimizasyonu olduğunu belirtmektedir. Ona göre, bu noktada güvenliğin kendisini de bir ekonomik fırsat alanı, kar ve kazanç kapısı olarak gören bir anlayışla karşı karşıya kalmaktayız.

xxx Shearing&Stenning, “Private Security: Implications…”, s. 494; Sarre, “Legal Sources of…”, s. 113.

xxxi İl Han Özay, Günışığında Yönetim, Alfa Yayınları, İstanbul, 1999, s. 501; Mustafa Gülcü, Özel Güvenlik Hukuku, Kardeşler Matbaacılık, İstanbul, 2004, s.11; Faruk Ünsal, “Özel Güvenliğin Kolluk Hizmetlerindeki Konumu”, Polis Dergisi, S. 42, s. 49.

xxxii Bu şekilde korunacak yerler 2495 sayılı yasanın 2. maddesine göre “milli eğitim ve öğretim ve ekonomi ile Devletin savaş gücüne önemli ölçüde katkısı bulunan baraj, enerji santralleri, rafineri, enerji nakil hatları, akaryakıt nakil, depolama, yükleme tesisleri ve benzeri yerlerde, sivil trafiğe açık Devlet eliyle işletilen hava meydanları ve limanlar, tarihi eserler, ören yerleri, sit alanları, açık ve kapalı müzeler, sanayi ve ticari ve turistik tesisler” olarak belirlenmiştir.

xxxiii 2495 sayılı yasanın 2. maddesine eklenen 2. fıkraya göre “(Ek: 4/4/1995 – 4102/1 md.) İstanbul ve diğer şehirlerdeki kapalıçarşı ve buna benzer ticari, turistik tesislerde bu Kanun hükümleri çerçevesinde özel güvenlik teşkilatı kurulabilir….”

xxxiv Örneğin bir şirketin ana sözleşmesinde güvenlik hizmetleri verileceğine ilişkin ek yapılması talebi İçişleri Bakanlığı tarafından reddedildiğinde açılan davada Ankara 5. İdare Mahkemesi üçüncü kişilere güvenlik hizmeti verilmesinin mümkün olmadığı gerekçesiyle davayı reddetmiştir. (23.10.2003, E. 2003/1066) Bunun dışında İstanbul Valiliği de bir olayda 2495 sayılı yasanın şirketlere böyle bir imkan sunmadığını belirterek ret işlemi kurmasına karşı açılan davada İstanbul 5. İdare Mahkemesi, işlemin icrai bir karar olmadığından hareketle davayı reddetmiştir. (aktaran: Mustafa Gülcü, “Özel Güvenlik Şirketlerinin Dünkü ve Bugünkü Hukuki Durumu”, Polis Dergisi, S. 42, s. 98.

xxxv Bu yasa döneminde örneğin bir genelge doğrultusunda 100 yatak ve üstünde kapasiteye sahip turistik tesisler özel güvenlik birimi kurmak zorunda olmalarının yanı sıra kaç güvenlik görevlisi bulunacağına dahi kamu kurumları karar vermekteydi.

xxxvi Sarre, “Legal Sources of…”, s. 112.

xxxvii Özel güvenlik görevlilerinin sendikaya üye olamamaları nedeniyle toplu iş sözleşmesi hükümlerinden yararlanamadıkları, bu durumun temel hak ve özgürlükler bağlamında ciddi sorunlar içerdiği, getirilen bu sınırlamanın içerik anlamında da gerekli olmadığı belirtilmektedir. Bu doğrultuda 2495 sayılı yasa döneminde siyasi partiye üye olma yasağına ilişkin Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmuşsa da Anayasa Mahkemesi Anayasa’nın geçici 15. maddesi nedeniyle bu başvuruyu inceleyememiştir. E. 2000/37, K. 2000/14.

xxxviii Faruk Ünsal, “Özel Güvenliğin Kolluk Hizmetlerindeki Konumu”, ….s. 49.

xxxix Son beş yılda özellikle kampüslerde özel güvenliklerle ilgili çok sayıda olay yaşandığı ve bunların sıklıkla gazetelere yansıdığı görülmektedir. Örneğin, http://www.aktifhaber.com/news_detail.php?id=169641, http://www.taraf.com.tr/haber/mulkiye-degil-ozel-harbiye.htm

xl Özel güvenlik komisyonu yasanın 4. maddesine görebu Kanunda belirtilen özel güvenlikle ilgili kararları almak üzere valinin görevlendireceği bir vali yardımcısının başkanlığında, il emniyet müdürlüğü, il jandarma komutanlığı, ticaret odası başkanlığı, sanayi odası başkanlığı temsilcisinden oluşur.” Komisyon özel güvenlik izni verilmesi vb. yetkiler kullanabilen ve bu bakımdan özel güvenlik bağlamında en önemli karar organıdır. Bu türden önemli kolluk yetkileri içeren bu komisyonda ticaret ve sanayi odası başkanlığının beş kişilik bu komisyonda iki kişilik yere sahip olmaları da kolluk yetkilerinin devredilmezliği ilkesi bakımından değerlendirilebilecek ayrı bir konudur.

xli Lavialle’den aktaran, Tan, Gözübüyük, İdare Hukuku C.I, Turhan Kitabevi, Ankara, 2006, s. 729.

xlii Günday, İdare Hukuku, s. 518-519.

xliii Sait Güran, “Anayasa Mahkemesi’nin 1982 Anayasası Döneminde Personel Hukukuna Bakışı”, Anayasa Yargısı, C.6, Ankara, s.43

xliv RG 28.11.1975, S. 15426.

xlv Anayasa Mahkemesi, 4.4.1991E. 1990/12, K. 1991/7.

xlvi Anayasa Mahkemesi, 24.12.1986, E. 1985/20, K. 1986/30.

xlvii Anayasa Mahkemesi, 10.12.1987, E. 1985/5, K. 1985/23.

xlviii E. 2005/110, K. 2005/111, 29.12.2005

xlix Anayasa Mahkemesi, 19.4.1988, E. 1987/16, K. 1988/8 (İptal); 21.2.2008, E. 2005/10, K. 2008/63 (ret); 22.11.2007 tarih ve E.2004/114, K.2007/85 (ret).

l Ulusoy’un ayrımıyla mutlakçı ve göreceli anlayışlardan ilkine göre bir hizmetin kamu hizmeti niteliğinde olup olmadığı onun toplum hayatı için mutlaka gerekli olup olmamasına, yani içeriğine bakılarak anlaşılır ve bu tür faaliyetler kamu hizmeti olmaktan çıkarılamaz. Diğer görüşe göre ise bu konuda yasa koyucunun takdir yetkisi bulunmaktadır. Ancak Anayasa Mahkemesinin Anayasayı yorumlarken ilk görüşe daha yakın olduğu görülmektedir. Ali Ulusoy, Kamu Hizmeti İncelemeleri, Ülke Kitapları, İstanbul, 2004, s. 21-28.

li Onur Karahanoğulları, Kamu Hizmeti, Turhan Kitabevi, Ankara, 2004, s. 60.

lii 5202 sayılı Savunma Sanayi Güvenliği Kanunu’nun 8. maddesi ile bu kanun kapsamında faaliyet gösteren gerçek ve tüzel kişiler, 10.6.2004 tarihli ve 5188 sayılı Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanun hükümlerine göre, tesislerinde gerekli fizikî koruma önlemlerini almak zorunda olduğu düzenlenmiştir.

liii Gözler, Kemal, İdare Hukuku, s. 463. (Yazarın 2495 sayılı yasa hakkındaki görüşleri ele alındığından kitabının eski baskısındaki görüşleri aktarılmıştır.)

liv Hemen belirtmek gerek ki, 2495 sayılı yasa, Anayasa’nın geçici 15. maddesi kapsamına girdiğinden yakın zamana kadar Anayasa Mahkemesi’nin önüne gelmeksizin uygulanmıştı. 2001 değişikliği sırasında geçici 15. maddenin son fıkrasındaki değişiklik ile birlikte, artık bu yasalar da Anayasa Mahkemesine götürülebilmeye başlandı ve Danıştay 12. Daire’nin başvurusuyla 2495 sayılı yasanın 16/h bendi iptal edildi. Ancak, bu başvuru sadece güvenlik görevlilerinin son beş yıl içinde bir partiye üye olmamalarını giriş koşulu sayan koşulun 10. maddeye aykırılığını içeriyordu.

lv Bununla birlikte Gözler 5188 sayılı yasa çıktıktan sonraki baskısında, özel güvenlikle ilgili düzenlemeleri değerlendirirken konuyu 128. madde kapsamında değerlendirmeksizin kolluk yetkilerinin devredilmezliği ilkesinin içtihadi bir ilke olup buna aykırı yasa çıkarılabileceğini savunmaktadır. Gözler, Kemal, İdare Hukuku Dersleri, Ekin Yayınları, Bursa, 2010, s. 590.

lvi Kişilerin belli durumlarda güvenliği sağlamak konusunda belli yetkilerle donatılmış olması da bunun göstergelerindendir.

lvii Harry Loyo, “Özel Güvenlik Kuruluşları Polisin Bir Alternatifi Midir?”, Çev. Kenan Çıkar, Polis Dergisi, S. 38, s. 500.

lviii Likosky, “The privazition …”, s. 19-20.

lix Responsibility of States for Internationally Wrongful Acts, 9.6.2001, http://untreaty.un.org/ilc/texts/instruments/english/draft%20articles/9_6_2001.pdf

lx Olivier De schutter, “The responsibility of states”, s. 31.

lxi Bu konuda Uluslararası Adalet Divanı’nın Bosna davasında verdiği karar dikkat çekicidir: Bu kararında mahkeme, Bosna’da yaşanan soykırımı gerçekleştirenlerin hukukî bir bağ olmasa da fiilen bir devlet organı olarak hareket ettiğini kabul ederek devletin sorumluluğuna gitmiştir.

lxii Olivier De schutter, “The responsibility of states”, in Private Security, Public Order, ed. Simon Chesterman ve Angelina Fisher, Oxford University Press, s. 27.

lxiii De schutter, “The responsibility…”, s. 34-35.

lxiv Müslüm Akıncı, “Özel Güvenlik Kolluğuna İlişkin Denetim ve Yaptırım Düzeni”, Polis Dergisi, S.43, s. 303; Müslüm Akıncı, “İdare Hukuku Açısından Özel Güvenlik Kolluğu”, Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, S.4, Ocak 2005, s. 26.

lxv Ragıp Sarıca, “Hizmet Kusuru ve Karakterleri”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, 1949, C. 15, S.4, s.857.

lxvi Metin Günday, İdare Hukuku, İmaj Yayıncılık, Ankara 2004, s.333-337.

lxvii
lxviii 5188 sayılı yasanın 15. maddesinin son fıkrasında da bu yasaya bir atıf yapılarak kamu kurum ve kuruluşlarında bu yasadaki görevleri yerine getirirken yaralanan, sakatlanan veya ölen güvenlik görevlilerine bu yasa hükümlerinin uygulanacağı belirtilmiştir. Ancak, bu fıkrada belirsiz olan şey, kamu kurum ve kuruluşlarında görev yapıp da bir özel güvenlik şirketine bağlı olan kişilerin de bu kapsama girip girmediğidir. Yasanın doğrudan lafzına bakıldığında bu tür bir ayrım yapılmadığından bu kişilerin de kapsama alınması gerektiği ortaya çıkmaktadır.

lxix Günday, İdare Hukuku, s. 344.

lxx Örneğin Jokey Kulübü’nün bazı işlemleri bu niteliktedir. Aktaran. Tan, Gözübüyük, İdare Hukuku, C.I, Turhan Kitabevi, Ankara, 2006, s. 730.

lxxi Gözübüyük- Tan, İdare Hukuku Genel Esaslar C.1, Turhan Kitabevi, Ankara, 2006, s. 446.

lxxii Ancak Danıştay, sadece Kurtuluş Savaşı dönemindeki bazı işlemler konusunda bu teoriyi kabul etmiştir; genel bir kabul olarak uygulamamaktadır.

lxxiii Tan- Gözübüyük, İdare Hukuku, s. 446-447; Gözler, İdare Hukuku, C.I, 640-643. Gözler kitabında zorunlu hallerde bir kamu görevini yerine getiren kişilere zaruri memur terimini kullanmaktadır.

lxxiv Steegmann, s. 249-251.

lxxv Oysa pek çok ülkede özel hukuk kişilerinin faaliyetlerinden idarenin sorumluluğu konusunda çok sayıda ve önemli mahkeme kararları bulunmaktadır. Bunların Almanya’daki bir derlemesi için bkz. Tesse Traeger, Die Haftung des Staates bei der Einschaltung privater Kräfte zur Erfüllung öffentlicher Aufgaben, Peter Lang, 1998.

  • Bu makale Sarper Süzek’e Armağan adlı eserde yayımlanmıştır. ( Beta Yayınları,Ankara,C.III, 3279-3311 /2011) 

Kolluk Yetkilerinin Devredilmezliği İlkesi Açısından Özel Güvenlik yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Faşist Hukuk Devleti Olur Mu? – Weimar Çökerken Schmitt’in Söyledikleri ve Türkiye’de Hukuk Devleti

$
0
0

Başlıktaki soru şu şekilde de kurgulanabilir: Hukuk devleti mutlaka liberal ya da sosyal olmak zorunda mıdır? Bu sorular; siyasi hesaplaşmaların uzun bir dönemden beri hukuki düzlemde yürütüldüğü, son günlerdeki devlet krizinin, aynı zamanda bir hukuk krizi olarak kendini gösterdiği ve siyasi iktidarın otoriterleşme eğiliminin gittikçe yoğunlaştığı Türkiye’de kuşkusuz önem taşıyor. Soruların yanıtlarını verebilmek için herhalde ilk olarak hukuk devletinin ne olduğunun ortaya konması gerekir, ama kavramın üzerindeki tarafsızlık ve nesnellik perdesinin adeta parçalandığı bu günlerde, hukuk idealizminin varsayımlarından sıyrılmaya çalışarak.

Hukuk devleti bir yandan çeşitli hukuki ilke ve kurumlar bütününe işaret eder. Ama uygulamaya dair bu özelliklere ön gelen bir şekilde, siyasi iktidarın örgütlenme tarzı olarak bir anlam ifade ettiğinin altını çizmek gerekir. Türkiye’de son dönemde yaşananlar da hukuk devletinin bu kurucu niteliği açısından tartışmalara neden olmaktadır.

Bir Vaat Olarak Hukuk Devleti

Hukuk devleti modern siyasi iktidarın meşru örgütlenme biçimidir. Bu anlamıyla bir yönetme tekniği olarak da değerlendirilebilir. Modern siyasi iktidarların meşruluğunun kaynağı, Türkiye’de de sıkılıkla vurgulandığı üzere “sandık” aracılığıyla kurulan temsil ilişkisidir; “milli irade” vurgusuna anlamını veren budur. Fakat şiddet tekeline sahip siyasi iktidarın bu meşruiyet kaynağına dayanarak yönetirken önemli bir iddiası daha vardır; o hukukla yönetir. Bu yönüyle yasallığın ya da hukukiliğin bizatihi kendisi, meşruluğun kurucu bir öğesidir.1

Hukuk devletinin büyülü yanını oluşturan basit varsayım budur. Yasa önünde herkesin eşit olduğu bu toplumsal düzende, yöneten ve yönetilen, kadınlar ve erkekler, sermaye ve işçi sınıfı ve örnekleri çoğaltılabilecek her türlü ayrım ortadan kalkar. Yasanın genel dili ve sistematiği sayesinde, verili toplumsal ve siyasi ilişkiler, gayri şahsi bir düzenin parçalarıdır artık. Hukukun düzenlendiği spesifik bir konu ya da koruduğu herhangi bir çıkar, hukukun sistematiği sayesinde genel bir görünüm arz eder. Üstelik herkesin çıkarını koruduğu varsayılan bu hukuk kuralları; siyasi iktidarı kullananların yanı sıra, siyasi iktidar alanının dışında olan, fakat günlük hayatın her alanında hissedilen, maruz kalınan iktidarları kullananlar için de bağlayıcıdır.

Hukuk devleti olma iddiası bu anlamıyla kuramsal bir ideal değildir sadece; Türkiye’deki hukuk sistematiğine, yürürlükte olan normlara adeta kazınmıştır, tıpkı diğer pek çok modern devlette olduğu gibi. 1982 Anayasası’nda, temel norm olarak Anayasa’nın, devlet aygıtı ve bir silsile içinde idari personelin tümü açısından bağlayıcı olduğu açıkça yazılıdır. Ünlü formülasyonla da “[h]içbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” Bunu tamamlayıcı olarak da “[e]gemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz.” Her iki hüküm de egemenliğin kayıtsız, şartsız millete ait olduğunu belirten 6. maddede yer alır. Bu haliyle yukarıda vurgulandığı üzere meşruiyetin kaynağının millet olduğu iddiasının yanı sıra onun kullanımının kişisel ve tabii sınıfsal olmadığı, olamayacağı ve siyasi iktidarın, temel normu Anayasa’nın oluşturduğu, gayri şahsi bir düzen içinde yetkilerini kullanacağı açıkça ortaya konmuş olur.

Siyasi iktidarın, hukukla yöneteceğine ve toplumsal ilişkileri hukuk aracılığıyla, yani “herkes” için geçerli, genel nitelikteki normlar aracılılığıyla düzenleyeceğine dair verdiği bu söz, kendisi için de vazgeçilmezdir. Öyle ki aslında bu hukukiliğin dışına çıkan olağanüstü hal rejimleri bile hukuki bir prosedürle başlar, sona erer ve tüm olağan dışılığına karşın o dönemler için dahi geçerli hukuki düzenlemeler vardır. Ve daha da ileri gidersek; gerek 1960, gerekse 1980 darbelerinin hemen ardından gerçekleştirilen ilk icraatların, fiili durumu hukuki bir çerçeveye oturtan yeni yasalar çıkarmak olduğu görülür. Bu son örnek öylesine anlamlıdır ki devlet aygıtını ele geçirenler açısından meşruiyetin kaynağı olarak sandık devreden çıksa dahi, yürütülen faaliyetlerin meşruiyeti için hukukun vazgeçilmezliğini gözler önüne serer. Daha da çarpıcısı, bu darbelerin gerekçesi olarak, milletin orduyu göreve davet ettiğine dair romantik söylemlerle “milli irade”ye dolaylı bir yollama yapılsa da, hukuki dayanak, yasa düzeyinde de olsa gösterilmeye çalışılmıştır. Türk Silahlı Kuvvetler İç Hizmetler Kanunu’nun geçtiğimiz aylarda değiştirilen ünlü 35. maddesidir burada kast edilen: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır.”

Hukukla yöneten bir iktidar bu niteliğiyle, bir darbe komitesinin ya da karizmatik bir liderin iki dudağından çıkan keyfi ve anlık kararlarla hükmetmediğini ileri sürebilir ve sürer. Hukukun bir diğer özelliği olan sabitlik ve süreklilik tam da bu noktada önem taşır. Hukuk; belirli prosedürler aracılığıyla oluşturulur ve her zaman yürürlükten kaldırılabilecek olsa da, bu gerçekleşene dek herkesi kapsayan bir düzenleme olarak varlığını korur. Bununla bağlantılı olarak her ne kadar partilerin egemen olduğu günümüz siyasi düzenlerinde yargı bağımsızlığı dışında anlamını büyük ölçüde yitirmiş olsa da, kuvvetler ayrılığı, yasama ve yürütme kuvvetlerinin ayrılığı olarak da hukuk devletinin öğelerinden biri olarak tanımlanabilir. Anayasa’yı ve yasaları yapma yetkisinin yasama organı aradan çıkarılarak, çok daha dar bir organın, örneğin bakanlar kuruluna açıkça devri, hukuk üretme faaliyetinin dar bir grubun tekelinde olduğunu gözler önüne sermesi nedeniyle, hukuk devleti olma vaadine gölge düşürecek bir durum olarak değerlendirilir hiç şüphesiz.

Hukuk devleti olma vaadinin; yasa önünde eşitlik ön kabulünün yanı sıra önemli bir tamamlayıcısı bulunmaktadır. Devletin hukukla yönettiği iddiasını denetleyecek bağımsız bir kurum: yargı. Bu sayede bir yandan siyasi düzenin gayri şahsi işleyişine bir güvence getirilerek, söz konusu vaat tahkim edilir; diğer yandan genel nitelikteki normlara göre karar veren yargıçların bağımsızlığı aracılığıyla hukuk uygulanmasındaki tarafsızlık iddiası pekiştirilir. Böylelikle hukukun genelliğinin sağladığı tarafsızlık görünümü, uygulayıcı konumdaki yargı organlarının tarafsızlığı söylemi ile katmerleşir.

Son olarak, hukuk devleti olmanın koşulu belirli hakları yurttaşlara tanımak olmasa bile, yurttaşların siyasi mücadeleler sonucunda kazandıkları hakların, hukuk devleti vaadinin gereği olarak, yine temel norm niteliğindeki anayasadan başlayarak ve ona uygun olarak uygulanması gerekliliği tartışmasız bir unsur olarak kendini gösterir. Bununla bağlantılı bir diğer öğe; üretilen hukukun genel, açık, anlaşılabilir ve ileriye dönük normlar içermesi, böylelikle hukuki öngörülebilirliğin güvence altına alınmasıdır. Gerek yasa önünde eşitliğin hayata geçirilmesi için -çünkü böylelikle tabi olanlar haklarını, iktidar sahipleri de yetkilerini bilir- gerekse tarafsız yargının denetiminin işleyebilmesi için -çünkü böylelikle siyasi iktidarın spesifik bir çıkarı koruyan, geriye yürüyen ya da özel bir düzenleme yaparak, düzenin gayri şahsiliğini ortadan kaldırması engellenebilir- hukuk güvenliğinin bu şekli özelliklerle sağlanması hukuk devletinin son özelliği olarak tanımlanabilir.

Hukuk Devletinin İşlevi

Çoğu kez varsayımsal düzeyde kalan tüm bu özellikleriyle hukuk devleti, yukarıdan aşağıya doğru kurulan rıza yaratma sürecinin önemli parçalarından birini oluşturur. Bu sayede gündelik yaşamda pek çok kişinin hissettiği adaletsizlikler ve baskılar ya da devlet aygıtının eril ve kapitalist niteliği; hukukun genelliği ve yarattığı gayri şahsi düzen aracılığıyla görünmez ya da daha tahammül edilebilir hale gelir. Ama daha önemlisi, hukuk devleti bir yönetme tekniği olarak yukarıdan aşağıya doğru örülse ve esas olarak siyasi iktidarın bir vaadi olsa da, aşağıdan, yani bireylerin örgütlü gücünden gelen baskı ve talepler de bu hukuki alana sızar. Dolayısıyla hukuk bir yandan genelliği ve sistematiği aracılığıyla spesifik çıkarları görünmez kılsa da, kitlelerin taleplerinin de içeriğine yansımasına izin vermek zorunda kalır. Bu özellik, hukukun ve devletin meşruluğunu pekiştiren çok önemli bir unsurdur ve aynı zamanda, bu ideali, verili toplumsal ilişkiler içinde kitleler için kolayca vazgeçilemeyecek bir araç haline getirir.

Hukuk devletinin dayandığı yasa önünde eşitlik ilkesi, kapitalist üretim ilişkilerinin bireyi piyasa karşısında eşitlemesi ve böylelikle artık değerin çekildiği emek sürecinde doğrudan baskıyı gereksiz kılmasıyla; siyasi iktidarın hukukla kayıtlanması da aynı süreçte hâkim sınıflardan görece özerkleşen devlet aygıtının, öncelikle bu sınıfların güvenliği için hukukla sınırlandırılmasının bir gereklilik olarak kendini dayatması ile mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla hukuk devletine dair yukarıda çizilen çerçeve esas olarak modern zamanlar için geçerlidir; fakat siyasi iktidarın asgari düzeyde de olsa kurallara dayanarak yönetmesi gerektiğine dair yaklaşımın izleri, modern öncesinin siyasi düşüncesinde ve hayatında vurgulanan bir olgu olarak karşımıza çıkar.

Bunun nedeni tabii ki, yönetilenlerin çıkarlarını korumak, onlara hukuk üzerinden bir mücadele hattı önermek ya da yasalar aracılığıyla bir güvence sağlamak değildir. Büyük düşün “adamları” yönetilenler için, onlar okusun diye yazmamıştır -ki zaten okuma yazmanın kitleselleşmesi de oldukça yeni bir gelişmedir. Örneğin Platon, Aristoteles, Cicero ve Aquinolu Thomas’ın eserlerinde yasaya bağlı yönetime dair öğütlerde öne çıkan vurgu, bunun, siyasi iktidarın istikrarını ve toplumun düzen içinde yaşamasını sağlama işlevidir. İktisadi ve siyasi alanın iç içe olduğu modern öncesi toplumların eşit hukuki özneler arasındaki hukuki bir ilişki ağı olarak kurgulanmasının olanaksızlığı açık olmakla birlikte, istikrar ve düzenin sağlanması için asgari kuralların varlığı bir gereklilik olarak kendini dayatır. Hâkim sınıflar arasındaki rekabetin kontrol altında tutulması ve bu sınıfların üyeleri arasındaki rekabetin, sınıfın genel çıkarına zarar vermesinin önlenmesi bu açıdan temel kaygıyı oluşturur.2 Hâkim sınıf üyeleri ya da fraksiyonları arasındaki rekabetin keskinleşmesinin en tehlikeli sonucu, bu sınıfın yıpranması ve rejimlerin en tehlikelisi olan demokrasinin, yine bu düşünürlerin tabiriyle “fakirlerin” yönetiminin kurulmasıdır.3 Hiçbir yasa ile bağlı olmayan bir tiranlık karşısında isyanın günah olup olmadığı dahi tartışmalı bir hale gelir.4 Bu çerçevede siyasi istikrar ve düzenin sağlanması amacıyla yönetenler için de “ahlaki” olarak bağlayıcı olan, onlara yol gösteren ve faaliyetleri açısından asgari bir uyumu sağlayacak kuralların oluşturulması, modern öncesi ve modern siyasi iktidarlar açısından ortak bir gereksinim olarak nitelendirilebilir.

Türkiye’de Hukuk Devleti: Kurgu, Uygulama ve Kırılma

Hukuk devletine cumhuriyetin nitelikleri arasında yer verilen 1982 Anayasası bu genel çerçeveye uygun olarak; yasa önünde eşitlik ilkesi üzerine kurulu, yargı bağımsızlığının kurumsal güvencelerle desteklendiği ve kapsamlı bir özgürlük listesinin yer aldığı bir hukuki düzen öngörmüştür. Fakat tabii ki uygulamada hukuk devletine dair bu vaadin yerine getirilmiş olduğu söylenemez ve cumhuriyet tarihinin önceki dönemleri açısından da farklı bir durum söz konusu değildir.

Hukuk devleti ilkesinin temelinde yer alan yasa önünde eşitlik ilkesi bağlamında düşünüldüğünde gerek yasalara gerekse uygulamaya yansıyan; kadınlara, cinsel yönelimlere, gayri Müslimlere, Alevilere ve Kürtlere yönelik ayrımcı düzenleme ve pratiklerin sayısız örnekleri akla gelir. Bunun dışında devlet personelinin ve diğer faillerin yargılanmaları sonucunda ve hatta yargılanma süreçlerinin başlamaması aracılığıyla adeta genel bir siyasa haline gelmiş cezasızlık, yine yasa önünde herkesin eşit olmadığını deneyimlememizi sağlar. Benzer bir şekilde Türkiye’nin önemli bir bölümünde yıllarca süren, özellikle işçi sınıfı ve Kürt hareketini baskılamak için yürürlüğe konan olağanüstü hal ve sıkıyönetim rejimlerinin yanı sıra; Terörle Mücadele Kanunu’nun yarattığı istisnai alanda faaliyet gösteren Devlet Güvenlik Mahkemeleri ve daha sonra da Özel Yetkili Mahkemeler aracılığıyla olağanlaştırılan olağan üstü yargı mekanizmaları, öngörülebilir bir hukuki düzenin parçası olan hukuk güvenliğinin tüm yurttaşlara sağlanmadığının bariz örneklerini oluşturur.

Peki, bu tablo karşısında son dönemde yaşananları hukuk devleti tartışmaları bakımından özgün kılan nedir? Burada iki temel kırılmanın altını çizmek gerekir. İlk kırılmaya, bir meşrulaştırma aracı olarak hukuk devleti söyleminin tarafsızlık ve nesnellik öğelerinin sorgulanmasına yol açan gelişmelerin yoğunlaşması neden olmuştur. İkinci ve temel kırılma ise, siyasi iktidarın Gezi direnişi ve 17 Aralık operasyonundan sonra meşruiyetini, yasallığa ve bunun yarattığı gayri şahsi düzene atıfla değil, olağanüstü koşulların gereği olarak yürütülen ve dost-düşman ayrımıyla şekillenen bir var olma mücadelesi üzerine inşa etmesinde yansımasını bulur.

Bir bütün olarak yargı organını güncel tartışmaların merkezine yerleştiren Ergenekon, Balyoz, KCK, ÇHD gibi büyük siyasi davaların, siyasetin yargısallaşmasının örnekleri olarak, içerdikleri, her şeyden önce usul hukuku ihlalleriyle, hukukun araçsallığı görünür kılarak ilk kırılmayı besledikleri söylenebilir. Söz konusu davalar aynı zamanda, yukarıda değinilen ikinci kırılma açısından da önem taşır, çünkü davaların meşruluğu, yürütülme şekilleri ve hukuk devleti ilkelerine bağlılıkları sayesinde ulaşacakları adil sonuçlar üzerine değil, bu “ayrıntıların” büyük ölçüde göz ardı edilmesini gerektirdiği ileri sürülen, büyük siyasi hesaplaşmaların kazanımları üzerine kurgulanmaktaydı. Diğer bir ifadeyle siyasetin yargısallaşması sürecinde öne çıkan esas amaç, hukukun gereklerini yerine getirerek suçluların ortaya çıkarılmasının ötesinde, “adalet”in yerini bulmasının sağlanmasıydı.

Hukukun araçsallığı meselesine geri dönülecek olursa, 2010 referandumuyla yüksek yargıyı da kapsayacak şekilde tamamlanan ve yargı üyelerinin kompozisyonunu değiştiren reformlar da bu ilk kırılmayı güçlendiren gelişmeler arasına eklenebilir. Ayrıca polis şiddetinin Batı’ya kayması ve 1 Mayıslarda ve üniversite eylemlerinde yoğunlaşması da hukuk devleti vaadini gittikçe artan oranda tartışmalı bir hale getirdi. AKP iktidarının hegemonyasını güçlendirmesinin ardından hız verdiği neo-liberal beden, kent ve çevre politikalarına dair hukuki düzenlemelerin erilliği ve sınıfsallığı; torba kanunlar aracılığıyla gerçekleştirilen, konunun uzmanı hukukçuların dahi takip etmekte zorlandığı bu hukuki düzenlemelerin açıklıktan yoksun ve belirsiz niteliği ve bu düzenlemeler aleyhine açılan davalarda, idari mahkemeler ve Anayasa Mahkemesi’nin tutumu da, hukukun araçsallığını gözler önüne seren örnekler arasında yer aldı.

Kuşkusuz Gezi direnişi de hukuk devletine dair her iki kırılmayı derinleştiren bir hareket olarak değerlendirilebilir. Gezi Parkı’na inşaat yapılmasının Koruma Kurulu tarafından reddedilmesi karşısında Başbakan’ın “reddi reddederiz” çıkışı, Kültür Varlıkları Yüksek Kurulu’nun hiçbir gerekçe göstermeden planı onaylaması, onaylı planlara dahi aykırı olarak başlayan inşaat, ardından gelen gösterilerde çadırlarının yakılması da dâhil olmak üzere uygulanan vahşi şiddet… Bu olayların, siyasi iktidarın kişiselleşmesinin kristalleştiği bir an olarak, Gezi direnişinin kitleselleşmesinde önemli bir rol oynadığı da düşünülebilir.

Fakat hukuk devletine esas darbeyi 17 Aralık sürecinin ardından yaşananların vurduğu söylenebilir. Bu tarihin, hukuk devletine dair ilk kırılma açısından önemli yanı; siyasetin yargısallaşması sürecinde ittifak halinde olan AKP ve Cemaat arasında başlayan kavganın, siyasi iktidar ile yargı-polis bloğu arasındaki bir çatışma olarak tezahür etmesidir. Bu gelişme, cumhuriyet tarihi boyunca devlet aygıtının kendi içinde büyük ölçüde sağlamayı başardığı uyum ve istikrarın yerle bir olması anlamına gelmekteydi ki bu iki unsur, hukuk devleti kurgusunun olmazsa olmazları arasında yer alır.

17 Aralık sürecinin, öncesindeki Gezi direnişiyle birlikte değerlendirildiğinde neden olduğu ikinci ve temel kırılma ise, yukarıda belirtildiği gibi, siyasi iktidarın söylem ve politikaları çerçevesinde açığa çıkmaktadır. Bu söylem; uluslararası komplolar, dış tehditler ve bunların yerli işbirlikçisi olarak faaliyet gösteren ve kapsamı gittikçe genişleyen kesimler karşısındaki mücadele ve hatta savaş temeline oturtulmaktadır. “Düşman”lara karşı yürütülen bu “var olma mücadelesinde” hukuk devletinin temel ilkeleri geri plana itilirken, gittikçe yoğunlaşan bir şekilde, pek çok hukuki yükümlülüğün, siyasi iktidarın meşru mücadelesini kısıtlayan gayri meşru engellere dönüştüğüne dair vurgu ağırlık kazanmaktadır. Bu, hukukiliğin kendi başına bir meşruluk aracı olmaktan çıkması biçiminde de okunabilir. Cumhuriyet tarihinin en güçlü ve karizmatik siyasi “önder”leri arasında zirveyi zorlayan başbakanın kişisel karizması ile desteklenen bu söylem, 2. İstiklal Savaşı nitelendirilmesiyle olağanüstü tedbirlere güçlü bir gönderme içerir.

Aslında tüm bu olgulara karşın hukuk, bu süreçte açıkça vazgeçilen bir öğe olarak değil, farklı bir içerikle araçsallaşan bir kurgu ile karşımıza çıkmaktadır. Sonuçta hukuki düzenlemeler ve kurumlar varlığını koruyor ve siyasi iktidar tarafından bir mücadele aracı olarak da kullanılmaya devam ediyor. İşte tam bu noktada bu yazının temel sorusuna dönülebilir. Tasvir edilen nitelikleri haiz bir siyasi iktidar örgütlenmesi bir hukuk devleti midir? Ya da Türkiye “nasıl” bir hukuk devleti olarak nitelendirilebilir? Sorunun yanıtı için Almanya’da Weimar Cumhuriyeti’nin çöküşü ve Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin (Nazi Partisi) iktidar tekelini ele geçirme sürecindeki hukuk devleti tartışmaları yol gösterici olabilir. Söz konusu dönem, Carl Schmitt’in makaleleri üzerinden incelenmeye çalışılacaktır.

Weimar Deneyimi: Schmitt, Nasyonal Sosyalizm ve Hukuk Devleti

Schmitt’in hukuk devletine dair 1928 yılındaki ilk makalesini, 1934 ve 1935 yıllarında yazdığı dört makale takip eder. Kavrama yönelik erken tarihli ilgisi 1928 tarihli makalesinin yanı sıra aynı yıl yayınlanan Anayasa Kuramı’na da yansımıştır. Bu aşamada Schmitt esaslı eleştirisini, temel hakların korunması ve kuvvetler ayrılığı üzerine kurulu olduğunu vurguladığı liberal hukuk devleti idealinin “sınırlandırıcı” işlevine yöneltir. Hukuk kuramı ve uygulamasında sahip olduğu hegemonyaya rağmen hukuk devleti, siyasi birlik olarak devleti nitelendirmek bakımından yetersiz kalır Schmitt’e göre, çünkü yalnızca sınırlandırmayı amaç edindiği için kurucu olamaz, “özgürlük hiç bir şey inşa edemez”.5 Gerek 1. Dünya Savaşı yenilgisinin, gerekse işçi sınıfı mücadelesinin güçsüz düşürdüğü Alman politik birliğinin yeniden inşası sürecinde hukuk devletinin kurumsal özelliklerini bu zemin üzerinde eleştiren Schmitt,6 Nazi partisinin iktidara geldiği ya da kendisinin tabiriyle nasyonal sosyalist devrimin gerçekleştiği 1933 yılının ardından ise, hukuk devletinin yeni devlet düzenindeki yeri ve gerekliliği meseleleri üzerine yoğunlaşır.

Schmitt’in bu aşamadan sonra geliştirdiği hukuk devleti eleştirisinin ilk kısmı, daha önceki görüşlerine paralel olan bir saptamaya dayanır: Tarihsel süreç içerisinde hukuk devleti ideali, siyasi iktidarı sınırlandırarak, yalnızca hukuk güvenliğini, böylelikle de öngörülebilirliği esas alan bir kanun devletini niteler hale gelmiştir. Bu nedenle çok farklı ideolojilere sahip siyasi iktidarlar da hukuk devleti olabilir, yeter ki adalet anlayışlarını belirli bir şekilde gerçekleştirsinler. Bu belirli şekil; önceden ilan edilen, içeriği belirli kuralların, tüm devlet müdahalelerinin çerçevesini çizdiği ve devlet aygıtının bu kurallara bağlı olduğu bir düzeni ifade eder. Bu şekle uyduğu sürece yalnız liberal değil, sosyal, komünist ve pek tabii nasyonal sosyalist bir hukuk devleti de olabilir. Dolayısıyla öngörülebilir bir hukuki düzen yaratıldığı sürece, bu hukuki düzenin maddi içeriğine hukuk devleti duyarsızdır.7 Hukuk güvenliğini sağlama işleviyle hukuk devleti, siyasi iktidarı -hangi ideolojiyi benimsemiş olursa olsun- sınırlandırır gözükse de, Schmitt bu saptamayla yetinmez ve eleştirisinin yıkıcı ikinci kısmına geçer.

Schmitt’e göre liberal ideolojinin hegemonyası altında biçimlenmiş olan liberal hukuk devleti ilkesi, devleti sınırlandırmak ve liberal bireyin hukuk güvenliğini sağlamak adına, adil olanı göz ardı eder.8Adalet ve hukuk güvenliği arasındaki zıtlığı, Almanya Parlamentosu yangını hakkında açılan davada bazı şüphelilerin beraat etmesinin ardından kaleme aldığı makalesinde, kanunsuz ceza olmaz ilkesi (nulla poena sine lege) üzerinden somutlaştır ve bu ilkenin karşısına, hiç bir suç cezasız kalmaz (nullum crimen sine poena) ilkesini yerleştirir. Schmitt’e göre hukuk devletinin; bazı ilke, norm, kurum ve metotlar aracılığıyla gerçekleştirmeye çalıştığı ve tek amacı haline gelen hukuk güvenliği, adalete ulaşmada sadece elverişsiz bir araç değildir, aynı zamanda açıkça adaletsiz sonuçlara yol açar.9 Bu şekilde hukuk devleti, doğrudan adalete yönelmiş bir devletin karşıt kavramı haline dönüşür, çünkü bu devlet, kendisi ve somut vakaların koşullarından doğan adalet arasına sabit normlardan bir sınır çeker.10 Böylelikle ceza yasaları, suçluların Magna Chartası, anayasa hukuku da vatan hainlerinin Magna Chartası haline gelir, çünkü devlet ve halk adeta boşluksuz bir yasallık tarafından bir bütün olarak zincire vurulmuştur; oysa hukuk, halkın yaşam hakkından türer, yasa ve yargı kararları ancak bu kaynaktan beslendikleri oranda hukuk olarak nitelendirilebilir.11

Schmitt böylelikle hukuki öngörülebilirliğin karşısına adaleti, yasallığın meşruluğu karşısına “hareket”in ve bu hareketin önderinin meşruluğunun yerleştirir.12 Bu şekilde, modern siyasi iktidarın meşru örgütlenme biçimi olan ve soyut düzeyde de olsa eşitlik ve özgürlüğü temel alan hukuk devletinin yerini, adalete ve milletin yaşam hakkının korunmasına yönelen ve en uygun ifadesini “Adolf Hitler’in Alman Hukuk Devleti”nde13 bulan bir devlet örgütlenmesi alır. Tabii akla şu soru gelecektir. Basitçe Führer’in Devleti yerine neden öyle ya da böyle bir hukuk devleti?

Burada hukuk ile yönetmeninin modern öncesi anlamı karşımıza çıkar: Siyasi iktidarın düzeni sağlayarak istikrarını koruması. “Nasyonal Sosyalizm ve Hukuk Devleti” makalesinde Schmitt uzun uzadıya bu meseleyi tartışır ve Nazi rejiminin yüksek bürokratlarının açıklamalarına atıflarla, devlet personelinin, Nazi devriminin temel prensiplerini doğrudan uygulamalarının mümkün olmadığını, hâlihazırda hükümet tarafından değiştirilmemiş yasaların geçerliliğini koruduğunu vurgular. Ayrıca hukuk devletinin iki temel kurumsal prensibi de devrim sonrasında etkindir: idarenin yasallığı ve yargı bağımsızlığı. Schmitt’in bu temel üzerine kurguladığı hukuk devleti yaklaşımı gayet pragmatiktir. Temel ilkeler olarak varlığını kabul ettiği, idare ve yargının yasalara uygun hareket etmesi ile yargının bağımsızlığı, kısacası yasalara uygun hareket eden kurumların varlığı, düzenin sağlanması için elzemdir.14

Zaten “bizatihi yasama organı kontrol altında tutuluyorsa ve tıpkı bugün olduğu gibi hükümet, kavramın şekli anlamında yasa olan hükümet kararnameleri ile anayasa değiştiren yasalar yapmaya muktedir olursa; bir yasa devletine hükmetmekten ve yargı ve idarenin yasallığı ilkesine bağlı kalmaktan daha rahat ne olabilir? Planı yapanın, bu plan doğrultusunda hareket etmesi tabii ki çıkarınadır.”15 Burada dikkat çeken husus modern devletin rasyonel bir şekilde işlemesi için gerekli olan teknik niteliklerin kutsanmasıdır ki Yahudi Soykırımı’nın yürütülme sürecinde de planlama ve teknik mükemmelliğin oynadığı rol unutulmamalıdır. Schmitt’in böylelikle, liberal hukuk devletinde bireyin hukuk güvenliği aracılığıyla sahip olduğunu belirttiği plan yapma kapasitesinin yerine,16 Führer’in öncülüğündeki hükümetin planlama gücünü yerleştirme gayreti, göz ardı edilmemesi gereken bir diğer husustur.

Bu saptamalara ek olarak; hukuk devletini bir kenara bırakmaktansa onu ele geçirip dönüştürmenin önemli olduğunu ve liberal düşüncelerin, hukuk devleti gibi nesnel gözüken kavramlar aracılığıyla etkisini sürdürme tehlikesinin bu sayede engelleneceğini vurgulayan Schmitt,17 bu geçiş sürecinde özellikle hukuk uygulayıcılarının dikkat etmesi gereken temel bir noktanın altını çizer. Devrim sonrasında var olan, nasyonal sosyalist bir hukuk devletidir. Dolayısıyla nasyonal sosyalizm hukuk devleti üzerinden değil, hukuk devleti nasyonal sosyalizm üzerinden tanımlanmalıdır ve bu doğrultuda, hâlihazırda yürürlükte olan eski düzenin yasalarının ve ayrıca iyi niyet ya da genel ahlak gibi özel hukuk kavramları başta olmak üzere tüm genel ilkelerin nasyonal sosyalist bir ruh ile yorumlanması gerekir.18

Toparlamak gerekirse Schmitt, artık yalnızca bir “kanun devleti”ni ifade eder hale geldiğini ileri sürdüğü hukuk devletinin, nasyonal sosyalist hareket için uygun bir araca dönüşebileceğini ortaya koymaya çalışır. Tartışmasız bir siyasi yönetim tarafından idare edilen bir devletin, gerek kamusal gerekse özel yaşamın güvenliğini, güçsüz bir liberal devlete oranla çok daha etkili şekilde sağlayacağını iddia eden Schmitt’in19 tüm bu kurgusu, nasyonal sosyalist adaleti hayata geçirecek güçlü ve istikrarlı bir siyasi birliğin kurulmasına yönelik bir çaba olarak da okunabilir. Bu kuramsal çerçeveye uygun olarak, Nazi hükümetinin oluşturduğu yasaların uygulayıcısı konumundaki idarenin ve yargının dönüştürülmesindeki önemli araçlara değinmek yararlı olacaktır.

1933 tarihli Devlet Memurluğunun İhyası Hakkındaki Kanun, devlet aygıtında görev yapan aryan ırka mensup olmayanların yanı sıra, muhalifleri de memurluk güvencelerinden yoksun kılarak, istenildiği anda görevlerine son verilmesine olanak tanır.20 Yargı gücünün bağımsız ve yalnızca yasalara tabi mahkemeler tarafından kullanılacağına dair Yargı Teşkilatı Kanunu‘ndaki hüküm aynen korunmakla birlikte,21 gerek tüm hukukçuları bünyesinde toplayan Nasyonal Sosyalist Hukukçular Birliği (Nationalsozialistischer Rechtswahrerbund); gerekse yargıçlara rehberlik etmek için adalet bakanlığı tarafından nasyonal sosyalist ilkeler doğrultusunda hazırlanan ve düzenli olarak yayınlanan hâkimlere yönelik gizli nitelikteki yönergeler (Richterbriefe) aracılığıyla yargının ideolojik bağlılığının sağlanmıştır. Ayrıca Devlet Memurluğunun İhyası Hakkındaki Kanun‘un yaptırım gücü yargıçları da kapsamaktadır.

Yargı bağımsızlığını fiilen ortadan kaldıran ve Nazi ruhunu hukuk düzenine hâkim kılmaya yönelik tüm bu mekanizmaların tamamlayıcısı, yargıçların yorum yetkisini genişleten muğlak ifadelerin ve genel hükümlerin, yeni yasalarda sıklıkla kullanımı olmuştur, çünkü toplumsal ve siyasi yaşamı Nazi ideolojisi doğrultusunda kaynaştıran Gleichschaltung’un kurumsallaştığı bir ortamda, bu ucu açık kriterlerin nasıl yorumlanacağı adeta kesin bir şekilde belirlidir.22 Tam da Schmitt’in vurguladığı gibi nasyonal sosyalist adaleti hayata geçirmeyi sağlamak amacıyla, ceza hukukunun temel prensibi olan kanuniliği ortadan kaldıran Ceza Kanunu reformuna değinmek yeterli olur herhalde. Yeni rejimde yalnızca yasada yer alan suçlar değil, “sağlıklı milli şuur” (gesundes Volksempfinden) gereğince cezalandırılmaya değer görülen eylemlerde suç oluşturur.23 Bu özelliklere daha 1933 yılından çıkarılan olağanüstü hal kararnameleri aracılığıyla pek çok temel hak ve özgürlüğün askıya alındığı,24 ceza yasalarının geriye yürütüldüğü25 ve Nazi partisi dışında tüm partilerin yasaklandığı26 eklenirse, gerçekten de nasyonal sosyalist bir hukuk devletinden söz edilebilir mi?

Bu soruyu yanıtlayabilmek için bu yazının başında çizilen çerçeve anımsanmalıdır. Yani hukuk devleti olma vaadi… Nasyonal sosyalist rejim; yasa önünde eşitlik ilkesine dayalı, belirli ve öngörülebilir hukuk kurallarının herkes için bağlayıcı olduğu gayri şahsi bir düzen inşa ettiğini ileri sürmemiş ve uygulama da bu yönde seyretmemiştir. Nazi rejiminin yarattığı, -Schmitt’in gayet veciz bir şekilde tasvir ettiği üzere- hukukun şekli özellik ve usuli güvencelerini “adil” olanın önünde bir engel olarak gören ve gerçek adaleti sağlamak için somut koşulları dikkate alarak, “millet”in yaşam hakkını korumayı amaçlayan bir düzendir. Bu düzende de Führer, tehlike anında en üst yargıç sıfatıyla doğrudan hukuk yaparak, hukuku kötüye kullanımdan korur.27

Bu genel çerçevenin ardından, başlıktaki soruya dönülebilir: Faşist hukuk devleti olur mu?… Olmaz, çünkü hukuk devleti, siyasi iktidarın meşru örgütlenme biçimi olarak bir anlam ifade eder. Hukuk devleti, meşruiyetini esas olarak hukuk aracılığıyla yönetme iddiası üzerine inşa eder; yani bizatihi hukukun kendisi, varlığı meşruiyetin önemli bir aracıdır. Almanya örneğinde olduğu gibi faşist rejimlerin meşruluk iddiası ise yasa önünde eşitlik ilkesini esas alarak, tüm toplumsal ilişkileri ve bu kapsamda siyasi iktidarı da boşluksuz bir hukuki ağa tabi kılma vaadi üzerine kurgulanmaz. Faşist bir rejimde, hukuki biçimin dayattığı kısıtların, siyasi bütünlüğün somutlaştığı devlet ve önder tarafından, halkın yaşam hakkını koruyan ve öngörülemez koşullar karşısında acil olarak alınması gereken tedbirleri engellemesi kabul edilemez. Dolayısıyla faşist bir devlet için hukukla yönetmek; toplumsal ilişkileri düzenleyen kuralları bir merkezden üretme, bunların topluma nüfuz etmesini sağlayacak etkin bir idare aygıtı inşa etme ve ortaya çıkan uyuşmazlıkları “sağlıklı milli şuur” uyarınca çözüme bağlayacak bir yargı aygıtı kurma noktasında bir anlam ifade eder. Dolayısıyla toplumsal düzen ve ilişkileri belirli bir ideolojiye uygun olarak hukuk aracılığıyla tanzim ve zapt eden liberal ya da sosyal hukuk devleti28 ile ortak bir özellik taşıyan faşist devlet, bunlardan farklı olarak, meşruluğun sağlanmasında önemli bir araç olarak hukuku ve hukukun, hangi düzeyde olursa olsun, dayattığı kısıtları kabul etmez.

Beyefendinin Hukuk Devletine Doğru

Faşizmin ve özellikle nasyonal sosyalizmin büyük insanlık suçları karşısında, bu ideolojileri niteleyen sıfatların, özgünlüklerini yitirecek şekilde kolayca kullanılmamasına dair eleştirileri akılda tutmak kaydıyla, Weimar Cumhuriyeti’nin çöküş sürecindeki hukuk devleti tartışmalarından Türkiye’nin gündemine dair hangi dersler çıkarılabilir sorusuna gelince… Kapitalizmin krizinin tam da 1929 büyük buhranıyla mukayese edildiği ve bunun bir yandan kitlesel isyanlara, öte yandan sağın yükselişine yol açtığı bir döneme tanıklık ediyoruz. Rejimlerin istikrarının kaybolduğu oranda, -kural olarak- olağan hukuki prosedürlere dayanan hukuk devleti paradigması da tüm dünyada yıpranıyor ve devletin çıplak şiddeti ortaya çıkıyor. Ayrıca tarihin tekrar tekrar gösterdiği üzere kapitalizmin varlığı ve gelişimi; çoğulcu ve özgürlükçü bir siyasi yapıyı bir ön koşul olarak gerektirmiyor. Fakat gerek ulus ötesi sermaye sınıfının, gerekse Türkiye’nin büyük sermayesinin, neo-bonapartist bir siyasi rejimin inşası için açık desteği de hâlihazırda söz konusu değil. Aksine, sokaklara hâkim olamayan siyasi iktidara ve onun karizmatik önderine, pek çok noktadan yönelen ve istikrar kaygısını dile getiren eleştiriler güçleniyor.

Öte yandan otoriterleşme eğiliminin arttığı, siyasi alanın meşruluğunun hukuki prosedürlere bağlılık üzerinden değil de dost-düşman ayrımına dayanarak kurulmaya çalışıldığı, terörist ve vatan hainliğinin siyasi iktidarının söyleminin merkezi kavramları olarak öne çıktığı günümüz Türkiye’sinde -Weimar döneminin hukuk kuramı kavramlarını kullanarak- “Beyefendinin Hukuk Devleti”ne doğru bir gidişin varlığı da inkâr edilemez. Burada şu noktanın altını çizmek gerekiyor: Siyasi iktidar, belirlediği öncelikler doğrultusunda siyasi alanı dizayn ederken hukuku bir araç olarak kullanmayı sürdürüyor, çünkü yukarıda da vurgulandığı gibi, toplumsal düzenin istikrarı ve devlet aygıtının işleyişi bakımından hukuki düzenlemeler vazgeçilmezliğini koruyor. Siyasi iktidarın otoritesini tahkim etmeye yönelik TİB’e ve -henüz taslak halinde olan- MİT’e dair yasa değişiklikleri bunun örnekleri. Hukuk devleti açısından ise; bu idealin bir meşruluk aracı olarak yönetilenlerin rızasını üretme kapasitesinin yıpranmasına, karizmatik bir önderin şahsında somutlaşan ve pek çok konuda hukuku, meşru mücadelesini engelleyen gayri meşru bir araç olarak gören bir siyasi iktidar eşlik ediyor. Bunun son örneği Anayasa Mahkemesi’nin Twitter kararına yönelik “gayri milli” eleştirileri.

Hükümet kanadından gelen bu eleştiriler, hukuku uygulayan kurumları, TBMM tarafından üretildiği anımsandığında zaten “milli” olan hukukun öngördüğü normatif çerçeve yerine, “milli değerler”in belirlediği varsayılan aşkın bir “adalet anlayışı”na uymaya davet ediyor. Bu davet, “sağlıklı milli şuur” söylemi anımsandığında ayrıca kaygı verici görünmekle birlikte, Türkiye’deki yargı pratiğine dair değerlendirme ve araştırmalarda29 ortaya konduğu üzere, yargının, yürürlükteki normatif çerçeveyi devletçi reflekslerle yorumlamasının hiç de yeni bir olgu olmadığını belirtmek gerekiyor. Burada önem taşıyan husus, siyasi iktidarın, yeni değişliklerle birlikte üzerindeki denetimini arttırdığı HSYK’nın yargıçlar üzerinde yönlendirici işlevi olacaktır. HSYK’nın bu alandaki yönlendirme gücü, siyasi iktidarın hareket alanını kısa vadede genişletebilmekle birlikte, bu durumun, siyasi istikrarı daha da zedeleyecek şekilde, hukukun araçsallığını ifşa etmesi ve iktidarın yönetme kapasitesini azaltması muhtemeldir.

Türkiye’deki otoriterleşme eğiliminin derinleşen bir siyasi ve iktisadi kriz ortamıyla birleşmesinin nihai sonuçlarını kestirmek mümkün değil. Kestirilebilecek olan, böyle bir krizin derinleşmesi halinde hukuk devleti kurgusunun çöküşünün kaçınılmaz olduğudur. Hukukun sağlayabileceği asgari güvenceye dair vaatlerin ve dolayısıyla hukuk devletinin toplumsal huzursuzlukları ve hareketleri soğurma kapasitesinin ortadan kalktığı böyle bir ortamda, kurucu nitelikteki siyasi iradelerin mücadelesi belirleyici olacaktır.

1Max Weber, Wirtschaft und Gesellschaft, Zweitausendeins Verlag, 2008, s. 157-161.

2Cicero, De Officiis, Çev. Walter Miller, The Loeb Classical Library, 1928, Book II, § 77, s. 253.

3Platon, Devlet, Çev. Sabahattin Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz, Remzi Kitabevi, 1992,Kitap VIII, 545d, s. 269; Aristoteles, Politika, Çev. Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, 2010, Kitap III, Bölüm 15, s. 101.

4Ste. Thomas Aquinas, Summa Theologiae, Aquinas: Political Writings, Çev. R. W. Dyson, Cambridge University Press, 2002, IIaIIae 42, s. 247-251.

5Carl Schmitt, Verfassungslehre, 5. bs., Duncker & Humblot, 1970, s. 200.

6Carl Schmitt, “Der bürgerliche Rechtsstaat” (1928), Staat, Großraum, Nomos, Duncker & Humblot, 1995, s. 44-45, 49-50.

7Carl Schmitt, “Der Rechtsstaat”(1935), Staat, Großraum, Nomos, Duncker & Humblot, 1995, s. 112; “Was bedeutet der Streit um den “Rechtsstaat” ?” (1935), Aynı Eser, s. 124.

8Schmitt, “Der Rechtsstaat”, s. 112.

9Carl Schmitt, “Nationalsozialismus und Rechtsstaat”, Juristische Wochenschrift, Heft: 12/13, 1934, s. 714.

10Schmitt, “Was bedeutet der Streit um den “Rechtsstaat” ?”, s. 121.

11Carl Schmitt, “Der Führer schützt das Recht”, Deutsche Juristen-Zeitung, Heft: 15, 1934, s. 947.

12Burada, her ne kadar bu yazının konusu olmasa da bir parantez açmak gerekir. Schmitt’in liberal hukuk devletine dair betimlemelerinde, siyasi iktidarın bir bütün olarak hukuka tabi kılındığına dair önerme aslında gerçeklerle örtüşmez. Diğer bir ifadeyle liberal bir hukuk devletinde de asıl olan siyasi iktidarın hukuku biçimlendirmesidir ve hukuk, oluşturabileceği tüm kısıtlara karşın, kapitalist ve erkek egemen toplumsal ilişkilerin, hâkim sınıflar lehine sürdürülmesinde önemli bir araçtır. Dolayısıyla Schmitt’in Almanya siyasi konjonktürü içerisinde siyasi iradenin dost-düşman ayrımına dayalı kurucu kararlarını meşrulaştırmak gayretiyle,-bir karşıt kavram olarak- idealize ettiği liberal hukuk devletinin sınırlandırıcı özelliklerini yorumlarken, bu husus gözden kaçırılmamalıdır. Aksi halde Schmitt’in görüşleri, liberal ideolojinin özerk ve nesnel hukuk kurgusunu doğrulayan sağlam bir örnek haline gelir.

13Schmitt, “Der Rechtsstaat”, s. 117.

14Schmitt, “Nationalsozialismus und Rechtsstaat”, s. 716-717.

15Schmitt, “Was bedeutet der Streit um den “Rechtsstaat” ?”, s. 127.

16Schmitt, “Der Rechtsstaat”, s. 112.

17Schmitt, “Was bedeutet der Streit um den “Rechtsstaat” ?”, s. 127-129.

18Schmitt, “Nationalsozialismus und Rechtsstaat”, s. 716-717.

19Schmitt, “Der Rechtsstaat”, s. 116-117.

20Gesetz zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums, 7 Nisan 1933, § 3, 4.

21Gerichtsverfassungsgesetz, 1 Ekim 1879, § 1.

22Ingeborg Maus, Entwicklung und Funktionswandel der Theorie des bürgerlichen Rechtsstaats, Rechtstheorie und politische Theorie im Industriekapitalismus, Wilhelm Fink Verlag, 1986, s. 43-44.

23Gesetz zur Anderung des Strafgesetzbuchs, 28 Haziran 1935, § 2.

24Verordnung des Reichspräsidenten zum Schutz von Volk und Staat, 28 Şubat 1933, § 1.

25Andreas von Arnauld, Rechtssicherheit, Mohr Siebeck, 2006, s. 44, dipnot 232.

26Gesetz gegen die Neubildung von Parteien, 14 Temmuz 1933, § 1, 2.

27Schmitt, “Der Führer schützt das Recht”, s. 946.

28Mark Neocleous, Toplumsal Düzenin İnşası, Polis Erkinin Eleştirel Teorisi, Çev. Ahmet Bekmen, H2o, 2013, s. 77-86, 176-178.

29Mithat Sancar, Eylem Ümit Atılan, “Adalet Biraz Es Geçiliyor”, Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler ve Savcılar, Tesev, 2009, s. 148; Orhan Gazi Ertekin, “Türkiye’de Neden Bir Yargı Yoktur ve Adliyeler Neden Çökmektedir?”, Türkiye’de Yargı Yoktur, Nika, 2013, s. 23-27.

-Bu makale Birikim dergisinin Mayıs-2014 sayısında yayımlanmıştır.

Faşist Hukuk Devleti Olur Mu? – Weimar Çökerken Schmitt’in Söyledikleri ve Türkiye’de Hukuk Devleti yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Hukukçunun Hukuk Karşıtı Tutumunun Edebi Dışavurumu: Dr. Franz Kafka ve “Dava”sı

$
0
0

Acı içinde kıvranan insanlığın zincirleri, bürolarda harcanan kağıttan yapılır.”

Kafka’nın bu metinde ele alınan eseri olan Dava, sanığın/çocuğun gözlerinden hukuka bakan; yasaya, adalete, bürokrasiye ve kurumsallaşmaya ilişkin fikrini kara mizah yoluyla söyleyen; döneminin tanığı ve eleştirmeni bir metin olarak okunursa, son satırlarındaki umut ışığı daha net görülecektir

Hukuk ve edebiyat çalışmaları, geleneksel olarak iki ana akıma ayrılır: edebiyat olarak hukuk ve edebiyatta hukuk1. Franz Kafka’nın 1925 yılında yayınlanan, bitmemiş romanı Dava, ağırlıklı olarak bu ikinci disiplin kapsamındaki hemen her çalışmada, bazen etraflıca, bazense sadece bir anahtar kelime olarak değinilen, üzerinde çok durulmuş bir edebiyat metnidir. Metni hukukçular için biricik kılan, hukuk üzerine yazılmış olması değildir; hatta bazı hukuk ve edebiyat müellifleri romanı hukukla ilgili bile görmezler2. Esas sebep, yazar Kafka’nın bir taraftan Dr. Franz Kafka olmasıdır.3 Fakat edebiyat yapan bir hukukçu olmak da kendi başına çok ayrıksı bir durum değildir, anılarını yazan yargıçlardan hukuk eğitimini yarıda bırakan yazarlara pek çok figür retoriğin birleştirdiği bu iki alan arasındaki arafta bulunmuştur. Kafka, hukuk üzerine pek çok kereler yazmıştır aslında4 ama Dava adlı romanında sistemi, bütünüyle karşısına alır ve hukuku reddeden bir hukukçu kimliğine bürünür. Bu, metni hukukçular için “özel” kılan durumdur ve elinizdeki çalışmanın temellendireceği bütün savların çıkış noktasıdır.

Kafka’nın bu külli reddiyesinin bir değerlendirmesini yapmak ve sonuçları ortaya koymak için öncelikle “Kafkaesk” olanı saptamak, Kafka’nın hayata bakışını irdelemek ve nihayet Dava’daki hukuk anlayışını ortaya koymak gerekecektir. Bu ise sadece bir “edebiyatta hukuk” çalışması değil, “hukukçunun bir edebiyatçı olarak portresi” ni ve vice versa, irdeleme çabasıdır.

  1. Realizm Sorunu ve “Kafkaesk” Olan

Macaristan hükümetinin Kültür Bakanı olan György Lukács’ın, 1956 yılında, ülkesine müdahale eden Sovyetler Birliği yetkilileri tarafından derdest edilerek bindirildiği bir askeri jipte yanındakilere dönüp Almanca olarak “Tja, Kafka war doch ein Realist5 dediği söylenir.6 Lukács’ın bu sözü, aslen Marksist bir düşünür ve edebiyat eleştirmeni olan Bakan’ın, dünya görüşü kendine yakın kitleler üzerinde büyük bir etki doğuran Kafka karşıtlığı nedeniyle önemlidir. Zira Kafka, Eleştirmen/Bakan’ın gözünde, gerçeğin çarpıtılmış bir imgesini veren, gerçeklerin karşısında herhangi bir pozitif duruş sergilemeyen modern yazarlardan biridir. Lukács’a göre Kafka’nın kullandığı tarzın en büyük tehlikesi, bireylere aşıladığı çaresizlik ve umutsuzluk duygularının toplumun ilerlemesini önüne set çekmesidir.7 Bu anlamda Kafka’yı dönemdaşı Thomas Mann ile karşılaştırdığında, bir burjuva ailesinin çöküşünü anlatan Buddenbrooklar’ın Dava’dan çok daha iyi bir roman olduğu sonucuna ulaşır8. Lukács’la paralel bir düşünceye sahip olan Bertolt Brecht, Walter Benjamin’le yaptığı bir konuşmada Kafka’nın “bir türlü kâbustan uyanamadığını” söyler9. Brecht, zaten mesellerden yola çıkan anlatılara karşıdır zira bu “hayallerin” neden sonuç ilişkisi kopuktur. Kafka üzerine yazdığı denemeyi kendisine gösteren Walter Benjamin’e Brecht’in yanıtı, yazarı Prag’daki ortamından, yani tarihsel varoluşundan uzak ve fenomenolojik bir paranteze alıp değerlendirmenin uygun olmadığı yönünde, son derece “realist” bir yorumdur.10 Yazarın kaleminin ve düş dünyasının hakkını teslim eden Brecht’e göre, Kafka derin bir yazardır; ancak “ derin olmak insanı bir yere götürmez”11.

Realizm açısından getirilen eleştirileri irdelemek için öncelikle şu saptamayı bir kenara koymalıyız: İyi romanın realist olma zorunluluğu yoktur. Ancak tartışmanın zeminini kaydırmamak adına sorunun doğru sorulması gerekir: Kafka’nın dünyası gerçekten gerçeküstü bir dünya mıydı?

Kafka’nın Nazi rejiminde yaşanacakları çok öncesinden haber verdiği gibi yaygın bir kanı vardır.12 Bu düşüncenin delillendirilmesi için romanlarının “Kafkaesk” atmosferini korkutucu insan avı ve terörle genel olarak ilişkilendirmek kadar ayrıntıda benzerlikler saptamak da mümkündür. Örneğin Ceza Sömürgesi adlı uzun hikâyede suçlunun vücuduna hükmü “işleyen” işkence makinesinin toplama kamplarında kurbanlara vurulan damgaların bir öncülü olduğu savlanmıştır.13 Kafka’da ısrarla bir kâhin, soluk yüzlü bir Nostradamus görmek isteyenlerin, aynı zamanda onun eserlerinin mistik yönünü ön plana çıkartmaları hiç de şaşırtıcı değildir.14

Oysa, Kafka, belki de tam da gerçeği tasvir etmektedir. Örneğin Oğuz Atay böyle düşünür. Ona göre, Kafka’nın ümitsiz bir yazar değildir; karşısında dehşete kapıldığı bir gerçeği sezmiştir ve bunu tasvir etmektedir. Söz konusu gerçeklik, entropi (mekanik işe çevrilemeyecek termal enerji), evrenin- Einstein’ın öngördüğü- mutlak bir ısı ölümüyle karşılaşması ve insansızlıktır15. Böyle bakıldığında sorun, tasvir edilenin şaşırtıcılığı değil, tasvir edenin bakış açısı olabilir. Gregor Samsa’yı ele alalım… Bir insanın bir sabah uyandığında koca bir böceğe dönüşmesiyle başlayan hikâye, gerçekten de Kafka’nın “kâbuslu” , deyim yerindeyse “hastalıklı” hayal gücünün bir yansıması mıdır?

Kafka üzerine bildiklerimizi Amerikan tarzında alt üst eden bir kitap yazan James Hawes, bu soruyu olumsuz yanıtlıyor. Hawes’ın ilk ve temel savı, Kafka’nın böceğinin orijinal olmadığı, aslında yazarın hayranı olduğu16 Goethe’den geldiği.17 Zira, Alman dilinin o meşhur romanında Âşık Genç Werther, kendisinin bir mayıs böceğine dönüştüğünü düşler18. Bu, böceğe dönüşen insanın, sıklıkla Kafkaesk kâbusun tipik örneği olarak, Kafka’ya özgü bir sabuklama olarak değerlendirilmesi nedeniyle önemli bir saptamadır. Aynı fikirden yola çıkan Nurdan Gürbilek ise, Kafka’nın böceğinin aslında Dostoyevski’nin romanlarında sürekli kullanılan bir motif olduğunu söyler19.

Kafka, kendisi de özgül olarak bir böcek üstüne yazmadan önce, Taşrada Düğün Hazırlıkları adlı hikâyesinin kahramanına bir böceğe dönüştüğünü düşletir.20 Demek ki Gregor Samsa, sadece Kafka’nın hastalıklı hayal gücünün ortaya koyabileceği bir ucube değildir. Öyleyse, onu bunca özellikli yapan nedir?

Aslında bu, Kafka’nın umutsuz bir yazar olarak değerlendirilmesiyle de dirsek teması olan bir konudur. Genel kanının aksine bir düşünce oluşturmak için Kafka’yı farklı bir ışıktan okumak, onun labirentte kaybolarak mahva uğramış değil, başına gelen bütün kötülüklere rağmen sarkastik bir neşe taşıyan kahramanları anlattığını gösterir. Bu, kara mizahın üzerine oturduğu temeldir. Coşkun bir genç enerjisiyle dolup taşan Karl Rossmann bir yana Kadastrocu K. da sanık Joseph K. da aslında bir mücadelenin içindedir ve son derece ince bir mizah duyguları vardır. İşte Kafka’daki bu neşenin “çocuksu” bir neşe oluşu, onun kurgularını da tam olarak anlamamıza yardım edecektir. Bu saptamayı, Janouch’la yaptığı söyleşilerde yazarın kişiliğinde de doğrulama imkânı buluruz:

(J) Gülme dindarlığın bir belirtisi mi sizce?

(K) Her zaman değil. Ne var ki, böyle Tanrısız bir dönemde insanın neşeli olması gerekiyor. Bu bir görevdir. Titanic batarken gemideki orkestra sonuna kadar çalmasına ara vermemişti. Böylelikle üzerinde dikildiği zemin ayaklarının altından çekilip alınır umutsuzluğun.”21

Bu, Kafka’nın “bitmeyen çocukluğu” nun bir yansımasıdır. Kafka, hiç büyümeyen bir çocuk olarak dünyaya, deyim yerindeyse kocaman açılmış gözleriyle baktığından, şeyler ve olaylar ona biz yetişkinlere göründüğünden farklı görünmektedir. George Bataille, bu duyguyu çaresiz durumlarda mantıklı eylemi gerçekleştirememe haline yol açan çılgınca bir saflık olarak tercüme eder.22 Bataille’in saptamasını temel alan Nurdan Gürbilek, Kafkaesk düşünme tarzının, yazarın “ gücünü, çocukluğun mecaz öncesi düşüncesinde ısrarı bilinçli bir yazar tavrına dönüştürmüş olmasından” kaynaklandığını öne sürer.23 Kafkadaki bu çocuksu neşe, karakterlerinin olayları çözmesine engel olsa da tasvirinin yabanıllığını açıklamak için akla yakın bir formül gibi görünmektedir. Çocuk-yazar, evrendeki her şeyi kendine özgü bir buğu arkasından algılamaktadır. Bu anlamda Adorno’nun Kafka’da metaforların belli bir otonomisi olduğu saptaması doğrudur.24 Aynı nedenle yine Kafka’nın Gürbilek’in yeniden yorumladığı bir ifadesiyle bunlar “gerçekdışı ama gerçek”tir.25 Değinilen düşünce, sadece çocuğa özgü değildir; onun gibi bir saflık sembolü olan “köylü”ye de sirayet edebilir:

En iyisi hiç soru sormamak çünkü sorular muhtarın kuşkusunu uyandırır…İnsan, adı yetkililerin kulağına hiç gitmeyecek gibi yaşamalı. Eğer adı kulaklarına giderse, bir yere yazarlar ve adamın başı sonra derde girer.”

Yukarıdaki ifade, Şato’nun köylülerinden birine değil, Honduras’lı çağdaşımız bir çiftçiye aittir.26 Yine Nuri Bilge Ceylan’ın “Mayıs Sıkıntısı” adlı filminde, bir türlü gelmek bilmeyen kadastrocu –yine kadastrocu!-yu bekleyen yaşlı köylünün sıkıntısına Kafkaesk diyorsak eğer, bu, Lukács’a hak verdiğimin bir kanıtı sayılmalıdır.

Öte yandan, bahsi şunu eklemeden kapatmamak gerekir: Ceza Sömürgesindeki makine, Dava’da tasvir edilen hukuk sistemi, Şato’da hiyerarşi bir düzenle giden ilişkiler ağı, hep devasa birer makine hissiyatı uyandırdığındandır ki, Kafka’da romantizmin izlerini bulmak mümkündür. Zira, Löwy’nin saptamasıyla ifade edecek olursak, Schelling’ten beri devlet, romantikler tarafından mekanik bir sistem olarak eleştirilir27.

  1. Kafka’nin İsyanı ve Nisyani: “Kropotkin’i Unutma!”

Kafka’yı en iyi tanımlayan, yine kendisi gibi Almanca konuşan bir Yahudi olan ve tek benzerliğinin bu olmadığını ilerleyen satırlarda göreceğimiz Walter Benjamin’dir. Benjamin, Kafka, “zamanının tümleyicisidir” der.28 Bu ifadenin kök saldığı zemini anlamak için Kafka’nın bir yazar olarak, kendisi ve yaşadığı dönemle hesaplaşmasının izini sürmek gerekir. Bu çaba, Kafka’yı insan olarak okur karşısında çıplak bırakmak amacını gütmez, dolayısıyla Kafka’nın da çok güvenmediği psikanalitik yorumlardan29 elverdiğince kaçınılacaktır.

Öncelikle, Kafka, bir Yahudidir. Ancak onun Yahudiliğinin dinsel olmaktan çok geleneksel bir boyutu olduğunu savlamak yanlış olmaz30, zira Kafka da kuşakdaşı pek çok aydın gibi Tanrı’nın öldüğü bir dünyada yaşadığını kabullenmişti31. Ancak bu kabul, kadim Yahudi mirasını reddetmesine sebep olmamaktadır. Benjamin, “Kafka geleneği dinledi ve dikkatle dinleyen, görmez”32 derken bu sahiplenmeyi, Kafka’nın geleceği gördüğü iddiasına üstün tutar. Kafka’nın kendisinin de konuşmalarından birinde, “siz o kadar da yaşlı değilsiniz” diyen genç arkadaşına, “Yahudilikle yaşıtım ben, o ezelî Yahudi ile yaşıtım33” dediği bilinir. Brecht’in yazara yönelttiği mesellerle ilgili eleştiri de bu noktada önem taşır: Kafkanın gönülden bağlı olduğu, aslında Yahudiliğin hikâyeleridir ve yazar dünyayı, o hikâyeleri ciddiye alarak yorumlamaktadır.

Öte yandan Kafka’daki yargılanma ve suçluluk bahislerinin Yahudilikle ilişkilendirilmesi tek başına doğru sayılmaz.34 Evet, Musa’nın tanrısı, gazabından korkulası bir yargıçtır.35 İnananlarına görevler yükler ve onları bu görevler yerine getirilirken a priori bir suçluluk duygusuyla techiz eder. Ama bu duygu, başka bir taraftan, Kafka’nın kendisi tarafından baba figürüne aktarılır ve asıl anlamını orada bulur. Deleuze ve Guattari, Kafka’nın evreni Oedipuslaştırdığı savındadır. Onlara göre, aslında yazarın bütün değerlendirmelerinin üstünde ölçüsüzce büyütülmüş bir babanın gölgesi vardır.36 Bu anlamda, Baba’ya Mektup’37ta bütün açıklığıyla seslendiği babası da, Tanrı da, Şato da, Büyük Yargıç da bir ve aynı şeydir.38 İşte bu yargıç, bir taraftan da bilinç tarafından öyle bir sahiplenilmiştir ki, o varolmasa da Sanık K. Yahut Kafka’nın, kendi kendini yargılaması ve kefaret ödemesi gerekecektir.

Düşünceyi tarihsel bağlamına oturttuğumuzda, babadan kurtulmanın hatta baba katlinin dönemsel olarak sembolik bir önem taşıdığı gerçeğiyle karşılaşırız.39 Kafka’nın da sorunu, kendisini itaate çağıran babadan kopma sorunudur.40 Bu son saptamayı daha siyasi bir dile tercüme etmeden önce, Kafka’nın bir özelliğinden daha bahsetmekte fayda vardır: Kafka, Almanya’da bir pansiyonda tanıştığı, 19 yaşlarındaki bir genç kızın eğitimine mektuplarıyla yön vermeye çalışır. Bu kapsamdaki ilk tavsiyelerinden biri ise, kızın, o dönemde çok güçlü bir sosyalist kadın figür olan Lily Braun’un anılarını okumasıdır.41 Genç bir kızın eğitimiyle ilgili bir konuda bir rol modeli olarak Lily Braun’u seçen Kafka, aynı dönemde Emma Goldman’ın Amerika’da süregiden davalarıyla da ilgilenmiştir. Bunun bir nedeni, Goldman’ın birazdan değinilecek siyasi görüşü ise, diğer bir nedeni, yazarın otoriter ve iktidar sahibi kadın figürüne olan eğilimidir. Bu düşünceyi destekleyen Löwy, yazarın kızkardeşleri içinde en sevdiğinin Ottla olmasını, Ottla’nın babaya karşı direnişiyle de temellendirilebileceğini ileri sürer.42

Kafka’yı bir siyasi figür olarak düşünmek, yazarın üzerindeki bireyci ve umutsuz gizem bulutu nedeniyle zor da olsa, yazarı sadece “paranteze alınmış” metin üzerinden ele alan Deleuze ve Guattari’nin bile kabul ettiği üzere, gerçekçi ve toplumsal bir analizin önemi yabana atılamaz.43 Öyleyse şu tarihsel gerçeği değerlendirmek gereklidir: Kafka, Çek anarşistlerinin toplantılarına katılırdı.44 Ancak, yazar bu toplantılarda dikkat çekmeyen bir dinleyiciydi. Öyle ki, anılarında Kafka’dan söz eden, dönemin önde gelen anarşistlerinden Michael Mareš, onu, “kimsenin dikkatini çekmeden önünde bir bardak birayla oturan, sessiz ve dikkatli bir dinleyici” olarak tasvir eder. Kafka’nın buna rağmen dikkat çekmesi, “diğer insanlardan bir baş uzun” olan boyu sayesindedir.45 Aynı dönemin bir başka tanıdık yüzü, Michal Kachá da Kafka’yı hatırlamaktadır ve hatta yazara Çekçe “sessiz kişi” anlamını taşıyan “Klidas” lakabını uygun görmüştür.46 Karşı pencereden Kafka da anarşistler hakkında değerlendirmeler yapmaktadır: Janouchla yaptığı söyleşilerden birinde Mareš’in bir şiiri üzerine gelişen diyalogda, bahsedilen kişi için şöyle der: “ Tanıyorum kendisini. Koyu bir anarşisttir. Prager Tageblatt’ta bir hilkat garibesi olarak tutuyorlar kendisini.” Janouch’in buna karşılık, Çek anarşistlerini ciddiye alıp almadığını sorması üzerine Kafka, gülerek şu cevabı verir:

Çok zor bir şey bu. Kendilerini anarşist olarak gösteren bu insanlar o kadar sevimli ve güleryüzlü kimseler ki, söyledikleri her söze inanmaktan kendini alamıyor insan. Beri yandan, yine söz konusu özelliklerinden ötürü dünyayı yakıp yıkacak kimseler olabileceklerine inanmak elde değil.47

Fakat zaten Brecht’in haklı olarak vurguladığı şekilde, örgütlü mücadeleye karşı şüphe duyan yazarın48 bu değerlendirmeleri, onu düşüncenin kendisine karşı şüpheci yapmaz. Nitekim Kafka’nın Godwin’i, Kropotkin’i, Proudhon’u ve Bakunin’i okumuş olduğu bilinir.49 Hatta, “Günlükler”inden birinde, tam da Kafka’ya uygun bir bağlamda, gayet net bir ibare vardır: “Kropotkin’i unutma!”50 Kafka bu yazarları kastederek şöyle der :

“…Hepsi de insanın mutluluğunu Tanrı Lütfu olmadan gerçekleştirmeye çalışıyordu. Onları anlıyordum. Bununla birlikte [..]onlarla dirsek teması içinde yürümeye uzun süre devam edemezdim.”51

Ancak hiçbir zaman yetersiz araçlarla yürütüldüğünü düşündüğü bu mücadeleye olan hayranlığını gizlemez.52

Kafka’nın anarşizmle olan bu flörtünün yansımalarını başka yerlerde de bulmak mümkündür. Örneğin, Cemiyeti Akvam’la ilgili bir konuşmada Janouch’a

..[s]avaş sürüyor. Şu farkla ki, kullanılan silahlar şimdi daha değişik. Askeri birliklerin yerini günümüzde iş adamlarının kurduğu bankalar almakta. Endüstriyel savaş, potansiyel yerini parasal savaş gücüne bırakıyor. Cemiyeti Akvam bir milletler topluluğu değil, yalnızca çeşitli çıkar çevrelerinin paketleme

servisidir.” 53

demiştir. Yine aynı konuşmalar sırasında, kapitalizmin kapitalistlerin kendileri de dahil olmak üzere herkesi zincire vuran bir sistem olduğunu54 söyler. Aslında ona göre kapitalizm, gerçekten de demokratik araçlarla değiştirilemez55; bu nedenle işçilerin ve devrimin coşkusunu çok iyi anlamaktadır ama “her devrimin sonunda bir Bonaparte56” ortaya çıkacaktır. Bu bağlamda, Sovyetler Birliği deneyimini de çok heyecan verici bulmakla beraber, kendisini de bir dine benzettiği57 Bolşevizmin bürokrasiyle ilişkisi konusunda şüphe duymaktadır: “Acı içinde kıvranan insanlığın zincirleri, bürolarda harcanan kağıttan yapılır.”58

Kafka’nın bu siyasi duruşunun içselliğini, daha ilk gençlik döneminde babasına karşı çıkan işçilerin yanında yer almasında gözlemlemek mümkündür59. Ancak belki de sık sık alıntılanan bir sözü, konumunu daha net özetleyecektir. Bohemya Krallığı İşçi Kaza Sigortası Kurumu’nun iş kazalarını önleme bölümünde çalışan Franz Kafka, kendilerine başvuran, kazaya uğramış işçiler için şöyle demektedir: “ Bu işçiler nasıl da alçakgönüllüler! Binaya saldırıp her şeyi yerle bir etmek yerine, gelip bizden ricacı oluyorlar.”60 Bu sakin tavır, iş kurguya geldiğinde, hiç beklenmedik bir yerde karşımıza daha şiddetli bir şekilde çıkacaktır. Şato’nun ilginç bir şekilde Brecht’in ünlü korsan Jenny’sini andıran otel hizmetçisi Pepi, kendisine koca olarak seçeceği kişinin “beylerin otelini” yakıp küle çevirecek olan kişi olduğunu K. ya fısıldayıverir61. İşte bu ifade, Kafka’nın hayatı ve yapıtı arasındaki gerçekçi bağlantılardan biri sayılmalıdır.

Kafka, hayatının ilerleyen yıllarında anarşizmden siyonizme düşünsel bir kayış yaşar. Yahudilik konusundaki tereddütüne yukarıda değindiğim yazar, zaten Prag’da Almanca konuşan azınlık içerisinde çok da gelenekçi bir yapıda yetişmemiştir. Bu nedenle, bütünlüklü bir Kafka profili çizmek için bu kayışın altında yatan itkiyi anlamaya çalışmak yerinde olur. Kafka, Löwy’nin aktardığı “Ben Siyonistler gibi, Yahudi dua paltosunun ucuşan ucunu yakalamayı başaramadım” sözünü sarfettikten sonra hangi noktada, Filistin’de bir marangoz olma hayalini kurmaya başlamıştır? Genellikle söylendiği gibi, son sevgilisi Dora Dymant’ın siyonizmi nedeniyle mi62? Bu, zayıf bir açıklamadır ve asıl neden Kafka’nın angstıyla bağlantılıdır. Anarşizmle olan flörtünü aktarırken değinildiği üzere Kafka, biraz da romantik bir tavırla, kapitalizmin bürokratik çarklarında ezilen birey konusuna son derece fazla kafa yormuştur.63 Modern dünyanın teknik ilerlemesi ve rasyonalizmiyle birlikte, hatta tam da bunların göbeğinde başka, çürümüş bir sistem olan bürokrasi ortaya çıkmıştır, ki Qischer buna “tohumdaki yıkımın kokusu” adını verir64. Kafka’nın iş kazalarına dair deneyimlerinin sonucu, modernizmin bu iki yüzünü sembolleştirir gibidir: Memur Dr. Kafka, raporlardan yola çıkarak, bir işçinin çalışırken el parmaklarını kaybetme riskini en aza indiren bir makine tasarlar.65 Memurun mekanik bilgisi, çizdiği şekillerde kendini dışavurur ve hayranlık uyandırıcıdır. Ancak aynı mekanik bilgisi, Yazar Franz Kafka’ya Ceza Sömürgesi adlı kurgusunda bir işkence makinesi tasarlattıracaktır. İki mekanizma arasındaki benzerlik, insanı dehşete düşürebilir. Böylesi bir dünyada, gelişme, hem ilerlemeye hem yıkıma yol açmaktadır. İşte Kafka’nın modernizmin karanlık yüzüne karşı duyduğu korku, daha önce bahsedilen çocukluk tavrıyla birleşince ortaya çıkan, aşina olduğumuz, umutsuzluk dolu bir tablodur.

Fakat, şu belirtilmeden geçilmemelidir ki, Brod’un da ısrarla vurguladığı üzere, Kafka’da hep bir umut ışığı vardır. Bu nedenle, bir türlü güvenemediği eylemlilikleriyle siyasetin yerini kibbutzlarda simgeleşen bir sade yaşam isteği alsa da “kurtuluş” isteği hep bakidir. Kafka’nın kadim hasidik düşünceye ve meseller geleneğine olan bağlılığına daha önce değinilmişti. Ancak, Kafka’nın Filistin topraklarına duyduğu özlem, sadece modern dünyaya yüz çevirmesiyle ve uygarlık eleştirisiyle açıklanamaz. Kropotkin’in de pastoral bir paylaşımdan yana olduğu unutulmamalıdır. Üstelik Kafka, onca bireysel buhranına ragmen “tek gerçek korodadır” der.66 Garaudy’nin ifadesiyle, tekile karşı hep tümelin yanındadır. Şöyle der Kafka,

Cemaat, ortaklaşma bütün bilgiye sahiptir. Bütün soruların ve cevapların toplamıdır o…Konuşmaya devam edersen sana kim direnebilir? O zaman toplum da sanki bunu bekliyormuş gibi, bir bütün olarak sesini senin sesinle birleştirecektir. O zaman, istediğin hakikâte, açıklığa, onaya fazlasıyla kavuşacaksın.” 67

Öyleyse, onu geleneğine ve kibbutzlara doğru çeken, sade bir yaşam kurma arzusu olabilir pekâlâ.

Öyleyse, Kafka’nın çocuk gözleriyle mitleştirdiği modernleşmenin soğuk yüzüne karşı durmak adına muktedir olmayan bir tepki gösterdiğini söylemek yanlış sayılmaz. Onun bütün hikâyesi, yolu gösterse de araçlar konusunda tedirgin bir çocuk-adamın kurtuluş arayışının izlerini taşır68. Fakat bu çocuk- adam, aynı zamanda geleneğinin yolunu izlediği için kendini “yapmaya” uğraşmaktadır: Etyemezdir, sürekli spor yapar, uykusunu, hatta bağırsaklarını bile düzen altına almaya çalışır.69 Bu tutumun temelinde, büyük olasılıkla, Talmud’un insanın ahlaki ve bütünlüklü bir varlık olarak kendini gerçekleştirmesi emri70 yatmaktadır. Ama Kafka’da bundan fazlası bulunur.

Geleneğin yükünün altında, yazar, aynı zamanda zamanının özgürlük rüzgârlarına kapılmış, hem kapitalizme, hem de patriyarkaya karşı anti- otoritaryen bir tutum belirlemiştir. Mücadeleci olmaması, durduğu zemine değil, yönteme duyduğu şüpheden kaynaklanır. Kafka’dan bir devrimci çıkarma çabası boşunadır, o olsa olsa, Wittgenstein’ın tabiriyle, şişenin içindeki sineğe çıkış yolunu göstermeyi arzular.

Kafka’nın bütün yapıtlarını olduğu gibi Dava’yı da böyle bir altyapı üzerinden ve tarihsel ve toplumsal bağlamından kopartmadan değerlendirmek gereklidir. Yazarın, hukuka yaklaşımı ancak böylece tam anlamıyla anlaşılacaktır.

  1. Dava”nın Bileşenleri Olarak Hukukun Aktörleri

Buraya kadar yazılanlar, özellikle Kafka gibi ismini karakterlerine veren bir yazarın yazdıklarındaki otobiyografik unsurları irdelemek açısından anlam taşısa da eser çözümlemeye ancak bir başlangıç niteliğindedir. Elinizdeki çalışma, aslında, dört başı mamur bir edebiyat incelemesi olma iddiası taşımamaktadır. Ancak, bu roman özelinde; hukukun aktörleri sorununun hukuk kuramında taşıdığı ağırlık, edebiyat incelemesindeki karakterizasyon incelemesiyle denk düştüğünden, bu tür bir çözümlemenin asli unsuru olan karakterizasyon incelemesini yapmak da kaçınılmaz görünmektedir. Bu değerlendirme, Kafka’nın “Dava”sını nasıl gördüğüne ışık tutacak, yazarın hukuk algısını berraklaştıracaktır.

  1. Yargıç:

Kafka, romanında, temelde iki hukuk aktörünü ele alır: Avukat ve Sanık. Tek başına bu bile, yazarın hukuka ne taraftan baktığının –ki bu konu bir sonraki başlık altında ayrıntılı olarak incelenecektir- bir göstergesi sayılabilir. 31. yaşgününün sabahında evine gelen memurlardan, hakkında bir dava açılmış olduğunu öğrenen K.’yı, kimin yargıladığı belli değildir. Daha doğru bir ifadeyle, bir dava söz konusu olduğuna göre, elbette bir yargıç olmalıdır. Ancak romana gölgesi düşen bu yargıcın, daha sonra ayrıntılandırılacak bir değini dışında, sureti bile tasvir edilmez. Dava’da yargıç olarak gördüklerimiz, önce cismen, sonra tasviri olarak ancak Sorgu Yargıçlarıdır ve modern hukukun temellerinden doğal yargıç ilkesi ihlal edilmektedir.71

K.’nın sorgu için çağrıldığı günde, zorlukla bulduğu tavan arasındaki mahkemenin sorgu yargıcı, tıka basa insanlarla dolu bir odada, kürsü başındadır.72 Masasının üstünde, sayfaları çevrile çevrile eskimiş tek bir defter bulunmaktadır -ki ilerleyen sayfalarda, mübaşirin karısının yardımıyla sorgu yargıcının odasına giren K., kürsünün üzerinde sadece tuhaf isimler taşıyan müstehcen resimli kitaplar bulacaktır. Yargıç, bildiğimiz anlamda teamüllere de uymamaktadır: K.’nın davanın usulü konusunda söylediklerine dinleyicilerin (başka sanıklardır çoğu) gülmesine sinirlenerek ayağa kalkar ve bundan sonra oturmak yerine, sanığı, ayakta dinler. Bu, aynı zamanda, K’nın, kendi verdiği söylevin coşkusuna ve kalabalığın tepkisine aldanarak, davasını kazanır gibi bir hisse kapıldığı tek sahnedir: sanık ve yargıç ayakta, karşı karşıyadır.

Sorgu yargıcının sureti ise, karşımıza ilginç bir şekilde Avukatın odasında çıkar.73 Avukat yardımcısı, K.’yı Avukatın odasına soktuğunda, K, bir tablo görür. Bu, bir yargıç tablosudur; ancak yine asıl yargıcı değil, sorgu yargıcını tasvir etmektedir.74 Sorgu yargıcı aslında çok kısa boylu olmasına rağmen, kendini uzun resmettirmiştir ve bir iskemlede oturmasına rağmen “büyük” yargıcınki gibi bir koltukta tasvir edilmiştir.

Dava boyunca yaklaşabildiğimiz tek yargıç olan sorgu yargıcı, aslında K.’nın ve Kafka’nın yargılanma hissinin aktörü olan “Yargıç Musa” değildir. Romanda bu büyük yargıç, bir yargıç ihtimali olarak, belki de sanığın kendini yargılamasından daha yoğun olarak hiçbir dış düzlemde bulunmamaktadır. Öyle ki Brod, Dava’nın bütününü bir iç yargılama olarak sunmaya, sonunu ise intihar olarak yorumlamaya kadar gitmiştir.75 Ona göre bu durumda, asıl yargıcın K(afka)’nın kendisi olduğunu söylemek de mümkündür. Brod’un, son derece psikolojik bu yorumu bir tarafa bırakılırsa, söz konusu durum, aslında kendini en net olarak, Kafka’nın hasidik etkiler taşıyan “Kanun Önünde” adlı kıssasında gösterir. Romanın Katedralde geçen bölümünde bir rahip tarafından K.’ya anlatılan bu hikâyeye göre; taşradan gelip kanun kapısından geçmek isteyen bir adam, kapı bekçisinin kendisini yıldırma çabalarına karşılık, uzun süren bekleyişi esnasında kapıdan içeri bir göz atmak istediğinde, şu yanıtı alır:

Madem bu kadar istiyorsun, olmaz dememe aldırma, bir dene bakalım. Ancak unutma ki, ben güçlü bir kapıcıyım ve kapıcıların da yalnızca en küçüğüyüm. Ama her salon başında bir başka kapıcı vardır, biri de ötekinden güçlüdür. Daha üçüncüsünü görmeye ben bile dayanamam.” 76

Kapıcısının en üst kademedeki kapıcıyı görmeye bile dayanamayacağı kanunun uygulayıcısı nasıl bir figür olmalıdır? Acaba söz konusu olan Garaudy’nin sözünü ettiği Yargıç Musa mıdır77 gerçekten?

Her nasıl yorumlanırsa yorumlansın, romanda yargıç, görünmezlikle maluldür. Neredeyse canlı bir sistem olarak Yargıcın yerine geçen, onu aşan ve dava yoluyla sanığın üzerine gelen ise “mahkeme”dir.78 Bu ise, bürokrasiden tiksinen Kafka’nın yapması zaten beklenen türden bir tercih sayılmalıdır.79

  1. Savcı

Dava’da yargıçtan daha görünmez bir karakterden söz edilebilirse, bu elbette Savcıdır. Savcı figürü kitabın içinde anılmaz bile. Bundan daha ilginç olanı, Sanık K.’nın bir türlü üzerine atılı suçu öğrenememesidir. Yani yokluk, savcı figürünün kendisinde değil, aslında davanın iddia ayağındadır. Bu durumu K.’ya aktaran Avukattır:

..Kanunda duruşmalar açık yapılacak diye bir kayıt yokmuş. Bu yüzden de mahkemedeki dosyalar, özellikle iddianame, sanıkla sanık savunucusuna gösterilmez, gösterilmeyince de ilk dilekçenin neye dayanılarak kaleme alınacağı genellikle bilinmez, bilinse de işte öylesine bilinir.”80

İddianamenin ortaya çıkması, ancak zamanla olacaktır. Ancak kahramanımız, bilindiği üzere asla bu aşamaya gelemeden, yani üzerine atılı suçu öğrenemeden, roman sona ermektedir. Bu konuda belki de temelde dikkat edilmesi gereken husus, K.’nın yargılandığı mahkemenin normal mahkeme değil, bir “tavan arası mahkemesi” olmasıdır. Bir ara yorum olarak belirtilmelidir ki, 11 Eylül olaylarından sonra sembolik bir önem kazanan “farklı” türden mahkemelerde de aynı Dava’da olduğu gibi, iddianamenin bilinmiyor oluşu, Kafka’daki örtülü gerçekçiliği ve öngörüyü vurgulaması açısından önem taşıyan bir delil sayılabilir.

  1. Avukat

Kanun sanığın avukat tutmasına izin vermez de, yalnızca göz yumar. Hatta kanunun ilgili yerinden böyle bir hoşgörü anlamının çıkarılıp çıkarılmayacağı bile tartışma konusudur.”81

Savunmayı tasvir eder biçimde yazıldığı iddiasında bulunduğum romanın baş kişisi Sanık K. ise, yardımcı rolde Avukat bulunmaktadır. Öte yandan, romanın bunca önemsediği avukat, yukarıdaki alıntıdan da kolayca çıkarılabileceği üzere, “mahkeme” açısından var ile yok arasında bir figürdür. Avukatlar, mahkemenin dar bir odasına hapsedilmiş şekilde çalışırlar. Bu odada tek bir pencere vardır, yani içeriye ışık girmez. Kafka, bu odanın tabanındaki bir deliği, son derece mizahi bir dille anlatır:

Hani içerisine düşülecek kadar büyük değilmiş ama insanın bir bacağı da pekala sonuna kadar gömülebilirmiş deliğe. Avukatlar salonu, tavan arasının üst katında bulunuyormuş: yani biri kazara deliğe düşse, bacağı tavan arasının alt katına, tam sanıkların bekleştiği koridora sarkarmış82

K.’nın davası gibi davaların görüldüğü özel, “tavanarası” mahkemelerinde avukatların horlanıyor olması, sanıklar açısından ciddi bir sorun yaratmaktadır, zira zaten özellikle bu tür davalarda, sanığın bir avukat yardımına ihtiyacı olmaktadır. Bunun nedeni ise, davanın kamuya açık olmadığı gibi, sanığa da açık olmamasıdır. Davanın gidişatıyla ilgili bilgileri yalnızca avukatlar, o da çokluk resmi yoldan değil, arkadaşlık kurdukları yahut rüşvet verdikleri alt kademedeki mahkeme memurları vasıtasıyla alabilmektedir83.

Dava’da toplam üç tür avukattan söz edilir. K.’nınki gibi davalarda, genellikle, kaçak avukatlar çalışmaktadır. Bunlar, yukarıda değinildiği üzere, bu tür davalarda deneyim kazanan, işlerini alt seviyedeki memurlarla gören beceriksiz kişilerdir. K.’nın avukatı Huld kendisini bu kaçak avukatlardan ayırır.84 Ancak o da müvekkili Tüccar Block tarafından başka bir ayrıma tabi tutulacaktır. Zira Huld’un kendi işini savsakladığı zannına kapılan ve gizlice başka avukatlar da tutan Block’a göre bir de varlıkları bilinen, ama kimsenin görmediği “büyük avukatlar” vardır. Bu avukatlar sadece alt derece mahkemelerinden çıkmış işlerle ilgilenir ve hatta bazen da davalarını kazanırlar! Bu nedenle, Tüccar, K’ya belki de bu avukata güvenerek hata yaptığını ima eder.

K.’nın avukatı Huld, sıradan bir avukat olmakla beraber, kesinlikle kaçak çalışmamaktadır. Yaşlanmış ve hasta olmasına rağmen, müvekkilleri üzerinde mutlak bir otoritesi vardır ki bunu, K. ile birlikte Tüccar Block üzerinden deneyimleriz.85 Ancak o da, özel tür davaların gizliliği nedeniyle bir türlü ilk dilekçe aşamasını geçemediğinden K.’nın güvenini tam olarak kazanamaz ve romanın ilerleyen bölümlerinde avukatın azledildiğine şahit oluruz.

Kafka’nın Avukat tiplemesi ve avukatlara ilişkin gözlemleri, büyük ihtimalle, avukat stajyerliği yaptığı yıllarına dayanmaktadır.86 Bugün için bile geçerliliği olabilecek bazı ayrıntılar, aslında yine Kafka’daki örtülü gerçekçiliği destekler mahiyettedir. Özellikle ülkemizde avukatların mahkemelerdeki konumu, Kafka’nın “sadece tahammül edilen” bir unsur olma saptamasına tamı tamına denk düşer. Bugün herhangi bir çocuğu herhangi bir Adliyenin Baro odasına ya da bir mahkeme kalemine sokup gördüğü avukatları tasvir etmesini istersek, söylediklerini “Kafkaesk” bulma olasılığımız çok yüksektir.

  1. Sanık

Belirtildiği üzere, aslında anlatılan, sanığın hikâyesidir. Ancak, tipik ceza hukuku zincirini kıran Kafka, K. hakkında nasıl bir zehaptan nasıl bir şüphenin türetilmiş olduğunu ne bize ne K.’ya anlatır. Hikâye, tekraren, şudur: Doğumgünü sabahına “sanık” olarak uyanan K., olağanüstü bir mahkemeye davet edilmiştir. Ancak, hakkında hazırlanan iddianameyi ne kendisi, ne de avukatı bilmektedir ve bu nedenle bir savunma dilekçesi hazırlanamaz. Zaten hazırlansa da bu dilekçelerin akıbeti belli değildir:

“Kimi vakit ilk dilekçeler hiç okunmadan kalırmış mahkemede; şimdilik sanığın sorgulanması ve gözaltında tutulmasının her türlü yazılı belgeden önemli olduğu belirtilerek dilekçeyi kısaca alır, dosyaya korlarmış. Baktılar dilekçe sahibi pek diretiyor, o zaman da derlermiş ki, dosya hazırlanıp karar verilirken bütün evraklarla birlikte ilk dilekçe de gözden geçirilecektir. Ama ne yazık ki bunu da çok vakit yapmazlarmış; ilk dilekçe ya kaldırılıp atılırmış bir kenara ya da büsbütün kaybolup gidermiş”87

Kadastrocu olarak geldiği köyde, Şato’ya ulaşmak için bin bir türlü yol deneyen kahramanın aksine; Dava’nın kahramanı, “Sanık” K, kendisine bir suçlama yöneltildiğini bildiği halde tutarlı bir mücadele yolu tutmaz. İlk ifadesini vermek için gittiği Sorgu Yargıcının makamından sonra hiçbir yerde şiddetli bir savunma yapmaz, hatta zamanla davayı kabullenir. Bu tutumu, Kafka’nın kahramanını suçlu gördüğünün delili sayan ve romanın sonundaki infazı da bu nedenle gerçekleştirdiğini öne sürenler vardır. Brod’un, romanın bütününü bir öz-suçlama ve vicdan muhakemesi olarak değerlendirdiğine değinilmişti88. Bu durumda zaten, kendi hayatında da suçluluk duygusuyla donanmış Kafka’nın K.’nın suçluluğunu kabullenmesi de anlaşılabilir. Hannah Arendt de bu yolda düşünmektedir. Ona göre, kahraman, bilmediği bir şeyle suçlanmanın getirdiği suçluluk duygusuyla mahkemeye teslim olmuştur.89 Mahkemeyse, büyük ihtimalle suçluluğu önvarsaymaktadır.90 Zira mahkeme hakkında en detaylı bilgiyi aldığımız Mahkeme Ressamı Titorelli, “Mahkeme öyle boş davalar açmaz; bir kez dava açtı mı, sanığın suçluluğuna inanır düpedüz ve bir daha bu inancından zor döndürülür” diyen K.’ya “Ne zoru?” der,

“Dünyada döndürülemez. Şimdi şurada bütün yargıçların resimlerini bir tuvalin üzerine çizsem de karşılarına geçip kendinizi savunmaya kalksanız, gerçek bir mahkeme önündekinden daha çok başarı kazanırdınız.”91

Söz konusu olan, öyle bir muhakeme etme biçimidir ki, sırada bekleyen sanıklar, sırası gelen sanığın dudak biçimine bakarak davanın gidişatına ilişkin fikir yürütürler. Aynı yöntemle K’nın kesinlikle mahkum edileceği sonucuna varmışlardır bile.

Sanıklığın bir de, deyim yerindeyse, “hale”si vardır. Avukatın yardımcısı Leni’ye göre –ki genç kadın bütün sanıkları çok sevdiğini itiraf etmiştir- bir insan topluluğu içerisinde sanıkları tespit etmek çok kolaydır çünkü hepsi de çok güzeldir. Onları neyin böyle güzelleştirdiğiyle ilgili olarak Avukat şöyle der :

Doğrusu suç olamaz onları böyle güzelleştiren; çünkü, hiç değilse avukat ağzıyla konuşursam, hepsi suçlu değildir kuşkusuz. Öte yandan, onları güzelleştiren ileride kendilerini bekleyen ceza da olamaz; çünkü hepsi cezaya çarptırılmayacaktır. Bunun nedeni, haklarında açılan davadır; dava nasılsa damgasını vurur onlara.”92

Bu, modern kriminolojinin tanımladığı haliyle stigmatizasyonun tersidir. Nasıl, bir kişinin toplumda kötü anlamda damgalanması için mahkûm edilmese de hakkında dava açılmış olması kâfiyse93, Kafka’nın camera obscurasından görünen dünyada, sanığı güzelleştiren damgayı da dava vurmaktadır. Öyleyse bu, yazarın kefaret anlayışının doğrudan bir yansıması sayılabilir mi? Kendi güzelliğine hayran kalan sanık, davayı kabullenmeye doğru mu gitmektedir?94 Block, böyle düşünmektedir ve K.’yı da bu yönden eleştirir. Sanık için hareket etmenin hareket etmemekten yeğ olduğunu söyleyen eski bir hukuk ilkesini hatırlatarak K.’ya kendisi gibi, avukatın karşısında dört ayak üstünde sürünmenin bile etkili olacağını söyler.95

Kendini suçlamaya ilişkin bu ipuçlarına karşılık, Garaudy’de olduğu gibi, Joseph K.’nın davasında bir azmin ve mücadelenin izlerini okumak da mümkündür. Değil mi ki sonuna kadar, bütün makamları arayıp bulmuş ve olan biteni anlamaya çalışmıştır. Açık olan şey şudur: K.’yı anlamak, sadece onun ve Kafka’nın psikolojik süreçlerini yorumlamaya çalışmakla mümkün olamaz. Bunun için, yazarın, diğerleriyle birlikte, sanık karakterini de içine attığı kurgusal hukuk dünyasına biraz daha yakından bakmak gerekir.

  1. Dava ve JUDr.96 Franz Kafka’nın Hukuka Bakışı

Olağanüstü bir günde başlayan ve olağanüstü bir mahkemenin gördüğü bir hukuki süreci anlatır Dava, ancak bu mahkeme için bile ayrıksı bir durumdur bahsettiği:

Orta büyüklükteki sıradan davaların üstesinden pekâlâ gelirler; böyle bir dava da kendi yolunda adeta kendiliğinden yürür, sırası geldikçe bir dokunuverirsin olur biter. Pek basit davalarda ise, pek çetinlerdeki gibi sık sık apışıp kalır bu memurlar”.97

Dworkin’in tanımladığı “çetin dava” [hard case]nın98 bir eğreltilemesi olarak okunabilir bu ifade. Çetin davaların günümüz hukuk evreninde, net bir çözüme ulaşması- ilkeleri kurallarla ya da ilkelerle yarıştırmak gerektiğinden – ‘zor’ken, Kafka’nın kurduğu hukuk evreninde beraatle sonuçlanması “imkânsız” dır. Bu imkânsızlığı, “sistem”i en iyi bilen Ressam Titorelli’den öğreniriz. Ressam, hiç beraatle sonuçlanan dava görmemiştir; bu nedenle, Josef K.’ya “Dava” kabusundan kurtulmak için, ancak tanıdık yargıçları araya koyarak sağlanabilecek “sözde aklanma” ve “sürüncemede bırakma” yollarını önermektedir. Bu yöntemlerin ilkinde, sanığın suçsuz olduğuna ilişkin bir kefaletin üst düzey yargıçlara imzalatılmasıyla dava, bir yargıç tesadüfen dosyaya bakarken aslında kapanmamış olduğunu görüp yeniden açana kadar askıda kalmış sayılırken; ikincisinde davaya bakan yargıcın dostluğu kazanılarak dosyanın hep ilk aşamada tutulması sağlanır. 99

Pek basit davaların sonuçlandırılamaması ise ortalamanın hükmünün sürdüğü bu hukuk evreninin makineleşmesine delil olarak gösterilebilir. Sadece önlerindeki parçayı gören mahkeme memurları, hukukun tamamı bir tarafa, davaların tamamını bile değerlendirmekten acizdir. Bu, Marksist terminolojiyle “yabancılaşma” adı verilebilecek bir duruma işaret eder:

[Alt derece memurlar] davanın çeşitli evreleriyle en son verilecek yargı ve yargının nedenlerini görüp inceleyemez, dolayısıyla bunun sağlayacağı bilgilerden yoksun kalır, ancak davanın yasalarda kendileri için belirlenmiş parçasıyla uğraşabilirlermiş. Bunun, yani ellerinden çıkan işin ilerisi üzerinde de genellikle sanık avukatından çok daha az bilgi sahibiymişler. Çünkü sanık avukatı, neredeyse dava sonlanıncaya kadar sanıkla yitirmezmiş ilişkisini100

Düz yorumlandığında, elbette, hukuksal süreç, bir artı değer üretim biçimi sayılmaz. Ancak, Kafka’nın hayal gücünün makineleştirdiği bir dünyada, Dava’da pekala, Marx’ın 1844 Elyazmaları’nda anlattığı101 “işçinin emek ürünüyle kendisinden yabancı bir nesne olarak ilişkisi” ve “çalışma süreci içinde emeğin üretim edimiyle olan ilişkisi” neticesinde ortaya çıkan nesneye ve kendine yabancılaşmadan söz ettiği sonucuna varmak çok mümkündür.

Dava’dan yapılan yukarıdaki son alıntıyı, Kafka’nın, Fischer’in de değindiği102, Taylorizm üzerine söyledikleriyle de kolaylıkla eşleştirebiliriz ve böylelikle yabancılaşmayla ilgili saptama iyice biçimlenir. Yazar, Janouch ile yaptığı söyleşilerden birinde şöyle demektedir:

Böylesine müthiş bir cinayet, insanların Kötü tarafından köleleştirilmesinden başka bir sonuca yol açmayacaktır…[E]vrendeki en yüce, el sürülmekten en çok kaçınılacak bir nesne o zaman, o kirli ekonomik çıkarların içine tıkılacak. Böylelikle de yalnız evrenin kendisi değil, özellikle onun bir parçası olan insan aşağılanacak ve haysiyetine leke sürülecek. BöyleTaylorlaşmış bir yaşam tüyler ürpertici bir beladan başka bir şey değil…[s]anki insan canlı bir yaratık değildir de, daha çok bir eşya, bir nesnedir103.

Zaten “Dava” adı da başlı başına Taylorizmi ve ardılı Fordizmin bandını çağrıştırmaktadır. Türkçeye olduğu gibi İngilizceye de Dava [ The Trial] adıyla çevrilen Der Prozess orijinal dili olan Almancada muhakeme ve süreç anlamları da taşır. Bu süreç, yani banda benzer bir akış, daha derin bir kaynaktan da beslenmektedir. Brod, Kafka’nın dinamikliğini vurgular ve onu durağan bir parça olarak okumamak gerektiğini yazarken104, Kafka, Janouch’a resim sanatı ve Yahudilik ile ilgili söyledikleriyle onu doğrular : “Ressamlık gerçekte biz Yahudilere uzaktır. Biz, nesneleri durağanlık içinde anlatamayız. Onları hep bir akış, bir devingenlik, hep bir değişkenlik içinde görürüz. Biz anlatı yazarıyız.” 105 Aynı kelime tercihine Deleuze ve Guattari de dikkat çeker ve bunu Kafka’nın hukuku sürekli işleyen bir mekanizma olarak, makinesel algılamasının bir sonucu olarak görürler.106

Bu saptamalar bir yana bırakıldığında, hukukun ilk görünümü olarak yasanın, Kafka’da ikili bir anlam taşıdığını görmek mümkündür. Öncelikle, geleneğe bağlı yazar, büyük bir Yasa’nın107 varolması gerektiğini düşünmektedir. Bu Yasa, evrenin uyumuna ilişkindir ve iyinin saf biçimidir.108

İnsanlık, biçimler ortaya koyan yasadan uzaklaştığı ölçüde kasvetli, biçimsiz ve adsız bir kitleye dönüşür…[D]ram da mücadele de yoktur artık; yalnızca maddenin yıpranması, bozulma vardır.”109

Bu Yasa ihmal yahut inkar edildiğinde ise, insan yapısı olan başka bir yasa hüküm sürer. Bu ikinci tür yasa, her yerdedir ve ona uymaksızın bir yaşam mümkün değildir. Hatta Gürbilek’in ifadesiyle söylenecek olursa:

Kafka’nın dünyasında yasanın bir dışı olmadığı gibi bu yasa ayakta kaldığı sürece bir yeniden doğuş vaadi, acı çekmek, sevgi ya da inanç sayesinde insan toplumuna yeniden eklenebilme ihtimali de yoktur.”110

İşte Kafka’nın Davası bu ikinci tür yasa üzerine kuruludur. Josef K.’nın maruz kaldığı, büyük harfli, insanın esas sorumluluk ve görevini içeren Yasa değildir. Tam tersine, bahsedilen, anlaşılamazlarla dolu, içeriği belirlenemez ve çürümeye müsait bir tür yasadır. Bu yasadır ki, iddianame olmasızın tutuklama yapabilmekte, mahkemelerin hükümlerini gizli büyük birer sır gibi saklayabilmektedir. Öyle ki, “ ..yargıçlar bile öğrenemez bunları. Dolayısıyla eski davalara ilişkin, olsa olsa birtakım efsanemsi anlatılar vardır.”111

JUDr.” Franz Kafka, 1813 tarihli Bavyera Ceza Kanunu’nda modern anlamdaki yerini alan “yasallık” ilkesini çok iyi biliyor olmalıdır. Ancak şu unutulmamalıdır ki, onun dünyası, sadece hukukun değil aynı zamanda Habsburg bürokrasisinin dünyasıdır. Bugünün modern hukuk sisteminde dahi, söz gelimi ülkemizde, tozlu raflarda beklediği için ulaşılamayan ilk derece mahkemesi hükümleri112 ve bunların şablonla yazıldığı için aslında yok hükmünde olan gerekçeleri113 bulunduğu göz önüne alınırsa, genç hukuk doktorunun yaşadığı dönemdeki uygulamaları kara mizah konusu yapması anlaşılır bulunmalıdır. Kanunsuz suç olmaz gibi bir ilke, uygulanırlığında sorunlar varsa, “çocuk gözlü” hukukçu açısından, anlamsızlaşır ve yasa, onun yokluğu haline gelir. İşte bu nedenledir ki, “içkin” olan yasa, adalet isteğinden farklıdır.114

Öte yandan Dava’nın adaleti de, bildiğimiz adalete pek benzemez gibi görünür. K’nın Titorelli’nin üzerinde çalıştığını gördüğü Adalet Tanrıçası, Themis gibi gözleri örtülü ve elinde terazisiyle betimlenmektedir ancak ayakları yerde değil havadadır ve üstelik topuklarında kanatlar bulunmaktadır. Ressam, bu betimlemeye itiraz eden K.’ya (“Adalet Tanrıçasının olduğu yerde durması gerek; yoksa terazi sallanır, adil bir yargıya varılamaz”), kendisine Adalet ve Zafer Tanrıçalarının bir arada resmedilmesini sipariş verildiğini söylerek karşılık verir. Bir yargıcın portresinin kenarında bulunan söz konusu figür, tam olarak ortaya çıktıkça K., hakikâtin farkına varır: Bu, aslında Adalet ya da Zafer Tanrıçalarından çok bir Av Tanrıçasına benzemektedir.115 Roman’ın sonu gözününe alınırsa, bu figür, Josef K.’nın kendi sonuna ilişkin öngörüsü olarak okunabilir.116

Yargıç tablosunun bir kenarında duran adalet fikri, Kafka’nın dünyasında yasanın dışındadır. Löwy’nin ifadesiyle, çıplak güç ve keyfi iktidarın hüküm sürdüğü yasanın dünyasında adalet ve özgürlüğe yer yoktur. 117 Birbirini dışlayan yasa ve adalet, olasıdır ki, Kafka’nın anti- otoriteryan kişiliğinin adalet değerine yasal bürokrasiyi bulaştırmamak isteğinin bir yansımasıdır.118 Zira yazarın, “Adalet taklitlerine direnmek gerekir”119 derken, hukuk dışı bir mücadele zemini çizmekte olduğu varsayılabilir. Bu, Kafka’nın yukarıda anlatılan siyasi tutumu göz önüne alındığında, elbette siyasetin zeminidir ancak yine, onun “negatif” kurtuluş teolojisiyle dengelenmiştir: “Mesih, ona ihtiyaç duyulmadığında gelecek”.120 Bu demektir ki adalete ulaşmak, hukuk sistemi içinde değil, ancak ertelenmiş bir zamanda mümkündür. Hukuk doktorunun yasayla adaleti ayıran bu tavrı, tam ters bir yönden, dönemdaşı olan Kelsen’le yolunu kesiştirir. Ancak, yasayı yasa olarak kabullenen Kelsen’in aksine, o bu biçimsel yasayla gücü yettiğince, hesaplaşma peşindedir.

Öyleyse, anlatılanlardan yola çıkılarak Kafka’nın hukuka bakışını günümüz hukuk felsefesinin ufkunda tanımlamak mümkün müdür? Edebiyatta, Lukács tarafından, realistlerin tam karşısında konumlandırılan yazar, hukukta tam da realizmin sınırlarının içine düşmektedir. Amerikan hukuki realizminin temeli sayılan Yargıç Holmes, hukuku anlamak için “kötü adamın gözlerinden” bakmak gerektiğini söylemişti.121 JUDr. Franz Kafka, Dava adlı romanında tam da bunu yapmakta, hukuku “içeriden” değil, kendisine maruz kalan birinin şaşkın bakışlarıyla anlatmaktadır122. Ayrıca bu akımın temel karakteristiği olan olay ve kural şüphecilikleri, Dava’da son haddine ulaşmış, ne olduğu belli olmayan somut olayların varlığına dair sadece rivayetler bulunan hukuk kurallarıyla yargılanması bahis konusu edilmiştir. Üstelik bu yargılamanın sonuçlanması, yargıçlarla kurulan kişisel ilişkilere bağlıdır ki, K.’nın avukatı, Realistlerin “hukuk, yargıçların vereceği kararı kestirme sanatıdır”123 tanımına uygun olarak mesleğini icra etmektedir124.

SONUÇ:

Giraudoux “Hayal gücünü hukuk kadar iyi eğiten bir okul daha yoktur” der. Kafka, aynı fikirde değildir. Ona göre, hukuk öğrenimi, daha önce başka başka öğrencilerin çiğnediği talaşı tekrar çiğnemekten başka bir şey değildir. Stajyer olarak çalıştığı dönemde yazar olarak hiçbir şey üretememekten şikayetçidir, hukuk onun “ruhunu öldürmekte”dir. Gerçek hayattaki bu tutumunu kurguda da sürdürür: Dava, bu karşıtlığın ince ayrıntılarıyla doludur. Fikrini söylemeyen, “sadece görüşleri dile getiren” hukuk öğrencisinin konuşmaları “Daha çok mahkemelerde çalışanların aralarında konuşmalarına elverişli gerçekdışı şeyler” den oluşmaktadır. Ancak, Dr.Kafka’nın Alman dilinin ve dünyanın en üstün romancılarından biri olduğu göz önüne alındığında belki de ona değil, Giraudaux’a hak vermek gerekir.

Kafka, elbette ki realist bir romancı değildir. Ancak, yukarıda anlatılanlar, onun gerçekten tamamen kopuk, absürd bir dünya tasarlamadığını gösteriyor. Yazar, tarihin belli bir döneminin, Habsburg bürokrasisi ile yoğrulan capitalist gelişmenin, tanığı ve ürünüdür125. Üstelik bu dönemde sistem karşıtı akımlara kapılmış, kendisine bir mücadele alanı yaratmaya çabalamış, ancak yine dahil olduğu başka gelenekler ve bireysel- varoluşsal sıkıntılar nedeniyle umutlu bir devrimci olmamıştır.

Dava, Kafka’nın yaşamında çok büyük çalkantıların olduğu bir dönemde yazdığı bir eserdir. Nişanlısıyla ayrılan Kafka, ayrılık sahnesini “Otelde mahkeme” olarak nitelendirecek kadar suçluluk duygusuyla doludur. Ancak roman, sadece bir psikolojik sürecin ürünü değildir. “Hukuk devletine inanan” bir memurun hiç nedensiz bir sanık haline gelmesinin kara mizahını yapan Kafka, bunu, hukuku bir sistem olarak karşısına alarak gerçekleştirir. Onun anti otoritaryen kişiliği, olsa olsa, siyasi duruşunun yapıtaşı vazifesi görmektedir. Hedefe ulaştıracak kişi ve araçlar konusunda derin şüpheleri olması (kendi ünlü fadesiyle: “bir hedef var ama yol yok, yol dediğimiz tereddüttür” ) bu saptamayı zayıflatmaz.

Yazarın sistemi bir buhran gibi tasvir etmesinin, iyileştirildiği takdirde ona uyum sağlayacağı anlamına gelmediğini düşünüyorum. Onun çocuk bakışı, sadece naif değil, aynı zamanda sert bir bakıştır. Kendi ağzından dökülen “Bütün peri masalları kanlı biter” ifadesi, çocukluğun bu yüzünü gayet iyi anlatmaktadır. Bir hukukçu olarak yazar, kendi kimliğinin bu parçasına edebiyat vasıtasıyla saldırırken, aldığı eğitimin temellerini de kullanmaktan çekinmemiştir. Ancak bu kullanma, tecahül-i arif sanatıyla birleştiğindedir ki, Kafka’yı Kafka yapan ruh ortaya çıkar.

Kafka’nın bu metinde ele alınan eseri olan Dava, sanığın/çocuğun gözlerinden hukuka bakan; yasaya, adalete, bürokrasiye ve kurumsallaşmaya ilişkin fikrini kara mizah yoluyla söyleyen; döneminin tanığı ve eleştirmeni bir metin olarak okunursa, son satırlarındaki umut ışığı daha net görülecektir. Sanık K, infaz edilmektedir, evet, ama tam o anda uzakta bir evin camı açılır, ışığı yanar. K.,hukukun bıçağı ile “bir köpek gibi” öldürülmenin ahlaki ağırlığıyla ezilmekteyken ortaya çıkan o ışık, kurtuluşun habercisi olabilir mi? Bu soru özellikle hukukçular açısından hala çok önemli bir sorudur; çünkü içinde yaşadığımız söylenen postmodern zamanlarda bile, deneyimimiz gösteriyor ki, Kafka’nın dünyası, bizim dünyamızdır.

SON NOTLAR

* Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi, Cilt 17, sayı 1-2

**İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

1 Ian Ward, Law and Literature. Possibilities and Perspectives, Cambridge, Cambridge University Press, 1995, p. 3.

2 Richard A. Posner, Law and Literature, USA, Harvard University Press, 2002, p. 135 ff.

3 Kafka, 1901- 1906 yıllarında Prag’daki Alman Franz Ferdinand Üniversitesi’nde hukuk okudu ve doktorasını aldı. Üniversite, Çek ve Alman bölümlerine ayrılmıştı ve Kafka’nın gittiği Alman bölümü, Prag’daki elitin Almanca konuşuyor olması nedeniyle daha prestijliydi. Douglas E. Litowitz, “Franz Kafka’s Outsider Jurisprudence”, Law & Social Inquiry, Vol 27, Is.1, 2002, p. 108.

4 Ceza Sömürgesi, Dava yayınlanmadan önce tek başına bir mesel olarak yayınlanan “Kanun Önünde”, “Çin Seddinin İnşasında” vs.

5 “Kafka, gerçekten de realistmiş”.

6 Simon Critchley, On Humour, London, Routledge, 2002, pp. 106-7.

7 Eleştirmen, bir yazar olarak Kafka’nın kullandığı dilin yalınlığı ve içerik biçim dengesi açısından; hayal gücünün kıvraklığı ve ifadesinin gücü açısından çok iyi realist yazarlarla aynı seviyede bulur. Söz konusu olan basit bir kestirip atma değil, çağının buhranının yarattığı angstla başa çıkıp çıkamam anlamında bir değerlendirmedir. V. Georg Lukács, The Meaning of Contemporary Realism, Merlin Press, London, 1972 p.73-75.

8 Lukács, p. 50-51.

9 Walter Benjamin, Brecht’i Anlamak, Çev. Haluk Barışcan, Güven Işısağ, İstanbul, Metis, 2000, p. 120. Brecht, buna kendince bir neden de bulmuştur. Ona göre Kafka’nın endişesi, bir şehir olarak Prag’ın gittikçe büyümesinden kaynaklanmaktadır.

10 Ibid, pp. 120-121.

11 Ibid, p. 121 . Oysa Kafka, kendi angst ını tanımlamak için “derinlik” kavramını yeterli bulmaz: “Yaraya ağrılılık özelliğini kazandıran, derine işlemişliğinden ve dalbudak salmışlığından çok eskiliğidir.” Aktaran, Klaus Wagenbach, Kafka. Yaşam Öyküsü, Çev. Kâmuran Şipal, İstanbul, Cem Yayınevi, 1997, p. 139

12 Buna tipik ve en kuvvetli örnek, yakın dostu Max Brod’dur. Max Brod, Kafka’da İnanç ve Umutsuzluk, Çev. Kâmuran Şipal, Cem Yayınevi, İstanbul, 2010, s. 10 ff.

13 Löwy, p.50.

14 “Bir peygamber gibi geleceği sezmişti”, loc. cit.

15 Oğuz Atay, Günlük, İstanbul, İletişim, 2011, pp.248-250

16 “ Biz insanları ilgilendirecek ne varsa, zamanında hepsini söylemiş Goethe”, Gustav Janouch, Kafka ile Söyleşiler, Çev. Kâmuran Şipal, Cem Yayınevi, İstanbul, 1994, p. 72.

17 James Hawes, Hayatınızı Mahvetmeden Önce Neden Kafka Okumalısınız, Cev. Suğra Öncü, İstanbul, Sel Yayınları, 2010, p. 212.

18 “ Her ağaç ve her fundalık birer çiçek demeti adeta; insan bu misk kokulu denizde yüzüp, bütün besinini ondan sağlayabilmek için bir mayısböceğine dönüşmek istiyor.” Johann Wolfgang Goethe, Çev. Nihat Ülner, İstanbul, Öteki Yayınevi, 1992, p.8.

19 Nurdan Gürbilek, Benden Önce Bir Başkası, İstanbul, Metis, 2011, pp.24-41.

20 Franz Kafka, Hochzeitsvorbereitungen auf dem Lande, in: Das Franz Kafka Buch, Frankfurt, S. Fischer Verlag, 1983, p. 58.

21 Janouch, p. 58.

22 Georges Bataille, Edebiyat ve Kötülük, İstanbul, Ayrıntı Yayınevi, 1997, p.122.

23 Gürbilek, p. 39.

24 Theodor W. Adorno, Prisms, Massachusetts, The MIT Press, 1982, pp. 247-8.

25 Gürbilek, p. 42.

26 Hawes,p. 219.

27 Michael Löwy, Franz Kafka. Boyun Eğmeyen Hayalperest, Çev. Işık Ergüden, Versus Kitap, İstanbul, 2008, pp.56-57.

28 İfade tam olarak şöyledir: “ Daima oyunbazlıkla ve meleklerle örülmüş Kafka’nın dünyası, hatırı sayılır büyüklükteki terazide duran bu gezegen sakinlerini ortadan tamamen kaldırmaya hazırlanan kendi zamanının bir tamamlayıcısı, tümleyicisiydi.” Walter Benjamin, “Kafka Üzerine Bazı Düşünceler”, Çev. Tuba Doğan, Benjamin, ed. Besim Dellaloğlu, İstanbul, Say Yayınları, 2010, p.155.

29 Kafka, Milena’ya yazdığı mektuplardan birinde bu tutumunu açıkça dile getirir: “ Anlamıyorum, diyorsun, hastalık de buna, anlarsın belki. Psikanalizin aydınlatmaya uğraştığı şeylerden biri de bu. Ben, hastalık diyemiyorum, bence psikanalizin iyi etme çabası, korkunç bir yanılgıya uğramış burada. Kişinin yürekler acısı durumu bir yana, hastalık denen şey inançlara dayanır; darda kalan insanın herhangi bir ana kucağına yapışıp kalması bu; psikanaliz dinlerin temelini de buraya bağlıyor; kişilerin rahatsızlığı, tedirginliği bundan geliyor, diyor. Ama günümüzde bir din etrafında toplanmalar göze çarpacak kadar değil; sayısız tarikatlar, mezhepler var ama, bunlar tek tek kişilerin elinde kalmış; görünüşe aldanıp yanılıyoruz belki de, belli olmaz.” Kafka, ilerleyen satırlarda, psikanalizin üçlü benlik ayrımıyla dalga geçen bir paragraf kaleme almıştır. Franz Kafka, “Sevgili Milena”. Mektuplar, Çev. Adalet Cimcoz, İstanbul, Say Yayınları, 1992, pp. 230-231.

30 Litowitz, p.112.

31 V. Supra, n.20 Adorno ise Kafka’nın Deus Absconditus (gizli tanrı ) olarak Tanrı’ya inandığını savlar. Adorno, p. 268.

32 Benjamin, p. 155.

33 Janouch, p. 107.

34 V. Hawes, p. 132. Hawes, kendinden nefret etmenin Yahudilere değil, entelüktüellere özgü bir durum olduğunu söyler.

35 Garaudy, p. 20, Janouch, p.15 Ayrıca, Musa heykeli için: “Bu bir yargıç, sert bir yargıç” ibid, p. 71.

36 Gilles Deleuze, Félix Guattari, Kafka. Minör Bir Edebiyat İçin, Cev. Özgür Uçkan, Işık Ergüden, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2008, p. 16.

37 Franz Kafka, “Brief an den Vater”, Das Franz Kafka Buch, pp. 321- 365.

38 Garaudy, p. 15.

39 Ernst Fischer, Kafka, Çev. Ahmet Cemal, İstanbul,Kavram, 1998, s. 24-25 Kızkardeşinin özgürlük mücadelesinde Baba’ya karşı kız kardeşinin yanında yer alan ve bu anlamda, saptamamızı destekleyen bir başka figür, Mihail Bakunin’dir. Bakunin’in, kocasını terk eden kız kardeşinin bu kararına karşı çıkan babasına gönderdiği mektubunun 30 sayfa uzunluğunda olduğu söylenir. Ayrıntılı bilgi için V. Edward H. Carr, Mihail Bakunin, Çev. Gün Zileli, İstanbul, Versus Kitap, 2006, p. 58-62.

40 Deleuze, Guattari, p.16.

41 Aktaran, Brod, p. 30.

42 Löwy, p. 15.

43 Deleuze, Guattari, p.68.

44 Löwy, p.13, Wagenbach, pp. 90-92. Kafka’nın bu toplantılar dışında döneminin önemli akımları olan psikanaliz ve kuantuma ilişkin toplantılara da katıldığı bilinir. Söz konusu toplantılar genellikle, bugün Prag’ın en turistik yerlerinden biri olan ve Kafka’nın “bütün hayatım burada geçti” dediği Staroměstské’de; küçücük bir tabelayla işaretlenmese görülmesi mümkün olmayacak bir evde, Bayan Berta Fanta’nın evinde yapılırdı. O dönemde Prag’da bulunan Albert Einstein, kuantum fiziğini bizzat anlatmaktaydı.

45 Mareš’in anılarından nakleden Wagenbach, pp. 90-91. Wagenbach, ünlü anarşistin, Kafka’nın basılan bir toplantı sonrasında gözaltına alındığını, geceyi nezarette geçirip sabah işe geç kalmamak için bir gulden kefalet ödeyerek dışarı çıktığını öne sürmesi karsında ise şüpheci bir tutum takınır.

46 Löwy, p.13.

47 Janouch, pp. 53-54. Konuşmanın devamında Kafka, Çek anarşistlerini şahsen tanıdığını ve “hepsinin şen şakrak” insanlar olduğunu söyler.

49 Garaudy s. 20, Wagenbach, s. 47.

50 Franz Kafka, The Diaries of Franz Kafka. Edited by Max Brod, Penguin Modern Classics, UK, 1978, p. 233. Bu, 15 Ekim 1913 günü düşülmüş bir nottur.

51 Löwy, p. 17.

52 Ibid, p. 18.

53 anouch, p. 85.

54 Ibid, p. 101.

55 Fischer, p. 44.

56 Janouch, p. 78 “ Bir taşkın ne kadar geniş bir alana yayılırsa, o kadar sığlaşır, o kadar bulanır suyu, Devrim buhar olur uçar, kala kala geriye yeni bir bürokrasi batağı kalır.” Loc. cit. Bu ifade, aşina olan herkesin bileceği üzere tipik anarşist eleştiriyi dile getirmektedir.

57 “Rusya’da insanlar tamamen adil bir dünya kurmaya çalışıyorlar. Dinsel bir sorun bu…[bolşevizmin dinlere karşı çıktığı hatırlatılınca] kendisi de bir dindir de ondan.” Ibid, p. 78.

58 Loc. cit.

59 Fischer, p. 62.

60 Brod’dan aktaran, Garaudy, p. 20.

61 Franz Kafka, Das Schloß, Frankfurt, Fischer Bücherei, 1968, p. 243.

62 Garaudy, p. 38.

63 Fisher, bunu kapitalist dünyanın çürümesinin Habsburg bürokrasisi nedeniyle Prag’ı erken vurmasına bağlar. Fischer, p.36.

64 Ibid, p. 19.

65 Bu son derece ayrıntılı raporu Wagenbach, pp. 86-87’de bulmak mümkündür.

66 Kafka’dan aktaran Max Brod, p. 38 : “ Ancak kendisinin olmadığı şeyi, yani yalanı bildirim konusu yapabilir insan. Ancak koroda belli bir gerçek saklı yatabilir.” (İtalikler Brod’un).

67 Garaudy, p. 38. Bu, orijinalinden farklı bir çeviridir: Metnin Almanca orijinalinde, “köpek bütün bilgilere sahiptir” denmektedir. Franz Kafka, “Forschungen eines Hundes”, Das Franz Kafka Buch, pp. 182-183. Ancak kastedilen gerçekten, köpek cemaatidir.

68 Adorno, Kafka’nınn düşman uçların birleşmesinde bir kurutuluş aradığını söyler ve bunu kendini sarmalayan kaderi tamamlayarak gerçekleştirdiğini savlar. Adorno, p. 270.

69 Ayrıntılar için V. Hawes, pp.35-37.

70 Löwy, p. 82.

71 Oysa Dr. Kafka’nın gayet iyi bilmesi gereken 1862 tarihli, Kişisel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Yasa’nın, 1929 tarihli Anayasa Mahkemesi İçtihadıyla bugüne kadar gelen (Avusturya) 83. Maddesi, açıkça, “Kimse doğal yargıcından ayrılamaz” demektedir. Janko Ferk, Recht ist ein “Prozess”. Über Kafkas Rechtsphilosophie, Wien, Atelier, 2006, p.93.

72 Franz Kafka, Dava, Çev. Kâmuran Şipal, Cem Yayınevi, İstanbul, 1995, pp. 42-43.

73 K.’yı avukatın odasına sokarak yardım eden, bu kez de Avukat’ın yanında çalışan bir kız olan Leni’dir. Kafka’nın romanlarında ana kahramana gizlice ya da açıktan yardım eden kahramanların hep kadın olması, Kafka’nın keskin patriyarka karşıtlığı açısından gözden kaçırılmaması gereken bir durumdur. Kafka, bu durumu romanın ilerleyen satırlarında kendisi de dile getirir: “Hep de kadın yardımcılar buluyorum kendime” p. 103. Bu durum, Kafka’nın baş karakterlerindeki suçluluk duygusunun kadın imgesiyle bağdaştırılmasına da yol açmıştır ki bu görüşe kesinlikle katılmıyorum. Richard W.Sheppard, “Trial/ Castle: An Analytical Comparison”, The Kafka Debate. New Perspectives for Our Time, Ed.Angel Flores, New York, Gordian Press, 1977, p. 407.

74 “Heybetli, sakin bir oturuşu yoktu yargıcın. Sol kolunu, koltuğun arkalığıyla dirsek yerine iyice yapıştırmıştı. Sağ kolunu tamamen boşlukta tutuyor, yalnız eliyle koltuğun dirsek yerini kavramış bulunuyordu. Sanki bir an sonra, belki de öfkeyle fırlayıp kalkacak, önemli bir açıklama yapacak ya da davaya ilişkin kararını bildirecekti. Tabloda ayrıca bir merdivenin sarı bir halıyla örtülü üst basamakları seçiliyordu. Sanık, bu merdivenin alt başında dikiliyor olmalıydı.” Kafka, Dava, p. 102.

75 Brod, p. 50.

76 Bu kıssanın kendisi de bir makale konusu olacak kadar kapsamlı yorumlara açıktır. Bu nedenle kıssanın bütününü burada aktarmak ya da bu küçük hikayeyi ayrıntılarıyla değerlendirmek burada uygun görülmemiştir.

77 Garaudy, p. 15.

78 Doğrudan olmasa da kısmen örtüşen bir yorum için bkz. Deleuze, Guattari, p. 72.

79 K., hukuktaki kadar edebiyatta da önem taşıyan ve sanık sıfatıyla okuduğu “açılış tiradında” , şöyle der: “ Hiç şüphe yok ki, bu mahkemenin bütün eylemlerinin gerisinde, yani benim davayı örnek alırsak, bu tutuklama ve bugünkü bu soruşturmanın arkasında büyük bir örgüt saklı yatıyor. Öyle bir örgüt ki, hizmetinde yalnız parayla satın alınabilen görevliler, sersem şefler ve en iyilerinin erdemliliği alçakgönüllü olmaktan ileri geçmeyen sorgu yargıçları çalıştırmakla kalmıyor, mübaşirlerin, zabıt kâtiplerinin, jandarmaların, hatta cellatların –bunu ileri sürmekten asla çekinmeyeceğim- aralarında yer aldığı o hayli kalabalık zorunlu maiyetleriyle bir yüksek ve en yüksek yargıçlar topluluğunu da sinesinde barındırıyor. Peki nedir bu örgütün amacı baylar? Amacı, suçsuz kişilerin tutuklanması, bu kişilere karşı saçma ve benim davadaki gibi çokluk sonuçsuz kalacak bir kovuşturma ve soruşturmanın yürütülmesi”. Kafka, Dava, pp. 49- 50.

80 Ibid, p. 109.

81 Loc. cit.

82 Ibid, p. 110. Kafka’nın davanın ilk sayfalarını bir okuyucu kitlesine okuduğunda kitleyi çok güldürdüğü söylenir. Alıntılanan paragrafta, yazarın kara mizah algısının parlak bir örneğini daha buluyoruz.

83 “Hatta şimdi değil ama, eskiden dosyalar bile çalınırdı.”Ibid, p. 111.

84 K. bu avukata bir gün aniden davayı haber alarak gelen amcası tarafından getirilir. Kafka’nın Assucurazioni Generali adlı sigorta şirketine girişini sağlayanın o dönemde Yahudi cemaati üzerinde son derece büyük nüfuz sahibi olan amcası Alfred olması (V. Neil Heims, “Biography of Franz Kafka”, Franz Kafka, ed. Harold Bloom, US, Chealsea House, 2005, p. 28) tesadüf sayılamaz. Amerika Romanında da Karl Rossman’ın Senatör bir amcası ortaya çıkar ki bütün bunlar, amca figürünün yazarın hayatındaki önemini göstermektedir.

85 Block için haberleri olduğunu söyleyen Avukat, Tüccara kızgın olduğu için bu haberleri ona vermek istemez. Ancak Tüccar eğilip iki kere ellerini öptüğünde konuşmaya başlar. Kafka, Dava, p. 188.

86 Kafka, hukuk öğreniminin son yılında yerel bir avukatlık bürosunda part-time çalışmıştı. Kafka’nın bu dönemde medeni hukuk davalarına dilekçe yazdığı biliniyor. 1906’da üçüncü ve son devlet sınavlarını geçen yazar, Prag’da ceza ve hukuk mahkemelerinde “çıraklık”[clerkship] yaptıktan sonra, 1907 yılında Assucurazioni Generali’deki işine başladı.V. Douglas E. Litowitz, p. 109.

87 Kafka, Dava, p. 108.

88 Supra, p. 11.

89 Hannah Arendt, Essays in Understanding. 1930-1954. Formation, Exile, Totalitarianism, New York, Schocken Books, 2005, p. 70.

90 Hatta, bu olağanüstü mahkemenin modern hukuk algısının kuralı olan kanun önünde eşitliği sanıkları bu bakımdan eşitlemek olarak yerine getirdiği savlanabilir. Kasım Akbaş, Dava’daki Hukuk Algısı, (çevrimiçi) http://www.ankahukuk.com/index.php?option=com_content&view=article&id=318:dava daki-hukuk-algs&catid=15:hukuki-makaleler&Itemid=191 (12.4.2011)

91 Kafka, Dava, p.143.

92 Ibid, p. 180.

93 V. Gökçe Çataloluk, “Hukukun Midas Parmağı. Suç ve Stigmatizasyon”, Psikeart, Sayı: 2, Mart- Nisan 2009, p. 58.

94 “Gelgelelim Josef K., ilkin suçluluğunu kabullenmeye yanaşmaz;herkesi, her şeyi suçlamaya başlar…Ancak ağır ağır ve giderek ne kötü ruhlu bir yaratık olduğunu kavramaya başlar. Dava arınıp paklanması, gözünün açılması, kendi gerçeğini öğrenmesi olur aynı zamanda.” Brod, p. 51 Ancak, kendisi de güzelleşmeyle kefareti özdeşleştiren Brod, K.’nın suçluluğunu tam olarak açıklayamamaktadır.

95 Kafka, Dava, p. 187.

96 Kafka’nın imzasında kullandığı, “hukuk doktoru” anlamına gelen titri.

97 Ibid, p. 112.

98 H.L.A Hart’ın hukukun kurallardan oluştuğu savına karşılık olarak Ronald Dworkin, kurallar dahilinde cevap verilemeyen “çetin” davalar [hard case] bulunduğunu ve bunlara bir çözüm üretebilmesi için hukukun kurallardan farklı öğelere sahip olması gerektiğini öne sürer. Söz konusu öğeler, ilkeler, politikalar ve diğer tür standartlar; genel ve kapsayıcı bir ifadeyle ilkelerdir. V. Ronald Dworkin, “Is Law a System of Rules?”, The Philosophy of Law, ed. R.M. Dworkin, New York, Oxford University Press, 1977, p.43.

99 Kafka, Dava, p.149-156.

100 Ibid, p. 113.

101 Karl Marx, 1844 Elyazmaları, Çev. Murat Belge, İstanbul, Birikim Yayınları, 2000, pp. 75-89.

102 Kafka, üzerinde çok çalışılan bir yazar olduğundan, herhangi bir yapıtını yorumlarken elde edilen neredeyse bütün çıkarımları başka değerlendirmelerde de bulmak mümkündür. Yabancılaşma ve Taylorizm ilişkisini aynı parça vesilesiyle olmasa da Fischer de kullanmıştır. V. Fischer, pp. 39-40.

103 Janouch, p.75.

104 Brod, p.40.

105 Janouch, p. 101.

106 Deleuze, Guattari, p. 72.

107 Büyük harfli başlangıcı , bu ilk yasa için kullanıyorum.

108 Deleuze, Guattari, p. 65.

109 Aktaran, Garaudy, p. 28.

110 Gürbilek, p. 52.

111 Kafka, Dava, p. 148.

112 Bu, elbette kısmen Kıta Avrupası hukukunda içtihadın common lawdaki kadar önemsenmemesiyle de bağlantılıdır.

113 Anayasamızın 141. Maddesi açıkça “Bütün mahkemelerin her türlü kararı gerekçeli olarak yazılır” demektedir. (p.3).Ancak uygulamada, somut olay ve hukuki değerlendirmeye ilişkin her hangi bir ayrıntı vermeksizin ve delilleri tartışmaksızın, yuvarlak ifadeler kullanılan gerekçeler, “örtülü gerekçesizlik” durumunun doğmasına sebep olmaktadır. Yasemin Işıktaç, Sevtap Metin, Hukuk Metodolojisi, İstanbul, Filiz Kitabevi, 2003, pp. 169-170.

114 Deleuze, Guattari, s. 75 Kafka’da yasa ve adaletin kesin olarak ayrıldığı yönünde v. Ferk, p. 99.

115 Kafka, Dava, pp. 139-141.

116 Ferk, p. 105.

117 Löwy, p. 44.

118 Deleuze ve Guattari,bu düşünceyi “adalet arzudur, yasa değil” şeklinde ifadeleştirirler, p. 72.

119 Löwy, p. 86n.

120 Ibid, p. 51.

121 “Eğer hukukun ne olduğunu ve sadece bunu anlamak istiyorsanız, ona bu bilginin öngörüsünü kazandıran maddi sonuçlarıyla ilgilenen kötü adamın gözleriyle bakmalısınız” Holmes’den aktaran Michael Martin, Legal Realism. American and Scandinavian, New York, Peter Lang, 1997, p. 16.

122 “Kafka bir hükümet kurumunda çalışan ve düzenli olarak mahkemelere giden bir hukukçuydu, ancak hiçbir hikayesi yoktur ki, bir hukukçunun, yani yargıç, savcı ya da avukat gözünden yazılmış olsun. O, bunun yerine, hukuku; sonu gelmez küçük memurların eşliğinde, bilinmez ve yabancılaştırıcı bir sistem olarak gören ve ona maruz kalan “dıştaki” [outsider] nin gözünden anlatmıştır.”, Litowitz, p. 104.

123 Michael Martin, pp. 103-106.

124 Amerikan Hukuki Realizmi, tabii ki common law hukuk evreninde anlam taşır, burada murat edilen, aynı eleştiriyi olduğu gibi Kıta Avrupası Sistemine uygulamak değil; bu son sistemin “hukuk güvenlikli” çerçevesinde dahi, aynı türden arazların çıkabileceğine dikkat çekmektir.

BİBLİYOGRAFYA

Adorno, Theodor W.: Prisms, Massachusetts, The MIT Press, 1982 Akbaş, Kasım: Dava’daki Hukuk Algısı, (çevrimiçi)

http://www.ankahukuk.com/index.php?option=com_content&view=article&id= 318:davadaki-hukuk-algs&catid=15:hukuki-makaleler&Itemid=191 (12.4.2011)

Arendt, Hannah: Essays in Understanding. 1930-1954. Formation, Exile, Totalitarianism, New York, Schocken Books, 2005.

Atay, Oğuz: Günlük, İstanbul, İletişim, 2011

Bataille, Georges: Edebiyat ve Kötülük, İstanbul, Ayrıntı Yayınevi, 1997. Benjamin, Walter: Brecht’i Anlamak, Çev. Haluk Barışcan, Güven Işısağ,

İstanbul, Metis, 2000.

——————- : “Kafka Üzerine Bazı Düşünceler”, Çev. Tuba Doğan, Benjamin, ed. Besim Dellaloğlu, İstanbul, Say Yayınları, 2010.

Brod, Max: Kafka’da İnanç ve Umutsuzluk, Çev. Kâmuran Şipal, Cem Yayınevi, İstanbul, 2010

Carr, Edward H.:Mihail Bakunin, Çev. Gün Zileli, İstanbul, Versus Kitap, 2006. Critchley, Simon: On Humour, London, Routledge, 2002.

Janouch, Gustav: Kafka ile Söyleşiler, Çev. Kâmuran Şipal, Cem Yayınevi, İstanbul, 1994.

Goethe, Johann Wolfgang: Çev. Nihat Ülner, İstanbul, Öteki Yayınevi, 1992.

Çataloluk, Gökçe: “Hukukun Midas Parmağı. Suç ve Stigmatizasyon”, Psikeart, Sayı: 2, Mart- Nisan 2009.

Deleuze, Gilles; Félix Guattari: Kafka. Minör Bir Edebiyat İçin, Cev. Özgür Uçkan, Işık Ergüden, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2008.

Dworkin, Ronald: “Is Law a System of Rules?”, The Philosophy of Law, ed.

R.M. Dworkin, New York, Oxford University Press, 1977.

Ferk, Janko: Recht ist ein “Prozess”. Über Kafkas Rechtsphilosophie, Wien, Atelier, 2006.

Fischer, Ernst: Kafka, Çev. Ahmet Cemal, İstanbul,Kavram, 1998. Gürbilek, Nurdan: Benden Önce Bir Başkası, İstanbul, Metis, 2011.

Hawes, James: Hayatınızı Mahvetmeden Önce Neden Kafka Okumalısınız, Cev. Suğra Öncü, İstanbul, Sel Yayınları, 2010.

Heims, Neil: “Biography of Franz Kafka”, Franz Kafka, ed. Harold Bloom, US,Chelsea House, 2005.

Işıktaç, Yasemin ; Sevtap Metin, Hukuk Metodolojisi, İstanbul, Filiz Kitabevi, 2003.

Kafka, Franz: Hochzeitsvorbereitungen auf dem Lande, in: Das Franz Kafka Buch, Frankfurt, S. Fischer Verlag, 1983.

—————: “Sevgili Milena”. Mektuplar, Çev. Adalet Cimcoz, İstanbul, Say Yayınları, 1992.

—————: “Brief an den Vater”, Das Franz Kafka Buch, 1983.

—————: The Diaries of Franz Kafka. Edited by Max Brod, Penguin Modern Classics, UK, 1978.

—————: Das Schloß, Frankfurt, Fischer Bücherei, 1968.

—————: Dava, Çev. Kâmuran Şipal, Cem Yayınevi, İstanbul, 1995 Litowitz, Douglas E.: “Franz Kafka’s Outsider Jurisprudence”, Law & Social

Inquiry, Vol 27, Is.1, 2002.

Löwy, Michael: Franz Kafka. Boyun Eğmeyen Hayalperest, Çev. Işık Ergüden, Versus Kitap, İstanbul, 2008.

Lukács, Georg: The Meaning of Contemporary Realism, Merlin Press, London, 1972

Posner, Richard A.: Law and Literature, USA, Harvard University Press, 2002.

Martin, Michael: Legal Realism. American and Scandinavian, New York, Peter Lang, 1997.

Marx, Karl: 1844 Elyazmaları, Çev. Murat Belge, İstanbul, Birikim Yayınları, 2000.

Sheppard, Richard W.: “Trial/ Castle: An Analytical Comparison”, The Kafka Debate. New Perspectives for Our Time, Ed.Angel Flores, New York, Gordian Press, 1977

Wagenbach, Klaus: Kafka. Yaşam Öyküsü, Çev. Kâmuran Şipal, İstanbul, Cem Yayınevi, 1997.

Ward, Ian: Law and Literature. Possibilities and Perspectives, Cambridge, Cambridge University Press, 1995.

– Bu makale Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisinde yayımlanmıştır (Cilt:17, Sayı:1-2).mara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi

armMarmara Ünivsi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi

ara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi

Hukukçunun Hukuk Karşıtı Tutumunun Edebi Dışavurumu: Dr. Franz Kafka ve “Dava”sı yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Hukuka Rağmen Kanun / Hakimin Direnme Hakkı

$
0
0

GİRİŞ

Direnme hakkının pasif kolunu temsil eden sivil itaatsizlik, felsefeci, siyaset bilimci ve devlet teorisyenlerinin sıkça işlediği, kökenlerini Antik Yunana kadar götürdükleri modern bir kavramdır. Sivil itaatsizliğin temel esprisi, demokratik bir ortamda mevcut hukuk düzeni ve anayasal sistemi adil/meşru kabul etmek ancak ağır haksızlık içerdiği ve adaletsiz olduğuna inanılan tekil hükümet eylemlerine, kanunlara, son çare olarak şiddete başvurmaksızın uymamak, sonuçlarına katlanmaya razı olmaktır. Amacı, hükümetin beğenilmeyen politik eylemini engelleme ya da yürürlüğe koyduğu kanunu geri çekmesini sağlamaktır.1 Sivil itaatsizlik, politik makamların her söylediğini kabul eden, çıkardığı her kanuna uyan iyi vatandaş olma profili ile bunun karşısında konuşlandırabileceğimiz iyi insan olma arasındaki gerilimdir.2 İyi vatandaş olma, politik amaçlar doğrultusunda önceden tanımlanmış davranış kodlarını sorgusuz kabul etmeye, iyi insan olma ise bu kodları reddetmeye tekabül eder. Sivil itaatsizlik, devlet ile bireyin/toplumun, kanun ile ahlakın karşı karşıya geldiği durumlarda, bireyin/toplumun ya da ahlakın tercih edilmesidir.3

Sivil itaatsizlik, ortak adalet anlayışına vurgu yaparak kamu vicdanına yönelik şiddet içermeyen çağrıdır. Sivil itaatsizliğin haklılığı, toplumda var olduğuna inanılan ortak adalet anlayışıyla temellendirilebilir. Habermas’a göre sivil itaatsizliğin temeli, demokratik bir toplumda dahi yasal düzenlemelerin gayrimeşru olabileceğinden doğar. Gayrimeşruluğun ölçütü, herhangi bir ahlak anlayışından, ayrıcalık hakkından ya da hakikati bilmekte ayrıcalıklı bir konumdan gelmez. Meşruluk, modern anayasal devletin, vatandaşlarınca özgürlük içinde tanınmak beklentisini temellendirdiği ve herkes için anlaşılabilir olan ahlak ilkeleridir.4 Özgürlük ve insan onurunun üstün değerler olarak görüldüğü ve bu nedenle her şeyin kayıtsızca ve sorumsuzca mübah görülemeyeceği bir hukuk düşüncesinin özüdür direnme hakkı. Bir hukuk devletinde hukuk düzeni, uğruna direnilen haklar listesi olmaktan ziyade insanın direncini olanaklı kılan, örgütleyen bir dizge olarak görülmelidir.5

Mevzuat, bir yönüyle modern devletin davranış şeklini ve hareket alanını tanımlayan metinlerdir. Diğer yönüyle de bu metinler, vatandaşlık bağıyla modern devlete bağlı olan kişiler için de geçerlidir. Var olan metinlerin dışında, metni denetleyen, ona meşruiyet veren, vatandaş olmanın daha ötesinde doğrudan insan olmayı ilgilendiren kurallar da vardır. Sivil itaatsizlik, hukuki anlamda bilinen, olması gereken o kurallara dayanır. Sivil itaatsizlik, normun uyması gereken öznesi olarak vatandaşın ahlaki protestosu anlamında “uymama”yı temsil eder. Normun uygulayıcı öznesi olarak hâkim açısından ise itaatsizlik “uymama” değil, “uygulamama”dır. Hâkimin “uygulamama” şeklindeki itaatsizliği, vatandaş olma hakkının kullanımı değil, kamu görevinin sağladığı bir imkândır ve sivil itaatsizlik olarak nitelendirilemez. Yargı bürokrasisinin temel taşı olan ve bu anlamda sivil kişi sayılamayacak hâkim, adalet içeriğinden yoksun kanuna karşı halkı korumakla görevlidir. Uymama hakkın kullanımı, uygulamama ise görevin ifasıdır. Kanunu “uygulamama” görevi, hukuki anlamda aktif direnme sayılabilir.

Çalışmamızın bu kısmında cevabını aradığımız sorular şunlardır; usulüne uygun olarak yürürlüğe konulan her metin kanun mudur? Hâkim, önüne konulan her kanuna uymak ve uygulamak zorunda mıdır? Hâkimin, kanuna direnme hakkının meşruiyeti nereden gelir ve sınırları nedir?

Direnme hakkının pasif boyutunun sivil itaatsizlik olduğuna değinmiştik. Aktif boyutu ise isyan, ihtilal, başkaldırma, terör gibi şiddete başvuran, sistemi yıkma amacı güden hareketlerdir. Hâkimin kanunu uygulamaması, meşru kabul edilen hukuk düzeni içinde meşruiyeti olmayan belirli norma/normlara yönelmiş aktif direnme sayılmalıdır. Hâkimin, kanuna uymayarak ve uygulamayarak sergilediği direnme, uymama ve yok sayma gibi edilgen bir pozisyonu değil, dış dünyaya uygulamama şeklinde yansıyan bilinçli bir tercihi, etkin bir konumu yansıttığından aktif direnme sayılır. Ancak hâkimin aktif direnmesi bu kadardır. İhtilal, başkaldırma ve şiddete başvurma gibi bir yolun tercih edilmesi mümkün olamaz.

Yurttaşların haksız dahi olsalar yasalara itaat görevi varsa, yargıçların da bu haksız yasalara karşı direnmek hakları ve görevleri vardır. Yargıçlar bu haklarını kullanmazlar, bu görevlerini idrak edemezler ise, yurttaşlar onların yerlerine geçerler. Yargıcın hukuk yaratmak işlevi işte burada, bu eleştirel tutumda gerçek anlamını bulur. O kendisinde bu cesareti bulmalı, bu sorumluluğu yüklenmelidir. Bunun için ise, tüm yurttaşlara güvencesini vereceği şeyi, özgürlüğünü almalıdır. Nemo dat, quod non habet (kimse kendisinde olmayan şeyi başkasına veremez).6

Kanunlara uymak her vatandaşın ödevidir. Ancak kanunlara uymak, kanunun, dolayısıyla yapanın esiri olmayı, kayıtsız şartsız teslimiyeti ifade etmez. Kanuna uyma zorunluluğumuz, kanun karşısında özgür olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Bir bakış açısına göre ceza kanunları, yasaklama getirmez. Suç sayılan eylemler, yasaklanmış eylemler değildir. İnsan otonomdur ve neyi ne zaman, ne şekilde yapacağına kendisi karar verir. Yapma ya da yapmama iradesi tamamen kendisine ait olan bir eylemin başkası tarafından yasaklanmış olması, o eylemi yapma iradesinin fiili varlığını ortadan kaldırmaz. Bu anlamda yasaklama, insan iradesini ortadan kaldırmayan, ancak iradenin belli yönlerde kullanılması durumunda neyle karşılaşılacağını gösteren uyarılardır. Ceza kanunları, tanımlanmış hak ihlali karşısında hâkimin ne yapması gerektiğini belirleyen düzenlemelerden ibarettir. Hâkimin kanuna direnmesi ise, irade ile iradeye yönelmiş uyarılardan birisinin haklılığını tercihte irade lehine tavır almasıdır. Hâkimin direnmesi, içeriği itibariyle haksız şekilde iradeyi kısıtlayan kanunun kendisine yönelmiş emrini kabul etmeyerek, kendini ve vatandaşları kanun karşısında özgür kılmasıdır. Tabii hukuka göre zaten özgür olan iradeyi, sonradan olan haksız kanunla kısıtlanmış irade karşısında üstün tutmasıdır. Tabii bir hak olan özgürlüğün tercihi, özgür bir irade ile mümkün olabilir. Kendi özgür olmayan, başkasına özgürlük veremez.

İnsanın insana tahakkümü olgusu karşısında, insanın bu tahakküme direnmesini meşru bir talep olarak kabul etmek gerekir. Egemen gücün itaat talebi, meşru direnme hakkı olanın onayına muhtaçtır. İtaat talebi ve direnme hakkı, haklılığın temellendirilmesini gerektirir. Çağdaş değerlere bağlılık, onlara aykırılık durumda itaat talebinin reddi ile beklenen onayı vermemektir. Ret ve onay vermeme, bazı pozitif normlara aykırı davranmayı, onları çiğnemeyi gerektirecekse, bu hak, öncelikle bir haklılık durumuna işaret eder.7

Modern devlet, şiddet araçlarını tekeline almıştır. Kanun, şiddetin araçlarını, derecesini, miktarını, süresini, kullanıcılarını ve yerini organize eden metinlerdir. Kısaca hakların, yükümlülüklerin, yaptırımların ve infazın kanunlar yoluyla tanımlanması şiddetin tekele alınmasıdır. Hâkimler, modern devletin meşru şiddete ilişkin metinlerini yorumlayan ve uygulayan kişiler olarak ister istemez kurumsallaşmış şiddetin bir parçası konumundadırlar. Kanun koyucunun kanun yoluyla başvurduğu şiddet ile hâkimlerin yorum ve uygulama yoluyla uygun bulduğu şiddet arasındaki tek fark, hukuktur. Hâkimler, hukuka uygun olmak koşulu ile gerektiğinde ve takdir hakları ile sınırlı olmak üzere kararları ile şiddet kullanımına iştirak eder. Modern demokrasilerde ve demokratik toplumlarda hâkimlerden beklenen, hukuk metinlerinin ya da metinlerin hazırlanması sırasında oluşturulan gerekçelerin tavizsiz uygulayıcıları ve köleleri olmak değildir. Kanun hukuka uygun değilse, demokratik toplumun değerlerine ve insan haklarına aykırı ise, adalet içeriğinden yoksunsa, eşitliği ortadan kaldırıyorsa, içerdiği şiddeti benimsemek ve aynen uygulamak, hukukun ve insan haklarının karşısında yer alarak meşru olmayan şiddetin aracı olmaktan başka bir anlam taşımaz.8

Kanun, kimi zaman yapanın en güvenilir, en haklı ve nezdindeki meşru işbirlikçisi olabilir. Kanunu yapan; kanun yoluyla kendi çıkarlarını, amaçlarını, zaaflarını, gayrı ahlaki emellerini, politik arzularını toplumun talebi gibi göstererek haklılaştırmak isteyebilir. Özü itibariyle eşitliği ortadan kaldıran, demokratik toplum kurallarını askıya alan, insan haklarına aykırı olan adalet içeriğinden yoksun haklılaştırılmış istekler, süslü paketler içinde sunulan zehir gibidir. Adaleti, eşitliği, insan haklarını öldürme, ortadan kaldırma, askıya alma ya da zaafa uğratma potansiyeli taşıyan bu kanunlar, sadece kanun oldukları için uygulanırsa, araç amacın önüne geçmiş olur. Çünkü kanunlar, adaleti, eşitliği ve insan haklarını sağlamanın sadece aracıdır. Her kanun, bu asil amaçları gerçekleştirmek için vardır ve hiçbir kanunun bizatihi kendisi asla amaç değildir.

Adalet ve hukuk güvenliği arasındaki uzlaşmazlık; koyma ve güç yoluyla güvenceye alınmış pozitif hukukun, içerik bakımından haksız ve amaca uygunsuz olsa dahi öncelik taşımasıyla çözülebilir, meğer ki pozitif yasanın adaletle olan çelişkisi;”yanlış yasa” olarak, adalet karşısında geri adım atmasını zorunlu kılacak derecede katlanılmaz bir ölçüye varmış olsun. Yasal haksızlık durumları ile yanlış içeriğine rağmen geçerli yasalar arasında kesin bir sınır çizmek olanaksızdır. Ancak bir yerde kesin bir sınır çizilebilir; adaletin amaçlanmadığı, adaletin özünü niteleyen eşitliğin pozitif hukuk yapılırken bilinçli olarak yadsındığı yerde yasa, yalnızca “yanlış hukuk” değil, daha çok her türlü hukuk olma doğasından yoksundur. Çünkü hukuk ve elbette pozitif hukuk da, amaçları bakımından adalete hizmet etmekle belirlenmiş bir düzen ve kural koyma olmaktan başka bir şey olarak tanımlanamaz.9

Hâkimin “uygulamama” şeklinde tezahür eden direnme görevi, kanunun yorumundan ve kanuna kayıtsız kalınmasından farklıdır. Yorum, meşru kabul edilen kanunun muhtemel anlamlarından birini tercih etmek, birini benimsemektir. Yorum, kanunun içinde kalan bir faaliyet olduğundan uygulamama anlamına gelmez. Yorum, yüklenen anlama göre kanunun uygulama alanında daralma, genişleme, yön değiştirme gibi etkiler oluşturur. Yorumda kanunun meşru, geçerli ve var olduğu kabul edilir. Uygulanan yorum yöntemine göre kanunun içerdiği anlamlardan en doğru olanı tercih edilerek, yine kanunun içinde kalınarak uygulama yapılır. Direnmede ise kanunun meşruiyetinin olmadığı, hüküm ve sonuç doğurmadığı, uyulmayı hak edecek adalet içeriğinden yoksunluğu ileri sürülerek yok hükmünde olduğu kabul edilir. Kanuna kayıtsız kalma ise bir yönüyle kanunun varlığından haberdar olmama gibi bilgisizliği temsil ederken diğer yönüyle varlığından haberdar olunan kanunu görmezden gelme, üzerini kapatma ve bu şekilde uygulamaktan kaçınmadır. Direnme; varlığı bilinen ancak haklı gerekçelerle uygulanmak istenmeyen bir kanunun bilinçli bir tercihle reddidir. Bilinçli tercihle redde konu olan kanun, demokratik toplum değerlerine aykırıdır, tabii hukukun sağladığı insan haklarına dayanan argümanlarla bu kanuna karşı durulması gerekir.

Genel anlamda direnme hakkı, insan haklarına dayalı demokratik bir toplumda dahi kanunların ahlaken gayrı meşru olabileceği ihtimalinden doğmaktadır. Kanunlara uymak ve uygulamak için var olan haklı sebepler, kanunun açıkça insan haklarını ihlal ettiği durumda uymamak ve uygulamamak için de geçerlidir. Kanun yapma yetkisinin kötüye kullanılması ile oluşan çöküntü zamanları, tabii hukukun önemini ve ölmezliğini bir kez daha gündeme taşımakta,10 demokratik bir toplumun ortak değerlerini, adalet duygusunu koruma amacıyla kanuna direnmenin en önemli entelektüel silahı haline gelmektedir.

Hâkimin uygulamama şeklindeki direnme hakkını kullanarak, uygulamakla görevli olduğu kanuna itaat etmeyip gereklerini yerine getirmeyerek şekli olarak bir normu (muhtemelen görevde yetkiyi kötüye kullanma) ihlal ettiği ileri sürülebilir. Ancak hakim, normu uygulamayarak daha üstün olan adalet, eşitlik, insan hakları gibi değerleri korumak adına adalet içeriğinden yoksun kanunu uygulamama görevini yerine getirmektedir. Bu nedenle adalet içeriğinden yoksun kanunu uygulamamak değil, uygulamak görevde yetkiyi kötüye kullanma olur. Hak ve özgürlükleri sınırlayan, kaldıran ya da askıya alan kanunlar, zaafa uğrattıkları hak ve özgürlüklerin içeriği, anlamı ve önemi ışığında değerlendirilir.11 “İstisnanın kurala arzı” olarak adlandırabileceğimiz bu yöntem, istisnanın kural karşısında meşruluğunu ve geçerliliğini test etmemize yardım eder. Hâkimin direnme hakkı, istisnanın kurala arzıdır.

Direnme hakkı, günümüzde sadece hukuk felsefesi ve siyaset bilimin konusu olmaktan çıkmıştır. Pek çok anayasa ve anayasal metin direnme hakkına yer vermiştir. Direnme hakkı, tarihsel süreç içerisinde, İngiltere’de Büyük Özgürlük Fermanı (Magna Carta Libertatum, 121 5 madde. 61 ); Haklar Dilekçesi (petition of Rights, 1628) ; Habeas- Corpus ACT ( 1679) ; Haklar Bildirgesi (Bill of Rights, 1689) gibi anayasal belgelerde;12 Amerika Birleşik Devletleri’nde Virginia İnsan Hakları Bildirgesi13 (1776 mad. 3), Fransa’da, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi,14 değişik ifadelerle; Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi,15 Federal Alman Anayasası’nın 20. Maddesinde, Federal Almanya Cumhuriyeti Hessen Eyaleti Anayasası,16 Federal Almanya Cumhuriyeti Bremen Eyaleti Anayasası,17 Federal Almanya Cumhuriyeti Berlin Eyaleti Anayasası,18 Federal Alman Cumhuriyeti Anayasasında19 yer almaktadır. 1982 Anayasası ise direnme hakkına yer vermemiştir.20 Anayasa Mahkemesi,21 Sosyalist Parti’nin, program ve tüzüğünde direnme hakkına yer vermesini diğerler nedenlerle birlikte kapatma nedeni sayan iddiayı, bu hakkın “bireysel özgürlükler yönünden önemli” olması, “anayasalar ve anayasal belgelerde” yer verilmesi” gerekçeleri ile parti kapatma nedeni olamayacağına karar vermiş, direnme hakkının anayasaların ruhunda bulunduğuna işaret etmiştir.

Hazırlıklarına 1955 yılında başlanan Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasasının 17. Değişikliğine ilişkin kanun, 1968 yılında kabul edilmiştir. Bu değişiklikle Anayasanın 20 maddesi şu şekildedir;

Madde 20. Devletin ana ilkeleri; direnme hakkı

    1. Almanya Federal Cumhuriyeti, demokratik ve sosyal bir Federal Devlettir.

    2. Egemenlik tümüyle halkındır. Halk, egemenliğini, seçimler ve oylamalar aracılığıyla ve yasama, yürütme ve yargı yetkileriyle donanmış özel organlar eliyle kullanır.

    3. Yasama, anayasal düzene, yürütme ve yargı organları ise yasa ve hukuka bağlıdırlar.

    4. Bu Anayasa düzenini ortadan kaldırmak isteyen herkese karşı, başka bir çözümün bulunmaması halinde, bütün Almanlar direniş hakkına sahiptir.

Demokratik hukuk devleti ilkeleri ile dokunulmaz ve devredilmez insan hakları, yeryüzünde her insan topluluğunun, barışın ve adaletin temeli olduğundan, günümüzde direnme hakkının en önemli konusunu teşkil eder. Hiçbir yönetim, bu ilkeleri kaldıracak, askıya alacak ya da geciktirecek kanunlar yapamaz. Radbruch formülü, Hitler dönemi Almanya’sında yaşanan insan hakları ihlali temelinde, direnme hak- kının hukuki boyutunu gündeme taşıyan önemli bir ilkedir. Pozitif hukuk karşısında tabii hukukun gücünü gösterir.

  1. Hukuki Pozitivizmin Egemenliği

Düzen ve istikrar bağlamında yöneten-yönetilen ilişkisi açısından hukuk, her zaman sorunlu bir alan olagelmiştir. Ortaçağda hukuku üreten ve uygulayanlar, istisnasız egemen sınıfın üyeleriydi. Modern öncesi dönemde hukukun üretim ve uygulamasının sınıfsal ve araçsal niteliğini hemen fark etmek mümkündü. Antik Yunanda, Roma’da ve Ortaçağın derebeyliklerinde hukuk, toplumun yöneticilerine ait bir ayrıcalıktı. Modern devletin, hukuku uygulayan ve üreten güç odakları ile bağlantısını kopartarak kendi bürokratları ve kurumsal yapısı ile kanunlarını oluşturmaya, anayasa hareketleri ile devletin gücünü ve yetkisini sınırlamaya başlaması, hukuku sınıfsal araç olmaktan çıkardı. Modern öncesi dönemde hukukun adalet gibi bir amacı, bireyleri ahlaklı ve erdemli bir yaşam sürmeye yöneltme gibi bir ideali vardı. Hukukun bu amaç ve idealinin, din, gelenek, üretim-yönetim ilişkisi ve ahlâkla bağlantılı olduğu açıktır. Modern dönemde dine bakışın de- ğişmesi, üretim ilişkisinin yeniden tanımlanarak emeğin meta haline getirilip pazarlanabilir kılınması, yönetimin ise yerel egemen güçlerin etkisinden sıyrılmış merkezi niteliğe kavuşması, hukuka bakışı da değiştirdi. Yeni toplum düzeni, makineleşmeye bağlı olarak mekanik bir düzlemde ele alındı. Adalet ve idealler gibi ahlaki kaygılar bir kenara bırakıldı. Siyasetteki paradigma değişimi, hukuka, ahlaki önermelerle olan bağını koparma olarak yansıdı.22

Modern devlet, devlet hukukunun mutlaklığını ileri sürerek, devletin dışında devlet-dışı hukuk kaynağı olamayacağını ileri sürdü. Hukuk kuralı üretme potansiyeline sahip bütün kaynaklar, modern devlet tarafından rakip olarak görülüp ya ortadan kaldırıldı ya da sıkı şekilde kontrol altına alındı. Modern devlete gelene kadar tarihte hiç- bir kurum ya da kişi, hukuk ve normatif düzen üzerinde tekele sahip olduğunu iddia etmemişti. Ehrlich ve kısmen Gurvitch’i takip edersek, devletin ilkin askeri bir örgütlenme olarak ortaya çıktığı, hukuk düzeni ile ilişkisinin başlangıçta zayıf kaldığı, mahkemelerin de devletin değil toplumun organları olduğu görülür. Devletin, yargılama mekanizmalarına egemenliği ile başlayan hukuki işleyişe müdahilliği, geç dönemlere tekabül etmektedir. Kanun yapma yoluyla hukuk üretmesi ise yakın zamanda ortaya çıkmıştır. Üstelik ilk yasama çalışmaları, var olan ve toplumda uygulanan kuralların derlenmesi, kodifiye edilmesinden ibarettir. Yeni kurallar koyma, kural koyma tekeline sahip olma modern zamanlara mahsus bir keyfiyettir. Hukuk sosyolojisi ve hukuk antropolojisi çalışmaları, devlet hukuku dışında, devlet-dı- şı bir hukukun var olduğunu, bireylerin ve toplumların bu kuralları bağlayıcı kabul ederek uyduklarını/uyguladıklarını göstermektedir. Ehrlich’in “yaşayan hukuk” adını verdiği, toplumun içinde oluşmuş, kaynağı devlet olmayan, hayata egemen devlet-dışı hukuk kuralları da vardır. Buna göre kuralların “hukuk” olarak vasıflandırılması için, devlet tarafından yaratılma ve devlet yaptırımlarıyla donatılma kri- terleri zorunlu değildir. Kuralları oluşturma devlete de tanınmış bir haktır. Devletin bu hakkı tekelci bir anlayışla sadece kendisine ait görmesi ve kendisi dışında hukuk üreten kaynakları kontrol altına alarak ortadan kaldırması ya da kendisi dışında üretilmiş kurallara hukuk olma vasfı tanımaması, tarihsel süreç nazara alındığında aslında yetki gaspından başka bir şey değildir.23

Hukuki pozitivizm, modern devletin oluşum sürecinde ortaya çıkan, devleti ve yaptıklarını/ettiklerini kutsallaştıran bir hukuk anlayışıdır. Devlet mekanizmalarının usulüne göre yürürlüğe koydukları bir kanunun geçerliliği, ahlaki içselliğinde aranamaz. Kanun, kanun olduğu için bağlayıcı ve geçerlidir. Hukuk, kanundan bağımız ve ondan farklı bir şey değildir. Hukuk ile ahlak arasında zorunlu bağlılık yoktur. Hukuku temsil eden kanun olandır, ahlaki kaygılar ise olması gereken. Olan ile olması gerekeni birbirinden ayırmak gerekir.

Hukuki pozitivizmin, olan dururken olmayanı aramayı, gerçek varken ideale yönelme şeklinde hukuk-ahlâk ilişkisini basite indirgeyerek hukuka bakış derinliğini ortadan kaldırmıştır. Başkası tarafından verilmiş, yapılmış, tanımlanmış bir olanla yetinme, daha iyiyi, doğruyu, güzeli, adil olanı aramaya adanmış insanın tabiatına aykırıdır. Üstelik bu kabul, kanun yapanın, en doğruyu, en yararlıyı, en ihtiyaç duyulanı ortaya koyacağını, toplumun ve bireyin haklarını maksimize edeceğini varsayar. Hâlbuki hukuk, bireysel hakların dengelenmesi, toplumsal ihtiyaçların karşılanması için doğru yerine hakikati, yararlı yerine faydalıyı, ihtiyaç yerine kullanışlı olanı tercih edebilir. Verilmiş olanın kutsanması, kilise dogmatiğinin şekil değiştirmiş halinden başka bir şey değildir. Bireyler, kendi kurdukları demokratik bir düzende, düzenin eseri olan kanunun esiri olamaz.

Hukuku kanunla eşdeğer görmek, devleti de hukukun biricik kaynağı saymak şeklinde basitleştireceğimiz hukuki pozitivizm, hukuk devletine bakışıyla sorunlu bir alanda durmaktadır. Hukuk devletini ihmal eden hatta öteleyen bu bakışı nedeniyle hukuki pozitivizm, totaliter rejimlere katkısı nedeni ile eleştirilmiştir. Kanundan kaynaklanan şiddeti ve haksızlığı önlemede yetersiz kalmıştır. Hukuki pozitivizm, adil olmayan hukuka karşı direnmenin temellerini hazırlamak görevini yerine getirememiştir. Adil olmayan kanunlara itaat sorununu açık bırakıp, otoriter rejimin önemli bir silâhını elinden alması gerekirken bunu yapmamıştır. Hukuki pozitivizm, hukuk kuralının geçerliği ile adaleti birbirinden ayırabilseydi, her türlü hukuk kuralına uymayı ahlâki bir borç haline getiren anlayışı önleyebilirdi. Hukuki pozitivizmin, kanunlara şartsız itaat anlamına geldiği kabul edildiğinde, Almanya’daki hukukçuların Hitler rejime nasıl boyun eğdiğini anlamak mümkün olabilir.24

Hukuki pozitivizmin, hukukun kaynağı olarak pozitif düzenlemeleri görmesi, hukukun haktan değil emretme gücünden çıkacağını ifade etmesi, hukukun kendisinden başka kaynağı olmadığını, kendi kendini var ettiği ve yine kendine dayandığını kabul etmektir. Nazi hukuk sistemi örneğinde görüldüğü gibi adalet içeriğinden yoksun olup olmadığı ya da haksızlık kaynağı haline gelip gelmediğine bakılmaksızın, sadece şeklen var olmanın, bir düzenlemeyi hukuk kuralı yapmaya yeterli olmadığı ortaya çıkmaktadır. Kanun, haksızlığı meşru gösterme amacına yönelmişse, uyulması ve uygulanması gereken bir hukuk olarak kabulü güçtür.25

  1. Tabii Hukukun Yükselişi

Modern devlet, kaynağı ve meşruiyet alanı kendi değerler dizisi dışından beslenen tabii hukuku şüphesiz ki kabul etmeyecekti. Felsefe, siyaset bilimi ve sosyolojinin de yardımı ile tabii hukuku gözden düşürmek için iki önemli argüman kullanıldı; felsefesi pozitivizmin doğurduğu hukuki pozitivizm ve rasyonalizmin tetiklediği ahlaki akıl yürütmelerle akılcı çözüm bulunamayacağı. Tabii hukuk anlayışında derin yaralar açan bu argümanlara göre nesnel olarak neyin doğru neyin yanlış olacağı bilinemezse, tabii hukuk ilkeleri de öznel bir kanaatten ibaret kalacaktır.26 Bu ilkelerin, nesnel olan pozitif düzenlemeler karşısında doğruluğunun sınanması mümkün olamaz.

Her insani düzenin zamanla aşınması gibi hukuki pozitivizm de, yaşanan somut haksızlıklar karşısında kutsallığından, sorgulanamazlığından çok şeyler kaybetmiştir. Kanun yapma yetkisine sahip yöneticilerin, ağır insan hakları ihlallerine neden olacak, adalet içeriğinden yoksun ve kendisi haksızlığın kaynağı olan kanunlar yapmaları, yaptıklarının ve ettiklerinin meşruiyetini de yine bu kanunlarda bulmaları totolojidir. Yetkinin kötüye kullanılması ile yapılanlar yine yetkiyi kötüye kullanmanın gerekçesi olamaz.

20. yüzyılda tabii hukukun yükselişi, kanunun, neyin doğru olduğunun tek belirleyicisi olmadığını göstermesi açısından kayda değer bir başarı göstermiştir. Bu çaba, Nazi devlet adamlarını yargılayan Alman Mahkemelerinin, kanunla ahlak arasında başarılı bir bağlantı kurmasıyla pratiğe aktarılmıştır.27 Mahkemelere kanun-ahlak bağlantısını verecek argüman ise tabii hukuktan beslenen Radbruch formü- lüdür. Formül sayesinde hukuki pozitivizmin, bireyi kanun karşısında savunmasız bırakması tabii hukukun, insan hakları bağlamında yeniden yorumlanması ile engellenmiştir.

Tabii hukukun yükselişinde Stammler, Del Vecchio ve Radbruch’un önemli katkıları olmuştur. Radbruch formülünün mahkemelerce benimsenip uygulanması, hukuk-ahlak ilişkisine dair yeni tartışma alanları açmıştır. Hart-Fuller tartışması, bunların en meşhur olanıdır. Nazi Almanyasında yaşanan kanuna dayalı hak ihlalleri, II. Dünya savaşı sırasında ve sonrasındaki hukuk dışı uygulamalar nedeniyle Radbruch, görüşlerinde kısmi değişiklik yapma ihtiyacı hissetmiş, 1946 yılında ünlü “Yasal Haksızlık ve Yasa Üstü Hukuk” adlı makalesini kaleme almıştır. Makalede iler sürülen “kanunun adalet içeriğine uygun olması, aksi takdirde hukuk sayılamayacağı, itaat edilmeyi hak etmeyeceği” fikri, bütün hukuk sistemleri için evrensel ölçekte kanunun meşruiyetinin sorgulanmasının hareket noktası olabilir.

  1. Radbruch Formülü ve Direnme Hakkının Sınırı

Radbruch formülü olarak adlandırılan, daha sonra Alman Federal Mahkemesi ve eyalet mahkemelerinin de kabul ettiği hukuki görüşler, Nazi dönemi Almanya’sında yaşanan ağır insan hakları ihlalleri ile geriye dönük mücadele etme imkânı sağlamıştır. Demokratik bir toplumda, kanun yapanlara kanun yapma yetkisinin sınırlarını, hukuku uygulayanlara ise “kanunun, sadece kanun olduğu için uyulmayı hak etmediğini” hatırlatan tabii hukuk ilkesidir. Hukuk devleti, yönetenlerin kanunları adalet içeriğine ve insan haklarına uygun yaparak, bu kurallara bağlı kalacağını varsayar. Radbruch formülü, adalet içeriğinden yoksun, hukuki güvenliği sağlayamayan, ağır insan hakları ihlallerine neden olan kanunlar yapılması suretiyle, hukuk devletinin varsayılan pozisyonundan sapma gösterdiği dönemde devreye girerek, hukuk aracılığıyla geçmişle hesaplaşma imkânı sağlar. Adalet içeriğinden yoksun kanunlarla ağır insan hakları ihlallerine şahit olunan zaman, hukukun askıya alındığı olağanüstü koşulların yaşandığı zamandır. Bu nedenle formül, olağanüstü durumlara özgü olarak hukukun geçmişi unutmasına izin vermeyerek, olağan bir geleceği inşa eder. Formül, insan haklarının her zaman ve durumda uygulanması gerektiğini esas aldığı için, ağır insan hakları ihlali içeren kanunu yapanlar yetkilerine, zamanaşımına, devlet güvenliğinin zorunlu kılmasına, kamuoyu isteğine, politik tercihlerine dayanamayacakları gibi bu kanunları uygulayanlar da “kanunu uygulamakla yükümlü oldukları, kanunun bağlayıcı ve emredici olduğu” savunmasını ileri süremeyeceklerdir. Hiç kimse, adalet içeriğinden yoksun, hukuki güvenliği ihlal edici, ağır insan hakları ihlalleri içeren kanunları yapmamalı ve uygulamamalıdır.

  1. Makaledeki Üç Olay

Gustav Radbruch, formülünü açıkladığı “Yasal Haksızlık ve Yasa Üstü Hukuk” isimli makalesinde üç olaydan bahseder. Bunlardan ilki şudur; Puttfarken isimli bir adliye kalem memuru, Götting adındaki taciri, tuvalet duvarına “Hitler bir seri katildir ve savaşın sorumlusudur” yazdığı için ihbar etmiştir. Götting, hem bu suçtan hem de yabancı radyo dinlemekten suçlu bulunmuş, vatana ihanete hazırlanmaktan idam edilmiştir. Puttfarken, ihbarı nedeniyle daha sonra Thüringen Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmış ve ömür boyu hapse mahkûm edilmiştir. Puttfarken’in mahkûmiyetine dair kararda cevaplanması gereken ilk soru, eyleminin hukuki olup olmadığıdır. Puttfarken, Götting’i Nasyonal Sosyalist inançları nedeniyle ihbar ettiğini söylemiştir. Hâlbuki Nazi döneminde bile böyle bir ihbar yükümlüğü yoktur. Dönemin ceza kanunu, vatana ihanet planı hakkında güvenilir bilgiye ulaşıp bunu resmi makamlara bildirmemeyi suç olarak düzenliyordu. Götting’in eylemi, cesur bir beyandı ve sadece gerçeğin ifadesiydi. Devleti ve devlet güvenliğini tehdit edecek boyutta değildi. Puttfarken, adaletin işlemesine yardımcı olmamıştır. Zira ihbarda bulunurken, Götting’i, adil bir karara varacak ve gerçeği belirleyecek hukuki teminatlardan yoksun, keyfi bir iktidara teslim ettiğini biliyordu. Savaşın üçüncü yılında hesap vermeye çağrılan bir kişinin asla sağ bırakılmayacağını da biliyordu. Adli teşkilat içinde çalışan Puttfarken, bu teşkilatın hukuku kötüye kullanacağını görmezden gelemezdi. Bu nedenle eylemi hukuki değildi.

Olayda cevaplanması gereken ikinci soru, Puttfarken’in eylemin- de, kendisine atfedilebilecek kusur olup olmadığıdır. Puttfarken, esa- sen Götting’i ölüme gönderme niyetinde olduğunu açıklamış, bazı tanıklar da bunu doğrulamıştır. İdam kararını mahkeme vermiş ise de Puttfarken, amacına ulaşmak için mahkemeyi araç olarak kullan- mıştır. Radbruch’a göre Puttfarken dolaylı fail olduğu halde, cinayete yardımdan (iştirakten) ceza almıştır.28

Radbruch’un açıkladığı ikinci olay, iki cellat yardımcısının ölüm cezasına çarptırılmasıdır. Kleine ve Rose isimli iki cellat yardımcısı, aktif olarak ücret karşılığı pek çok idamda yer almıştır. Bu eylemlerden, sağlık ya da başka nedenlerle her zaman kaçınabilecekleri halde kendi dehşet verici ticaretlerini yapmayı tercih ederek insanlığa karşı suç işlemişlerdir.29

Son olay ise; muhtemelen savaş esirlerine yapılan insanlık dışı mu- amelelerden ya da Hitler’in ordusuna hizmet etmekten yılan bir asker, firar etmiş, eşinin yanına gitmiştir. Askeri fark eden bekçi, askeri gözaltına alarak geri götürmek istemiştir. Asker ise bekçiyi tabancası ile öldürmüştür. Asker hakkında insan öldürmekten iddianame hazırlanmış ise de başsavcılık takipsizlik kararı ile davayı sonlandırmıştır. Başsavcılık şu gerekçeye dayamıştır; Hitler ordusundan firar etmek, askeri onursuz kılmaz ve firar eylemi suç değildir. Öldürme eyleminde ise ıztırar hali bulunmaktadır. Kanun olarak isimlendirilen o günkü düzenleme, bu gün artık yoktur.30

  1. Radbruch Formülü

Radbruch’a göre Nasyonal sosyalizm, “emir emirdir, kanun kanundur” şeklindeki temel kural ile askerleri ve hukukçuları kendine bağlamanın yolunu bulmuştu. “Emir emirdir” kuralı, emrin içeriğinin suç olması ile sınırlanmışken, “kanun kanundur” ifadesi hukuki pozitivizm vasıtasıyla sınırlamaya tabi tutulmamış, Alman hukukçuların itirazına da konu olmamıştı. Adalet için var olan kanunlar, bazen haksızlığın kaynağı olabilir. Sadece kanun olması, adil olduğu anlamına gelmez.31

Formül iki kısımdan oluşur. Tahammül edilemezlik ve yadsıma. Tahammül edilemezlik; kanun olarak adlandırılan pozitif düzenlemenin, adalete aykırılığı, kabul edilemezliği ve tahammülünün mümkün olamayacağı o denli açıktır ki, bu pozitif düzenleme hukuki olma vasfı kazanamamıştır, yok hükmündedir ve hukuki geçerliliği bulunmamaktadır.32 Yadsıma, ilk ilkenin somutlaştırılmış halidir ve hukuk olanı hukuk olmayandan ayıran bir ölçüdür. Eşitlik adaletin özüdür. Hiç kimse adına, sanına, şöhretine, ırkına, inancına, rengine göre sınıflandırılamaz. Hukuk, herkesi aynı değerlerle ölçer. Yasama faaliyetinde bilinçli olarak eşitlik reddedilmiş, insan haklarını sağlamakta keyfilik esas alınmışsa adalet de bilinçli olarak reddedilmiştir.

Böyle bir kanun, hukuki karakterini kaybetmiştir. Adalet içeriğinden, dolayısıyla hukukun doğasından yoksun kanuna itaat edilmez ve uygulanamaz. Formülün ilk kısmı Alman Federal Mahkeme kararlarında uygulama alanı bulurken, ikinci kısmın uygulanmasına çekince ile yaklaşılmıştır.33

Radbruch’a göre kanuna dayanan haksızlıklara karşı kanun üstü hukuk perspektifinden mücadele başlatılmalıdır. “Kanun kanundur” inancıyla gerçekte keyfi olan ve suç içeren kanunlar, adaletten bağımsız ele alınıp, sadece kanun oldukları için uygulanmaları nedeniyle Almanya’yı Nazizme karşı savunmasız bırakmıştır.34 Tabii hukukun yok olduğu yüzyıldan beri hukukçular, kanunların geçerliliğine ve ona kanun olduğu için itaat edilmesi gerektiği fikrine istisna tanımamaktadır. Kanuna, kanun olduğu için kayıtsız şartsız itaat, hem bireyleri, hem de hukukçuları kanun karşısında savunmasız bırakmıştır. Bu davranış, hukuk ile kanunu, kanun ile onu yapanın gücünü eş tutmaktır. Güç nerede ise hukuk da oradadır.35 Hukuki pozitivizm, kendi öz gücüyle kanunların geçerliliğini temellendirme olanağına sahip değildir. Hukuki geçerlilik ve yükümlülük, kanuna içkin değere dayanır. Her kanun, şüphesiz ki bir değeri yansıtır ve hukuki güvenlik oluşturur. Bu nedenle kanunun olması, olmamasından yeğdir. Ne var ki hukuki güvenlik, hukukun yegâne ve belirleyici değeri değildir. Bundan başka amaca uygunluk ve adalet gibi iki değere dayanmalıdır.36

Hukuk, halka yararlı şeydir. Kanun yapma yetkisine sahip olan egemenin aklına gelen her fikri, her hevesi kanun haline getirmesi, hukuk devletini haksızlık devleti haline getirir. Egemen, kendi çıkarlarını kanun kılıfına sokarak kamusal çıkar haline getiremez. Halka yararlı olan hukuk değildir. Yalnızca hukuk halka yararlı olandır.37 Bir hâkim, adaletsiz olduğu açık bir kanuna dayanarak adaleti asla yerine getiremez. Bütün yazılı kanunların üstünde, insan haklarına dayanan, insanlık dışı tiranların aslında suç oluşturan emirlerini geçersiz kılan, yok hükmünde sayılmasını sağlayan kendisine yabancılaşmamış bir hukuk vardır; tabii hukuk.38

Kanun koymadan önce var olan ve kendisiyle çelişen kanunların geçerliliğini ortadan kaldıran ilkeler vardır. Bu ilke tabii hukuk ya da aklın hukuku olarak adlandırılır.39

Radbruch formülü, bütün hukuk sistemleri için uygulanması mümkün, teorik olmaktan çok pratik ihtiyaçların motivasyonu altında şekillenmiş bir çözümdür. Formül, Nazi döneminde işlenen suçlarla baş edebilmenin önemli bir argümanı olmuştur. Formül, pozitif düzenlemelerin normal durumlarda varlığını ve uygulamasını kabul ederek, haksızlığın, insan hakları ihlalinin ağır ve aşırı olduğu durumda tabii hukuku yardıma çağırarak norma müdahale eder ve onu yok sayar.40 Bu yaklaşımda norma ve uygulamaya dair iki yaklaşım ortaya çıkar. İlki, bir pozitif düzenlemenin var olabilmesi, saygıyla karşılanıp uygulanabilmesi için taşıması gereken şartlar, diğeri de direnmenin sınırıdır.

Toplumların ve bireylerin, egemene karşı sahip olduğu hakları koruyabilmesi için Radbruch formülüne her zaman ihtiyacı vardır. Çünkü hukuk devleti ilkeleri ve insan hakları, istisnai durumların bulunduğu varsayımı ile askıya alınamaz, uygulanmasından vazgeçilemez. Modern dünya, Hitler’den sonra seksen küsur yıldır demokrasi ve insan haklarında epey yol aldı. Halklar ve egemenler bilinçlendi. Hukuk ve kavramları saydamlaştı. AİHM, içtihatlarıyla insan hakları uygulamalarını yaygınlaştırdı. Hukuk devleti kavramı, teorisyenlerin çabaları ile inceden inceye işlendi. Mahkemeler, insan haklarına dost yorumları benimsemeye başladı. Formülün her ne kadar, adaletin ve insan haklarının yaygın ve sistematik şekilde askıya alındığı olağanüstü dönemler ve durumlar için geçerli olacağı ileri sürülebilirse de formülün günümüzde uygulanabilmesi için, Hitler dönemindeki gibi ağır ve olağanüstü şartların oluşmasını beklemek, hesaplaşılan tarihin tekrarını arzu etmektir. Hukuk, yaşanmış haksızlıkların tekrarlanmaması için vardır. Radbruch formülü, aşağıda değinileceği üzere geriye yürümezlik ilkesine istisna getirerek, hukukun af ya da zamanaşımı yoluyla unutmasına izin vermemiş, bilakis haksızlıkları cezalandırarak geçmişle hesaplaşabilme adına hatırda tutmayı benimsemiştir. Bu nedenle egemen güçlerin, insan hakları ihlaline dair bilinçli, yaygın, sistematik tavır ve uygulamaları, formülün canlandırılması için yeterli sayılmalıdır.

  1. Radbruch Formülü’nün Yargı Kararlarına Yansıması

Alman Federal Mahkemesi ve Alman Federal Anayasa Mahkeme- si birçok ilke kararında “Radbruch formülü” olarak anılan ölçütü benimsemiştir. Alman Federal Anayasa Mahkemesi’nin 14.2.1968 tarihli, vatandaşlık ile ilgili bir kararında (Başka ülkelere sığınan Yahudilerin Alman Devleti yurttaşlığı ırksal nedenlerle ellerinden alınmıştı) bu ilke şöyle ifade edilmiştir;

  1. Nasyonal sosyalist hukuk kurallarının hukuk olarak geçerliliği, bunları uygulamak ya da sonuçlarını tanımak isteyen yargıcın hukuk yerine bir haksızlık hükmü vermiş olacağı derecesinde adaletin temel ilkelerine açık biçimde ters düşmesi durumunda reddedilebilir.

  2. İmparatorluk Vatandaşlık Yasası’nın 11.11.1941 tarihli (RGB 1 I, 772) on birinci kararnamesinde adaletle olan çelişki öylesine katlanılamaz bir dereceye ulaşmıştır ki bu kuralın başlangıçtan beri yok sayılması zorunludur.

  3. Hukukun kurucu temel ilkelerine açıkça ters düşen bir yasal haksızlık uygulanmakla ve kendisine uyulmakla hukuk olmak özelliğini kazanmaz.41

Federal mahkeme, ilkeleri ile hukuki güvenliği koruma altına almıştır. Mahkemeye göre adalet içeriğinden açıkça yoksun kanunun hala geçerli bir kanun olarak kabul edilip uygulanması, açık bir keyfilik ve acımasızlıktır.42 Kanunun hukuk olma niteliğini yitirdiği tezi, hukuki pozitivistlerin, pozitif hukukun dışında olduğunu iddia ettikleri bir alana, adalete ve hakka dayanmaktadır. Adalet ve hak, pozitif düzenlemelerin daha üstündedir ve bunların korunması, kurala geçerlilik kazandıran iki önemli referans olmakta, “adil olmayan ya da sürekli haksızlığa yol açan bir kural, hukuk olamaz” şeklindeki formüle ulaşılmaktadır.43

Formülünün uygulandığı, hukuk-ahlak ilişkisine dair Hart-Fuller tartışmasının çıkış kaynağı sayılabilecek bir dava literatüre “kinci muhbir” (grunde informer) olarak geçen davadır. 1944 yılında bir asker, ordudan izin alarak evine gelir. Başka bir erkekle ilişkisi olan ve eşinden kurtulmak isteyen kadın, Nazi rejimini eleştirdiği, Hitler hakkında hakaret içerikli sözler söylediği gerekçesiyle eşini şikayet eder. Yürürlükteki kanuna göre Hitler ve rejimi hakkında hakaret içeren sözler söylemek suçtur. Asker kişi, askeri mahkemede yargılanır ve idam cezasına çarptırılır. Bir süre hapiste yatan askerin cezası infaz edilmez. Tekrar cepheye gönderilir. Nazi rejimi sona erdikten sonra asker, eşi hakkında şikayetçi olur. Kadın, kocasını haksız yere ihbar ederek hapishanede kalmasını sağladığı gerekçesiyle yargılanır. Kadın, savunmasında, kocasını ihbar etmesinin 1934 ve 1938 tarihli iki kanuna göre meşru olduğunu, dolayısıyla hakkını kullandığını ileri sürer. İstinaf Mahkemesi ise 1871 tarihli Alman Ceza Kanununa göre kadını, bir kimseyi kanuna aykırı şekilde özgürlüğünden yoksun bırakmak suçundan mahkum eder. İstinaf mahkemesi, Nazi dönemi ihbar yasalarını adalet ve vicdana aykırı bularak dikkate almamıştır. Şayet bu kanunların geçerli olduğu kabul edilseydi, kadının ihbarı hukuka uygun bulunacaktı ve 1871 tarihli kanuna göre mahkum edilemeyecekti.44

Radbuch formülü, sınırı geçmeye çalışanlara ateş edip öldüren sınır muhafızları ve onlara ateş etme emri veren üstlerinin yargılandığı davada da kullanılmıştır. Mahkemeler, formülün içeriğini, insan haklarını kullanarak yeniden tanımlamıştır. Sanıklar, yargılandıkları davada sınır kanununun kendilerine tanıdığı ateş etme yetkisini kullandıklarını savunmuşlardır. Berlin Eyalet Mahkemesi ve Federal Mahkeme, sanıkların cezalandırılmasına karar vermiştir. Mahkemeler iki gerekçeye dayanmıştır. Fiilin gerçekleştiği zamanda benimsenmiş olan haklı neden, adaletin ve insanlığın temel ilkelerine açık ve ağır bir aykırılık taşıyorsa daha üst normu ihlal ettiğinden dikkate alınamaz. Aykırılık o kadar ağır olmalıdır ki, bütün halkların ortak insani değerlerine dayanan hukuki kabulleri zedelenmelidir. Mahkeme bu yorumdan sora Radbruch’ün “kanunun adalete aykırılığı o denli kabul edilemez olmalıdır ki, kanun artık hukuk olamayacak kadar adaletten uzaklaşmış sayılmalıdır” formülüne yer vermiştir. Dayanılan diğer gerekçe ise şudur; Hâkim, öldürme fiilinin gerçekleştiği zamanda yürürlükte olan kanun ve kanunun içerdiği şartların araştırılmasında, fiilin gerçekleştirildiği devletin (Doğu Almanya) pratiğindeki yorumla değil, orantılılık ölçüsünde yapılmış, doğru yorumlanmış “insan hakları dostu yoruma” dayanmalıdır.45

  1. Dolaylı Faillik

Hukuki pozitivizm anlayışına göre hâkimler, beğenmeseler bile kanunları uygulamak zorundadır. Pozitivizmin bu katı anlayışı nedeniyle kanunun, adalete aykırılığı, kabul edilemezliği ve tahammülü- nün mümkün olamayacağının çok açık olduğu durumda ihbarcılar, iftiracılar adalet mekanizmasını araç olarak kullanmaktan çekinmez. Çıkarlarına ve amaçlarına, kanuna uygun bir eylemde bulunduklarını iddia ederek ulaşırlar. Mahkemeler de böyle bir kanunu uygulayarak, ihbarcının, iftiracının aleti haline gelir.

Radbruch’a göre her kim, suç işleme maksadıyla kendisine itaat etmekle yükümlü olanlar üzerindeki emretme yetkisini kötüye kullanıyorsa dolaylı faildir. Yargısal mekanizmaları araç olarak kullanan da dolaylı faildir. Dolaylı faillik, dönemin siyasi fanatizmini, iktidarın var olan baskısını, ceza hâkimliği makamının siyasi eğilimini bilen kişi açısından daha nettir.46 İhbar yoluyla bir kişiyi Hitler’in politikleşmiş ceza yargısına teslim eden kişi, adil karara varacak ve hakikati belirleyecek hukuki teminatlara sahip bir yargılama sürecine değil, keyfi bir uygulamaya teslim ettiğini bilir.47

Radbruch’a göre insanlık dışı yargı kararları, “görevim gereği kanunu uyguladım, kanunu uygulamak zorundaydım” mazereti ile hâkimin sorumluluğunu kaldırmaz. Çünkü hâkim, istifa ederek, adalete aykırılığı, kabul edilemezliği ve tahammülü mümkün olmayan kanunları uygulamaktan kaçınabilir. Hâkimlerin, bahsedilen kanunlara direnmesi hem hak hem görevdir. Haklarını kullanmaz, görevlerini yerine getirmezlerse, koşulsuz itaati mesleki yükümlülük kabul ederlerse, kanun karşısında özgür kalamazlar. Hâkim, bütün bireylere, haksız kanun karşısında özgürlük sağlamalıdır. Kendi özgür olamayanın, başkasına özgürlük vermesi beklenemez. Hukuk istikrar demektir. Adaleti ağır biçimde ihlal eden her istikrar düşüncesi, kendisinden sakınılmak istenilen istikrarsızlıktan daha vahim bir istikrarsızlığa yol açar. Kanunun üstünde olan hukuk kavramının, bilerek adaletsiz kanunları uygulayan devlet görevlileri ve hâkimleri, geriye yürürlüğü bulunan kanunlarla mahkûm edilme imkânı tanıyarak, geç de olsa aşırı adaletsizliğin giderilmesini mümkün kılar.48

Mahkemeye göre her devlet tarafından saygı gösterilmesi gereken insanlık ve adaletin temel ilkelerine dayanılmaz ölçüde tecavüz eden kanunlar hükümsüzdür. Silahsız kaçakların yaşamları paha- sına kaçmalarını engellemek için ateş edip öldürmelerine izin veren kanun, olaydan daha sonra yürürlüğe giren, Doğu Almanya’nın taraf olmadığı Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesine aykırı bulunmuştur.49 Mahkeme, yorumu, fiilin gerçekleştiği tarihte benimsenmiş olana değil, daha iyi ve adil olan sonrakine izafe etmesi, geçmişe uygulama yasağıyla çelişmez görülmüştür. Çünkü geçmişe uygulama yasağının amacı, güvenin korunmasıdır. İnsan haklarına düşman bir yorumun, hukuken güven sağlaması mümkün değildir.50

  1. Radbruch Formülü ve Kanunun/İçtihadın Geriye Yürümezliği

Kişilerin suç işledikleri tarihte yürürlükte bulunan kanunlara göre ve o kanunların düzenlediği cezalarla cezalandırılması, ceza yargılamasının temel ilkesidir. Suçta ve cezada kanunilik olarak adlandırılan bu ilkeye göre, ceza kanunları geriye yürümez.

Nasyonal Sosyalist hukukun, geçmişteki hukuk dışı uygulamaları ile ceza hukuku kurallarının yardımıyla hesaplaşabilme, zamanaşımı ve geçmişe yürüme sorununun çözümüne bağlıydı. Bulunan çözüm, politik nedenlerle ceza takibinin felç olduğu yerde zamanaşımı da işlemeyecektir. Radbruch formülüne göre geçmişe uygulama yasağı, sadece olağan hallerde uygulama alanı bulur.51

Bireylerin güveni, fiilin işlendiği tarihte yürürlükte olan kanunun, adaletle karşıtlık içinde olması halinde korunur. Kanun, adalete katlanılmaz şekilde aykırı ise, doğru olmayan kanun olarak pozitif düzenleme adalete boyun eğmek zorundadır. Hukukun, fiilin gerçekleştiği tarihteki devlet pratiğinde olduğu gibi gelecekte de insan haklarına aykırı bir nedenin tanınmasını sağlayacak şekilde uygulanacağı beklentisi, korunmaya değer değildir. Demokratik Almanya hukukunun doğru yorumunun, geçmişe taşınması keyfilik değildir.52

Olması gerekeni, geriye dönerek olana üstün tutma” tabii hukuk açısından tutarlıdır. Ancak böyle bir yorum, Radbruch formülünün de ötesine geçmektir. Ceza hukuku ve anayasal açıdan sorunlu olduğu açıktır.53 Federal Alman Anayasa Mahkemesi, Takibat Kanununda olduğu gibi henüz dolmamış zamanaşımı sürelerinin uzatılması ya da kaldırılmasını hukuka uygun bulmuş, anayasaya ve ceza kanunlarının geçmişe yürümeyeceği ilkesine dair eleştirilere katılmamıştır.54

Kanunun geriye yürümezliğinin askıya alınması, insan haklarına dayalı hukuki güvenliğin geriye doğru inşasıdır. Belli bir dönemde yapılmış ağır, katlanılamaz ve tahammülü mümkün olmayan hukuk uygulamalarının, bugünkü doğru yorumla yeniden tartılması, değerlendirilmesidir. Bireyin hukuki güvenliği sağlanırken, kanunu yapanların, haksız uygulamalara imza atanların, sorumluluktan kurtulamayacakları mesajı verilir. Geçmişle bugünün uyumlulaştrılması sağlanır. Hukuk düzeninin zamanaşımı, geçmişe yürümeme, af çıkartılmış olması gibi bazı kuralları, ağır insan hakları ihlalinin üzerinin örtülmesi gerekçesi olamaz. Tabii hukuka uygun olan bu yorum tarzı, gelecekteki olası ağır haksızlıkları, gaddarlıkları önlemek, yetkinin kötüye kullanılmasına engel olmak, yargı bürokrasisini ve halkı, ortak bir tarihe karşı bilinçlendirmektir. Hukuk, yaşanmış olanın tekrarlanmaması için unutmayı ortadan kaldırarak hatırlamayı gündemde tutar.55

  1. İnsan Haklarına Dost Yorum

Radbruch formülü, bir kanunun sadece kanun olduğu için uygulanmayı hak etmediğini gösteren, hukuk ile ahlak arasında bütün toplumların taraf olduğu üstün değerler olan insan hakları ile bağlantı kuran bir yaklaşımdır. Kabul ve tahammül edilemeyecek kadar ağır insan hakları ihlali içeren bir kanuna direnmek hâkimin görevidir. Hâkim böyle bir kanunu uygulamamak zorundadır. Uyguladığı takdirde ne hâkimlik teminatı, ne anayasal yargı bağımsızlığı ne de pozitif norma uyma yükümlülüğü onu sorumluluktan kurtarmayacaktır. Çünkü adalete katlanılamaz derecede aykırı olan kanun, doğru hukuk olmadığından yok hükmündedir. Yok hükmünde bir kanununa uyulmaması sorumluluk doğurmayacak, uygulanması ise keyfi ve maksatlı davranıldığı için sorumluluk gerektirecektir.

Pozitif düzenlemelere karşı direnme, istisnaen başvurulabilecek, olağanüstü durumlara mahsus bir uygulamadır. Olağanüstü şartlar, zorunluluk olarak beraberinde olağanüstü yorum kurallarını getir- mektedir. Olağan zamanlarda ise norma bağlılık esastır. Olağan zamanlarda bağlı kalınacak normlar, hak ihlalleri içerebilmektedir. Normun iptali için hukuki mekanizmaların harekete geçirilmesi yanında, normun, toplumların üstün ortak değeri olan insan haklarına göre yorumlanması gerekir. Yorum kurallarından faydalanılarak normun anlamı açığa çıkartılırken, varılacak sonuç kimi zaman norm kadar hak ihlallerine yol açabilir. Bu durumda yorum kuralına, insan hakları ile derinlik kazandırmak gerekir. İnsan hakları ilkeleri, her norma içkindir. Normun yorumunda ulaşılacak doğru anlam, insan hakları ile uyumlu olmalıdır. Nasıl ki kanun, sadece kanun olduğu için uygulanamaz, yorumda varılan sonuç o olduğu için kabul edilebilecek yorum olamaz. Normu geçerli yapan gibi yorumu da kabul edilebilir kılan, insan hakları dostu olup olmadığıdır.

Hangi yöntem ya da araç benimsenirse benimsensin, yorum, metindeki söz dizinleri ile çizilen sınırın içindedir. Bu kabul, sadece fiziki bir sınıra işaret eder. Varılan anlamın doğru ve meşru olduğunu test etmek için metne içsel olan, yorumun insan haklarına dost olup olmadığı gibi bir argüman kullanmamız gerekir. Ancak bu şekilde yorumu hukuk devleti ilkelerine uygun hale getirmek mümkündür.

  1. Hukuk-Ahlak İlişkisine Dair Hart-Fuller Tartışması

Hukuki pozitivizmin genel kabul gören ayrılabilirlik tezine göre hukuk ile ahlak arasında zorunlu bir bağlantı yoktur, hukuk ile ahlak iki ayrı kavramdır. Hukuk ile ahlakın iki ayrı kavram olması, hiç bir şekilde ilişkili olmadıkları anlamına gelmez. Hiç bir hukuki pozitivist, hukuk-ahlak kavramlarının bağlantılı olmadığını ileri sürmez. Hukuki pozitivizmin ayrılabilirlik tezi, hukuk-ahlak ilişkisine dair tam olarak şunu savunur; bir normun hukuk sayılabilmesi ya da hukuken geçerli olması için bir dizi ahlaki norma dayanmasına gerek yoktur. Hukuk normları, ahlakın belli gereklerini karşılamak ya da yeniden üretmek zorunda değildir.56 Ahlaka ve adalete aykırı hukuki normlar, var oldukları hukuk sistemine göre geçerli ise, ahlaka ve adalete aykırı olmaları ya da içeriklerinin adaletsiz/haksız olması, geçerli bir norm olmalarını engellemez. Önemli olan biçimsel geçerliliktir. Normun geçerliliği, meziyetine ve içeriğine göre değil, kaynağına göre belirlenir. Yetkili bir kaynağın oluşturduğu hukuki norm, “olan” normdur ve geçerlidir. Hukuki pozitivizm, olan normla ilgilenir.57 “Olan norm” dururken “olması gereken” normu aramak, hukukun dışına çıkmaktır.

Aralarında farklılıklar olsa bile bütün hukuki pozitivizm savunucuları, bir kuralın hukuk olarak kabul edilebilmesi için iki unsurun varlığında birleşir; a) kurallara uygun şekilde bir otorite tarafından yürürlüğe konma b) toplumsal etkililik. Kuralın hukuk olması için içeriğinin doğru olup olmamasının önemi yoktur. Hukukla ahlak arasında zorunlu kavramsal bağlantı yoktur.58

Hukuki pozitivizmin bağdaşım tezine göre bir normun geçerliliği, onun içeriğinin ahlaki niteliklerle ilişkili olması gerektiği görüşüne dayanır ve yeterlilik ve geçerlilik şeklinde iki bileşeni vardır. Yeterlilik bileşenine göre bir normun hukuken geçerli olabilmesi için ahlaki ilkelerin içeriğini yeniden üretiyor olması yeterli koşuldur. Buna göre yeterlilik bileşeni, resmen onaylanmamış bir normun ahlaki içeriği itibariyle hukuken geçerli olabilmesinin yolunu açar. Gereklilik bileşene göre bir normun hukuken geçerli olabilmesi için içeriğinin bir dizi ahlaki ilkeyle uyumlu olması gerekir. Gereklilik bileşeni ise, resmi onay görmüş hukuk kuralın ahlaki sınır getirmeyi mümkün kılar. Bir normun geçerli olabilmesi için, bazı ahlaki ilkelerin içeriğiyle mantıksal bağlantısının olması gerekir.59

Bağdaşım tezinin gereklilik bileşeni, Hart-Fuller tartışmasında Fuller tarafından ileri sürülmüştür.60 Fuller’e göre hukuki pozitivistler, hukuku yetkili kaynaktan çıkıp vatandaşa dayatılan bir yapı olarak algılar. Oysa hukuk, yönetenle yönetilen arasındaki işbirliğidir. İşbirliğinin olmadığı hukuk zorbalıktır. Hukukun genel amacı, insan davranışlarını genel kuralların yönetimine, rehberliğine bırakmaktır. Bu genel amaç, insanların birbiri ile iletişim kurmaları ve işbirliği yapmaları şeklindeki diğer amaçlara hizmet eder. Bu amaçların gerçekleşebilmesi için hukuk kurallarının insan davranışlarına rehberlik edecek kadar öngörülebilir ve güvenliği sağlayıcı niteliklere sahip olması gerekir. Bir hukuk sistemi, hukuk devleti idealini gerçekleştirebilmek için anlaşılabilir amaçlara ve bu amaçları gerçekleştirebilecek araçlara sahip olmalıdır. Bir hakim, kanunun amacını dikkate almadan onu doğru yorumlayamaz. Bir kural, anlaşılabilir amaçlar içermezse ve asgari yeterli araçlara sahip olmazsa hukuk sayılamaz. Amaç, olan hukuk ile olması gereken hukuk arasındaki mesafeyi kapatan bir standarttır. 61

Fuller’e göre hukuk, amaçsal bir faaliyettir. Hukuk, insan davranışlarına rehberlik edecekse kendi içinde ahlaki bazı ilkelere uygun olmalıdır. Hukukun içsel ahlakı (inner morality of law) olarak adlandırılan bu ilkeler, insan davranışlarını kuralların yönetimine bıraka- rak öngörülebilirliği, dolayısıyla hukuki güvenliği sağlar. İnsan davranışına rehberlik edecek kurallar, bir süreç içinde kendi içsel ahlaki kurallar sistemi oluşturur.62

Fullerin, hukukun içsel ahlakı olarak sıraladığı ilkeler şunlardır;63

– Kurallar genel terimlerle ifade edilmelidir (genellik). Genellik ku- ralın kapsamı ile ilgili değildir. Kural, belirli bir süre aynı/benzer sorunların aynı şekilde çözülmesine imkan tanımalıdır. Hukuken öngörebilmek ve hukuki güvenliğe sahip olmak için kuralın, benzer durumlar için benzer standartlar geliştirebilme özelliği bulunmalıdır.

– Kurallar ilan edilmeli, alenen yayımlanmalıdır (ilan edilme). Kurallar, uygun araçlarla ilan edilmeli, halka duyurulmalıdır.

– Kural, geleceğe dönük olmalı ve geçmişe yürümemelidir (geriye yürümezlik). Fuller açısından bu kuralın istisnaları olabilir. Bu istisnalar, haksızlığı haklı çıkarma girişimleri için değil, bireylere hakkını almak için tanınmış istisnalardır.

– Kural açık ve anlaşılabilir terimlerle ifade edilmelidir (belirlilik). Kuralların rehberlik edebilmesi için, herkes tarafından anlaşılabilir açıklıkta olması gerekir.

– Kurallar birbiri ile tutarlı olmalıdır (bağdaşabilirlik). Birbiri ile bağdaşmayan kurallar, birbirine rakiptir ve biri diğeri ile mücade le içindedir. Bu nedenle bağdaşmayan kurallar, kendilerine itaat edilmeyi güçleştirir.

– Kurallar, onlardan etkilenecek kişilerden, güçlerini aşan davranışlar istememelidir. (imkânsızı istememe) Kurallar, onlardan etkilenecek kişilerden yapabilecekleri şeyleri istemelidir. İnsandan, gücünün ötesinde şeyler talep etmek ahlaka ve özgürlüğe aykırıdır. Örneğin sorumluluğun kusurla sınırlanması, güç yetirilebilecek bir talep ileri sürmektir.

– Kurallar, onlardan etkilenecek kişilerin güvenini sarsacak şekilde sık sık değiştirilmemelidir (süreklilik/istikrar). Kuralların, insanların davranışlarını ayarlayamayacak kadar sık değiştirilmemesi gerektiğini ifade ederken, hiç değişmemesi gerektiğini ya da uzun bir süre değişmemesi gerektiğini ileri sürmez. Kuralların, zaman içinde istikrar sağlamaya elverişli olmasını ifade eder.

– Kurallar, dile getirilişlerine uygun biçimde uygulamaya dökülmelidir (resmî eylemler ile ilan edilen kuralların örtüşmesi). Kurallar ile kuralların fiilen uygulaması arasında uyum olması gerekir. Yorum yanlışlıkları, hukuka erişememe, hukuk sisteminin bütününe ilişkin kavrayış yokluğu, rüşvet, önyargı, kayıtsızlık, vurdumduymazlık ve kişisel güç, kuralın içeriği ile uygulaması arasındaki uyumu bozan, hukukun içsel ahlakına zarar veren bazı durumlardır.

Kural ile uygulama arasında uyumu sağlamanın en önemli aracı, yorumdur. Hakimler, kuralları kendi beğenilerine ya da kuralların anlamsız lafzına göre değil, uygun yorum ilkelerine sadık kalarak uygulamalıdır. Uygun yorumu yapmak için tarafsızlığın sağlanması gerekir.

Fuller’in hukukun içsel ahlakı olarak savunduğu ilkeler, ahlakla ilgisi olmadığı, hukuk devleti/hukukun üstünlüğü ilkeleri, amaçları gerçekleştirme açısından hukuku iyi-kötü şeklinde niteleyebilmek için geliştirilmiş etkililik kuralları olduğu gerekçesiyle eleştirilmiştir. H.L Hart’a göre bu ilkeler, iyi zanaatkarlığın ilkeleri gibidir. Marangozluğun ilkeleri, marangozun ne yaptığı ile ilgilenmez. Sadece nasıl yapması gerektiği ile ilgilenir. Marangozluğun ilkeleri, marangoza sandalye ya da işkence aleti yapıp yapmaması gerektiğini söylemez. Ancak yapması gereken aletleri nasıl yapması gerektiğini söyler. Fuller, amaçsal faaliyetler ile ahlaki ilkeleri birbirine karıştırmıştır. Yapılacak şeyin amaçsal ilkeleri, ahlaki ilkeler olarak nitelendirilemez. Birisini zehirleyerek öldürme de amaçsal bir faaliyettir. Bu faaliyetin başarıya ulaşabilmesi için kendine özgü bir kısım ilkelerin takip edilmesi gerekir; zehirin güçlü olması, kokusunun bulunmaması gibi. Bu ilkeler, faaliyeti başarıya ulaştıracak ilkelerdir. Bu ilkeler, bir amacı başarıya ulaştırmada etkili ise de, ahlaki ilkeler olarak nitelendirilmeleri mümkün değildir.64

Kinci muhbir davasında Hart, Alman mahkemelerinin kanunu yok sayan uygulamasını benimsemez. Hart’a göre kinci muhbir cezalandırılmalıdır ancak bunun yöntemi, bir kuralı yok saymakla mümkün olamaz. Bunun yerine geçmişe yürüyen bir kanun çıkartmaktır. Bu durumda iki kötüden daha hafif olanı benimsenir ve belirlilik ilkesi ihlal edilmiş olunmaz. İlk kötülük, kadının cezasız kalmasıdır. İkinci kötülük ise geçmişe yürüyen kanun yapmaktır. İlki çok daha kötü olduğundan daha az kötü olan geçmişe yürüyen kanun yapmak suretiyle sorunun çözümü, daha uygundur. Hart, bu görüşü ile hukuki pozitivizmin ayrılabilirlik tezine sadık kalmıştır. Fuller de tıpkı Hart gibi geriye yürürlüğü olan kanun yapılması fikrine itiraz etmez. Fuller’in Hart’la örtüşen bu düşüncesi, ceza hukuku yoluyla geçmişle acilen hesaplaşılabilmesi, normal kurallara göre devam eden bir yapıya dönülmesi ve hukuksal ahlakın içeriklerinin saygı gördüğü bir ortamın geri getirilmesi içindir. Fuller, Radbruch’un yanında yer alarak Nazi dönemindeki bazı kuralların hukuk sayılamayacağı fikrine katılır. Hakimlerin, adalet içeriğinden yoksun ve haksızlık üreten kanunu, “bu hukuk değildir” diye yok saymak yerine “bu hukuktur ancak o kadar kötüdür ki uygulamayı reddediyoruz” demeleri, ahlaki bulanıklığı en üst düzeye çıkartır. Fuller’e göre hart, Nazi dönemi kanunlarını sorgulamaksızın hukuk olarak kabul etmektedir. Ahlakla hukuk arasındaki zorunlu bağın koparılması, diktatörlüğe elverişli bir zemin hazırlamıştır. Alman hukukçuları hukukun içsel ahlakına duyarsız kalarak, yapılan her kanunu hukuk adına kabul ve uygulamaya razı olmuştur. Bu durum ise Nazizme yardım etmekten başka bir anlam taşımaz.65

  1. Kanunun “Kanun” Olması ya da Kanunun Meşruiyeti

Bir kanunun meşruiyetinden söz ederken, kanunun sadece kanun olduğu için uyulmayı ve uygulanmayı hak etme özelliğinden bahsetmekteyiz. Bir vatandaş ya da hâkim, norm olarak var olmuş, şeklen yürürlüğe girmiş ve içerdiği anlam itibariyle doğrudan beşeri davranışlara hitap eden, müeyyide ile donatılmış bir düzenlemenin meşru olup olmadığını sorgularken, uymayı ve uygulanmayı hak edip etmediğini tartışmaya açmış demektir. Bu tartışma, demokratik bir ülkede, meşru ve seçilmiş bir parlamentonun, usulüne uygun şekilde kabul ederek resmi gazetede yayımladığı, adı kanun olan metnin hukuk düzeninde sonuç doğurmaya elverişli olup olmadığını sorgulamaktır.

Meşruiyet, hukuki pozitivizm açısından, yapılan işin, ortaya konulan neticenin bir hukuk normuna uygun olmasıdır. Hukuki pozitivizmin kanunu yücelten anlayışına uygun düşen bu yaklaşım, kanunu meşruluğun yegâne kıstası yaparken, kendi meşruluğunu perdelemektedir. Cevabını aradığımız soru, kanun meşruiyetini nereden alır olunca Kelsen’in, “hukuk ilkesi meşruiyetini normlar hiyerarşisinde kendinden bir yukarı mevkide olan normda bulmaktadır” cevabı yeterli olmamaktadır. Çünkü daha aşağıdaki norma meşruiyet veren üst norm, kendi meşruiyetini nereden alır sorusu cevapsız kalmaktadır. Sonradan oluşturulan kural, kurum ve olgular, totolojik anlayışla birbirinin meşruiyetine kefil olamaz. Meşruiyet, daha o kural ve kurumlar yokken var olan üstün bir değeri, geçerlilik referansını ifade eder.

Pozitivist teoriye göre (Kelsen) normatif düzen, normlarının geçerliliği aynı ve tek bir temel norma (Grundnorm) dayandırılan normlar düzenidir. Bu temel norm, diğer normların geçerliliğinin kaynağını oluşturur. Bir norm, üst norma uygunsa geçerlidir. Üst normun, onun da üstünde bulunan normun geçerliliği nedir sorusu, sonsuza kadar uzatılamaz. Kaçınılmaz olarak bir normda durmak gerekir. Bu norm ise temel normdur. Temel normun geçerliliği ise sadece bir varsayım, kabul ve hipotezdir. Kelsen’e göre temel normun geçerliliği, başka bir norma dayanmaz, geçerliliği bir soru konusu yapılamaz.66 Pozitivistlerin anlayışına göre egemen güç tarafından kurallara uygun olarak yürürlüğe konulan kural hukuktur. Hukuk olan kural ise meşrudur. Bu durumda kanun, meşruluğunu egemen gücün buyurmasından alır.

Hukuki realizme göre normun geçerliliği, etkililiği ile belirlenir. Bir norm, nedeni ne olursa olsun, muhatapları tarafından kabule ve itaat edilmeye mazhar oluyorsa, mahkemeler tarafından uygulanıyorsa etkilidir.67

Tabii hukuk açısından ise geçerlilik, olan ile olması gereken arasındaki uyumlulukta aranır. Olması gereken, ideal, ahlak, din gibi değerlerle ilgilidir. Olan, bu değerlere uygun ise kural geçerli, aksi halde geçersizdir. Hukukun geçerliliğinin, ahlak, adalet, refah, ortak iyilik, hak ve özgürlükler, sosyal dayanışma gibi değer yargılarına dayalı hukuk dışı kaynaklarda aranması, değer yargılarının objektif olmadığı gerekçesi ile eleştirilmiştir. Örneğin bir normun, adalet içeriğinden yoksun olması gerekçesi ile geçersiz sayılması durumunda hangi adalet içeriğinden yoksunluk sorusu yanında adalet içeriğinden yoksunluğa kimin karar vereceğinin belirlenmesi de önem kazanmaktadır.68

Kanunun meşruiyeti sorunu, teorik olarak tartışıldığında, herkesi tatmin edecek cevaplar üretilmesi mümkün olmayan, içinden çıkılamaz bir durum gibi görünmektedir. Hukuki pozitivizmin tabii hukuk karşısındaki en önemli avantajı, belirli ve somut normlar sistemine sahip olması ve hukuk düzeninin bu normlara göre işlemesidir. Elle tutulan, gözle görülen bir somutluğa karşı, varlığı bilinen ancak içeriğinde anlaşılamayan değerlerin yarışında somutluk, bir adım önde görünmektedir.

Hukuki pozitivizmin, kanunların rasyonel, eşitlikçi, soyut, adalet içerikli olacağı varsayımının, Hitler ve Pol Pot örneğinde görüldüğü gibi her zaman doğru olamayacağı açıktır. Bu nedenle hukuk ve felsefenin işbirliği yaparak, kanunun meşruluğunu, buna bağlı olarak da vatandaşın uymama, hâkimin ise uygulamamak suretiyle direnme hakkını formüle etmesi gerekir. Demokratik bir düzende yönetimsel meşruluk, yönetime talip olanların davranışlarını belirlemede nasıl önemli bir işlev üstlenmiş ise kanunun meşruluğu da yönetenin yapacağı kanunların asgari içeriğini belirlemede aynı işlevi üstlenecektir. Kanunun meşruluğunu temellendirmede ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, tabii hukukun rolü diğerlerine göre belirleyici olacaktır. Tabii hukuk, içerik belirleme işlevine sahip değil ise de, sahip olduğu değişmez değerler dizisi yardımı ile içeriğin hukukiliğini, meşruiyetini dolayısıyla geçerliliğini tartabilir.

Meşruiyet kavramı, değerlendirmeye esas olan kurum veya kuralın üstünde, kurum ve kural olmadan oluşmuş, ahlak, insan hakları, etik, adalet, eşitlik ve hukuk gibi değerlere dayanan, genellikle toplumun kabulü ile sınanan bir durumdur. Kısacası “hukukun”, “ahlakın” ve “geçerliliği olan bir değerin” üzerine kurulmuş olan kurum veya kural meşrudur. Bu nedenle meşruiyet, yetkili organlar tarafından konulmuş olan bir kanuna uygun olmayı belirten hukukilik kavramından farklıdır. Zira hukuk kuralları meşruiyete doğrudan doğruya bir kıstas oluşturma niteliğine her zaman sahip değildir. Çünkü var olan hukuk normları, varlıklarının meşruluğunu muhtelif esaslara göre ispat etmekle yükümlüdür.69

Kanunun meşruluğu, şekli geçerliliği (pozitif ulusal normlara uygun yürürlüğe girişi) ve egemen gücün onu kanun olarak ortaya koyma iradesinden bağımsızdır. Bu yaklaşım, hukuki pozitivistlerin “kanunilik eşittir meşruluk” formülünü reddeden bir bakıştır. Kanunun meşru olup olmadığı tartışmaya açılırken ilk başvurulacak argüman, kanunun yöneldiği amacın belirlenmesidir. Her kanunun bir amacı vardır. Radbruch’un, somut tarihi gerçekliğe dayanan ve henüz çürütülmemiş “adalet içeriğinden yoksun ve bizatihi kendisi adaletsizlik kaynağı olan kanunun, bu özelliği nedeniyle uyulmayı ve uygulanmayı hak etmediği, hukuk vasfı almadığı dolayısıyla yok hükmünde olduğu” tezinden hareketle kanun, adalet içeriğinden yoksun ise, eşitliği dışlayıcı bir karaktere sahipse, katlanılamaz biçimde insan haklarını kaldırıyor, askıya alıyor ya da yok sayıyorsa meşru değildir.70 Meşruluğun değerlendirilmesinde ilk kalkış noktası olan insan hakları hukukuna göre kanuna içerden bakış, kanunun amacı kadar kanun koyucunun amacını da sorgular. Kural olarak kanunun amacı, kanunun metniyle ifade edilen nesnel iradesine göre belirlenir. Ancak meşruluk tartışmasında ister istemez kanunun amacıyla kanun koyucunun amacının birlikte ele alınması gerekir. Çünkü açıkça adalet içeriğinden yoksun kanun yapma eylemi, yetkinin kötüye kullanımı olarak bir sıradışılığa, farklılığa, genelden ayrılmaya işaret eder. Kanunun araçsallaştırılarak insan hakları karşıtlığının hizmetine açılması, açıkça bir kötülüğün talebidir.

Peczenik’e göre demokratik bir toplumda da gayrı adil kanunlar olabilir. Kanunun gayrı ahlaki/gayrı adil içeriği apaçık değilse, uygulayıcılar, yorum yoluyla adaletsizliği giderme imkanına sahiptir. Hitler ya da Pol Pot’un kanunları örneğinde görüldüğü üzere hukukun aşırı gayrı ahlakiliği/gayrı adilliği o kadar apaçıktır ki yorumcuya hareket alanı bırakmaz. Bir normun geçerli hukuk olarak vasıflandırılabilmesi için diğer koşulların yanında ahlaki bir ölçüye de ihtiyaç vardır. Bir normatif sistem, ancak çok fazla ve ağır gayrı ahlaki/gayrı adil norm ve uygulama içermiyor ve üretmiyorsa toplumsal olarak yerleşmiş hukuktur. Neyin çok ağır ve çok fazla olduğuna karar verecek olan ise ahlaki muhakemedir. Aşırı gayrı ahlaki/gayrı adil kanunlar, geçerli değildir ve yükümlülük yaratacak bir sistem doğurmaz. Demokratik yöntemler kullanılsa bile her ülkede yasama süreci mükemmel ve ideal bir tarzda işlemez. Bu nedenle kanunların aşırı gayrı ahlaki/gayrı adil olduğu iddiasının genişletilmemesi gerektiğini savunur.71

Peczenik, bir hukuk sistemini ahlaki açıdan kabul etmemize imkan sağlayacak bazı olgusal ilkelerden bahseder. Bunlar özetle şöyledir; normatif bir sistemin uygulanması, a) aşırı acıya neden olmamalı,

b) çok sayıda insanın önemli tercihleri ile aşırı derecede çelişmemeli, d) beşeri kabiliyetlerin inkişafını aşırı derecede engellememeli, e) önemli toplumsal pratikleri karakterize eden hedeflerle açıkça çelişmemeli, f) eşitlik ilkesi ile aşırı derecede çeliştiğinde aşırı adaletsizliklere yol açmamalı, g) toplumun zayıf üyelerinin korunması ilkesi ile aşırı derecede çeliştiğinde aşırı adaletsiz olmamalı h) bireylerin kendi emeklerinin ürünleri hakkında karar verebilecekleri ilkesi ile aşırı de- recede çeliştiğinde, aşırı adaletsiz olmamalıdır.72

Radbruch’tan bu yana demokratik toplumlarda da adalet içeriğinden yoksun kanunların olduğu kabul edilerek bunların meşruiyeti ve geçerliliği/bağlayıcılığı sorununa yaklaşımda adalet ve ahlak gibi metafizik kavramlar yanında insan hakları ve eşitliğin kalkış noktası yapıldığı görülmektedir.

Kanunun meşruluğu tartışmaya açılırken, ortak kalkış noktası olan metafizik kavramların, norma içerden bakış yanında, prosedürel yönünü de sorgulayan araçlar olduğu anlaşılmaktadır. Radbruch formülü, norma içeriden bakış imkânı sunarken Peczenik’in olması gereken olguları ile Fuller’in “hukukun içsel ahlakı” olarak sıraladığı ilkeler ise meşruluk testinde prosedürel bakışa olanak sağlamaktadır.73 Bu durumda kanunun meşruluğu açısından önce Radbruch formülü, daha sonra da Peczenik ve Fuller’in belirlediği ilkelerin yol göstericiliğine razı olmak, pozitif metnin tabii hukuk ve ahlak süzgeçlerinden geçirilmesi demektir.

Kanunun adalet içeriğinden yoksun olması nedeni ile uyulmayı ve uygulanmayı hak etmediği, dolayısıyla yok hükmünde olduğu tespiti ancak bir yargısal kararla mümkün olacağından, bu tespit, politik düzene yönelmiş en ağır söylemdir. Üstelik erkler ayrılığının geçerli olduğu bir düzende yargı erkinin doğrudan yasamayı dolaylı olarak da yürütmeyi hedef almasıdır. Bu nedenle yokluk tespitinin, ancak olağan üstü dönmelere mahsus ve sıkı şartlara tabi olduğunu tekrarlamak gerekir. Kural olarak yasama, politik tercihlerine göre yeni kanunlar yapar, var olanları değiştirir ya da yürürlükten kaldırır. Yargı, yasamaya nasıl ve hangi içerikte kanunlar yapması gerektiğini söyleyemez. Yapılan kanunların pozitif üst normlara uygunluğunu denetlemek suretiyle gerekirse iptallerine karar vermek, metafizik ilkelere dayanarak yokluk tespitinden farklıdır. Pozitif üst normlara uygunluk denetimi yapmak, politik düzenin bir kısım tercihlerinin (kanun, yönetmelik, vs.), yine politik düzenin daha üst ve önemli tercihlerine (Anayasa, AİHS) uyumluluğunu sağlamak, bu şekilde çatışmayan ve çelişmeyen normatif düzen inşa etmektir. Metafizik denetim ise, muh- temelen üst norm denetiminden geçmiş politik düzenin bir kısım tercihlerinin ideallere uygunluğunu sınamaktır. Bu sınamada kuşkusuz ki hakimler, kendi politik görüş, düşünce, inanç ve dünya görüşlerine, haklı bile olsa endişelerine göre değil, sınamaya tabi tutulan kanunun fiilen ortaya çıkardığı somut durum ve olguların halkın zararına işlediği gerçeğine dayanmalıdır.

Bir kanunun meşruiyetinin bulunmadığı, uyulmayı ve uygulamayı hak etmeyecek kadar adalet içeriğinden yoksun olduğu, dolayısıyla yok hükmünde olduğu sonucuna varmak için diğer düşünürler gibi kalkış noktamız adalet ve ahlak gibi metafizik değerler ise de, bunların somutlaştırılabileceği düşüncesindeyiz. Kanunun meşruiyetinin sorgulanmasında içsel ve prosedürel olmak üzere iki aşamalı bir yöntem takip etmek gerekir.

Aynı içerikli kanunun değişik hukuk düzeni içinde ifade ettiği anlamın ve dolayısıyla uygulamasının birbirinden farklı olması gibi meşruluğu da öncelikle yerel bir sorundur. Kanunun anlamı ve uygulaması ya da muhtemel sonuçları o hukuk düzeni içinde hukuk camiasında oluşan, belirli bir uzlaşmayı yansıtan öngörüye konu olabilir. Bahsedilen öngörü, kanunun meşru olup olmadığı için de geçerlidir

    1. Kanunun Meşruiyetinin Tespitinde İçsel Yöntem

Kanunun meşruiyetin tespitindeki içsel yöntem, amacının sorgulanmasıdır. Kanunun amacına ilişkin araştırma, adalet ve ahlak gibi metafizik ilkeleri somutlaştırmanın yanında insan hakları ve eşitlik gibi ilkeleri sağlamayı hedefleyip hedeflemediğini test etmenin en somut yöntemidir.

Hangi hukuk sistemi olursa olsun, kanun adaletsizliğin aracı olamaz. Kanun, belirli durumlar ve ihtiyaçlar için ortaya konulan politik bir tercihin ürünüdür. Halka faydalı olan, halkın iyiliğini, düzeni ve istikrarı sağlamayı hedeflemiş bir kanun, kabul edilebilir meşru amaçlara yönelmiştir. Kanunun gerekliliğine ilişkin kanun koyucuda beliren sebep ve saikler, meşru amaçlara hizmet edip etmeyeceği konusunda fikir verir. Kanunun varlık nedenini oluşturan bu gerekçeler, meşruiyetinin de ilk işaretleridir.

Kanunun var oluş nedeninin sorgulanması, arkasında yatan düşüncenin açığa çıkartılması, haklı ve kabul edilebilir amaçlara hizmet edip etmediğini ortaya koyacaktır. Amaç araştırması, politik tercihlerin ya da politik tercihlerin neden o yönde kullanıldığının sorgulanmasına dönüştürülemez. Amaç araştırması, sadece kanunun adalete hizmet edip etmeyeceği, yerleşik ve genel kabul görmüş ahlaki değerlere uygunluğu, eşitliği ihlal edip etmeyeceği ve nihayet insan haklarına uygunluğun sorgulanması ile sınırlıdır. Aksi halde amaç araştırması, hakimlerin kanun şeklinde belirmiş politik tercihler üzerinde denetimi halini alır. Amaç araştırması, adalet ve ahlak gibi metafizik değerler yanında eşitlik ve insan hakları gibi ilkelerin korunup korunmadığına dair saf hukuksal bir faaliyettir. Amaç araştırmasının saf hukuksal bir faaliyet olabilmesi için tamamen hukuk kural ve ilkelerine dayanması gerekir. Karşı politik tercihler, ciddi ve haklı bile olsa kaynağı siyasi olan kaygılar, farklı dünya görüşlerine dayanan endişeler, bu değerlendirmede yer alamaz.

Kanunun amacı, kanun koyucunun amacını da ele verir. Çünkü kanun koyucu, amacını kanunla ifade etmektedir. Kanunun amacı meşru değilse, kanun koyucunun amacı da meşru değildir. Politik tercihler, genel eğilimi yansıtır. Meşru olmayan kanunun içine gizlenen ya da meşru olmayan kanunla vasıtasız ifade edilen haklılaştırılmış talepler ise kanun koyucunun doğrudan amacıdır. Kanun koyucu, meşru olmayan bir kanun ile doğrudan hukuk sistemine müdahale etmekte, meşru olmayan amacına yine meşru olmayan bir kanunla ulaşmak istemektedir. Bu şekilde kanun, meşru olmayan amacı perdeleyen, meşruiyet görüntüsü verilen bir araca dönüşmektedir. Halbuki amaçların meşruiyeti, araçların meşruiyeti ile mümkündür.

Amacın sorgulanmasının nasıl saf hukuksal faaliyet olduğunu göstermek için şu soruya cevap aramak gerekir; Kanun yapma yetkisine sahip olan bir çoğunluğun, sorumlu oldukları iddia edilen soykırımdan kurtulmak için işledikleri suça ilişkin af kanunu çıkartmaları halinde bu kanun uygulanır mı?

Sorunun cevaplanması için iki ilkeden yararlanmak gerekir. Hiç kimse kendi davasının hâkimi olamaz (Nemo iudex in sua casa) ve hiç kimse kendisinin çıkarı olan bir konuda hâkimlik yapamaz (Nemo debet esse judex in propria casa). Bu kurallar, bir uyuşmazlığın tarafı olanların, uyuşmazlığı sonuçlandırma yetkisine sahip olamayacağını ifade etmektedir. Ahlak ve adalet, hak ve menfaatlerin çatışması durumunda bağımsız ve tarafsız bir mercii önünde yargılanmayı gerektirir. Kanun yapma yetkisine sahip olanların, işledikleri iddia edilen soykırım suçuna ilişkin af kanunu çıkartmaları, çıkartılan kanunun, kanunu yapanlar açısından sonuç doğurmayacağını gösterir. Çünkü af kanunu çıkartmanın amacı, kanun yapma yetkisine sahip olanların kendi suçlarını hukuk düzeni dışına taşımak, yargılama yoluyla suçlu olup olmadıklarının tartışılmasına olanak sağlamamaktır. Suçun mağdurlarının etkin şekilde haklarını aramalarına engel olan bu kanun, insan haklarına da uygun olmayacaktır. Haklı ve kabul edilebilir bir amaca hizmet etmeyen, var olan bir yetkinin kötüye kullanılması suretiyle oluşturulmuş, taraf olunan uyuşmazlığı sonlandıran bu kanunun meşru olduğu, kanunu çıkartanlar açısından hüküm ve sonuç doğuracağı iddia edilemez. Hiçbir hukuk sistemi haksızlığı korumaz. Açıkça haksızlığı korumak, adalete ve ahlaka aykırıdır. Saf hukuk ilkelerine dayalı bu yaklaşım, politik tercihlerin ya da politik tercihlerin neden o yönde kullanıldığının sorgulanmasını içermediğinden erkler ayrılığına da uygundur.

Kanunun amacının sorgulanması, her ne kadar saf hukuksal bir faaliyet ise de, bu sorgulama, politik tercihlere etkili olacağından, değerlendirmede politik tercihlerin dışarıda tutulduğunun gösterilmesi açısından objektif bir teyide ihtiyaç duyulabilir. Objektif teyit, kanunun uygulaması ve somut sonuçları ile birlikte ele alınması ile mümkündür. Başka bir deyişle kanunun uygulaması ve ortaya çıkardığı somut sonuçlar, amacın objektifliğini teyit eder. Kanun yürürlüğe konulmuş ancak hiç uygulanmamış olabilir. Bunun yanında uygulanmak istenmiş ancak hukukçuların çaba ve gayretleri sonucunda, kanundan umulan hukuk dışı sonuçlar alınamamış olabilir. Kanunun meşru olmadığı, yargı organları tarafından kabul ve ilan edilen bir sonuç olduğundan en azından bir davada uygulanma ihtimali taşıması gerekir.

Kanunun, amacından hareketle meşruluğunu sorgulamak, ilk aşamada muhtemel sonuçlarını sorgulamak, ikinci aşamada ise somut uygulamasını gözlemlemektir. Kanunun muhtemel sonuçları eşitliği ortadan kaldırma, hak ve özgürlükler açısından mevcut anayasal ve anayasa üstü hukuk düzeninden sapma, adalet içeriğinden yoksunluk, insan haklarını ortadan kaldırma ya da askıya alma gibi tehlikeler içeriyorsa, hukuk düzenince haklı ve kabul edilebilir bir amaca hizmet etmediği söylenebilir. Kanunun somut uygulaması da öngörülen tehlikeleri teyit etmişse amacın meşru olmadığı açıkça ortaya çıkacaktır.

Amacın meşruluğunun ortaya çıkartılması için kanunun uygulaması ve somut sonuçlarının olması her durumda şart değildir. Adalet içeriğinden yoksunluk, insan haklarına aykırılık, eşitliği ortadan kaldırma apaçık belli ise, uygulama ve somut sonuca bakmaya gerek yoktur. Bir ülkedeki kadın nüfusu % 80 iken erkek nüfusunun % 20 olduğunu varsayalım. Kanun koyucu, kadın-erkek nüfusunun dengelenmesi amacıyla, beş yıl boyunda kız çocuğu doğurmayı yasaklayan, kız çocuklarının ana rahminde iken tahliyesini zorunlu kılan bir kanun çıkartsa, bu kanunun adalet içeriğinden yoksunluğu o kadar açıktır ki, ne uyulmayı ne de uygulanmayı hak eder.

Amacın meşru olup olmadığını tespit edebilmek için kanunun uygulanmasını ve ağır insan hakları ihlallerinin doğmasını beklemek, adeta Nazi dönemi tarihi şartlarını yeniden çağırmak ya da bu şartların tekrarını arzu etmek demektir.

Adalet içeriğinden yoksun ve bizatihi kendisi haksızlık üreten kanun, bireylere ve hukuk düzenine yönelmiş bir saldırıdır. Böyle bir saldırı karşısında bireyler ve hukuk düzeni meşru savunma altındadır. Fiilen gerçekleşmiş bu haksız saldırının bertaraf edilerek bireylerin ve hukuk düzeninin korunması için başvurulabilecek tek etkin savunma, kanunun meşru olmadığının ilanıdır.

    1. Meşruiyetinin Tespitinde Prosedürel Yöntem

Kanunun meşruluğunu test eden iki aşamadan ilki, yerel pratiklerle bilinmesi mümkün bir durumdur. Meşruluğu test edecek ikinci aşamada başvurulacak hukuki araçlar kanunun içeriğiyle değil, varlık alemine çıkışı ve hukuki süreci ile ilgilidir. Bu konuda Peczenik ve Fuller’in birbirini tamamlayan, benzer anlamlar içeren tezlerini kabul ettiğimizi, yokluk yaptırımına mahsus olarak sadece iki ilavede bulunduğumuzu ifade etmemiz gerekir.

Kanunun prosedürel eksiklikleri, tek başına meşru olmadığının kabulü için yeterli değildir. Prosedürel eksiklikler, içsel yöntemi destekleyen unsurlardır.

      1. Kanun, Şekli Olarak Kanun Olmalı

Yokluk yaptırımına konu olacak kanunun, şekli olarak iç hukukta kabul edilen prosedüre uygun olarak kanun sıfatını alması gerekir. Kanun olarak kabul edilmesine imkan olmayan sakatlıkla malul kanun, zaten kanun olamayacağından adalet içeriğinden yoksunluk nedeniyle yokluk yaptırımına başvurmaya gerek yoktur. Ancak kanun, iptal edilinceye kadar geçerli bir kanunun hüküm ve sonuçlarını doğuruyorsa, şartlarının oluştuğu durumda adalet içeriğinden yoksunluk nedeniyle yokluk yaptırımı mümkündür.

      1. Kanun, Üst Norm Denetiminden Geçmiş Olmalıdır.

Meşru olduğundan şüphelenilen kanunun, üst norm denetiminden geçemeyerek iptal edilmiş olması halinde sorun yoktur. Sorun, meşru olmadığı iddia edilen kanunun üst norm denetiminden geçmiş olması ve çeşitli nedenlerle iptal edilmemiş olmasıdır.

Kanunun meşru olmadığının tespiti, Nazi dönemi kanunları örneğinde görüldüğü üzere gelecekte yapılan ve geçmişe etkili olan bir tespittir. Bunun nedeni, dönemin ağır havası içinde kanunların meşruiyetinin tartışmaya açılmasının mümkün olmamasıdır. Ceza hukuku yoluyla geçmişle hesaplaşılarak daha temiz bir gelecek inşa etmenin zorunluluğuyla başvurulan bu yöntem, geçmişte hukuki kurumların sağlıklı şekilde işletilmesinin mümkün olamayacağı tezine dayanır. Bu nedenle bir kanunun, üst norm değerlendirmesinde geçerek varlığını devam ettirmesi, meşru kabul edilmesine yetmez. Buna karşın kanun, üst norm denetiminden geçmemişse, yokluk tespitinden önce üst norma aykırılık yorumunu yapacak mercilere başvurulması gerekir.

Kanunun meşru olmayışı, anayasal düzende üst norma aykırılığından farklıdır. Açıkladığımız meşruiyet ölçülerin dışında olup meşru olan bir kanun, anayasaya ya da anayasa üstü normlara aykırı olabilir. Bu kanun, hukuk sistemi içindeki yöntemlerle (anayasa mahkemesinin iptali ya da parlamentonun kanunu kaldırması gibi) ortadan kaldırılıncaya kadar geçerlidir. Meşru olmayan bir kanun ise yok hükmündedir. Hiçbir hüküm ve sonuç doğurmaz. Hukuk düzeninin bu kanunu dikkate alması, üzerine hüküm bina etmesi mümkün değildir. İptali gerekmez, yokluğunun tespiti yeterlidir. Meşruiyeti olma- yan bir kanunun yokluğunu tespit görevi mahkemelere aittir. Bu mahkeme, yerel ya da yüksek mahkemelerden herhangi birisi olabilir.74

Kanunun yokluk yaptırımına maruz bırakılması, kanunun hiç var olmadığı anlamında değil, hukuki anlamda değer ifade etmediği, hukuk düzenince tanınmadığı, hüküm ve sonuç doğurmadığının kabul edilmesi anlamındadır.

  1. Direnme Hakkına Dair Yargıtay Örneği

Hâkimin direnme hakkı, yürürlükteki kanunu, içerdiği emre rağmen uygulamamasıdır. Direnme hakkının meşruiyeti, kanunun, ağır insan hakları ihlaline neden olma şeklindeki meşruiyet temelinden yoksun olmasından kaynaklanır. Kanundaki meşruiyet eksikliği, direnme hakkını davet eder.

Hukuk sistemimiz içinde hâkimin, kanuna direnmesinden önce kanunun anayasaya ve AİHS’ne aykırılı olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesine iptal başvurusu yapması gerekir. Bu yol tüketilmeden direnme hakkı uygulanamaz. 6216 sayılı Kanun’un 40/5 maddesine göre Anayasa Mahkemesi, iptal başvurusunun kendisine eksiksiz olarak gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse ilgili mahkeme davayı yürürlükteki hükümlere göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse mahkeme buna uymak zorundadır. Direnme hakkı, Anayasa Mahkemesinin süresinde karar vermemesi ya da kanunu iptal etmemesinden sonra başlar.

Yargıtay’ın, tam olarak kanunu uygulamamak suretiyle direnme hakkını kullandığını söyleyemesek de aşağıda göstereceğimiz örnek kararları, direnme hakkının kullanımına yaklaşmaktadır. Uygulamanın açıkça ortaya konulabilmesi ve anlaşılabilmesi için bir dizi kanun hükmünü sıralamak gerekir.

  1. AİHS’nin adil yargılanmayı düzenleyen 6/3-c maddesine göre sanık “Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir savunmacının yardımından yararlanmak ve eğer avukat tutmak için mali imkânlardan yoksun bulunuyor ve adaletin selameti gerektiriyorsa, mahkemece tayin edilecek bir avukatın parasız yardımından yararlanabilmek” hakkına sahiptir.

  2. 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 13/1. maddesi şu şekildedir;

Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince soruşturma ve kovuşturma makamlarının istemi üzerine baro tarafından görevlendirilen müdafi ve vekile, avukatlık ücret tarifesinden ayrık olarak, Türkiye Barolar Birliğinin görüşü de alınarak Adalet ve Maliye bakanlıkları tarafından birlikte tespit edilecek ücret, Adalet Bakanlığı bütçesinde bu amaçla yer alan ödenekten ödenir. Bu ücret, yargılama giderlerinden sayılır”

  1. CMK’nın 324/1 maddesi “Harçlar ve tarifesine göre ödenmesi gereken avukatlık ücretleri ile soruşturma ve kovuşturma evrelerinde yargılamanın yürütülmesi amacıyla Devlet Hazinesinden yapılan her türlü harcamalar ve taraflarca yapılan ödemeler yargılama giderleridir” şeklinde, 325/1. maddesi ise “Cezaya veya güvenlik tedbirine mahkûm edilmesi hâlinde, bütün yargılama giderleri sanığa yüklenir” şeklindedir.

  2. CMK’nın 150/2 maddesine göre ise müdafii bulunmayan şüpheli veya sanık; çocuk, kendisini savunamayacak derecede malul veya sağır ve dilsiz ise, istemi aranmaksızın bir müdafi görevlendirilir.

Ulusal düzeydeki kanunlarda yer alan düzenlemelere göre şüpheli çocuk ise ve müdafii yoksa istemi olmaksızın baroca müdafii atanır (CMK md 150/2). Yargılama sonunda mahkûmiyet kararı verilirse (CMK md 325/1) baroca atanan müdafie ödenen ücret (5320 sk md 13), yargılama gideri olarak (CMK md 324/1, 5320 sk md 13) sanıktan tahsil edilir (CMK md 325/1).

Sorun, 5320 sayılı Kanun’un 13/2 maddesinin, zorunlu müdafi için ödenecek ücreti yargılama gideri olarak tanımlamasından kaynaklanmaktadır. Bu tanımlama nedeniyle mahkemeler, müdafie ödenen ücretin, mahkûm olması halinde sanıktan geri alınmasına karar vermektedir.

Hukuk sistemimize uygun olarak 5320 sayılı Kanun’un 13. maddesinin Anayasaya ve AİHS’ne aykırı olduğu gerekçesi ile iptal başvuruları yapılmıştır. Alt normun Anayasaya ya da Anayasanın 90. maddesi gereğince uluslararası sözleşmelere uygun olup olmadığına ilişkin otantik yorum yapma yetkisi, münhasıran Anayasa Mahkeme- sine aittir. Anayasa Mahkemesi, 12.03.2009 tarihli, 43/51 ve 14/48 sayılı kararları ile 5320 sayılı Kanun’un 13/1 maddesini Anayasanın 36 ve AİHS’nin 6/3-c maddesine aykırı bulmamış ve iptal etmemiştir. Ana- yasa Mahkemesinin gerekçesi şöyledir;

Anayasanın 36. maddesinde, herkesin, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip bulunduğu belirtilmiştir.

Buna paralel olarak düzenlenen Ceza Muhakemesi Kanununa göre, yargılama sürecinde hüküm kesinleşinceye kadar şüpheli veya sanıktan müdafi ücreti istenmemektedir. Hüküm kesinleştikten sonra ise kendisinden yargılama giderleri içerisinde müdafi ücreti istenen kimse şüpheli veya sanık değil artık hükümlü sıfatını taşımaktadır. Düzenleme ile amaçlanan sanığa adil bir şekilde savunma imkânlarının sağlanmasıdır. Soruşturma ve kovuşturma evrelerinde bu imkân sağlandıktan sonra, yardım kapsamında ödenen ücretin yargılama gideri olarak hükümlüden tahsilinin öngörülmesinin Anayasanın adil yargılanma hakkına aykırılığından söz edilemez.

Öte yandan, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinin üçüncü fıkrasının (c) bendinde, her sanığın “kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir savunmacının yardımından yararlanmak ve eğer savunmacı tutmak için mali olanaklardan yoksun bulunuyor ve adaletin selameti gerektiriyorsa, mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanabilmek” hakkına sahip bulunduğu açıkça belirtilmiştir. Buna göre, Sözleşmede ücretsiz müdafi yardımından yararlanma koşula bağlı tutulduğundan bu hak mutlak bir hak niteliğinde değildir.

Açıklanan nedenlerle kural Anayasa’nın 2. ve 36. maddelerine aykırı görülmemiştir. İptal isteminin reddi gerekir.”

Hukuk sistemimize göre Anayasa Mahkemesi kararı, sorunu çözen son karardır. Ancak Yargıtay, direnme hakkı argümanını kullanmadan doğrudan AİHS’nın 6/3-c maddesine dayanarak, mali imkânlardan yoksun olan çocuğa atanan müdafi ücretinin, mahkûm olsa bile geri alınmasına karar verilemeyeceğini benimsemiştir. Yukarıda da değindiğimiz üzere Yargıtay, konuyu tamamen Sözleşme hukuku kapsamında değerlendirmektedir ve uygulaması direnme kavramı ile ilgili değildir. Ne var ki üst norma aykırılık şeklindeki otantik yorum, Yargıtaya değil, Anayasa Mahkemesine aittir. Anayasa Mahkemesi ise, düzenlemeyi üst norma aykırı görmemiştir. Yargıtay ise Anayasa Mahkemesine ait olan otantik yorum hakkını kullanarak, üst norma aykırılık iddiası ile belirli bir kanuni düzenlemeyi uygulamaktan kaçınmaktadır. Tekrar etmek gerekir ki Yargıtayın uygulamama şeklindeki tavrı, açıkça direnme hakkına dayanmasa bile, sonuç olarak bir normun insan hakları içeriğinden yoksun oluşu nedeniyle kısmen direnmeye örnek gösterilebilir. Yargıtayın konuya ilişkin kararları şöyledir.

T.C. Anayasası’nın 90. maddesi son fıkrası ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/3-c maddesi uyarınca, 5271 sayılı CMK’nun 150, 234 ve 239. maddeleri ile 5320 sayılı Yasanın 13. maddesine dayanılarak hazırlanan Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Müdafii ve Vekillerin Görevlendirilmeleri ile Yapılacak Ödemelerin Usul ve Esaslarına İlişkin Yönetmeliğin 8. Maddesi gereğince, sanık için baro tarafından görevlendirilen zorunlu müdafii ücretlerinin sanıktan alınmasına hükmedilemeyeceği, bu ücretlerin Adalet Bakanlığı bütçesinde bu amaçla ayrılan ödenekten karşılanacağı gözetilmeksizin, yazılı şekilde zorunlu müdafii ücretlerinin sanıktan tahsiline karar verilmesi, yasaya aykırı … 1. CD., 17.03.2014, 933/1598

5320 sayılı Yasanın 13/1.maddesinde, CYY gereğince soruşturma ve kovuşturma makamlarının istemi üzerine baro tarafından görevlendirilen müdafii ve vekile ücret ödeneceği, bu ücretin yargılama giderlerinden sayılacağı, CYY’nın 324.maddesinde yargılama giderlerinin neleri kapsayacağı ve aynı Yasanın 325 maddesinde de, bütün yargılama giderlerinin cezaya ya da güvenlik tedbirine mahkûm edilen sanığa yükleneceğinin düzenlenmiş olmasına karşın, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/3-c maddesinde, her sanığın kendi kendini savunmaktan başka, kendisinin seçeceği ya da mali olanaklardan yoksun bulunuyor ve adaletin selameti gerektiriyorsa, mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanma hakkına da sahip olduğu belirtilmiş ve Anayasanın 90. maddesinin son fıkrasında usulüne uygun olarak yürürlüğe konulmuş uluslararası sözleşmelerin yasa gücünde olduğu, anayasaya aykırılıklarının ileri sürülemeyeceği ve temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası sözleşmelerle yasaların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda uluslararası sözleşme hükümlerinin esas alınacağı belirtilmiştir. Anılan maddeye göre, Hâkim, uyuşmazlıklarda, temel hak ve özgürlükleri düzenleyen ulusal yasalarla, uluslararası sözleşmelerin çelişmesi durumunda şüphesiz ki ulusla- rarası sözleşme hükümlerine göre hareket etme durumundadır. Bu açıklamalar ışığında; CYY’nın 150/2. maddesi uyarınca, Baroya yazı yazılarak 15-18 yaş grubunda bulunan suça sürüklenen çocuğun savunmasını yapmak üzere zorunlu müdafii görevlendirilmesi nedeniyle, müdafii için ödenen avukatlık ücretinin, dosyadaki bilgilerden mali geliri bulunmadığı anla- şılan suça sürüklenen çocuğa yargılama gideri olarak yükletilmesine karar verilmesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/3-c maddesindeki düzenlemeye açıkça aykırı olduğunun gözetilmemesi, 2. CD., 24 /02/2014, 16810/4816

5320 sayılı Yasanın 13/1. maddesinde, Ceza Muhakemeleri Kanunu gereğince soruşturma ve kovuşturma makamlarının istemi üzerine baro tarafından görevlendirilen müdafi ve vekile ücret ödeneceği, bu ücretin yargılama giderlerinden sayılacağı, 5271 sayılı CMK’nın 324. maddesinde yargılama giderlerinin neleri kapsayacağı ve aynı Yasanın 325. maddesinde de bütün yargılama giderlerinin cezaya ya da güvenlik tedbirine mahkum edilen sanığa yükleneceğinin düzenlenmiş olmasına karşın, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/3-c maddesinde, her sanığın kendini savunmaktan başka, kendisinin seçeceği ya da mali olanaklardan yoksun bulunuyor ve adaletin selameti gerektiriyorsa, mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanma hakkına da sahip olduğu belirtilmiş ve TC. Anayasası’nın 90. maddesinin son fıkrasında usulüne uygun olarak yürürlüğe konulmuş uluslararası sözleşmelerin yasa gücünde olduğu, Anayasaya aykırılıklarının ileri sürülemeyeceği ve temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası sözleşmelerle yasaların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda uluslararası sözleşme hükümlerinin esas alınacağı belirtilmiştir. Anılan maddeye göre, hâkim uyuşmazlıklarda, temel hak ve özgürlükleri düzenleyen ulusal yasalarla, uluslararası sözleşmelerin çelişmesi durumunda şüphesiz ki uluslararası sözleşme hükümlerine göre hareket etme durumundadır.

Bu açıklamalar ışığında;

Mahkemece 5271 sayılı Yasa’nın 150/3. maddesi uyarınca, sanıkların savunmalarını yapmak üzere zorunlu savunman görevlendirilmesi nedeniyle, savunmana ödenen avukatlık ücretinin, dosyadaki bilgilerden mali geliri bulunmadığı anlaşılan sanıklara Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/3-c maddesine aykırı şekilde görevlendirilmesi yargılama gideri olarak neden oldukları yargılama giderlerinden ayrı ayrı sorumlu tutulmaları yerine 5271 sayılı CMK.nın 326/2. Maddesine aykırı biçimde oran belirtilmeksizin alınmasına karar verilmesi suretiyle 5271 sayılı CMK’nın 326/2. maddesine aykırı davranılması, 6. CD., 24.04.2013, 18536/8853

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesine aykırı olarak suça sürüklenen çocuk savunmanı olarak 5271 sayılı CMK.nun 150/2. maddesi uyarınca atanan zorunlu müdafii için suça sürüklenen çocuktan vekalet ücreti alınmasına karar verilmesi, 8. CD., 21.01.2013, 18089/1989

Yargılama aşamasında sanık için Baro tarafından ayrıca müdafii görev- lendirilmediğinin ve fakat sanığın 20.05.2009 tarihli genel vekaletname ile vekil tayin ettiğinin ve kendisinin hazır ettiği vekilini 29.09.2010 tarihli celsede yaptığı savunması sırasında hazır bulundurduğunun anlaşılması karşısında; sanığa yargılama gideri olarak

295.00 TL vekalet ücretinin yükletilmesine karar verilmesi suretiy- le TC Anayasasının 90. maddesinin son fıkrası ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/3-c maddesi ışığında, 5271 sayılı CMK’nın 150, 234 ve 239. maddeleri ile 5320 sayılı Yasanın 13. maddesine dayanılarak hazırlanan, Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Müdafi ve Vekillerin Görevlendirilmeleri ile Yapılacak Ödemelerin Usul ve Esaslarına İlişkin Yönet- meliğin 8. maddesine aykırı davranılması, 13. CD., 05.03.2014, 10739/7547

Yargıtay ile Anayasa Mahkemesi arasındaki anlaşmazlık, AİHS’nin 6/3-c bendinin yorumundan kaynaklanmaktadır. Yargıtay tam olarak Radbruch formülüne uygun olmasa da insan hakları bağlamında değerlendirme yapmakta, 5320 sayılı Kanunun 13. maddesine direnmektedir.

Dipnotlar

  1. Şükrü Nişancı, Sivil İtaatsizlik, İstanbul 2003, s. 11 ; Kadir Candan-Murat Bilgin,Sivil itaatsizlik”, Yasama Dergisi, Aralık 2011, sayı 9, s. 59

  1. Nişancı, s. 12

  2. Rabia Sağlam, “Bir Sivil İtaatsizlik Örneği Olarak Vicdani Ret”, HFSA 16. Kitap,İstanbul 2007, s. 251

  1. Sağlam, s. 253

  2. Hayrettin Ökçesiz, Sonbahara Eylem Kitabı, Ankara 2013, s. 24 vd (Ökçesiz, Sonbahara)

  1. Hayrettin Ökçesiz, “Hukukçu Eğitiminde Bir Denek Taşı “Radbruch Formülü”,

TBBD, Yıl 2005, Sayı 56, s. 171 ; Yargıçlarımızdan adet olduğu üzere sözde “Kantçı” bir yaklaşımla kimi zaman kamuya açık, kimi zaman kişisel söyleşilerde sıkça şu sözleri duyarız; “Ben de karşıyım, ama yasa böyle emrediyor. Uygulamak zorundayım”. “Bağrıma taş basarım, babam olsa asarım.” Onlar hukuka aykırı buldukları bir normu eleştirmeyi, ama yasa koyucu tarafından yürürlükten kaldırılıncaya kadar koşulsuz itaati meslek ve yurttaşlık görevi sayarlar. Bu kanıları nedeniyle bir gün Doğu Alman ya da Nazi yargıçlarının durumuna düşmekten asla kurtulamayacaklarını öngöremezler. Ökçesiz, s. 170

  1. Ökçesiz, Sonbahara s. 26-30

  2. Benzer düşünceler için Bkz Peczenik’ten naklen Ertuğrul Uzun, Akıl Tutkunu Hukuk, İstanbul 2010, s. 40-42

  1. Ökçesiz, s. 172

  2. Nişancı, s. 257, 262, 263

  3. Ökçesiz, Sonbahara s. 34 vd

  4. Anayasa Mahkemesi, SPK, 18.12.1988 tarih ve 2/1

  5. Madde 3 ; Herhangi bir yönetim bu göreve layık olmadığını gösterir ya da bu görevi hiçe sayarsa, toplumun çoğunluğunun, kamu yararına en uygun gördükleri biçimde, bu yönetimde ıslaha gitmek, yapısını değiştirmek ya da ilga etmek hakkı doğar; bu hak vazgeçilemez, devredilemez ve iptal edilemez bir haktır.

  1. Madde 2 ; Her siyasi toplumun ana amacı, hukuki taahhüt altındaki doğal insan haklarını korumaktır. Bu haklar özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnmedir.”

  1. Başlangıç kısmı, 3. ve 5. maddeler ; İnsanın istibdat ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmak zorunda kalmaması amacıyla insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunması gerekli olduğu için

  2. Madde 147/1 ; Anayasaya aykırı olarak icra edilen kamu gücüne karşı direnme herkesin hakkı ve görevidir.

  1. Madde 19 : Anayasada yer alan insan haklarına kamu gücü tarafından anayasaya aykırı biçimde dokunulduğunda direnme herkesin hakkı ve görevidir.

  1. Madde 23/3 : Anayasada yer alan temel haklar açık bir biçimde ihlal edildiğinde herkesin direnmeye hakkı vardır.

  1. Madde 20/4 : Bu Anayasa düzenini ortadan kaldırmak isteyen herkese karşı, başka bir çözümün bulunmaması halinde, bütün Almanlar direniş hakkına sahiptir.

  1. 1961 Anayasası, Başlangıç kısmının 2 ve 6. paragraflarında 27 Mayıs Devriminin,direnme hakkı ürünü olduğu “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti … Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Meclisi tarafından hazırlanan bu Anayasayı kabul ve ilan ve onu, asıl teminatın vatandaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancı ile, hürriyete, adâlete ve fazilete aşık evlatlarının uyanık bekçiliğine emanet eder” sözleriyle anlatılmıştı.

  1. Anayasa Mahkemesi, SPK, 18.12.1988 tarih ve 2/1 sayılı kararı

  2. Berke Özenç, Hukuk Devleti, Kökenleri ve Kürselleşme Çağındaki İşlevi, İstanbul 2014, s. 137, 139, 149, 150

  1. Saim Üye, Teoride ve Pratikte Hukuki Çoğulluk, Ankara 2013, s. 1-37

  2. Selahattin Keyman, “Hukuki Pozitivizm”, AÜHDF, 1978, c. 35, sy 1-4, s. 35 ; Wacks’a göre, kanunların adalet içeriğinden yoksun olma ihtimali, baskın ve belirleyici karakterine rağmen hukuki pozitivizmde de kabul edilmiştir. Bentham ve Austin gibi hukuki pozitivizmi savunanlar, iyiye doğru değişimi teşvik edecekse kötü kanunlara itaatsizliğin meşru olduğu görüşündedir. Raymond Wacks, Hu- kuk Felsefesine Kısa Bir Giriş, İstanbul 2013, Tekin Yay, Terc, Engin Arıkan, s. 18

  1. Harun Tepe, “Değerlerden Bağımsız Bir Hukuk Mümkün Müdür?, Hukukun Etik Temelleri”, Ankara Barosu Hukuk Kurultayı, 2006, c. 2, 173

  1. Wacks, s. 9

  2. Wacks, s. 10

  3. Gustav Radbruch, “Yasal Haksızlık ve Yasa Üstü Hukuk”, Metin Sevtap-Heper Altan, Ceza Hukuku Felsefesine Katkı: Radbruch Formülü, İstanbul 2014 isimli eser içinde s. 75-85

  1. Radbruch, s. 85

  2. Radbruch, s. 87

  3. Radbruch, s. 75

  4. Sevtap Metin- Altan Heper, Ceza Hukuku Felsefesine Katkı: Radbruch Formülü,İstanbul 2014 ; Bernhard Schlink, Geçmişe İlişkin Suç ve Bugünkü Hukuk, Ankara 2012, Terc Reyda Ergün, s. 42

  1. Metin-Heper, s. 21, 22 : Gustav Radbruch, “Beş Dakikada Hukuk Felsefesi”, Çağdaş Hukuk Felsefesi ve Hukuk Kuramı İncelemeleri, İstanbul 1997 içinde, Terc Hayrettin Ökçesiz, s. 67 (Radbruch Beş Dakika)

  1. Radbruch, s. 87 ; Metin-Heper, s. 23

  2. Radbruch, Beş Dakika s. 66

  3. Radbruch, s. 87; Metin-Heper, s. 23 ; Radbruch, Beş Dakika s. 67

  4. Radbruch, Beş Dakika s. 66

  5. Radbruch, s. 85

  6. Radbruch, Beş Dakika s. 67

  7. Metin-Heper, s. 67

  8. Altan Heper, “Alexy’nin Hukuksal Pozitivizm Eleştirisi, Hukukla Ahlak Arasındaki İlişki”, HFSA 12. Kitap, İstanbul 2005, s. 67 ; Ökçesiz s. 170 ; Ökçesiz, Sonba- hara s. 43 ; Metin-Heper, s. 53 ; Tepe, s. 171

  1. Ökçesiz, Sonbahara s. 44

  2. Tepe, s 171 ; Heper, s. 67

  3. Sururi Aktaş, Prosedürel Doğal Hukuk, Lon L. Fuller’in Hukuk Kavramı, İstanbul 2011, s. 92 ; Metin-Heper, s. 37-38

  1. Schlink, s. 41 ; Metin-Heper, s. 54

  2. Radbruch, s. 97

  3. Metin-Heper, s. 46

  4. Radbruch, s. 85 ; Metin-Heper, s. 51, 70

  5. Metin-Heper, s. 55

  6. Schlink, s. 42

  7. Schlink, s. 85 , 91

  8. Schlink, s. 46, 92 ; Metin-Heper, s. 58

  9. Schlink, s. 84, 88 ; Metin-Heper, s. 58

  10. Schlink, s. 86

  11. Metin-Heper, s. 62

  12. Kenneth Eınar Hımma, Hukukun Ahlaki Kriterleri, Kapsayıcı ve Dışlayıcı Pozitivistler Arasındaki Tartışma, Ankara 2010, Terc. Saim Üye, s.30-33

  1. Aktaş, s. 89-90

  2. Heper, s. 66, 67

  1. Hımma, s. 31

  2. Hımma, s. 32

  3. Aktaş, s. 63, 81, 103

  4. Aktaş, s. 9-10

  5. Aktaş, s. 16-32 ; Hımma, s. 32

  6. Aktaş, s. 43

  7. Aktaş, s. 93-98 ; Metin-Heper, s. 39-40

  8. Gözler, s. 73-77

  9. Gözler, s. 64-72 ; Ender Ethem Atay, “Hukukta Meşruiyet Kavramı”, GÜHFD,Aralık 1997, Cilt 1, Sayı 2, http://webftp.gazi.edu.tr/hukuk/dergi/1_2_10.pdf, (Erişim 15.11.2014), s.47 vd (Not : sayfalandırmalar, PDF metne göre yapılmıştır)

  10. Gözler, s. 56-63Atay, s. 3

  11. Benzer yaklaşım için Bkz, Levent Köker, “Kanunilik ve Meşruluk; Türk Hukuk Kültürüne Eleştirel bir Yaklaşım için Notlar”, http://leventkoker.blogspot.com. tr/2013/12/kanunilik-ve-mesruluk-turk-hukuk_12.html, (Erişim, 30.01.2015)

  12. Peczenik’ten naklen Uzun, s. 122, 125, 135, 219

  13.  Peczenik’ten nakleden Uzun, s. 136

  14. Benzer yaklaşım için Bkz Köker,

  15. Kanunların geçersizlik sorununa ilişkin ayrıntılı açıklamalar için Bkz Gözler, s.101-119

Kaynakça

Aktaş Sururi, Prosedürel Doğal Hukuk, Lon L. Fuller’in Hukuk Kavramı,İstanbul 2011

Atay Ender Ethem, Hukukta Meşruiyet Kavramı, GÜHFD, Aralık 1997, Cilt 1, Sayı 2, http://webftp.gazi.edu.tr/hukuk/dergi/1_2_10.pdf, (Erişim 15.11.2014),

Candan Kadir-Bilgin Murat, Sivil itaatsizlik, Yasama Dergisi, Aralık 2011

Gözler Kemal, Hukukun Genel Teorisine Giris: Hukuk Normlarının Geçerliliği ve Yorumu Sorunu, Ankara 1998, US-A yayıncılık

Heper Altan, Alexy’nin Hukuksal Pozitivizm Eleştirisi, Hukukla Ahlak Arasındaki İlişki, HFSA 12. Kitap, İstanbul 2005,

Hımma Kenneth Eınar, Hukukun Ahlaki Kriterleri, Kapsayıcı ve Dışlayıcı Pozitivistler Arasındaki Tartışma, Ankara 2010, Terc Saim Üye

Keyman Selahattin, Hukuki Pozitivizm, AÜHDF, 1978, c. 35, sy 1-4

Köker Levent, Kanunilik ve Meşruluk; Türk Hukuk Kültürüne Eleştirel bir Yaklaşım için Notlar,http://leventkoker.blogspot.com.tr/2013/12/kanunilikvemesruluk turk-hukuk_12.html, (Erişim, 30.01.2015)

Metin Sevtap-Heper Altan, Ceza Hukuku Felsefesine Katkı: Radbruch Formülü, İs- tanbul 2014

Nişancı Şükrü, Sivil İtaatsizlik, İstanbul 2003

Ökçesiz Hayrettin, Hukukçu Eğitiminde Bir Denek Taşı “Radbruch Formülü”, TBBD, yıl 2005, sayı 56

Ökçesiz Hayrettin, Sonbahara Eylem Kitabı, Ankara 2013, (Ökçesiz, Sonbahara) Özenç Berke, Hukuk Devleti, Kökenleri ve Kürselleşme Çağındaki İşlevi, İstanbul 2014

Uzun Ertuğrul, Akıl Tutkunu Hukuk, İstanbul 2010

Radbruch Gustav, Yasal Haksızlık ve Yasa Üstü Hukuk, Metin Sevtap-Heper Altan, Ceza Hukuku Felsefesine Katkı: Radbruch Formülü, İstanbul 2014 isimli eser içinde

Radbruch Gustav, Beş Dakikada Hukuk Felsefesi, Çağdaş Hukuk Felsefesi ve Hukuk Kuramı İncelemeleri, İstanbul 1997 içinde, Terc Hayrettin Ökçesiz, (Radbruch Beş Dakika)

Schlink Bernhard, Geçmişe İlişkin Suç ve Bugünkü Hukuk, Ankara 2012, Terc Reyda Ergün

Üye Saim, Teoride ve Pratikte Hukuki Çoğulluk, Ankara 2013

Sağlam Rabia, Bir Sivil İtaatsizlik Örneği Olarak Vicdani Ret, HFSA 16. Kitap, İstanbul 2007

Tepe Harun, Değerlerden Bağımsız Bir Hukuk Mümkün Müdür?, Hukukun Etik Temelleri, Ankara Barosu Hukuk Kurultayı, 2006, c. 2

Wacks Raymond, Hukuk Felsefesine Kısa Bir Giriş, İstanbul 2013, Tekin Yay, Terc, Engin Arıkan

Hukuka Rağmen Kanun / Hakimin Direnme Hakkı yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Paşukanis ve Sönümlenmeci Hukuk Kuramı

$
0
0

Giriş

Evgeni Bronislavoviç Paşukanis ile 2000 yılının baharında Paris’te La brèche adlı kitapçıda tanıştım. Elbette kendisiyle değil. 1937 Ocak ayında ortadan kaldırılan Paşukanis’in varlığından haberdar olmaktan söz ediyorum. La brèche sol yayınların satıldığı bir kitapçı, Troçkist çizgide. Kitapçıları dolaşıyor, idare hukukuna ve hukuk kuramına ilişkin kitapları inceliyor, alıyordum. Bu solcu kitabevinde de Marksist hukuk yaklaşımına sahip kitaplar olup olmadığını sordum. 1970 baskı bir kitap, La théorie général du droit et le Marxisme’ii indirdiler üst raftan. Kitabı ilk okuduğumda, Paşukanis’in ve Genel Hukuk Teorisi ve Marksizmii kitabının Ekim Devrimi’nin gelişimi içindeki önemini ve Marksist siyasal akımlar içindeki yerini bilmiyordum. Kitapta da buna ilişkin doğrudan göndermeler yoktu. Kitaptaki “Sosyalizm gelişse de sosyalist hukuk olmayacak” tezi benim için şaşırtıcıydı. Rusça ikinci baskının (1926) önsözünde yoldaşlarından gelen eleştiriye yanıt vermesi ve daha da önemlisi kitabın üçüncü baskısında (1927)iii Sovyetleri emekçi devlet kapitalizmi olarak nitelemiş olmasını bir hata kabul edip proletarya diktatörlüğü nitelemesini tercih etmesi kitabın siyasal çatışmalarda bir yeri olduğunun ve Paşukanis’in de farklı bir konumlanışı bulunduğunun işaretleriydi. Daha sonra başvurduğum kaynaklar Sovyetlerde savaş komünizmi, yeni ekonomi politikası (NEP),iv kolektivizasyon, tek ülkede sosyalizm ve sol muhalefetin tasfiyesi bilinmeden Paşukanis’in ve Hukuk Genel Kuramı’nın Marksist kuram ve siyasal çatışmalardaki yerinin anlaşılamayacağını gösterdi. Devrim sonrasında devletin sönümlenip gideceği, yeni bir hukuk yaratılmayacağı, devletle birlikte hukukun da sönümleneceği tezine sahip bir kitaptı söz konusu olan ve yazarı da Stalin rejimi tarafından Troçkist hain olarak damgalanarak ortadan kaldırılmıştı. Bu tarihsel bağlamı öğrendikten sonra, Troçkist çizgide bir yazarın tanıtım yazısıyla, L. Troçki’nin eserlerini basan bir yayınevinden çıkmış bir kitaba Troçkist hareketin kitabevinde rastlamış olmak şaşırtıcı değildi. Bununla birlikte Paşukanis’in yaşamı ve Hukuk Genel Kuramı kitabından sonra yazdıkları incelenince durumun bu denli yalın olmadığı ortaya çıkıyordu. Kendisi de J. Stalin’in bir kurbanı olan Paşukanis, Hukuk Genel Kuramı’ndaki tüm temel tezlere ters biçimde Stalin’in hizmetinde yer almış, sol muhalefetin tasfiyesine ve Stalinist rejimin kuruluşuna destek vermişti. Stalin-Troçki kavgasının, bu yarılmadan köken alan siyasal çizgilerin hiç bitmeyen kavgalarının tüm yükünü Marksizm ve hukuk ilişkisini verimli biçimde kurmuş olan Paşukanis’in Hukuk Genel Kuramı’nın üzerine yıkmak tehlikesi söz konusuydu. Bu nedenle Paşukanis’in yaşamını ve Sovyetlerde hukuk kuramının oluşumunu inceleyen bir çalışma yapmaktan özel olarak sakındım.

Bu yazının ilk bölümünde Ekim Devrimi tarihinden, Avrupa devrimlerinin gerçekleşmemesinden sonra devrimin aldığı yönelimden, V. I. Lenin’in ölümü sonrası Stalin’in iktidarı ele geçirmesinden vb. kaynaklanan büyük tartışmalardan olabildiğince sakınılarak Paşukanis’in hukukçuluk tarihi ele alınacaktır. İkinci bölümde Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm kitabı –bundan sonra Hukuk Genel Kuramı olarak anılacaktır– kısa değerlendirmelerle özetlenecektir. Amaçlanan bir kitap incelemesi değil, kitabı okumaya yönlendirecek ve yardımcı olabilecek bir altyapı oluşturmaktır.v Bu nedenle yorumlar sınırlı tutulmaya çalışılmıştır. Bu aşamada Paşukanis’in yöntemini tartışmaktan çok aktarmak önem taşımaktadır.

Kitap, yazarından ve yazarının iktidarın kullanılmasında almış olduğu rolden bağımsız bir anlam ve öneme sahiptir;vi yazıldığı dönemden ve yazarının siyasal yaşamından ayrı olarak değerlendirilebilir. Hukuk Genel Kuramı, devrim sonrasına ilişkin değil, kapitalizme ilişkindir. Kitabın tarihsel bağlamı sosyalizm değil, kapitalizmdir. Sosyalizm kurulurken hukukun nasıl bir biçim ve işlev alacağına ilişkin tartışmalarda elbette işlevlidir. Ancak Hukuk Genel Kuramı’nın asıl değeri kapitalist toplumsal formasyonda hukukun çözümlenmesindeki katkısıdır.

Sönümlenmeci Ekolün Militan Kuramcısı

Halk Düşmanı Bir Sovyet Adalet Komiser Yardımcısının Kısa Özgeçmişi (1891-1937)

Evgeni Bronislavoviç Paşukanisvii 23 Şubat 1891’de Litvanya’da doğdu.viii Öğrencilik yıllarında Petersburg’daki devrimci öğrenci hareketi içinde etkindi.ix 1908 yılında on yedi yaşındayken Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne katıldı. St. Petersburg Üniversitesi’nde öğrenci iken Çar Karşıtı Hareket’te yer aldı. 1910 yılında tutuklandı ve sürgüne mahkûm edildi. Eğitimini Münih Üniversitesi’nde hukuk ve siyasal iktisat alanında tamamladı. 1914 yılında Duma’daki Bolşevik grubun savaş karşıtı bildirisini hazırlayanlar arasındaydı. 1917 yılında kısa bir süre Menşevik Enternasyonalist hareket içinde yer aldı. 1918’de Bolşevik Parti’ye katıldı ve Moskova bölgesinde parti çalışması yaptı. Moskova’daki ilk halk yargıcı ve daha sonra Parti Merkez Yürütme Komitesi’ne bağlı olan İstinaf Mahkemesi’nin üyesi oldu. Moskova Sovyet Halk Yargıçları Presidiyumu’nda görev yaptı. 1920 yılında Adalet Komiserliği’nde görev aldı, 1920-1923 yılları arasında Dış İlişkiler Halk Komiserliği’nde danışman olarak çalıştı.x 1924’te Komünist Akademi’ye geçti, hukuk bölümünün yardımcı örgütlenme sorumlusu oldu. Burada verdiği konferanslar 1924’te yayımlanan Hukuk Genel Kuramı’nın temelini oluşturdu. Kitabı yayımlandığında Paşukanis, Komünist Akademi’nin Stuçka’nınxi başkanlığındaki Devlet ve Hukuk Bölümü’nün ve yine akademinin Sovyet Kuruluşu Enstitüsü’nün üyesiydi. Daha sonra bu birimlerin yürütme kuruluna üye seçildi ve Devlet ve Hukuk Genel Kuramı alt komitesinin başkanlığına getirildi. 1925 yılında yeni çıkan Hukuk Devrimi Dergisi’nin editörü oldu ve derginin ilk sayısında Lenin’in hukuk anlayışını ele aldığı bir yazısı yayımlandı. 1926 yılında Moskova Devlet Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde ve Komünist Akademi’nin üniversite sonrası okulu olan Kızıl Profesörler Enstitüsü’nde görev aldı. 1926 yılında Sovyet Ansiklopedisi’nin hukuk editörü görevine getirildi. 1927 yılında Akademi’nin sürekli üyeliğine seçildi. Bu yıl kitabı Moskova’da üçüncü baskısını yapmış, İngilizce, Fransızca, Almanca, Japonca ve Sırpça’ya çevrilmişti. 1928’de Enstitü’nün rektör yardımcısı oldu, 1932-1934 yılları arasında uluslararası hukuk dersleri verdi.xii 1929 yılında resmi hukuk kuramının en üst temsilcisi konumundaydı.xiii 1931 yılından itibaren etkili bir kurum olan Sovyet İnşası ve Hukuk Enstitüsü’nün ve onun Hukuk Kuramı dergisinin yöneticiliğini yaptı. 1936 Anayasasının (Stalin Anayasası) hazırlanmasında görev aldı.

1936 yılında Adalet Komiseri Vekilliği’ne getirildi ve Sovyet Bilimler Akademisi sürekli üyeliğine önerildi. Ama resmi açıklamalara göre Adalet Komiseri N. V. Krilenko ile birlikte aniden “karşı-devrimci Troçkist-Buharinist asalak” ve “faşist ajan”a dönüştü ve NKVD (İçişleri Halk Komiserliği [Siyasi Polis]) tarafından Ocak 1937’de yargılanmadan öldürüldü.xiv “Maskesi düşürülmüş bir hain ve yıkıcı”, Troçkizm ve Buharinizm müttefiki, hukuku iktisadi kategorilere batırarak sosyalist hukuk ve sosyalist yasallığın tasfiyecisi olarak suçlandı. Yargılanmış olduğuna ilişkin herhangi bir veri açığa çıkmamış olduğu gibi, ölüm tarihi ve biçimi konusunda da bilgi bulunmamaktadır.

Paşukanis 1924’ten başlayarak akademide gelişen hukuk ekolünün sert kanadını temsil ediyordu. Stuçka ve Paşukanis’in öncüsü olduğu bu anlayış, daha sonra meta mübadelesi kuramı olarak adlandırılmıştır.xv Paşukanis kendi kuramı için bu adlandırmayı kullanmamaktadır. Paşukanis’in hukuk kuramını ve onun öncülerinden olduğu hukuk ekolünü adlandırmak için meta mübadelesi kuramı yerine sönümlenmeci hukuk kuramı kavramını kullanacağız.

Söz konusu ekolün diğer temsilcisi Stuçka (Pēteris Stučka)xvi devrim sonrasının ilk adalet komiseridir. Paşukanis’in tasfiyesinden çok önce 25 Ocak 1932’de yaşama veda etmiştir. Stuçka ölene kadar Paşukanis’in hem kuramsal çalışmalarında hem de akademide destekçisi ve koruyucusu olmuştur. Aynı zamanda Paşukanis’e yönelik temel eleştiriler de getirmiştir. Paşukanis devletin ve hukukun sönümleneceği görüşünü yalnızca özel hukukla sınırlı tutmayıp ceza hukukuna ve diğer hukuk alanlarına da uygularken, Stuçka sönümlenme tezini bu genişlikte benimsemediği gibi devrim sonrasında sosyalist hukukun var olduğunu kabul ediyordu.xvii Paşukanis Sovyetlerdeki hukukun sosyalist nitelik taşımadığını, devrim sonrası hukukun, niteliği gereği burjuva hukukun devamı olduğunu savunuyordu.xviii

1932’den başlayarak Stalinci görüşü temsil eden hukukçulardan eleştiri almaya başlayan Paşukanis bunlara kuramında düzeltmeler yaparak yanıt vermeye çalıştı. Bununla birlikte, kuramının temelini oluşturan kapitalist üretim ilişkilerinin taşıyıcısı olan mübadele ilişkileri aşıldıkça bunların biçimi olan hukukun da devletle birlikte sönümlenip gideceği, yeni bir düzenleme biçimine geçileceği görüşünden hiçbir zaman vazgeçmedi; Stalin’in devlet ve hukukun sosyalist nitelik kazanmış olduğu, dolayısıyla süreklilik kazandığı görüşünü benimsemedi. Ortadan kaldırılmasına da bu neden oldu.

Ortadan Kaldırılmasından Sonra Gerçekleştirilen Tasfiye: Paşukanis’in Etkisinin Kazınması

1937 bahar döneminde Moskova Hukuk Kurumu’ndan (fakültesinden) mezun olmayı bekleyenlere mezuniyetin ertelendiği ve sonbahar döneminde yeni başlayacak öğrencilerle birlikte ilk yıl eğitimini yeniden almaları gerektiği bildirildi. Bu yıllarda kurumda öğrenci olan ABD vatandaşı Hazard’ın bir söyleşisinde aktardığına göre temel hukuk dersi olan devlet ve hukuk kuramını Paşukanis’le birlikte tasfiye edilen M. Dotsenko’dan almışlardı ve Paşukanis tarafından hazırlanmış bir ders kitabı kullanmışlardı. Şimdi bu dersi yeniden almaları isteniyordu. Ders yeniden verildi. Kısa sürede yeni bir kitap hazırlamak olanaklı olmadığından yeni hocaları A. K. Stalgeviç dersi kitap kullanmadan işledi.xix Öğrencileri Paşukanis’in tasfiye edilmiş olduğunu ilk derste hocaları ondan vrag naroda (halk düşmanı) diye söz edince anladılar.xx

Paşukanis’in Ocak 1937’de öldürülmesi basitçe zararlı görülen bir aydından kurtulma anlamına gelmiyordu. Hukuk kuramı, temsil ettiği hukuk çizgisi ve bunlardan da önemlisi Sovyet hukuk sistemi ve hukuk öğretimi üzerindeki etkileri de çok hızlı biçimde ortadan kaldırıldı. Yeni bir döneme giriliyordu. Aynı çizginin ılımlı kanadının temsilcisi Stuçka zaten 1932’de ölmüştü. Paşukanis ile birlikte veya ondan bir süre sonra aynı okulun kimi temsilcileri de öldürüldü. Dotsenko’yu yukarıda belirtmiştik, Adalet Komiseri ve Paşukanis’in destelekleyicisi Krilenko da bir yıl sonra ortadan kaldırıldı.xxi 1918 Aile Yasasının mimarı A. G. Goikhbarg ve Halk Denetçiliği üyesi A. A. Solts akıl hastanelerine yatırıldılar; çok sayıda hukukçu, cezaevlerinde ve kamplarda öldü, öldürüldü.xxii

Tasfiye elbette daha temel bir değişikliğin parçasıydı. Sol ve sağ muhalefeti temizleyen Stalinci çizgi, dünya devriminden, devletin ortadan kaldırılması tezinden vazgeçmiş/vazgeçmek zorunda kalmış, tek ülkede sosyalizm inşası ve barış içinde birarada yaşama hedeflerine yönelmişti. Devlet ve hukuk, sosyalist içerikle güçlü biçimde kurulacaktı. Paşukanis’in, ekolünün ve hukuk uygulaması üzerindeki etkilerinin tasfiyesi bunun gereklerinden biriydi. Tasfiyeye uğramakta olan Paşukanis çizgisinin de NEP’den çıkışta, zengin köylü sınıfa karşı mücadele, kolektifleştirmeler ve siyasi tasfiyelere dayanan yine Stalinci siyasetle oluşturulmuş olduğu da bir gerçektir. Siyasal dönüşümler aynı zamanda uygulamacı da olan her hukuk kuramcısı gibi Paşukanis’in yaşamında da belirleyici olmuştur. Paşukanis komünist akademideki, adalet komiserliği ve dışişlerindeki görevleriyle kuramcı olmanın ötesinde bir uygulamacıydı.

Paşukanis’in öldürülmesinin ardından hukuk eğitiminde hocalar, dersler değişmeye başladı. Devrim sonrası hukukunun da burjuva biçim ve içeriğini koruduğu, bu nedenle yavaş yavaş sönümlenip gitmesi gerektiği düşüncesine dayanan tüm hukuk eğitimi yapılandırması ve bununla bağlantılı kuramsal anlayış kökünden sökülüp atıldı. Zamanında onun hukuk eğitiminden uzaklaştırmış olduğu derslerin ve hocaların dönüşü başladı. Paşukanis’in belirleyici olduğu dönemde yapmış olduğu etkinin ortaya koyulması için tasfiyesi sonrasında Sovyet hukuk öğretiminde ve uygulamasında gerçekleştirilen yeniden yapılandırma ele alınmalıdır.

Artık dersler Paşukanis’in temel tezleri reddedilerek işlenir olmuştur. Devlet ve Hukuk dersinin konuları arasına “proletarya diktatörlüğü döneminde hukukun ve devletin sönümleneceği kuramının karşı devrimci niteliği” başlığı eklenmiştir. Ayrıca aynı derste “yıkıcı iktisadi hukuk kavramının maskesinin düşürülmesi” konusu da ele alınır olmuştur.xxiii

Hukuk eğitiminden çıkarılmış olan dersler hızla yeniden programlara konuldu.xxiv Paşukanis’in ortadan kaldırılmasından hemen birkaç hafta sonra Moskova Hukuk Kurumu’nun 1937 bahar dönemi programına özel hukuk dersi konuldu. Yeniden yayımlanan kitapların önsözlerinde ve yeniden koyulan derslerin başlarında Paşukanis’in Sovyet hukukuna ne denli kötülük ettiği anlatıldı. Paşukanis özel hukuk derslerini kaldırtmış, onun yerine iktisadi hukuku geliştirmişti. Paşukanis’in ortadan kaldırılmasının hemen ardından yeniden koyulan özel hukuk dersinin öğretim üyesi, iktisadi hukuk kavramının artık öldüğünü söyleyerek ve Paşukanis’i özel hukukun gelişimine engel olan zararlı kuramı nedeniyle eleştirerek derse başlamıştı. Bir yıl sonra çıkarılan ders kitabının ilk bölümü de Paşukanis’in iktisadi hukuk kavramının eleştirisine ayrılmıştı.

Ceza hukuku alanı da yenilenmiştir.xxv Bir zamanlar Paşukanis’in yoldaşı olan Adalet Komiseri Krilenko, 1937 yılına kadar egemen olan esnek ve basit kurgulu ceza hukuku anlayışını eleştirerek Sovyetler Birliği ceza hukukunun kesin tanımlara dayanan bir ceza sistemine sahip olması gerektiğini savunmuştur. 1937 yılında tüm ülkede okutulmak üzere Ceza Hukuku Özel Hükümler dersi koyulmuş, bu ders için hazırlanan kitabın girişinde Paşukanis’in ve onun çizgisinin ceza hukuku özel hükümlerini ve suçların kesin biçimde tanımlanmasını reddetmiş olması, yıkıcı kuram kabul edilip kınanmıştır. Aynı biçimde 1938’de yayımlanan ceza hukuku genel hükümler kitabında da Paşukanis döneminde suç kavramının reddedilerek bunun yerine toplumsal tehlike kavramının getirilmiş olması eleştirilmiştir. Paşukanis döneminde geliştirilmiş olan ceza siyaseti dersinin yerine, 1937 bahar döneminde Ceza Hukuku dersi yeniden koyulmuştur. İlk derste, Paşukanis’in Sovyet hukuk kültürünü burjuva olarak nitelemiş olması ve bir sosyalist hukuk yaratılamayacağını savunmuş olması eleştirilmiştir.

Stuçka-Paşukanis döneminde kaldırılamamış olsa da zorunlu teknik kurallar olarak hoş görülüp okutulan medeni usul ve ceza usul hukukları, bu çizginin tasfiyesinden sonra yeniden güçlenmiştir.xxvi Bu derslerin hocaları Paşukanis döneminde tasfiye edilmemişti, onların geri dönüşleri düşüncelerinin dönüşü biçiminde oldu. Paşukanis çizgisinde yer alan ceza usul hukukçusu M. S. Strogoviç kitabının 1935 baskısında burjuva biçimciliği ve istikrarına karşı yöntemsel esnekliği savunuyordu. Medeni usul hukukçusu A. F. Kleinman kitabının 1936 baskısında Paşukanis’in iktisadi hukuk kavramının önemini vurgulayıp usul hukukunun bunun içinde siyasetin teknik bir aracı olduğunu saptamıştı. Paşukanis’in tasfiyesinden sonra yaptıkları yeni baskılarda ise usul hukukunun basit teknik kurallar olarak nitelendirilmiş olmasını eleştirmişler ve Paşukanis’in yürüttüğü usulün basitleştirilmesi kampanyasının yöntem kuralları konusunda bir nihilizm yarattığını, hukuk uygulamacılarını yanlış yönlendirdiğini ve Sovyet hukukuna saygıyı azalttığını savunmuşlardır.

Paşukanis’in özel hukukun yerine koymaya çalıştığı iktisadi hukukun tasfiyesi sonrası aile hukuku, iş hukuku, kolektif çiftlikler hukuku gibi dallarda yeniden canlanma yaşanmıştır.xxvii Aile hukukundaki dönüşümxxviii Haziran 1936’da, Sovyet ailesini güçlendirmek için boşanma ve kürtaja sınırlamalar getiren yasa ile başlamıştı. 1936 güz döneminde Moskova Hukuk Kurumu ders programına aile hukuku dersi koyuldu. Dersin hocası derslerine “özel hukuk yeterince önemsenmeyince aile hukukunun da altı yıldır unutulmuş olmasını” eleştirerek ve “konutlar sosyalist mülkiyette olabilir, ancak içinde oturanların aralarındaki ilişkileri iktisadi hukuk düzenlemez” diyerek başladı. 1938 yılında çıkan ders kitabında da Paşukanis’i hedef aldı: “Özel hukuk, iktisadi hukuk içinde eritildi, iktisadi hukuk da sosyalist ekonominin yönetimine ilişkin basit kurallar toplamına indirgendi. Gereksinimleri ve çıkarlarıyla insanların günlük ilişkileri bu kuramsal hukukçuların görüş alanı dışında kaldı.”xxix Sorun Paşukanis’in yıkıcı kuramındaydı.

İş hukukunun geri dönüşü 1938’de gerçekleşti. 1936 güz döneminde öğrenciler (iktisadi hukukun bir parçası olarak kabul edilen) iş hukukunu, işçi ve işverenin çalışmalarını düzenleyen kurallar toplamı olarak öğrenirken, iki yıl sonra hukuk öğrencileri ‘Sovyet sosyalist iş hukukunun Sovyet sosyalist özel hukukunun bir dalı olduğunu ve sosyalist devletin çalışma ilişkilerini, çalışma hak ve yükümlülüklerini, sosyal sigortayı düzenlediğini’ öğreneceklerdi.xxx

1937 yılına kadar kolektif çiftlik hukuku da yeni bir hukuk dalı olarak kabul edilmemişti. Toprak hukuku gibi ders programlarından dışlanmıştı. 1938 yılında toprak hukuku ve kolektif çiftlik hukuku sosyalist özel hukukun iki dalı olarak tanımlanarak ders programlarına sokuldu.xxxi Artık sosyalist hukuk gelişiyordu.

Devlet (anayasa) hukuku 1937 bahar döneminde ve idare hukuku da aynı yılın güz döneminde Moskova Hukuk Kurumu’nun ders programına yeniden girdi. Bu iki ders altı yıldır okutulmuyordu ve bu nedenle ders malzemesi de bulunmuyordu.xxxii Devlet (anayasa) hukukunun ilk ders kitabı ceza usul hukuku uzmanı olan A. J. Vişinski tarafından 1938 yılında hazırlandı (Vişinski, Paşukanis ve okulunu tasfiye eden ve Stalin’in istediği hukuk kuramını oluşturan kişidir). İdare hukuku kitabı ise ancak 1940 yılında basıldı. Kitap idare hukukunun konusunu sosyalist mülkiyete dayalı sosyalist idarenin hukuku olarak tanımlıyordu. Anayasa (devlet) ve idare hukuku kitapları basitçe Stalin (1936) anayasasının çözümlemesine, açıklanmasına (şerhine) dayanıyordu.xxxiii

Tasfiye Edilen Sönümlenmeci Hukuk Anlayışının Etkisi Ne Olmuştu?

Bütün bu geri dönüşün nedeni neydi? Sorun, resmi görüşe göre,xxxiv Paşukanis’in yıkıcı kuramı ve bu kurama dayanan örgütlenmeydi; Paşukanis’in kuramlaştırdığı, öğretiminde belirleyici ve uygulamasında yönlendirici olduğu yeni hukuk yapısıydı. Sönümlenmeci hukuk anlayışı olarak adlandıracağımız bu anlayışın nasıl geliştirilip yerleştirildiğini inceleyelim.

Devrim sonrası üretim ilişkilerinin dönüşümünde ve devletin yeniden yapılandırılmasında hukukun rolü ve bu gelişmelerin hukukta aldığı biçimler tarihsel belirleyicilerden biri oldu. Paşukanis ve ekolünün öncüsü olduğu hukuk anlayışının devrim sonrası devlet/hukuk yapılandırılmasındaki yeri konusunda karşıt iki görüş bulunmaktadır. Sharlet’in birincil kaynaklara dayanan çalışmasındaxxxv ulaştığı sonuçlar Head’in çalışmalarıylaxxxvi oluşturulan Paşukanis değerlendirmeleri ile uyumsuzdur. Head, Paşukanis’i Sovyet hükümetinin programlarına göre kuram geliştiren ve uygulama yapan bir aygıt olarak tanımlamaya çalışmaktadır. Head’e göre Paşukanis’in geliştirdiği hukuk kuramı 1921 yılı Mart’ında resmen ilan edilmiş ve 1920’nin ikinci yarısına kadar uygulanmış olan yeni ekonomi politikasının (NEP) hukuk alanındaki gereksinimlerinin bir ürünüdür.xxxvii Sharlet’in değerlendirmesine göreyse Paşukanis’in kuramı ve ekolü NEP eleştirisiyle oluşturulmuştur. Head’in, Paşukanis’e atfedilen anti-Stalinist payesini elinden almak için aşırı çaba sarf ettiğini,xxxviii Stalin kurbanlarının tümünün Troçkist olmadıklarını kanıtlamak için Stalin kurbanı olan Paşukanis’in zamanında Stalin’e nasıl kölece hizmet ettiğini kanıtlamak için gösterdiği çaba Paşukanis’i parti programının hukuk uygulamasındakixxxix ve hukuk kuramındaki aygıtı olarak nitelemesine yol açmıştır. Sharlet’in ilk el kaynaklara dayanarak yaptığı çalışmaların sunduğu veriler ve değerlendirmeleri Paşukanis’i anlamak için daha uyumlu bilgiler sunmaktadır.

Paşukanis’in kuramsallaştırdığı ve belirleyici olduğu hukuk anlayışı Bolşeviklerin iktidarı almasından sonra yaşanan gelişmelerle bağlantılıdır. Bolşevikler, yasaların esnek olması, basitleştirilmiş ve halkın katılımına açık kurumlar aracılığıyla uygulanması gerektiğine inanmışlardı.xl Devrimin ardından devlet aygıtının ve onun içinde de özel bir yeri olan mahkeme örgütlenmesinin, hukukçuluk mesleğinin ve hukuk öğretiminin dağıtılmasına girişildi. 24 Kasım 1917 tarihli Mahkemeler Hakkında 1 sayılı Kararname ile eski mahkeme sistemi, savcılık ve baro örgütlenmeleri kaldırılmıştır. Bununla birlikte, yeterli kadro ve örgüt donanımına sahip olmayan devrimci hükümetin hukuk alanındaki girişimleri zayıf kalmış, örneğin baronun 1918 Ağustos’una kadar açık kalmasına izin verilmiştir.xli 1918’in ikinci yarısında, iç savaşın derinleşmesi, müttefiklerin asker çıkartması ve beyaz terörün başlamasından sonra devrim öncesi hukuk sisteminin kalıntılarına yönelik tavır sertleşmiş, hukuk sistemi dağıtılmıştır.xlii Uyuşmazlıkların çözümünde ve cezalandırmada mahkeme sisteminin yerini idare almaya başlamıştır.

Konut, çalışma ve iktisadi ilişkiler konusunda idari kurallar ve ilkeler, yıpranmış özel hukukun kurallarının yerini almıştır. Vatandaşlar gitgide mahkemeler yerine idari birimlerde haklarını arar hale gelmişlerdir. Ordu ve gizli polis ceza işlerinde büyük rol üstlenmiştir. Yeni yapıda, hukuk fakülteleri ve hukuk dergileri kapatılmıştır.xliii

Huskey, iç savaş bitiminde hukuki inançsızlık yaşandığı ve “hukukun sönümlenmenin eşiğinde olduğu” saptamasını yapmaktadır.xliv

İç savaş sonrasında savaş dönemi iktisat politikalarının terk edilmesinden ve temel iktisadi sektörlerin devlet tekeline alınmasından sonra, özel girişime, küçük işletmelere izin veren Yeni Ekonomi Politikası’nın (NEP) uygulamaya koyulması devlet ve hukuk yapılanmasında, iktidarın alınmasıyla başlayan ve iç savaş döneminde üst noktaya erişen hukuksal nihilizmin terk edilmesini gerektiren, yeni bir yönelim yaratmıştır. Sharlet’in saptamasına göre devrimden sonra kısa bir süre Rus hukuk kültürüne ve aygıtlarına karşı başlatılan mücadele başarısız olunca, Lenin yeniden devlet aygıtını kullanmak zorunda kalmış ve komünist topluma yönelen bir geçiş dönemi hukuk kültürü oluşturulmasını kabul etmiştir.xlv Yeni kararnamelerle, yasalarla, mahkeme sisteminin yeniden kademelendirilmesiyle, hukuk uygulamasında rollerin yeniden oluşmasıyla, hak ve yükümlülüklerin belirginleştirilmesiyle yavaş yavaş yeni bir hukuk sistemi yaratılmıştır. “Ceza soruşturmasında gizli polis ve özel mahkemeler yerini olağan mahkemelere bırakmış, geleneksel savcılık ve savunma makamları yeniden kabul edilmiştir. NEP döneminde özel hukuk ve kamu hukukunda da büyük gelişme yaşanmıştır.”xlvi

Yeni Ekonomi Politikası (NEP) döneminde Lenin ve Bolşevikler açıkça hukuka olumlu bakan bir siyaset oluşturmuştur. On Birinci Parti Kongresi’nde alınan kararda açıkça Devrim sırasında ve hükümetin ekonomik politikaları sonrasında gelişen yeni tipteki ilişkiler hukuki biçim kazanmalı ve mahkemelerce korunmalıdır. Mülkiyet ilişkileri alanındaki her türlü uyuşmazlığı çözmek için sağlam özel hukuk kuralları koyulmalıdır. Devlet ile sözleşme ilişkisine giren kişiler ve şirketlere haklarının korunacağı konusunda güvence verilmelidir. Sovyet Cumhuriyeti’nin yargı kurumları geliştirilmelidirxlvii denilmiştir.

Mahkemeler önünde profesyonel temsil yeniden kabul edilmiş, hiyerarşik yargısal yapı yeniden kurulmuş, baro açılmış, profesyonel hukuk eğitimi yeniden başlatılmıştır. Hukukta işbölümü yeniden oluşmuş, görevlere genellikle Çarlık döneminde yetişmiş ve çalışmış hukukçular, adalet personeli ve öğretim üyeleri yerleştirilmiştir. NEP dönemi hukuk dergilerini de yeniden canlandırmış, en az yedi tane ulusal hukuk dergisi çıkmaya başlamıştır. Medeni hukuk (1922), hukuk usulü (1923), ceza hukuku ve ceza usulü, toprak hukuku, iş hukuku (1922) ve aile hukuku (1927) alanlarında Avrupa’yı örnek alan kanunlaştırmalara girişilmiştir. 1924 Anayasası ile de Birlik Yüksek Mahkemesi kurulmuştur. NEP hukuk anlayışı istikrar, öngörülebilirlik, biçimcilik ve uzmanlık temellerine dayandırılmaya çalışılmıştır.xlviii

Huskey, bu yeni yasaların burjuva biçimli olsa da kesinlikle sosyalist içerikte olduğunu savunmaktadır. Verdiği örnek incelendiğinde sosyalist içerik değil, burjuva kurumların sosyalist rejimin çıkarıyla çelişemeyeceğine ilişkin bir kamu düzeni sınırlaması görülmektedir. Yeni medeni kanunun birinci maddesi, bu yasada tanınan medeni hakların, toplumsal ve ekonomik amaçlara aykırı kullanılamayacağını kurala bağlamıştır. Kabul edilen burjuva kurum ve teknikler, bireysel haklar toplumsal çıkarla çelişmeyecektir, bu çıkar da parti tarafından belirlenmektedir.xlix

Hukukçular için yeni dönemin hukuk kuramını geliştirme görevi ortaya çıkmıştı. Belirleyici olan iki hukukçu Yüksek Mahkeme Başkanı Stuçka ile Komünist Akademi Devlet ve Hukuk Bölümü başkanı Paşukanis’ti.l Stuçka, sosyalist ilkelerin klasik hukuksal kalıplara aktarılması ile sosyalist hukukun oluşturulabileceğini kabul ederken, Paşukanis sosyalist bir hukukun olamayacağını savunuyordu.li Paşukanis’in Sovyet devletinin hukukunu burjuva hukuku olarak niteliyor olması, NEP döneminde kapitalist mübadele ilişkilerinin canlandırılmasına ideolojik destek sunuyordu. Buna karşılık, Paşukanis için hukuk devletle birlikte ortadan kalkana kadar, içeriği gitgide zayıflayacak da olsa, hep burjuva nitelikte olacaktı. Paşukanis Sovyetlerdeki hukuku burjuva olarak nitelemekten çekinmemişti. Bu tavır mübadele ilişkilerinin NEP döneminde yeniden canlanması ile uyumluydu. Ancak Paşukanis bunu NEP’yi olumlamak için yapmıyordu. Tam tersine sosyalist bir hukuk yaratmaya çabalamamak gerektiğini, mübadele ilişkileri sönümlendikçe onun hukuksal biçimlerinin de sönümleneceğini düşünüyordu. Bu tavrı, NEP terk edilince Paşukanis’in hukuk kuram ve uygulamasında belirleyici olmasını sağladı.

Sharlet’e göre Paşukanis ile birlikte çok az sayıda Marksist Sovyet hukukçusu NEP hukukunu burjuva hukuku olarak nitelemişti. Bu çabalar burjuvaziyi sınırlamak isteğini dile getiren bir hukuk ekolü yaratmıştı.lii Paşukanis’in meta mübadelesini temel alarak yaptığı çözümlemeler yeni yaklaşımın araçlarını oluşturmuştur. Bu kurama göre hukuk meta mübadelesini köken alır ve ona biçim verir, mübadele ilişkileri ortadan kalktığı oranda hukuk da devletle birlikte sönümlenip ortadan kalkacaktır. 1920’lerin sonlarında Komünist Akademi aracılığıyla parti tarafından desteklenen bu kuram dönemin hukuk düşüncesine egemen olmuştur.

NEP’nin sona ermesiyle, genel kabul gören adlandırmayla meta mübadelesi ekolünün, bizim adlandırmamızla sönümlenmeci ekolün hukukçuları NEP’nin burjuva hukukuna ve hukuk kurumlarına karşı hukuk devrimi başlattılar. Paşukanis’in kuramı ile donanmış bu devrim, NEP’nin burjuva hukukunu ortadan kaldırarak hukukun sönümlenmesini hedefleyen bir geçiş hukuku kültürü yaratmayı ve uygulamayı hedefliyordu.liii NEP dönemi yasalarına, hukuk kültürüne ve eğitim sistemine müdahale edildi. Burjuva hukukun zayıflatılması, hukuk kültürünün belirsizleştirilmesi ve böylelikle hukukun sönümlenmesine yol açılması amaçlanıyordu. Bunun için NEP döneminde çıkarılmış yasalar yerine daha kısa ve basit yasalar çıkarılmalı ve ayrıca hukuk eğitimi dönüştürülerek yeni kadrolar yetiştirilmeliydi.liv Esnek ve basit yasa tasarıları hazırlandı. Bunlardan çok azı ve yalnızca birkaç Orta Asya Cumhuriyeti’nde yasalaşmış olsalar da tasarılar çok sayıda bastırılarak hukuk uygulayıcılarına dağıtıldı, hukuk okullarında öğretildi ve hukuk dergilerinde ele alındı. lv

Aynı ekolün ılımlı kanadını temsil eden Stuçka’dan farklı olarak Paşukanis hukukun sönümlenmesi tezini özel hukukun yanısıra ceza hukukuna ve kamu hukukunun diğer dallarına da uyguluyordu.lvi Sosyalist hukuk olamayacağı, Sovyet devletinin hukukunun sönümlenmekte olsa da burjuva nitelik taşıdığı anlayışına dayanan hukuk kuram ve uygulamasında ceza hukuku usulüne ve maddi ceza hukukuna ilişkin birçok kavram terk edilerek, esnek ve basit bir ceza siyasetinin tesisine çalışıldı.lvii Meta mübadelesine dayanan burjuva hukuk anlayışının temeli olarak kabul edilen eşdeğer kavramı temel hedef seçildi. Burjuva eşdeğerlik ilkesinin en gelişkin biçimi olarak görülen sözleşme kavramı/biçimi zayıflatılmaya çalışıldı. Özel hukuk yerine iktisadi hukuk koyuldu. Hukuk fakültelerinde ders programları değiştirildi. Burjuva olarak nitelendirilen dersler ve hocaları okullardan ve tüm hukuk araştırmaları alanından kovuldu. Programlara hukuk felsefesine, hukuk tarihine ve iktisadi hukuka yönelik dersler koyulurken iş hukuku, toprak hukuku ve aile hukuku gibi dallar programlardan kaldırıldı.lviii

NEP döneminden sonra 1928-1932 arasında kolektifleştirmeye direnen zengin toprak sahiplerine (kulaklara) ve bir bütün olarak burjuva olarak nitelenen kesimlere karşı yürütülen mücadelede hukuksal kurumların büyük ölçüde devredışı kalması hukukta Paşukanis’in sönümlenme kuramı ile meşrulaştırılıyordu. Huskey bu dönemi “zorla kolektifleştirmeye direnen zengin toprak sahiplerine, Sovyet hayatının proleterleşmesinin önüne dikilen burjuva uzmanlara, hızlı sanayileşmenin gereksinimleriyle uyumlu davranamayan işçilere ve mühendislere ve devlet mülkiyetine saygı göstermeyi beceremeyen sıradan vatandaşlara yönelmiş atipik iç savaşlix olarak nitelemektedir. Bu atipik iç savaşta burjuva hukukunun klasik kurumlarının, güvencelerinin devredışı bırakılması hukukun sönümlenmekte olduğu düşüncesi ile açıklanabiliyordu. Paşukanis Stalin’in yukarıdan devrim siyaseti ile başlayan terör döneminde rol oynadı. 1929-1932 arasındaki toprak sahiplerine (kulaklara) yönelik tasfiye hareketinde idarenin hukuka bağlılığı ortadan kaldırıldı. Uygulamalara hukuki ve yargısal kılıflar bulundu. Sharlet’in saptamasıyla terör yasallaştırıldı ve ceza yargılaması siyasallaştırıldı. Hukuk Cephesinde Durum (1930) başlıklı yazısında Paşukanis olanları hukukun sönümlenmesi ve komünizm yolunda bir uğrak olarak değerlendiriyor ve devrimci yasallık yüzde 99 siyasal bir sorun olduğu için Sovyet yasalarının olabildiğince esnek olması gerektiğini savunuyordu.lx Ceza Kanunu’nun karşı devrimci etkinlikleri cezalandıran 58. maddesinin 1927 yılında daha da esnek hale getirilmesini Paşukanis ve okulu, burjuva biçimsel eşdeğerlilik anlayışının karşısında siyasal uygunluk ilkesinin önemli bir zaferi olarak nitelemişlerdi.lxi 58. madde kapsamındaki etkinlikleri izleyen İçişleri Halk Komiserliği (NKVDlxii) içinde yargılama yapan özel heyetler oluşturulması, bunların yargılama yetkilerinin 1930’ların başında yirmi beş yıllık cezalara kadar genişletilmesi, Stalin’in gerçekleştirdiği büyük tasfiyenin aracı olan 1928 yılında başlayıp 1938 yılında Buharin’in yargılanması ile doruk noktasına ulaşan büyük yargılamalar (Gösteri Davaları) lxiii Paşukanis ve ekolünden eleştiri almıyordu.

Sharlet’e göre Paşukanis’in ve okulunun ideolojik yoğunluğu ve kuramsal hoşgörüsüzlüğü, ilerlenmekte olan sınıfsız toplumun önünde hukukun temel engel olarak görülmesinden kaynaklanıyordu. Bu inançla hukukun meşruiyetini kaybetmesine neden oldular. Sharlet, Paşukanis’in bu başarısının, kendisinin de sonunu hazırlayacak Stalin’in terör hukuku dönemine zemin hazırladığı iddiasındadır.lxiv Head’in temel eleştirisi de budur. Head Paşukanis’in tüm çalışmalarını Sovyetlerdeki program dönüşümleri ile açıklamaktadır.

Şiddetli biçimde dağıtılıp ortadan kaldırılana kadar olan bitene hukuksal biçim kazandırılmasında, hukuksal biçimlerle uygulamaya yön verilmeye çalışılmasında ve bunun kuramsallaştırılmasında Paşukanis ve okulu etkili olmuştur. Paşukanis, bu süreç boyunca hep başta kurmuş olduğu ve Hukuk Genel Kuramı’nda ortaya koyduğu kuramsal yargılarından taviz vermek zorunda kalmış, eleştiri ve özeleştiriler/özdüzeltmeler dizisi, hatasının bedeli olarak özeleştirinin yeterli olmadığı noktaya kadar sürmüştür.

Stalin Anayasası olarak bilinen 1936 Anayasası (Aralık ayı) Sovyet devlet ve hukuk anlayışı ve uygulamasında sönümlenme hedefinin kesin olarak terk edildiği, istikrar ve güçlendirme hedefinin izleneceği yeni bir aşamanın başladığını gösteriyordu. Artık sosyalist hukuk yaratılacaktı. Paşukanis 1937 Ocak ayında ortadan kaldırıldı. Paşukanis ve okulu tarafından burjuva olarak nitelendirilip mübadele ilişkilerinin ortadan kaldırılmasına bağlı olarak devlet ile birlikte sönümleneceği kabul edilen Sovyet hukuku sosyalist hukuk olarak nitelendirilmeye başladı. NEP dönemi hukuku da sosyalist olarak kabul edildi.lxv Stalin rejimi hukuk kuramından, eğitiminden ve uygulamasından sönümlenmeci görüşü kazıyarak Vişinski eliyle yeni siyasal rejimin normativist hukuk anlayışını oluşturmuştur.lxvi

Kuramsal Tavizleri ve Ortadan Kaldırılması

Paşukanis bir yandan 1920’lerin ikinci yarısından itibaren Sovyet hukuk dünyasının belirleyicisi olmuş, bir yandan da parti tarafından sürekli eleştirilerek özeleştiriye zorlanmıştır. Partinin hizmetkârı ve mağdurudur. Öldürülmesine yol açan noktaya kadar hep geri adım atmıştır. Hukuk Genel Kuramı’nda geliştirdiği iki temel tezinden, devrim sonrası hukukun sosyalist hukuk olmadığı/olamayacağı tezinden vazgeçmek zorunda kalmış olsa da hukukun devletle birlikte sönümlenip ortadan kalkacağı tezinden vazgeçmemiştir.lxvii Bu da Paşukanis’in tezlerinin Sovyetlerdeki politika değişimlerinin basit yansımaları olduğu görüşünün hatalı olduğunu göstermektedir. Paşukanis bir devrimcidir ve devrimci idarede yer almıştır. Üstlenmiş olduğu görevler kuramsal çalışmalarını da belirlemiş olabilir. Hatta bunun zaman zaman kuramın siyasete, siyasal gücün kuramsal mücadeleye araç kılınması düzeyinde olduğu da savunulabilir.lxviii Bununla birlikte Paşukanis’in Marksist kurama bıraktığı büyük çalışması Hukuk Genel Kuramı’nın böyle bir kusurla sakatlanmış olduğunu ileri sürmek olanaklı değildir.

Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm’in yayımlanması ve akademik/siyasi yükselişi, Lenin’in ölümünden (Ocak 1924) sonra Stalin’in iktidarı alıp sol muhalefeti tasfiye ettiği ve tek ülkede sosyalizm programını açıkladığı döneme denk gelir.lxix

Paşukanis 1925’ten itibaren, Troçki’nin muhalefetini de kapsayan sol muhalefete karşı çıkanlar arasındadır. 1925 yılında yayımlanan “Lenin ve Hukuksal Sorunlar” makalesinde, İkinci Kongre’de (1903) Lenin ile Troçki arasındaki bürokratizm tartışmasını ve bölünmeyi hatırlatıp Troçki’yi 1908-1914 arasında tasfiyecilerle birlik olmakla eleştirerek sol muhalefete karşı Stalin’e destek verir.lxx Head, Stuçka tarafından çıkarılan ve Paşukanis’in editör olduğu Hukuk Devrimi Dergisi’nde yayımlanan bu yazıya 1903 tartışmasının özel olarak yerleştirildiğini, böylelikle Paşukanis, Stuçka ve ekibinin Troçki ve sol muhalefetin partiden ve devlet birimlerinden uzaklaştırılması kampanyasına destek verdiğinin gösterilmeye çalışıldığını savunmaktadır.lxxi

Paşukanis’e ilk eleştiri erken bir tarihte, Troçki’nin ve diğer sol muhalefet liderlerinin sürgüne gönderildiği 1927 yılında gelir.lxxii Yoldaşı Stuçka, yeni baskısı yapılan Hukuk Devrimi kitabında Paşukanis’i eleştirmiş, hukuk anlayışının yalnızca kapitalist hukuku temel aldığını, hukukun sınıfsal işlevini göremediğini savunmuştur. Stuçka’ya göre, Paşukanis devletin rolünü küçümsemiş, hukukun sınıfsal niteliğini reddetmiş, hukuku yalnızca mübadele ilişkilerine hasretmiş, Sovyet hukuku kavramını inkâr etmiştir ve çalışmaları aşırı soyut kalmıştır. 1927 Çin Devrimi’nin başarısızlığa uğramasından sonra Stalin’in siyasasındaki dönüşümle birlikte Paşukanis de Hukuk Genel Kuramı’nda düzeltmeler yapmaya başlar.lxxiii Stuçka’nın eleştirilerine yanıt olarak Sovyet hukukunu “burjuva hukuku kalıntısı” olarak nitelemekten vazgeçer ve bu hukukun komünizme geçişte sosyalist amaçlar için kullanılabileceğini kabul eder.lxxiv

Paşukanis kitabının birinci ve ikinci baskısında Sovyetleri “emekçi devlet kapitalizmi” olarak nitelemişken, üçüncü baskısında proletarya diktatörlüğü terimini kullanmıştır. Bir dipnotta da buna açıklama getirmiştir:

Bu önermenin ilk halinden yola çıkarak Sovyet iktisadi sisteminin tümünü “emekçi devlet kapitalizmi” olarak nitelemiştim. Bu tanımlama yeterince düşünülmemiş ve dayanaksızdı. 1923’te ilk baskı üzerinde çalışırken bu hata okuyucu tarafından da yazar tarafından da fark edilmemişti. Ancak XIV. Kongre’deki tartışmadan sonra eleştiri alması kaçınılmazdı, öyle de oldu. Bu düzeltme sayesinde, temel düşünce açıklık kazandı zira -bu bağlam için tamamen uygunsuz bir terim olan- “devlet kapitalizmi” terimini kullandığımda, konunun sadece bir yönünü, değer biçiminin ve pazardaki mübadelenin korunmuş olması yönünü görüyordum (3. basıya not).lxxv

1927 yılından itibaren “Sovyet Hukuku” kavramı gelişmeye başlar. Stalin’in 1930 yılında 16. Parti Kongresi’nde “devletin sönümlenmesi (ortadan kalkması) için tarihin gördüğü en güçlü devletin oluşturulması” tezinin benimsenmesiyle “Sovyet Hukuku”nun gelişimi güçlenir. Parti tarafından hukukun sönümlenmesi tezinden ne zaman vazgeçilmeye başlandığı konusu tartışmalıdır. Stalin’in 1930’daki 16. Parti Kongresi’ndeki konuşması, Vişinski’nin makalesi (Haziran 1932) ile bunun ardından gelen hükümet kararnamesi ve Mayıs 1933’te Stalin’in gizli kararname ile kulak sürgününü durdurması ve yöneticilerin aşırılıklarını eleştirmesi, bu dönüşüm için başlangıç tarihleri olarak verilmektedir.lxxvi Stalin Nisan 1929’da Parti Merkez Komitesi’ndeki konuşmasında proletarya diktatörlüğünün güçlendirilmesi gerekliliğini vurgulamış ve halk arasında hukuk karşıtı düşüncelerin yayılmaması konusunda uyarıda bulunmuştur.

Bu başlangıcın hangi tarihte olduğu tartışması bir yana Paşukanis’in savunduğu “burjuva hukuku-Sovyet hukuku ayrımı yoktur, mübadele ilişkilerinden köken alan hukuk vardır” görüşü siyasal gelişmelerle uyumsuz hale gelir. Paşukanis burjuva hukukundan farklı bir sosyalist hukuk olmadığı görüşündedir, zira pazar ilişkilerinin aşılmasıyla sosyalist bir hukuk oluşmayacak ama hukuk sönümlenerek ortadan kalkacaktır.

Paşukanis hukukun niteliği konusundaki görüşlerinde de düzeltmeye gider. 1929 tarihli “Ekonomi ve Hukuksal Düzenleme” başlıklı yazısında hukukun yalnızca mübadele ilişkileri tarafından değil, üretim ilişkileri ve egemen sınıfın ekonomi politikaları tarafından da belirlendiğini kabul eder.lxxvii Bununla birlikte Paşukanis hukukun sönümlenmesi tezini sürdürür. Mülkiyet kurumu ve pazarın zayıflamasıyla sönümlenmekte olan özel hukuk yerine, yeni bir tür olarak iktisadi hukuk kavramını geliştirir. Ceza hukuku yerine de ceza siyasetini koyar.

Sönümlenmeci okulun diğer temsilcisi olan Stuçka da Stalin’in yeni siyaseti karşısında özeleştiri verir. “Yolcuğum ve Hatalarım” başlıklı 1931 tarihli yazısında sosyalizmin geçiş devresinde var olacak proleter hukuk ile sınıf egemenliğinin aracı olan devletin ortadan kalkmasından sonra da varlığını sürdürecek olan sosyalist toplumun hukuku arasında bir ayrım yapar. Stuçka’yı Paşukanis izler. “Devlet ve Hukuk Kuramı” başlıklı 1932 tarihli yazısında, sosyalizmin inşasına güçlü bir devletin kuruluşunun eşlik etmesinin, Marx ve Lenin’in devletin sönümlenmesi kuramıyla çelişmediğini yazar.lxxviii Aşağıda aktaracağımız üzere Paşukanis sönümlenme görüşünden vazgeçmemiş, ama aşamalılığı benimseyerek sönümlenmeyi komünizme ertelemiştir. Mübadele ilişkilerine vurgu yapan, hukukun sınıfsal içeriğini belirleyici olarak kabul etmeyen ve sosyalist içerikli hukuk olamayacağını kabul eden Paşukanis, artık “proletarya diktatörlüğünde hukukun emekçi çoğunluğun çıkarlarını korumak, işçi sınıfına düşman olan sınıf unsurlarını bastırmak ve sosyalist kuruluşu savunmak amacına sahip olduğunu” savunmaktadır.lxxix

1933’te kurulan Birlik Halk Denetçiliği (Prokurator) içinde etkili olan Vişinski, 1932 yılında hukukun istikrarı ve yargının güçlü biçimde denetlenmesi yönünde bir çağrı yayımlamıştır. 1934 yılında 17. Parti Kongresi’nde Paşukanis’e hukuk nihilizmi gerekçesiyle acımasızca saldırır. Vişinski’nin Mart 1935’te Baş Halk Denetçisi olarak atanması hukukun sönümlemesi tezini benimseyen Adalet Komiseri Krilenko karşısında kazanılmış bir zafer anlamına gelmektedir.lxxx

Ağustos 1935 yılında Komünist Enternasyonal’in 7. Kongresi’nde sanayinin millileştirilmesi, tarımın kolektifleştirilmesi, kulak sınıfının tasfiyesi ile sosyalizmin nihai ve geri döndürülemez zaferi ve proletarya diktatörlüğü ilan edilmiş, 1936 yılında Sovyetler Birliği’nde sosyalist aşamaya geçildiğine karar verilmiştir.

Paşukanis 1935 yılında L. Gintsburg ile birlikte yazdığı Sovyet İktisadi Hukuku Ders Kitabı başlıklı çalışmasında Stalin’in tek ülkede sosyalizm ile Marksizm-Leninizm’e katkılarını, hem de karşı devrimci Troçkistlere rağmen yapmış olmasını övmüştür.lxxxi Tüm kuramsal tavizlerine karşın Paşukanis hala işçi sınıfı hukuku kavramını kullanmamaktadır. Bunun yerine makalede işçi sınıfının sınıf hukuku terimi kullanılmaktadır. Buna göre, Sovyet hukuku sosyalizmde egemen sınıf olan işçi sınıfının çıkarlarına hizmet etmektedir. lxxxii

1936 yılında Stalin Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kurulmuş olduğunu, devlet aygıtının daha da güçlendirilmesi gerektiğini ilan eder. Aynı yıl Stalin’in “yasaların istikrarına her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var” açıklaması ve birkaç hafta sonra Aralık 1936’da anayasanın kabulü, Sovyet hukuk kuramında Stalinist dönüşümün geri dönülmez aşamasını simgelemektedir. Tüm düzeltmelerine rağmen hukukun sönümlenmesi görüşünden vazgeçmemiş olan Paşukanis yine de dönüşüm çabası içindedir. Aynı yıl yayımlanan “Sosyalizmde Devlet ve Hukuk” son özeleştiri yazısı olur. “Ülkemizde sömürücü sınıfların tasfiyesi tamamlanmıştır” kabulüyle başlayan Paşukanis bu durumda sosyalizmde devletin işlevinin ne olacağı sorusuna yanıt aramaya çalışmaktadır. Bulduğu yanıt aşamalılıktır. “Sosyalist toplum devletli bir toplum olarak örgütlenmiştir. Sosyalist devlet ve hukuk komünizmin en üst aşamasına kadar tam olarak korunacaktır.”lxxxiii Önemli nokta “tam olarak” korunmadır. Marx ve Lenin’de işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesiyle devletin sönümlenmeye başlayacağı kabulü vardır. Paşukanis sönümlenmenin bir oluşu anlatmasını bir yana bırakarak, belirsiz bir üst komünizm aşamasına kadar devlet aygıtının ve hukukun korunmasını kabul etmektedir. Paşukanis bu yazısında Hukuk Genel Kuramı’na ilişkin özeleştiri de yapmaktadır.

Bu sorunu Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm’de tam anlamıyla yanlış yorumladım. Devlet, hukuk ve ahlakı, basitçe, sosyalist içerikle doldurulamayacak ve böylesi bir içerik gerçekleştiği oranda sönümlenecek olan burjuva biçimler olarak nitelendirdim. Marksizm-Leninizm’e yabancı olan bu fahiş hata, işçi sınıfı devletinin, komünist işçi sınıfı ahlakının ve sosyalizmin kuruluşunun aracı olarak iş gören Sovyet devletin hukuku olan Sovyet Hukukunun anlamını çarpıtmıştır.lxxxiv

Bu son özeleştiri yazısıyla Paşukanis Marksist klasik devlet kuramının çarpıtılmasında önemli bir işlev görmüştür. Buna karşın Paşukanis 1937’nin ilk ayında ortadan kaldırılmıştır. Ancak Stalin “[i]nfaz etmeden önce hizmetlerine bir kez daha başvurmuş, sosyalizmin zaferini ilan eden 1936 anayasasını hazırlayan komitede görevlendirmiştir.”lxxxv

Paşukanis’in tasfiyesinin ilk işareti Stalin’in görüşlerinin seslendiricisi olarak bilinen Pavel Yudin tarafından 20 Ocak 1937 tarihli Pravda’da verilmişti. Sharlet bu yazıyı, hukukta karşı devrimin başlangıç işareti olarak nitelemektedir.lxxxvi Yudin Pravda’daki yazısında örtük biçimde Paşukanis’i, ceza kanunundaki en ağır suçla, halk düşmanı olmakla suçlamıştır.lxxxvii Paşukanis tasfiye edilmesi gereken hukuk anlayışının lideri olduğu gibi bir halk düşmanıdır. Paşukanis Ocak 1937’de ortadan kaldırılır.

Paşukanis’in ortadan kaldırılmasından sonra, Sovyet İnşası ve Hukuk Enstitüsü’nün yöneticiliğine Vişinski getirilmiştir. Paşukanis burjuva hukuka ve burjuva hukuk anlayışına/kuramına sınıf egemenliği fikrinin eklenmesinin Marksist hukuk ve kuramı için yeterli olmadığını savunuyordu. Vişinski’nin yerleştirdiği yeni öğreti ise “sosyalist normativizm”lxxxviii ve sosyalist normativist-pozitivizm olarak nitelendirilebilir.

Paşukanis’in Moskova Hukuk Enstitüsü’ndeki dersleri Stalgevich tarafından üstlenilmiştir (Paşukanis’i uzun süre eleştirmiş olan Stalgevich de 1939 yılında bu görevden uzaklaştırılacaktır). Paşukanis’in editörü olduğu hukuk kuramının önemli dergisi Sovetskoe gosudarstvolxxxix yayınına Şubat 1937’den Eylül’e kadar ara vermiş, çıkan ilk sayı ise tamamen halk düşmanı Paşukanis’in ve onun Marksist olmayan kuramının maskesinin düşürülmesine ayrılmıştır. Moskova davalarında da başsavcı Vişinski o tarihte ortadan kaldırılmış olan Paşukanis’i “Troçki-Buharin çetesinin liderlerinden” olmakla suçlamıştır. Vişinski o tarihe kadarki Sovyet hukuk bilimine hakim olan hukukçuların “bizim bilimimize, devletimize ve vatanımıza Marksizm-Leninizmi savunma maskesiyle ihanet etmek”le ve “kışkırtıcı hainlere” dönüşmekle suçlamıştır.xc Paşukanis’in ardından yaşanan tasfiyeyi yukarıda ele aldığımızı anımsatalım.

İade-i İtibar

Stalin Mart 1953’te öldü. 1956 yılında 20. Kongre’de N. Kruşçev’in konuşmasından sonra, Mart 1956’da Yüksek Mahkeme’nin Askeri Bölümünün kararı ile Paşukanis’in itibarı iade edildi.xci Paşukanis’in öğrencisi olmuş ve daha sonra eserlerini Batı’ya tanıtmış olan Hazard bu kararı 1957 yılında American Society of International Law dergisinde “Paşukanis Hain Değil” başlığı ile duyurdu.xcii

Ancak eserleri yeniden basılmadı. Resmi görüş, Paşukanis’in Sovyet hukukunun “sönümlenmekte olan burjuva hukuk” olduğu tezine karşı çıkmayı sürdürdü.xciii Kruşçev’in 1961 yılında, gelecek yirmi yıl içinde kamu özerk yönetiminin yerleşeceği açıklaması, saf komünizmin gelmekte olduğunun, dolayısıyla hukukun sönümleneceğini savunan Paşukanis’in görüşlerinin yeniden değer kazanacağının sanılmasına yol açsa da bu öngörü gerçekleşmedi.xciv

Stuçka, Krilenko, Goikhbarg ve tasfiye edilmiş diğer hukukçuların da itibarları iade edilmiştir. İade süreci Paşukanis için diğerlerine göre daha yavaş gelişmiştir. Örneğin Paşukanis kadar ağır suçlamalara maruz kalmış olan Stuçka Letonya Komünist hareketinin kahramanları arasına katılmış, çalışmalarının bir kısmı, özellikle temel eseri olan Özel Hukuk Kuramına Giriş kitabı Riga’da 1964’te yeniden basılmıştır. Paşukanis’in çalışmaları ise yeniden basılmamıştır. Enstitüde eski yöneticilerin portreleri arasına portresi asılmış, ancak görüşleri tartışmak için bile geçerli sayılmamıştır. Kitapları da Lenin Kitaplığı’nın açık raflarında durmaktadır.xcv

SSCB’de yapılan Sovyet hukukuna ve tarihine ilişkin çalışmalarda Paşukanis’ten söz edilmemiştir. Bununla birlikte 1968 yılının Mart ayında Moskovalı akademisyen ve bilim adamlarının örgütünün hukuk birimi tarafından “Dahi Sovyet Hukuk Bilgini Y. B. Paşukanis” başlıklı bir anma toplantısı düzenlenmiştir.xcvi Toplantının yöneticiliğini ise, gariptir ki, 1937’de Paşukanis’in yerilmesinde önemli rol üstlenmiş olan S. N. Bratus yapmıştır. Bratus konuşmasında Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm kitabından söz ederken “kimi yanlış kabullerine karşın, bu kitap çözümlemelerinin keskinliği ve Marksist yöntemi derinlikli uygulayışıyla seçkin bir yere sahiptir” saptamasını yapmıştır. Toplantıda Paşukanis’in mesleki yaşamı 1936 yılına kadar ele alınmış ancak ortadan kayboluşuna değinilmemiştir. Bu toplantının ne vesile yapıldığına ilişkin bilgi de verilmemiştir. Paşukanis 23 Şubat 1891’de doğmuş olduğuna göre yapılan doğumunun yıldönümü toplantısı değildir.

Paşukanis’in Doğu Bloku dışındaki etkileri ve özellikle günümüzde onun hakkında yapılan çalışmaların incelenmesi ayrı bir yazının konusu olabilir.

Geriye Kalan: Hukukta Marksist Yöntem

Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm kitabı 1924 yılında yayımlandı. Bugüne değin aşılamadı. Marx’ın kapitalist üretim ilişkilerini çözümlemek için kullandığı yöntemi hukuk incelemesine taşıyan Hukuk Genel Kuramı, Paşukanis’in yaşam öyküsünden ve siyasal iktidarla ilişkisinden bağımsız bir anlama sahip. Birinci bölümde anlatılan siyasal/tarihsel arka plan elbette çalışmanın anlaşılması için yardımcı olacaktır. Bu bölümde ise siyasal/tarihsel çatışma ve kopmalara gönderme yapmadan Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm kitabı (Hukuk Genel Kuramı olarak anılacaktır) çok sayıda alıntıxcvii yapılarak Paşukanis’in cümleleriyle özetlenmeye çalışılacaktır. Elbette her özetlemede özetleyenin yorumu belirleyicidir, seçimlerde belirleyici bu yorumun yanısıra açık yorumlar da yapılmıştır. Okuyucu doğrudan alıntılar ile yorumlar arasında yitmemeye dikkat etmelidir.

Öncelikle kitabın planını aktarmamız Paşukanis’in kurgusunu anlamamıza yardımcı olabilir. Hukuk Genel Kuramı, girişi izleyen yedi bölümden oluşuyor. Paşukanis çalışmasına sonuç yazmamış. Girişte “Genel Hukuk Teorisinin Görevleri” başlığı altında hukuk genel kuramının ne anlama geldiği açıklanmış ve genel kuram kavramının tarihsellikle çelişebileceği şüphesi giderilmeye çalışılmıştır. Birinci bölüm (“Soyut Bilimlerde Somutun Kuruluş Yöntemleri”) hukuk genel kuramı oluşturulması için kullanılacak yöntemi, en gelişkin toplumsal ilişkilerden en soyut kavramları oluşturarak somutu yeniden ele almak gerekliliğini açıklamaktadır. İkinci bölümde (“İdeoloji ve Hukuk”) hukukun yalnızca sınıf egemenliğini gizleyen ideolojik bir araç olduğu savı eleştirilip hukukun ürediği toplumsal ilişki, mübadele ilişkisi olarak saptanmaktadır. Üçüncü bölümde (“İlişki ve Hukuk Kuralı”) mübadele ilişkisinin hukuku üretmesi ve hukukun da toplumsal ilişkileri belirlemesi ele alınmaktadır. Dördüncü bölümde (“Meta ve Özne”) mübadele ilişkisinden türeyen hukuksal ilişki çözümlenmeye başlanmakta bunun için de hukuk öznesi incelenmektedir. Devletin varlığının hukukla, hukukun oluşumunun da devletle açıklanmasının hatalı olduğu beşinci bölümde (“Hukuk ve Devlet”) ortaya koyuluyor. Altıncı bölümde (“Hukuk ve Ahlak Düşüncesi”), ahlakın hukuktan farkı ve onunla zorunlu birliği açıklanıyor. Yedinci ve son bölüm (“Hukuk ve Hukukun İhlali”) hukuku ihlalin öncelediğini saptıyor ve en gelişkin ihlal biçimi olarak ceza hukukunun mübadele ilişkilerinden köken aldığını ve onun biçimleriyle açıklanabileceğini ortaya koyuyor.

Sönümlenme

Bütün çalışmada devlet gibi hukukun da burjuva toplumunun bir biçimi olduğu, bu biçimlere sosyalist içerik verilemeyeceği, burjuva toplumunun özelliği olan mübadele ilişkileri aşıldıkça, yani sosyalist ilişkiler kuruldukça bu biçimin de sönümlenip gideceği tezi belirleyicidir. Paşukanis devrim sonrası hukuku bir yana atmamakta, ancak sosyalist bir hukuk (ve devlet) yaratılamayacağını savunmaktadır. Burjuva toplumdan devralınan biçimler eleştirilerek, bozularak, yıpratılarak kullanılacak; bunlar üretim ve mübadele ilişkilerinin kapitalist niteliği aşıldığı oranda yerini başka bir düzenleme biçimine bırakarak sönümleneceklerdir. İşçi sınıfı kendi devletine (hukukuna ve ahlakına) karşı eleştirel bir tavra sahip ve “bu biçimlerin varlıklarının ve aynı zamanda yok oluşlarının tarihsel zorunluluğunun bilincinde olmalıdır” (s.168). Paşukanis’in ortaya çıkacak düzenleme biçiminin ne olacağına veya olabileceğine ilişkin saptamalarına aşağıda yer vereceğiz.

Kitabın tamamına egemen olan ve hemen her bölümde de açıkça yinelenen temel tez Giriş bölümünde ortaya koyulmaktadır. Kapitalist üretim biçiminin aşılması, daha doğrusu Paşukanis’in Marx’tan alıntılarla vurguladığı gibi mübadelenin aşılması ile yeni üretim ilişkilerinin sosyalist hukuku oluşmayacak, fakat hukuk sönüp gidecektir. Hukuksal biçim ölümsüz değildir.

İşçi sınıfı hukukunun, kendisine başka genel kavramlar bulmak zorunda olduğu ve bu arayışın da Marksist hukuk kuramının görevi olması gerektiği söylenilmektedir. (…) Bu eğilim, işçi sınıfı hukuku için kendine özgü yeni genel kavramlar talep ederken pek devrimci görünmektedir. Fakat gerçekte, hukuksal biçimin ölümsüzlüğünü ilan edip, bu biçimi, tam gelişimine izin veren belirli tarihsel koşullardan soyutlamaya ve sürekli yenilenme yeteneğine sahipmiş gibi sunmaya çalışırlar. Burjuva hukukunun belirli kategorilerinin (şu ya da bu buyrukların değil, belirli kategorilerin) sönümlenmesi, hiçbir biçimde, işçi sınıfına hukukunun yeni kategorilerinin bunların yerini alması anlamına gelmez. (…) Burjuva hukuk kategorilerinin sönümlenmesi, genel olarak hukukun sönümlenmesi, insan ilişkilerindeki hukuksal unsurun yitip gitmesi anlamına gelecektir (55-56).

Bu kabulden yalın ve güçlü sonuçlar çıkmaktadır. Kapitalizmin en gelişkin haline getirmiş olduğu hukuksal biçimler sosyalist ilişkilerin kalıbı olarak kullanılamaz, kullanılıyor olması kapitalist üretim ilişkilerinin geriletilmiş olsa da henüz aşılmadığını gösterir, hatta bu hukuksal biçimler kapitalizmdeki gelişkinliğiyle, eleştirilmeden ve bozulmadan kullanılabiliyorsa, sosyalist toplumsal ilişkilerin gelişme düzeyi düşüktür.

Devrimden sonra kapitalist üretim ilişkileri aşılırken oluşan yeni ilişkilerin hukuksal kurgusunda yepyeni düzenleme araçları gelişebilir, ama ilk elde kapitalizmin yaratmış olduğu hukuksal biçimler yeni ilişkilerin biçimi olmayı sürdürecektir. Paşukanis bunu kabul etmekte, bununla birlikte sosyalist içeriği taşıyan burjuva hukuki biçimlerin bu içerikleriyle gelişmelerini sürdüremeyeceklerini düşünmektedir. Zira kapitalist üretim/mübadele ilişkilerinin aşılmasıyla gelişen yeni toplumsal ilişkiler, burjuva hukuki biçimler tarafından özümlenemezler.

Ahlakın, hukukun ve devletin burjuva toplumunun biçimleri olduğu gerçeği akılda tutulmalıdır. İşçi sınıfı bu biçimleri kullanmak zorunda olsa bile, bu durum kesinlikle, onların sosyalist bir içerik alarak gelişmeyi sürdürecekleri anlamına gelmez. Bu biçimler, sosyalist içeriği özümleyemezler; bunlar, söz konusu içerik gerçekleştiği oranda sönümlenmek zorunda kalacaklardır (abç) (167).

Yapılması gereken, zorunluluğu anlamak, kendi devletine ve hukukuna karşı eleştirel bir tavır geliştirmek ve hukuksal biçimlerin yok olacağını kabul etmektir. İşçi sınıfı, sadece burjuva devletine ve ahlakına karşı değil, kendi öz devletine ve ahlakına karşı da serinkanlı bir eleştirel tavra sahip olmak zorundadır. Başka bir ifadeyle işçi sınıfı, bu biçimlerin varlıklarının ve aynı zamanda yok oluşlarının tarihsel zorunluluğunun bilincinde olmalıdır (168). Bunun, uygulama sonucu yeni içerikleri taşımak zorunda olan hukuksal biçimleri sakınmamak, bozulmaları, sapmaları, çatışmaları değerlendirirken bunların bir yeni düzenlemenin olanağını yaratıp yaratmadıkları veya düzeltilmesi gereken bozukluklar olup olmadıklarına serinkanlı eleştiriyle karar vermektir. Paşukanis, kuramının bu olağanüstü önemli sonuçlarını görmemiş olamaz, ancak Stalinist dönemin bedeli ölüm olan çatışmalarında her sapmayı hukukun sönümlenmesinde yeni bir olanak olarak değerlendirmiştir.

Paşukanis’in mesleki ve toplumsal rolündeki olumsuzluklar da bu temel teziyle açıklanabilir. Lenin’in ölümünden sonra iktidarı ele geçiren Stalin’in devletin yenilenmesi ve güçlendirilmesi için hukuku bir terör aracı olarak da kullandığı politikaların hukuksal kuruluşu ve uygulanmasına destek vermesini, kendi kendine hukuksal biçimlerin yıpratılmasının/bozulmasının sönümlenmelerinde bir aşama olduğu düşüncesi ile gerekçelendirmiştir. Paşukanis’in zorlanarak yaptığı özeleştirilere, Hukuk Genel Kuramı’ndan taviz vermesine rağmen, Stalinist rejim tarafından ortadan kaldırılması da bütün özeleştiri ve düzeltmelerine rağmen mübadele ilişkilerinin aşılmasıyla devletin ve hukukun sönümleneceği görüşünden vazgeçmemesiyle açıklanabilir.

Paşukanis’in çalışması, devrim sonrası devletine ilişkin Marx ve Lenin’in yazılarından sonraki en tutarlı ve keskin incelemedir. Bu dönemde kapitalist üretim ilişkilerinin aşılmasıyla hukuk yerini teknik düzenlemelere bırakmaya başlayacaktır.

İktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi sosyalizmin temel koşuludur. Bununla birlikte tecrübe, örgütlü ve planlı üretim ve dağıtımın, iktisadi birimlerin pazar aracılığıyla birleştirildiği meta mübadelesinin yerini bugünden yarına alamayacağını da göstermiştir. Bu mümkün olsaydı, mülkiyetin hukuksal biçimi tarihsel olarak tamamen ortadan kalkmış olurdu (132). (…) Planlı ekonominin inşası görevi yerine getirilmediği, çeşitli işletmeler ve işletme birlikleri arasındaki pazar ilişkisi sürdüğü sürece hukuksal biçim de yürürlükte kalacaktır. (…) ‘İktisadi hesaplama’ ilkesinin uygulanması, millileştirilmiş büyük sanayide bile birbirleri arasındaki ilişkinin piyasa aracılığıyla sağlandığı iktisadi birimlerin oluştuğunun göstergesidir. Devlet girişimleri dolaşımın koşullarına tabi oldukça, bunların aralarındaki ilişki teknik eşgüdüm biçiminde değil, sözleşme biçiminde ortaya çıkar ve ilişkilerin saf hukuksal, yani yasal düzenlemesi mümkün ve gerekli hale gelir (…) Bir yandan, doğal, (meta biçimi altında) maskelenmemiş, rasyonel biçimde ortaya çıkan iktisadi kategorilerle ve üretim birimleri arasındaki toplumsal ilişkilerle devinen bir iktisadi yaşama sahibiz. Burada, üretim ve dağıtım plan ve programları biçiminde ortaya çıkan teknik belirlenimler, doğrudan yönergeler geçerlidir. Bu tip yönergeler somuttur ve koşullar değiştikçe sürekli olarak değişirler. Öte yandan, değer biçimi altında dolaşan metalara ve bununla bağlı olarak da iktisadi birimler arasında sözleşme biçimi altında ortaya çıkan ilişkilere sahibiz. Burada ise, özerk özneler arasında az çok sabit ve sürekli biçimsel kural ve sınırlamalar (medeni kanun ve ayrıca ticaret kanunu) ve uyuşmazlıkları çözerek bu ilişkilerin gerçekleşmesine yardım eden organların (mahkemeler, hakem heyetleri) yaratılması söz konusudur. Açıktır ki birinci eğilim, hukuk disiplininin gelişimi için bir ufuk sağlamıyor. Bu eğilimin aşamalı zaferi genel olarak hukuksal biçimin aşamalı olarak ortadan kalkması anlamına gelecektir (133-134). (…) Hukuksal biçim sınırlı ufkuna bizi ancak geçici olarak tutsak eder; varlığını sadece ve sadece kesin olarak tükenmek için sürdürür (135).

Hukuksal biçimin ve hukuksal ideolojinin ortadan kaldırılmasının gerçek koşulu, bireysel çıkarla toplumsal çıkar arasındaki karşıtlığın aşıldığı bir toplumsal durumdur (103).

Özel çıkar karşıtlığı hukuksal düzenlemenin ana temellerinden biridir. Bu aynı zamanda hukuksal biçimin mantıksal temeli ve hukuksal üstyapının gelişiminin gerçek nedenidir. İnsanların hareketleri en karmaşık kurallarla düzenlenebilir, fakat bu düzenlemede hukuksal unsur, çıkar farklılaşmaları ve çatışmalarının başladığı yerde başlar. [Hukuksal düzenlemenin bu çıkar farklılaşmasına karşın –OK] amaç birliği teknik düzenlemenin koşuludur (78).

Hukuk Genel Kuramı Kavramı

Paşukanis, “Giriş”te hukuk genel kuramının anlamını açıklamaktadır. Hukuk genel kuramı için verdiği, tarih dışı değişmez kategorileri kullanır gibi görünen tanım ilk bakışta Marksist yöntem ile çelişir. Yaklaşık yirmi sayfalık uzunca girişte görünüşte oluşan bu çelişkiyi gidermeye çalışmaktadır. Hukuk genel kuramı,

temel, yani en soyut hukuki kavramların geliştirilmesi olarak tanımlanabilir. Bu kategoriye örneğin, ‘hukuk kuralı’, ‘hukuksal ilişki’, ‘hukuksal özne’ ve benzerleri gibi tanımlar girer. Bu kavramlar, soyut nitelikleri dolayısıyla, hukukun herhangi bir alanında kullanılabilir; bunların sistematik ve mantıksal anlamları, uygulandıkları somut kapsamdan bağımsız olarak aynı kalır (41).

Paşukanis bu kavramların olgudan soyutlanarak yaratıldığını özellikle vurgulamaktadır:

Hukuk genel kuramına (…) sadece biçimsel, saymaca tanımlamalarla ve yapay kurgularla uğraştığı itirazı yöneltilemez. … Hukuk kuramı (…) soyutlamalarla çalışır; (…) bu soyutlamaların gerisinde tamamıyla gerçek toplumsal güçler gizlenmektedir (54). Bu en soyut ve yalın hukuksal kavramlar, yürürlükteki hukuk kurallarının mantıksal işlenmesinin bir sonucudur ve hukuksal ilişkilerle bunların ifadesi olan hukuk kurallarının kendiliğinden olma niteliği ile karşılaştırıldığında, bilinçli yaratının geç ve üstün bir ürününü temsil ederler (41).

Hukuksal biçimlerin maddeci açıklaması bu biçimlerin taşıdıkları içeriklerin açıklamasından daha önemlidir. Paşukanis bu açıdan Marksist hukukçular arasında özgün bir yere sahiptir. Hukukun egemen sınıfın çıkarlarını temsil ettiğini, bu çıkarın taşıyıcısı ve güvencesi olduğunu saptamakla veya hukukun bu sınıf egemenliğini gizleyen ideolojik bir araç olduğunu kabul etmekle yetinmemekte, söz konusu içeriğin aldığı biçimleri, içeriklerini bir yana atmadan özel olarak incelemektedir.

Hukuk Genel Kuramı’ndaki arayış dünyanın burjuva hukuksal tasarımını çözümlemek ve çözmektir. Hukuk alemi yercilleşmekte, hukukun öte dünyası, dolayım gösterilerek erişilebilir kılınmaktadır. Almanca baskıya önsözde hukuk ile hukuk bilgisinin yarattığı dolayımın çözülmesi görevini saptamaktadır:

Engels, dünyanın hukuksal tasarımı, burjuvazinin klasik tasarımıdır; ‘dogmanın ve tanrısal hukukun yerini insansal hukukun, kilisenin yerini de devletin aldığı’, ‘tanrıbilimsel anlayışın bir tür dünyasallaşması’ olan klasik tasarımıdır saptamasında bulunurken haklıdır. (…) Dünyanın burjuva hukuksal tasarımına karşı savaşım, Sovyet Cumhuriyeti hukukçuları için bugün hâlâ güncel bir görevdir (28-29). (…) Burjuva hukukçuları tarafından, dönemlerinin ve sınıflarının ihtiyaçlarından yola çıkarak geliştirdikleri genelleme ve soyutlamaları bir yana bırakmamalı, bu soyut kategorileri çözümleyerek gerçek anlamlarını sergilemeli ve hukuksal biçimin tarihsel koşullanmalarını ortaya koymalıdır (59).

Paşukanis geliştirmeye çalıştığı hukuk genel kuramına Marksist veya proleter gibi bir niteleme getirmemiştir. İşçi sınıfı hukuku olamayacağı gibi Marksist hukuk kuramı da olamaz. Bu nedenle hukuk genel kuramı kavramını kullanmış, önüne Marksist nitelemesini getirmemiştir.

Marksist olarak kendime saf hukuk kuramı kurma görevi yüklemedim, bir Marksist olarak kendime böyle bir görev vermem de mümkün değil (…) amaç, hukuksal biçimin ve bu biçimi dile getiren özgül kategorilerin, toplumbilimsel bir yorumu[dur] (106). (…) Marksist eleştirinin görevi, sadece bireyci burjuva hukuk kuramlarını çürütmeyi değil, ayrıca, hukuksal biçimin kendisini çözümlemeyi onun toplumbilimsel köklerini açığa çıkarmayı, temel hukuksal kavramların tarihsel göreceliğini ve koşullanmasını göstermeyi de içerir (30).

Bu sayede üretim/mübadele ilişkilerinin kalıpları/ürünleri olan en gelişkin hukuksal biçimlerin, kapitalist üretim ilişkilerinin aşılmasıyla ortaya çıkan yeni toplumsal ilişkilerin biçimi olarak kullanılmasının olanaksızlığı anlaşılabilecektir.

Soyut Bilimlerde Somutun Kuruluş Yöntemleri

Hukuk genel kuramını kurmak için neden kapitalist ilişkilerin hukuku incelenmektedir” sorusu devrim sonrası yazan bir Marksist hukukçu için yanıtlanması zorunlu bir sorudur.

Neden devrim sonrası gelişen hukuk incelenerek genel kuram oluşturulmamaktadır? Sorunun yanıtı elbette sönümlenme kavramıyla bağlantılı. Devrim sonrası gelişen ve gelişecek toplumsal ilişkilerle sönümlenecek ve ortadan kalkacak bir hukuktan genel kuram oluşturulamaz. Bunun dışında bir toplumsal olguyu incelemek için doğru yöntem en gelişkin biçimlerden, en üst soyutlama düzeyinden başlamaktır. Paşukanis hukuk genel kuramını burjuva hukukun incelenmesiyle oluşturmasını sosyal bilimlerde yöntemin ne olması gerektiği ile açıklamaktadır:

Her bilimin, ona dayanarak gerçekliği yeniden ürettiği, kendine özgü bir tasarımı vardır. Böylece bütün bilimler, tüm ilinti, ilişki ve biçim zenginliği ile gerçekliği en yalın soyutlamaların bileşimi olarak kurar. (…) Gerçekliği en yalın parçalarına ayrıştıramadığımız zaman, soyutlama bize yardım eder (…) Sosyal bilimlerin olgunluğu, soyutlama derecesinin gelişmişlik derecesiyle belirlenir. (…) Bu kategorilerden yola çıkan (…) [kuramcı] aynı somut bütünselliği yeniden üretir; fakat kopuk kopuk ve kaotik biçimde değil, sayısız iç ilişkilerin ve belirlenimlerin zengin bütünlüğü olarak (61).

Hukukun kullandığı kavramlar salt insan aklının ürünü değildir. Kavramların anlattığı toplumsal ilişkiler gerçektir/tarihseldir. Kavramların, kuramlar içindeki gelişim tarihlerini önceleyen toplumsal ilişkilerde gerçek birer tarihleri vardır. Paşukanis bunun için iktisattaki değer kavramını örnek vermektedir:

Sosyal bilimlere, örneğin siyasal iktisada dönersek ve temel kavramlarından birini, örneğin değeri ele alırsak, değer kavramının, düşünsel bir öğe olarak siyasal iktisat kuramı tarihinin bir parçası olmakla kalmadığını, değerin gerçek bir tarihinin, bu kavramları gitgide bir tarihsel gerçekliğe dönüştüren bir insan ilişkileri evriminin var olduğunu da görürüz (63).

Aynı özellik hukuk için de geçerlidir:

Genel belirlenimiyle hukuk, biçim olarak hukuk da sadece uzman hukukçuların kuramlarında ve zihinlerinde yaşamaz. Bir düşünce sistemi olarak değil, üretim ilişkilerinin baskısı altında, insanların bilinçli tercihlerine dayanmadan oluşan özel ilişkiler sistemi olarak ortaya çıkan gerçek, paralel bir tarihi vardır (64).

Toplumsal ilişkiyi inceleyen kişinin soyutlamalara erişebilmesi için ilişkinin ortaya çıktığı andan inceleme anına kadarki tüm tarihsel gelişimi izlemesi gerekmez. Erişilebilen ve en gelişkin olduğu düşünülen aşamanın incelenmesi soyutlama ve kavram geliştirme olanağı verecektir. Bilimsel araştırmanın ilişkinin geçirdiği tarihsel yolu izlemesi gerekmez. Tam tersine araştırma en gelişkin halden başlamalıdır. Paşukanis’in hukuk genel kuramını oluştururken uyguladığı Marx’ın yöntemine göre “[t]arihsel olarak kaçınılmaz olan, hiçbir şekilde, yöntemsel olarak doğru değildir.xcviii Geçmiş oluşumların, kendilerinden sonra gelen ve bunun sonucu olarak daha gelişkin ve üstün biçimlerin tahliliyle açıklanması” (67) gerekir.

Toplumsal olguların açıklanmasında burjuva toplumu en gelişkin biçimleri sunmaktadır. Paşukanis bu kabulü için Marx’a atıf yapmaktadır:

Burjuva toplumu, üretimin olabilecek en gelişkin ve zengin tarihsel örgütlenmesidir. Bundan dolayı, bu toplumun ilişkilerini ifade eden ve yapıyı anlamamızı mümkün kılan kategoriler aynı zamanda, tüm geçmiş toplumların yapı ve üretim ilişkilerini, üzerine inşa edildiği unsurları ve tam aşılmamış, kısmen varlığını sürdüren kalıntılarıyla kavramımızı mümkün kılar.xcix

Paşukanis Marx’tan yönteme ilişkin alıntılar yaptıktan sonra hukuk incelemesinin bilimsel yöntemini saptamaktadır.

(…) Hukuksal biçimin en yalın ve en soyut görünüşünde tahliliyle işe başlamalı ve aşama aşama karmaşık biçimlere geçerek tarihsel somuta ulaşmalıyız. Kavramların diyalektik evriminin, tarihsel gelişmenin diyalektik evrimine denk düştüğünü unutmamalıyız (68).

Hukukun tarihsel evriminde ve en gelişkin aşamaya gelmesinde meta üretimi temeldir:

Tarihsel evrim, sadece hukuksal kuralların ve kurumların içeriğinde bir değişikliğe yol açmaz; aynı zamanda hukuksal biçimin kendisinde de bir gelişim yaratır. Uygarlığın belirli bir aşamasında ortaya çıktıktan sonra hukuksal biçim, komşu alanlarla (din, ahlak) sınırlarını belirlemeden ve zayıf bir iç ayrımlaşma ile uzun süre gelişiminin ilk basamaklarında kalır. Ancak aşamalı bir evrimle, en üst kesinlik, en derin ayrımlaşma ve doruk noktasına ulaşır. Bu üst gelişme aşaması, tamamen belirlenmiş toplumsal ve iktisadi ilişkilere denk düşer. Aynı zamanda bu aşama, hukuku kuramsal olarak organik bir bütünlük olarak gösteren bir genel kavramlar sisteminin ortaya çıkışıyla tanımlanır (68). (…) Hukuksal kategoriler, görünüşteki evrenselliklerinde, belirlenmiş tarihsel öznenin, belirlenmiş yönünü dile getirirler: burjuva toplumunun meta üretimi (67).

İdeoloji ve Hukuk

Hukukun bir ideoloji olduğu, bu niteliğiyle kullanıldığı ve sınıf egemenliğini gizlediği görüşü Paşukanis’in hukuk genel kuramı oluşturma girişiminin karşısındaki engellerden biridir. Hukuksal kurallar, kavramlar, kurumların ideolojik nitelikte olması, onların nesnel olarak kavranabilmesine ve bu kavramlaştırmanın da toplumsal ilişkileri açıklamakta kullanılabilmesine engel değildir.

Paşukanis hukukun ideolojik niteliğini kabul etmekte fakat ideolojik görünümü dışında onun gerçekliğinin yadsınmasını reddetmektedir:

Sorun kesinlikle, hukuksal ideolojinin (veya hukuksal psikolojinin) varlığını kabul etmek veya reddetmek değil, fakat, hukuksal kategorilerin ideolojik görünümleri dışında görünümleri olmadığını kabul etmektir (69). (…) Bir kavramın ideolojik niteliği, ifadesi olduğu ilişkilerin maddiliğini ve gerçekliğini ortadan kaldırmaz (72). (…) Belirli bir kavramın ideolojik niteliğinin saptanması, hiçbir biçimde nesnel gerçekliği, yani sadece bilinçteki değil dış dünyadaki gerçekliği de inceleme yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz (71). (…) Örneğin, meta kategorisinin, açık ideolojik niteliğine karşın nesnel bir toplumsal ilişkiyi dile getirdiğini çok iyi biliyoruz. (…) Siyasal iktisadın genel kavramları sadece ideolojik öğeler değil, fakat onlar sayesinde nesnel iktisadi gerçekliğin bilimsel olarak, yani kuramsal olarak kavranabileceği soyutlamalardır (70).

Kapitalist üretim/mübadele ilişkilerinin ürünü olan en gelişkin hukuksal biçimlerin ideolojik yönlerinden temizlenerek incelenmesi onlardan en soyut hukuksal biçimlere erişilmesi geçmişin ve oluşun bilgisini üretme olanağı verecektir.

Paşukanis’in hukuk ve hukukun ideolojik niteliği konusunda benimsediği konumdan kaynaklanıyormuş gibi görünen yanlış sonuçları düzeltmesi gerekmiştir. Hukukun varlığı yalnız bilinçteki ideolojik varoluşu ile sınırlı değilse, hukuk toplumsal ilişkilerden kaynaklanıyorsa ve hukuk bir toplumsal düzenleme aracıysa, görünüşte bir çelişki ortaya çıkar. Bu durumda “toplumsal ilişkilerin kendi kendilerini düzenlediğinden (74)” söz etmiş oluruz. Böyle bir çelişkinin görüntüsünün ortaya çıkmasının nedeni toplumsal ilişkilerin hukuksal kurallar üretmesinin doğrudan olduğunu, her içeriğin kendi başına kural olduğunu kabul etmekten kaynaklanır. Toplumsal ilişkiler hukuksal biçimler kazandığı oranda, bu biçimler kendilerini doğuran somut, tekil ilişkilerden bağımsızlaşarak benzer, az çok benzer toplumsal ilişkileri de düzenlemeye, zorlamaya başlarlar ve hatta uymayan ilişkileri yaptırımla düzleyerek belirlerler. Toplumsal ilişkilerin kendi kendisini düzenlemesinden değil, hukuk dolayımıylac düzenlemesinden söz etmek gerekir.

Paşukanis içerik-biçim ilişkisi ile görünüşteki çelişkiyi açıklamaktadır:

Hukukun temel kavramlarını çözümleyerek hukukun, belirli bir toplumsal ilişkinin biçimi, zarfı ve mistik örtüsü olduğunu gösterebilirsek bu görünüşteki çelişkiden de kurtuluruz. Böylelikle ilişkinin belirli durumlarda kendi biçimini tamamen başka bir toplumsal ilişkiye veya hatta toplumsal ilişkiler bütününe dönüştürdüğünü ileri sürmek saçma olmayacaktır (75).

Ayrıca tüm toplumsal ilişkiler hukuksal biçimler almadığı gibi toplumsal ilişkileri düzenleyen tek araç da hukuk değildir. Paşukanis eleştirilerinde gözden kaçan nokta budur. Paşukanis “(…) toplumsal ilişkilerin düzenlenmesi bazı koşullarda hukuksal nitelik alır” (75) saptamasıyla hem hukukun kökenini/özgüllüğünü açıklamaya çalışmakta hem de bu koşullar bulunmadığı oranda hukuk yerine başka düzenleme araçlarının bulunacağını kabul etmektedir.

İlkel insanları ele aldığımızda elbette burada da dölüt bir hukuk buluruz; fakat ilişkilerin büyük bir çoğunluğu hukuk dışında, örneğin din kuralları altında düzenlenmiştir. Burjuva toplumunda bile, posta hizmetleri, demiryolları ve ordunun örgütlenmesi gibi faaliyetlerin tümüyle hukuksal düzenleme alanı içinde görülebilmesi, ancak yasa, tüzük ve kararnamenin dış biçimleri tarafından yanıltılan çok yüzeysel bir yaklaşım benimsenirse mümkündür. Demiryolları planlaması, tren trafiğini düzenler, ama bunu, yasanın, örneğin mal göndericilerine karşı sorumluluğu düzenleyen yasanın düzenlemesinden çok farklı bir biçimde yapar. İlk tip düzenleme öncelikle teknik, ikinci ise öncelikle hukuksaldır (abç) (76).

Doğuşunda hukuk dışı düzenleyiciler baskınken günümüzde hukuk, ideolojik gücüyle de en kapsayıcı düzenleyici olmuştur. Paşukanis hukukun toplumsal ilişkileri düzenlemekteki özgün niteliğini “ilişki ve hukuk kuralı” başlığında ele almaktadır.

Paşukanis için hukuk kuralı niteliği taşımayan teknik kurallar ve düzenleme sistemlerinin varlığının saptanması, kapitalist üretim/mübadele ilişkilerinin aşılmasıyla birlikte gerçekleşecek hukukun sönümlenmesi süreci için kullanılabilecek yöntemleri de göstermektedir.

Hukukun en gelişkin hale geldiği burjuva toplumunda bile her türlü toplumsal ilişki hukukla düzenlenmez. Paşukanis “(…) toplumsal ilişkilerin düzenlenmesi az ya da çok hukuksal bir biçim alır, yani az ya da çok temel ve özgül bir hukuksal ilişki niteliği kazanır” (76) saptamasını yapsa da biraz ilerde hukukun yansıttığı/zarfladığı kendine özgü toplumsal ilişkiden söz etmektedir:

(…) Hukuksal biçimin kaçınılmaz olarak yansıttığı bu sui generis toplumsal ilişkiyi nerede aramalıyız? (…) Bu ilişkinin mal sahipleri arasındaki ilişki olduğunu ayrıntılı olarak kanıtlamaya çalışacağız (abç.) (79).

Paşukanis’in bu saptamasından mal sahipleri arasındaki ilişki (mübadele ilişkisi) niteliği taşımayan toplumsal ilişkinin hukuksal biçimlerce düzenlenmesinin zorunlu olmadığı sonucu çıkar. Hukuksal biçimler mübadele ilişkilerinden köken alır ve hukuksal biçimler zorunlu olarak mübadele ilişkilerini yansıtırlar. Paşukanis her türlü toplumsal ilişkiden değil mübadele ilişkilerinden ve onunla bağlantılı ilişkilerden söz etmektedir. Ayrıca tek düzenleme biçiminin hukuk olmadığını da kabul etmektedir.

Hukukun toplumsal ilişkilerle bağlantısını kurmak yeterli değildir, onun özgül niteliğini belirlemek gerekir. Sınıflı toplumdaki ilişkilerin hukuk biçimi kazandığını söylemek, onun sınıfsal içeriğini belirlemekle yetinmek yeterli değildir. Hukukun “özgül toplumsal ilişki olarak değil, tüm genel ilişkilerde olduğu gibi, hakim sınıfın çıkarlarına denk düşen ve bu ilişkileri örgütlü şiddetle koruyan ilişkiler sistemi olarak kavran(ması) (80)”, “hukuksal biçimde içkin olan sınıfsal içeriği açığa çıkarmakta, fakat bize o içeriğin neden böyle bir biçim aldığını açıklamamaktadır (81).”

Paşukanis bu açıklamayı yapmak için hukukun köken aldığı ve düzenlediği toplumsal ilişkiyi ele almaktadır.

İlişki ve Hukuk Kuralı

Paşukanis hukuksal biçim ile yansıttığı/düzenlediği özgül toplumsal ilişki arasındaki etkileşimi, üretim ilişkilerinin hukuk yaratması, devletin bu ilişkideki rolü, hukukun toplumsal ilişki yaratması gibi konularda sonuçlar üreterek ele almaktadır.

Hukuk, kurallar toplamı değildir, kurallaşan içerik ve içeriğe (uygulamaya, yeni toplumsal ilişkiye) dönüşebilecek biçim, meta mübadelesi ilişkisinin hukuksal ilişkiye dönüşmesinden kaynaklanır.

Nesnel bir toplumsal olgu olarak hukuk, yazılı ya da yazısız, ilke ve kurallara indirgenemez. (…) Hukuk kuralının kendisi, yani mantıksal içeriği doğrudan doğruya var olan ilişkilerden kaynaklanır veya bir yasa olarak çıkarılmışsa, gelecek ilişkilerin doğumunu belirli bir yakınlıkta tahmine olanak tanıyan bir belirtiyi ifade eder (85). (…) Kurallar toplamı olarak hukuk cansız bir soyutlamadan başka bir şey değildir. Hukuksal ilişki, hukuksal dokunun hücresidir ve hukuk gerçek hareketini ancak bu hücre içinde gerçekleştirir (83).

Paşukanis artık toplumsal ilişkiden değil hukuksal ilişkiden, özgül toplumsal ilişkinin üretmekte olduğu hukuksal ilişkiden söz etmektedir. Hukuksal ilişki ise,

özneler arasındaki hukuksal ilişki [ise], metalaşmış emek ürünleri arasındaki ilişkinin diğer yüzünden başka birşey değildir. Kapitalist toplumun zenginliği inanılmaz bir meta birikimi şeklinde ortaya çıktığı gibi, toplum da sonsuz sayıda hukuksal ilişkiler toplamı olarak görünür (83).

Hukukçular çoğunlukla hukuk kuralından yola çıkarlar, kuralı hukuksal ilişkinin mantıksal ve gerçek temeli olarak kabul ederler (84). Hukuksal gerçekliğin, hukuk kuralı ile eşlenmesinin sınırı “kuralla gerçeklik arasındaki gerilimin belirli bir düzeyi aşmamasıdır” (85).

En yalın şekliyle hukuksal ilişkiyi çözümleyebilmek için, dışsal bir zorunluluk olarak hukuk kuralı kavramından yola çıkmamız gerekmez. Çözümlemeyi ‘içeriği bizzat iktisadi ilişki tarafından belirlenen’ bir hukuksal ilişkiye dayandırmak ve bu hukuksal ilişkinin ‘yasal’ biçimini özgül bir olgu olarak incelemek yeterlidir (95).

Hukukun bilimsel incelenmesi kendisi de bir toplumsal gerçeklik olan hukuk kuralından değil, kuralın biçimini oluşturan içerikten, kuralın dışındaki gerçeklikten başlamalıdır.

Bilimsel yani kuramsal inceleme ancak fiili gerçekleri hesaba katar. Belirli ilişkilerin bir biçim kazanmış olması, buna denk düşen bir hukukun doğduğunu gösterir; buna karşılık, uygulamada karşılığı olmadan bir yasanın veya bir düzenleyici işlemin yapılması başarısız bir hukuk yaratma girişimini ifade eder (86).

Paşukanis hukuk aracılığıyla toplumsal gerçekliğe müdahale edilemeyeceğini düşünmemektedir. Böyle bir sonuçtan özel olarak sakındığını açıklamak zorunda kalmıştır.

Bu bakış açısı kesinlikle, gelişim unsuru olarak sınıf iradesinin ve toplumsal gelişmeye bilinçli müdahalenin yadsınması veya ‘ekonomizm’, yazgıcılık ve benzeri kötü şeylerin benimsenmesi anlamına gelmemektedir. Devrimci siyasi faaliyet pek çok güçlüğü aşmak zorundadır: henüz bugün var olmayanı gelecekte gerçekleştirebilir, fakat geçmişte gerçekten var olmayanı bir çırpıda ortaya çıkaramaz (abç.) (86).

Hukukun varlığını özgül bir toplumsal ilişkinin biçim kazanması ile açıklamak yerine devletin kural koyması ile açıklayan görüşler “devlet koruması altındaki ilişkilerin en iyi güvence altına alınanlar olduğu görgül gerçeğine dayanır” (88). Fakat bu görgül gerçek hukukun varoluşunu açıklayamaz, zira “devlet iktidarı hukuksal yapıya açıklık ve istikrar kazandırır fakat hukukun maddi ilişkilerdeki yani üretim ilişkilerindeki temellerini yaratmaz” (92).

Hukukun maddi dayanağı devletin koyduğu hukuk kuralı değil, üretim/mübadele ilişkileri ve onun bencil iktisadi öznesidir.

Toplumda üretim yapan insan, iktisadi kuramın kalkış noktasıdır. Temel tanımlarla ilgilendiği oranda hukuk genel kuramı da aynı ana varsayımlardan çıkış almalıdır. Örneğin, alım-satım sözleşmesi ilişkisinin doğabilmesi için mübadele iktisadi ilişkisinin var olması gerekir. Siyasal iktidar, bu sözleşme hukuksal ilişkisinin biçim ve içeriğini yasalar aracılığıyla değişik biçimlerde düzenleyip, değiştirip, şekillendirip somutlaştırabilir (…) Dogmatik hukuk bilimi buradan, özne de dahil hukuksal ilişkinin tüm unsurlarının hukuk kuralı tarafından yaratıldığı sonucunu çıkarır. Gerçekte para ve meta ekonomisinin varlığı doğal olarak temel koşuldur; tüm bu somut kurallar onunla anlam kazanır. Hukuk öznesi maddi dayanağını, yasanın yaratmadığı fakat hazır bulduğu bencil iktisadi özneyi ancak bu koşulda bulur. Bu maddi dayanağın bulunmadığı yerde hukuksal ilişki de a priori düşünülemez (91).

Bencil iktisadi öznelerin taraf olduğu (üretim/mübadele kökenli) özgül toplumsal ilişkilerin hukuksal biçim kazanmasının nedeni çatışmadır. “Hukuk ve hukukun ihlali” başlığında ele aldığı üzere Paşukanis kuralın kökeninin düzenlenmiş çatışma olduğunu düşünmektedir. Hukuksal biçimler, çatışmaların çözülmesinin yönteme/biçime bağlanmasıyla oluşmuştur.

Hukuksal biçimi, hukuksal üstyapıyı menfaat çatışması, uyuşmazlık oluşturur. Özel iktisadi özneler, uyuşmazlıkta yani davada taraflar olarak yani hukuksal üstyapının baş aktörleri olarak ortaya çıkar. (…) Hukuk dogmatiği bu tarihsel ardışıklığı unutur ve önce gerçekleşmiş sonuçla, devletin tüm faaliyetlere hukuksal nitelik tanıyarak tüm toplumsal alanı doldurduğu soyut hukuk kurallarıyla işe başlar (92).

Kurala özgünlüğünü veren de mübadele ilişkisinin taşıyıcısı olan kişidir. “Hukuk kuralı, kendisini, ahlaki, estetik, yararcı vb. genel kurallardan ayıran özgünlüğünü, hakla donatılmış ve talepte bulunan kişiyi varsaymasına borçludur” (100). Bu kişi, bencil iktisadi öznenin hukuk öznesi biçimi almasıyla oluşur.

Paşukanis bu aşamadan sonra hukuksal ilişki ve özneyi çözümlemeye geçmektedir.

Meta ve Özne

Paşukanis’e göre özne, hukuk kuramının atomu, bölünemezidir. “Her tür hukuksal ilişki özneler arası bir ilişkidir. Özne hukuk kuramının en küçük birimi; en basit ve bölünemez unsurudur. Bu nedenle çözümlememize özne ile başlıyoruz” (109).

İnsan, dirimsel bir varlık olmaktan çıkmakta, yeni bir biçim kazanarak hukuk öznesi olmaktadır. Hukukta insanın özne (kişi) biçimini kazanması bir veri ve sanki hep öyleymiş gibi görünmektedir (112). Bu dönüşümün kökeni emek gücünün ve onun ürünlerinin metalaşmasından kaynaklanır: “Özne biçiminin çözümlenmesi, doğrudan doğruya meta biçiminin incelenmesinden kaynaklanır” (112).Meta, emek gücünün de meta haline gelmesi ve metaların özgür mübadelesi, hukuk öznesinin oluşum nedenidir.

Kapitalist toplum her şeyden önce mal sahiplerinden oluşan bir toplumdur. Bu durum, üretim sürecinde toplumsal ilişkilerin, birbirlerine karşı değerler şeklinde görünen emek ürünlerinde metalaşması anlamına gelir. ‘Meta’, çeşitli yararlı somut özelliklerin, diğer metalarla belirli bir oranla değişilebilme özelliği gösteren soyut değerin maddi kalıbı haline geldiği bir nesnedir. Bu özellik, insanların görmediği bir şekilde ve insanların iradesinden bağımsız işleyen doğal bir yasaymış gibi, nesnelerin kendisine içsel bir özellikmiş gibi görünmektedir (112). (…) Çalışma (veya çalma) ile şeylere malik olan insanın, hukuksal malike dönüşmesi olanağı ve gerekliliği ancak pazarın gelişmesiyle oluşur (125). (…) Gelişimin çıkış noktasını, insanın nesnelerle olan organik, “doğal” ilişkisi, yani sahiplenme oluşturmuşsa da, bu ilişkinin hukuksal bir ilişkiye dönüşmesi mal dolaşımından, yani alım-satımdan doğan ihtiyaçların etkisiyle olmuştur (123). (…) Marx’ın ifadesiyle, mübadele ilişkisinde mal sahiplerinden biri, kendi malını devredip başka mala sahip olmayı, ancak diğer mal sahibinin rızasıyla yapabilir. Doğal hukuk öğretisinin temsilcilerinin, mülkiyeti temel bir sözleşmeye dayandırma isteği de bu düşüncenin ifadesidir. (…) Herhangi bir nesnenin kullanılması, tüketim malı veya üretim aracı olarak somut kullanım biçimiyle bağlıdır. Fakat nesne, değişim değeri olarak işlev gördüğünde, soyut, saf bir hukuk nesnesine ve ona sahip olan özneler de saf hukuk öznesine dönüşür (abç.) (124).

Paşukanis, üretim ve üretim ilişkileri yerine mübadeleyi temel almaktadır. Mübadele üretim ve üretim ilişkilerinin gerçekleşmesinin koşuludur. Hukuku oluşturan özgül toplumsal ilişki de üretim (üretim araçları, üretim güçleri ve ilişkileri) değil, bütün bunların oluşunu sağlayan mübadele ilişkisidir. “Metalar kendilerini üreten öznelerin iradesinden bağımsız olarak değer kazansa da değerin mübadele süreci içinde gerçekleşmesi mal sahibinin iradi ve bilinçli işlemini gerektirir” (112). Hareket, ilişki ile gerçekleşir. Emeğin metalaşması, artı değere el koyulması, metaların dolaşması, sermaye birikimi sürecinin gerçekleşmesi hep mübadele ile oluşur. Üretim temelli bu ilişkilerin hukuksal biçim alması, insanın hukuk öznesine dönüşmesiyle ve sözleşme ile gerçekleşir. Paşukanis, Kapital’e dayanarak hukuksal kuruluşun temeli olan hukuk öznesinin maddi temellerini çözümlemektedir:

Emek ürünlerinde şeyleşen ve temel bir yasallık biçimi kazanan üretim sürecindeki toplumsal ilişkinin, gerçekleşebilmesi, mal sahibi birey ve ‘iradeleri mallarda yerleşik’ özneler olarak insanlar arasındaki özgül ilişkileri gerektirir. (…) Emek ürünü, meta özelliğini kazanır ve değer taşıyıcısı haline gelirken, insan da hak taşıyıcısı ve hukuksal özne haline gelir. ‘İradesi belirleyici kabul edilen kişi hukuk öznesidir’ (113).

İnsanın sahip olduğu emek gücü de mübadele edilebilen bir metadır. Emeğin kendisi değil, onun gün içinde sınırlanmış, kullanımı kurallara bağlanmış bir bölümü söz konusu edilmektedir. Kölelik ile yaşamak için emek gücünü satmak zorunda olan “özgür” insan arasındaki fark da budur:

(…) Özne kategorisi, bu özgürlüğün en iyi ifadesidir (…) [örneğin] Köle efendisine tam anlamıyla tabidir ve zaten bu nedenle söz konusu ilişki hiçbir özel hukuksal değerlendirme gerektirmez. Buna karşılık ücretli işçi pazarda emek gücünün özgür satıcısı olarak görünür ve bu nedenle kapitalist sömürü, sözleşme hukuksal biçimi altında dolayımlanır (110).

Emek gücünün sahibi olan insan, hukuktaki hak sahibi olan kişidir.

Soyut hukuksal biçim, başka bir ifadeyle, hak ehliyetinin somut hak taleplerinden ayrılması, ancak meta ekonomisinde gerçekleşmiştir. Pazarda sürekli gerçekleşen hak devirleri, bu hakların sabit bir taşıyıcısı fikrini doğurmuştur. Pazarda başkasını bağlayan aynı zamanda kendisini de bağlar. Sürekli olarak, talep eden konumundan borçlu konumuna geçer. Böylelikle, hukuk özneleri arasındaki somut farklardan bir soyutlama yapmak ve bunları tek bir genel kavram altında birleştirmek imkânı doğar (abç.) (118).

Hukuksal ilişkinin öznesi, hak ve fiil ehliyetine sahip, diğer öznelerle özgür iradesi ile ilişkiye girip devirler gerçekleştirebilen kişidir.

Emek gücü, gerçekleşebilip gerçekleşemeyeceğinden bağımsız olarak tüm hakların olanağıdır, hak ve fiil ehliyetinin temelidir.

Nasıl nesne, toplumsal ilişkiyi metalaştırarak onu insanın egemenliğinden kurtarıp insana iktisadi olarak egemen oluyorsa, insan da buna karşılık zilyed ve mal sahibi sıfatıyla (…) nesne üzerinde hukuken egemenlik sürmektedir (114).

Hukukun, gerçek egemenlik ilişkilerini gizleme gücü de buradan gelmektedir. Örneğin mülkiyet hakkı, mülksüzler için de vardır.

Mülkiyetin hukuksal biçimi, çok büyük sayıda vatandaşın mülkiyetten yoksun bırakılmasıyla hiçbir şekilde çelişmez zira, hukuk öznesi olmak tamamen biçimsel bir niteliktir. Tüm insanların eşit biçimde malik olma hakkına sahip olduğunun kabulü insanları mal sahibi yapmaz (129).

İktisadi (yaşamsal, dirimsel) zorunluluk ile kurgusal özgürlük arasında bölünen toplumsal ilişkilerin çelişik niteliği, üretimin toplumsallığı ile üretim araçlarının özel mülkiyeti ve artı değere el koyma hakkının kişiselliği arasındaki çelişki ile uyumludur. Paşukanis ilk olarak toplumsal ilişkilerin bu iki biçimini saptamaktadır:

Aynı zamanda toplumsal yaşam, bir yandan, kendiliğinden doğan şeyleşmiş ilişkiler (fiyat seviyesi, artı değer oranı, kâr oranı gibi tüm iktisadi ilişkiler) yani, insanların, nesnelerden başka bir anlamı olmadığı ilişkiler toplamına; öte yandan ise, insanın ancak bir nesneye karşı tanımlandığı, yani özne olarak tanımlandığı ilişkiler toplamına ayrışmaktadır. Hukuksal ilişki tam da budur. Birbirlerinden ayrılan fakat aynı zamanda birbirlerine sıkı sıkıya bağlı olan iki temel biçim söz konusudur. Üretimden köken alan toplumsal ilişki, bir yanda malların değeri, öte yanda insanın hukuk öznesi olma yeteneği olarak iki uyumsuz biçimde ortaya çıkmaktadır (abç.) (113).

Dirimsel ve toplumsal varoluşunun tüm gereksinimlerini karşılamak için emeğini satmak zorunda olan insan, kapitalizmde bunu sözleşme hukuku biçimi aracılığıyla özgürce yapar.

Kendi iradesi dışında, değer yasası biçiminde doğan iktisadi ilişkiler karşısında köle tabiiyetine düşen iktisadi özne, bir nevi telafi niteliğinde olmak üzere, hukuksal özne olarak garip bir armağan kazanmaktadır: Kendisini diğer mal sahipleri karşısında tamamen özgür ve eşit hale getiren hukuken tanınmış bir irade (114).

Dirimsel ve toplumsal varlığımızı sürdürmemizi sağlayan ürünler, gereksinimlerimizi karşıladığı için değil, alınabilir-satılabilir olduğu için değerlidir; özgürlüğümüz, yapabilme gücümüz olduğu için değil, hukuk/devlet yasaklamadığı, olanak tanıdığı için vardır. “Meta fetişizmi hukuk fetişizmiyle tamamlanmaktadır” (118).

Özneler Arası İlişkinin Hukuksal Biçimi: Sözleşme

Toplum dışında insan olanaksız ve yapılabilse bile verimsiz bir soyutlamadır. Bunun gibi insanın hukuksal biçimi olan hukuk öznesi (kişi) de ilişkileri dışında kavranamaz. Hukuksal anlamda özne ve irade kavramları, sözleşme dışında ölü birer soyutlamadırlar (122). Mübadele ilişkilerindeki

öznenin iradesinin gerçek temeli, satın alırken satma, satarken de satın alma isteğidir. Bu isteğin gerçekleşmesi için, mal sahiplerinin isteklerinin karşılıklı uyuşması zorunludur. Hukuksal bakımdan bu ilişki, bağımsız iradeler arasındaki bir sözleşme veya anlaşma olarak ortaya çıkar (abç.). Sözleşmenin hukukta merkezi bir kavram olmasının nedeni de budur. (…) Sözleşme, hukuk fikrinin kurucu unsurudur. (…) [H]ukuksal işlem kavramı tarihsel olarak sözleşmeden doğmuştur. Hukuksal anlamda özne ve irade kavramları, sözleşme dışında ölü bir soyutlamadır. Bunlar ancak sözleşmede hayatiyet kazanırlar. Aynı zamanda hukuksal biçim, en yalın ve en basit biçimiyle mübadele işleminde kendine maddi bir temel bulur. Bu nedenle mübadele, hem siyasal iktisadın hem de hukukun temel unsurlarının odağıdır (122).

Hukuk kapitalizme özgü bir biçim değildir, kapitalizmde en gelişkin halini alır.

Paşukanis’in kuramından kapitalizmi önceleyen aşamada hukukun olmadığı sonucu çıkmaz. İnsanlık tarihinde nesneler kullanım değerlerinden bağımsız değişim değeri niteliği kazandıkça, emek metalaştıkça, meta mübadelesi geliştikçe toplumsal ilişkiler hukuksal biçimler kazanmıştır. Bu biçimleşme en gelişkin halini tüm yaşamın metalaştığı, tüm toplumsal ilişkilerin meta ilişkilerine dönüştüğü kapitalizmde bulmuştur.

İnsanın kendisinin ürettiği veya aşırdığı veya (silah, mücevher gibi) kendi kişiliğinin parçası olan bir nesne ile arasındaki ilişki hiç kuşkusuz tarihsel olarak özel mülkiyetin gelişmesinin bir öğesidir. Bu ilişki, mülkiyetin ilk, kaba ve sınırlı biçimini yansıtır. Özel mülkiyet ancak, meta ekonomisine veya daha kesin bir ifadeyle kapitalist meta ekonomisine geçişle genel ve tamamlanmış bir nitelik kazanır. Böylelikle nesnesine duyarsız hale gelir ve organik insan topluluklarıyla (kandaş küme, aile, komün) tüm bağlarını koparır. (…) Bu saf hukuksal biçimiyle mülkiyet, bireysel tüketim ve kullanımın koşulu veya bir güç kullanımının sonucu olan doğal ve organik özel tasarruf ile mantık gereği pek az ortak noktaya sahiptir. (…) Bu iki kurum, serbest bireysel kullanımın koşulu olarak özel tasarruf ile daha sonra mübadele ilişkisinde elden çıkarmanın koşulu olarak özel tasarruf, yapıbilimsel olarak birbirine doğrudan doğruya bağlıdır; bununla birlikte mantıksal olarak iki değişik kategori söz konusudur (…) (abç.) (128).

Hukuk ve Devlet

Paşukanis hukukun oluşumunda ve uygulanmasında devletin rolü konusunu “İlişki ve Hukuk Kuralı” bölümünde ele almıştı. “Hukuk ve Devlet” ise daha çok hukuksal devlet kuramı veya başka bir anlatımla devletin hukuksal kavranışı ile hesaplaşıyor.

Özel hukukun kökenlerinin (…) iktidarın rızasında değil, [meta üretimine dayanan toplumsal -OK] ilişkilerde aranması gerekir. Öte yandan egemenlik ve tabiiyet ilişkilerinin mantığı, hukuksal kavramlar sistemine ancak sınırlı biçimde uyar. Bu nedenle devletin hukuksal kavramlaştırması hiçbir zaman bir kuram haline gelememiş ve gerçekliğin ideolojik deformasyonu olarak kalmıştır (94). (…) Devlet hukuksal bir üstyapı kurumu değildir, ancak ‘öyleymiş gibi düşünülebilir’ (103).

Gelişimin en yüksek aşamasında hukuk devletin yaratısı olarak görülür. Devlet de hukukun. Hukukun devletin (tüm birimleriyle) koyduğu kurallar biçimini kazanması üretim/mübadele ilişkilerinin gelişkinliği ile bağlantılıdır. Paşukanis bu aşamayı hukukun soyut nitelik kazanması olarak anlatmıştır.

Hukukun soyut nitelik kazanması ancak, burjuva ilişkilerin tam anlamıyla gelişmesiyle gerçekleşmiştir. Her insan genel insana; her emek, toplumsal olarak yararlı genel emeğe; her özne, soyut hukuk öznesine dönüşür. Aynı zamanda hukuk kuralı, soyut genel yasanın tamamlanmış mantıksal biçimi halini alır (121).

Bu en gelişkin aşamada devletin varlığının hukuk ile açıklanması yaygın kabul görmektedir.

Devlet, mübadeleye bağlı ilişkilerin güvencesi olma özelliği ile hukuksal biçim kazanır, kamu gücüne dönüşür. Bunun için öncelikle mübadelenin düzenli hale gelmesi gerekir. “Ticaretin kökeninde silahlı soygunu dışlamaması gibi, hukuksal ilişki de ‘doğası’ gereği bir barış durumunu önceden varsaymaz; fakat tersine onunla at başı gider” (136).

Barış durumunun değil, sürekli ihlallerle oluşmuş olan düzenin güvencesi olan devlet hem üretim ilişkilerinin güvencesi hem de bunun hukuksal biçimi olan sözleşmelerin güvencesidir.

Hukuk ve keyfilik, görünüşte çelişik olan bu iki kavram, gerçekte birbirlerine sıkı biçimde bağlıdır. (…) [M]übadele gibi hukuk da bölünmüş toplumsalın öğeleri arasında bir iletişim aracıdır. Soyut hukuksal düşünüş için sürekli ve türdeş olarak görünen barış durumu, anlaşıldığı biçimiyle, hukuksal gelişimin ilk aşamalarında kesinlikle var olmamıştır. (…) Barış durumu, mübadele düzenli bir olay haline geldiğinde bir ihtiyaç halini almıştır (137). (…) Otorite, bu ilişkilerin [mübadeleye bağlı olan ilişkilerin] teminatı olarak ortaya çıktığı ölçüde düzenin nesnel yararını temsil eden bir toplumsal otoriteye, bir kamusal iktidara dönüşür (141).

Üretim ilişkileriyle oluşan sınıf egemenliğinin örgütlenmesi olarak devlet ile üretim/mübadele ilişkilerinin hukuksal biçiminin güvencesi olarak devlet, hukuksal biçim almak bakımından farklı özelliktedirler. Devletin, ilk işlevini yerine getirdiği oranda hukuksal biçimlerin dışında yer alması, hukuksal biçimleri parçalaması, yani hukukla kavranamaması söz konusu iken ikinci işlevini yerine getirirken bir hukuk öznesidir o.

Sınıf egemenliğinin ve dışa karşı savaşın örgütlenmesi olarak devlet, hukuksal yorumlanmaya ihtiyaç duymadığı gibi buna kesinlikle olanak da tanımaz. Bu alan, düpedüz ‘yerindelik’ ilkesinden başka birşey olmayan sözde ‘hikmeti hükümet’ düşüncesinin hüküm sürdüğü bir alandır. Devletin bu yönünün tersine, mübadelenin teminatı olarak otorite, hukuki dilde ifade edilebilmekle kalmaz, kendisi de sadece ve sadece hukuk olarak görünür yani soyut nesnel kuralla tamamen karışır (abç.) (141).

Paşukanis devletin hukukla kavranamayacağını savlamamaktadır. Tüm toplumsal ilişkilerin değil, üretim/mübadele temelli ilişkilerin hukuksal biçim kazandığı ve toplumsal ilişkilerin tek düzenleme biçiminin hukuk olmadığını kabul ettiği gibi, sınıf egemenliğinin tek biçiminin devlet biçimi olmadığını ve bu egemenliğin tek düzenleme biçiminin de resmi devlet araçları olmadığını kabul etmektedir. Devletin varlık nedeni, varoluşu yalnızca hukukla açıklanamaz.

Devletin tüm işlevlerini kavramaya çalışan hukuksal devlet kuramı, kaçınılmaz olarak yetersizdir (141). Örgütlenmemiş biçiminde olduğu gibi örgütlenmiş biçiminde de sınıf egemenliği, devlet iktidarının resmi alanı olarak tanımladığımız alanından daha geniştir (142).

Paşukanis bu durum için devrimci mücadelelerin şiddetlendiği anlarda resmi devlet aygıtının yerini açık faşist topluluklara bırakmasını örnek göstermektedir (143/dn. 9).

Devletin Varlık Nedeni

Devlet iktidarı, üretim ilişkilerinde kurulan sınıf egemenliği ile bağlantılı olsa da ondan farklıdır. “Araçsız, doğrudan sınıf egemenliğinin yanısıra, toplumdan ayrılmış özgül bir iktidar olarak resmi devlet iktidarı biçimi altında, dolaylı ve yansılı bir egemenlik de oluşur” (142). Üretimde kurulan sınıf egemenliği, tüm sınıfların üzerine yükselmiş, tüm toplumu kapsayan nesnel bir kamu gücü niteliğinde, kaynağını da güvence altına alacak biçimde yeniden kurulur. Paşukanis, devlet iktidarının neden oluştuğu sorusunu sormaktadır.

Sınıf egemenliği, yani nüfusun bir kısmının diğerine tabiiyeti neden olduğu gibi kalmaz? Neden resmi devlet egemenliği biçimi kazanır veya aynı anlama gelmek üzere, devletin baskı aygıtı neden egemen sınıfın özel aygıtı olarak kurulmaz, neden bundan ayrılır ve toplumdan ayrılmış, nesnel bir kamu gücü niteliği kazanır? (143)

Sınıf egemenliğinin nesnel devlet iktidarı biçimi almasının ideolojik işlevi olduğunu söylemek yeterli bir yanıt değildir.

Egemen sınıf için, ideolojik bir perde çekerek sınıf egemenliğini devlet paravanının arkasına gizlemenin ‘elverişli’ birşey olduğu açıklaması ile yetinemeyiz. İdeolojik biçimlerin bilinçli olarak kullanımı, genellikle insanların iradesinden bağımsız olan kökenlerinden farklıdır (144).

Paşukanis devlet iktidarının insanların iradesinden bağımsız kökenini, eşit ve özgür üretim/mübadele ilişkileri ile uyumsuz, fakat bunların gerçekleşebilmesi için gerekli olan “zor”un ayrı bir uğrakta kurulması ile açıklamaktadır.

Bir kişiden diğerine yönelen ve şiddete dayalı bir buyruk olarak zor, mal sahipleri arasındaki ilişkilerin temel öncülleri ile çelişir. İşte yine bu nedenle zor burada, maskelenmemiş biçimiyle, basit bir yerindelik edimi olarak ortaya çıkamaz. Daha ziyade, soyut bir kolektif kişilikten kaynaklanan ve kaynaklandığı kişinin yararına değil -çünkü, meta üretimi toplumunda her insan bencildir- fakat hukuksal ilişkilere katılan tüm üyelerin yararına kullanılan bir zor olarak ortaya çıkmak zorundadır (147). (…) Sömürü ilişkisi, ‘bağımsız’ ve ‘eşit’ meta sahibi iki taraf arasındaki bir ilişki, işçinin emek gücünü sattığı ve kapitalistin de bunu satın aldığı bir ilişki şeklinde gerçekleştiği oranda sınıfın siyasal iktidarı, kamusal iktidar biçimini kazanır. (…) Piyasadaki serbest rekabet, özel mülkiyet özgürlüğü, ‘hakların eşitliği’ ilkeleri ve sınıf varlığının olduğu gibi güvenceye alınması, yeni bir devlet iktidarı biçimini, bir sınıfı kolektif olarak iktidara getiren demokrasiyi doğurur (145). (…) Toplum pazara benzediği oranda devlet aygıtı kendini, nesnel genel irade, hukukun otoritesi, vb. olarak gerçekleştirir (147).

Üretim/mübadele ilişkilerinin yarattığı egemenliğin devlet iktidarı biçimi almasının temeli yine bu ilişkilerden kaynaklanan çelişkilerdir.

Pazarda karşılaşan eşit ve özgür mal sahipleri, yalnızca soyut devralma ve devretme ilişkisinde bu nitelikleri taşırlar. Gerçek yaşamda, her türlü bağımlılık ilişkisi ile karşılıklı olarak bağlanmışlardır. Tüm bu sayısız somut bağımlılık ilişkileri, devlet örgütlenmesinin gerçek temelini oluşturur. Bununla birlikte hukuksal devlet kuramına göre herşey, sanki bunlar yokmuş gibi gelişir. Hukuksal doğru ile tarihsel ve toplumbilimsel araştırmanın amacı olan doğru arasında bir uyumsuzluk olması kaçınılmazdır (151).

Üretim/mübadele ilişkilerinin yarattığı egemenlik ilişkilerinin güvencesi olarak devlet iktidarı hukuksal biçimleri aşan düzenleme biçimlerine sahiptir. Sınıf egemenliği kurulduktan sonra hukuksal özgürlük başlar. Devlet, hukuksal kuruluştaki özgür ilişkinin güvencesidir.

Yetkin devlet kuramlarının yaratılmasından önce burjuvazi devletini uygulamada kurmuştur (152). (…) Burjuva devletinin, (…) daha sonraki tüm yetkinleşimi, pazarda iki mübadeleciden herhangi birinin mübadele ilişkisini kendi gücüyle düzenleyememesini ifade eden tek bir ilkeye indirgenebilir; mal elmenlerininci birbirlerine malik sıfatıyla tanıdıkları karşılıklı güvenceyi cisimleştiren ve meta elmenleri arasındaki mübadele ilişkisinin kurallarını temsil eden bir üçüncü tarafın varlığı (153). (…) Gerçekte burjuvazi, sorunun diğer boyutunu yani sınıflı toplumun sadece, bağımsız mal sahiplerinin karşılaştığı bir pazar olmadığı fakat aynı zamanda, devlet aygıtının çok güçlü bir silah olarak ortaya çıktığı acımasız bir sınıf savaşımının muharebe alanı olduğu gerçeğini de hiçbir zaman kuramsal saflık adına gözden yitirmemiştir. (…) [B]irilerinin ‘özgürlüğü’nün ‘derecesi’ sadece diğerlerinin hâkimiyet derecesine bağlıdır. Birarada yaşama kuralı, birarada yaşama olasılığıyla değil, birilerinin diğerlerine egemenliğiyle belirlenir (154).

Devletin oluşturacağı veya oluşmuş olanı kabul edeceği ve uygulamasını güvence altına alacağı hukuksal biçimlerin sınırı bu egemenliğin güvenceli biçimde sürmesidir.

Hukuk ve Ahlak Düşüncesi

Hukuk ve ahlak aynı temelden gelen aynı ilişkilere yönelen, fakat farklı düzenleme biçimleridir.

Ahlaki varlık, hukuki varlığın zorunlu tamamlayıcısıdır ve her ikisi meta üreticileri arasındaki ilişkinin biçimleridir. Kantçı kesin buyruk, tüm bu tumturaklı sözler, insanın, hukuk alanında yapmaya zorlandığı şeyi ‘özgürce’, yani içsel inançla yerine getirmesine indirgenebilir (161).

Ahlakın niteliğini açıklamak için sınıf egemenliğini gizleyen bir ideoloji olduğu saptamasını yeterli görmeyen Paşukanis, hukuk ve devlet ile ideoloji bağlantısı için yaptığına benzer açıklamalar getirmektedir:

Elbette, ahlaki kişi veya eşit kişi kavramı, gerçekliğe uygun olmayan ideolojik bir oluşumdur. Bencil iktisadi özne kavramı da gerçekliğin, aynı oranda ideolojik bir çarpıtmasıdır. Bununla birlikte bu iki belirlenim, bunu sadece soyut ve dolayısıyla tek yanlı biçimde ifade etse de özgül bir toplumsal ilişki ile uyumludur (160). (…) [Özgürlüğün, sınıf egemenliği ile bağlantılı olması gibi,] ahlaki tumturaklı sözler [de] toplumsal pratiğin ahlaksızlığı ile kopmaz biçimde bağlantılıdır ve ondan beslenir (164). (…) Büyük kapitalist, küçük kapitalisti, kişiliğinin mutlak değerine tecavüz etmeden, ‘iyiniyet’le batırır. Bir kişi olarak işçi, kişi olarak kapitalist ile ‘ilke olarak eşit’tir; bu eşitlik ‘serbest’ iş akdinde ifadesini bulur. Fakat aynı ‘somutlaşmış özgürlük’ten, işçi için, huzur içinde açlıktan ölme olanağı da doğar. Etik biçimin bu ikiyüzlülüğü, talih eseri ve kapitalizmin belli kusurlarıyla belirlenmiş dışsal bir eksiklik değildir. Tersine bizzat etik biçimin ayırdedici temel özelliğidir (164).

Ahlakın açıklanabileceği ve hukukla bağının kurulabileceği özgül toplumsal ilişki üretim/mübadele ilişkileridir. Ahlakın temel kuralı olan insan kişiliğinin eşitliği, emeğin değer yaratıcısı olma özelliği ve emeğin soyut emek gücüne dönüşerek metalaşması ile açıklanmaktadır.

İnsan emeği ürünlerinin birbirleri ile değerler olarak ilişki kurabilmesi için insanların karşılıklı olarak, bağımsız ve eşit bireyler gibi hareket etmesi zorunludur. Bir insan diğerinin iktidarı altında bulunduğunda, yani köle olduğunda, emeği, değerin yaratıcısı ve özü olma niteliğini kaybeder. Marx (…) insan kişiliğinin eşitliği ahlaki düşüncesini, meta biçimine bağlamakta yani bu düşünceyi, tüm insan emeği çeşitlerinin uygulamada eşitlenmesinden çıkarsamaktadır (157).

Dirimsel varlık olarak insan iktisatta, hukukta ve ahlakta farklı biçimler kazanır.

Bencil özne, hukuksal özne ve ahlaki özne, meta üretim toplumunda insanın takınarak ortaya çıktığı üç maskedir (159). (…) Gerçekte, ahlaki özne, yani diğerleriyle eşit bir kişi olarak insan, değer yasası temelindeki mübadelenin önkoşulundan başka birşey değildir. Hukuki özne, yani mal sahibi olarak insan yine aynı önkoşulu temsil etmektedir. Nihayet bu iki belirlenim, insanın bencil iktisadi özne olarak göründüğü bir üçüncüsüne çok sıkı biçimde bağlıdır. Birbirine indirgenemez ve görünüşte çelişkili olan bu üç belirlenim bir bütün olarak değer ilişkisinin, yani üretim sürecinde gerçekleşen insan ilişkilerinin, mübadele konusu ürünlerin nesneleşmiş bir özelliği olarak göründüğü bir ilişkinin gerçekleşmesi için gerekli koşulların tümünü ifade etmektedir (158).

İnsanın bu üç ortaya çıkış biçimi çelişik gibi görünmektedir. Buna karşılık üretim/mübadele ilişkisi bu üç biçimin düzenlemesini gerektirir.

Çelişkiler, diyalektik olarak bir bütünde birleşirler. Mübadeleci, bencil olmak, yani saf iktisadi hesaplarla hareket etmek zorundadır, aksi takdirde, değer ilişkisi, gerekli bir toplumsal ilişki olarak ortaya çıkamaz. Mübadeleci, hak sahibi olmalı, yani özerk karar alma olanağına sahip bulunmalıdır, zira gerçekten de mübadelecinin iradesi ‘mallarda yerleşik’ olmak zorundadır. Nihayet mübadeleci, insan kişiliğinin eşitliği ilkesini cisimleştirir, zira mübadelede tüm emek türleri birbiri içinde eritilmiş ve soyut insan emeğine indirgenmiştir (158).

Hukukun mübadele ilişkilerinin –güvence olan devletin kullandığı- zora dayanan niteliği ile ahlakın özgür seçime dayanan işleyişi arasında çelişki bulunmaktadır.

İki uç nokta (…) dışsal zor ile ‘özgür’ ahlaki ödev. Her zaman olduğu gibi ve burada da mantık sistemindeki bir çelişkiyi, gerçek yaşamdaki, yani ahlak ve hukuk biçimlerini üreten toplumsal çevredeki çelişkiyi yansıtır. Bireysel ile toplumsal, özel ile kamusal arasındaki, tüm çabalarına karşın burjuva hukuk felsefesinin kaldıramadığı çelişki, meta üreticileri toplumu olarak burjuva toplumunun gerçek temelidir (172).

Paşukanis ahlak ile hukuk arasındaki bağlantıyı adalet kavramıyla kurmaktadır.

Adalet kavramının kendisi de mübadele ilişkisinden türetilmiştir ve onun dışında bir anlamı yoktur. Temelde adalet kavramı, (…) insanların eşitliği kavramından farklı birşey içermez. İşte bu nedenle adalet düşüncesinde herhangi bir özerk ve mutlak ölçüt görmek saçmadır. Öte yandan, adalet, etiği hukuka götüren basamaktır. Ahlaki davranış ‘özgür’ olmalıdır, fakat adalet zorla sağlanabilir. Kişiyi ahlaki davranışa yönelten zorlama, kendi varlığını inkâr etmeyi denemiş olur; buna karşılık adalet, açıkça herkesin ‘payına düşer’. Dışsal gerçekleşmeye ve çıkarcı bencil bir etkinliğe izin verir. Etik ve hukuksal biçim arasındaki en önemli temas ve uyumsuzluk noktaları burada yer almaktadır (168).

Sosyalizme özgü bir ahlak yoktur.

Devrim sonrası işçi sınıfının sınıf hukukunun ve sınıf devletinin olmadığını kabul eden Paşukanis aynı sorunla burada da karşılaşıyor: İşçi sınıfına özgü bir ahlak var mıdır? Yanıtı yine olumsuz. Biçim ile içerik bağlantısı Paşukanis’in yanıtında yine belirleyicidir.

Ahlakın, hukukun ve devletin burjuva toplumunun biçimleri olduğu gerçeği akılda tutulmalıdır. İşçi sınıfı bu biçimleri kullanmak zorunda olsa bile, bu durum kesinlikle, onların sosyalist bir içerik alarak gelişmeyi sürdürecekleri anlamına gelmez. Bu biçimler, sosyalist içeriği özümleyemezler; bunlar, söz konusu içerik gerçekleştiği oranda sönümlenmek zorunda kalacaklardır (167).

Kapitalist üretim ilişkileri tam olarak aşılmadığı, üretim/mübadele ilişkilerinin çelişkili niteliği varlığını sürdürdüğü sürece, devlet, hukuk ve ahlak sönümlenme yolunda olsa da varlığını sürdürecektir.

Etiğin sınıfsal içeriği, biçimi kendiliğinden ortadan kaldırmaz. Bireyi sınıfa bağlayan yaşayan bağ, benliğinin sınırları adeta silinecek ve sınıfın çıkarı gerçekten bireyin çıkarıyla özdeş hale gelecek denli güçlü olduğunda, ahlaki bir ödevin yerine getirilmesinden bahsetmek anlamsız hale gelir ve dolayısıyla bu durumda ahlak olgusu hiçbir biçimde mevcut değildir. Fakat çıkarlar arasında böyle bir kaynaşmanın bulunmadığı durumda, kaçınılmaz olarak, kendisinden kaynaklanan tüm yapılarla birlikte soyut ahlaki ödev ilişkisi de ortaya çıkar. ‘Sınıfın için en yararlı olacak biçimde davran’ ilkesi, Kant’ın “genel bir yasa olabilecek biçimde davran” kalıbıyla aynı tınıyı verecektir (166). (…) [Devrim, hukuku, devleti ve ahlakı kendiliğinden işçinin sınıfı ile özdeşleştirmez.] İşçi sınıfı, sadece burjuva devletine ve ahlakına karşı değil, kendi öz devletine ve ahlakına karşı da serinkanlı bir eleştirel tavra sahip olmak zorundadır. Başka bir ifadeyle işçi sınıfı, bu biçimlerin varlıklarının ve aynı zamanda yok oluşlarının tarihsel zorunluluğunun bilincinde olmalıdır (168).

Hukuk ve Hukukun İhlali

Hukukun ihlali hukuk düzenine yabancı, onunla yapısal olarak uyumsuz değildir. Üretim/mübadele ilişkilerinde oluşan ve daha sonra hukuksal biçim halini alan normal düzensizlikten türemiştir. İhlal bir sapma, hukukun bozulması değil, hukukun niteliğidir.

Tarihsel olarak hukuksal ilişki, özgül niteliğini, özellikle hukukun ihlali ile olan ilişkide kazanır. Hırsızlık kavramı, mülkiyet kavramından daha erken ortaya çıkmıştır. Borç vermeden doğan hukuki ilişkiler, borçlunun borcunu ödemek istememesi durumuna göre belirlenmiştir. (…) [B]aşlangıçta normal olan belirlenmemişti, açıkçası yoktu (176).

Hukukun oluşumunda, üretim/mübadele ilişkilerinin hukuksal biçimler almasında belirleyici olan “ilişkilerin normal biçiminin parçalanması ve bundan kaynaklanan çatışmalar[dır]” (176). Hukuksal biçim çekişme/çatışmanın tanımlanması ve çözülme yöntemlerinin geliştirilmesi ile oluşturulmuştur.

Somut insanın eylemlerinin hukuksal tarafın, yani bir hukuksal öznenin işlemlerine dönüşmesi davada açıkça ortaya çıkar. Muhakeme sürecinin [davanın –OK] dramatik niteliği, gerçek dünyanın yanı başında, algılanabilir bir özgül hukuksal varoluş yaratmıştır (177). (…) On iki Levha Kanunları, muhakemenin başlatılmasına ilişkin kuralla başlar: ‘Si in ius vocat [ito]. Ni it, antestamino: igitur em capito (Bir kimse yasal yöntemlere göre mahkemeye çağrıldığında, gitmelidir; gitmezse, bu tanıklarla saptanır ve tutularak getirilir) (175).

Paşukanis’in açıklayıcı olarak kabul ettiği, normal ilişkilerin ihlalinden doğan çatışmalar alelade çıkar çatışmaları değil, üretimin ve mübadelenin niteliğinden kaynaklanan, başat çelişkilerden kaynaklanan çatışmalardır.

Üretim/mübadele ilişkilerinden kaynaklanan çatışmaların hukuki biçimleri yaratması özel hukukun açıklayıcısı olduğu gibi ceza hukukunun da açıklayıcısıdır. Paşukanis ceza düzenin ihlali ile özel çıkarların çatışmasıyla oluşan ihlalleri aynı kökene dayandırmaktadır. Sönümlenmeci ekolün ılımlı kanadı ise ceza hukukunun mübadele ilişkileri ile açıklanamayacağını savunuyordu.

Paşukanis özel hukuku ihlal ile açıkladıktan sonra ihlalin en gelişkin biçimi olarak suçun temel kavram olduğu ceza hukukunu açıklamaya geçiyor.

Özel hukuk, bizatihi hukuksal biçimin genel varlık koşullarını en doğrudan biçimde yansıtıyorsa ceza hukuku da hukuksal ilişkinin en yüksek yoğunluğa erişmesini temsil eder (176). (…) Genel olarak hukuk gibi, ceza hukuku da özerk özel çıkarların taşıyıcısı veya ideal mal sahipleri olan yalıtık bencil özneler arasındaki ilişkilerin bir biçimidir (199). (…) Suç ve ceza kavramları, (…) hukuksal biçimin, ancak genel olarak hukuksal üstyapının sönümlenmeye başlamasıyla kurtulabileceğimiz zorunlu belirlenimleridir (199).

Ceza hukukunun en soyut biçimleri olan suç ve ceza da mübadele ilişkileri ile açıklanabilir.

Tamamen hukuksal ilk kavram olan eşdeğer kavramı, kaynağını, meta biçiminde bulur. Suç, dolaşımın özel bir türü, mübadele ilişkisinin, yani akdi ilişkinin sonradan, başka bir ifadeyle taraflardan birisinin keyfi eyleminden sonra kurulduğu özel bir türü olarak değerlendirilebilir (178).

Dirimsel bir varlık olarak insan için cezalandırmanın kökeninde özsavunma ve öç alma bulunsa da üretim/mübadele ilişkileri içindeki bencil öznenin hukuksal biçimlenişiyle suç, ceza, ceza yargılaması kavramları ortaya çıkar.

Özsavunma, hayvansal hayatın en doğal olayıdır ve canlının sadece bireysel tepkisi biçiminde olduğu gibi bir topluluğun ortaklaşa tepkisi şeklinde de görülebilir. (…) Modern insan için öç alma fikri bir eşdeğerle giderim fikrine sıkı sıkıya bağlı[dır] (179). (…) Hukuksal düşüncenin, yani bir eşdeğer düşüncesinin açık ve kesin biçimde belirmesi ve nesnel olarak gerçekleşmesi ancak iktisadi gelişimin, bu eşdeğer biçiminin, mübadeledeki eşdeğer gibi geleneksel hale geldiği aşamasıyla olur (179). (…) Sırf biyolojik bir olgu olan öç alma, eşdeğerlerin mübadelesi biçimine, değerlerle ölçülen mübadele biçimine bağlanır bağlanmaz hukuksal bir kuruma dönüşür (180). (…) Diğer fiziksel şiddet araçlarının yanısıra cezaevleri ve hücreler, İlkçağ ve Ortaçağda da mevcuttu. Fakat insanlar buralarda genellikle ölünceye veya fidyelerini ödeyinceye kadar tutuluyordu. İşlenen suçun belli bir miktar özgürlük karşılığında tazmin edilebileceği fikrinin gelişebilmesi için, tüm somut toplumsal zenginlik biçimlerinin en soyut ve yalın biçime, zamanla ölçülen insan emeğine indirgenmiş olması gerekiyordu (191). (…) Mahkeme kararı ile belirli bir süre hürriyetten mahrumiyet, modern, yani burjuva-kapitalist ceza hukukunun, eşdeğer tazmin ilkesini gerçekleştirdiği özgül biçimdir. Bu biçim, soyut insan ve zamanla ölçülebilen soyut insan emeği tasarımıyla derinden fakat bilinçsizce bağlıdır (191).

Devrim Sonrası Ceza Hukuku

Ceza hukuku, tüm hukukun kaderinden bağımsız bir geleceğe sahip değildir. Devlet ve hukuk devrim sonrası üretim/mübadele ilişkilerinin dönüştürülmesiyle sönümlenip gidecektir. Paşukanis bu konuda çok nettir. Ceza hukuku konusunda ayrı bir vurgusu daha bulunmaktadır. Sovyet yasalarında ceza hukuku terminolojisi değiştirilmiştir. Paşukanis devrim sonrası ceza hukuku kavramlarındaki değişimin, ilgili ilişkilerin sönümlenmekte olduğunu göstermeyeceği saptamasını da yapmaktadır. Zira üretim ve mübadele hala meta biçimine dayanmaktadır.

Meta biçimi ve ondan kaynaklanan hukuksal biçim topluma damgasını vurmayı sürdürdükçe, hukuk dışı bakış açısına göre tamamıyla anlamsız olan, her suçun ağırlığının, ay ve yıl olarak hapis şeklinde tartılıp ifade edilebilmesi düşüncesi, adli uygulamadaki gücünü ve gerçek önemini koruyacaktır (195).

1919 yılında cezanın temeli olarak kusurluluk ilkesini reddeden ve cezanın kendisini de bir kusurun tazmini olarak değil fakat yalnızca savunma tedbiri olarak belirleyen düzenlemeler yapılmış, 1922 tarihli Ceza Kanunu’nda da kusurluluk kavramı terk edilmiştir. Ders kitapları da bu yönde değiştirilmiştir. Ceza kavramı yerine “toplumsal savunmanın adli-düzeltici önlemleri” adlandırması kullanılmaya başlamıştır. Paşukanis bu değişimin temsili bir değeri bulunduğunu gerçek bir değişiklik yaratmayacağını savunmaktadır.

Terimlerdeki değişiklik, konunun özünde bir değişiklik yaratmaz. (…) Böylesi bir terimsel değişimin, şüphesiz belli bir temsili değeri bulunmaktadır. Fakat sorun, temsillerle tatmin edici biçimde çözülmez (196). (…) Elbette bizim gelişimimiz de bu yönde ilerlemektedir ve ilerleyecektir. Bununla birlikte, geçici olarak, toplumsal savunma önlemlerinden bahsederken ‘muhakeme’ terimi üzerinde vurgu yapmamız gerektiği ve somut muhakeme ve ceza kanunu biçimleri varlıklarını sürdürdüğü sürece, terimsel değişim büyük oranda sırf biçimsel bir reform olarak kalacaktır (196).

Kapitalist üretim/mübadele ilişkileri aşılırken sönümlenecek olan ceza hukukunun işlev ve biçim değişikliği teknik düzenlemeye dönüşme yönünde olacaktır.

Cezanın, tazmin niteliğinden, toplumsal savunmanın uygun tedbiri olmaya ve toplumsal olarak tehlikeli bireylerin yeniden eğitilmesine dönüştürülmesi, sadece saf muhakeme alanının dışında yer almayan, aynı zamanda, başarısı durumunda muhakemeyi ve mahkeme kararını da tamamen gereksiz hale getiren bir örgütlenme görevinin yerine getirilmesini gerektirir. Bu görev tamamen yerine getirildiğinde, yeniden eğitme, artık herhangi bir ‘suçu’ müeyyidelendiren bir mahkeme kararının basit bir ‘adli sonucu’ olmayacak, fakat tıbbi ve eğitbilimsel nitelikte, tamamen özerk bir toplumsal işleve dönüşecektir (196). (…) Toplumsal savunma ilkesinin düzenli uygulanması, ayrı bir suçlar (ve mantıksal olarak bunlara bağlı, yasa veya mahkemece belirlenmiş cezai tedbirler) derlemesi yaratılmasını değil, fakat, toplumsal olarak tehlikeli durumları gösteren belirtilerin açık bir tanımını ve toplumu korumak için her bir özel durumda uygulanacak yöntemlerin açık ve ayrıntılı biçimde hazırlanmasını gerektirir (197).

Hukuk biçimlerinin, yerlerini bilimsel teknik düzenleme biçimlerine terk etmesi Paşukanis sönümlenme anlayışının temelini oluşturur.

Kamu Hukuku-Özel Hukuk Ayrımı

Kamu hukuku-özel hukuk ayrımı hukuk disiplinleri arasındaki bölünmeye ilişkin teknik bir tartışma olmaktan çok hukukun geleceğine ilişkin bir konudur.

Üretim araçlarının özel mülkiyeti ve bunun sonucu olan artı ürüne elkoyma ayrıcalığı ile üretimin tamamen toplumsallaşması arasındaki çelişkiden kaynaklanan çatışmalar hukuksal düzenleme biçiminin varlık nedenidir. Bu çelişki aşıldığında bundan türeyen temel çıkar çatışmaları da ortadan kalkacaktır. “Hukuksal biçimin ve hukuksal ideolojinin ortadan kaldırılmasının gerçek koşulu, bireysel çıkarla toplumsal çıkar arasındaki karşıtlığın aşıldığı bir toplumsal durumdur” (103). Bu durumda mübadele ilişkilerinin düzenleme ilkelerinden farklılaşan bir hukuksal biçimi anlatan kamu hukukunun, hukukun sönümlenmesinin aşamalarında belirleyici olacağı, özel hukuk ilişkilerinin bir kısmının kamu hukuku biçimleri alarak sönümlenme yoluna gireceğini öngörebiliriz.

Paşukanis kamu hukuku ile yalnızca devletin zor kullanma tekelinden kaynaklanan ilişkilerin hukuki biçimini anlamamaktadır. Hatta devletin hukuksal kavramlaştırılmasının hiçbir zaman bir kuram haline gelememiş olduğunu ve gerçekliğin ideolojik deformasyonu olarak kaldığını düşünmektedir (94). Buna karşılık Paşukanis, kamu hukukunun insanın hukuk öznesine dönüşmesinin farklı bir biçimi olduğunu fark etmiş, ancak bu konuda ilerlememiştir. Paşukanis, kamu hukuku biçimlerinin kaynaklandığı ve düzenlediği toplumsal ilişkileri doğru biçimde saptamaktadır.

Hukukun, özel ve kamu olarak bölünmesi, pek çok özgül sorun doğurur; çünkü, sivil toplumun üyesi olarak bencil insanın çıkarı ile siyasal bütünlüğün soyut genel yararı arasındaki sınır ancak soyutlama düzeyinde belirlenebilir. Gerçekte bu alanlar, içiçe geçmiştir (abç.) (101).

İnsan üretim/mübadele ilişkilerinde bencil iktisadi özne, bunların hukuksal biçim kazanmasında hukuk öznesi (kişi), siyasal alanın oluşumunda ise yurttaştır. Böyle bir saptama Paşukanis’te bulunmamaktadır. Kamu hukuku biçimlerinin kaynağı ve yöneldiği alana ilişkin saptamasını derinleştirmemiş, kamu hukukunun zayıflığını vurgulamıştır: “(…) [K]amu hukuku kuramları, gülünç sayılabilecek derecede zorlama, yapay ve tek yanlı kurgularla doluyken, özel hukuk, yalınlığı, açıklığı ve olgunluğu ile belirginleşir (102).”

Siyasal alandaki toplumsal ilişkilerin hukuksal biçim kazanması özel hukuk biçimlerinin kullanılmasıyla gerçekleşmektedir, bunun dışında bir yol yoktur. “Kamu hukuku, özel hukuk biçiminin siyasal alandaki yansımasından başka birşey değildir veya genel olarak, hukuk olma niteliğine sahip değildir” (103). Bununla birlikte en önemli özelliği, özel hukuk biçimlerinin kamu hukukunda bozularak kullanılmasıdır. Üretim/mübadele ilişkileri siyasal alanın müdahalesi ve özellikleriyle bozulduğu/dönüştürüldüğü/geliştirildiği oranda özel hukuktan alınan biçimler de kamu hukukunda yeni nitelikler kazanır. “‘Kamu hukuku’ kavramı, ancak hareketi içinde, kendini karşıtıyla tanımlayıp özel hukuku ittiği ve yine kendi çekim merkezi olarak özel hukuka döndüğü hareketi içinde gelişebilir” (105). Ayrıca Paşukanis hukuksal biçimin ayırt edici özelliğinin kamu hukuku-özel hukuk karşıtlığı olduğunu savunmaktadır. “Hukukun kamu hukuku ve özel hukuk olarak bölünmesi, hem tarihi ve hem de mantıki açıdan hukuksal biçimi belirler” (105). Bu durumda, tırnak içine alarak hukuk nitelemesi yaptığı kamu hukukunun gelişimi aynı zamanda hukuksal biçimin sönümlenme sürecinin bir aşaması olacaktır. “Hukuksal biçimin ve hukuksal ideolojinin ortadan kaldırılmasının gerçek koşulu, bireysel çıkarla toplumsal çıkar arasındaki karşıtlığın aşıldığı bir toplumsal durumdur” (103).

Sonuç: Sönümlenmeci Kuramın Olanakları

Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm kitabının özet-incelemesini yapmakla yetindik. Paşukanis’in diğer çalışmaları da Türkçeye çevrilmeyi ve tartışılmayı bekliyor. Daha da önemlisi hukuk biçimini almış toplumsal ilişkilerin anlaşılması, hukuksal biçimlerin çözümlenebilmesi, toplumsal gerçekliğin kavranmasında hukukun ve hukukçuların yarattığı çifte dolayımın aşılabilmesi için Hukuk Genel Kuramı’nın olanaklarınıncii incelenmesi ve işlenmesi de gerekiyor.

Paşukanis hukuk kuramcısı olduğu kadar devrimci siyasal yapının oluşumunda görev alan bir uygulamacıydı. İşçi sınıfına, kendisine ait olduğunu düşünse de devletine ve hukukuna karşı serinkanlı bir eleştirel tavır içinde olmasını salık vermişti. Bu öneriyi kendisinin gerçekleştirebildiğini söyleyebilmek olanaklı değil. Yine de günümüze hukukta sönümlenmeci kuramı kaldı.

Sönümlenmeci hukuk kuramı Paşukanis’in Hukuk Genel Kuramı’nı temel alan çalışmalarla geliştirilecektir.

Devlet ve hukuk ebedi biçimler değildir. Bunların insanlık tarihinden silinmesinin başlangıcı devrim anı olmadığı gibi ortadan kalkacakları gün için de bir tarih veya aşama verilemez. Kapitalizm içinde de hukukun sönümlenmeye doğru yönelmesi olanaklıdır. Kapitalist toplumsal formasyonda, mübadele ilişkilerinin egemen sınıflar lehine, belki de çoğunlukla onlar lehine veya emekçi sınıflar lehine kısmen de olsa bozulduğu, geriletildiği ve aşıldığı alanların hukuki biçimler kazanmasına özel olarak çalışılmalı; ortaya çıkmış bu biçimler, sapmalar, bozukluklar, istisnalar ve daha da önemlisi düzenin basit tavizleri olarak hor görülmemelidir. İnsanlık biriktirir. Nitel bir patlama olan devrim, nicel birikimlere dayanır. Bir ihtilal olarak kalmayıp inkılap olacaksa, devrimleşecekse, hedef aşamalılık değil oluştur. “Devrimci siyasi faaliyet pek çok güçlüğü aşmak zorundadır: henüz bugün var olmayanı gelecekte gerçekleştirebilir, fakat geçmişte gerçekten var olmayanı bir çırpıda ortaya çıkaramaz” (s. 86).

Hukukun Marksist yönteme dayanan araştırması hukukun sınıf egemenliğinin aracı olduğu saptamasıyla yetinmemelidir. Hukuksal biçimler egemenlik ilişkilerindeki işlevinin yanısıra, biçim verdiği mübadele ilişkileri ile bunların türediği üretim ilişkileri, sermaye birikimi ve genel olarak kapitalist toplumsal formasyonun kurucu unsurları ile bağlantısı içinde incelenmelidir. Ancak bu yöntemle hukuksal biçimlerin sınıf egemenliğindeki destekleme ve gizleme işlevinin kökenlerini, çalışma mantığını anlayabileceğimiz gibi hukuksal biçimlerin yarattığı mücadele olanaklarını ve dönüşüm potansiyellerini de kavrayabiliriz.

Bazı hukuksal biçimler/kurumlar/kavramlar çöpe atılacak, bazıları zayıflatılacak, kimileri eğilip bükülerek bozulacak, bunlar olanaklı olmadığında sönümlenme olanağı olan yeni biçimler yaratılacaktır. Bütün bunlar kapitalizmin temel çelişkisinin, üretimin (dağıtım ve tüketimin) son derece toplumsallaşmış yöntemlerle örgütleniyor oluşu ile kendilerine artı değere el koyma “hakkı” veren üretim araçlarının az sayıda kişinin özel mülkiyetinde oluşu arasındaki çelişkinin yarattığı olanaklar zemininde sınıfsal/siyasal mücadele ile gerçekleşecektir. Söz konusu çelişki kişi ve sözleşme hukuki biçimlerini yıpratmakta, mevcut fakat zayıf kamu kavramının kullanım olanaklarını yaratmaktadır. Değişim değerinin soyut taşıyıcısı hak ehliyetine sahip hukuk öznesi kişi, nesneler meta niteliğini yitirip toplumsal/dirimsel ihtiyaçların gerçek karşılayıcısı olan ürünlere dönüştükleri, kullanım değerini temsil ettikleri oranda gerçek insana dönüşecek, emeğin ve nesnelerin kullanım değerini örgütleyen özne de devlet değil kamu olacaktır. Hukukçu kendi sonunu hazırlayan yeni bir düzenleme biçiminin araçlarını ve biçimlerini, kullanmakta olduğu biçimlerde aramaya başlamalıdır.

Kaynakça

Arthur, C. J. (2003) “Editor’s Introduction”, E. B. Pashukanis, The General Theory of Law & Marxism, İkinci Baskı, New Jersey: Transaction Publishers.

Beirne, Piers ve Robert Sharlet (1980) “Editor’s Introduction”, Selected Writings on Marxism and Law, London ve New York: Academic Press Inc., s. 273-301.

Butler, Willam E. (1976) “Soviet International Legal Education: The Pasukanis Syllabus”, Review of Socialist Law, s. 79-102.

Fuller, Leon L. (1949) “Pashukanis and Vyshinsky: A Study in the Development of Marxian Legal Theory”, Michigan Law Review, Sayı 47, s. 1157-1166.

Goldman, Wendy Z. (1993) Women, the State and Revolution: Soviet Family Policy and Social Life, 1917-1936, Cambridge: Cambridge University Press.

Hazard, John N. (1957) “Pashukanis is no Traitor”, American Society of International Law, Cilt 51, Sayı 2, s. 385-388.

Hazard, John N. (1980) “Foreword to Evgeny Pashukanis”, P. Beirne ve R. Sharlet (eds.) Selected Writings on Marxism and Law, London ve New York: Academic Press Inc., s. 273-301.

Hazard, John N. (2003) “Tarihsel Deney: Ekim Devrimi Sonrası Sovyet Hukuk Kuramının Oluşumu”, Çeviren Onur Karahanoğulları, Praksis, Sayı 10, s. 279-300.

Head, Michael (2001) “The Passionate Legal Debates of the Early Years of the Russian Revolution”, Canadian Journal of Law and Jurisprudence, Vol. XIV, No. 1, s. 3-27.

Head, Michael (2004) “The Rise and Fall of a Soviet Jurist: Evgeny Pashukanis and Stalinism”, Canadian Journal of Law and Jurisprudence, Vol. XVII, No. 2, s. 269-294.

Head, Michael (2008) Evgeny Pashukanis, A Critial Reappraisal, Oxfordshire: Routledge-Cavendish.

Huskey, Eugene (1991) From Legal Nihilism to Pravovoe Gosudarstvo: Soviet Legal Development, 1917-1990, Washington, D.C.: The National Council for Soviet and East European Research.

Kamenka, Eugene ve Alice Erh-soon Tay (1970) “The Life and Afterlife of a Bolshevik Jurist”, Problems of Communism, Cilt XIX, s. 72-79.

Koen, R. (2011) “In Defence of Pashukanism”, PER/PELJ, Cilt 14, Sayı 4, s. 104-169.

Lefebvre, Henri (1947) Logique formelle, Logique dialectique, Paris: Éditions anthropos.

Loiseau, Léon (2002) “Directions pour une Approche Marxiste du Droit: La Théorie général du droit d’E.B. Pachukanis”, Actuel Marx en ligne, Sayı 16, s. 1-53.

Ludwikowski, Rett R. (1987) “Socialist Legal Theory in the Post-Pashukanis Era”, Boston College International and Comparative Law Review, Cilt 10, Sayı 8, s.323-342.

Marx, Karl (1983) “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş (1857)”, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Beşinci Basım, Ankara: Sol Yayınları, s. 237-246.

Milovanovic, Dragan (2003) “Introduction to the Transaction Edition”, E. B. Pashukanis, The General Theory of Law & Marxism, İkinci Baskı, New Jersey: Transaction Publishers.

Pashukanis, E. B. (1951) The General Theory of Law and Marxism, J. Hazard (ed.) Soviet Legal Philosophy, Translated by Hugh W. Babb, Cambridge: Harvard University Press.

Pašukanis, Evgeny B. (1970) La Théorie générale du droit et le marxisme, Traduction de Jean-Marie Brohm, Paris: Études et documentation internationales (ÉDI).

Pašukanis, Evgeny B. (2011) Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm, Çeviren Onur Karahanoğulları, İkinci Baskı, İstanbul: Birikim Yayınları.

Powel, Stephen J. (1967/1968) “The Legal Nihilism of Pashukanis”, Florida Law Review, Sayı XX.

Sharlet, Robert (1977) “Stalinism and Soviet Legal Culture”, Robert C. Tucker (ed.) Stalinism, Essays in Historical Interpretation, New York: Norton.

i Evgeny B. Pašukanis (1970) La Théorie générale du droit et le marxisme, Traduction de Jean-Marie Brohm, Paris: Études et documentation internationales (ÉDI); küçük boy, 176 sayfalık bir kitap. Jean-Marie Vincent’in ve Karl Korsch’un sunuşlarını çıkarırsak Paşukanis’in metni 150 sayfa kadar.

ii Evgeny B. Pašukanis (2011) Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm, Çeviren Onur Karahanoğulları, İkinci Baskı, İstanbul: Birikim Yayınları (Birinci Baskı, Haziran 2002). “Hukuk Genel Kuramı ve Marksizm” kitabın adı için daha uygun bir çeviri olabilirdi, ancak yayınevi tarafından benimsenmemiştir. Bu yazıda kitap Hukuk Genel Kuramı olarak anılacaktır.

iii Gerek Fransızca çeviri gerekse buna dayanan Türkçe çeviri ikinci baskıyı temel almaktadır. Kitabın üçüncü baskısının İngilizcesi için bkz. E. B. Pashukanis (1951) The General Theory of Law and Marxism, J. Hazard (ed.) Soviet Legal Philosophy, Translated by Hugh W. Babb, Cambridge: Harvard University Press.

iv Novaya Ekonomicheskaya Politika, en.

v 2002 yılında 1000 adet olarak basılan kitabın ancak 2011 yılında ikinci baskısını yapabilmesi kitabın tanınmadığını, okunmasının güç olduğunu, yararlı bulunmadığını veya hukukçuların Marksizmin hukuku anlamakla ilgili olamayacağını düşündüklerini gösterebilir.

vi Böyle bir yaklaşıma sahip ve Paşukanis’in Hukuk Genel Kuramı eseri hakkındaki en geniş inceleme için bkz. Léon Loiseau (2002) “Directions pour une Approche Marxiste du Droit: La Théorie général du droit d’E.B. Pachukanis”, Actuel Marx en ligne, Sayı 16; Paşukanizm yaratmaya çalışan ve güçlü sonuçlara varan bir çalışma için bkz. R. Koen (2011) “In Defence of Pashukanism”, PER/PELJ, Cilt 14, Sayı 4.

vii Adın Rusça yazımı, Евгений Брониславович Пашуканис; ISO 9 koduyla çevirimyazımı, Evgenij Bronislavovič Pašukanis; İngilizce’de yaygın yazımı, Evgeny Bronislavovich Pashukanis.

viii C. J. Arthur (2003) “Editor’s Introduction”, E. B. Pashukanis, The General Theory of Law & Marxism, İkinci Baskı, New Jersey: Transaction Publishers içinde, s. 10.

ix Eugene Kamenka ve Alice Erh-soon Tay (1970) “The Life and Afterlife of a Bolshevik Jurist”, Problems of Communism, Cilt XIX, s. 72-79. Yazarlar Paşukanis hakkındaki bu bilgilerin bir bölümünün, Mart 1968’de yapılan anma toplantısında Ratner tarafından yapılan konuşmanın basılı metninden alındığını belirtmektedirler (s. 73/dpn. 2).

x Michael Head (2004) “The Rise and Fall of a Soviet Jurist: Evgeny Pashukanis and Stalinism”, Canadian Journal of Law and Jurisprudence, Vol. XVII, No. 2, s. 275.

xi Peter Stuçka (1865-1932), Letonyalı Sovyet siyaset adamı, en.

xii Willam E. Butler (1976) “Soviet International Legal Education: The Pasukanis Syllabus”, Review of Socialist Law, s. 82, s. 79-102; Hazard tarafından Paşukanis’in temel eserlerinden sayılan 1935 tarihli Uluslararası Hukuk İncelemeleri adlı bir kitabı da bulunmaktadır; John N. Hazard (1957) “Pashukanis is no Traitor”, American Society of International Law, Cilt 51, Sayı 2, s. 387.

xiii Head, “Stuçka’yı geride bırakarak” saptamasını eklemektedir. Head, “The Rise and Fall of a Soviet Jurist…”, s. 276

xiv Head, “The Rise and Fall of a Soviet Jurist…”, s. 275

xv Meta mübadelesi kuramı adlandırmasına rastladığımız ilk kaynak 1949 yılına ait. Fuller, kaynak göstermeden Paşukanis’in kuramının bu biçimde adlandırıldığını saptıyor; Leon L. Fuller (1949) “Pashukanis and Vyshinsky: A Study in the Development of Marxian Legal Theory”, Michigan Law Review, Sayı 47, s. 1159 (1157-1166). Fuller’ın kitaba ilişkin saptamaları övgü dolu: “Paşukanis bu kısa kitabında meta mübadelesi olarak adlandırılan Marksist hukuk kuramını açıklık ve tutarlılıkla geliştiriyor. Çalışması Marksizmin en iyi geleneği içinde. (…) Bu, temel tezine ikna olmasa da açık düşünceli her akademisyenin yararlanabileceği bir çalışma.”

xvi “14 Ağustos 1865’te Riga’da, çiftçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Stuçka, yirmili yaşlarına girdiğinde devrimci etkinlikte bulunmaya başlamıştı. 1888-1897 yılları arasında Letonya Sosyal Demokrat Gazetesi’nin editörlüğünü yürüttü. 1897 yılında Gazetesi kapatıldığında, Yukarı Volga’da Vyatka Guberniya’ya beş yıllık sürgüne gönderildi. Sürgünden sonra siyasal faaliyetlerine döndü ve 1907 yılında Petersburg’a geçti. 1917 yılında Çar’ın tahtan çekilmesiyle Petrograd Sovyeti’ne girdi. Mart 1918’de yeni Cumhuriyetin Adalet Komiseri oldu. (…) Stuçka, Sovyet yazarları tarafından Bolşevik amaçlara hasım olduğu düşünülen Adalet Komiserliğini bir kriz döneminde devralmıştır. … Stuçka görevi sırasında Komünist Akademi’nin Devlet ve Hukuk Genel Kuramı Bölümünü örgütlemiştir. Bu bölüm, 1929 yılında Komünist Akademi’nin Sovyet Kuruluş ve Hukuk Enstitüsü’ne dönüşecek, 1937 yılında da yeniden isim değiştirerek SSCB Bilimler Akademisi Hukuk Enstitüsü adını alacaktır.”, John N. Hazard (2003) “Tarihsel Deney: Ekim Devrimi Sonrası Sovyet Hukuk Kuramının Oluşumu”, Çeviren Onur Karahanoğulları, Praksis, Sayı 10, s. 279-300.

xvii Robert Sharlet (1977) “Stalinism and Soviet Legal Culture”, Robert C. Tucker (ed.) Stalinism, Essays in Historical Interpretation, New York: Norton içinde, s. 168/dn. 32.

xviii Dragan Milovanovic (2003) “Introduction to the Transaction Edition”, E. B. Pashukanis, The General Theory of Law & Marxism, İkinci Baskı, New Jersey: Transaction Publishers içinde, s. xvi.

xix Sharlet, “Stalinism and Soviet Legal Culture”, s. 170/dn. 40.

xx Sharlet, a.g.m., s. 174/dn. 53.

xxi Sharlet, a.g.m., s. 172.

xxii Wendy Z. Goldman (1993) Women, the State and Revolution: Soviet Family Policy and Social Life, 1917-1936, Cambridge: Cambridge University Press, s. 340.

xxiii Sharlet, “Stalinism and Soviet Legal Culture”, s. 170.

xxiv Sharlet, a.g.m., s. 171; Sharlet bu bilgileri, 1934-1937 yılları arasında Moskova’da hukuk eğitimi alan John N. Hazard’ın ders notlarından, o dönemdeki ders programlarından ve ders kitaplarından derlemiştir.

xxv Sharlet, a.g.m., s. 172.

xxvi Sharlet, a.g.m., s. 175.

xxvii Sharlet, loc cit..

xxviii “1917 ve 1936 arasında aile konusunda resmi Sovyet siyaseti yüz seksen derecelik bir dönüş yaşadı. Bireysel özgürlüğe ve ailenin sönümlenip gideceğine yönelik başlardaki inanca rağmen dönem ailenin baskıcı biçimde güçlendirilmesi ile kapandı. Benzer yön değişikliği devlet ve hukukta da oldu. 1936 yılında gazeteler güçlü Sovyet ailesi, güçlü devlet ve gelişkin kanunlar için propaganda yapıyordu. Sosyalist aile, sosyalist hukuk ve sosyalist devlet partinin kutsal üçlemesi haline gelmişti.”; Goldman, Women, the State and Revolution…, s. 337-338.

xxix Sharlet, “Stalinism and Soviet Legal Culture”, s. 175.

xxx Sharlet, a.g.m., s. 176.

xxxi Sharlet, loc cit..

xxxii Sharlet, a.g.m., s. 177.

xxxiii Sharlet, loc cit..

xxxiv Vişinski ve yandaşlarının Paşukanis ve yandaşlarına tasfiye sonrası yönelttiği suçlamalar için bkz. Hazard, “Tarihsel Deney…”, s. 293-300.

xxxv Sharlet, a.g.m..

xxxvi Makalelerinin yanısıra bkz. Michael Head (2008) Evgeny Pashukanis, A Critial Reappraisal, Oxfordshire: Routledge-Cavendish; Paşukanis’in eserlerinin İngilizcelerini internette bulmak olanaklı.

xxxvii Head’e göre, Paşukanis’in Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm kitabının (1924) “hemen hemen hiç NEP’ye gönderme yapmasa da 1921’de ilan edilen NEP’nin kavramlarıyla ve gerekleriyle biçimlendiğinde şüphe yoktur.” NEP’nin serbest piyasa ilişkilerine yönelik tavizleri Paşukanis’i hukuku, burjuva hukuku ile eşleme konusunda yüreklendirmiştir; Head, “The Rise and Fall of a Soviet Jurist…”, s.273. Paşukanis’in hukuk anlayışı, mülkiyet hakkını korumasıyla, NEP döneminin resmi hukuk anlayışı haline gelmiştir; Head, loc cit..

xxxviii Head, Pasukanis’in Batılı yazarlarca anti-Stalinist olarak nitelendirilmeye çalışılmasını da eleştirmektedir. Head’e göre bu yazarlar “Vişinski gibi Stalin’in baltaları karşısında Paşukanis’i daha ortodoks, hakiki, entelektüel veya daha insancıl bir Marksist” olarak tanımlamaya çalışmaktadır ki bu gerçekçi değildir; Head, a.g.m., s. 272.

xxxix Head, Paşukanis’i anlayabilmek için yazıları ile Sovyet tarihindeki dönüm noktaları arasında bağlantılar kurmak gerektiğini savunmaktadır: i) 1921’de kabul edilen Yeni Ekonomik Politika (NEP), ii) 1923’ün sonundan başlayarak Sol Muhalefete karşı mücadele, iii) 1924’te Stalin’in “Tek Ülkede Sosyalizm” programını ilan etmesi, iv) 1920’lerin sonunda Stalin’in sanayileşme ve tarımda kolektifleştirme konusundaki sola dönüşü, v) 1930’ların ortasında Stalin’in “aşağıdan devrim” stratejisini terk etmesi ve Büyük Temizlik’in en yüksek noktasına ulaşması. Head bu değişimler ile Paşukanis’in siyasal konumlanışının ve kuramsal vargılarının tam olarak uyuştuğunu iddia etmektedir. Head’e göre her temel siyaset değişimi Paşukanis’in siyasal ve kuramsal kabullerini de değiştirmiştir; Head, loc cit..

xl Sharlet, a.g.m., s.158; bu paragrafta bahsi geçen tarihsel gelişmelerin tamamı Sharlet’ten özetlenmiştir.

xli Eugene Huskey (1991) From Legal Nihilism to Pravovoe Gosudarstvo: Soviet Legal Development, 1917-1990, Washington, D.C.: The National Council for Soviet and East European Research, s. 4.

xlii Huskey, a.g.e., s. 5

xliii Huskey, loc cit..

xliv Huskey, loc. cit..

xlv Sharlet, loc cit.; bu paragrafta değinilen tarihsel gelişmelerin tamamı Sharlet’ten özetlenmiştir.

xlvi Huskey, a,g,e., s. 7.

xlvii Aktaran Sharlet, a.g.m., s. 160.

xlviii Sharlet, loc cit..

xlix Huskey, a.g.e., s. 8.

l Huskey, a.g.e., s. 9; Hazard, Moskova Sovyet Hukuk Enstitüsü’ndeki öğrencilik yıllarındaki Paşukanis’e ilişkin anılarını aktardığı yazısında, Paşukanis’in SSCB içinde çok büyük bir etkiye sahip olduğunu saptamaktadır. Hazard’ın saptaması yalnızca hukuk çevresindeki etkiye ilişkin değildir. Hazard’ın anılarına göre Paşukanis, Enstitü’ye nadiren, yalnızca ders vermeye gelirdi. Enstitü öğretim üyelerinin büyük çoğunluğu, onun meta mübadelesi kuramına bağlı tilmizleriydi; John N. Hazard (1980) “Foreword to Evgeny Pashukanis”, P. Beirne ve R. Sharlet (ed.) Selected Writings on Marxism and Law, London ve New York: Academic Press Inc., s. 273-301 (İntenet yayımı “Memories of Pasukanis” başlığı ile yapılmıştır).

li Huskey, a.g.e., s. 10.

lii Sharlet, a.g.m., s. 160.

liii Sharlet, a.g.m., s. 161.

liv Sharlet, loc cit..

lv Sharlet, a.g.m., s. 162.

lvi Sharlet, a.g.m., s. 168/dn. 32.

lvii Sharlet, a.g.m., s. 162.

lviii Sharlet, loc cit..

lix Huskey, a.g.e., s. 10.

lx Aktaran Sharlet, a.g.m., s. 164.

lxi Sharlet, a.g.m., s. 164/dn. 22.

lxii Narodnyy Komissariat Vnutrennikh Del, en.

lxiii Sharlet, a.g.m., s. 165.

lxiv Sharlet, a.g.m., s. 163. Hukukun sönümlenerek teknik/idari düzenlemelere dönüşeceği görüşüne alaycı bir gönderme yapan Pound, “İdari emirler yerine hukuk olsaydı, Paşukanis için yaşamını değil de işini kaybetmek söz konusu olabilirdi” kinayeli saptamasını yapmıştır; aktaran Stephen J. Powel (1967/1968) “The Legal Nihilism of Pashukanis”, Florida Law Review, Sayı XX, s. 30.

lxv Sharlet, a.g.m., s. 169.

lxvi Rett R. Ludwikowski (1987) “Socialist Legal Theory in the Post-Pashukanis Era”, Boston College International and Comparative Law Review, Cilt 10, Sayı 8, s. 328.

lxvii Hazard’ın saptamasıyla Paşukanis, sözü kanun olan Joseph Stalin için çalışmıştır. Varolabilmek için görüşlerini değiştirmiş, ancak yine de tam itaatkâr olamamış, kuramından bir şeyler kurtarmıştır; Hazard, a.g.m..

lxviii Hazard’a göre, Paşukanis müşfik (insani) bir kişi değildi. Bir devrimciydi, kibarlığın bilinmediği, yaşamda kalabilmek için saldırmak gereken çetin hayat üniversitesinde yetişmişti. Hazard Paşukanis’in bu özelliğini kanıtlamak için uluslararası hukuk profesörü E. A. Korovin ile olan mücadelesini anlatıyor. Buna göre, Paşukanis, 1920’lerin ikinci yarısında uluslararası hukuk alanıyla da ilgilenmeye başlayınca dönemin önemli hukuk bilgini Evgeny Aleksandrovich Korovin ile karşı karşıya geldi. Paşukanis’in genel hukuk kuramı, devrimden sonra yeni bir Sovyet hukuku veya işçi sınıfı hukuku yaratılamayacağını, devrimin, sınıfsız toplumun yaratılması sürecinde burjuva hukukunun temel biçim ve kavramlarını kullanacağını ve bu hukukun da devlet ile birlikte yitip gideceğini savunuyordu. Buna karşılık Korovin ise geçiş dönemi uluslararası hukuku diye kendine özgü yeni bir hukukun varlığını kabul ediyordu. Hazard’a göre, Korovin Paşukanis’e düşman göründü, zaten iç hukuktaki muhaliflerini sindirmişti (Hazard ağır bir dil kullanıyor). Paşukanis’in tıyneti ortaya çıktı, tartışmakla yetinmedi (uğraşmadı), Korovin’i Sovyet sistemine düşman olmasa da siyasal yönelim bozukluğu içinde olmakla suçlarken acımasızdı. Korovin, yelkenlerini rüzgâra göre ayarlamayı savaş Komünizmi yıllarında öğrenmişti, iktidarın nerede olduğunu bildiği için hemen uyum sağladı; Hazard, a.g.m..

lxix Head, a.g.m., s. 269.

lxx Head, loc cit..

lxxi Head, a.g.e., s. 155.

lxxii Michael Head (2001) “The Passionate Legal Debates of the Early Years of the Russian Revolution”, Canadian Journal of Law and Jurisprudence, Vol. XIV, No. 1, s. 25.

lxxiii Head, “The Rise and Fall of a Soviet Jurist…”, s. 270.

lxxiv Head, loc cit..

lxxv Evgeny B. Pašukanis (2002) Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm, Çeviren Onur Karahanoğulları, İstanbul: Birikim Yayınları, s. 134.

lxxvi Goldman, a.g.e., s. 339/dn. 7.

lxxvii Head, a.g.e., s. 161.

lxxviii Head, “The Passionate Legal Debates…”, s. 26.

lxxix Head, a.g.e., s. 162.

lxxx Goldman, a.g.e., s. 339.

lxxxi Head, “The Rise and Fall of a Soviet Jurist…”, s. 271.

lxxxii Head, a.g.e., s. 163.

lxxxiii Head, a.g.e., s. 166.

lxxxiv Head, loc cit..

lxxxv Head, loc cit.; Hazard, anayasa yapım sürecindeki otoritesi ile birkaç ay sonra ortadan kaldırılacak olması arasındaki garipliği vurgulamak için bir anısını aktarıyor: “Chicago Üniversitesi’nden Samuel Harper, yeni anayasa hakkında Paşukanis ile yapacağı görüşmeye beni de götürdü. Paşukanis o sırada Anayasa Taslağı Hazırlayan Komitenin başkan vekiliydi. Görüşmenin içeriğini unuttuysam da Paşukanis’in mütehakkim tavrı aklımdan çıkmadı. Yabancı konuğuna incelik gösterdi, ancak mutlak bir yetke ile konuşuyordu. Birkaç ay içinde düşman sayılacağından ve görüşlerinin ders kitaplarından çıkarılacağından haberdar değildi”; Hazard, a.g.m..

lxxxvi Sharlet, a.g.m., s. 170.

lxxxvii Sharlet, loc cit..

lxxxviii Hazard, ag.m..

lxxxix Sovyet Devleti, en.

xc Aktaran, Head, “The Passionate Legal Debates…”, s. 26.

xci Piers Beirne ve Robert Sharlet (1980) “Editor’s Introduction”, Selected Writings on Marxism and Law, London ve New York: Academic Press Inc. içinde, s. 273-301 (İntenet yayımı “Memories of Pasukanis” başlığı ile yapılmıştır), dpn. 2.

xcii John N. Hazard, “Pashukanis is no Traitor”, s. 385.

xciii Head, “The Rise and Fall of a Soviet Jurist…”, s. 275.

xciv Powel, a.g.m..

xcv Hazard, “Foreword to Evgeny Pashukanis”.

xcvi Kamenka ve Tay, a.g.m., s. 74.

xcvii Atıflar metin içinde eser adına yer verilmeden sayfa numarası gösterilerek yapılacaktır. Metni şişirmemek için olabildiğince kısa ve kısaltarak atıf yapılmıştır. Kitabın Türkçe baskısı esas alınmakla birlikte çeviride küçük düzeltmeler de yapılmıştır.

xcviii Karl Marx (1983) “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş (1857)”, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Beşinci Baskı, Ankara: Sol Yayınları, s. 237-246.

xcix Marx, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş (1857)”, s. 243.

c “Dolayımlama zenginleşmiş, gelişmiş ve yeni bir düzeye çıkmış yeni bir doğrudan üretir.”; Henri Lefebvre (1947) Logique formelle, Logique dialectique, Paris: Éditions anthropos, s. 76.

ci Zilyetlik hakkı sahibi, en.

cii Loiseau’nun “Directions pour une Approche Marxiste du Droit: La Théorie général du droit d’E. B. Pachukanis”, ve Koen’in “In Defence of Pashukanism” çalışmalarını bir kez daha anımsatalım.

Paşukanis ve Sönümlenmeci Hukuk Kuramı yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.


Suç ve Ceza Arasında Raskolnikov

$
0
0

1

Kanunlar, örümcek ağlarına benzerler; küçük sinekler yakalanır, büyük sinekler ağı delip geçerler.” (Marcus Aurelius – Romalı Stoa Filozofu) 

 

İnsanın Hürriyet Problemi

Size Raskolnikov’dan bahsetmek istiyorum. Cahit Zarifoğlu’nun bir şiirinde “Raskolnikov müthiş bir Allah ağrısı çekmektedir” dediği kişiden. Zarifoğlu, şiirin daha sonraki basımlarında bu ağrıyı iman ağrısı olarak değiştirse de aynı kapıya çıkmaz mı? Evet, Raskolnikov. İnsanoğlunun iç dünyasında varolan bütün sınırları kaldırmaya çalışarak adeta Tanrıyla kavgaya girişen, çektiği ızdırap ve iç çatışmayla beşerî ve uhrevî ilimlerin ilgi sahasına giren, yaşadığı ‘Suç ve Ceza’ ikilemiyle, hemen herkesin insan temelinde kendinden bir şeyler bulabildiği, Rasim Özdenören’in ifadesiyle, “Edebiyat tarihinin en mükemmel tiplemesi” olan Raskolnikov. Asla tatmin olmayan bir kalp, sinirleri cinnet hamuruyla yoğuran bir akıl, bütün kalıpları parçalamak isteyen bir zekâ, Tanrı’nın iradesine savaş açan bir ruh, akılla vahiy arasında med-cezirler yaşayan bir ontolojik muhasebe ile Raskolnikov, dışarıda en yalnız, içerde en kalabalık hayatlardan birini yaşamış bir insandır.

Önce yazar

Rus Edebiyatı’nın en büyüklerinden Fyodor Mihayiloviç Dostoyevski, 30 Ekim 1821 Moskova doğumludur. Annesi tüccar kızı, babası askerî doktor olan yazarın, pek de iyi bir çocukluk yaşadığı söylenemez. Astığım astık, kestiğim kestik bir baba, sert ve katı bir disiplin ve bunun üstüne fakir bir ortamda yetişen Dosto’nun, arkadaşsız, tecrübesiz ve hürriyetten uzak bir çocukluğa sahip olduğu söylenebilir. Babasının tercihiyle yazıldığı Askerî okulu terkedip kendini yazı hayatına adamasında, hürriyet özlemi belki de birinci nedendir. Zaten onun bütün eserlerinde, çocukluğunda yaşadığı fakirlik, katı aile disiplini, özgürlük problemi, geçirdiği epilepsi nöbetleri, değişik kahramanların hayatına serpiştirilmiş bir şekilde yaşar. İlk eseri ‘İnsancıklar’ı yazmaya başladığı dönemdeyiz. Kitap tamamlanıp Nekrasof’a sunulduğunda, devrin ünlü eleştirmeni Belinski’ye, “Yeni bir Gogol doğdu” müjdesi verilir. Yüz elli yıl sonra bile, eserleri hâlâ tartışılan, dünyanın her tarafında adı konuşulan Dostoyevski’yi, edebiyat dünyasına kazandıran kişi Belinski olur.

grafik

Gençlik yıllarında Sosyalist ütopyayla ilgilenen Dostoyevski, 28 yaşında, bir gece ansızın kapısı çalınıp apar topar askerler tarafından götürülür ve idama mahkum edilir. 22 Aralık 1849 sabahı, idam edilmek için sıraya dizildikleri sırada, son anda Çarın emriyle idamdan kurtulup Sibirya’da 4 yıl kürek, 5 yıl da sürgün cezasına çarptırılan Dostoyevski’nin mahkumiyet hayatında, İncil’den başka hiçbir kitap yer almaz. Cezası bitip St. Petersburg’a döndüğünde, artık başka bir adamdır Dostoyevski. 38 yaşındadır ve bundan sonraki eserlerinde mistik unsurlar çoğalmakta, Tanrı inancı, kaybedilen özgürlük teması ve insanın var olmak problemi gibi konular yer almaktadır romanlarında. Özellikle “Yeraltından Notlar” (1864), çaresiz modern insanın hayat karşısında tutunamamasının, ruhsal olarak yaralanmasının, varoluşunu dünyaya haykırmak isterken, giderek kabuğuna çekilmesinin hikayesidir.

‘Suç ve Ceza’, Dostoyevski’nin 1866’da (45 yaşında) yayınlanan ustalık eseridir. Tahlil kısmına geçmeden önce Dostoyevski’yi ve bu romanı tanımaya çalışalım. Rasim Özdenören, “Dostoyevski’nin İlhamı” isimli yazısında şunları söylüyor:

“Dostoyevski’nin yapabildiğini, yapabilmek için, onunki kadar nüfuzlu bir göze sahip olmak gerekir. Söylendiğine göre, o, suç ve ceza romanının konusunu basit bir gazete haberinden ilham almıştı. Her gün hepimiz, gazetelerde buna benzer nice haberlere rastlıyor, belki de adi zabıta haberlerinden sayarak okuma gereğini bile duymuyoruz; okusak bile o vakanın arkasında yatan, toplumumuza ve insanımıza ait gerçekleri görebildiğimiz söylenebilir mi? Dostoyevski’ye ilham veren zabıta vakası şuymuş: Bir üniversite öğrencisi tefeci bir kadını öldürmüş, sonra yakalanıp tutuklanmış. Suç ve Ceza romanı, bu kadar basit bir vakıadan kaynaklanmıştır. Ancak o romanda, Dostoyevski, suça ve cezaya ait, sonradan kriminologların araştırmalarına konu olan pek çok kuramı dile getirmiş, romanın kahramanın Raskolnikov’un kişiliğinde belli bir cani tipini sergilemiş, Freud’dan önce bilinçaltını kurcalamaya başlamış, dahası eserleriyle Freud’dan, kriminolog Ferri’ye, filozof Bergson’a, yirminci yüzyılın belli başlı bütün yazarlarına ilham vermiş, kaynaklık etmiştir.”

 Ve Cemil Meriç. “Dosto ve Biz” adlı yazısından:

“Suç ve Ceza, baştan sonuna kadar okuduğum, büyük bir kısmını çevirdiğim, daha doğrusu çevirdiğimi sandığım ilk yabancı kitap. Bu bir keşifti. Kristof kolomb’un önüne Amerika’yı çıkaran kader, benim karşıma da Dosto’yu çıkarmıştı, Dosto’yu yani sonsuzu. Bu girdaplar ve zirveler dünyasında, tek başıma dolaşacak yaşta değildim. Kıyıdan seyrettim ummanı. Aylarca Raskolnikov’u yaşadım. Sonya’yı sayıkladım aylarca… Bir ölüyü öldürmüştü Raskolnikov, bir abesi yok etmişti… Anlayamazdım Dosto’yu. İnsanın kendi kendisi ile kavgasını anlayamıyordum. Dünyada iyiler ve kötüler vardı. Raskolnikov, gençti ve acı çekiyordu. Niçin yaşadığı belli olmayan bir tecritti tefeci kadın. Elbette izale edilecekti, hayatın kanunuydu bu. Dosto’nun dünyası, uçakla üzerinden geçilecek herhangi bir harita parçası değil. Dosto, insanlığın ezelî davalarını mihraklaştıran bir romancı. Balzac’ın kahramanı onunkiler yanında tek buutlu; birer ‘komedi’ kahramanı hepsi de, terbiyeli ve uslu birer kahraman. Fransız romancısının delileri bile akıllı. Mükemmelin romancısı Balzac, mütekâmilin romancısı. Kucağında yaşadığı toplum da sıhhatli, kendisi gibi. Sıhhatli, yani bir tarafı noksan. Biz, Balzac’tan fazla Dosto’ya yakınız. Acılarımızla, zilletlerimizle, hayal kırıklıklarımızla. Dosto’yu anlayabilir miyiz? Evet. Hem de Batı’nın bütün romancılarından çok. 1968’den beri kurbanı veya seyircisi olduğumuz trajediyi, bütün çıplaklığı, bütün eziciliği ile Ecinniler’de yaşıyoruz. Sosyalizm, anarşizm, batıcılık… Dosto, bütün dertlerimizin üstünde düşünmüş, tabiî bir Rus milliyetçisi olarak.”

3

Başka bir açıdan bakalım ve “Dostoyevski ne zaman okunur?” sorusuna yanıt arayalım bir de. Hermann Hesse’i dinliyoruz:

“Ancak tükenmişsek, artık acı çekme kabiliyetimizin sonuna değin acı çekmişsek ve yaşamın bütününü kor gibi yakan tek bir yara olarak hissediyorsak, eğer çaresizlik soluyorsak ve umutsuzluğun ölümlerini ölmüşsek, işte o zaman okumalıyız Dostoyevski’yi.

Ancak tükenmişlikten ötürü yapayalnız kalmışsak ve yaşama, felce uğramışçasına bakıyorsak, o yaşamı artık vahşî, güzel acımasızlığıyla kavrayamıyorsak ve ondan artık hiçbir şey almak istemiyorsak, işte o zaman bu korkunç ve gizemli yazarın müziğine açığız demektir… Ancak o zaman onun korkutucu ve çoğu zaman da cehennemden farksız dünyasının olağanüstü anlamını yaşayabiliriz.”

 Ve bir sinema dehası. Kamera arkasından dünyayı yorumlayan Akira Kurosawa. Bir de onu dinleyelim:

“İnsanoğlunun çekebileceği acı ve bunalımların en ağır ve katlanılmaz gibi görünenlerini en ince ayrıntılarına dek irdeleyip işleyen Dostoyevski’nin bakışlarındaki ölçüsüz sevecenlikte insanüstü bir özellik vardır. Ondan başka hiçbir romancı, hiçbir zaman insanoğlunu böylesine namusluca, böylesine derinlemesine ve böylesine sevgiyle tanımlamamıştır. Dostoyevski, insanoğlunun davranışlarını en yalın durumdan ele alıp acıların son kertesine dek araştırır ve çözümler; işte bu nedenle de onun kahramanları gerçekten olağanüstü kişilerdir.”

4

Şimdi eser

Ve “Suç ve Ceza.” Dış dünyanın tek düzeliğine kapılan romanı başka bir sahaya çeken, insanın iç dünyasına inen, ruhunun girdaplarında dolaşan Dostoyevski. Özetleyelim:

Raskolnikov, fakir, içine kapanık, kalabalığa karışmayı sevmeyen ama iç dünyasında muhteşem bir kalabalıkla yaşayan, hukuk fakültesinden ayrılmış başarılı bir öğrencidir. Avrupa kaynaklı siyasî ve felsefî düşüncelerin etkisi altındadır. İnsanları “Sıradan ve olağanüstü” olmak üzere kafasında ikiye ayırmaktadır. Onun dünyasında, “Sıradan insanlar acı çekmeyi beceremezler. Ancak büyük insanlar büyük acılara katlanabilirler.” Ve bu olağanüstü insanların gayeleri uğruna işlediği cinayetler ve döktüğü kanlar suç değildir. İçinde bir deha taşıdığına inanmaktadır Raskolnikov. Bu amaçla, güçlü ve güçsüz insanlar karşıtlığında, kendi yerini tespit edebilmek için, zaten borçlu olduğu bir tefeci kadını kendine kurban olarak seçer. Bu kararı uygularken pek de rahat olmamasına rağmen, tefeci kadını, baltayla kafasını yararak öldürür. Ne ki, karşısına ummadığı bir kişi daha çıkar, o da tefeci kadının üvey kızkardeşi Lizavetta. Raskolnikov, masum kızı da, baltayla alnını yararak öldürür. Birkaç ufak engeli de aşıp, kimseye görünmeden eve gelir ve yatağa serilir. İşte her şey bundan sonra başlar. Artık ikiye bölünmüştür. Bazen kendisinin, bazen de öldürdüğü kocakarının avukatlığını yaparak, kafasını duruşma yeri haline getirir.

Ben ve Öteki Dostoyevski hakkında kitabı bulunan Henri Troyat, onun için şöyle bir tespitte bulunur: “Dostoyevski, gökle yer arasında asılı kalmıştır. Hem gök, hem de yer tarafından etkilenmiştir.” Bunu göze alarak “Suç ve Ceza”nın kahramanı Raskolnikov’un taşıdığı psikolojiye bir göz atalım: Raskolnikov, her şeyden önce kendini sosyal hayattan soyutlamış bir gençtir. Fakülteyi terketmiş, bir pansiyon odasında tek başına yaşamaya başlamıştır. İç dünyası dengesizliklerle doludur. Bir tarafta geleneksel Hristiyanlık kültürüne, diğer tarafta Rusya’yı kasıp kavuran Avrupa kökenli felsefî ve siyasî (Sosyalist) düşüncelere sahiptir. Buradan yola çıkarak dengesiz bir ruha sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca sık sık nöbetler geçirmektedir ki, ruh sağlığı yanında beden sağlığı da iyi değildir. Dul bir kadın olan annesinin güçlükle gönderdiği parayla geçimini sürdürmekte, bunun yanında parasız kaldığı vakit, eşyalarını tefeci bir kadına rehin vererek ondan faizle borç para almaktadır. Genellikle vaktini bu pansiyon odasında geçirmekte, bazen günlerce dışarı çıkmamakta, zamanını düşünerek ve uyuyarak, bazen çıkıp dolaşarak geçirmektedir. İnsanları değerlendirirken, araya bir çizgi çeker Raskolnikov. Bir tarafta sıradan, basit insanlar vardır. Dünyevî olan her şeyi paylaşarak yaşamaya çalışan sıradan insanlar. Kendisi bu (kendi tarifiyle bir bit veya bir örümcek olan) insanlardan değildir. Çizginin diğer tarafında, üstün insanların arasında yer alır. Aykırı bir bakışa sahiptir, kalabalığın dışında, evrenin bir kenarında yapayalnızdır, ne ki bundan garip bir zevk de duyar. “Ben tek başınayım, onlar hep birlikte” demektedir. İşadamlarını, mevki sahiplerini, para kazanabilenleri inceleyip durmaktadır. Bu sağlam sinirli kişilerin düşünceden tamamen yoksun kişiler olduğu kanaatindedir.

Belirlenmiş kalıpların, kabul edilmiş kuralların içinde, hayatın emrettiği yolda yürüyen bu insanların dünyasında her şey bellidir: “Afedersiniz, başkaldırmak olanaksızdır. İki kere iki dört eder. Doğa size danışmaz; sizin isteklerinizle uğraşmaz, yasaklarının sizin hoşunuza gidip gitmediğine kafa yormaz. Onun için siz duvarı ve onun sonuçlarını olduğu gibi kabullenmek zorundasınız. Duvar bir duvardır.” İşte Raskolnikov, çizginin öte tarafından buna itiraz eder: “Ama ya ben, şu ya da bu nedenle bu yasalardan hoşlanmıyorsam? Doğanın ve aritmetiğin yasalarının bir işe yaramadığını düşünüyorsam? Bu duvarı yıkacak yeterli güçlerim olmadığına göre, onu alnımla parçalamayacağım elbette; ama bu bir taş duvardır ve benim de güçlerim yeterli değildir. Üstelik bu koca duvar, iki kere iki dört eder gibi, akılcı bir temel üzerine örülmüş diye, insanlara bir yatışma, küçük bir mutluluk sağlıyor diye onunla uzlaşmayacağım.” Başka bir ifadeyle Raskolnikov, yasak bölgeye saldırmaktadır. Duvarı aşıp öte tarafa geçmeye niyetlidir. Yani yaşadığı çatışma, insanlarla değil, aslında Tanrı ile arasında cereyan etmektedir. Sosyal hayatın kurallarını reddeden ve bu hayatı yaşayan sıradan insanları bir örümceğe benzeten Raskolnikov, onlardan biri olmadığını, üstün bir dehaya sahip olduğunu kendine ispatlamak için tefeci kocakarıyı öldürmeye karar verir. Bu, onun diğer insanlarla arasında farklar bulunduğunu görmek için kendine seçtiği bir yoldur.

İnsanoğlunun en temel meşgalesi olan hürriyet (iradenin hürriyeti ve sınırları) problemini ağırlıklı olarak sorgulayan romanda, Raskolnikov’un, işlediği suçun temellerine inersek; öncelikle bunun, varlığını anlamlı kılma (özgürleştirme) ve meşrulaştırma problemi olduğunu kaydedelim. Her şeyden önce Raskolnikov, kendi içinde çift kişiliğe sahip bir karakterdir. Bu, Dostoyevski’nin hemen her roman kahramanında rastlanabilen bir durumdur. Raskolnikov, bir yandan iki insanı, kafasını baltayla yarıp öldürecek kadar katı ve cani, diğer yandan bir çocuğu kurtarmak için alevler içindeki bir eve gözünü kırpmadan girecek kadar şefkatli, arabanın altında ezilerek ölen Marmeladov’un karısına cenaze masraflarını karşılaması için cebindeki bütün parayı verecek kadar da merhametli bir karakterdir.

Durkheim’ın tarifine göre “Suç, toplum halinde yaşama şartlarına yönelmiş her türlü saldırıdır.” Genel bir ifadeyle söyleyecek olursak suç; sosyal düzenin adaletsizliğine bir başkaldırıdır, diyebiliriz. Tabi bu o dönem içinde Rusya’nın Sosyalist aydınlarının görüşüdür. Bu tanımları Raskolnikov, fakülteden arkadaşı Razumihin, polis memuru Porfiri Petroviç arasında geçen konuşmayı değerlendirerek ele lalalım. Ortada bir tartışma vardır. O da suçun unsurları ile ilgilidir. Razumihin, Sosyalist aydınların yukarıdaki görüşünü şöyle anlatır: “Onlara göre, bütün kötülüklerin sebebini ‘çevrenin bozukluğunda’ aramak lazım. Şayet toplum, normal biçimde düzenlenecek olursa, ortada protesto edilecek bir şey kalmayacağına göre, bütün suçlar hemen kalkıverecek. Herkes bir anda âdil oluverecek…” Polis memuru Petroviç de bu görüşe katılmaktadır. Ona göre, kırk yaşındaki bir adamın on yaşındaki bir kızı kirletmesinde en önemli faktör çevredir. Ancak Raskolnikov suç kavramı üzerinde farklı düşünmektedir. Raskolnikov’a göre, fevkalade insanların (dehaların) kendi ideallerini gerçekleştirmek uğruna vicdanının sesine uyarak kanunu çiğnemeleri suç değildir. “İnsanlar tabiat kanunları gereğince, umumiyetle iki sınıfa ayrılırlar: aşağı sınıf (alelade insanlar) dediğimiz insanlar ki, biricik ödevleri, kendileri gibi birtakım varlıkların çoğalmasına yarıyacak materyal vazifesi görmekten ibarettir. Bir de kendi çevrelerinde ‘yeni bir söz söylemek’ kabiliyet ve istidadını kendinde gören insanlar…..” “Bu birinci grup insanlar daima bugünün; ikinci grup insanlarsa yarının efendileridir.” Hemen belirtelim ki, Raskolnikov’un görüşünde en ilginç husus, (ki polis memuru Petroviç’in dikkatini çeken nokta da budur) ideal sahibi (Mesela bir Kepler, Newton, Neron, Napolyon gibi) insanların gayeleri uğruna, hem de vicdanının sesine uyarak kan dökmelerinin suç olmayışıdır. Ancak bu şekilde topluma bir yenilik katabilirler. Burada suçun unsurları haliyle değişmektedir. Öncelikle bir eylemin suç sayılabilmesi için Raskolnikov’a göre, o işi yapan insanın alelade bir insan olması ve toplumun geçerli kurallarına uyması gerekmektedir. Buraya geri dönmek kaydıyla devam edelim.

Tanrının Adaleti: “Acı Çekmek Ruhun Fiyakasıdır”

Raskolnikov, içinde yaşadığı cemiyetin bir ferdi olarak kurulu düzene karşı isyan içindedir. Peki bu isyanında haklı mıdır? Dostoyevski’nin roman içinde Petersburg yaşamına dair verdiği ipuçlarına göre değerlendirirsek, Raskolnikov’u anlamak kolaylaşır.

6

Örneğin romanda geçen, bir meyhanede rastlayıp Raskolnikov’a hayatını anlatan Marmeladov. Aç karısının, açlıktan bağrışan çocuklarının parasını çalıp içkiye verecek kadar alçalmış, yaşadığı fakirliğin boyutları sefalete varmış, memurluğundan olmuş, çaresizlikten kendini içkiye vermiş bir ayyaştır. Onun şu sözleri, yaşadığı hayatı gözler önüne sermektedir: “Fakirlik ayıp değil; bunu bilirim. Sarhoşluğun da bir fazilet olmadığını daha iyi bilirim. Ama sefalet muhterem efendim, ayıptır. Fukaralıkta yaradılışınızın soylu duygularını koruyabilirsiniz! Sefalette ise, bunu hiç kimse, hiçbir zaman yapamamıştır. Sefalete düşmüş bir kimseyi toplum dışına atmak için sopayla kovmazlar da, süpürgeyle süpürürler; bu, onu daha alçaltmak içindir.” Diğer taraftan, sarhoş babasına rakı, üvey annesine, üvey kırkardeşlerine bir lokma ekmek tedarik etmek için vücudunu pazara çıkaran iyi yürekli, Tanrıya inanan Sonya (Soneçka). Raskolnikov için kendini feda edip durumu iyi olan bir adamla evlenmeye hazırlanan ablası Dunya (Duneçka)… ev kadınları… sarhoşlar… polis komiserleri… pomatlı kaytan bıyıklı polisler… randevucu Lavizalar… çapkın ve kumarbaz Svidrigaylov’lar… menfaatçi Lujin’ler… tefeci kocakarılar… barlarda çalışan küçük yaştaki fahişe kızlar… Özetle Petersburg, toplumun sadece bir kesimi para ve saltanat içinde yaşayan, diğer kısmı zor geçinen, çoluk çocuklu ailelerin bile tek odalı pansiyonlarda yaşamaya çalıştığı bir şehirdir. Ülkeyi saran Sosyalist ütopya, bilhassa aydın kesimini büyülemiş, halkın dine olan inancı zayıflamıştır. Bir batılı yazarın ifadesiyle, “insanların haça duyduklarını güveni, artık makinenin motorunda bulmaya başladıkları” dönem başlamıştır. Bu anlamda özelde Petersburg, genelde Rusya bir geçiş dönemi yaşamaktadır ve bütün bir toplum bu kargaşanın acısını (özellikle yoksul halk sefalet boyutunda) çekmektedir. Nitekim Raskolnikov, halkın yaşadığı bu sefalet adına çektiği ıstırabın bir göstergesi olarak, Sonya’yla yaptığı bir konuşma esnasında (ki bu konuşma cinayet işlendikten sonraki vicdan azabı aşamasındadır ve Sonya ve ailesinin çektiği sefalet ve Tanrı’nın adaleti üzerinedir), durup dururken vesikalı bir fahişe ama dindar bir kız olan Sonya’nın eğilip ayaklarını öper. Bu hareketi karşısında şaşkına dönen Sonya’ya ise aynen şöyle der: “Ben sana secde etmedim, ben bütün insanlığın ıstırabı karşısında secdeye vardım.”

 Raskolnikov bağlamında, işlenen suçta çevrenin etkisi var mıdır, yok mudur? sorusuna cevap aramaya çalışalım. Henry Thomas Buckle’ın bir sözüyle başlayalım: “Suçu toplum hazırlar, suçlu işler.” St. Petersburg’da insanlar fakirdir ve sosyal dengesizlik had safhadadır. Hele ki Sonya’nın durumu (ailesi için fahişelik yapmak zorunda kalması) Raskolnikov’un bizzat müşahede ettiği bir olaydır. Binlerce, yüzbinlerce insan açlık sınırında yaşamaktadır. Cana kıyma, zina, yalan söyleme gibi büyük günahlar artmış, insanların can, mal ve namus güvenliği azalmış, haliyle kolay kazanmak için hırsızlık, kumar, faiz gibi suçlar çoğalmıştır. Hatta cinayeti işlemeden önceki gün, bir meyhanede iki adamın tefeci kocakarı ile ilgili (onu öldürüp parasını almak üzerine) konuşmaları Raskolnikov’u cinayete hazırlayan etkenler olarak düşünülebilir. Yalnız bir nokta var ki, Raskolnikov’un bu cinayeti işleme fikri çok önceden beri zihninde mevcuttur ve Marmeladov, Sonya gibi insanlar hayatına sonraki aşamada karşısına çıkmıştır. Bir başka ifadeyle çevre faktörü, Raskolnikov’un işlediği cinayette arka sıralarda yer almakta, belki de sadece tahrik unsuru olarak yer almaktadır. Bir başka husus, Seneca’nın “Hiçbir suç hazırlıksız işlenmemiştir.” sözünü değerlendirelim; Raskolnikov, öldürdüğü kocakarıyı (ki bu fikir uzun zamandır kafasında yer etmiş, katil, çeşitli bahanelerle kocakarıyı ziyaret edip, cinayeti defalarca tasarlamış, hayalinde her şeyi hazırlamıştır) bir bit olarak görmekte, ona hiçbir değer vermemektedir. Zira bu kadın, topluma hiçbir faydası olmayan, üretmeyen, sadece birikmiş paraları sayesinde, insanlara faizle para veren, borçlarını ödemeleri için de mallarını rehin alan, cimri, aynı zamanda zalim (kızkardeşi Lizavetta’yı daima döven, azarlayan, hiçbir yere yollamayan, kendi işlerini görmeye zorlayan) bir kadındır. Ayrıca servetini öldüğü zaman bir kiliseye bağışlayacağı bilinmektedir.

7

Bir İnsan, Bir Hayat ve Bir Prensip

Meselenin temeline dönersek; Ortada bir suç vardır. Bunun için katil önceden hazırlık da yapmıştır, ki toplum da (yani çevre; her ne kadar katilin niyeti başka da olsa) suça müsait bir haldedir. Raskolnikov bir cinayet işlemiştir. Fakat yaptığı bu işi, yaşadığı vicdan azabına mukabil, suç olarak görmeyecek bir zihnî yapıya da sahiptir. Kendine sürekli “Ben suçlu olmayacağım” demekte ve bununla teselli bulmaya çabalamaktadır. “İki kere dört eder” diye bu kurala uymak zorunda hissetmez kendini. Çoğunluğun sulh ve selameti için bir kişinin, hem de zararlı ve gereksiz bir kişinin canına kıymak suç olamaz. Burada Raskolnikov’un kendi zihin dünyasında yaptığı tanımlamaları kabul edip etmemek bir yana, bu durumu onun kendi varlığını (özgürlüğünü) meşru ve anlamlı kılma ve yeryüzündeki yerini tespit etme gayreti olarak görebiliriz. Tabi bunu yaparken de Avrupa kaynaklı siyasî ve felsefî görüşlerin etkisinde kaldığını hesaba katarak. Aslında Dostoyevski’nin, gençlik yıllarındaki Sosyalist ütopyasını, inandığı ama kaybettiği özgürlük problemini, Batı hayranı Rus entelijansiyası hakkındaki yorum ve eleştirilerini ve de Tanrı inancı ile ilgili sorgulamalarını Raskolnikov’un macerasında gözler önüne serdiği iddia edilebilir. “Eser müessirden bağımsız değildir” diye düşünürsek, bu doğal bir olaydır. Devam edelim. Raskolnikov, kendini diğer insanlardan üstün görmekte, Napolyon, Neron, Sezar gibi olağanüstü insanlar kategorisinde değerlendirmektedir. İçinde bir deha taşıdığına inanmaktadır. Toplumsal düzene muhaliftir ve bu yüzden halktan uzak bir hayat sürmektedir. İşlediği cinayete karşı kendini haklı görmektedir, çünkü hiçbir işe yaramayan ve insanlardan faiz alarak onlara zulmeden bir tefeci kadını öldürmüştür. Ve bu kadının parasını alıp fakirlere yardım etmeyi tasarlamaktadır. Böylece toplumsal düzenin eşitsizliğini bozmak konusunda kendini huzurlu hissedecektir.

Kahramanımız, kafasında kurduğu mahkemede kendini savunurken aynen şöyle söylemektedir: “Bir insanı öldürmedim ben, bir prensibi öldürdüm.” Bu prensib, tanrının herkese bahşettiği yaşama hakkıdır. Doğanın kanunu da diyebiliriz buna. Deyim yerindeyse, kahramanımız kendi zihin dünyasında kanaat önderliğine (ve de kanun koyuculuğa) soyunmuş, doğaya, devlete ve yasalara başkaldırmıştır. İşte bu yüzden asıl mesele, Tanrı ile arasında cereyan etmektedir. Çünkü Raskolnikov (her ne kadar polis memuru Petroviç’in sorusuna cevaben Tanrıya inandığını söylese de) içindeki Tanrı’nın (Tanrı inancının) varlığını, onun adaletini sorgulamaktadır. Nitekim, Sonya ile aralarında geçen (bahsettiğimiz) konuşmanın bir yerinde, Raskolnikov iyice zorlar Sonya’yı ve onun, “Hayır, hayır böyle bir şey olamaz. Bu kadar iğrenç bir şeye Allah razı olamaz.” (Sonya’yı böyle bir feryada zorlayan acı, kızkardeşi Poleçka’nın da kendisi gibi bir akıbetle karşılaşma ihtimalidir) feryadına Raskolnikov, gülerek; “Belki de hiç Allah yoktur.” der. Sonya susar ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar.

Bu, yeryüzünde yaşayan hemen her insanın (içte veya dışta) yaşadığı (ve iman durumuna göre bir cevap verdiği) bir muhasebedir. Raskolnikov’un farkı belki de, yaşanan kötülükleri ve çaresiz insanların sefaletini yine inancını kaybeden insanlara veya artık uygulanmayan kanunlara değil de Tanrı’ya ve onun düzenine atfetmesidir. Stefan Zweig’in Dostoyevski biyografisinden yola çıkarak söylersek, aslında Dostoyevski, “Tanrıyı en fazla inkâr ettiği anda insanlara kiliseyi ve Tanrıya inanmayı tavsiye etmiştir. Zira bu sorguyu bizzat yaşayan Dostoyevski’nin kendisidir.” Tanrıyla (onun düzeniyle) baş etmeye, onu (ve iradesini) yenmeye, haksız çıkarmaya çalışmakta, fakat yenemeyeceğini gördüğü için de, özellikle ‘Yeraltından Notlar’dan sonraki romanlarında, ideal ve mutlu bir insan tablosu olarak Tanrı’ya inanan tipleri göstermektedir. Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un gözünde çilesi ve fedakârlığı devleşen Sonya ve ‘Karamozof Kardeşler’deki Alyoşa tiplemesi bunun örnekleridir.

8

Cinayet mi? Ne cinayeti?

Romandan biraz uzaklaşıp ‘Suç ve Ceza’ kavramlarına dönersek; bu, kişinin (bireyin) hürriyet problemidir, diyebiliriz. Bir insanın hayatında suç ve ceza kavramlarının varolabilmesi için, o insanın zihninde kabul edilmiş ilâhî veya beşerî birtakım kanun ve yasaların bulunması gerekir. Filipinler’de yaşayan ve 1970’li yıllarda varlıkları keşfedilen Tasadaylar kavmini ele alalım: “Tasadaylar verilen bilgilere göre, (ilkel çağ olarak bildiğimiz dönemde olduğu gibi) hâlâ toplayıcılıkla hayatını sürdüren bir kavimdir. Bu insanların hayatında suç ve ceza diye bir şey yoktur. Çocukları yaramazlık yaptığı zaman onları dövmüyorlar, çünkü suç nedir bilmiyorlar, dolayısıyla hayatlarında ceza anlayışı da yok. Öğrenerek, tabiattan beslenerek yaşıyorlar. Beşerî veya ilahî bir kanunları yok.” Belki de kanunlar, insanın yeryüzünde fesat ve bozgunculuk yapmasında ve bunun ardı sıra duyduğu huzursuzlukta birincil sırada yer alabilirler. Suçluları yaratan yasaların, onları cezalandıran yasalardan fazla olmadığını kim iddia edebilir? Zira, bir insana neler yapmaması gerektiğini söylemek, bir anlamda neler yapabileceğini ona hatırlatmaktır. Hem neden Raskolnikov’un işlediği cinayet suç olsun? “Cinayet mi? Ne cinayeti?.. Fakir fukaranın kanını emen, katilinin, vaktiyle işlemiş olduğu kırk günahı affedilen, kimseye lüzumu olmayan tefeci bir kocakarı, iğrenç, zavallı bir biti öldürmem cinayet mi sayılır?…” Doğrudur, Raskolnikov bir insanı öldürmüş, kan dökülmüştür. Fakat bu o kadar da tuhaf ve yadırganacak bir şey değildir. “Herkesin döktüğü kanı, şu yeryüzünde bir çağlayan halinde dökülen ve her zaman dökülmüş kanı! Onu bir şampanya gibi akıtanlar, sonradan Capitole’de taç giyip insanlığın velinimeti ilan edilmediler mi?..” Konumuza dönersek, suç varsa ceza da vardır ve bir eylemin suç sayılması için onun suç olarak ilâhî veya beşerî bir kanunla tespit edilmiş olması gerekir. Bu görüşü, evvelden beri hukuk literatüründe var olan “Kanunsuz suç ve ceza yoktur” prensibiyle destekleyebiliriz. Burada temel husus, insanın ferdî ve ictimâî anlamda huzurlu ve de mutlu bir hayat sürmesi için, kanunlara ihtiyacı olup olmadığı, kanun koyucu (belirleyici) olarak kimi veya neyi kabul edip etmediğidir. Bu, Hazret-i Adem’den bu yana insanlığın tartıştığı bir problemdir. İnsanların birarada yaşamak için (Tasadaylar kavmi gibi istisnaları saymazsak) kanunlara ve kanun koyuculara ihtiyacı olduğu (bu başka bir tartışma konusudur) sosyal hayatın bir gereği olarak kabul edildiğine göre, asıl mesele ikinci husustur.

Semavî dinler, insana mutlak güç ve kanun koyucu olarak Allah’ı göstermekte, beşerî dinler (ideolojiler) ise, (özellikle Rasyonel ve Pozitivist akımlardan bu yana) insanın kendine ve topluma aklıyla ve de aklıyla ürettiği kanunlar sayesinde yeterliğini ispat etmeye çalışmaktadır. En temel olarak suç, insanın Tanrı ve Marks’ın ifadesiyle “Tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşü” olan devlet ile arasındaki güç mücadelesinin bir ürünüdür, diyebiliriz. Eğer insan, Tanrıya inanmıyor ise pekâlâ onun adına veya onu kullanarak hakimiyet kuran devleti de reddedebilir, kanun koyucu ve belirleyici olarak kendisini (beşerî aklı) ve kendi kurallarını (beşerî aklın hakimiyetini) koyabilir. Nitekim ‘üstinsan’ teziyle bilinen, insanı ‘Tepki veren bir hayvan’ olarak tanımlayan ve ‘Tanrı öldü’ diyen Nietzsche’yi ve ‘Üstinsan’ kavramanı buna örnek verebiliriz. Diğer taraftan “Eğer Tanrı yoksa her şey mübahtır” cümlesini ele alırsak, Dostoyevski’nin bu konuda, nihai vardığı nokta olarak “Tanrıya inanmayan insan her şeyi yapabilir.” fikrini savunduğunu da iddia edebiliriz. Çünkü insan başıboş değildir ve asla bırakılmayacaktır. İnsanın (bugünkü anlamda bireyin) tahammül edemediği, kurtulmak için çırpındığı gerçek budur. Bu noktada İslam’ın “Yoksa insan başıboş bırakılacağını mı zannediyor?” düsturunu bir örnek olarak gösterebiliriz. Burada bir ikilemi ortaya koymak istiyoruz. Roma, Yunan ve Latin kültürüyle beslenen Batı dünyasının, gelinen aşamada kanun koyucu ve belirleyici olarak Tanrı’yı inkârı ve yerine kendi aklıyla ürettiği evrensel kanunlarla yaşamaya çalıştığı (hatta üstün olduğu ama huzursuzluk yaşadığı) önceden beri bilinen bir iddiadır. Buna karşın Asya’yı içine alan Doğu dünyasının ilâhî kanunlarla beslendiği, mutlu ve huzurlu ama güçsüz ve zayıf olduğu söylenir. Ax Orient Lux. ‘Işık Doğu’dan gelir.’ Ne ki yine Latinlere göre söylersek, “Kanun da Batı’dan gelir.” Cemil Meriç’in ifadesiyle, “Doğu bütün vahiylerin kaynağı, Peygamberler Asya’nın çocuğu, yorumcular Avrupa’nın… Doğulunun asıl farkı dinsel oluşunda değildir, fakat onda kanun kavramı yoktur. Onun için doğanın değişmeyen hiçbir yanı yoktur.”

Bu dünyada bir insanın hem zengin ve güçlü hem de keder ve hüzünden uzak, huzurlu bir hayat sürmesi mümkün değildir. Hem din, hem de dünya işlerinde başarılı olmak, nadir devletlere (ve insanlara) nasip olmuştur. Günümüz dünyasında Asya’nın nakil, Avrupa’nın ise akıl önceliğinde bir hayat sürdüğünü söylersek… Rusya, yeryüzündeki koordinatları itibariyle Asya’ya göre Batı, Avrupa’ya göre Doğu sayılan bir ülkedir. Bu konum hassas dengeleri de içinde barındıran bir hayat arz eder. Raskolnikov’un yaşadığı çatışma belki de bu ikilemin bir ürünüdür. Onun iç dünyasında vahiyle akıl, felsefe ile din, cevher ile araz, madde ile mânâ, Tanrı ile insan mücadele etmektedir.

9

İnsan Masum Değildir

Romana dönersek, Rusya’da Sosyalizm dalgası yaşanan bir dönemdir ve bu ideoloji, Tanrının varlığını inkâr etmekte, beşerî akılla üretilmiş ideal bir toplum ve devlet modeli öngörmektedir. Dostoyevski bu meseleyi ele alır: “İnsan Tanrı değildir ve dolayısıyla eylemlerinde özgür değildir. Özgürlüğe ancak ahlâkî bir arınma ve Tanrı yolunda ilerleme sayesinde varabilir.” düşüncesini hikayenin arka planına gizleyen (gizlemek zorunda kalan) Dostoyevski’nin bu görüşü, Hristiyanlığın mistik (Varoluşçuluk) felsefesine dayanmaktadır. “İnsan masum değildir, acı çekerek ruhunun kirlerinden arınabilir.” Böylece Dostoyevski, Sosyalist aydınları ve görüşlerini eleştirmekte, bu sistemin (en azından Rus toplumu için) insana huzur getirmekten uzak olduğunu ileri sürmektedir. Nitekim Raskolnikov, kabul etmediği bir sosyal düzeni yıkmaya çalışmaktadır ve mücadelesi bu yöndedir, fakat bu mücadelesinde kendisine, vicdanına, en nihayetinde içindeki Tanrının varlığına (irade ve kudretine) yenik düşmüştür. “Bir insanı öldürmedim ben, bir prensibi öldürdüm! Öldürmesine öldürdüm ama onu aşıp öte yana geçmedim, bu yanda kaldım gene…” Burada Eric Fromm’un Raskolnikov’la ilgili yorumunu da aktaralım: Fromm’a göre, “Raskolnikov’u suça iten id, suçu gerçekleştiren ego, pişman olup teslim eden süper ego’dur.” Kavramları açalım: Suça iten id; Fromm’un dünyasında id, nefsanî arzuların tamamını ifade eder. Burada sınır yoktur ve id (bir başka ifadeyle içgüdü), her şeyi ister, hatta hayvanca olsa dahi. Raskolnikov’a dönersek, onu bu suça iten, insan bilincinde var olan işte bu alandır. Suçu gerçekleştiren ego; Bilinin içinde bu alan akıl ve muhakeme alanıdır. Diğer anlamda benlik. Pişman eden ise süper ego; Toplumsal düzeni ve sosyal hayatın kurallarını (ki buna din inancını, yasaları, âdet ve gelenekleri örnek verebiliriz), ve bu çerçevede oluşan ma’şerî (kamusal) vicdandır. Kişinin ahlâk anlayışı ve vicdanı da bu doğrultuda şekillenir. Fromm’un diliyle söylersek, Raskolnikov’un duvarın öte tarafına geçmesine izin vermeyen, pişman olup itirafını sağlayan süper ego (toplumsal düzen-kamu vicdanı) faktörüdür. Kahramanımız, Fromm’a göre sosyal hayatın dayatmasına kendi vicdanında karşı koyamamıştır. Acaba öyle midir? Devam ediyoruz.

Bize göre, burada Raskolnikov’un durduğu yer çok önemlidir. Burası öyle bir noktadır ki, insan ruhunun derinliklerinde varolan yasak bölgenin sınırında (insanın bittiği Tanrının başladığı yerde) durmaktadır Raskolnikov. Meselâ kahramanımız, parasız, fakir bir insan olduğu halde Sonya’nın annesi, (Marmeladov’un karısı) Katherina İvanovna’ya cenaze masrafı için cebindeki bütün parayı vermiştir vermesine, fakat daha sonra düşününce bunun bir aptallık olduğunu da kendi içinde itiraf etmiş, hatta kendine yine kızmıştır. “İnsanın böyle bir yardım yapmaya hakkı var mıdır?” Öyle ya, zaten yardıma muhtaç bir insanın yardım etmesi ve cebini boşaltmasını akıl, aptallık olarak görür. (Ki Lujin, yani Sonya’nın evlenmeye razı olduğu adam, bu olayı görmüş ve Raskolnikov’un dengesiz ve hasta olduğuna kanaat getirmiştir). Bu konuyla ilgili kızkardeşi Dunya’nın, yukarıdaki soruya evet, cevabı vermesi Raskolnikov’u öyle şaşırtır ki aynen şöyle der: : “Sonunda öyle ileri gideceksin ki Dunya, o çizgiyi aşmazsan mutsuz olacaksın, aşarsan belki daha mutsuz…” İşte burası, akıl ile vahyin tam orta noktasıdır. Bir insana böyle bir yardımı ancak din yaptırabilir ve Dunya dindar bir kızdır.

10

Varolmanın Boyutları ve Bir Günah Keçisi: Şeytan

Raskolnikov, (bir ihtimal yaşadığı toplumla beraber kendi sefaletinden dolayı) insan olmak ve doğanın (burada doğa Tanrı’nın adaletini ifade eder) kurallarına uymaktan rahatsızdır ve kendi içinde Tanrı’yı (onun izniyle akıp giden hayatı) yenip yerine kanun koyucu olarak kendini koymak istemektedir ki, bunda başarısız olur (vicdanına yenik düşer) ve gidip suçunu polis memuru Porfiri Petroviç’e itiraf eder. Bir cümleyle, insan olmak Raskolnikov’a yetmez. “Sadece var olmak ona her zaman az görünmüş, o daima bundan fazlasını istemişti.” Vicdanına yenik düşüp yaptığı itiraf, bir anlamda Raskolnikov’un şahsında beşerî gücün iflasıdır. Tek başına, hiçbir kural, değer ve yasa tanımadan yaşayabileceğini ve bu alanda bazı haklara sahip üstün bir şahsiyete sahip olduğunu kendine göstermek istemektedir. ‘Sınırsız özgürlük’ alanının peşinde koşmak isteyen biridir Raskolnikov. Batı karşıtı görüşleriyle bilinen ve Batı’dan transfer edilen ideolojinin (Sosyalist ütopyanın) Rus halkına huzur ve güç kazandırmayacağını önceden gören Dostoyevski, araç olarak göreceğimiz bir cinayet etrafında Raskolnikov’u insan ruhunun yasak bölgelerinde gezdirmekte, onu, kazanılması asla mümkün olmayan mutlak özgürlüğün peşinde koşturmakta, iç hesaplaşma ve vicdan azabıyla, böyle bir hayatın mümkün olmadığını ortaya koymaktadır. Nihayet insan Tanrı değildir ve olamaz da.

Raskolnikov’un niye cinayeti işlediğini, Sonya’ya yaptığı kendi itirafından dinleyelim: “Akla, vicdana danışmadan kendim için, sadece kendim için öldürmek istedim…. Anneme yardım etmek için öldürmedim. Boş laf! Maddî imkânlara ve iktidara sahip olmak, insanlığa hizmet etmek için de öldürmedim. Laf! Ben düpedüz öldürdüm, kendim için öldürdüm.” Fakat öldürülen kişi aslında kocakarı değil, Raskolnikov’un kişiliğidir. İnsanlığını, masumiyetini yitirmiştir Raskolnikov ve bunun farkındadır: “Sanki ben o mendebur kocakarıyı mı öldürdüm? Ben kendimi öldürdüm, kocakarıyı değil!.. Böylece ebedî olarak kendimi mahvettim… Kocakarıya gelince, onu ben değil, şeytan öldürdü.” Hatırlatalım, Raskolnikov, kocakarıyı öldürdüğü için asla pişman olmamıştır. Gidip teslim olduğu zaman bile kocakarının bir bit veya bir örümcek olduğu kanaatinden vazgeçmemiştir. Duyduğu ıstırap, toplumsal düzene ve yasalara karşı değildir yani. Ona suçunu itiraf ettiren şey, “Bütün idealist çabalar, dönüp dolaşıp Tanrıya varmak zorundadır.” gerçeğidir. Gerçi bu cümlenin, Dostoyevski’nin sonraki eserlerinde yaptığı bir tespit olduğunu söyleyelim. Bu bağlamda, son aşamada Raskolnikov, suçunu itiraf etmeye gitmeden önce, Sonya’dan iki tane haç alır ve önce Tanrı’nın huzurunda ıstavroz çıkarır, tevbe edip arınır. Boynuna taktığı haç, onun acıyı kabullendiğinin göstergesidir ki, o da Sonya’ya böyle söyler. “Bu, benim acıyı yüklenişimin sembolüdür.”

11

Bu sahne, Raskolnikov’un (belki de Sosyalist ütopyanın) teslim olduğu, Tanrı olmadığını ve Tanrının kurallarına karşı duramayacağını anladığı andır. Fakat onun bu teslimiyeti, doğaya, kanunlara veya toplumsal düzene değil, Tanrının iradesinedir ki, derdini paylaşmak ve daha sonrasında suçunu itiraf etmek için, mahkemeye veya kiliseye değil, en önce dindar ve fedakâr bir kız olan Sonya’ya gitmiştir. Burada duralım. Neden bir rahip, tertemiz bir din adamı, polis memuru değil de, bir genç kıza gitmiştir? Hem de fahişeliği vesikayla sabit ama Allah inancı olan fedakâr olan genç bir kız. Bunu en iyi Dostoyevski bilir. Belki de Dostoyevski, her şeye rağmen Tanrı’yı da biraz kirli bulmaktadır ve onu böyle kabul etmektedir. Sanki hayatın içinde yaşamak isteyen Tanrı kirlenmek zorundadır. Bunu Varoluşçu felsefeye dayandırmak mümkün olsa gerek. Zira, eğer insan doğuştan suçlu ise ve doğar doğmaz vaftiz ediliyorsa, onu bu dünyaya kirli bir halde gönderen ve ilk günahın bedelini ödemeye mecbur eden de Tanrı’dır. İnsan ruhunun özgürleşmesi için acı çekmesi gerekiyorsa, onu böyle bir hayata sürükleyen de Tanrı’dır. Dostoyevski’nin roman içinde gizlediği “İnsan masum değilse Tanrı da masum değildir” yaklaşımı samimî bir Hristiyan’ın kabul edebileceği bir şey olmasa gerek. Zaten Dostoyevski için ihlâslı bir Hristiyan olduğunu söylemek de mümkün değildir. Ki, bize göre Dostoyevski, aynen Raskolnikov gibi kendi içinde Tanrı’ya yenik düştüğü için Tanrı’dan yanadır. Henri Troyat’ın onun için yaptığı, “Hem gök, hem de yer tarafından etkilenmiştir.” tespitini hatırlayalım. Nihayet, insan asla özgür ve masum değildir onun için, ne ki, Tanrı da bu işin içindedir ve o da mutlak anlamda masum değildir. Romanda bu konudaki bir diğer ayrıntıyı sunarsak; polis memuru Petroviç, cinayeti Raskolnikov’un işlediğini başından beri bilmektedir ve kendi gelip suçunu itiraf ederek ruhunu yüceltmesini beklemektedir, nihayet romanın sonuna doğru bunu açıkça kendisine teklif de eder ki, Petroviç Raskolnikov’un kendi ruhunda acı çektiğini, derin ıstıraplarla kıvrandığını bilmektedir ve yapması gereken tek şey, bunu insanlığa ilan edip, masumiyetini meşrulaştırmasıdır.

Dostoyevski için bu noktada (her ne kadar Raskolnikov teslim olup suçunu itiraf etse de) şunu söyleyebiliriz: Dostoyevski, ülkesinde (veya dünyada) varolan ve insanı huzura kavuşturmaktan uzak sosyal hayatın faturasını insanlardan ve kanunlardan çok Tanrı’ya çıkartmakta ve onun adaletini sorgulamaktadır ki, romanda Sonya’nın dul, fakir ve parasızlıktan delirecek hale gelen annesi Katherina İvanovna’nın Tanrıya isyanı buna yöneliktir: “Senin adaletin yok mu? Bizi, bu yetimleri korumadıktan sonra kimi koruyacaksın? Ama görüşürüz. Yeryüzünde de mahkemeler var adalet var! Evet var. Mahkemeye vereceğim. Yeryüzünde adalet var mıymış, yok muymuş, göreceğiz.” Ne ki, Katherina’nın çabası boşa çıkmıştır, Tanrıya inat, gittiği beşerî makamlardan kovulmuş, sonunda delirerek, kan kusarak ölmüştür. Yine de cenaze merasimi kiliseye uygun yapılmıştır. İşte bu, klasik bir Dostoyevski kahramanının yaşaması gereken trajedidir. Gökle yer arasında asılı kalmak da diyebiliriz buna.

Buraya kadar özetleyelim: Raskolnikov bir cinayet işlemiştir. Fakat kocakarıyı öldürdüğü için asla pişman değildir ve Sibirya’ya gittikten sonra dahi pişman olmamıştır. Hatta bütün bunlara rağmen hâlâ kocakarıdan ve alelâde insanlardan nefret etmektedir. Asıl gidip teslim olduğu ve aptal kanunlara kendini teslim ettiği için pişmandır. Eğer açlıktan cinayet işlemiş olsaydı, pişman olabilirdi ve bunu kendisi de biliyordu. Bu yüzden kürek mahkumiyetinde ona yeni çileler çektiren bir şey daha vardı ki, o da kendisini yine de suçlu görmüyor oluşuydu. “Ah, kendi kendisini suçlandırabilseydi ne kadar mutlu olacaktı! O vakit her şeye, utanç ve yüz karasına bile katlanabilecekti.” diyen Dostoyevski, Raskolnikov’u hâlâ topluma, devlete ve yasalara hatta Tanrıya karşı savunmaktadır. Onun tek suçu; cesaret gösterememektir. Kocakarıyı öldürdükten sonra, bunun üzerinde hiç düşünmeden, tıpkı bir Napolyon gibi yoluna devam etmesi gerekirdi. Ama onun yapamadığı şey, işte bu gözü karalık, bu büyük insanlarda var olan cesareti göstermekti. “Onu bilhassa küçülten şey, Raskolnikov çapında bir adamın, kör talihin rastgele bir kararı ile böyle budalaca, böyle ümitsizce, böyle körü körüne ve silik bir biçimde mahvolması ve biraz olsun huzura kavuşmak istiyorsa böyle (saçma) bir karara boyun eğmesi, ona kendini teslim etmesi idi.” Madem ki durum böyledir, o halde soralım: Peki bir Napoleon veya Newton, Sezar veya Neron, tarihin akışını nasıl değiştirmiştir? Tanrıyı hayatlarından silerek mi, yahut taştan daha sert bir yürek taşıdıkları için mi? Onları başarılı kılan şey, gözünü kırpmadan bir şehri yerle bir ettiren şey, Tanrı tanımaz, dolayısıyla toplumsal düzen, sosyal hayatın kuralları gibi konulara aldırış etmiyor oluşları mıdır? Dostoyevski bu sorunun cevabını daha sonraki romanlarına bırakıyor. Suç ve Ceza’nın sonunda, Raskolnikov’un içindeki uhde bitmemiş, kaderle arası henüz düzelmemiş, içindeki acıya son verebilmek için pişman olmayı bile dilemiş, ne ki öfkesi henüz dinmemiştir: “Bari kader ona pişmanlığı olsun çok görmeseydi.” Bu yüzden çile henüz tamam değildir. “İşte onun bu işte kendisine yüklediği biricik suç; sonuna kadar dayanamayıp teslim oluşu idi.”

12

Cezanın Caydırma Gücü: İnsan Vazgeçer mi?

Bir diğer konu: Ceza. Peki Raskolnikov’un cezası, hafifletici sebepler ve mahkumun itirafı, ayrıca hastalığı göz önünde bulundurularak verilen 8 yıl Sibirya’da mahkumiyet midir? Elbette bu işin görünen (zahir) tarafı. Fakat aslında Raskolnikov, mahkeme başlayıp, duruşmaların ardından kendi cezası kesinleşmeden çok zaman önce kendi cezasını yine bizzat kendisi vermiş, işi mahkemeden önce bitirmiş, “Ben ise merhametsizce kendimi yargıladım.” düşüncesiyle de tekrar öfkesini kendi içine yöneltmiştir. Onun cezası sıradan bir insan olduğunu anlamaktır. Bu ise, Raskolnikov gibi bir adamın kendine vereceği (verilecek) en büyük cezadır. Çünkü bir karar vermiş, ne ki bu kararında sonuna kadar gidememiş, ruhunda taşıdığı olağanüstü kişiliği ortaya çıkaramamış, sıradan insanlar sınıfına düşmüştür. Kimsenin kendisini görmediği ve geride bir iz bırakmadığı halde, Raskolnikov müthiş bir tedirginlik içine düşmüştür. Kendi gidip itiraf etmese, (ki onun bu itirafından önce başka biri gidip cinayeti kendisinin işlediğini itiraf etmiştir) belki de onu yargılamak için polis asla gerekli delilleri elde edemeyecek, delil yetersizliğinden beraat edecekti. Bir başka ifadeyle Raskolnikov, çok başarılı bir cinayet işlemiş, devlete, kanunlara ve mahkemeye, kendisini yargılatacak hiçbir malzeme ve ipucu bırakmamıştır. O kendi kendini yargılamış, kendi kendinin kurbanı olmuştur.

 Ara verelim ve Prof. Dr. Şahin Uçar’ın ‘Suç ve Ceza’ ile ilgili görüşlerine yer verelim: “Suç ve Ceza, cemiyet üzerinde serbest bırakılmış ‘hür iradenin’ neticelerini tahlil eder ve aynı zamanda hür iradeyi frenleyecek bir güç bulmaya çalışır. Bu güç Tanrıdır, fakat bu durumda kendi kendine mütenakız bir vaziyete düşer. Nasıl ki beşerî saadetin rasyonel bir tarzda organizasyonu gayreti, hür iradenin bir sosyal strüktür tarafından tahrip edilmesi neticesiyle karşılaşırsa, aynı şekilde, Tanrı da hür iradenin tahripkâr karakterini frenlemek için hürriyeti imha etmiş olacaktır. Bu dilemma ve bunun için bir çözüm yolu arayış, Suç ve Ceza’yı takip eden büyük romanları dramatik bir şekilde haber vermektedir.” Raskolnikov’a dönersek, bir insan olarak o, hür olmak ve tam manasıyla hür olmak istemiştir. Ona göre, bir şahsiyete sahip olmanın vazgeçilmez şartı da budur. Buna sahip olup olmadığını anlamak için de bir cinayet işlemiştir. Ne ki, insan Tanrı tarafından tahdid edilmiş, kuşatılmış, sınırlandırılmıştır. İşte bu anlamda Dostoyevski, Raskolnikov bağlamında şu soruya cevap aramaktadır: “Neye cevaz vardır ve neye müsaade edilmemiştir?” Raskonikov’a verilen veya onun kendisine verdiği cezayı şöyle anlatabiliriz: İnsan sınırlı bir varlıktır, asla aşamayacağı bazı sınırlarla kuşatılmıştır. Bu yüzden de salt kendisiyle asla hür olamaz. Raskolnikov’a suçunu itiraf ettiren ve ona ceza olarak verilen gerçek de budur zaten. Bir iktidar isteniyorsa, o iktidarın sahibine boyun eğmek şarttır. Nitekim Raskolnikov, Sonya’ya yaptığı itirafta bunu kabul ettiğini söyler: “O zaman anladım ki Sonya, iktidar, ancak eğilip onu anlamak cesaretini gösterenlere verilir. İş cesaret göstermekten ibaretti. Bütün mesele yalnız bu idi.” Nihayet, Raskolnikov’un öğrenmek istediği şey, “Titrek bir hayvan mı idim, yoksa hak sahibi bir insan mı idim” sorusunun cevabı idi. Ve başarısızlığını görmüştü. “Ben sana sadece bir noktayı: beni o zaman oraya şeytanın sürüklediğini, sonra da, oraya gitmeye hakkım olmadığını, çünkü benim de herkes gibi bitten başka bir şey olmadığımı öğrettiğini, anlatmak istedim. Şeytan benimle alay etmişti.”

Raskolnikov’un işlediği suç karşısında aldığı kürek mahkumiyetinin de, onu pişman etmeye yetmediğini öğrendiğimizde, yeni bir problem çıkıyor karşımıza: Cezanın caydırıcı etkisi. Raskolnikov şeytana uymuş, Tanrıya başkaldırmış, üstünlük taslamış, yenilmiş ve cezalandırılmıştır. Fakat, romanın sonunda görüyoruz ki, suç işlediği için değil, sonuna kadar dayanamadığı için pişman olmuştur. İçinde bir deha taşıdığına hâlâ inanmaktadır. Romanın sonunda kahramanımızın uslanıp sıradan insanlar arasına hâlâ girmediğini, yine küskün, yine öfkeli bir ruh taşıdığını ve yine sadece var olmakla yetinmediğini, hikayenin ucu açık bittiğini bilerek soralım: O halde Dostoyevski ne yapmak istemektedir? “Ceza kaldırılabilir; ama suç insanın içinde sonsuza kadar yaşar” diyor Ovidius. Yazarın, “Suç ve Ceza” kavramları bağlamında, aslında Tanrı’yı ve iradenin hürriyetini sorguladığını artık biliyoruz. Beşerî iradenin hangi sınıra kadar gidebildiğini araştıran yazarımız, henüz bu konuda tatmin olmamış görünüyor ki, insaflı olalım, bu noktada haklıdır. Ceza dediğimiz olgunun içinde birçok tartışmalı konu bulunur: Birincisi denklik sorunu. Bir kere verilen ceza suçu karşılayabilmekte midir? İkincisi cezanın caydırma gücüdür. Kirkegaard’ın, “Ceza, suçu başka bir zamana daha şiddetli bir şekilde ertelemekten, hatta suçu azdırmaktan başka bir şey değildir” tanımını düşünürsek, cezanın caydırıcılığı konusunda, beşeriyetin hâlâ kesin bir çözüm bulmadığını iddia edebiliriz.

13

“Kanunlar Örümcek Ağlarına Benzerler”

İnsan vazgeçer mi? Hayır, vazgeçmez. Neden? Çünkü insanın (aslında nefsinin) hür olmak isteği ancak ölümü tatmakla son erer ve dünyadaki varlığı sürdükçe daima bunun için (hür olmak için) duvarı zorlamaya isteklidir. Bir insanın zinadan sakınması, karşılığında alacağı beşerî bir cezadan (ki bu ceza hapis, sürgün, toplum tarafından dışlanma bile olsa) dolayı değil, Tanrı tarafından dışlanmak, cehennemde yanmak ve ebedî saadetten mahrum olmak korkusundandır. İnsanı ancak Allah durdurabilir ki, bir dine ve öte dünya inancına sahip toplumlarda aile kavramının kutsallığının ve zina oranının düşüklüğünün nedeni budur. Zira insan beşeriyet perdesini yırtmadıkça asla Tanrı’dan kurtulamaz. Nietsche’nin “İnsan pekâlâ Tanrılık iddia edebilirdi, belden aşağı olmasaydı” demesi, nihayet Tanrı olmak için Tanrıyı inkâr etmenin yetmeyeceğini anlamış olmasındandır. Hemen burada Dostoyevski’nin “Bütün ideal çabalar dönüp dolaşıp Tanrıya varmak zorundadır” sözünü hatırlayalım. İnsan, kabul etse de etmese de sınırlı ve de kusurludur. Zaafiyetleri vardır ve bunlardan kurtulması için normal insanın dışına çıkması gerekir. Ki, Raskolnikov bunu denemiş ve başaramamış bir insandır. Ve onun, Tanrı’nın gücüne teslim olması onu kabul ettiği, tasdiklediği anlamına gelmez. O, içinde sonsuza kadar hissedeceği bir huzurun peşindedir ve vazgeçmeye de niyetli değildir. Yani henüz Tanrıyla barışmamış, sadece ona yenik düşmüştür. Dolayısıyla Tanrının gücü karşısında boyun eğmeyen ve ona teslim olmayan hiç kimseyi hiçbir zaman kendi fikrinden caydıramazsınız. Sadece onu erteler ve güçlenip geri gelmek için savaş alanından çekilir. Çünkü Romalı filozof haklıdır: “Kanunlar, örümcek ağlarına benzerler; küçük sinekler yakalanır, büyük sinekler ağı delip geçerler.” Nitekim Raskolnikov, “Ben kocakarıyı değil, kendimi öldürdüm” demiştir. Ve yeniden dirilinceye (büyük sineklerden oluncaya değin) beklemesi gerekecektir. Romanın sonunda, Tanrı ile insan arasındaki mücadele sona ermemiş, Dostoyevski, Tanrı ile buluşmayı sonraki eserlerine bırakmıştır.

1 Mayıs 2010

Kaynak:  http://www.magaradergisi.com/edebiyat/285-suc-ve-ceza-arasinda-raskolnikov

Suç ve Ceza Arasında Raskolnikov yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Antonio Gramsci ve Hukuk Düzeni

$
0
0

Antonio Gramsci, kendisini 20. yüzyıl Marksist kuramında kritik figür haline de getiren “hegemonya” sözcüğü ile ilişkilendirilir. Hegemonya, bizim “ideoloji” dediğimiz kavrama oldukça yakındır. Egemenliğin, zora başvurmadan, siyasal meşruluk yoluyla uygulanmasını ifade eder. Hegemonya, yönetilenlerin rızalarının kazanılması anlamına gelmektedir. Modern endüstriyel devleti anlamak için onun, onun kitlelere meşru görünen kurumlar, örgütlenmeler ve toplumsal ilişki ağları yaratmak amacıyla kullanılabildiği ideolojik gücü kavramak gerekir.

Marx’ın ölümünden sonra Marksist siyaset, devlet ve ekonomi kuramlarında, ideolojinin, rızanın, meşruiyet kazandırmanın ya da kestirme ifadesiyle hegemonyanın burjuvazinin güç kullanımındaki rolü üzerinde yoğunlaşan bir ilgi neredeyse bulunmamaktadır. Gramsci, Marksistlerin, üzerinde ciddi bir şekilde düşünüp çalışabilecekleri, derin bir ilgi duyabilecekleri ve insanların kapitalist rejimi kabullenmeleri için vahşice zorlanmak yerine ikna edilmelerini sağlayan mekanizmaları kavrayabilecekleri fikrinin yeniden canlandırılmasını temsil eder. Gramsci ismi, düşüncelerle ilgilenmeyen Marksizmin farklı versiyonları tarafından kuramdan uzaklaştırılan, hatta düşman ilan edilenler için bir slogan gibidir. Eğer, tüm vurguyu ekonomik yapıya yönelten ya da belli bir grubun çıkarları adına şiddetin bir araç olarak kullanılabileceğini kabul eden Marksizm yorumlarından hoşlanmıyorsanız, Gramsci’yi adeta bir bayrak gibi sallayabilirsiniz.

Böylesi bir amaç için onu biçilmiş kaftan yapan şeylerden biri, Rus Devrimi’nin ardından Sovyetler Birliği dışında, Batı Avrupa Marksizmi’nin merkezindeki en önemli figürlerden biri olmasıdır. Öyle ki, eğer ilginizi, Antonio Gramsci şahsında, ideolojiye özgülüyorsanız, hiç kimse sizi kolaylıkla, anti-Marksist, ütopyacı ya da sapkın diye suçlayamayacaktır.

20. yüzyıl Marksizmi’nde aynı işlevi gören, yani 1970-80’lerin modern Marksistinin, özgüvenle ideolojiden söz edebilmesini sağlayan George Lukacs ya da Karl Korsch gibi başka isimler de vardır. Ama onların komünist hareket içerisindeki konumları bir hayli problematik olduğu için döneklik suçlamaları karşısında savunma olarak kullanılma açısından Gramsci kadar iyi değillerdir. Bütün Gramsci tartışmalarının açıkça ifade edilmeyen bir yönü de budur.

Gramsci, aynı zamanda harika bir yazardır. Avrupalı Marksist ya da Marksist olmayan toplumsal kuramlarının fiyakalı geleneklerinin ötesinde güzel bir üsluba sahiptir. Yazıları etkileyici ve can alıcıdır. Çağdaş Marksist ortodoksi ya da neo-ortodoksi literatüründe pek rastlanmayan estetik bir çekiciliği vardır. Büyük çoğunluğu çirkin görünen bu gelenek içerisinde bulunabilecek özel bir tattır.

Gramsci, farklı çözümleme türleri de önerir. Eğer sistemi anlamak istiyorsanız; burjuva, kapitalist, bürokratik refah devletinin sürekli olarak nasıl ayakta kalabildiğini ve nasıl halen üstesinden gelinemediğini anlamak istiyorsanız, Gramsci’nin hegemonyaya yaptığı vurgu, bu sorulara yönelik ilerleme kaydedebileceğiniz bir yol önerir. Gramsci’ye göre, sistemin ayakta kalmasını sağlayan ulusal muhafızlar dışında, işin içerisinde başka bir iş vardır. Söz konusu edilenden daha fazlasının ne olduğunu ideoloji, rıza, hegemonya kavramları ile açıklar. Eserleri, bu mekanizmanın nasıl işlediğini açıklayan parçalarla doludur.

Asıl büyük gizem, tüm bu sistemin nasıl işlediğindedir. “Devrimi engelleyen tek şey ulusal düzeydeki muhafızlar yani sadece FBI, CIA değildir, daha fazlası vardır” demek kolaydır. Daha fazlası olduğuna dair herkes hemfikirdir. Fakat bu “daha fazla olan”ın ne olduğunu anlamak isterseniz, Marksist ya da Marksist olmayan çağdaş düşüncede; sol, sağ ya da merkez; radikal ya da radikal olmayan düşüncede, ideolojik hegemonya kavramının ne anlama geldiğine dair kalıcı ve ciddi pek az tartışma bulunmaktadır. İdeolojik hegemonyayı hepimiz hissederiz. Yanlış olduğunu hissettiğimiz düşünce sistemlerinin içinde mahsur kalmış olmamız artık hepimizin hayatının bir parçası haline gelmesine rağmen, nedense bir türlü bu tuzaktan kurtulamayız. İnandıkları şeylerin bizim bazı açılardan yanlış ve saptırılmış olduğunu düşündüğümüz şeylerin onları kendileriyle düşmanca karşı karşıya getirdiği insanlarla kaçınılmaz olarak hepimiz uğraşmak durumundayız.

Bunun bu kadar zor olmasının ve insanların bunu konuşmaktan kaçınmalarının bir nedeni, yardım etmek istediğiniz kişinin yanlış yönlendirildiği ya da hatalı olduğu ya da karmaşık bir ideolojik sistemle kafasının karıştırıldığı ön kabulüyle başlayan bir tartışmanın oldukça elitist görünmesidir. Liberalizmin kuralı şudur: Asla yanlış bilinç hakkında konuşma, mutlaklık diye bir şey yoktur, kimse hakikati bilemez, öyleyse sen de her şeyi açıklayacak geniş bir hipotez kullanamazsın ve bu devam edip giden şeyin devasa bir beyin yıkama olduğunu da düşünmemelisin.

Marksizm’in liberal ön kabul yerine ikame ettiği şey bilimsel sınıf çözümlemesidir. İnsanların düşünceleriyle ilgilenmenize gerek yoktur. İdeolojilerinin grift detaylarıyla da… Zira, neyin nasıl ve ne zaman olacağını açıklaması beklenen sınıfsal çözümlemeniz için güya-bilimsel (ya da ben ona sahte-bilimsel diyeceğim) sistematik bir ekonomi malumatına sahipsinizdir. Bu anlayış, kapitalist sınıf tarafından yönetilen devlet yapısı içerisinde, bilince ilişkin sübjektif boyutla ilgilenme sorununu gereksiz kılar.

Öyleyse Gramsci bir davettir. Kendi deneyiminizin boyutu hakkında düşünmeye davettir. Benim için bu, Gramsci’ci deneyler olarak adlandırılabilecek bir sürece doğrudan rehberlik eden davettir. Burada önereceklerimi, Gramsci’de bulamayacaksınız. Fakat bence Gramsci’nin yapıtı, hukuk mesleği içerisindeki bizim gibi radikaller için farklı çağrışımlar akla getirmektedir. Mekanik ya da mutlak yapı/üstyapı farklılığına dayanan diğer hiçbir Marksizm yorumundan duyamayacağınız çağrışımlar…

Yapı/üstyapı kuramının “elbette üstyapı, yapı ile aynı şey değildir. Ancak son tahlilde üstyapı, yapıya indirgenebilir” diyen bir türü bulunmaktadır. Gramsci bu anlayışı açıkça reddetmektedir. O, yapı ile üstyapının bütünleştiricisidir. Gramsci “tarihsel blok” adını verdiği bir kavram kullanır. Buna göre, belli bir ekonomik formasyon ve ekonomik iktidar ilişkileri düzeni, ancak belli bir ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel ve ideolojik yapıda yer aldığı gibi bunun aksi de geçerlidir. Yani, her ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel ve ideolojik yapı, belli bir ekonomik formasyon ve ekonomik iktidar ilişkileri düzenini içerecektir. Her hangi bir ideolojik bağlam dışında, somut ekonomik iktidar yapısını anlayabilmek, hatta hayal dahi edebilmek imkansızdır. Bunlar, birlikte, tek ve bölünemez bir bütün oluştururlar. Bunları yapı ve üstyapı olarak birbirinden keskin bir şekilde ayırmaya yönelik girişimler, başarısızlığa uğramaya ve stratejik düşünmeyi engellemeye mahkumdurlar. Gramsci, bunun stratejik düşünmeyi engelleyeceğini düşünür çünkü eğer hegemonyanın sadece teknolojinin ya da ekonomik yapının bir işlevinden ibaret olduğuna inanacak olurlarsa, insanlar hegemonyanın anlamını kavrayamayacaklardır.

Bu tür çözümlemeler, hukuk düzeni açısından ne önerirler? Gramsci’ci deyişle, hukuk düzeni karmaşık bir bloktur. Yani, bir taraftan insanların diğerleri üzerinde güç kullanma, şiddet, doğrudan zorlama ve doğrudan baskısı gibi unsurları içermektedir. Hukuk düzeninin işlevlerinden biri bazı kişilerin diğerleri üzerindeki doğrudan güç ve şiddet uygulamalarını organize etmek, etkin ve işler kılmaktır. Örneğin mülkiyetin korunması. Hepimizce malum olan, başlıca, en temel anlam ve işlev şudur ki, hukuk düzeni, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını engellemek amacına yönelik silahlanmanın organizasyonunda yardımcı olur. Ama bu onun ancak bir parçasıdır. Hukukun aynı zamanda hegemonik bir işlevi de vardır.

Gramsci’ci yaklaşım, onun hegemonik işlevine ilişkin kimi soruşturmalara girmediğiniz sürece, bunu anlayamayacağınızı ileri sürer. Gramsci, hukuk hakkında pek konuşmadığından, bize bu konuda doğrudan bir yardım sunmaz. Hapishane Defterleri’nin İngilizce çevirisinde hukuka ilişkin sadece iki tane paragraf bulunmaktadır ve bunlar daha çok kuvvetler ayrılığı sorunu ile boğuşan bir birinci sınıf hukuk öğrencisinin okumaları gibidirler. Ama Gramsci hegemonyanın diğer görünümlerinden söz eder. Örneğin, siyaset teorisi gibi ya da örneğin, sınıf bilincinin gelişiminde kent ve kır arasındaki ilişki gibi… Katolik kilisesi hakkında da görüşleri vardır. Roma Katolikliği’nin, bir düşünceler bütünü olarak Kilise’nin -ve tabi, rahiplerin ve ruhbanların somut siyasal ve toplumsal örgütlenmelerinin statükoyu destekleyen- hegemonik işlevine büyük ilgisi vardır. “Proletaryanın afyonu” iddiasını çok ciddi ele alıp, bunun nasıl işlediğini anlamaya çalışmıştır. Oysa bu klasik Marksist düşünce, eğer gerçekten materyalistseniz, -doğru olduğunu öncelikle kabul edip (çn)- çok fazla soruşturmayacağınız bir konudur.

Hukuk düzeni, farklı düzeylerdeki çeşitli gruplar için farklı farklı işleyen hegemonik bir düzendir. Bu düzeni anlamanın yollarından biri, hukuku, farklı toplumsal sınıfların yaşamlarının çeşitli kısımlarında roller oynayan tek bir inançlar, pratikler, teknikler ve bilgiler toplamı olarak düşünmektir. Hukuk, siyasal iktidar sahipleri açısından esasen bir aygıttır. Onu kullanabilirler ve hakimiyetlerini doğrudan uygulayabilmelerini sağlayacak bir aygıt olarak görürler. Hukuk aynı zamanda, Gramsci’nin hukuk entelektüelleri olarak nitelediği, baro üyeleri, yargıçlar, mahkeme kalemi çalışanları gibi yönetime doğrudan ya da dolaylı olarak katılan herkesin yaşamlarının önemli bir parçasıdır. Ve nihayet, halk kitlelerinin yaşamlarının da bir parçasıdır.

Hukuk, bu grupların hepsi için aynı işlevi yerine getirmez. Hukuk entelektüelleri gibi, bir şekilde hukuk düzeni ile ilişkili kimselerin hepsi (ki bu hukuk düzeni ile çok içli dışlı olarak büyüyen varlıklı avukatların ailelerini de kapsar), mevcut düzen için ciddi bir destekleyici toplumsal grup teşkil etmektedirler. Bir sınıf olarak hukukçular, hem kapitalizmin devamı ve bekası için mekanik değer taşımaktadırlar hem de kapitalizme olan siyasal destekleri kendilerinin ayakta kalabilmeleri için önemlidir. Sağladığı prestij ve ileri sürdüğü evrensellik ve akılcılık iddiası ile hukuksal davranış ve hukuksal düşünce, hukuk düzenini yöneten bu nüfuzlu, profesyonel, teknik ve entelektüel sektör üzerinde, Gramsci’ci kavramlarla söylersek, yöneten sınıf hegemonyasının sürmesinde önemli bir etkiye sahiptir. Hukuk düzeni, kapitalist devletin toplumsal yapısının devam etmesini sağlar. Bunun için, hukuk çalışanlarına ihtiyacı vardır ve onların sadakatini sağlamanın bir yolunu da bulması gerekmektedir.

Halk kitleleri için söz konusu olan ideolojik işleve bakıldığında, şu ileri sürülebilecektir: Hegemonyanın diğer unsurları gibi hukuksal düşünce de, üst sınıflar tarafından alt sınıfların zihinlerine, istedikleri her şeyi elde edemeyecekleri çünkü bunların yasadışı olduğu fikrinin sürekli olarak işlenmesi işlevini görür. Çok basit. Bu, eğer işçi iseniz, sizden korkan otorite sahibi bazı insanlar tarafından sürekli, isteklerinizin yasadışı olduğunun anlatıldığı bir evrenin ya da yaşamın resmidir. Gerçekten böyledir. Örgütlenme faaliyeti yürütenleriniz bunu bilirler; neyin yasal neyin yasadışı olduğuna ilişkin düşünce, kitle bilincinde güçlü bir unsurdur.

Yasallık ya da yasadışılık düşüncesini maharetli bir şekilde manipüle edebilirseniz, bu düşüneceye inanan insanlar üzerinde ciddi bir iktidar kurabilmek için bunu kullanabilirsiniz.

Gramsci’ci analiz şu şekilde bitecektir: Bir radikalin bilebileceği, bunların hepsinin katıksız saçma olduğudur. Hukuk düşüncesi, meslek profesyonellerinin kullandığı bu düzeni onlar için meşrulaştıracak gerçek bir kuram olma niteliklerinden yoksundur. Kendilerine sürekli, taleplerinin yasadışı olduğu söylenen kitleler için hukuk düzeninin bu şekilde kullanımı bir yalandır, bir mistifikasyondur. Ve bu, haliyle şunu ileri sürer: Sömürülen yoksullara yardm etmek ve onlara sadece küçük bir alan tanımanın yanında, yoksulların hedefleri etrafında yürütülen mücadelelerden bir örgütlenme meydana getirmenin yanında, düzenin doğrudan kurbanları olanlara sadece yardım etmenin ötesinde radikal hukukçular için farklı bir işlev daha vardır. Hukuk entelektüelleri (avukatlar, yargıçlar ve diğer hukuk çalışanları) ile emekçiler arasında, hayati öneme haiz karşılıklı bir iletişim söz konusudur ki bu, hukuki mantığın bir davranışın yasallığı ve yasadışılığına yönelik bir argüman olarak kullanımını sistematik bir şekilde demistifike etme çabasıdır.

Bunun ima ettiği şey ürkütücüdür. Çünkü, kuşkusuz hepimiz, örgütlü etkinliklerimizde, apaçık bir şekilde geçersiz bir hukuk ideolojisini kullanırız. Şöyle ki radikaller, Marx’ın burjuva yanlış bilincinin en katıksız örneği olarak addettiği hak fikrine sürekli olarak çekinmeden başvurmaktadırlar. Yani aslında günlük faaliyetlerimiz sürekli olarak, anti-radikal olan bir ideolojik argüman üretmektedir. Bu argüman, radikalizmin, insanların haklarını elde edebilmelerine yardım etmenin ötesinde başka bir anlam taşımadığını ileri sürmektedir.

Hak bilincinin, Amerika Birleşik Devletleri’nde kitle bilincinin temel özelliklerinden biri olduğu kabul edilmelidir. Hak bilinci, her hangi bir siyasal faaliyetin en temel özelliklerinden biridir. Gramsci’ci çözümleme, tüm bu hukuksal faaliyetlerdeki reform/devrim sorunsalından bir çıkış yolu olarak, diğer insanlarla bilinçli iletişim kurma düzeyinde, hedeflerinin hukukun yarattığı hegemonik yanlış bilinç tarafından saptırılmasının boyutlarını belirlemeyi önermektedir. Bu Gramsci’nin, taktik ve stratejik tartışmalara doğrudan avantaj tanıdığı bir yöntemdir. Fakat itiraf etmeliyim ki bu, Gramsici’nin, partizan bir bakış açısıyla bakıldığı zaman görünen yönüdür. Sanırım Gramsci’nin en temel işlevi, insanları, Marksist kuram içinde temsil ettiği zenginlik olmadan ortaya çıkması pek mümkün olmayan türden stratejik ve taktik tartışmalara sokabilmektir.

DİPNOTLAR:

* Özgün metin ALSA Forum 6/1: 32-37 (1982)’de yayımlanmıştır. Çeviri ilk olarak Mülkşye Dergsi’nde yayımlanmıştır. Özgün metne http://www.duncankennedy.net/documents/Photo%20articles/Antonio%20Gramsci%20and%20The%20Legal%20System.pdf adresinden ulaşılabilir.

** Prof., Genel Hukuk Kuramı, Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi. Duncan Kennedy (1942, Washington), Eleştirel Hukuk Çalışmaları (Critical Legal Studies) ismiyle anılan hukuk okulunun önde gelen kuramcılarındandır. “Form and Substance in Private Law Adjudication” adlı ünlü makalenin de yazarıdır -çn.

Bu makale Mülkiye Dergisi S. 257: 175-180’de yayımlanmıştır. (2007)

Antonio Gramsci ve Hukuk Düzeni yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Edebiyat ve Hukuk (Servet-i Fünun)

$
0
0

Birazdan okuyacağınız makalenin yayımlanma tarihi 1901. Başına gelenler, yaşadığımız coğrafyada iktidarların ifade özgürlüğüne tahammülsüzlüklerinin değişmezliğini göstermesi açısından trajik bir hale işaret ediyor. Her ne kadar makalenin yazarı silah zoruyla bir alana kapatılmamış olsa da iktidarın yaptığı müdahale bir yayının ve düşünsel akımın sonu oldu.

“Edebiyat ve Hukuk” başlıklı bu makale Edebiyat-ı Cedide topluluğunun temel yayın organı olan Türkiye’nin en eski dergilerinden biri olan Servet-i Fünun dergisinin 553. sayısında Hüseyin Cahit (Yalçın) imzası ile yayımlandı. Sonrasında makalede hiç yer almayan ve kastedilmeyen düşünceler Saray’a bildirildi, padişah II. Abdülhamit de derginin kapatılarak sorumluların sürgüne gönderilmesini istedi. Her ne kadar sorgulamalar neticesinde jurnalin asılsız olduğu anlaşılmış olmasına rağmen topluluğun dağılması ve derginin yayın hayatının son bulması engellenmedi. Dergide yazının başlığı altına bir dipnot konularak sadece “Fransızcadan” ibaresi yazılmış, yazının kaynağı belirtilmemiş. Ersoy Topuzkanamış’ın Hukuk Kuramı (http://www.hukukkurami.net) dergisinde yayımlanmış konuya ilişkin makalesi ile haberdar olduğumuz Hüseyin Cahit imzalı “Edebiyat ve Hukuk” başlıklı bu güzel yazıyı yine Topuzkanamış’ın makalesi ekinde yer alan günümüz Türkçesine çevrilmiş hali ile okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.

Edebiyat ve hukuk aynı zamanda aynı gelişim aşamalarından geçer. Söz gelimi edebiyatta Gerçekçilik (Realizm) akımının hüküm sürdüğü bir dönemde hukuk kuramlarında da aynı eğilim görülür. Bu uygunluk ve ilişkiyi destekleyen bir örnek olarak Fransa’da 1850-1885 seneleri arasında geçen süre gösterilebilir. Bu otuz beş yıllık zaman boyunca Fransız edebiyatında Realizm, Naturalizm isimleriyle anılan akımlar, güzeli hakikate, sanatı bilime tâbi kılmaya çalışıyorlardı. Romanlardan kişilik kalkarak bunlar bir belgeler toplamı hâline geliyor, tiyatrolardaki kurgusal ve kuramsal birtakım kurallar bırakılarak bir eser sahneye konulacağı zaman mümkün olduğu kadar hakikate yaklaşılıyor; tarih, çok titiz araştırmalar içinde uzmanlaşmaya dalıyor; eleştiri mümkün olduğu derecede analitik, bilimsel olmaya çalışarak imkânı ölçüsünde tarafsızlığını koruyor; şiir bile bilimden, günlük hayattan ilham alıyordu.

İşte bu zaman zarfında hukuk maddelerinde hâkim olan görüşlere bakılacak olursa orada da hayalî amaca hiç önem verilmeyip bunun küçümsendiği ve hor görüldüğü anlaşılır. Gerçekten de bu esnada başka hukuk görüşleri de vardı. Zaten her vakit, her yerde düşünceler çeşitlidir. Bir kısım halk geçmişe bağlı kaldıkları hâlde bir kısmı geleceğe doğru koşarlar. Fakat her zaman bu diğeriyle çarpışan kişisel düşünceler sonucunda bir akım oluşur ki ters akımlara, anaforlara rağmen düşünürlerin çoğunu ve düşünmek zahmetine katlanmadan başkalarının düşünmelerinin sonuçlarını hazırca kabul edenleri belli bir yöne doğru sürükler. İşte Fransa’da 1850-1885 seneleri arasında hukuk kuramlarının akımı da herkesi hayalî amacı küçümsemeye yöneltiyordu. Uluslararası “kuvvet hakkı” esasına riayet ediliyordu. Hayat mücadelesi kuramını bu şekilde yanlış yorumlayanlara karşı Voltaire’in önceden cevap vermiş olduğu söylenerek “Felsefe Sözlüğü”nde “savaş” maddesinde yazdığı şu satırlar tekrar edildi: “Bütün hayvanlar sürekli bir savaş hâli içindedirler. Her cins hayvan diğer cinsi mahvetmek için doğmuştur. Hatta koyunlar, güvercinler bile birçok küçük hayvanı öldürürler, aynı bir türün erkekleri dişileri için erkek insanlar gibi aralarında kavga ederler. Hava, toprak, su birer savaş meydanıdır. Allah insanları akıl ile ayrıcalıklı hâle getirdiği bu akıl onları hayvanları taklitten çekinmeye yöneltmelidir. Özellikle tabiat insanlara hemcinslerini telef edecek bir silah vermediği gibi kan içmekten zevk alacak bir içgüdü de vermemiştir.”

İnsanlığın hareket tarzını kurtların, yabani, vahşi hayvanların hareket tarzına benzetmeye çalışanlara karşı itiraz eden bu hayalî amaç meftunları ne alaylara maruz kalmadılar! Onlara hayalperest diyerek eğlendiler.

Hatta Avrupa’da değil yalnız hükûmetler arasında, bir hükûmetin fertleri arasında da hak ve adalet endişesi, tarihî olaya karşı riayet ve sükût etmek gerekliliğine feda edildi. Bir toplum bir organizmaya benzetiliyordu. Bu organizma büyük bir ağaç gibi kendi kendiliğinden yetişir deniliyordu. Dolayısıyla yenilik yapılması fikriyle bu yetişmeye müdahale etmek, doğal gelişmeyi bozar diye faydasız hatta zararlı sayıldığından, insani ilişkilerde sahte bir hakkaniyet aramaktan, genel konularda birtakım yüce ve soyut kurallara uygun hareket etmeye çalışmaktan ise millet menfaatini günü gününe yoluna koymak yeterli sanılırdı.

Hippolyte Taine bir kavmin kazanabileceği toplumsal şeklin kendisinin seçim ve arzusunun üstünde olduğunu, o kavmin tabiatı ile geçmişi neyi gerektirirse eninde sonunda o şekle gireceğini iddia ederdi. Kısmen İngiltere’den, Almanya’dan ödünç alınan bu tarz realist anlayış neticesi olarak, insanlar hakikaten eşit değil iken bunlar arasında eşitlik esasını koymak isteyen Jean-Jacques Rousseau ile az mı alay edildi?

Doğal hukuk tarihin açıklanmasında ve analiz edilmesinde böyle küçümsendiği gibi bir toplumu şu durumda düzeltmek için sarf edilmek istenilen mesai de kınanıyordu. Renan, muhtelif ırklar, aynı ırka mensup muhtelif sınıflar, insanlar arasında eşitsizliği getirmenin akıllıca bir hareket olduğunu söyleyerek şu sözleri tereddütsüz yazıyordu: “Bütün bir sınıf halk diğerlerinin şan ve şerefi, kuvvet ve iktidarı ile yaşamalıdır.”

Sefalet her vakit var olduğu için hastalık ve ölüm gibi ebedî bir hâl diye düşünülürdü. Dolayısıyla Avrupa toplumunun o vakitki hâlleri karşısında istenen bir hayalî amaç düşünmek bir çılgınlık idi. En ciddi kitaplarda yer bulan bu kuram fiiliyatta da etkisini gösteriyordu.

İşte böyle edebiyat ile hukuk yalnız aynı etki altında aynı rengi kazanmakla kalmaz, birbirileri üzerinde de etkileşimde bulunur. Bazen hukuk, edebiyata konu hazırlar, edebiyat da buna karşılık bazı kanun maddelerini düzeltmeye çalışır.

Son zamanlarda idam cezası hakkında yazılan şeyler kadar bu etkiyi gösterecek güzel bir örnek yoktur. Joseph de Maistre idam cezasını bir toplum için elzem sayar. Bundan sonra idam cezasının gerekli olup olmadığı edebiyatçılar arasında bitip tükenmek bilmez şiddetli bir kalem kavgasına meydan açar. Suçlunun vücudunun ortadan kaldırılmasının faydalı ve meşru olup olmadığı sorulması gerekli görülerek merhamet ve adalet daha geniş bir şekilde anlaşılacak olursa idam cezasından vazgeçileceği ve darağacından dökülen kan damlalarının birer kötü niyet ve haksızlık tohumu olacağı iddia edilir. Bunun üzerine romanlarda, tiyatrolarda vahşi zamanlardan kalma bir âdet olan bu idam cezası aleyhinde türlü hücumlar görülür. Victor Hugo “Bir Mahkûmun Son Günü” adındaki eserinde ismi, hâli, hatta cinayeti bile meçhul bir mahkûm için okuyucuların kalbinde şefkat ve merhamet oluşturmak gibi bir başarıya erişmiştir. Bu mahkûm, yaşayan insanlar arasından çıkarılmış olması, yalnız giyotin ile idam edilmeye değil, kesilinceye kadar süren o yavaş can çekişmeye mahkûm edilmiş bulunması itibarıyla merhametimize layıktır. Victor Hugo ölünceye kadar bütün şiirlerinde, mektuplarında, her vakit bu fikri savunmakta devam etmiştir. Victor Hugo idam cezası aleyhindeki itirazlarında yalnız da kalmamıştır. Birçok yazar kendisinin tarafını tutarlardı. Aleyhinde bulunanlar da eksik değildi. İşte böylelikle yalnız idam cezası etrafında birçok edebî eser çiçeklendi.

Ceza kanunu gibi askerî kanun da yazarların yaratıcılıklarını harekete geçirmiştir. Fransa’da gayet önemsiz bir şey için bir neferi kurşuna dizerler. Önceki yüzyıl sonunda Mercier’den başlayarak Alfred de Vigny’ye varıncaya kadar birçok yazar Fransa askerî kanunlarının bazı maddeleri hakkında dikkati çektikleri gibi zamanımızda Lüsyen de Kav, Abel Hermant, Jean Grave, Jean Ajalbert gibi edebiyatçılar da askerî disiplin adı altında Avrupa ordularında reva görülen zulümden şikâyet etmişlerdir.

Medeni kanun de edebiyatın oldukça mühim alış verişi vardır. İşte on dokuzuncu yüzyılda boşanma meselesi. Fransa’da boşanma meselesi kanun koyucu tarafından arka arkaya birbirine zıt yollarla halledildiğinden edebiyat da bu kanun değişikliklerini üzüntüyle karşılamıştır.

Evlilik bağı parçalanamaz olursa eşler arasında uyuşmazlık görüldüğü zaman ortaya çıkan hâl de içinden çıkılmaz, üzücü, feci bir şey olur. Keza aynı olay birçok durumda birtakım komik olaylara da meydan açabilir. Fransız komedyalarında şanssız kocalar, açık hanımlar hakkında türlü türlü şakalar vardır. Dramlarda, romanlarda ise kadının sadakatten ayrılması, aile hayatına âşık şeklinde bir üçüncü kişinin dâhil olması üzerine meydana gelen feci olaylar ayrıntılarıyla anlatılmıştır. “Princesse de Cléves” romanında koca, kederinden vefat ederek eşiyle âşığını hayatında birbirlerinden ayırdığı gibi ölümünden sonra, ölümüyle de onları ayırır. “Nouvelle Héloïse”de kadın âşığının kolları arasına düşmek üzere iken vefat ederek kurtulur. George Sand’ın “Jacques” romanında koca, dünyada pek fazla olduğunu hissederek sessizce bir intihar ile ortadan kalkar. Bunlara birtakım düellolar, cinayetler, âşığını hançerleyerek namusunu kurtaran âşıklar, eşi ile âşığını öldüren kocalar, kocasını zehirleyerek kurtulan kadınlar da ilave olunacak olursa boşanmanın olmamasından dolayı ne kadar göz yaşı, ne kadar kan döküldüğü anlaşılır.

Dikkate değerdir ki ahlak ve âdetler daima kanunlardan ileride yürür ve çoğunlukla edebiyat da ahlak ve âdetlerden ileride gider. Evlilik, Fransa’da koparılamaz bir bağ olduğu sıralarda tiyatro yazarlarından, romancılardan birçoğu, birbirleriyle uyuşmadıkları hâlde boşanmanın yokluğundan dolayı birbirine ilelebet bağlı kalan biçarelere acırlar, onları isyana sevk ederlerdi. Zina bu edebiyatçıların kalemleri altında şairane bir şey, kınanmayacak bir hâl oldu. Çünkü bazı hâllerde âdeta mazur oluyordu. Göze alınan tehlikelerden dolayı buna bir azamet geliyor, eninde sonunda bir felakete neden olduğu için kalpleri merhamete getiriyordu. Hâsılı, o vakitler evlilik buhranının doğurduğu eserlerin birçoğu boşanma lehinde ya doğrudan doğruya ya dolaylı birer savunmadan ibarettir.

Fakat bir gün geldi ki 1789 yönetimiyle Fransa’da boşanma geldi, birinci Napolyon tarafından bizzat uygulandı, Restorasyon Dönemi’yle kaldırıldı ve nihayet yine uygulanmaya başladı. Medeni kanunda meydana gelen bu değişiklik edebiyatçıların edindikleri dil ve yolda da birtakım değişikliklere meydan açtı. Eşlerden her birinin, evlilik dayanılmaz bir hâle geldiği zaman nikâh akdini feshetme hakkı olmaları gereğinde en çok ısrar etmiş edebiyatçılardan biri olan Alexandre Dumas oğlu53 şu satırları yazıyordu: “Meclis boşanmayı kabul edecek olursa tiyatromuz birdenbire ve tamamıyla değişiverecektir. Moliére’in aldanmış kocaları, dramlarımızın şanssız hanımları sahneden kalkacaktır. Çünkü bu eserler nikâhın bozulamaz olması esası üzerine kurulur. Dolayısıyla boşanma kanunu ile edebiyatta yeni bir akım ortaya çıkacak ve bu da kanunun en iyi sonuçlarından birini oluşturacaktır. Artık bize zinayı dikkat çekici ve önemli bir hâl olmak üzere gösteriyor diye kınanamayacak. Çünkü boşanma var iken zinaya başvurmak ahlaksızlıktır. O hâlde bu konu dramlara değil, komedyalara ait olacaktır.

Alexandre Dumas oğlu’nun bu sözleri gerçekleştiği zaman birtakım yazarlar da Fransa’nın yeni boşanma kanunundaki bazı garipliklerden, mantıksızlıklardan rahatsız oldular. Söz gelimi Fransa’da kanuna göre, zina edenler birbiriyle evlenemezler, karı ile koca iki tarafın rızası ile nikâhı bozamazlar. İşte bu kısım yazarlarda boşanma kanununun bu gibi eksiklerini, garipliklerini konu edinerek fikirleri daha makul, daha serbest bir sonuca ulaştıracak yolda eserler yazmıştır. Buna örnek olarak Paul Hervieux’nun “Kıskaç”, Madame Marya Chéliga’nın “Görenek” tiyatrolarını zikredelim.

İşte medeni kanuna ait tek bir nokta etrafında birçok edebî eser yazılmış olduğu görülüyor. Diğer maddelerden dolayı yazılan eserler sayılacak olursa toplam pek yüksek bir miktara çıkar. Alexandre Dumas oğlu gibi bazı yazarlar yalnız ahlak ve çağdaş âdetleri değil kanunları bile değiştirmeyi ve düzeltmeyi kendilerine bir görev bilmişlerdi. Kadınların, gayrimeşru çocukların hâli, mirasa, mülk edinme hakkına ait esaslar romanlarda, tiyatrolarda defalarca tartışmaya açılmıştır. Sanat için sanat taraftarı olanlar güzelliğin faydaya, pratik bir sonuç getirmesi düşüncesine bağlı bulundurulmasını eleştirirler, bununla birlikte, yine birtakım yazarlar topluma ait olan meselelerde düşüncelerine, mizaçlarına göre fikir beyan etmekten kaçınmayarak bu şekilde edebiyat tarihi ile hukuk tarihi arasında sıkı bir ilişki kuruyorlar.

(S.555)

Kaynak : Ersoy Topuzkanamış, Dergi Kapatan Yazı: “Edebiyat ve Hukuk”, Hukuk Kuramı, C. 1, S. 6, Kasım-Aralık 2014, ss. 1-14.

Edebiyat ve Hukuk (Servet-i Fünun) yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Max Weber’de Ekonomi, Hukuk ve Rasyonalite

$
0
0
GİRİŞ

Max Weber (21 Nisan 1864-14 Haziran 1920), Marx ve Durkheim ile birlikte modern sosyolojinin en önemli ve etkin figürü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bizim açımızdan onu daha da önemli kılan ise hukuk sosyolojisinin kurucu babası kabul edilmesidir1. Entelektüel bir ortamda yetişen Weber, erken yaşlardan itibaren Treitschke, Knapp, Dilthey ve Mommsen gibi Prusya’nın önde gelen isimleriyle bir arada olmuştur2. Weber; tarih, hukuk, bilgi sosyolojisi, iktisat, din sosyolojisi, hukuk sosyolojisi gibi pek çok alanda çalışmış ve “dünya tarihini bilen son kişi” olarak anılmıştır3. Aslında hukuk ve hukuk tarihi okumuş olan Weber’in sosyolojiye geçişi daha sonra olmuştur.

Weber’in çalışmaları, merkezî bürokratik bir devlet etrafında örgütlenmiş kapitalist modern toplumun çözümlemesine yöneliktir. Bu çözümlemede Weber, modern kapitalist toplumların en temel özelliğini “rasyonelleşme” olarak teşhis eder4. Rasyonelleşme, modern toplumdaki bütün gelişmelerde en etkin prensiptir. Kapitalizm, amaca dönük rasyonalite; modern hukuk ise mantıksal formel rasyonalite niteliğini taşır. Tabiî hukuku pre-modern olarak nitelendiren Weber, katı biçimde hukukî pozitivizmi benimsemiştir.

Weber’e göre sosyoloji, “toplumsal davranış”ı ele alır5. Toplumsal davranışı ancak “yorumlayarak” anlayabilir ve sebeplerini açıklayabiliriz6. Weber’in bu sosyoloji tanımından üç kavram çıkmaktadır: anlamak, yorumlamak ve açıklamak. “Anlayış sosyolojisi” olarak da adlandırılan bu yaklaşımda, anlama, açıklamanın ön şartı olarak karşımıza çıkar7. Anlama, davranışın yorumlanması sonucunda ortaya çıkar ve “aktörün davranışına verdiği anlamın kavranmasını içerir.”8

Anlayış sosyolojisi, sosyolojinin inceleme metodunun tabiat bilimlerinden farklı olduğunu söylemekle birlikte, bilimselliğini korumakta ısrarlıydı. Weber’e göre insan davranışları da öngörülebilir ve genellenebilir nitelikteydi. “Bu yüzden insan eylemlerinin genellemeye müsait olmadıklarını sanmak safsataydı; aslında, toplumsal hayat insan davranışlarındaki düzenliliklere dayanıyordu, bu sayede bir birey, kendi eylemlerine başka birinin verebileceği muhtemel tepkileri hesaplayabiliyordu.”9 Ancak yine de insan eylemleri, pozitivizmin varsaydığı şekilde, nesnel olarak ele alınabilir değildir10. Eylemin sübjektif bir içeriği vardır ve failin eyleme verdiği anlamın tespit edilerek yorumlanması, insan davranışındaki düzenlilikleri açıklayabilmek için gereklidir11.

Dolayısıyla insana ve topluma ilişkin bilimlerde (1) tarih yani hiçbir zaman tekrarlanamayacak olan akış ve (2) sosyoloji yani bu akıştaki düzenliliklerin ve kurumların kavramsal olarak yeniden kurulması vardır12. İnsan bilimleri, genellemeye konu olabilecek benzerlikleri aradığı gibi benzemezlikleri de tespit ederek çalışmaktadır.

Weber’in genel sosyolojik düşüncesi burada konu edilmeyecektir. Bu sebeple yukarıdaki çok kısa hatırlatmalar ışığında, Weber’in hukuk, ekonomi, rasyonalite ve bu üçü arasında kurduğu ilişkiyi ele almaya çalışacağız.

  1. EKONOMİK DÜZEN VE HUKUK DÜZENİ
  1. EKONOMİK RASYONALİTE VE HUKUKÎ RASYONALİTE

Yaygın olan yorumlara göre Weber’in hukuk sosyolojisi, hukukî düşüncedeki rasyonelleşme (mantıkî-biçimsel rasyonalite) ile “kapitalist ekonomik ilişkilerdeki amaçsal rasyonel eylem arasındaki bağlantıyı kurmak üzere şekillenmiştir.”13 Başka deyişle Weber’in hukuk sosyolojisi incelemesi, “belli hukukî yapıların kapitalist gelişmenin şartları olarak nasıl işlev gördüğüne hasredilmiştir.”14

Weber, Marx’ın sınıf ve ekonomik çıkar temelli yaklaşımını genişleterek, iktidarı, “bir ya da birden fazla kişinin bir toplumsal eylem içinde, o eyleme katılan başkalarının direnişine karşın da olsa, kendi iradelerini gerçekleştirme ihtimali” olarak tanımlamıştı15. Bu, iktidarı tek bir kaynağa (genellikle devlete) bağlama düşüncesinden farklıdır. Marx da aslında iktidardan değil, iktidarlardan söz etmişti. Ancak onun vurgusunda iktidar, belli bir sınıfa ait olarak gösterilmektedir16. Dolayısıyla hukuk ve ekonomi arasındaki ilişki de bir tahakküm ilişkisidir.

Weber, Marx’ın aksine, hukuk ve ekonomi arasındaki ilişkiyi, hukukun ekonomik çıkarlara hizmet etmesi olarak sunmaz. Hukuk, hakim sınıfın ideolojik bir aracı değildir; daha doğrusu sadece bu şekilde tanımlanamaz. Ekonomik alt yapı dışında, başka faktörlerin de hukukun gelişiminde büyük etkisi vardır. Weber, Marksist yaklaşımdaki alt yapı-üst yapı ayrımından yola çıkan ve hukukun, üretim ilişkileri ile iktidar sahiplerinin çıkarlarının bir yansıması olduğu düşüncesini eleştirmektedir. Hukukun, toplumsal yapıyı birebir yansıttığı çok doğru değildir. Weber’e göre hukuk, sadece toplumsalı yansıtmaz ama aynı zamanda belli ölçüde anonim ve kurucu (constitutive) nitelik taşır17. Dolayısıyla hukuk, ne sadece toplumsal yapının bir yansıması ne de hakim sınıfın ideolojisinin bir ürünüdür. Kısaca Weber’e göre kapitalizm ve hukuk, biri diğerinin aslî sebebi olmaksızın paralel ve yekdiğerini destekleyen bir gelişim göstermiştir.

Kapitalizmin Avrupa’ya mahsus yükselişi, kapitalizmin “ruhu” bakımından Hıristiyanlıktan (özellikle Protestanlıktan), kapitalist üretim biçimleri bakımından ise Avrupa hukuk sistemlerinin elverişliliğinden kaynaklanır18. Bu elverişlilik, doğrudan ekonomik dönüşümün hukuku üretmesinden değil, Roma hukukuna dayanan halihazır hukukun, bu gelişime uygun bir nitelik arz etmesinden kaynaklanır. Bu hukukun gelişiminde, profesyonel hukukçu sınıfının ortaya çıkışı ya da mevcut siyasî düzenekler daha belirleyicidir19. Ekonomik gelişmenin buradaki etkisi, artan ya da yeni ortaya çıkan ekonomik ilişkilerin yeni hukukî problemleri doğurması ve bunların çözümü için bir talebin doğmasıdır. “Uzmanlaşmış hukuk bilgisine artan ihtiyaç, profesyonel avukatı ortaya çıkardı.”20 Bu talep, hukuk eğitiminin de rasyonelleşmesini hızlandırmıştır.

Buradan çıkan ilk sonuç, hukukun gelişiminin yalnızca kapitalist sınıfın çıkarları ve iktisadî iktidar ile açıklanamayacağıdır.

Giddens’a göre, “kapitalist üretim ile rasyonel hukuk arasındaki yakınlık, ikisinin de bünyesindeki ‘hesaplanabilirlik’ faktöründen kaynaklanıyordu.”21 Hesaplanabilirlik, piyasa aktörleri için elzem bir ön şart olarak karşımıza çıkar22. Ancak yine Weber’e göre, hukukun katı biçimde formelleşmesi (dolayısıyla rasyonelleşmesi), çoğu kez ticarî çıkarlara aykırı durumlar ortaya çıkarmıştır. Hukukun mantıksal sistematizasyonu, hukuk teorisyenleri, öğrenciler, hukuk doktorları gibi “hukuk aristokrasisi” tarafından gerçekleştirilmiş ve sıkça hayattan kopuk olmakla eleştirilmiştir23. Dolayısıyla aslında Weber, hukukçuların ürettiği rasyonel-formel hukuk ile ticarî burjuvazinin ihtiyaç duyduğu “hesaplanabilir” (öngörülebilir) hukuk arasında belirgin bir fark olduğunu ileri sürmekteydi24. Bunun bir ölçüde olan ve olması gereken arasındaki gerilim olduğu da söylenebilir.

Piyasa aktörlerinin ihtiyaç duyduğu düzen (hesaplanabilirlik-öngörülebilirlik), aslında büyük ölçüde “piyasa ahlâkı” tarafından sağlanır. Çünkü piyasadaki ilişkilerin devamlılığı, öngörülebilirliğe ve düzenliliğe bağlıdır. Weber, kapitalistlerin bireysel çıkarının, piyasanın işlemesi yönündeki en büyük güvence olduğunu ileri sürmektedir. Dolayısıyla hukukun buradaki garantörlüğü “piyasa ahlâkı”na nazaran ikincildir25. Hatta gelişmiş kapitalist toplumlarda, hukukun piyasa içindeki rolü giderek gerilemektedir. Dolayısıyla kapitalizm ve hukuk arasındaki ilişki, bir nedensellik ilişkisi değildir. Bunlar birbirlerini etkileyerek, az çok paralel bir gelişim göstermişlerdir.

İlk dönem liberalizminin hukuk devleti anlayışını oluşturan prosedüral hukuk devleti anlayışında, hukukun rolü, bireylerin özgürlüklerini korumakla sınırlıdır. Özcan’a göre Weber’in hukuk ve ekonomi arasında kurduğu ilişki bunu ortaya sermektedir. Buna göre hukuk (sosyolojik anlamda) ekonomik çıkardan çok, kişi güvenliği ve özgürlüğüne ilişkin unsurları korur26. Ekonomik düzendeki değişimlere karşın, hukuk düzeni belli bir sabitlikte kalır ve belli bir meselenin hukuk açısından değeri ya da konumu ekonomik sonuçlardan bağımsızdır. Sonuç olarak hukuk düzeni tek tek kişisel ya da ekonomik çıkarları değil, bir bütün olarak sistemin devamını korumaya almaktadır27. Temel olarak da bu koruma, sözleşme özgürlüğünü sağlayarak ve bu sözleşmelerin yerine getirilmesi için gerekli “zor”u temin ederek sağlanmaktadır28. O sebeple hukukçu sınıfın, doğrudan ekonomik çıkarı değil ama haklar ve özgürlükleri korumayı hedefleyen, mantıksal olarak tutarlı, rasyonel ve bütünlüklü bir sistem olarak hukuk üretme çabası, kapitalizmin varlık şartlarını temin etmektedir.

Son bir not olarak belirtilmelidir ki, buraya kadar söylenenler, ekonomi ve hukuk arasındaki bağlantıyı yok saymak veya basitleştirmek için değildir. Weber, bizzat kendisi idarî ve hukukî yapıdaki rasyonelleşme olmaksızın modern kapitalizmin var olamayacağını belirtmişti29. Ayrıca burjuva çıkarlarının, mülkiyet ve sözleşme haklarını garanti altına aldırmak için yürüttüğü mücadele, hukuk üstünde büyük etkiye sahiptir.

  1. POZİTİF HUKUK VE SOSYOLOJİK OLARAK HUKUK

Weber, hukuk ve ekonomi30 arasındaki ilişkiyi ortaya koymak için öncelikle “hukuk”, hukuk düzeni” ve “hukukî önerme” kavramlarını, hem hukuk hem de sosyoloji açısında ele almaktadır31. Hukuk açısından (Weber dogmatik hukuku kastediyor) baktığımızda, aradığımız şey, normun anlamıdır. Bu, bir yandan geçerlilik problemine, öte yandan normun yorumu problemine ve bir bütün olarak ise “uygulanmayı bekleyen, mantıksal olarak tutarlı ve boşluksuz bir sistem olarak normlara32 işaret eder. Ancak her iki halde de hukuk dogmatiğinin sınırları içinde kalırız.

Buna karşılık, yukarıdaki kavramları sosyolojik olarak değerlendirdiğimizde, farklı bir durumla karşılaşırız. Bu halde soru farklılaşarak, “sosyal eyleme katılan bireylerin, özellikle de belli bir iktidar kullanabilenlerin, normu geçerli kabul ederek ona göre davranmaları halinde grupta ne olur”, şekline dönüşür. Dolayısıyla “sosyolojik anlamda Hukuk Düzeni, geçerliği zorlama cihazı ile teminat altına alınmış bir düzeni ifade eder.”33 İlk durumda bir düzen tasavvurunun oluşturulması için kurulan mantıksal ve farazî bir sistem, ikinci durumda ise bu faraziyeye uyulmak (ya da uyulmamak) suretiyle gerçeklik alanında ortaya çıkan olgu söz konusu olur. Sosyolojik anlamda hukuku, insan davranışlarını gözlemleyerek ve Weber’in belirttiği gibi bu davranışların anlamını tespit edip yorumlayarak teşhis edebiliriz.

Weber’e göre hukuk dogmatiği, “belirli bir kişiler grubunun davranışları için farazî olarak belirleyici bir düzen oluşturan önermelerin doğru anlamını amaçlar.”34. Weber’in hukuk dogmatiğini ya da hukuk bilimini tanımlama şekli, aşina olduğumuz bir görünüm arz eder. Hukuk dogmatiği; hukukçunun, hukukî ve mantıkî muhakeme çerçevesinde normun geçerliliği ve anlamı üstünde çalışmasıdır35. Bu düşünme biçimi, olgusal değil normatif, deyim yerindeyse kağıt üstünde bir akıl yürütmeye denk düşer. Buna karşılık sosyolojik ekonomi (Sozialökonomie – sociological economics), ekonomik hayatın şartları ve gerekleriyle biçimlenmiş, gerçek insan davranışlarına yönelmektedir. Ekonomik düzen, mallar ve hizmetler üstündeki gerçek kontrolün dağılımını ifade etmektedir. Dolayısıyla sosyolojik anlamda geçerlilik, gerçeklikte fiilen görülen kuralları (daha doğru deyişle bu kuralların davranış üstündeki etkisini) ve bu kuralların kabul görme (ya da bu kurallardan sapma) derecelerini dikkate alır36.

Bu iki yaklaşımın tamamen farklı sorunları ele aldığı ve bunların konularının birbiriyle doğrudan bağlantılı olamayacağı açıktır. Hukuk teorisinin ideal hukuk düzeni gerçek ekonomik davranış dünyası ile doğrudan ilişkili değildir; çünkü her ikisi de farklı düzeylerde var olur. Biri olması gerekenin dünyasında var olurken, diğeri var olanın dünyasını ele alır. Ancak, ekonomik düzenin ve hukuk düzeninin birbiriyle çok yakında ilişkili olduğu söylenirse, ikincisinin (hukuk düzeni) hukukî değil, sosyolojik anlamda, yani ampirik olarak geçerliliği anlaşılır. Böylece bu bağlamda hukuk düzeni tamamen farklı bir anlam kazanır. Mantıksal olarak geçerliliği kanıtlanabilir bir kurallar dizgesine değil, insan davranışının aktüel sebeplerini (determinants- Bestimmungsgründe) teşkil eden bir yapıya işaret eder.”37

Weber, ekonomik ya da sosyolojik anlamda düzen ve farazî bir düzen olarak hukuk (başka deyişle, rasyonel düzen tasavvuru olarak hukuk) arasındaki farkı ortaya koyduktan sonra, gündelik hayatta bazı kişilerin, hukuk düzeni öyle buyurduğu için belli davranışlar sergilediğini görebileceğimizi38 ifade eder. Ancak hukuk düzeninin geçerliliği için bunun şart olmadığını ve aslında pek çok durumda gündelik davranışlarımızı hukukun değil, alışkanlığın yahut onaylanma/onaylanmama duygusunun yönlendirdiğini belirtir. Ne var ki tamamen bu şekilde düşündüğümüzde, hukukun gelenek ve adetlerden bir farkı kalmamaktadır. Bu bakımdan hukukun arkasındaki zorlayıcı gücü unutmamak gerekir. Normun geçerliliği ya da “başarısı” (success) için, belli bir hukuk düzenine ve kanunlara inanç besleyen bireylerin, birebir bu inançla uyum içinde yaşamaları ya da davranmaları gerekli ya da zorunlu değildir. Weber’in yaklaşımına göre normun sosyolojik ya da ampirik geçerliliği, bir davranışın norma “yönelmesinden” (orientation of an action) ibarettir. “Bizim anladığımız haliyle hukuk, basitçe, ampirik geçerlilik ihtimali, özel güvenceleri haiz bir düzendir.39

Buradaki güvenceler, normun uygulaması için görevli kimseler eliyle kullanılan zoru ifade etmektedir. Bu zorlama, fiziksel ya da psikolojik olabilir. Ayrıca doğrudan ya da dolaylı olarak uygulanabilir. Ancak “Weber’e göre sosyolojik açıdan teminat altına alınmış bir hukuktan söz edebilmek için, kuvvete dayanmayan hukukî zorlama görevini yüklenmiş bir zorlama cihazının varlığı ve bu zorlama cihazının belli kuralların geçerliğini sağlayacak kadar etkili olması gerekli ve yeterlidir.”40

II- HUKUKÎ OTORİTE VE İDARÎ RASYONALİTE

Weber’in hukuka ilişkin yaklaşımı birkaç kavram ekseninde toplanır. Bunlar; zor (coercion), meşruluk, rasyonalite ve normatiflik olarak belirlenebilir41. Bunlar içinde “zor”, Weber’in hukuk tanımı açısından temel unsur olarak karşımıza çıkar. Weber’e göre belli bir düzeni hukuk olarak adlandırabilmemiz için, gerek psikolojik gerekse fiziksel olarak, uymayı sağlama ya da ihlâli cezalandırma yetkisine sahip bir görevli grubunun varlığı şarttır42. Bu tanım, bir yandan hukuku herhangi bir zor tehdidi ile aynı seviyeye çektiği gibi öte yandan da arkasında herhangi bir zorlama cihazı bulunmayan kuralı, hukuk saymamaktadır43. Ancak hukuk düzenine uymayı sağlayan ana etken, çoğu kez bu zorun varlığı değildir. Sosyolojik olarak geçerlilik de diyebileceğimiz, normların meşruluğuna duyulan inanç, hukuk düzeninin işlemesini sağlar. Modern toplum şartlarında dinsel ya da geleneksel meşruluk ortadan kalktığı için hukukun meşruluğu rasyonellik yoluyla temin edilir. Weber bunu, egemenliğin meşru kullanım türleri olan, üç ideal otorite tipi ile açıklar44.

Weber’e göre meşru egemenlik türleri, üç saf tipte ortaya konabilir. (1) rasyonel temelde, (2) geleneksel temelde ve (3) karizmatik temelde. Geleneksel ve karizmatik otorite tiplerinde meşruluk inancı, irrasyonel temellere dayanır. Geleneksel otoritede bu, “çok eski geleneklerin kutsallığına (…) ve onların altında uygulanan otoritenin meşruluğuna” duyulan inanç iken, karizmatik otoritede, belli bir kişinin kutsallığı, kahramanlığı yahut karakterine duyulan bağlılıktan kaynaklanır45. Weber’in burada kullandığı meşruluk kavramı, ahlâkî veya tabiî hukuktan kaynaklanan veyahut hukukî geçerlilik anlamında bir meşruluk değildir. San’a göre bu meşruluk, “kesin bir biçimde ve sosyolojik anlamda” bir meşruluktur46. Egemenliği kullanan otoritenin bu davranışına duyulan inanç ya da rıza, meşruluğun içeriğini oluşturur. Tiplerin birbirinden ayırt edilmesini sağlayan unsur ise bu inancın hangi temele dayandığıdır. Modern toplum şartlarında bu inancın kurulması, büyük ölçüde, gayrı şahsî bir düzen yani hukuk düzeni, eş deyişle hukuk devleti yoluyla sağlanır.

Rasyonel egemenliğin sonucu olan hukukî otorite, kişisel nitelikte olmayan bir düzeni ifade eder. Bu halde bireyler, otoriteye kişisel bir bağlılık duymazlar. Otorite ile bireylerin ilişkisi, o ilişkinin şartlarını ve sınırlarını çizen kurallar çerçevesinde gerçekleşir. Zaten buradaki otoritenin kaynağı da, otoriteyi kullanan kişinin bizatihi kendisi değil, hukuk düzeninin ona tanıdığı yetkidir47. Bu otoriteye itaat edenler, kişisel olarak özgür kimselerdir.

Hukukî otorite tanımında dikkati çeken unsurlar, gayrı şahsî bir düzen yani hukuk düzeni ve bu düzenin meşruluğuna duyulan inançtır48. Bu inanç, temel olarak rasyonel bir idarî sisteme ve bu sistemi ayakta tutan kurallar bütününe dayanır. Ancak bu sisteme uyma, gündelik hayat düzeni içinde her zaman, Weber’in, amaçlı-rasyonel veya değere yönelik rasyonel olarak nitelendirdiği davranışlar ile ilişkili değildir. Hatta aksine çoğu kez, alışkanlık ve içselleştirilmiş normlar burada daha etkilidir49.

Bir ideal tip olarak hukukî otoritede (…) birey otoritesini, geleneğin bir tortusu olmayan, aksine bilinçli olarak amaçlı-rasyonalite veya değer- rasyonalite bağlamına yerleştirilen kişisel olmayan güçlere dayanarak uygulayabilir. Otoriteye tâbi olanlar üst otorite konumundakilere itaat ederler, ancak bu itaatin nedeni onlara kişisel bağlılıkları değil, aksine bu otoriteyi tanımlayan kişisel olmayan güçleri kabulleridir (…)”50

Hukukî otoritenin varlığı şu şartlara bağlanmaktadır51: (1) Genel uygulamaya dönük olarak konulmuş kuralların varlığı; (2) hukuk düzeninin, soyut kurallardan oluşan tutarlı bir bütün olduğu ve bu soyut normların, somut durumlara uygulandığı yönündeki inanç; (3) “üst”ün bizzat kendisinin de gayrı şahsî hukuk düzenine tâbi olması; (4) herhangi bir sosyal iktidar türüne değil de soyut hukuk düzenine uyma ve (5) bu uymanın rasyonel sınırlar içinde gerçekleşmesi. Hukukî otoritenin hem kuruluşu hem de kullanılması, herkes için bağlayıcı niteliği olan rasyonel kurallar yani hukuk sistemi ile sağlanır. Bu kuralların uygulanması, modern devlette yaygın bir bürokratik örgütlenme aracılığıyla gerçekleştirilir.

Bürokrasi, hem idarî hem de yargısal örgütlenmenin biçimidir. Hukukî otorite, bürokratik organizasyonun varlığına tâbidir. Hukukun burada ikili bir görevi vardır. Birincisi, bu devasa kurumsal yapı, hukukun temin ettiği meşruiyet sayesinde kabul ve rıza görür. İkincisi, hukuk bu devasa yapının rasyonel işleyiş mekanizmasını kurar. Biçimsel, rasyonel ve tutarlı bir bütün olması, gündelik rutin ve süreklilik açısından elzemdir. Weber’e göre bürokrasi, bir yandan gittikçe büyüyerek iktidarın merkezîleşmesini sağlıyor, öte yandan da “bireyi rasyonel, uzmanlaşmış bir işbölümüne ve toplumsal yaşamın bütün alanlarının giderek rasyonelleşmesine tâbi kılıyordu.”52

Burada Weber’in bürokrasiye dair çözümlemeleri konunun dışında kalmaktadır. Vurgulanmak istenen husus, hukukî meşruiyeti haiz otoritenin, bürokrasi aracılığıyla ve belli bir idarî rasyonalite ile toplumsal düzeni sağladığıdır.

  1. HUKUKUN GELİŞİM SÜRECİ: TABİÎ HUKUK VE HUKUKÎ POZİTİVİZM

Weber’e göre modern hukukun oluşumunda, beş faktör etkilidir53: (1) Âdetler, (2) ilgililerin eylemleri (sözleşme), (3) yargıç kararları, (4) vahiy ve kanun. Hukuk kuralları (teorik olarak), belli davranışların fiilî alışkanlıklara (âdetlere) dönüşmesi ve zamanla bağlayıcılık kazanması ile oluşmaktadır54. Bu davranışların “bireyi aşan bir biçimde genelleşmesi” ve başkalarının da bu yönde beklentiler edinmesi, düzen ve çıkar temelli rasyonalite oluşumunda etkilidir. Nihayetinde bir “zorlama cihazı” tarafından bu adetlerin ya da alışkanlıkların desteklenmesi, hukuk kuralının oluşumunu sağlar. Modern toplum açısından bu zorlama cihazı, meşru şiddet tekelini elinde bulunduran devlettir.

Yine teorik olarak hukuk ve prosedürün gelişmesi, dört aşamadan geçmiştir55: (1) hukuk peygamberlerinin hukuku vahyetmeleri, (2) hukuk otoritelerinin ampirik olarak hukuku yaratmaları ve bulmaları56, (3) seküler ve dinî iktidarın hukuk koyması ve (4) hukuk eğitimi almış uzman kimseler tarafından hukukun sistematik olarak düzenlenmesi ve yargının profesyonelleşmesi. Kısaca belirtilen bu süreç, rasyonel-formel bir hukuk anlayışına ulaşarak tepe noktasına varır.

Weber genel olarak rasyonelleşme kavramını, birbiriyle ilişkili üç anlamda kullanmıştır:

(1) Dünyanın (olumlu açıdan) entelektüelizasyonu ya da (olumsuz açıdan) büyüsünü yitirmesi (Entzauberung) adını verdiği şey; (2) ‘kesin bir biçimde verili, pratik bir amaca, yeterli araçlar hakkında hassasiyet derecesi gittikçe artan hesaplar kullanılarak yöntemli olarak ulaşılması’ anlamında rasyonelliğin artması; (3) ‘sistematik olarak ve belirsizlikten uzak bir biçimde sabit amaçlara yönelen ahlaklar’ın oluşması anlamında rasyonelliğin artması.”57

Hukukun rasyonelleşmesini ise iki tarihsel aşama ve dört ideal-tip etrafında açıklamaya çalışmıştır58. Buna göre tarihsel olarak hukukun ahlâktan farklılaşması ve formelleşmesi, rasyonelleşmenin iki unsurudur. Bu rasyonelleşme dört ideal-tip etrafında şekillenir59: (1) ilkel yani hukukun irrasyonel ve formel olduğu aşama; (2) tözsel ve irrasyonel hukukun görüldüğü geleneksel aşama; (3) tözsel ve rasyonel tabiî hukuk aşaması (geçiş aşaması) ve nihayet (4) formel ve rasyonel modern hukuk aşaması. Dolayısıyla Weber için tabiî hukuk dönemi (tözsel rasyonalite), “pre- modern” bir dönemdir.

Görüldüğü gibi Weber tabiî hukuku bir geçiş aşaması olarak görmektedir. Ayrıca aslında, sosyal adalete yönelik refah devleti yaklaşımındaki “tözsel rasyonel” tabiî hukuk anlayışı da, bu anlamıyla liberal tabiî hukukun ilk halinden bir kopuşu ifade eder. “Böylesi bir hukuk, nihaî bir değere dayanması bakımından tözseldir; üniversite eğitiminden geçmiş kilise bilginleri ya da hukuk bilginleri tarafından entelektüelleştirilmesi ve sistematikleştirilmesi ölçüsünde de rasyoneldir.”60 Tabii hukukun bir “geçiş”e tekabül etmesinin iki temel sebebi vardır. Birincisi, tabiî hukuk, ahlâktan farklılaşmamıştır. İkincisi ise tabiî hukuk bir dizi sabit temel ilkeye dayanmakta ve dolayısıyla hukukî değişimin sürecini yok saymaktadır. Ayıca Weber, toplumsal adalet gibi değerlerin, hukukî öngörülebilirliğe ve dolayısıyla hukukî rasyonaliteye zarar vereceğini düşünmekteydi61.

Weber, yasanın “adilliği” ya da “haklılığı”na ilişkin düşünce ve kavramların, “yasa yapıcıların, uygulayıcıların ve yasayla ilgili sosyal grupların davranışı açısından pratik sonuç doğurduğu” oranda sosyolojik olarak etkili olduğunu ileri sürmektedir62. Tabiî hukuk olarak adlandırılan ve ilgili kurala içeriksel ya da biçimsel olarak haklılık ya da haksızlık kazandırmayı hedefleyen bu yaklaşım, Hıristiyanlık tarafından Stoacılıktan devralınmıştır. Weber’e göre tabiî hukuk, pozitif hukukun bağlayıcılığına meşruiyet kazandıran bir dizi normu ifade eder63. Pozitif hukukun kendisinden bağımsızdır ve meşruiyeti de kendinden menkul bir nitelik taşır. Verili düzen ya da status quo kendi aslî meşruiyet gücünü yitirdiğinde veya mevcut düzene (bir anlamda pozitif hukuka) muhalefet geliştirilmek istendiğinde, tabiî hukuk çıkış yolu olmuştur. Ayrıca tabiî hukuk, dinsel normlara da eşit güçte karşı çıkabilmenin rasyonel temelini oluşturmuştur. Dolayısıyla tabiî hukuk farklı türden otoritelere meşruiyet kazandırmada etkili olmuştur.

Modern tabiî hukuk, İngiliz liberalizminin doğuştan getirilen temel haklar varsayımına dayanmaktadır. Doğuştan gelen haklar düşüncesi, Magna Carta’da baronların elde ettiği bir takım hakların, kralın müdahalesinden masun olduğu düşüncesinin yaygınlaşarak bütün İngilizlere teşmilinden ibaretti64. İlk belirdiği hâliyle liberalizmle sıkı ilişki içindeki bu tabiî hukuk, Weber’e göre biçimsel niteliktedir. En saf formu da sözleşme teorisi çerçevesinde görülmektedir. Buna göre mevcut hukuk düzenini oluşturan kanunlar, rasyonel bir uzlaşmadan (sosyal sözleşme) kaynaklanan bir meşruiyete yaslanırlar. Bu uzlaşma da ya bireylerin gerçekten tarihsel olarak bir araya gelerek sözleşme kurmaları anlamında gerçektir ya da makul bir düzen kurma anlamında idealdir.

Weber, tabiî hukukun iki türünü ayırt etmiştir65: biçimsel ve maddî. Her iki tür de kademeli olarak pozitif hukuka meşruiyet sağlar. Ancak Weber, bu iki tabiî hukuk arasında kesin bir ayrım konulamayacağını çünkü tamamıyla biçimsel bir tabiî hukukun olamayacağını da belirtmektedir. İlk dönem liberalizmine eşlik eden tabiî hukuk66, büyük ölçüde “biçimsel” niteliktedir; temel bir takım ilkelerden ibarettir. Weber’in deyişiyle “amaçlı sözleşmeyle meşru olarak elde edilen bir haklar sistemi”dir67. Bu tabiî hukuk, bir yandan sisteme meşruluk sağlarken öte yandan özgürlüklerin sınırına yine özgürlükleri yerleştirerek, bizzat kendisi biçimsel bir sınır oluşturmuştur.

Burada liberalizmin en saf ve aslında uygulanması mümkün olmayan hali göze çarpar. Devlet, tabiî hukukla bağlı olduğu ölçüde, içeriksel olarak sözleşme özgürlüğünü kısıtlayıcı düzenlemeler yapamaz. Çünkü bu durumda (biçimsel) meşruiyetini yitirir. Zaten ilk dönem tabiî hukuku bu katılıkla kalamayarak yumuşatılmıştır68. Weber açısından modern hukukun temel niteliği rasyonel ve formel oluşudur. Tabiî hukuk, hem niteliği gereği hem de tarihsel süreç açısından biçimsel bir nitelikte kalamamıştır. Weber, “makul toplumsal düzen” anlayışındaki “makullüğün”, giderek İngiliz yaklaşımındaki faydacılıkla eşdeğer bir duruma dönüştüğünü görmektedir. Dolayısıyla, meselâ miras gibi sözleşme özgürlüğü ile açıklanamayacak mülkiyet aktarımları, faydacı bir temelde kabul görmüştür69. Demek ki aslında tabiî hukuk, evvela liberal uygulama eliyle içeriksel bir nitelik kazanmıştır. Yani liberal düşüncenin “negatif özgürlük” anlayışı, başka deyişle özgür bırakan devlet, hiçbir zaman tam olarak uygulanmış değildir. Kısaca Weber, tabii hukuk anlayışının, modernite içinde savunulamayacağını düşünüyordu70.

Yukarıda belirtildiği gibi, Anayasa hukukunda “negatif statü hakları” olarak anılan “birinci kuşak” haklar, devletin yaşam, özgürlük (sözleşme özgürlüğü) ve mülkiyet hakkına dokunmamasını ancak bunlardan kaynaklanan piyasa ilişkilerini, sahip olduğu meşru şiddet gücü sayesinde koruma altına almasını ifade eder. Bu basit biçimsellik, ne maddî adaletin sağlanması ne de karmaşık toplumda idarî süreklilik ve düzen için gerekli kurallar sistemine sahiptir. Bu yetersizlik, hukukî pozitivistlerin boşluksuz bir bütün olarak hukuk düzenini, bütün toplumu kapsayacak/kaplayacak şekilde tasavvur etmelerine yol açmıştır. Bilindiği bu, tabiî hukukun pozitifleştirilmesi sürecidir. Weber’in müştekî olduğu durum ise pozitifleşen hukukun tedbirleriyle kıstırılan halk kitlelerinin, yeniden tabiî hukuktan medet ummasıdır. Çünkü Weber’e göre “pre-modern” bir hukuk biçimi olan tabiî hukuk (özellikle maddî tabiî hukuk), hukukî rasyonalitenin yıpratılmasına yol açmaktadır. Weber’e göre (Weber’in dönemindeki) hukukun biçimselliği giderek delinmekte ve maddî nitelikte kavramlar gündeme getirilmektedir71. Karamsar bir düşünür olarak Weber, modern toplumun bürokrasi içine sıkışmış bunalımını görmekle birlikte, mevcut halin vazgeçilemez noktaya geldiğini de düşünmektedir.

Weber’e göre biçimsel adalet ya da mantıksal-biçimsel rasyonel hukuk, üç unsur tarafından yıpratılmaktadır72: (1) refah ideolojisi çerçevesinde giderek genişleyen modern bürokratik devlet, (2) sosyal demokrasi ve çalışan sınıf hareketi ve (3) hukukçular arasında hukukî kavramların dönüşümü. Refah talebi, biçimsel hukukun (prosedüral hukuk devleti) yetersizliğine vurgu yaparak, ahlâk ve tabiî hukuk ile temellendirilen taleplerle hukukun içeriksel olarak da âdilliğine yönelmişti. Bu da hukukun politik taleplere kurban gitmesi anlamına geliyordu.

Weber’e göre, “sosyal hukuk” yönündeki taleplerin, modern sınıf problemi ile birlikte ortaya çıkmıştır. Bu talepler “adalet ve insan onuru gibi duygusal renklere bulanmış ahlâkî kaziyelere” dayanmakta ve “salt ticarî ahlâka” eleştiri şeklinde yöneltilmektedir73. Bu düşünceler, yalnızca çalışan sınıflar ve çıkar grupları tarafından değil, aynı zamanda bazı hukuk ideologları tarafından da savunulmaktadır. Bu taleplerde hukuk, biçimselcilikle eleştirilmekte; ekonomik baskı, sözleşmenin ahlâka aykırılığı gibi hukukî açıdan temelsiz ve bütünüyle biçimsiz itirazlar, ahlâkî ve maddî adalet açısından savunulmaktadır. Ancak biçimsel hukuk anlayışı, yalnızca alt sınıfların tehdidi altında değildir. Kapitalist çıkarlar da bu hukukun bütünselliğini ve biçimselliğini zorlamaktadır. Weber, ticarî hayata ilişkin bir takım özel kanunların artışına da, bu duruma delil olarak dikkat çekmektedir74.

Pozitivizmin bu gerileyişinde, hukukçuların artık hukuku toplumun üstünde, kapalı ve biçimsel bir sistem olarak değil, toplumun içinde iş gören bir “araç” olarak görmeleri de etkili olmuştur. Hakimlerin biçimsel kriterler dışında hukuka yaklaşmaları, Weber’e göre, irrasyonel hukuk bulmadır. Biçimsel hukuka yönelik sosyolojik, ekonomik ve ahlâkî müdahaleler, yargı kararlarının kesinliğini ciddi biçimde zedeler75.

SONUÇ

Yukarıda ifade edildiği gibi Weber, hukuku (1) farazî bir düzen olarak, başka deyişle hukukçunun faaliyetine konu olacak şekilde, dogmatik hukuk bilimi olarak ve (2) olgusal olarak yani hukuk sosyolojisine konu olacak şekilde, iki bağlamda incelemiştir. Ancak Weber’in her iki alana da yaklaşımı, betimseldir. Başka deyişle Weber, konuları bir hukukçu olarak değil bir sosyolog olarak incelemektedir.

Weber’in anlatımında göre kapalı, boşluksuz ve rasyonel bir düzen olarak “modern hukuk”, kazandığı mantıksallık ve biçimsellik ile hukuk düşüncesi bakımından modernliğin ulaştığı en yüksek noktadır. Bu düzenin, demokrasiye tezat oluşturur biçimde, bürokrasi ile birlikte insanı katı bir çembere aldığı doğrudur. Ne var ki bu rasyonaliteden geri dönüş yoktur. Dolayısıyla Weber, sosyolojik hukuk ile dogmatik hukuk şeklinde ifade edilebilecek bu yaklaşımlar arasında kesin bir ayrım ortaya koymakta ve bunların ikisi arasındaki bir geçişliliğe yani hukukun ahlâkî, siyasî ya da kişisel kriterleri esas almasına, şiddetle karşı çıkmaktadır. Bu eleştirinin ortaya çıkmasının sebebi, Weber’in kendi zamanında çeşitli sosyal sınıfların iktidar talepleri sonucu hukuku etkilemeleridir. Bu talepler neticesinde prosedüral hukuk devleti yani biçimsel-rasyonel hukuk, maddî hukuk devletine, başka deyişle refah devletine doğru yönelmiştir. Weber’e göre bu yöneliş, tabiî hukuka geri dönüştür.

Meşru egemenlik formları içinde, modernlik şartlarına en uygunu olan hukukî otoritenin, biçimsel-rasyonel hukuk düşüncesi ve idarî rasyonalite ile olan ilişkisi de yukarıda konu edildi. Bu anlamda Foucault’nun governmentality kavramı ile Weber’in, bürokratik rasyonalitesi arasındaki yakınlık, ayrı bir çalışma konusu teşkil edebilir. Bürokrasi, seçilmişlerin kullandığı egemenlik yetkisi ve hukuk arasında önemli bir ilişki mevcuttur. Hukuk, seçilmişlerin kullandığı egemenlik yetkisine meşruluk temin etmekte ve seçilmişlerden, idarî görevlilere yayılan geniş bir otoritenin kullanılabilmesini sağlamaktadır. Burada, daha önce de belirtildiği gibi hukukun iki fonksiyonu ile karşılaşırız. İlki, hukukun, kullanılan egemenlik yetkisine ve dolayısıyla bir bütün olarak devlet düzenine meşruluk kazandırmasıdır (ayrıca burada hukuk, bizatihi kendine de meşruluk kazandırmaktadır). İkincisi ise bu egemenlik yetkisinin somut kullanılma biçimleri yani hukukun bütün sistemin işleyiş kurallarını tespit etmesidir. Bu iki fonksiyon sayesinde, otorite kullanan her bir devlet görevlisi, gayrı şahsî bir düzenin (hukuk düzeninin) inşasını ve işlemesini sağlamış olur. Hem idarî hem de yargısal bürokrasi, farazî düzeni (hukuku) gerçekliğe uygulayarak gerçekliği bu yönde zorlar. Kamu hukuku dışında da toplumsal düzen, kamu hukukuna nazaran bağlayıcılık etkisi azalmış bir biçimde özel hukuk tarafından desteklenir.

Weber’e göre hukuk, bu büyük “gayrı şahsî” düzeni işletebilmek için mantıksal, biçimsel ve rasyonel olmak zorundadır. Gayrı şahsîlik, hukukun hem kendine hem de otoriteye meşruluk kazandırabilmesi açısından gereklidir. Geleneksel ve karizmatik otorite biçimlerinde meşruluk, din ya da karizma yoluyla sağlanırken, burada sistemin kendisine duyulan inanç ile sağlanır (sosyolojik geçerlilik). Böylece bireyler, statülerin ortadan kalktığı modern toplumda, hem özgür hem de bağımlı olmayı sürdürebilirler.

  • Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı

1 Deflem, s. 37-38.

2 Giddens, Max Weber, s. 23.

3 Işıktaç, Hukuk Sosyolojisi, s. 54; Berberoglu, s. 38.

4 Deflem, s. 37; Aron, s. 397.

Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi Cilt: 14, Sayı: 2, 2012, s.253-274 (Basım Yılı: 2013)

5 “Toplumbilim (oldukça belirsiz olan bu terimi burada kullandığımız anlamda, toplumsal etkinliği yorumlama (deutend verstehen) yoluyla anlamak, böylece akışını ve etkilerini nedensel olarak açıklamak isteyen bir bilimdir. ‘Etkinlik’ kavramını (Handeln), bireyin öznel bir anlam yükleyerek yaptığı (ister dışa vursun, ister iç dünyasında kalsın; ister bir savsaklamadan, isterse bir hoşgörüden oluşsun, belirleyici olan şey, ona ne ölçüde öznel bir anlam yüklemekte olduğudur) her türlü insan davranışını anlatmak üzere kullanıyoruz. ‘Toplumsal’ etkinlik ile de, onu yapan bireyin ona bağladığı öznel anlam gereğince başkalarının davranışlarını göz önünde bulunduran ve buna göre bir gidiş (seyir) izleyen etkinliği anlatıyoruz.” Weber, Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme, s. 10-11. “Toplumsal eylem veya davranış (sozialesHandeln) öznel anlamın bir başka birey veya grupla ilişkili olduğu bir eylemdir.” Giddens, Sosyal Teori, s. 237.

6 Weber, Ekonomi ve Toplum 1, s. 112 (Economy and Society, s. 4); Aron, s. 435;

Işıktaç, Max Weber’in, s. 274; Swingewood, s. 153.

(Not: Bu çalışmada, Weber’in “Ekonomi ve Toplum” adlı çalışmasına sıkça atıf yapılmaktadır. Bu eserin Türkçe tercümesi yakın zamanda çıktı. Büyük bir emek ürünü olan bu tercüme, ne yazık ki, oldukça sıkıntılı ve yer yer “okunamaz” niteliktedir. Alıntı yapmak durumunda kaldığımda, büyük ölçüde yeniden çeviri yaptım ya da çeviriyi düzelttim. Bu sebeple de gerekli hallerde, okuyucuya kolaylık sağlaması açısından hem Türkçe hem İngilizce baskıya atıf yaparak, sayfa numaralarını vermeye çalıştım.)

7 Özlem, s. 101.

8 Aron, s. 397.

9 Giddens, Max Weber, s. 48; Giddens, Sosyal Teori, s. 235.

10 Dolayısıyla burada tabiat bilimlerinden, insan bilimleri alanına geçilir. İnsan bilimleri (ya da tin bilimleri) üç temel özelliğe sahiptir: Anlayıcı, tarihsel ve kültürel. Aron, s. 399.

11 Giddens, Max Weber, s. 47; Ayrıca bkz. Giddens, Modern Sosyal Teori, s. 218 vd. “Tarihsel ve sosyolojik bilimler, anlaşılır biçimde yorumlarken aynı zamanda nedensel olarak açıklamak isterler.” Aron, s. 405.

12 Aron, s. 400. “Weber’in sözleriyle, sosyoloji, insanın toplumsal eylemiyle ilişkili genel ilkeler ve kavramlar formüle etmeye çalışır; buna karşılık tarih ‘özel, kültürel açıdan önemli eylemler, yapılar ve kişiliklerin nedensel analizi ve açıklamasına yöneliktir.” Giddens, Sosyal Teori, s. 236.

13 Ewing, s. 491. Mantıkî-biçimsel rasyonalite (logically formal rationality) en yüksek ifadesini Alman Pandekt hukukunda bulmaktadır. Weber, bunu beş önerme ile ifade etmiştir: “Birincisi, her bir somut hukukî karar, soyut bir hukuksal önermenin somut bir gerçek duruma uygulanması olmalıdır; ikincisi, her somut durumda soyut hukuksal önermelerden hukuksal mantık yoluyla karar çıkarmak mümkün olmalıdır; üçüncüsü hukuk gerçekte ya da fiilen hukuksal önermelerden oluşan “boşluksuz” bir sistem oluşturmalı veya en azından böyle boşluksuz bir sistemmiş gibi ele alınmalıdır; dördüncüsü, hukuksal açıdan rasyonel olarak açıklanamayacak ne varsa o hukuksal olarak da geçersizdir; ve beşincisi, insanlara ait her sosyal eylem her zaman hukuksal önermelerin ya uygulaması ya da icrası veya onun bir ihlâli olarak görülmelidir; zira hukuk sisteminin boşluksuzluğu bütün sosyal davranışların boşluksuz bir hukuksal düzenlemesiyle sonuçlanmalıdır.” Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 29. (Çeviri düzeltildi. Karş. Economy and Society, s. 657-658.) (Vurgular yazarın)

14 Lash, s. 158. Ayrıca bkz. Weber, Protestant, s. xxiix vd.; Trubek, s. 721-722;

Swingewood, s. 169.

15 Weber, Sosyoloji Yazıları, s. 268; Giddens, Sosyal Teori, s. 250; Swingewood, s. 201.

16 Giddens, Foucault, Nietzsche ve Marx, s. 269.

17 Kennedy, s. 1037.

18 Trubek, s. 723.

19 Trubek, s. 723; Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 26 ve 250 (Economy and Society, s. 883); Weber, Protestant, s. xxxviii. “Böyle bir biçimsel hukuka yönelik eğilimde belirleyici olan ‘hesaplanabilir’ hukuka yönelik burjuvazininkiler gibi pratik ihtiyaçlar, bu özel süreçte kayda değer herhangi bir rol oynamadı.” Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 221 (Çeviri düzeltildi. Karş. Economy and Society, s. 855.)

20 Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 141. Eğitimin rasyonalizasyounu için bkz.

Weber, Sosyoloji Yazıları, s. 319-324.

21 Giddens, Max Weber, s. 56.

22 Ewing, s. 490.

23 Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 221 (Economy and Society, s. 855).

24 Ewing, s. 495.

25 Ewing, s. 490; Giddens, Max Weber, s. 56.

26 Hakların güvence altına alınmış olması, piyasanın öngörülebilirliği açısından temel önemdedir. Ewing, s. 498.

27 Özcan, s. 213.

28 Ewing, s. 499.

29 Ewing, s. 501.

30 Weber’in burada “ekonomi” terimi ile farazî bir düzen olarak hukukun karşısındaki gerçek hayatı kastetiği anlaşılıyor.

31 Weber, Ekonomi ve Toplum 1, s. 431 (Economy and Society, s. 311); San, s. 38;

Kennedy, s. 1042.

32 Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 221. (Çeviri düzeltildi. Karş. Economy and Society, s. 855.) (Vurgu yazarın)

33 San, s. 39. (Vurgu yazarın) Weber’in sosyolojik anlamda “olan” ile ahlâkî ya da siyasî “olması gereken” arasında kesin bir ayrım koyduğu bilinmektedir. Kennedy, s. 1036.

34 Weber, Ekonomi ve Toplum 1, s. 431 (Economy and Society, s. 311).

35 Kennedy hukuk düşüncesindeki bu faaliyeti şu şekilde özetlemektedir: Hukukî düşüncede geçerlilik konusundaki düşünme faaliyeti, gerçekliğe ilişkin değil, bir normun sistem içindeki mantıksal konumunu ve anlamını bulmaya yöneliktir. Dolayısıyla ahlâkî ya da içeriksel bir gerekçe arayışı değil, geçerlilik ve anlama yönelik mantıksal ve biçimsel bir araştırmadır. Ayrıca “bilimsel” niteliktedir çünkü geçerlilik, sıkı bir mantıksal sürece tâbi yorum faaliyeti ile tespit edilebilir. Kennedy, s. 1042.

36 Kennedy, s. 1043.

37 Weber, Ekonomi ve Toplum, s. 432 (Çeviri düzeltildi. Karş. Economy and Society, s. 312) (Vurgular yazarın).

38 Hukuk düşüncesinin aslî varsayımı budur. Farazî olarak toplumsal hayat ve bireylerin davranışları, hukukun buyurduğu normlara göre şekillenmeli ve bireyler bu normlara göre davranışlarını düzenlemelidirler. Fiilen olan ise oldukça karmaşık bir süreç olarak karşımıza çıkar.

39 Weber, Ekonomi ve Toplum, s. 433 (Çeviri düzeltildi. Karş. Economy and Society, s. 313) (Vurgu yazarın). Weber’in hukuk tanımındaki “zorlayıcı cihaz” (coercive apparatus) yani devlet, normun gerçeklikte uygulanmasını, deyim yerin- deyse “geçerliliğini” temin etmek sûretiyle öngörülebilirliği ve düzenliliği artırmaktadır. Ewing, s. 491. Weber’in modern devlet tanımı da bu zorlayıcılık ile ilişkilidir. “Devlet, belli bir arazi içinde, fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde (başarıyla) bulunduran insan topluluğudur.” Weber, Sosyoloji Yazıları, s. 132.

40 San, s. 40. Dolayısıyla hukukun varlığı için “ihâllere karşı meşru yaptırım uygulama kapasitesi ve yükümlülüğüne sahip bir birey veya genelde bir grup tarafından” desteklenmesi gerekir. Giddens, Sosyal Teori, s. 249.

41 Trubek, s. 725.

42 Weber, Ekonomi ve Toplum 1, s. 142 (Economy and Society, s. 34).

43 Trubek, s. 726.

44 Weber, Ekonomi ve Toplum 1, s. 334-335 (Economy and Society, s. 215-216). Yine iyi bilindiği gibi Weber, ideal tip yaklaşımına uygun olarak, bu tiplerden herhangi birinin tarihin belli bir anında saf biçimde bulunmadığını da söylemek- tedir.

45 Weber, Ekonomi ve Toplum 1, s. 335 (Economy and Society, s. 215).

46 San, s. 67 (Vurgu yazarın).

47 Bugün de varlığını sürdüren karizmatik otoritede, meşruluk, otoriteyi kullanan kişinin şahsından kaynaklanmaktadır.

48 Weber, Ekonomi ve Toplum 1, s. 334-335 (Economy and Society, s. 215-216).

49 Aron, s. 441.

50 Giddens, Sosyal Teori, s. 252. Ayrıca bkz. Weber, Ekonomi ve Toplum 1, s. 336- 337 (Economy and Society, s. 218).

51 Kennedy, s. 733.

52 Swingewood, s. 200.

53 San, s. 47-55.

54 Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 120 (Economy and Society, s. 754); San, s. 47- 48.

55 Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 249 (Economy and Society, s. 882).

56 Lawmaking and lawfinding: Hukukun vazedilmesi ve uygulanması.

57 Giddens, Max Weber, s. 50.

58 Lash, s. 155.

59 Lash, s. 155. Bu şema Weber’e göre sadece bir genellemedir ve her zaman bu şekilde görülmüş değildir. Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 249 (Economy and Society, s. 882). Ayrıca bkz. San, s. 56.

60 Lash, s. 155.

61 Lash, s. 156. Weber’e göre tabiî hukukun uygulamadaki gizli etkisi hiçbir zaman tam olarak yok edilemez. Ancak tabiî hukuku ilkeleri arasında giderilemez çelişkiler vardır. Hukukun rasyonelleşmesi sonucunda tabiî hukukun bu ilkeleri, temel olma niteliklerini tamamen yitirmiş ve hukukî pozitivizm “karşı konulamaz biçimde” yükselmiştir. Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 240 (Economy and Society, s. 874).

62 Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 232 (Economy and Society, s. 866).

63 Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 232 (Economy and Society, s. 866).

64 Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 233 (Economy and Society, s. 866).

65 Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 234 (Economy and Society, s. 868).

66 Weber’e göre tabiî hukukun bu ilk formu, 17 ve 18. yüzyılda sözleşme teorisi şeklinde ortaya çıkmıştır. “Meşru hukukun bütünü yasalara, yasalar da rasyonel uzlaşmaya dayanmaktadır.” Bu sözleşme ya gerçektir yani bireylerin bir araya gelip bu yönde bir uzlaşma sağlamaları söz konusudur yahut da hukukun ancak özgür bir uzlaşma ile kurulacak makul bir düzene uygun olması halinde meşru olabileceğini ileri sürer şekilde idealdir. Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 234 (Economy and Society, s. 868).

67 Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 235 (Economy and Society, s. 869).

68 Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 236 (Economy and Society, s. 870).

69 Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 233 (Economy and Society, s. 867); Giddens, Sosyal Teori, s. 248 vd; San, s. 68 vd.

70 Lash, s. 156.

71 Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 250 vd. (Economy and Society, s. 884 vd.). Weber, İsviçre Medenî Kanununun (dolayısyla bizim Medenî Kanunumuzun) 1. maddesini (meseleye ilişkin bir hüküm bulunamaması halinde hakimin hukuk yaratması), irrasyonel ve maddî olduğu gerekçesi ile eleştiriyor. Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 253 (Economy and Society, s. 887). Weber’in, hukukî biçimsellik ya da hukukî pozitivizm konusunda ne denli katı bir düşünür olduğu buradan da görülebilir.

72 Ewing, s. 507.

73 Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 252 (Economy and Society, s. 886). Ayrıca bkz.

Ewing, s. 508.

74 Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 249 (Economy and Society, s. 882). “Hukuk uygulayıcıları sadece ‘sosyal’ idealler adına ‘aşağıdan’ öne sürülen içeriksel faraziyelerin baskısına değil, ataerkil güç ya da refah politikaları adına ‘yukarıdan’ öne sürülen içeriksel faraziyelerin baskısına karşı da soğukkanlı kalmak zorundadır.” Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 241 (Economy and Society, s. 875).

75 Weber, Ekonomi ve Toplum 2, s. 260 (Economy and Society, s. 894). Ayrıca bkz.

Ka ynakça

Aron, Raymond; Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, 4. Baskı, Çev. Korkmaz Alemdar, Bilgi Yayınevi, Ankara 2000.

Berberoglu, Berch; Klasik ve Çağdaş Sosyal Teoriye Giriş, Çev. Can Cemgil, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul 2009.

Deflem, Mathieu; Sociology of Law- Visions of a Scholarly Tradition, Cambridge University Pres, New York 2008.

Ewing, Sally; “Formal Justice and the Spirit of Capitalism: Max Weber’s Sociology of Law”, Law & Society Review, Vol. 21, No. 3, 1987, p. 488- 512.

Giddens, Anthony; “Foucault, Nietzsche, Marx”, Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yay., Ekim 2001, İstanbul s. 267-276. (Foucault, Nietzsche, Marx)

Giddens, Anthony; “Max Weber Düşüncesinde Siyaset ve Sosyoloji”, Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori, Çev. Tuncay Birkan, Metis Yay., Ekim 2001, İstanbul, s. 23-87. (Max Weber)

Giddens, Anthony; Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori, 2. Baskı, Çev. Ümit Tatlıcan, İstanbul 2010. (Modern Sosyal Teori)

Işıktaç, Yasemin; “Max Weber’in ‘Anlayış Sosyolojisi’ Yönteminin Hukuka Uygulanması Üzerine Bir Deneme”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt: LIII, Sayı: 1-4, İstanbul 1991, s. 273- 281. (Max Weber)

Işıktaç, Yasemin; Hukuk Sosyolojisi, Filiz Kitabevi, İstanbul 2008. (Hukuk Sosyolojisi)

Kennedy, Duncan; “The Disenchantment of Logically Formal Legal Rationality, or Max Weber’s Sociology in the Genealogy of the Contemporary Mode of Western Legal Thought”, Hastings Law Journal, Vol. 55, May 2004, p. 1031-1076.

-Bu makale Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi Cilt:14 Sayı:2’de yayımlanmıştır. (2012)

Max Weber’de Ekonomi, Hukuk ve Rasyonalite yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Hukuk Devletinde Meşruiyet Sorunu

$
0
0

GİRİŞ

Günümüz dünyasında toplumlar günün koşullarına uygun olarak bir siyasi iktidarın yönetimine ihtiyaç duymakta ve bu doğrultuda genellikle belli bir siyasi iktidar tarafından da yönetilmektedirler. Burada ise, söz konusu iktidar odaklarının toplumun rızasını kazanmak için başvurdukları araçlar önemli rol oynamaktadır. İktidar odaklarının hangi araçlara başvurabileceği ve hangi türden yöntemlere sahip kişi veya grupların iktidarda söz sahibi olacağı konusu zamana ve toplumun dini, felsefi, ahlâki, tarihi, siyasi tecrübesine bağlı olarak değişim göstermektedir. Bu anlamda, iktidar biçimleri toplumun genel gidişatının ve birikiminin de bir resmi olmaktadır.

Toplumda yönetimi elinde bulunduran iktidar güçleri, iktidarlarını bir meşrulaştırma unsuruna dayandırmak zorundadır. Meşruiyet sorunu her devirde ve her durumda güncelliğini korumaktadır. Geçmişten günümüze bakıldığında, bu meşrulaştırma unsurlarının ilahi veya dünyevi nedenlere dayandırıldığı görülmektedir. Eski dönemlerde ilahi bir güce veya geleneğe dayandırılan meşruiyet, aydınlanma ile birlikte toplumsal sözleşme kuramına ve halk egemenliği ile kuvvetler ayrılığı düşüncesine dayandırılmak suretiyle daha akılcı hale getirilmeye çalışılmıştır. Günümüz modern devlet düşüncesinde ise, demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti ilkeleri meşruiyetin kaynağı olarak ele alınmakta ve bu bağlamda kuvvetler ayrılığı ilkesi uyarınca iktidar gücünü paylaşan yasama, yürütme ve yargının meşruiyeti sorunları tartışılmaktadır.

Meşruiyet ve meşruiyetin kaynağı konusu özellikle ülkemizde yaşanan güncel tartışmalar ile yasama, yürütme ve yargı arasındaki ilişkiler ve çatışmalar bakımından önemli bir yere sahiptir. Bu çalışmada, öncelikle meşruiyet kavramının anlamı ve geçmişten günümüze meşruiyet kavramına bakış açısı değerlendirme konusu yapılacak, sonrasında ise, modern devletin doğuşunda önemli ilkeler olan demokrasi ve insan hakları ekseninde hukuk devletinde meşruiyetin kaynağı ve sorunları ele alınacaktır.

I- MEŞRUİYET KAVRAMI

A. Genel Olarak

Meşruiyet kavramı, sosyal bilimler alanında üzerinde en çok durulan konulardan biri olmasına rağmen, içeriği, unsurları ve siyasi sistem üzerindeki etkileri konusunda genel bir uzlaşmanın varlığından z etmek güçtür. Meşruiyetin ana kökü olan “meşru” kelimesi terimsel anlamıyla, çoğunlukla onaylanan, yasanın, dinin ve kamu vicdanının doğru bulduğu eylem, tavır ve norm anlamlarına gelmektedir1. Batı dillerindeki karşılığı olan “legitimus”, “legitimitas” kökleri, eski Roma’da “hukuka uygun, “hukuksal” anlamların­da kullanılmıştır2.

Meşruiyet, bir düşünce veya eylemin bir ana ilkeden veya ana sebepten hareket ederek haklılığını ispat etme arayışıdır3. Bir başka ifade ile meşruiyet kavramı bir kurum veya kuralın kendinin üstünde bulunan “hukuksal” ya da “etik” bir norma uygun olmasını ifade etmektedir4. Ortaçağ’da geleneğe uygunluğu ifade eden meşruluk kav­ramı, modern çağda devlet yönetimine ilişkin bir anlam yüklenmiş ve siya­sal erkin yönetilenlerin inançlarına dayanması, devlet iktidarının kaynağı ve kullanılış biçimleri bakımından yönetilenlerin inanç ve onayıyla desteklen­mesini içeriğine katmıştır5.

Ortaçağ’dan günümüze meşruiyet, haksız yere yönetime el koyma kavramının karşıtı olarak kul­lanılagelmiştir. Bu da yönetmenin, yönetici güç açısından bir hak olduğunun kabul edilmesidir. Meşru yönetimin bir “hak” olması, “yönetilenlerin meşru yönetilme hakkı” ile karşılaşınca, meşruiyet; yöneten-yönetilen arasındaki ilişkinin, iki tarafın sa­hip olduğu meşru yönetme-yönetilme hakları arasındaki bir denge, bir uz­laşma arayışına yönelik çekişme ve çatışma biçimine dönüşmüştür. Bu nedenle meşruiyet sorunu bir defalığına tanımlanan ve her dönem için geçerli olan bir niteliğe sahip değildir. Meşruiyet sürekli yenilenen bir olgudur. Sosyolojik anlamda genel olarak meşruiyet, sosyal düzenin rıza, sükûnet ve uzlaşma içerisinde geçerliliğinin kabul edilmesi biçiminde de ifade edilebilir6.

Meşruiyetin kapsamının belirlenmesinde bu kavram ile yakından ilgisi bulunan “iktidar” veotorite” kavramları üzerinde de durmak yerinde olacaktır. İktidar, geniş anlamıyla birine aksi halde yapmayacağı bir şeyi yaptırmayı, otorite ise, iktidarın özel bir biçimini, meşru iktidarı ifade etmektedir7. İktidarın meşru olması, yönetilenler tarafından kabul edilmesi ve doğal olarak ona itaat edilmesi ve bu iktidarın otorite olması so­nucunu doğurmaktadır. Bir iktidar, ona itaat edilmesi konusunda bir uzlaşma varsa meşru­dur. Meşru olmayan iktidar, iktidar olmaktan çıkmakta ve kaba bir güçten başka bir şey olmamaktadır. Bu takdirde kendisine boyun eğilmesini sağlayabildiği sürece varlığını koruyabilmektedir8.

B. Meşruiyet Kavramının Yasallık ve Hukukilik İle İlişkisi

Meşruiyet, yasallık ve hukukilikten ayrı ve farklı bir kavramdır. Hukukilik esas olarak, hukuka veya kanunlara uygunluğu anlatmaktadır. Yöneticilerin anayasa ve kanunlara uymaları, o yöneticilerin yönetilenler gözünde meşru olduğu anlamına gelmez. Bir başka deyişle, yöneticiler karar alırken, emir verirken pozitif hukuka uygun davranabilirler, ancak buna rağ­men yönetilenlerin çoğunluğu veya bir kısmı yöneticilerin yönetme hakkını tanımayabilirler veya meşru olduğuna inanmayabilirler9.

Meşruiyet, “meşru” sözcüğünün Arapça “şer” kökünden gelmesi ve “kanuna uygun” anlamını taşı­masından hareketle; “kanuna uygunluk” ya da “yasallık” olarak anlaşılmaktadır10. Ancak meşruiyet, yasallığın dar tanımına hapsedile­cek kadar basit bir kavram değildir. Bu halde bazen yasal anlamda kendini meşru gören bir yönetim, sosyolojik ve siyasi anlamda meşru sayılmayabilir11. Örneğin, modern devlet yönetimi anlamında siyasi meşruiyetin dayandığı yer halk olduğu için siyasi iktidarı itaate layık bulacak olan güç sadece şekli anlamda yasallık değil, halk iradesidir12.

Meşruiyet kavramının kelime kökenine ilişkin sözlük anlamlarından da anlaşılacağı gibi bu kavram dar anlamıyla yasallığa indirgendiğinde, pozitivist bir bakış açısını yansıtmaktadır. Ancak, hukuka uygun biçimde yetkili organlar tarafından konulmuş bir kurala uygun olup olmama durumunun “meşruiyet” içinde değerlendirilmesi, özellikle siyasal alanda yaşanan sorunları ağırlaştırmaktadır13. Üstelik yasallığın da hukukîlik ile eş anlamda kullanılması; meşruiyet-yasallık-hukukîlik kavramlarının anlam alanları içersinde her biri ayrı bir zeminde sürdü­rülmesi gereken değerlendirmelerin iç içe girmesine, sorunların nedenleri ve çözümleri konusunda bir uzlaşmaya varılamamasına sebep olmaktadır14.

II. MEŞRUİYETİN TARİHSEL KAYNAKLARI

Meşruiyetin tarihsel kaynakları geleneksel, dinsel, etnik ve kültürel farklılıklara, bireysel ve sınıfsal çıkarlara, siyasal, sosyal ve ekonomik beklentilere göre farklı biçimlerde ele alınmıştır15. Bu anlamda, meşruiyetin kaynağı genel olarak monarşik ya da demokratik yönetimlerin oluşumuna katkı sağlamıştır. Monarşilerde meşruluğun ilâhi hukuktan, demokrasilerde ise halktan kaynaklandığı, monarkın iktidarının meşruiyetini dinsel inan­cın, demokratik iktidarın meşruiyetini ise demokratik kurumların yaratıcısı olan aklın ve hukukun sağladığı görülmektedir16. Bu nedenle, Tanrısal egemenlik anlayışı ve buna bağlı olarak meşruiyet olgusu, Doğu’da ve Batı’da yüzyıllar boyunca mutlakıyetçi rejimlerin hukuk ve dev­let felsefesinin kaynağı olarak gündemde yer almıştır. Din, sosyal politik hayatın en eski ve en köklü meşrulaştırma yollarından birisi olmuştur17.

Ortaçağ düşüncesinde bir yöneticiye karşı açıktan direnme hakkına yöneticinin kutsallığı ve dinsel meşruiyeti adına izin verilmemiştir. Eğer kral yetkisini doğrudan doğruya Tanrı’dan alıyorsa, ona karşı yapılan her direnişin Tanrı iradesine karşı bir ayaklanma ve bu yüzden de öldürücü bir günah olacağına ilişkin baskın düşünceye göre adaletsiz bir yönetici bile, Tanrı’nın temsilcisi olmaktan çıkamayacağı ve bundan ötürü ona boyun eğilme­si gerektiği düşüncesi egemen olmuştur. Emevi İslâm geleneğinde de, egemenlik gücünün göksel boyuttan geldiği ilkesi kitlelere telkin edilerek “Hâkimiyet Allah’ındır, hükmetme yetkisini Allah kendi seçtiği halifele­re verir” anlayışı geçerli kılınmıştır18.

Aydınlanmanın ürünlerini vermeye başladığı XVII. yüzyılda hala ege­menliğin tanrısal bir yetki olduğu inancı ve bu inanca uygun bir egemenlik ve meşruiyet düşüncesi savunulmuştur. Bossuet egemenliğin yanılmaz, vazgeçilmez, devredilmez, bölünmez bir bütün olduğunu, mutlak bir güç olarak benimsenmesinin gerektiğini söylemiştir. Yine Rousseau da, farklı bir yerden yola çıkarak insan doğasına uygun ve olması gereken hukuk aracılığıyla, meşru ve sağlam yönetim kuralları aramış, egemenlik ve meşruiyeti insan doğasına uygunlukta bulmuştur. Rousseau’nun çıkışı doğru olmakla birlikte daha sonra adeta Bossuet’den etkilenip genel iradenin egemenliğini “bölünmez, devredilmez, yanılmaz bir bütün” olarak tanımlayarak otoriter bir cumhuriyete göz kırpmıştır.

Aynı dönemin bir başka Fransız düşünürü Montesquieu ise, nesnelerin doğasına uygun hukuk, egemenlik ve meşruiyet anlayışıyla, başka bir ifa­deyle “evrensel insan doğasına uygun meşruiyet” yaklaşımıyla, sorunu daha gerçekçi temellere oturtmuştur. Keza, İngiliz düşünür John Locke da, devletin işlevini asgari düzeye indirmek ve düşünce ve inanç özgürlüğüyle onların uzantılarını mut­lak haklar kategorisi içerisine almak suretiyle “sosyal insan doğasını” tanım­lamış ve çağdaş, ilerici bir hukuki meşruiyet modeli çizmiştir. Aydınlanma düşüncesi ile birlikte mutlakiyetçi devlet modelinde yer alan Tanrı­sal otoritenin meşruluk zeminini insan aklı almıştır. Locke’un liberal hukuk devletinin öncüllerini sosyal sözleşme ile temellendirmesi öncesinde, mutlakiyetçi devletlerin devletlerarası ortak alanı­na dahil olan doğal hukuk savunulmuştur.

Egemenlik ve meşruiyet konusunda bu şekilde özetlenebilecek aydınlanma düşüncesinin en önemli sonucu, insan aklına ve iradesine yapılan vur­gunun, Ortaçağ’ın yerleşik düşünce kodları­na uygun olarak yapılandırılmış siyasal sistemi dönüştürmede oynadığı rol­dür. Böylece egemenliğin Tanrısal referanslarının yerine ulus ve genel irade meşruiyetin kaynağı haline gelmiştir19. Böylece, toplumsal kabul bir rıza ifadesi olmaktan çıkmış, kurucu iktidar olmuştur. Milli egemenlikle kavramsallaşan ve anayasayı kuran güç halk olmaya başlamıştır20. Modern devlette güç monarklardan ve krallardan alınarak, kamunun ortak malı haline getirilmiştir. Bu çerçevede siyasi iktidarın belirli bir gücü kullanırken, kişisel tercihlerine bağlı olarak hareket edemeyeceği varsayılmıştır. Yönetenler, gücü salt belirli ve yasal olarak denetlenen görevlerinden ötürü kullanır hale gelmiş ve kısacası, siyasal ilişkilerde kişilerin birbirlerine değil yasalara boyun eğmeleri esası benimsenmiştir21.

Böylece, eskinin meşruiyet kaynakları yeniçağın aydınlanmacı aklı karşısında tutunamamıştır. Örneğin, Machiavelli’nin devletin otoritesi ve disiplini altında neyin iyi neyin kötü olduğunu artık devletin belirleyeceği; eğitim, din, insan ve ekonominin kendi başına bir amaç olmayıp siyasal iktidarın bir aracı olduğu söylemi, seküler biçim alan mutlak iktidarların habercisi olmuştur. Böylece Machiavelli ile, yeni bir insan ve yeni bir toplum anlayışına dayanan yeni bir egemenlik ve meşruiyet geleneği kurulmuştur. Dinin egemenliği meşrulaştıran iktidarı reddedilerek tek bir iktidar ve meşruiyet söylemi ortaya çıkmıştır22.

Modern çağda meşruiyete ilişkin en bilinen kuram Max Weber’e aittir. Weber’in görüşlerinde iki unsur dikkat çekmektedir: Birincisi, Weber meşru­iyeti, siyasi rejimlerin yaşaması için en önemli faktör olarak görmektedir. İkincisi ise, meşruiyet kavramını tanımlarken inanç unsurunu esas almakta­dır. Bu genel tespitler çerçevesinde, Weber, üç tip hakimiyet ve otorite tipini ayırt etmektedir. Bunlar, geleneksel, karizmatik ve hukuki-rasyonel otoritedir. Geleneksel otorite, belli bir toplumda uzun zamandan beri yaşayan gelenek­lere dayanırken, karizmatik otorite bir liderin olağanüstü özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Karizmatik otorite tipinde halk belli bir liderin sahip olduğu olağanüstü bir takım nitelikler dolayısıyla ona itaat ederken, geleneksel oto­rite tipinde vatandaşların yöneticilere itaat etmesinin nedeni, siyasi iktidarın geleneklere uygun olarak ele geçirip kullandığına olan inançtır. Hukuki-rasyonel otorite tipinde ise, otorite, rasyonel bir hukuk sisteminin sonucudur. Bu otorite tipinde, insanlar geleneksel olarak saygı gören bir şefe veya karizmatik bir lidere değil, bir dizi soyut, genel ve kişilik dışı kurala bağlılık göstermektedir. Modern çağda geçerli olan otorite tipi ise, hukuki-rasyonel otoritedir23.

Modern dünyada hüküm süren devletler ideolojik ve karakter bakımından çeşitlilik göstermektedir. Fakat bu devletleri kendinden önceki devletlerden ayıran özellik devletin varlığını ve kaynağını bir kişi veya aileden değil de bir bütün olarak ulustan alıyor olmasıdır. Özellikle, imparatorlukların dağılması ve yerine ulus devletlerin kurumsal yapısını daha etkin olarak kurgulaması ile ulus devlet olgusu devlet elitlerinin temel referansı haline gelmiştir. Yöneticilerin ulusa yaptığı gönderme aynı zamanda kendi konumlarını da belirlemektedir. Bu dönemde totaliter, otoriter veya demokratik yönetimlerin hepsinde ulusa gönderme yapılmakta ve bütün yönetimler halkın yönetime katılımını veya katılmamasını belirli çerçevelerde somutlaştırmaktadır24.

Modern düşüncede, bireyin tarih sahnesine etkin olarak yer almasının önünü “doğal hak” kuramı açmıştır. Doğal hak kuramı ile birey hükümdarın hükmetme şekline ve içeriğine karşı söz sahibi olmuştur. Daha önce yalnızca Tanrı’ya karşı sorumlu olan hükümdar artık bireyin doğal haklarına karşı da sorumlu olmuştur. Böylece, bu haklara müdahale edilemeyen ve bunlara müdahale edildiği takdirde de karşısında bireyi gören tarihsel bir evreye girilmiştir. Bu bağlamda, siyasi gücü kullanan artık yalnızca Tanrı’nın onayına değil, halkın onayına da ihtiyaç duyacaktır25. Aydınlanma sonrasında, insan haklarına ve devlet vatandaşlığı haklarına, yani liberal ve siyasi vatandaşlık haklarına doğru bir ilerleme söz konusu olmuştur. Bu haklar hem bireysel hem de siyasi özerkliğin güvencesi haline gelmiştir. Bu dönüşüm, modern devletin karar alma sürecinde yaşanan demokratikleşme sayesinde hem söylem olarak hem de görünürlük bakımından 20. yüzyıla damgasını vurmuştur26.

III. MODERN DEVLETİN DOĞUŞU

Modern devlet dediğimiz yapıyı anlamak için, modern dönemin yanında modern öncesi döneme de bakmak gerekmektedir. Genel olarak antik çağ devlet anlayışı, toplumsal bir varlık olan insanın, doğası gereği erdeme yatkın olduğu ve devletin de “adil bir sosyal düzen” olarak erdem üzerine oturduğu düşüncesine dayanmaktadır. Ortaçağ devlet anlayışı ise, devleti dinsel kaynaklarla açıklama yoluna gitmiştir. Ancak, devlet anlayışında 16. yüzyılda önemli bir dönüşüm yaşanmaya başlanmıştır. Bu dönüşümün en belirgin özelliği de sekülerleşmedir. Yasama alanının sekülerleşmesi, daha önceki devlet yapısı ile kopuşu beraberinde getirmiştir. Bu kopuş, meşruiyet krizini ve arayışını zorunlu kılmıştır. Kaynağını Tanrı’dan alan yasaların yerine hükümdarın sınırlarını belirlediği ve kaynağını genellikle halkın egemenliği ilkesinden alan dünyevi yasaların alması yeni meşruiyet kaynağını ortaya çıkarmıştır. Bu süreçte yasanın yaratıcısına dönüşecek bir sivil toplum düşüncesi belirirken, ona hakim olan bir kutsal devlet ideolojisi de ortaya çıkmıştır27.

İnsanlar siyaseti dünyevi bir alanda düşünmeye başladığı andan itibaren yeni kavramlara ve araçlara ihtiyaç duymaya başlamıştır. Bu ihtiyacın hissedildiği alanların başında yasaların insanlar tarafından konulması olmuştur. Daha önce, tabii hukukun belirleyici olduğu bir düşünsel çerçevede, gücün kullanımı, meşruiyet açısından hayati bir sorun yaratmamıştır. Ancak modern çağda yasa koyucunun kim olacağı sorunu karmaşık bir hale getirmiştir Bu soruna, aydınlanmacı tabii hukuk düşünürleri, eskiden olduğunun aksine insan haklarının devlete öncelik eden haklar olduğunu savunmuşlardır. Buna göre, devlet, hiçbir gerekçeyle bireylerin bu tür haklarını elinden alma olanağına sahip olmamalıdır. Böylece tabii hukuka devletin toplum ve birey üzerindeki tahakkümünü temellendirmek veya bireyi tahakküm ve baskının nesnesi haline getirmek amacıyla başvurulması düşüncesi de bertaraf edilmiştir28.

Aydınlanma ile birlikte Hobbes ve Bodin gibi mutlakiyetçi düşünürlerin yanında 18. yüzyılın pratik siyasal ikliminde halkın egemenliğini savunan Locke ve Rousseau gibi düşünürler de, devlettin doğuşu konusundaki görüşlerini “Toplum Sözleşmesi29” kuramına dayandırmışlardır. Sözleşme kuramı, 17. Yüzyıldan itibaren siyasal düşüncenin temel kuramı olarak rağbet görmüş, yasal ve top­lumsal düzenin özgür bireysel eylemler ve yönetilenlerin aralarındaki anlaşma­ ile kurulması düşüncesi, devleti açık ve anlaşılabilir bir olgu haline getirmiştir. Sosyal sözleşme, bireylerin devlet otoritesine rıza ve muvafakatlerini ifa­de eden akli, mantıki ve farazi bir işlem olarak ele alınmıştır 30.

Anglo-Sakson gelenekte devlet sivil toplumun bir türevi iken, Fransız düşünce geleneğinde devlet, toplumsal güçlere bağımlı bir kurumlaşma mo­deli olarak ele alınmaktadır31. Toplum sözleşmesi varsayımına dayalı bir devlet kuramını benimseyen Anglo-Sakson gelenek tıpkı modern devletin kendisi gibi kurumlarının da bir toplumsal sözleşme ile kurulduğuna inanmakta ve herkesi de buna inandırmak istemektedir. Dolayısıyla bu şekildeki liberal bakış içinde, sözleşme ile kurulan bir devlet ve söz­leşme ile kurulan kurumlar miti, devleti kendiliğinden demokratik kılmaktadır32.

Sözleşme kuramının aksine hukukî pozitivizm anlayışında ise özellikle de Hans Kelsen’in formüle ettiği biçimiyle “normativizm” düşüncesinde, devletin kaynağı araştırılmak yerine hukuk normları arasında hiyerarşik bir ilişki öngörülmekte ve devlet bu hiyerarşinin tepesindeki temel normla özdeş bir yapı olarak görülmektedir. Kelsen’in ortaya koymak istediği düşünce sisteminin özü, bir normlar sistemi olarak hukukun geçerliliğinin hukuk dışından kaynaklanma­yacak bir biçimde ve nihaî olarak tesis edilmesidir. Bu düşüncenin çekirdeğini meydana getiren ve hukuku devlet tarafından konulmuş bir normlar hiyerarşisi olarak kabul etmeye yönelen sistemin tıkandığı nokta ise, bütün normların üstünde yer alan ve onlara adeta kaynaklık eden, onları hukuken geçerli kılan “temel norm”un geçerliliği so­runudur33.

Diğer bakış açısı ise devleti, siyasal alanın zorunluluklarına dayanan siyasal bir kurum olarak tanımlar. Bu geleneğin ilk temsilcilerinden Machiavelli, siyasal alanın zorunluluklarına dayanan siyasal bir kurum olan devletin kendi var­lığını koruyabilmek için olağanüstü koşullara tepki verebilmesi gerektiğini belirtmiştir. Bir diğer önemli düşünür Hegel ise, devleti hem toplumsal gelişimin tamamlanmış şekli, hem de farklı bir gerçeklik olarak ele almıştır. Bu düşünceye göre devlet, top­lumun karşıtı değildir. Devlet Hegel ile birlikte organik bir gerçekliğe dönü­şerek sivil toplumu hem içermiş hem de aşmıştır. Hegel’in devleti, bireysel çıkarların üstünde yer alan, üstün otorite sahibi, tarih içinde gücünü bireyin gerçek anlamda özgürlüğünün yarattığı güçten kazanarak bir form sahibi olan, birleştirici bir devleti ifade etmektedir34. Bir diğer önemli kuram ise, Cari Schmitt tarafından getirilmiştir. Schmitt, ege­menlik kavramını, hukuk kuramının üstüne inşa etmiştir ve “siyasal” kavra­mına dayandırmıştır. Böylece kutsallıktan sıyrılan devlet, pozitif hukuksal meşruiyete doğru evrilmiştir. Öyleki, Schmitt’e göre, 20. yüzyıl başlarında monarkların meşruiyeti artık güçlerinden veya iktidarlarından değil, sadece baskıcı otoritelerinden kaynaklanmaktadır35.

Bu genel tartışmaların ötesinde modern devlet teorisinde, egemenlik, temsili sistem ve kuvvetler ayrılığı36 kavramları hukukun üzerine kurulu olduğu temel ön kabulleri oluşturmaktadır37. Weber’e göre ise modern devlet, yasallığa dayalı, meşru fiziksel güç kullanım tekelini elinde tutan bir örgütü içermektedir. Modern dev­let anlayışının özgün görünümü olan anayasal hukuk devleti, devletin olu­şum ve gelişim evresinin nihai aşamasında ortaya çıkmış bir yapıyı ifade etmektedir38.

Modern devlet, meşruiyetini kendisinden değil, yasa koyucudan ya da halktan almaktadır. Devlet, meşruiyetini halkta aramaktadır. Bunu da egemenlik kavramı üzerinden gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla da egemenlik, modern siyasi iktidar tipi olarak devleti anlatan kavramdır Siyasi gücün onu kullananlardan ayırt edilmesi meşruiyetin halk egemenliği gibi bir ilkeye dayanma zorunluluğunu da beraberinde getirmektedir39.

Modern devletin geldiği son nokta ise, demokratik ve insan haklarına dayalı bir hukuk devleti düşüncesidir. Bu modelin tanımlayıcı karakterini, devletin hukukla bağlantısı ortaya koymaktadır. Bu devletin yönetimi, hukuk üzerinde temellendirilmekte ve hukuk kuralları gerek devletin kendisi için gerekse onun adına egemenlik yetkisini kullanan siyasal iktidar ve tüm yurttaşlar için bağlayıcı niteliktedir. Hukuk kurallarının bağlayıcı nitelik kazanması, hukukun rasyonalize edilmiş olmasını gerektirmektedir. Çağdaş hukukun geleneksel hukuktan farkı da bu noktada açığa çıkmaktadır. İnsan aklı ve iradesinin ürünü olan çağdaş hukuk, bu yönüyle sürekli olarak deği­şime açıktır ve bu değişim yasaların değiştirilebilirliğini içermektedir40.

IV. ANAYASAL HUKUK DEVLETİ ANLAYIŞI

A.Genel Olarak

Modernleşme süreci derebeyliklerin ortadan kalkmasına ve onun yerine merkezi yönetimin güçlenmesine yol açmış, böylece merkezileşme, hükümdarların gücünü önemli oranda artırması sonucunu doğurmuştur. Mutlakiyetçi yönetimlerin artan gücü ve hayatın bütün alanlarına nüfuz edebilen kapasiteleri nedeniyle siyasi iktidarın gücü, bireye kendi isteği dışında yaşam alanı bırakmamaya başlamıştır. Şiddet tekelinin, kanun yapma ve uygulama yetkisinin merkezileşmesi, mutlakiyetçi yönetimlerde doruk noktasına çıkmış ve hükümdarın iradesi, kanun sayılmıştır. İşte hukuk devleti fikrinin gelişimi, bu duruma bir cevap olarak değerlendirilebilecek bir süreçte olmuştur41.

Hukuk devleti, politika ve hukuk alanının birbirini ta­mamladığı bir meşruluk modeli olarak karşımıza çıkmaktadır42. Devletin ve idarenin işlemlerinin hukuka uygun olması olarak tanım­lanan hukuka uygunluk ilkesi, hukuk devletinin merkezini oluşturmaktadır. Modern çağda hukuk, egemen bir devletin görünen yüzü, işlev alanı ve varlık sebebidir43. Diğer bir deyişle hukuk devleti, temel görevi toplumun amaçlarının gerçekleştirilmesi olan ve bireyin varlığını mümkün kılan, bireyi devletin üstün gücünden koruyan devlete giden yoldur44.

Hukuk devletinin doğuşunu açıklayan görüşlerin birleştiği nokta, bu dev­letin, genel olarak mutlak monarşilerin kuvvete dayanan devlet anlayışına karşı, burjuva toplumunun savaşından doğmuş olduğudur. Liberal kuram, hukuk devletini, güç devleti karşısında, hukukun egemen olduğu devlet olarak ele almaktadır. Alman hukuk geleneğinde bu kavram, polis devleti karşıtı olarak, idare hukuku içinde bir anlam ka­zanmaktadır. Hukuk devletinin sosyolojik açıklaması, feodalizme karşı burjuvazinin yürüttüğü savaşın bir eseri olmasıdır. Kavramın henüz şekillendiği 19. yüzyılın ilk yarısında çeşitli ön eklerle anılan hukuk devleti kavramının belirgin içeriği, toplumu devlete karşı ve devletten öncelikli bir statü içinde tanımlamasıdır45.

Hukuk devletini yasallığa indirgeyen anlayışa karşı, hukuk devletinin sadece yasallık ilkesinden ibaret olmadığı, ayrıca yasaların içeriğiyle de ilgili olduğu yaklaşımı geliştirilmiş ve böylece hukuk devletinin tanımında “amaç” ve “değer” unsurları öne çıkarılmıştır. Nitekim, maddi hukuk devleti olarak adlandırılan bu yaklaşımın yaygın versiyonunda yasallık, meşruiyetin zorunlu, fakat tek başına yeterli olmayan şartı olarak kabul edilmektedir. Buna göre, “yasallık ilkesi”, hukuk devletinin asgarî anlamıdır, fakat bu ilkenin ve onun gerçekleştirilmesine hizmet eden bütün kurumların derindeki anlamı “özgürlüğün” korunmasıdır46.

Kara Avrupası Hukuk sisteminde “hukuk devleti”, Anglo-Sakson Hukuk Sisteminde “hukukun üstünlüğü” ilkesi adı verilen hukuk devleti kavramı, geniş anlamıyla kamu hizmetlerinden yararlananlara hukuk güvenliğini sağlayan devlet düzeninin oluşturulmasıdır47. Burada kanun devletinden hukuk devletini ayıran en önemli nokta, hukukun kanunlar gibi durağan değil, gelişen toplumsal ihtiyaçlara göre değiştirilebilmesidir48. Hukuk devleti tüm uygar demokratik rejimlerin temel niteliklerinden birisidir. Zaten çağdaş devlet hukuk kalıbında yoğrulmuştur49.

Devletin hukuk devletine dönüşme süreci, otorite ile onun dışında kalan toplumsal güç ve dinamiklerin birbirlerini karşılıklı etkilemelerinin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Buradaki en önemli unsur, devlet iktidarının sınırlandırılmasıdır50. Ayrıca, bu sınırlandırma, kendi başına bir amaç olarak değil, hak ve özgürlüklerin gerçekleşmesini mümkün kılacak ilke ve kurumların oluşturulmasına ve geliştirilmesine yönelik olarak gündeme gelmektedir51. Nitekim, hiçbir devletin kendiliğinden ve sürekli olarak bir hukuk devleti olma şartını sağlayamayacağı olgusu karşısında, devletin kendisini bu sınırlar içerisinde tutacak ilke ve kurallara ihtiyacı olduğu kuşkusuzdur52. Bu belirlemelerden hareketle, özü itibariyle hukuk devletinin, sadece yönetilenlere uygulanacak kurallar koyan devlet olmayıp, kendi koyduğu ilke ve kurallar ile kendisini de bağlı tutan devlet olduğu söylenebilir53.

Hukuk devleti ilkesinin geçerlilik ve işlerlik kazanabilmesi için, hukuk devleti düşüncesinin tüm gerekleriyle uygulanması gereklidir. Bu kavramın asgari unsurları, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, idarenin yargısal denetime tabi olması, kanunların anayasal denetimi ve demokratik rejimin sağlanmasıdır54. Buradaki en önemli öğe ise, bütün kamu makamlarının her türlü faaliyetlerinin bağımsız mahkemeler tarafından etkin bir yargısal denetime tabi tutulmasıdır55. Tüm çağdaş hukuk sistemlerinde, hukuk devletinin yargı güvencesi üzerine tasarımlandığı ön kabulü vardır56. Hukuk devleti denilince özellikle, yürütme organının hukuka bağlılığı ve yürütme işlemlerinin yargı denetimi altında bulunması akla gelmektedir57. Hukuk devleti, toplumsal ve siyasal örgütlenmede bireyin üstünlüğü düşüncesine dayanır. Bu anlayış, amacı özgürlükleri sağlamak olan devleti, aracı konumuna getirmekte, hukuku da öznelleştirerek, devleti insan hakları devletine dönüştürmektedir58.

B. Demokrasi ve Hukuk Devleti İlişkisi

Antik çağ dönemine kadar uzanan ve “demos (halk)” ile “kratos (egemenlik)” kelimelerinin birleşiminden meydana gelen demokrasi terimi en genel anlamda halk egemenliğini ifade etmektedir59. Geçmişe günümüze demokrasinin birçok tanımı yapılmış ve farklı boyutları vurgulanmıştır. Demokrasi, klasik anlamıyla halk egemenliği­ne dayanan ve halkın iradesi ile belirlenen siyasal karar alma organlarınca yönetim yetkilerinin kullanıldığı bir yönetim biçimi olarak tanımlanabilir60. Ancak bu tanım, egemenliğin kaynağı sorununa bir çözüm getirmiş olsa da demokrasiye gerçek anlamını veren egemenliğin kullanımı konuşunda hiçbir şey söylememektedir. Bu nedenle demokrasi tanımında halka dayanan ve halk iradesiyle biçimlenen bir yönetimin, halkın bir parçasını, yani azınlığı, çoğunlu­ğa ezdirmemesi hususunun mutlaka bulunması gerekmektedir61.

Demokratik sistemlerde siyasi iktidar, meşruluğunu halkın iradesinden almakta ve belli aralıklarla yapılan seçimler ile iktidar değişikliği yoluna gidilmektedir. Demokrasinin anlaşılış biçimlerinden çoğunluk sistemi sistemine göre, halkın çoğunluğunun oyunu alan hükümet, iktidarını istediği gibi kullanabilmektedir. Ancak bu anlayış, ileri demokrasilerde kabul gören çoğulcu demokrasi düşüncesine aykırıdır. Çoğulculuk anlayışına göre, çoğunluk yönetme hakkına sahiptir. Fakat, azınlığında haklarını koruyarak iktidarını sürdürmek zorundadır62.

Günümüzde artık demokrasiden anlaşılan sadece serbest seçimlerin yapılması değildir. Aynı zamanda demokrasinin hukuk devleti ilkesini, kuvvetler ayrılığını, yargı bağımsızlığını, temel hak ve özgürlüklerin korunması esasını, çoğulculuk ilkesi gibi değerler sistemini de içinde barındırması gerekmektedir. Bu ilke ve değerler sistemi, siyasal iktidarın keyfiliğe kaçmasını önleyici bir fren görevi ile demokrasinin özünü oluşturmaktadır63. Söz konusu ilke ve değerler sistemi ile donatılmış olan demokratik devlet, sınırlı bir devlettir. Bu durum, hem halkın hem de siyasal sistemin korunması için gereklidir. Ancak, sınırlılık halk iradesinin sınırlı hale getirilmesi ve sistemin farklı uzuvlarının halkın iradesini yansıtmayacak şekilde kurgulanması anlamını da taşımamaktadır64.

Devletin hukukla sınırlandırılması konusunda kabul görmüş en genel ni­telikli yöntem anayasal hukuk devleti düşüncesidir. Burada anayasallaşma olgusu ile anayasa kavramı arasında bir ayırma yapmak gerekmektedir. Anayasa, devletin yapısını, yetkilerini, yurttaşların hak ve ödevlerini düzenleyen, onları biçim­lendiren temel bir belgedir. Oysa anayasallaşma veya anayasal hukuk devleti deyimi, hukukun üstünlüğü kavramına bağlılığı ifade etmektedir65. Anayasallaşma, yöneticilerin devleti keyiflerince değil, hukukun evrensel ilkeleri üzerine bina edilmiş bir anayasaya göre yönetmesi düşüncesini içermektedir. Siyasi iktidarın faaliyet alanını daral­tan bu sınırlamanın amacı, bireylerin temel hak ve özgürlük alanlarını güvence altına almaktır. Anayasallaşma, iktidar tekelleşmesinin yol açacağı zorbalık­ları önlemekte ve siyasal iktidarın özgürlükler lehine sınırlandırılmasını gerektirmektedir66.

Demokrasi ile devlet iktidarının sınırlandırılması amacını taşıyan hukuk devleti ve anayasallaşma ilkesi hem kavram hem de kurum olarak birbirleri ile çelişik bir niteliğe sahiptirler. Diğer bir ifadeyle sınırlı devlet düşüncesinden kaynaklanan hukuk devleti ile halk egemenliği ilkesinden kaynaklanan demokrasi birbiri ile bağdaştırılması zor kavramlardır67. Bu duruma göre, demokrasinin hukuk devleti ve anayasallaşma süreci ile bağdaşır bir yönetim biçimi olduğunu söyle­yebilmemiz için, öncelikle demokrasiyi, sınırlı bir yönetime izin verecek bir kavramsal kurguya kavuşturmamız gerekmektedir. Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi demokra­sinin klasik tanımı geçerli sayıldığı takdirde, halka ait egemenliğin halk tarafından yetkilendiril­miş iktidar tarafından mutlak ve sınırsız biçimde kullanıldığı anlamına ulaşılmaktadır. Böyle olunca da, sınırlandırılmış demokratik hukuk devleti düşüncesi ken­di içinde bir çelişkiyi barındırmaktadır68.

Bu şekilde ortaya konan demokrasi-anayasal hukuk devleti çelişkisi, ancak çoğulcu demokrasi anlayışının merkeze alınması suretiyle aşılabilecek niteliktedir. Bu kapsamda anayasalar tarafından hukukun üstünlüğüne dayanarak kurulan ve korunan düzen, varlığını ve meşruluğunu toplumun tüm mensuplarını bağ­layıcı nitelikteki kurallardan ve söz konusu kuralların oluşturulması sürecindeki demokratik oluşumdan alabi­lecektir. Diğer bir ifadeyle, demokrasi ile hukuk devletinin bağdaştırılması toplumun tüm kesimlerinin kendi hukuk düzenlerini kuran bir anayasanın oluşturulması sürecine özgürce katılımını da gerektirmekte ve anayasal hukuk devleti de­mokratik meşruiyetini öncelikle buradan almaktadır69.

Bu nedenle bugün anayasal hukuk devletinde devlet organlarının ve kurumlarının yetkilerinin kaynağı olan ve yetki çerçevesini çizen anayasaların, iktidarın kötüye kulla­nımı tehlikesini hangi mekanizmalarla önleyeceği veya kontrol altında tuta­cağı hukuk devletinin en önemli problemlerinden birini oluşturmaktadır. Anayasal yetki kullanan devlet kurumlarının bu yetkilerini, iktidarı denetlemek ve hukuk içinde tutmak için mi, yoksa kösteklemek için mi kullandığı konusu önemlidir. Dev­let, faaliyet halinde bir siyasal örgüttür ve bu faaliyetin aracı ise, siyasal ikti­dardır. Hukuk devletinden ve anayasallıktan beklenen, devlet faaliyetlerini engellemek değil, bu faa­liyetlerin hukuk içinde kalmasını sağlamaktır. Bu nedenle anayasallaşma kavramını, siyasi iktidarın nele­ri yapamayacağına özgülenmiş bir dizi anayasal düzenleme olarak değil, devleti, tüm devlet organları ve kurumlarının faaliyetlerini hukuk içinde yü­rüttükleri, karşılıklı denge ve denetleme içinde işleyen bir kurumsal ilişkiler ağının örgütü olarak düşünmek gerekmektedir70.

Egemen halkın iktidarının halk için ve halk tarafından kullanımına dair bir tanıma dayanan klasik demokrasi anlayışının yerine demokrasinin sınırlı bir dev­let anlayışına alan açan yeni tanımı, egemen halkın iktidarı üzerinden değil, hukukun egemenliği üzerinden yapılmalıdır. Bu tanımda siyasal iktidar anayasa tarafından belirlenmiş ilkelere uygun olarak kullanıldığı sürece meşruiyet kazanmaktadır. Yani, yeni demokrasi anlayışının siyasi iktidara bağlayacağı meşruiyet, onun demokratik olmasının ötesinde hukukun üstünlüğüne yer veriyor olmasından kaynaklanacak bir sebebi gerektirmektedir71.

C. Demokrasi İlkesi Karşısında Yargının Meşruiyeti

Yargının ve özellikle de anayasa yargısının demokratik meşruiyeti, anayasa teorisinin en tartışmalı konularından birisidir. Avrupa’da anayasa yargısının fikir babası olarak bilinen Hans Kelsen, anayasa mahkemelerinin fonksiyonunu “negatif yasa koyuculuk” olarak belirlemiştir. Gerçekten de anayasa mahkemeleri yasama organının çıkardığı bir kanunu iptal etmek suretiyle neyin yasa olamayacağına karar verebilmektedirler. Dolayısıyla, buradaki mesele, anayasayla açıkça yetkili kılınmış olsa da seçimle gelmeyen bir yargısal ya da yarı yargısal organın demokratik yollarla işbaşına gelmiş bir yasama organının iradesini geçersiz kılıp kılamayacağı meselesidir72.

Bütün demokratik sistemlerde demokrasinin esası olan grup çatışmalarının toplumu parçalamaya varacak derecede şiddetlenmesi tehlikesi her za­man vardır. Dolayısıyla demokratik yönetim, gruplar arası çatışmayı artıran ve örgütleyen bir kurum olarak partiler arası mücadeleyi ılımlılaştıracak ve siyasi parti faaliyetini hukuk devleti düzeni içinde tutacak denetleyici me­kanizmaları zorunlu olarak bulundurmalıdır73. İşte denetleyici mekanizmaların en etkili ve güvenilir yolu yargı mekanizmasıdır. Ancak, denetleyici mekanizma işlevi gören yargının ve özelde anayasa yargısının görevi, değer üret­mek, siyasetin içsel unsurlarını belirlemek, siyasal karar alma sürecini ikame etmek değil, siyasal karar alma sürecinin demokratikliğini gözetmektir74. Bu doğrultuda siyasal süreç adil şartlar altında cereyan ettiği sürece bu süreçten yasama işlemi formunda çıkan ürünler, özgül ana­yasal güvenceleri ihlâl etmemeleri şartıyla mahkemeler tarafından meşru kabul edilmelidir. Yargı organları maddi ölçütleri esas alan bir denetim yaptık­ları takdirde, demokratik siyasal sürecin belirleyici unsunu olan yasamanın yetki alanı aşırı derecede kısıtlanmış ve sonuçta demokratik olmayan bir yola girilmiş olur75.

Genel olarak yargının ve özelde ise anayasa mahkemelerinin meşruiyeti çoğunluk iradesi karşısında bireyin temel hak ve özgürlüklerini korunması temelinde savunulmaktadır. Buna göre, siyasi iktidarın yozlaştırıcı özelliği çoğunluk açısından da geçerlidir. Demokrasilerde siyasal kararları çoğunluk iradesine yaslananlar alırlar ve bu durum çoğunluğun iradesinin azınlıkta kalanların hak ve özgürlüklerini ihlal edebileceği anlamına gelmektedir. Bu kapsamda yargı organları hak ve özgürlükleri siyasi iktidarlar karşısında etkili bir şekilde korudukları takdirde varlık nedenlerine uygun davranmış olacaklardır76.

Yasama organınca çıkarılan yasalar, içerik ve nitelikleri gereği, hak ve özgürlükler konusunda doğrudan ya da dolaylı etkiler yaratan kurallardır. Anayasalar da bu hak ve özgürlükleri genel ve ilkesel bir biçimde de olsa tanımış, güvence sağlamış metinlerdir. Dolayısıyla anayasa mahkemelerinin yargısal denetimi zorunlu olarak hak ve özgürlükler konusundaki siyasal bir değere ya da tercihe tekabül edecektir. Bu, anayasa mahkemesinin denetim yetkisini kullanırken siyasal tercihlere müdahale etmek ve siyaset üzerine yargının gölgesini düşürmek maksadıyla yaptığı bilinçli bir seçim değil, anayasa yargısı işlevinin doğasından kaynaklanan bir durumdur.

Demokratik bir siyasi sistemin ön koşulu, demokratik kanallardan süzülerek gelmiş siyasi erkin demokratik süreçlere bağlı kalarak yasama ve yürütme yetkilerini üstlenmesi, hukukun üstünlüğünün temeli olarak anayasal düzenin ve insan haklarının korunması için yetkilendirilmiş bağımsız bir yargının hukuka uygun olarak görev yapmasıdır. Bu nedenle yargıda mutlak anlamda bir demokratik meşruiyet aramak, yargının demokratik ve anayasal hukuk devleti sistemi içindeki rolünü anlamamış olmakla eş değer nitelikte olacaktır77.

SONUÇ

Geçmişten günümüze meşruiyetin anlaşılış biçiminde ve meşruiyet kaynaklarında yaşanan dönüşüm devletin dönüşümü ile eşdeğer bir süreci içermektedir. Bu anlamda hukuk devletinin dönüşüm süreci siyasi iktidarın belirli bir gücü kullanırken, kişisel tercihlerine bağlı olarak hareket edemeyeceği, yönetenlerin, gücü salt belirli ve yasal olarak denetlenen görevlerinden ötürü kullanabilecekleri bir hale sokmuş ve siyasal ilişkilerde kişilerin birbirlerine değil yasalara boyun eğmeleri esasının benimsenmesini sağlamıştır.

Modern çağda bireylerin yönetimle kurduğu temas çoğalmış ve bu anlamda devlete olan bağımlılık artmıştır. Söz konusu durum ise, devlet ile birey arasında kurulacak ilişkinin dengeli olmasını, belirli kurallarca şekillendirilmesini ve sürekliliği olan bir yapının oluşturulmasını zorunlu hale getirmiştir. Siyasal iktidar sorununun demokratik çözümü, bir taraftan siyasi iktidarı yetkileri farklı devlet organları arasında paylaştırmak suretiyle yayarak küçültmüş, diğer yandan iktidarın kişisel olmasının önüne geçme yönünde mekanizmalar oluşturmuştur.

Demokrasi kişiye dayalı bir rejim oluşturmak değil kurumsal bir rejim oluşturmak gayesini gütmektedir. Demokrasinin kişi hak ve özgürlükleri için sağladığı güvencenin kaynağı iyi liderlerin verdikleri sözler değil, anayasal bir rejimin himayesinde iyi işleyen kurumların getirdikleri etkin ve işlevsel denetimdir. Burada ise hukukun üstünlüğü devreye girmektedir. Aslında demokratik meşruiyetin özü, demokra­sinin bir yönetim biçimi olarak niçin tercih edildiği sorusunun cevabında gizlidir. Demokrasi keyfi ve kişiselleşmiş iktidarı bu özelliklerinden kurtarmada başarılı olduğu için tercih edilmektedir. Çünkü demokrasi bu amaç için yaratılmış bir mekanizmadır. Bu amaca hizmet ettiği sürece de etkilidir.

Demokrasilerin üst çizgisi, halkın kendini huku­kun üstünde görmesi ile aşılmaktadır. Meşrui­yet, salt seçime dayalı bir demokrasi ile sağlanamamakta, ayrıca iktidarın seçimle elde ettiği demokratik meşruiyet tek başına iktidara sınır getirememektedir. Bu nedenle askeri veya bürokratik vesayete dayalı bir demokrasi veya yargı hegomonyası eleştirisin­den kalkarak varılacak yer, sınırsız bir iktidar kaynağı halkı göstere­rek ve halkın sayısal çoğunluğunun ardına gizlenerek ulaşılacak başka bir despotik model olmamalıdır.

Modern devletin en önemli karakteristiği olan hukuk devletinin kurucu belgesi olan anayasallaşma süreci ve bu sürece ilişkin sorunlar, meşruiyet eksenli bir çekişmeyi beslemektedir. Çünkü anayasayı yapan kurucu ikti­darın ulusa ait bir iktidar ve anayasa yapma yetkisinin de ulusça verilen bir yetki olduğu varsayımına dayalı bir düşünce, ulus devletlerin ortaya çıkışı ile birlikte devleti, hukuki kişilik kazanmış bir ulus haline getirmiştir. Burada ise, toplumun tüm kesimlerinin kendi hukuk düzenlerini kuran bir anayasallaşma veya diğer bir deyişle toplumsal sözleşme sürecine özgürce katılımının sağlanması önemli hale gelmektedir. Burada diğer önemli bir nokta ise, ortak düşüncenin ürünü olan anayasallaşma sürecinin yanında hukukun üstünlüğünün temeli olarak anayasal düzenin ve insan haklarının korunması için yetkilendirilmiş bağımsız bir yargıya duyulan ihtiyacın yadsınamayacak nitelikte olmasıdır. Nitekim, yargı demokratik süreç içindeki anlaşmazlıkların ve uyuşmazlıkların çözümünde hakem görevini üstlenebilecek en güvenceli organ işlevine sahiptir.

KAYNAKÇA:

AKAL, Cemal Bali, İktidarın Üç Yüzü, Dost Kitabevi, Ankara 2003.

AKINCI, Müslüm, İdari Yargıda Adil Yargılanma Hakkı, Turhan Kitabevi, Ankara 2008.

ARSLAN, Zühtü, “Yeni Anayasa” Taslağında Anayasa Mahkemesi, http://www.kav.org.tr/sayfalar/projeler/sas/kav_bildiri.pdf

ATAY, Ender Ethem, Hukukta Meşruiyet Kavramı, GÜHFD, C.I, S.2, http://www.hukuk.gazi.edu.tr/editor/dergi/1_2_10.pdf. (E.T. 27.11.2010).

AYDIN, Mustafa, Siyasetin Sosyolojisi, Açılım Yayınları, İstanbul 2002.

BEZCİ, Bünyamin, Carl Schmitt’in Politik Felsefesi- Modern Devletin Müdafaası, Paradigma Yayınları, İstanbul 2006.

CANİKLİOĞLU, Dikmen, Meltem, Anayasal Devlette Meşruiyet, Yetkin Yayınevi, Ankara 2010.

ÇAĞLAR, Bakır, Anayasa Bilimi, BFS Yayınları, İstanbul 1989.

ÇETİN, Halis, Demokratik Meşruiyet Versus Karizmatik Meşruiyet, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2003, C.27, S.1, , (Meşruiyet), s. 91-108.

ÇETİN, Halis, Toplum Sözleşmesi’nden Devlet Sözleşmesi’ne İki Farklı Yol / Siyaset: ABD ve AB, Demokrasi Platformu Dergisi, Bahar 2005, S.2s. 129-153.

ERKUT, Celal, Hukuka Uygunluk Bloku İdare Hukukunda Hukukun Genel Prensipleri Teorisi, Kavram Yayınları, İstanbul 1996.

GÖNENÇ, Levent, “Meşruiyet Kavramı ve Anayasaların Meşruiyet Problemi”, AÜHFD, C.50, S.1, s.131-152.

GÖZLER, Kemal, “Anayasa Yargısının Meşruluğu Sorunu”, AÜSBFD, C.61, S.3, s.131-166

GÜRBÜZ, Ahmet, Hukuk ve Meşruluk ( Evrensel Erdem Üzerine Bir Deneme), Beta Yayınevi, 2. Bası, İstanbul 2004.

HABERMAS, Jürgen, Öteki Olmak, Ötekiyle Yaşamak, (Çev. Aka, İlknur)

Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2002.

KABOĞLU, İbrahim Ö, “Türkiye’de Hukuk Devletinin Gelişimi”, İnsan Hakları Yıllığı, C.12, Ankara 1990.

KEYMAN, Selahattin, Hukuka Giriş, Yetkin Yayınları, Ankara 2002.

OKUMUŞ, Ejder, Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet, Pınar Yayınları, İstanbul 2003.

OZANSOY, Cüneyt , Devletin Bekasından Hukukun Bakiyesine, Birikim Dergisi, S.119.

ÖKÇESİZ, Hayrettin, “Hukuk Devletinde Direnme Hakkı”, Hukuk Kurultayı, 6-10 Ocak 2004, Hukuk Devleti I.Kitap, Ankara 2004.

ÖZBUDUN, Ergun, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara 2005.

ÖZBUDUN, Ergun, Türk Anayasa Mahkemesi’nin Yargısal Aktivizmi ve Siyasal Elitlerin Tepkisi, AÜSBFD, C.62, S.3, s.257-268.

ÖZCAN, Mehmet Tevfik, Modern Toplum ve Hukuk Devleti, İstanbul 2008.

POGGİ, Gianfranco, Çağdas Devletin Gelisimi- Sosyolojik Bir Yaklasım, (Çev.

Kut, Şule / Toprak, Binnaz Toprak), Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1991.

SANCAKDAR, Oğuz, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türk Yargı Sistemindeki Konumu ve Kararlarının İdari Yargı Hakiminin Vereceği Kararlara Etkisi”, Danıştay ve İdari Yargı Günü 139. Yıl Sempozyumu, Ankara 11 Mayıs 2007.

SANCAR, Mithat, Devlet Aklı Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, (Hukuk Devleti), İstanbul 2000.

SANCAR, Mithat, Yasallık ile Meşruluk Geriliminde Hukuk Devleti, Birikim, S.116.

SANCAR, Mithat, Anayasa Hukuku ve Gerçekliği, http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=344&makale=Anayasa Hukuku ve Gerçekliği ( E.T. 25.11.2010).

SANCAR, Mithat, Anayasal Demokrasi: Demokrasinin Sınırı mı Güvencesi mi?, Demokrasi ve Yargı, Türkiye Barolar Birliği Yayınları, Ankara 2005, s.44-57.

TANİLLİ, Server, Devlet ve Demokrasi- Anayasa Hukukuna Giriş, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1996.

TEZİÇ, Erdoğan, Anayasa Hukuku, Beta Yayınevi, 13.Bası, İstanbul 2009.

VERGİN, Nur, Siyasetin Sosyolojisi-Kavramlar, Tanımlar, Yaklaşımlar, Doğan Yayınevi, İstanbul 2008.

WEBER, Max, Sosyoloji’nin Temel Kavramları, (Çev. Beyaztaş, Medeni) Bakış Yayınları, İstanbul 2002.

1

Bkz., Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğü, s.255-256, ayrıca bkz. http://www.uludagsozluk.com/k/me%C5%9Fru/ (E.T. 26.11.2010).

2 Gürbüz, Ahmet, Hukuk ve Meşruluk ( Evrensel Erdem Üzerine Bir Deneme), Beta Yayınevi, 2. Bası, İstanbul 2004, s.3.

3 Çetin, Halis, “Demokratik Meşruiyet Versus Karizmatik Meşruiyet”, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2003, C.27, S.1, (Meşruiyet), s.92.

4Atay, Ender Ethem, “Hukukta Meşruiyet Kavramı”, GÜHFD, C.I, S.2, http://www.hukuk.gazi.edu.tr/editor/dergi/1_2_10.pdf. (E.T. 27.11.2010).

5 Caniklioğlu, Dikmen, Meltem, Anayasal Devlette Meşruiyet, Yetkin Yayınevi, Ankara 2010, s.17.

6 Okumuş, Ejder, Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet, Pınar Yayınları, İstanbul 2003, s.32.

7 Gönenç, Levent, “Meşruiyet Kavramı ve Anayasaların Meşruiyet Problemi”, AÜHFD, C.50, S.1, s.133

8 Teziç, Erdoğan, Anayasa Hukuku, Beta Yayınevi, 13.Bası, İstanbul 2009, s.93.

9 Caniklioğlu, s.40.

10 Vergin, Nur, Siyasetin Sosyolojisi-Kavramlar, Tanımlar, Yaklaşımlar, Doğan Yayınevi, İstanbul 2008, s.29.

11 Okumuş, s.51.

12 Aydın, Mustafa, Siyasetin Sosyolojisi, Açılım Yayınları, İstanbul 2002, s.116.

13 Vergin, s.31.

14 Caniklioğlu, s.31.

15 Çetin, Meşruiyet, s.92.

16 Caniklioğlu, s.18.

17 Aydın, s.119.

18 Caniklioğlu, s.22-23.

19 “Genel irade” deyi­mi ilk kez Rousseau tarafından kullanılmıştır. Rousseau’ya göre, “toplum üzerindeki otoritenin kaynağı, ne genellikle söylendiği gibi en güçlünün haklılığı, ne de aynı ölçü­de itici olan fetih hakkıdır. Özgür ve eşit insanlar için toplum halinde yaşa­maya başlamanın bir tek yolu vardır: Kendi aralarında bir toplum sözleşmesi yapmak, yani serbestçe razı olunan bir birliktelik kurmak gereklidir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Caniklioğlu, s.24.

20 Aydın, s.122.

21 Poggi, Gianfranco, Çağdas Devletin Gelisimi- Sosyolojik Bir Yaklasım, (Çev. Kut, Şule / Toprak, Binnaz Toprak), Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1991, s.123.

22 Çetin, Halis, “Toplum Sözleşmesi’nden Devlet Sözleşmesi’ne İki Farklı Yol / Siyaset: ABD ve AB”, Demokrasi Platformu Dergisi, Bahar 2005, S.2, s.131.

23 Weber, Max, Sosyoloji’nin Temel Kavramları, (Çev. Beyaztaş, Medeni), Bakış Yayınları, İstanbul 2002, s.60-71.

24 Aydın, s.70

25 Akal, Cemal Bali, İktidarın Üç Yüzü, Dost Kitabevi, Ankara 2003, s.86.

26 Habermas, Jürgen, Öteki Olmak, Ötekiyle Yaşamak, (Çev. Aka, İlknur), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2002, s.20

27 Akal, s.131.

28 Sancar, Mithat, Devlet Aklı Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, İstanbul 2000, (Hukuk Devleti), s.112

29 Sancar’ göre, modern devletlerde anayasalar, “toplumsal sözleşmenin” bir ürünü olan belgeler olarak nitelendirilebilir. Bu anlamda anayasalar, liberal düşüncenin ürünüdür ve sınırlı siyasi iktidar, çoğulcu bir toplumsal yapılanma, birey hak ve özgürlüklerini eksen alan bir devlet örgütlenmesi, toplum sözleşmesi kuramının ve liberalizmin yazılı anayasalara ilham ettiği değerlerdir. Anayasaların toplum sözleşmesi sayılabilmesinin ön koşulu ise, anayasanın yapımı sürecine tüm toplumsal güçlerin mümkün olan en geniş ölçüde katılabilmele­rinin sağlanmasıdır.

Ayrıntılı bilgi için bkz. Sancar, Mithat, “Anayasa Hukuku ve Gerçekliği”, http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=344&makale=Anayasa Hukuku ve Gerçekliği ( E.T. 25.11.2010)

30 Caniklioğlu, s.50.

31 Bezci, Bünyamin, Carl Schmitt’in Politik Felsefesi- Modern Devletin Müdafaası, Paradigma Yayınları, İstanbul 2006, s.11.

32 Caniklioğlu, s.61

33 Keyman, Selahattin, Hukuka Giriş, Yetkin Yayınları, Ankara 2002, s.190-192.

34 Caniklioğlu, s.60-66.

35 Bezci, s.15.

36 Günümüz parlamenter demokrasilerinin önemli bir gereği olan kuvvetler ayrılığı ilkesi ilk olarak Montesquieu tarafından ileri sürülmüştür. Montesquieu(ya göre, bu ilke siyasi özgürlüklerin korunabilmesinin tek yoludur. Bir başka deyişle devletin kuvvetleri o şekilde teşkilat­landırılmalıdır ki karşılıklı olarak birbirlerini frenleyebilsinler, ortada karşı­lıklı frenlerden oluşan bir sistem bulunsun. Daha sonra bu ilkeye “ağırlık ve denge sistemi” de denmiştir. Montesquieu, bu temel düşünce çizgisinde dev­letin yasama, yürütme ve yargı olmak üzere üç temel işlevine denk gelen kuvvetlerin ayrılığını savunmuştur. Ayrıntılı bilgi için bkz. Caniklioğlu, s.57 vd.

37 Çağlar, Bakır, Anayasa Bilimi, BFS Yayınları, İstanbul 1989, s.39.

38 Caniklioğlu, s.62.

39 Akal, s. 327.

40 Vergin, s.33.

41 Poggi, s.91

42 Özcan, s.17.

43 Caniklioğlu, s.48.

44 Bezci, s.25.

45 Caniklioğlu, s.67.

46 Sancar, Mithat, “Yasallık ile Meşruluk Geriliminde Hukuk Devleti”, Birikim Dergisi, S.116, s.36

47 Nitekim Türk Anayasa Mahkemesi de, 1961 Anayasası döneminden beri hukuk devleti ilkesine büyük önem vermekte, kavramı en sık başvurduğu ölçü normlardan biri olarak kullanmaktadır. Anayasa Mahkemesi bir kararında, hukuk devletinin, her türlü eylem ve işlemi hukuka uygun, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup, bunu gerçekleştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı tutum ve davranışlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan, kanunların üstünde kanun koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunan devlet olduğunu belirtmiştir. AYM., 27.03.1986, E.1985/31, K.1986/12, AYMKD., S.27, s.120

48 Sancakdar, Oğuz, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türk Yargı Sistemindeki Konumu ve Kararlarının İdari Yargı Hakiminin Vereceği Kararlara Etkisi”, Danıştay ve İdari Yargı Günü 139. Yıl Sempozyumu, Ankara 11 Mayıs 2007, s.217.

49 Kaboğlu, İbrahim Ö, “Türkiye’de Hukuk Devletinin Gelişimi”, İnsan Hakları Yıllığı, C.12, Ankara 1990, s.140.

50 Ozansoy, Cüneyt , Devletin Bekasından Hukukun Bakiyesine, Birikim Dergisi, S.119, s.52.

51 Sancar, Hukuk Devleti, s.34.

52Ökçesiz, Hayrettin, “Hukuk Devletinde Direnme Hakkı”, Hukuk Kurultayı, 6-10 Ocak 2004, Hukuk Devleti I.Kitap, Ankara 2004, s.99.

53 Tanilli, Server, Devlet ve Demokrasi- Anayasa Hukukuna Giriş, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1996, s. 151.

54 Sancakdar, s.217.

55 Erkut, Celal, Hukuka Uygunluk Bloku İdare Hukukunda Hukukun Genel Prensipleri Teorisi, Kavram Yayınları, İstanbul 1996, s.81.

56 Akıncı, Müslüm, İdari Yargıda Adil Yargılanma Hakkı, Turhan Kitabevi, Ankara 2008, s.40.

57 Özbudun,Ergun, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara 2005, s.113-114.

58 Kaboğlu, s.145.

60 Türk Anayasa Mahkemesi de, demokratik devleti, ege­menliğin bir kişi, zümre veya sınıf tarafından belli sınıflar yararına kulla­nılmadığı, serbest ve genel seçimin iktidara gelme ve iktidardan ayrılma­da tek yol olarak kabul edildiği ve iktidarın bütün millet yararına kullanıldı­ğı, kısacası demokrasi prensiplerinin hakim olduğu idare biçimi olarak tanımlamıştır. Bkz. AYM, 26.09.1965, E:1963/173, K:1965/40, AYMKD, S.4, s.247-248

61 Caniklioğlu, s.71.

62 Akal, s.42.

63 Caniklioğlu, s.120.

64 Akdoğan, s.38

65 Teziç, s.6.

66 Caniklioğlu, s.72.

67 Sancar, Mithat, “Anayasal Demokrasi: Demokrasinin Sınırı mı Güvencesi mi?”, Demokrasi ve Yargı, Türkiye Barolar Birliği Yayınları, Ankara 2005, s.45.

68 Caniklioğlu, s.78-79.

69 Gönenç, s.147.

70 Bu anlamda Türk Anayasa Mahkemesi’ni değerlendiren Özbudun’a göre, Anayasa yargısını benimsemiş ülkelerde yargısal aktivizm oldukça sık rastlanılan bir durum olmakla beraber sorun Türk Anayasa Mahkemesi bakımından özel bir ağırlık kazanmaktadır. Türk Anayasa Mahkemesinin aktivizmi, temel hakların genişletilmesi ve güçlendirilmesi yolunda bir aktivizm değil, iktidarı sınırlandırarak devletin temel değerlerini ve çıkarlarını korumaya yönelik bir aktivizmdir. Mahkeme, temel ve siyasi haklara ilişkin kararlarında aşırı derecede ihtiyatlı ve muhafazakâr bir tutum sergilemesine karşılık, üniter, milli ve lâik Cumhuriyetin temel değerlerinin korunmasına özel bir önem atfetmiş bir görünüm sergilemektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Özbudun, Ergun, Türk Anayasa Mahkemesi’nin Yargısal Aktivizmi ve Siyasal Elitlerin Tepkisi, AÜSBFD, C.62, S.3, s.264.

71 Caniklioğlu, s.75-76.

72Arslan, Zühtü, “Yeni Anayasa Taslağında Anayasa Mahkemesi”, http://www.kav.org.tr/sayfalar/projeler/sas/kav_bildiri.pdf , s.1

73 Caniklioğlu, s.70.

74 Gözler’e göre ise, her ne şekilde olursa olsun anayasa yargısının meşruluğu oldukça şüphelidir. Bir kanunun anayasaya aykırı olup olmadığı hususu kendiliğinden anlaşılan, apaçık bir şey değildir. Diğer bir ifadeyle, bir kanunun anayasaya aykırı olup olmadığı sorusuna, hakimler veya anayasa hukuku uzmanları tarafından tartışmasız bir cevap verilmesi mümkün değildir. Çünkü, bir kanunun anayasaya aykırı olup olmadığı sorunu, bilimsel bir faaliyete konu olabilecek bir alanda, bir “bilme alanında yer almaz. Tersine bu sorun “normatif’ alanda yer alır. Normatif alanda bilgi işe yaramaz;zira, normatif alanda bir karar, bilgiye dayanarak değil, iradeye dayanarak alınır. Normatif alandaki işlemler bir “bilme işlemideğil, bir “irade işlemi“dir. Yasama organının yaptığı kanun, ülkenin yararına da, zararına da olabilir. Bu kanunun uygulanmasından doğacak yarar da, zarar da yasama organına ait olur. Bu kanun halkın çoğunluğunun gözünde iyi bir sonuç doğurmuş ise, bu kanunu kabul eden parlamento çoğunluğu gelecek seçimlerde halk tarafından ödüllendirilir. Bu kanun halkın çoğunluğunun gözünde kötü bir sonuç doğurmuş ise, bu kanunu kabul eden parlamento çoğunluğu gelecek seçimlerde halk tarafından cezalandırılır. Böyle bir kanun hakkında Türkiye’de Anayasaya aykırı olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesinde iptal davası açıldığında Mahkeme tarafından verilen karar ister istemez bir değer yargısı taşıyacaktır. Gerçekte böyle bir kanun, Anayasaya ne aykırıdır; ne de uygundur. Çünkü, nasıl kanun yapma işi, bilme alanına değil, irade alanına giriyorsa, bu kanunun anayasaya aykırılığı hakkında karar verme işi de bilme alanına değil, irade alanına giren bir iştir. Nasıl kanun bilme işlemi değil, irade işlemi ise; bu kanunun anayasaya aykırılığı konusunda verilen karar da bir bilme işlemi değil, bir irade işlemidir.Ayrıntılı bilgi için bkz. Gözler, Kemal, “Anayasa Yargısının Meşruluğu Sorunu”, AÜSBFD, C.61, S.3, s.131 vd.

75 Caniklioğlu, s.90.

76 Arslan, Zühtü, “Yeni Anayasa” Taslağında Anayasa Mahkemesi, s.2.

77 Caniklioğlu, s.300.

  • Bu makale İzmir Bölge İdare Mahkemesi resmi web sitesinde yayımlanmıştır (2010).

Hukuk Devletinde Meşruiyet Sorunu yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Hannah Arendt’in Eichmann Davası Üzerine Düşünceleri

$
0
0

Hiçbir şey yaptıklarımızı düşünmekten daha önemli değildir.”1 2 Hannah Arendt

ÖZET

Hannah Arendt yirminci yüzyılın önemli politik düşünürlerinden birisidir. Adolf Eichmann davası Hannah Arendt’in siyaset felsefesinin temel sorunlarını isleyen bir konudur. Arendt’in bu davayı incelediği kitabinin alt başlığı “kötülüğün Sıradanlığı”dır. Bu ifade fikirsizliğin yol açtığı zararlı sonuçları dile getirmektedir. Eichmann kendisine verilen emirlere yalnızca itaat etmiş kararlarının sonuçlarını ölçüp biçmemiştir. Arendt bu davayla adalet, özgürlük ve yerinde-doğru karar verme arasındaki ilişkilere felsefi açıdan yaklaşmaktadır.

Anahtar Kelimeler. Hannah Arendt, siyaset felsefesi, Eichmann davası, adalet, özgürlük, doğru karar verme.

RESUMEE

(Reflexion d’Hannah Arendt concernant leproces dAdolf Eichmann)

Hannah Arendt est un des penseurs politiques important du vingtieme siecle. Pour Hannah Arendt le proces d’Adolf Eichmann est un examen des problemes fondamentaux du point de vue de la philosophie politique. Le sous chapitre du livre dans lequel Arendt analyse ce proces s ’intitule « la banalite du mal». Cette expression exprime les resultats prejudiciables du l ’absence de la pensee. Eichmann a seulement execute les ordres qui lui ont ete donnes et n ’a pas peser leurs consequences. Arendt avec ce proces, a une approche philosophique sur les relations entre la justice, la liberte et la prise de decision adequate et juste.

Mots cles : Hannah Arendt, philosophie de la politique, proces dEichmann, justice, liberte, decision adequate et juste.

Giriş

Yüzyılın yüzünü belirleyen şeylerin savaşlar ve devrimler olduğunu söylerken Hannah Arendt haklıdır.3 Bu yüzyıl aynı zamanda da şiddetin en uzun yüzyılı olmuştur. Jean-Jacques Rousseau’nun “gözlerimi kaldırıyor ve ufka bakıyorum. Ateşi ve alevleri görüyorum; harap olmuş tarlaları, talan edilmiş şehirleri görüyorum. Canavarlar! Dehşet verici bir gürültü duyuyorum. Nasıl bir kargaşa bu! Ne çok haykırış var! Yaklaşıyorum; bir katliam sahnesiyle karşılaşıyorum: Katledilmiş on binler, üst üste yığılmış cesetler; atların nalları altında can çekişenler ölümün imgesini ve ızdırabını çağrıştırıyor. İşte sizin barışçıl kurumlarınızın meyveleri! Yüreğimin derinliklerinden merhamet ve hiddet yükseliyor. Evet, kalpsiz filozof! Gel ve bize, bir muhabere meydanı üstüne yazdığın kitabını oku bari şimdi”4 diye seslenirken, bunca yıkımın üzerine yeniden düşünmemizi istemektedir. Hannah Arendt elbette Rousseau’nun sözünü ettiği “kalpsiz filozof’ değildir, totaliter, ırkçı Nazi rejiminin yarattığı yıkımı, bu yıkıma neden olan eylemleri yeniden düşünmemizi isteyen filozoflardan birisidir. İnsanlığın en büyük vahşetlerinden biri olarak tarihte yerini alacak olan Hitler Rejiminin sonuçlarını, siyaset ve etik görüşlerinin ana sorunsalı olarak yapıtlarında kaleme almıştır.

Hannah Arendt’in 1963 yılında yayımlanan Eichmann Davası’na ilişkin kitabı Yahudi sorunu ve Antisemitizm düşüncesi bakımından önemli tartışmaları içermektedir. Arendt’in bu dava üzerine düşüncelerine ve geride bıraktığı tartışmalı yönlere geçmeden önce onun Antisemitizmin tarihsel arka planıyla ilgili çözümlemelerine değinmek yararlı olacaktır.

Yahudi sorunu”nun savaş sonrasında günlük siyasi yaşamın başlıca konularından biri haline geldiğini söyleyen Arendt 1951 yılında yayımladığı “Totalitarizmin Kaynakları. Antisemitizm” başlıklı eserinde bu konuda yapılan “alelacele” açıklamalara dikkat çeker. Ona göre antisemitizmi “taşkın bir milliyetçilik ve buna bağlı olarak patlak veren yabancı korkusundan (xenofobi) doğan galeyanlarla” özdeş kılmak doğru bir düşünce değildir. Arendt modem antisemitizmin geleneksel milliyetçiliğin gerilemesine koşut olarak yükseldiğini, Avrupa ulus devletler sistemi ile onun “kararsız güçler dengesinin çatırdadığı” bir dönemde doruk noktasına ulaştığını iddia eder.5 Antisemitizm, Yahudilerin kamusal işlevlerini ve nüfuzlarını yitirmeleriyle paralel ortaya çıkmıştır. Nazi rejimi gibi totaliter bir düzen, terör ve ideolojiyi birbirlerinden ayıramaz. Terörün devamlı ve istikrarlı bir yapıya kavuşması için de çokluğun, hatta çoğunluğun taraftarlığını kazanmış olması gerekir. Bu saptamadan şöyle bir soru doğmaktadır: Nazi ideolojinin şiddeti bu kadar istikrarlı bir yapıya kavuştururken Yahudiler bu ideolojinin neresinde idiler? İlginç bir o kadar da düşündürücü bu soruya Arendt yanıt veriyor: “Bir tarihçi için asıl mesele, modern terörün asıl kurbanları haline gelmeden önce, Yahudilerin Nazi ideolojisinin merkezini işgal etmiş olmasıdır”.6

Antisemitizm sorununa doğru olmayan başka yaygın bir yaklaşım da “ebedi antisemitizm” düşüncesidir. Bu düşünceye göre Yahudilere duyulan nefret olağan hale gelmiş bir tepkiden kaynaklanmaktadır. Bu açıklamaya şaşırtıcı biçimde çok sayıda yansız tarihçi ve Yahudi tarihçilerin neredeyse tamamı inanmaktadır. Onlara göre, insanlık, yaklaşık iki bin yıldır Yahudileri azimle katletmekte ve Yahudilere duyulan nefret temellendirmeye ihtiyaç duymayan bir hal almaktadır. Böyle bir yaklaşım iki farklı durumu sanki anlaşılır bir durummuş gibi göstermektedir. Nasıl ki antisemitikler işledikleri cinayetlere mazeretler bularak sorumluluklarından kaçıyorlarsa, Yahudiler de “kendi sorumluluklarına düşen payı” tartışmak istememektedirler.7 Arendt’in antisemitizmin arka planında yer alan bu sorunları ele alması onun bir Nazi suçlusu olarak beş milyondan fazla Yahudi’nin yok edilmesine ve onların sürülmesine karışan Adolf Eichmann’m yargılanmasını değerlendirişinde etken oluşturmaktadır.

Çalışmamızın temel sorunu olan Eichmann Davası’nı ele alalım:

1. Adolf Eichmann Davası ve Adalet

Arendt 1961 yılında The New Yorker için Adolf Eichmann Davasını izlemek ve kaleme almak üzere Kudüs’e gider. İsrail Başbakanı David Ben- Gurion Arjantin’de bulunan Eichmann’ı kaçırtıp Yahudi sorununun “nihai çözüm”ündeki rolü nedeniyle yargılanmak üzere Kudüs Bölge Mahkemesi’ne çıkartır. Savcı Hausner, Eichmann’m hukuktan nasibini almamış Nazi rejiminin inşasındaki rolünü ve Yahudilerin toplanıp imha edilmesini gerçekleştiren kişi olduğunu ileri sürmektedir. Daha önceki Nürnberg Duruşmalarında Eichmann olmadığı için Yahudilerin trajedisi de dikkate alınmamıştır. İsrail’de yaşayan hemen herkes gibi Hausner de Yahudilere ancak bir Yahudi mahkemesinin adalet getirebileceğine ve düşmanlarını yargılamanın Yahudilere düştüğüne inanmaktadır. Hemen herkes Eichmann’ın “Yahudi halkı şahsında insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında değil, yalnızca Yahudi halkına işlediği suçlarla yargılanmasının doğruluğuna” inanmaktadır.8 Başbakan Ben-Gurion tüm dünyanın duruşmadan çıkaracağı dersi şöyle özetlemektedir: “Dünyanın bütün uluslarına Nazilerin milyonlarca insanı sırf Yahudi oldukları için ve bir milyon bebeği de sırf Yahudi bebekler olarak dünyaya geldikleri için öldürdüklerini göstermek istiyoruz. Dünya uluslarının bunu anlamasını ve utanç duymasını istiyoruz.” Dava, Yahudi gençlerin kendi tarihlerinin en trajik gerçeklerini bilmelerini ve “başka Nazileri”, “Naziler ile bazı Arap liderleri arasındaki bağlantıyı” da ortaya çıkaracaktır. Dönemin Almanya Şansölyesi Adenauer duruşmanın, Almanlara karşı nefreti yeniden uyandırmasından, bütün dünyada tekrar Alman karşıtı bir duygu dalgası yaratmasından duyduğu endişeyi dile getirmiştir.

Merkezinde tarihin yer aldığı dava “sanık kürsüsünde oturanın bir birey veya tek başına Nazi rejimi olmadığı, tarihin her döneminde karşımıza çıkan antisemitizm olduğu” vurgusuyla 11 Nisan 1961 tarihinde başlamıştır. Savcı Hausner üç celse süren açılış konuşmasına Mısır Firavunu, Haman, Hezekiel’den ve Yahudilerin başına gelen kötü olaylardan söz ederek başlar. Sanık Eichmann’ı “Tanrı’ya karşı suçluluk duyuyor, hukuka karşı değil” diyen Köln’lü avukat Dr. Robert Servatius savunmaktadır. Savunma, Eichmann’a itham edilen suçlamaları reddetmektedir; çünkü Eichmann Nazi hukuk sistemine göre yanlış bir şey yapmamış, üzerinde hiçbir devletin yetkiye sahip olmadığı “hükümet tasarrufları” olmuş, itaat etmekle yükümlü olunan emirleri gerçekleştirmiştir. Sanık olaya farklı yaklaşmaktadır. Kendi ifadesiyle, cinayet suçlamaları asılsızdır, Yahudilerin öldürülmesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Ona göre, hayatı boyunca kimseyi öldürmemiş, bir Yahudinin ya da Yahudi olmayan birinin öldürülme emrini vermemiştir. Kendisinin ancak, insanlık tarihinin en büyük suçlarından biri ilan ettiği Yahudi katliamında yardım ve yataklıkla suçlanabileceğini söylemektedir.9 Hâkimler Eichmann’a inanmadılar ve onun yalancının biri olduğu sonucuna vardılar.

Arendt, Eichmann’ın Yahudilerden hastalık derecesinde nefret etmediğini, fanatik bir antisemit olmadığını, birilerinin onun beynini yıkamadığını belirtmektedir. Sanığın Yahudilerden nefret etmemesinin özel nedenlerinden birisi de kendi ailesindeki Yahudilerdir. Eichmann ve Yahudiler elbirliğiyle çalışmakta, ne zaman bir sorun çıksa Yahudi yetkililer yardım istemek için Eichmann’a koşmaktadırlar. 10 Sanık duruşmada, Viyana’da görev yaptığı zamanlarda, Yahudiler için uygun bir çözüm olarak onların ayaklarına sağlam bir toprak vermeyi yetkililere önerdiğini iddia etmektedir. Arendt kitabında, “savcı ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bu adamın canavar olmadığı ortadaydı” demektedir.

Nazi rejimi Yahudi sorununun çözümü için üç yolu hayata geçirmiştir: “Sürmek”, “toplamak” ve “nihai çözüm: Öldürmek”. Yahudi sorununu tehcirle çözmenin olanağı kalmamıştı; çünkü Polonya topraklarının işgaliyle Reich’ın Yahudilerinin sayısı 2-2,5 milyona çıkmıştır. Yahudiler çoktan Doğu’daki gettolara toplanmıştır. 22 Haziran 1941 tarihinde Hitler’in Sovyetler Birliği’ne saldırısından sonra resmi emir gelmişti: “Führer Yahudilerin fiziksel olarak imha edilmesini emretmiştir.” İmhanın resmi kod adı da, “nihai çözüm” dür. Eichmann’ın vicdanını yatıştırmasında en çok işe yarayan nedenin “nihai çözüm”e karşı çıkan kimsenin olmayışını düşünmesidir. Arendt’in bu davaya ilişkin kaleme aldığı en ilginç bölümlerden birisi Yahudi liderlerinin kendi insanlarının imhasında oynadıkları role ilişkin olan kısımdır. Bu rol konusunda Arendt’in yararlandığı temel kaynak Raul Hilberg’in The Destruction of the European Jews adlı çalışmasıdır. Biraz uzun ama oldukça düşündüren bir alıntıyı Arendt’in yapıtından okuyalım: “İster Amsterdam’da veya Varşova’da ister Berlin’de veya Budapeşte’de, insanların ve mallarının listesini yapmak, tehcir ve imha edilme masrafları için tehcir edilenlerden para toplamak, terk edilmiş apartman dairelerinin izini sürmek, Yahudilerin yakalanmasına ve trenlere bindirilmesine yardım edecek polis gücünü sağlamak ve son bir jest olarak da Yahudi cemaatin malvarlığını nihai müsadere için muntazam bir biçimde teslim etmek gibi işleri Yahudi yetkililere bırakan Nazilerin gözü arkada kalmıyordu. Sarı yıldız amblemlerini Yahudi yetkililer dağıttı; bazı yerlerde, mesela Varşova’da “kolluk satışı düzenli bir işkolu haline geldi; sıradan kumaş kollukların yanı sıra fantezi, yıkanabilen, naylon kolluklar da bulunabiliyordu”. Nazilerin zoruyla değil, etkisi altında kalarak hazırladıkları manifestolarda, sahip oldukları yeni gücün nasıl tadını çıkardıklarını hâlâ görmek mümkün -Budapeşte Konseyi’nin ilk duyurusunda, “Yahudilerin maddi ve manevi bütün zenginliklerinin ve Yahudi işgücünün tamamının mutlak kullanım yetkisi Yahudi merkez Konseyi’ne verilmiştir” ifadesi yer alıyordu. Yahudi yetkililerin cinayete alet oldukları zaman nasıl hissettiklerini biliyoruz- “batmak üzere olan gemisini, kıymetli yüklerinin büyük bir bölümünü denize atarak, güvenli bir limana ulaştırmayı başaran” kaptanlar gibi; “yüz kurban verip binlerce, bin kurban verip on binlerce insanı kurtaranlar” gibi hissediyorlardı. İşin iç yüzü çok daha korkunçtu. Mesela Dr. Kastner, Macaristan’dayken, tam 1684 kişiyi kurtarmakla beraber yaklaşık 476 bin kurban verdi. Ayıklama işini “şansa bırakmamak” için, “kağıdın üstüne bilinmedik bir insanın adını yazan ve böylece onun yaşamasına veya ölmesine karar veren güçsüz insan eline yol gösterecek bir güç olarak”, “gerçekten kutsal ilkeler belirlemek”gerekiyordu. Peki bu “kutsal ilkeler” kimleri kurtarmayı seçti? Kastner’in raporunda dile getirdiği gibi, elbette “hayatı boyunca zibur (cemaat) için çalışanları” – mesela Yahudi yetkilileri- ve önde gelen Yahudileri”.11 Arendt bu gerçeklerin H.G. Adler’in 1955 tarihinde yayımlanan Theresienstadt 1941- 1945 adlı kitapta da yer aldığını belirtmektedir. Söz konusu kitapta Theresienstadt Yahudi Konseyi’nin nakil listelerini nasıl hazırladığı ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Arendt olayın bu boyutunu düşünerek şöyle bir tahminde bulunmaktadır: “Yahudi halkı gerçekten örgütlenmemiş ve lidersiz olsaydı, dört bir yanda kaos ve sefalet kol gezerdi ama kurbanların yarısı kurtulabilirdi.” Arendt’in bu tahmini Hollanda Devlet Savaş Dokümantasyonu Enstitüsü Başkanı Dr. L. de Jong’un verdiği rakamlarla örtüşmektedir. Nazilerden ve dolayısıyla Yahudi Konseyi’nden kaçıp saklanan yirmi ila yirmi beş bin kadar Yahudi’nin on bini hayatta kalabilmiştir.12

Arendt Yahudi soykırımında Nazi ve Yahudi Konseylerinin işbirliğini “ahlaki çöküntü”yle açıklamaktadır: “Söz konusu hikayenin, Kudüs’teki duruşmanın gerçek boyutlarıyla dünyanın gözleri önüne seremediği bu bölümün üzerinde durmanın nedeni, Nazilerin saygıdeğer Avrupa toplumunda yol açtığı ahlaki çöküntünün bütünlüğüne ilişkin çarpıcı bir fikir vermesi- sadece Almanya’da değil, neredeyse bütün ülkelerde; sadece zalimlerde değil, kurbanlarında da.”13 Bu değerlendiriş sanık Eichmann’ın vicdanını harekete geçirecek tek bir sesin bile yükselmediği açıklamasıyla ilişkili hale gelmektedir. Mahkemenin bundan sonra yapması gereken iş, bu yaklaşımın doğru olmadığını ve etraftan kulak verebileceği seslerin oldukça fazla olduğunu göstermekti.

Yalnızca yasaların gereğini ve Führer’in emirlerini yerine getirdiğini sürekli vurgulayan Eichmann yasalara bağlı bir vatandaş olduğunu düşünüyordu. Yasalar çerçevesinde kalmaya her zaman çok dikkat eden sanığın artık kafası iyice karışınca körü körüne itaatin, kendi deyimiyle “ölü yıkayıcının elindeki ölü gibi itaatkar olmanın” erdemlerinin kusurlarını vurgular olmuştur. Eichmann bütün bunların üstüne basa basa hayatı boyunca Kant’ın ahlak kurallarına ve özellikle de Kant’ın görev tanımına uygun yaşadığını söyleyince Hakim Raveh tarafından sorgulanır ve “herkesin ağzını bir karış açık bırakarak, kategorik buyruğun kelimesi kelimesine doğru bir tanımını” yapar: “Kant hakkındaki sözlerimle, irademin ilkesinin her zaman genel yasaların ilkesi haline gelebilecek şekilde olması gerektiğini kastediyordum.” Sanık sözlerine Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisi adlı yapıtını okuduğunu da ekler. Eichmann Yahudi sorununu “nihai çözüm” le noktalayan emirler gelince Kant’ın ilkelerine uygun yaşamayı bırakmıştır. Onu teselli eden düşünceler, “kendi fillerinin efendisi” olmadığı ve “hiçbir şeyi değiştiremeyeceği ”dir. Sanık Kant’ın formülünü çarpıtarak şu şekle sokmuştur: “Kendi eylemlerinin ilkesi, kanun koyucunun veya bu toprakların hukukunun ilkesiymiş gibi hareket et” ya da Hans Frank’ın Nazi Almanya’sındaki kategorik buyruk olarak dile getirdiği, “eyleminizden haberdar olsa, Führer’in de onaylayacağı şekilde hareket edin”.14 Elbette Kant asla böyle bir düşünceyi ileri sürmemiştir.

Kant’a göre insan dile getirdiği pratik aklını kullanarak hukukun ilkeleri olabilecek ve olması gereken bir takım ilkeleri bulmaktadır. İnsan, yasalara uymaktan daha fazlasını yapabilir, itaat çağrısının ötesine geçebilir, kendi özgür iradesini hukukun ortaya çıktığı kaynakla özdeşleştirebilir. Kant’a göre bu kaynak “pratik akıl’dır. Eichmann’ın gündelik kullanımında ise bu kaynak Führer’in iradesidir. Sanık kendi eğilimlerine göre hareket etmemiş, her zaman görevini yapmıştır.

29 Haziran 1961’de, yani mahkemenin başlamasından on hafta sonra, yüz on dört celse süren davanın işlemleri bitmiştir. Davaya dört aylığına ara verilmiş ve 11 Aralık’ta yeniden toplanılmıştır. İki gün süren beş celseden sonra üç hâkim iki yüz kırk dört bölümlük hükmü okumuş ve sanığı iddianamenin on beş maddesinden suçlu bulmuştur. 15 Aralık 1961’de sanık için ölüm cezası ilan edilmiştir.

2. Kötülüğün Sıradanlığı: Fikirsizlik ve Suç

Davada adalet ve usûl bakımından üzerinde düşünmeye değer pek çok nokta vardır. Arendt hukukun asıl düşüncesinin, sanığa yöneltilen suçlamaları enine boyuna düşünmek, hükme varmak ve yasalara uygun cezayı vermek olduğunu belirtmektedir. Eichmann insanlığa karşı suçlar yerine, “Yahudi halkına karşı” işlenen suçlar bakımından yargılanmaktadır. Kari Jaspers dava için uluslararası bir mahkemenin gerekliliğini savunmuştur. Yahudilere karşı işlenmiş bir suçun aynı zamanda insanlığa karşı işlenmiş demek olduğunu söyleyen Kari Jaspers Kudüs’teki buna yetkisi olmadığını beyan etmesini önermektedir.15 İsrail uluslararası bir mahkeme kurma düşüncesini reddetmiştir. Arendt de bu konudaki düşüncesini şöyle dile getirmektedir: “Kurbanlar Yahudi olduğundan, sanıkları yargılamak bir Yahudi mahkemesine düşerdi; ama suç insanlığa karşı bir suç olduğundan, bu işin hakkını ancak bir uluslararası mahkeme verebilirdi. Mahkemenin böyle bir ayrım yapmış olmaması şaşırtıcıydı.”16 Yahudilerin, Lehlerin ve Çingenelerin yok edilmek istenmesinde, ciddi bir biçimde zarar görenin ve tehlikeye atılanın bütün olarak insanlık olabileceği noktası dikkat çekmemiştir.

Arendt’in adalet ve insan özgürlüğü ilişkisi bakımından Eichmann davası üzerinde değerlendirilebilecek esas nokta düşünülmeye değerdir. Eichmann bir canavar değildi, “sadece ne yaptığını hiç fark etmemişti. ” Onun dönemin baş suçlularından biri haline gelmesine neden olan, fikirsizlikten başka bir şey değildi. Gerçeklikten bu kadar uzak ve bu kadar fikirsiz olmak insanın yol açabileceği en büyük yıkımlara neden olabilir. 17 Arendt’in bu saptaması esasında onun felsefesinin önemli noktalarından birisi olan şu sözleriyle de yakından ilişkili görünmektedir: “Hiçbir şey yaptıklarımızı düşünmekten daha önemli değildir”.18 “Nazi ve diğer Alman görevlilerinin yayımladığı ciltler dolusu kitabı değerlendirmelerimin dışında bırakmış olmaktan dolayı hiçbir üzüntü duymuyorum. Bu tür savunmacı ve özürcü yazılardaki namussuzluk çok açık ve can sıkıcı, ama yine de anlaşılır tarafları var; ne ki bu kişilerin olaylar sırasında oynadıkları rollerin yanı sıra gerçekten olup bitenlere ilişkin sergiledikleri kavrayış noksanlığı hayret vericidir”.19 Arendt bu sözleriyle fikirsizlikle kötülük arasındaki ilişkiyi belki yeniden düşünmemize kaynaklık etmektedir. Eichmann davasının da ortaya koyduğu gibi yasal suçları işleyenler, etraflarında herkesin üzerinde görüş birliğine vardığı düşüncelerle tamamen zıt bir tavır takmıyor durumuna düşseler bile, “kendi yargılarına göre” doğruyu yanlıştan ayırabilmelidirler. Bu çarpıcı argümanı Nazi döneminde, bir avuç da olsalar, yerine getirmeye çalışanlar olmuştur. Olup bitenler tüm gerçekliğiyle ortaya çıkmıştır: “Saygın toplumun tamamı öyle veya böyle Hitler’e karşı koyamadığından, vicdanı yönlendiren toplumsal davranışı ve dini emirleri- “Öldürmeyeceksin!”- belirleyen ahlaki kaideler neredeyse yok olup gitmişti. Hala doğruyu yanlıştan ayırabilen bir avuç insan aslında sadece kendi yargısına göre hareket etti ve bunu serbestçe yaptı; uyacakları, karşılaştıkları özel durumları sınıflandırabilecekleri kurallar yoktu. Bir olay meydana geldiği anda karar vermek zorundaydılar, çünkü emsalsiz olan için hiçbir kural yoktu.”20

Yukarıda dile getirmeye çalıştıklarımızdan da anlaşıldığı gibi, Arendt’in Yahudi sorununu adalet, doğru yargıda bulunma ve insanın özgürlüğü ile ilişkilendirdiğini görüyoruz. Doğru yargıya göre eylemde bulunan kişinin, tüm eylemlerini kendi özgürlüğü içinde yapması önem kazanmaktadır. Özgürlük ve adalet ilişkisinin yeterince ortaya çıkması bakımından Arendt’in özgürlükle ilgisinde ele alınabilecek olan itaat ve sorumluluk kavramlarından ne anladığını açıklamakta yarar vardır.

3. İtaat ve Sorumluluk

Sorumluluk ifadesinden “kişisel sorumluluk”u kastettiğimizi vurgulamak isteriz. Arendt “kişisel sorumluluk”u “politik sorumluluk”tan ayırt etmektedir.21 Savaş sonrası davalarda, diğer sanıklar gibi Eichmann da kendisini, suçları kendi iradesiyle işlemediği, yalnızca yasaların gereğini yerine getirdiği, kendisi yapmasa başkalarının yapacağını söyleyerek savunmaktadır. Kısaca şunu demektedir: “Bu suçları ben değil, içinde yer aldığım düzen ve koşullar gerçekleştirmiştir.” Sanıklar, suça ortak olurken eylemlerinin üzerinde düşünüp karar vermemişlerdir. “Hükümranlık anlayışı”na göre yüce makamların verdiği emirler yasal ve hukuka uygundur. Bu emirler yargılanamaz emirlerdir. Eichmann da eylemlerinde hükümranlık anlayışına uygun olarak eylemlerde bulunmuştur. Burada söz konusu olan önemli bir yanılgıyı Arendt şu sözlerle açıklamaktadır: “Hükümranlık eylemi kavramının teorik gerekçesini, bağımsız hükümetlerin varlığının ya da egemenliğinin tehlikeye düştüğü olağanüstü koşullarda, caniyane araçlara başvurmak zorunda kalabileceği anlayışı oluşturur. Bu teorik çerçevede devlet eylemi, zımni olarak, meşru müdafaa eylemi ile, yani bireyin varlığının tehlikeye düştüğü olağanüstü koşullarda başvurabileceği ve cezası olmayan 66 cürüm” le kıyaslanır. Ancak bu tez, totaliter iktidarlar ve onların hizmetindekilerce işlenen suçlara uygulanamaz: Çünkü bu suçlar bir zorunluluğun sonucu olarak işlenmemiştir.”22 Arendt’in bu açıklamaları suçluların eylemleri üzerinde yoğunlaşmaktadır. Doğruyu yanlıştan ayırt edemeyen bir zihin yapısına özgü bu suçlarda sorumluluk aramak ne kadar yerindedir? Nazi düzenine katılmış tüm sanıklar savaşı kaybedene kadar hatta birçoğu yargılanmalarından sonra bile, iddia edilen suçlardan sorumluluk taşımamışlardır. Arendt sorumluluk arayışını, suçludan, o dönemde bu suçlara katılmamış, olayları dışarıdan izlemiş insanların durumlarına da kaydırmaktadır.

Nazi döneminde bir grup insan, ayaklanıp isyan edememiş olsalar da, işbirliği de yapmamış kişiler olarak kendi yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bu insanların ortak özelliği, kendi başlarına karar verememiş olmalarıdır. Onların bu davranışlarının nedeni dünyayı olumlu yönde değiştirme isteklerinden değil, içlerinde bir katille yaşamak istemedikleri içindir. İnsanlar, işlenen suçlara kendilerinin de katılmaları durumunda hangi ölçüde kendileriyle barış içinde yaşayabilecekleri sorusunu sormuşlar ve hiçbir şey yapmamayı tercih etmişlerdir.23 Dışarıda olan bitene karışmayan insanlar için ne denebilir? Onlara yönelik bütün olup bitenden sorumlu olduğu suçlaması ne kadar doğrudur? Suça karışanların öne sürdüğü biçimde üstlere itaat etmekten başka bir şey yapmadıkları yargısı ile olayları dışardan izleyen ama suça karışmayanların durumu bakımından sorumluluk tartışması karşımıza çıkmaktadır. Arendt, üstlerine mutlak itaat ettiğini ileri sürüp işledikleri suçlardan sorumluluk taşımayanların itaatin aynı zamanda destek anlamına da geldiğini bilmeleri gerektiğini düşünmektedir: “Ona itaat eder gibi gözükenlerin yaptıkları şey, lideri ve liderin girişimini desteklemektir. Bu tür bir “itaat” olmadan lider çaresiz kalırdı.”24 Anlaşılıyor ki Arendt, totaliter düzenlerde kamusal alanda yer almayıp olayları dışardan izleyen ve suça karışmayanların, kötü sonuçlardan sorumlu olmadıklarını; ancak, emirlere itaat edenlerin, itaat ederken aynı zamanda totaliter düzeni destekledikleri için de tüm kötü sonuçlardan sorumlu olduklarını düşünmektedir. Arendt’in itaat olarak tanımladığı kavramı, Adorno da “teslimiyet” olarak dile getirir. Adorno’ya göre “birey için, kendini özdeşleştirdiği bir kolektife teslim olmak hayatı daha kolay kılar. Güçsüzlüğünün farkına varmaktan kurtulur; kendi çevreleri içindeyken, bir avuç insan birçok kişi oluverir. İşte bu edimdir teslimiyet -açık ve ne yaptığını bilen bir düşünce değil. (…) Kolektifin kaderini paylaşmak istiyorsa ben’in kendi kendisini feshetmesi gerekir.”25 Totaliter düzenler içinde birey, kendini feshederken, aynı zamanda antidemokratik olan düzenin de devamına destek olmakta ve suçların işlenişi bakımından ortaklığa girmektedir.

Hannah Arendt’te dile gelen “itaat” sözcüğü üzerinde düşünmenin aynı zamanda özgürlük ve dolayısıyla insan onuruyla ilişkisi üzerinde kafa yormak anlamına geldiği sonucunu çıkarabiliriz. Arendt düşüncesinde adaletin gerçekleşmesinde itaatin hiçbir rolü olmadığına göre, özgürlük açıklaması da önem kazanmaktadır. Arendt düşüncesinde özgürlük nasıl açıklanmaktadır? “Özgürlük nedir?” sorusu Arendt’in 1961 yılında yayımladığı Geçmişle Gelecek Arasında (Between Past and Future) başlıklı temel yapıtının da ana sorularından birisini oluşturmaktadır.

Arendt’e göre özgürlük problemi siyaset sorunu bakımından yaşamsal öneme sahip bir problemdir. Siyasi eylemin doğrudan doğruya amacı haline gelen özgürlük, insanların siyasi bir örgütlenme içerisinde birarada yaşamalarının da nedenidir. “O olmadan siyasi yaşam diye bir şey anlamsız olurdu. Siyasetin varoluş nedeni özgürlüktür”; “özgürlük, siyasetle çakışır ve aynı konunun iki yüzü gibi birbirleriyle ilişkilidirler’ ’ der Arendt.26 Özgürlük, insanların dış zorlamalardan kaçıp sığınabilecekleri ve kendilerini içinde özgür hissedebilecekleri “iç alan”dan farklıdır. İnsandaki “iç duygu” siyasetle ilişkili değildir. Bu duygu dünya ile karşılıklı ilişki içinde varolan akıl ile karıştırılmamalıdır. Arendt, kişinin kendisiyle etkileşiminde değil, başkalarıyla etkileşiminde özgürlüğün farkına vardığını düşünmektedir. Ancak bu etkileşim siyasi oluşumu gerekli kılar. İnsanların bir arada yaşadıkları ama siyasi oluşuma sahip olmayan kabile ve hanenin özel alanı da vardır. Bunlarda etken olan özgürlük değil, “yaşamın zorunlulukları” ile “yaşamın korunmasına yönelik kaygılar” dır.27 Özgürlüğün kendisini gösterdiği yer “kamu alanı”dır. “Siyaseten temin edilmiş bir kamu alanı olmadan özgürlük, kendisini görünür hale getirecek dünyevi bir mekandan yoksundur. Elbette özgürlük bir arzu, istek, ümit ya da özlem şeklinde insanın gönlünde de yaşayabilir; bildiğimiz kadarıyla insan kalbi son derece karanlık bir yerdir”.28

Arendt’in özgürlükle ilgili bu saptamaları Nazi düzeni için milyonlarca insanın öldürülmesine neden olanların içinde bulundukları durumu anlamamızı sağlamaktadır. Emirler veren, emirler alan, yalnızca itaat edip yasaları uygulayanlar güçlü ya da zayıf olarak nitelendirebileceğimiz durumdaydılar; ama asla özgür değildiler.

Sonuç ve Tartışma

Hannah Arendt’in Eichmann Davası’nı tartışırken üzerinde düşünmemizi istediği kavramlardan olan adalet ve özgürlük düşüncesi, onun siyaset görüşünden ayrı ele alınamayacak içerikler taşımaktadır. Filozof bu düşüncelerini oluştururken baktığı yer, dönemin yıkıcı sonuçlarına yol açan Nazi suçlularının mahkemelerde verdikleri ifadeler olmuştur. Bütün sanıklar sanki anlaşmışlar gibi aynı biçimde kendilerini savunmuşlardır: “Biz yapmasak başkası yapacaktı”. “İddia edilen suçları kabul etmiyoruz. Biz hiçbir insanın öldürülme emrini vermedik.”. “Emirleri ve yasaları uygulamaktan başka yapılacak bir şey yoktu”. Arendt düşüncesinde itaat etmenin, emirleri yerine getirmenin masumiyetle bir ilgisi yoktur. Onlar totaliter bir düzenin emirlerini yerine getirirken aynı zamanda varolan düzenin (:insan onuruna aykırı bir düzenin) devamını da sağlamışlardır; dolayısıyla olayların bu kötü sonuçlarından kendilerini muaf tutamazlar; yani sorumludurlar. Arendt bu suçları eyleyenlerin bir başka ortak noktaları daha olduğunu düşünür: Emirler yerine getirilirken suçlular ne yaptıklarını hiçbir zaman fark etmemişlerdir. Bu insanların suç işlemelerine neden olan, fikirsiz olmalarıydı. Kötülük ve fikirsizlik bu durumda birbirleriyle iç içe bir ilişkiyi dile getirmektedir.

Nazi düzeninin yaptıklarına dışarıdan seyirci kalanların durumları nasıl değerlendirilebilir? Arendt bu sorunun da yanıtını vermektedir. Çok yerde (kitap, belge, film) suç işlemiş olmasalar da, yapılanları dışarıdan izleyenlerin kendi içlerinde bir vicdan sorgulaması içine girdiklerine tanık oluyoruz. Onların ortak ifadeleri şudur: “Bir şeyler yapabilirdim”. “Seyirci kaldık. Bizler de olup bitenden sorumluyuz.” Totaliter düzenlerde üstlerin emirlerini yerine getirmeyen, suç işleyenlere yardım etmeyenler kötü sonuçlardan sorumlu değildirler. Desteği geri çeken insanların liderleri nasıl çaresiz bıraktığına tanık olunan pek çok tarihsel bilgi vardır. İtaat edilmesinin emrini verenler, buna uyanlar sayesinde varlıklarını sürdürmektedirler. İtaatsizlik bu hiyerarşik yapının ortadan kalkmasına neden olabilecek durumlar yaratabileceğinden, pasifmiş gibi görünen seyirci kalma halinin, olup bitenlerden hiçbir şekilde sorumlu olmadığı söylenebilir.

Tüm bu açıklamalar bir takım soruları ve tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Arendt, seyirci kalanların yani bir bakıma şiddete bulaşmayanların kamusal bir alan yarattığını düşünmektedir.29 Kamusal alan, totaliter özellikler göstermeyen, demokratik yapılı, tartışmanın ve sorgulamanın yapıldığı bir alandır. Öyleyse bu alanın da yaratıcısı, işte bu suskun kalan ama suça bulaşmayan insanlardır. Boyun eğiyormuş gibi gözüken, ama kendi iç seslerini dinleyen bu suskun topluluk, acaba kamusal alanın sürdürülmesine yeterli olabilecek özgürlük bilincine sahipler midir? Kamusal alanı yaratmak-oluşturmak başka, bu alanı sürdürmek başkadır. En ufak bir totaliter rüzgârların estiği bir anda böyle oluşan “kamusal alan” insanın onurunu ya da özgürlüğünü koruyabilecek güçte midir?

Arendt yapıtlarında, iki kesimin sorumluluk bakımından durumunu sorgulamıştır. Biri, bizzat suça bulaşmış olanlar, diğeri seyirci kalmış ama suça destek vermeyenler (sivil itaatsizlik de denilebilir). Bütün olup bitene seyirci kalmanın ötesinde, varolan düzeni insan özgürlüğü lehine çeviren eylemcilerin (başkaldıranların, devrimcilerin) durumu nasıl açıklanacaktır? Suskun kalanlarla, düzene karşı çıkanların özgürlükleri bakımından aynı eylem içinde oldukları söylenebilir mi? Arendt de bu sorunun yanıtını bulabilmiş değildir; ancak üzerinde düşünülmeye değer bir sorun olarak durmaktadır.

Arendt’in açıklamaları üzerine düşünülebilecek önemli bir nokta da şudur: Fikirsiz olmanın kişide yaratabileceği olumsuz sonuçlar. Yargı ve kavrayış gücünün geliştirilmesinin değerini yeniden hatırlatması bakımından Arendt önemli bir düşünme malzemesi vermiştir. Doğru yargılarda bulunmamızı sağlayabilecek etkenlerden birisi felsefe ve etik eğitimidir. Sokrates’in yüzyıllarca önce söylediği “sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez” ve “kimse bilerek kötülük yapmaz” sözlerindeki gizil gücün farkına varmak daha insani bir dünyada yaşamanın başlangıcını oluşturabilir.

Arendt özgürlük olmadan adaletin de sağlanamayacağı görüşündedir. Körü körüne herhangi bir inanca bağlılık adaleti görmede engel oluşturabilir. Adalet insan onurunu korumak için vardır; dolayısıyla ancak özgürlükle insan onuru korunabilir.

KAYNAKÇA

ADORNO, Theodor W. (1999), “Boyun Eğme”, (Çev: Kaya Şahin), Defter, sayı: 37, Metis Yayınları: İstanbul.

ARENDT, Hannah (1974), Über die Revolution, Serie Piper Verlag: München.

ARENDT, Hannah (1996), Totalitarizmin Kaynakları, Antisemitizm, (Çev: Bahadır Sina Şener), İletişim Yayınları: İstanbul.

ARENDT, Hannah (1996), “Özgürlük Nedir?”, Geçmişle Gelecek Arasında. Siyasi Düşünce Konulu Altı Deneme, (Çev: Bahadır Sina Şener), İletişim Yayınları: İstanbul.

ARENDT, Hannah (1997), Şiddet Üzerine, (Çev: Bülent Peker), İletişim Yayınları: İstanbul.

ARENDT, Hannah (2000), İnsanlık Durumu, (Çev: Bahadır Sina Şener), İletişim Yayınları: İstanbul.

ARENDT, Hannah (2001), “Diktatörlük Dönemlerinde Kişisel Sorumluluk”, Kamu Vicdanına Çağrı, Sivil İtaatsizlik, (Çev: Yakup Coşar), Ayrıntı Yayınları: İstanbul.

ARENDT, Hannah (2010), Kötülüğün Sıradanlığı, Adolf Eichmann Kudüs ’te, (Çev: Özge Çelik), Metis Yayınları: İstanbul.

KEANE, John (1998), Şiddetin Uzun Yüzyılı, (Çev: Bülent Peker), Dost Kitabevi: Ankara.

YILMAZ, Zafer (2009), Hannah Arendt’te Özel Alan-Kamusal Alan Ayrımı ve Modern Çağda Toplumsal Alan, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları: Ankara.

1 Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi

2 Hannah Arendt (2000), İnsanlık Durumu, (Çev: Bahadır Sina Şener), İletişim Yayınları, İstanbul, s. 33.

3 Hannah Arendt (1974), Über die Revolution: Serie Piper Verlag: München. Ayrıca bkz: ARENDT, Hannah (1997), Şiddet        Üzerine, (Çev: Bülent Peker), İletişim Yayınları: İstanbul.

4 John Keane (1998), Şiddetin Uzun Yüzyılı, (Çev: Bülent Peker), Dost Yayınevi: Ankara, s. 9.

5 Hannah Arendt (1996), Totalitarizmin Kaynakları. Antisemitizm, (Çev: Bahadır Sina Şener), İletişim

   Yayınları, İstanbul, s. 20-21.

6 Hannah Arendt, a.g.e., s. 26.

7 Hannah Arendt, a.g.e., s. 27.

8 Hannah Arendt (2010), Kötülüğün Sıradanlığı. Adolf Eichmann Kudüs’te, (Çev: Özge Çelik), Metis

    Yayınları, İstanbul, s. 17.

9 Hannah Arendt, a.g.e., s. 32.

10 Hannah Arendt, a.g.e., s. 40 ve 58.

11 Hannah Arendt, a.g.e., s. 126.

12 Hannah Arendt, a.g.e., s. 133.

13 Hannah Arendt, a.g.e., s. 133.

14 Hannah Arendt, a.g.e., s. 143.

15 Hannah Arendt, a.g.e, s. 257 ve 275.

16 Hannah Arendt, a.g.e., s. 274.

17 Hannah Arendt, a.g.e., s. 292.

18 Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, (Çev: Bahadır Sina Şener), İletişim Yayınları, İstanbul, s. 33.

19 Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları. Antisemitizm, (çev: Bahadır Sina Şener), İletişim              Yayınları, İstanbul, s. 15.

20 Hannah Arendt, a.g.e., s. 299.

21 Hannah Arendt, (2001), “Diktatörlük Dönemlerinde Kişisel Sorumluluk”, Kamu Vicdanına Çağrı.         Sivil  İtaatsizlik, (Çev: Yakup Coşar), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, s. 176.

22 Hannah Arendt, a.g.e., s. 181.

23 Hannah Arendt, a.g.e., s. 185.

24 Hannah Arendt, a.g.e., s. 187.

25 Theodor W. Adorno, “Boyun Eğme”, (Çev: Kaya Şahin), Defter, sayı: 37, Metis Yayınları,     İstanbul, s. 138.

26 Hannah Arendt (1996), “Özgürlük Nedir?”, Geçmişle Gelecek Arasında, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 199 ve 202.

27 Hannah Arendt, a.g.e.,s. 202.

28 Hannah Arendt, a.g.e., s. 202.

29  Zafer Yılmaz (2009) Hannah Arent’te Özel Alan – Kamusal Alan Ayrımı ve Modern Çağda Toplumsal Alan, Milli Eğitim        Bakanlığı Yayınları,Ankara,S.47.

-Bu makale Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi Sayı:9 ‘da yayımlanmıştır (2010).

Hannah Arendt’in Eichmann Davası Üzerine Düşünceleri yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Kurucu İktidar Üzerine Düşünceler/ W. Benjamin , G. Agamben ve A. Negri

$
0
0

Giriş

1. Siyaset yeni bir düzen kurma edimini içeriyorsa; yeni bir düzeni var edecek, onu mümkün kılacak şiddet –yasakoyucu, kurucu şiddet– ile varolan düzenin devamlılığını sağlayan; yürürlükteki yasanın sürekliliğini güvenceye alan şiddet –yasakoruyucu, tali şiddet– arasında ne tür bir ayrım vardır? Bu sorunun devamı niteliğinde olan bir başkası: Şiddete son verebilecek nihai bir şiddet olanaklı mıdır, tasavvur edilebilir mi?

2. Yukarıdaki soruyla paralel olarak, siyaset algısı içindeki düzen kurma fikrinin, Hobbes’tan başlayarak, egemen beden içinde “çok”un bir olduğu anlayışının karşısında, Machiavelli-Spinoza geleneğinin bir olmadan “çok” olmak tahayyülündeki yeri neresidir? Yani bir olmadan “çok”luk olmak mümkün müdür? Ve her modern devrimin, yasayı, yeni bir yasa için yıktığı göz önüne alınırsa, yasasız şiddet, sadece eyleyen, gösteren “saf şiddet” olanaklı mıdır? Tarihsel eylem içinde izi sürülebilir mi?

3. Bir adım atılıp, siyasal “yerleşim” içinde egemenin istisna haline karar veren olduğu ve istisna halinin günümüz toplumları için norm haline geldiği ön kabulü altında; istisnaya karar veren egemenin bu haliyle yasanın dışı ile yasa arasındaki bölgeye yerleştiği göz önüne alındığında; yasasız şiddet ile egemenlik arasında bir ilişki kurulabilir mi? Ve Aristotelyen çerçeve içinde kalınarak söylenebilirse; yapma ve yapmama potansiyeli varlığa içkin ve varlık ancak yapmama potansiyelini askıya alarak, onu kendine yasaklayarak edimsel, aktüel olabiliyorsa; bu şemanın egemenlik ve “yasasız” şiddet’le ilişkisi ne olabilir?

Bu çalışmanın çabası yukarıdaki sorulara yanıt bulabilmektir. Soruların odaklandığı konu, kurucu iktidar ve tali iktidar arasındaki ilişkinin “ne”liği ve “nasıl”lığıdır. Bir yanda kendini var etme edimi içinde bulunan bir politik edim kurulu olan yasanın mekanından çıkmaya, onu (yasayı) ilga etmeye çalışırken aynı anda kendisi de bir yasa istemi içindedir. Başka türlü ifade edilecek olursa, politik kararlar ve eylemler hukuka karşı birbirleriyle çelişen iki yükümlülük içindedir; çünkü hem yasaya uygun olmakla yükümlüdürler hem de eylem yoluyla var etmeyi hedefledikleri bir adalet fikrinden çıktıkları için bu fikre karşı sorumludurlar (Direk, 2005: 109). Bu itibarla her iki edim arasında düşünülen farklılığın ya da aynılığın serimlenmesi ile başka bir düzen tasavvurunun “başkalığı” daha net anlaşılabilecektir. Çünkü verili “büyük” devrimlerin hep başka bir yasa, yeni bir namus anlayışıyla vücut buldukları, yerleştikleri göz önüne alınırsa; eski’den ve yasanın hükmünden kopuşun anlamı, yeni’yi var etmenin olanaklı araçları da ortaya çıkabilecektir. İşin önemli bir yanının temsil mekanizması aracılığıyla devrimlerin açık uçlu, devingen hareketlerinin bertaraf edilmesi olduğu hatırda tutulursa söylenmek istenen daha net anlaşılabilecektir. Şöyle ki; eskiden kopuşu, şimdiyi arızaya uğratarak geleceğe yükselmeyi hedefleyen her edim eninde sonunda belirli bir yasanın ve elbette kurumsallaşmanın (temsil vs. gibi) yükü altında kaldı. Dolayısıyla geleceğin kuruluşu artık ancak, yasa kuran şiddet ile kurulanı koruyan şiddet arasındaki bağ ve bu şiddet eylemlerinin yasayla olan ilişkisinin anlaşılabilmesi bağlamında anlamlı olabilecektir. Bu çalışma, bir yanıyla da bu tür sorunları çözme niyeti taşımaktadır.

Bir yandan da, yukarıda vurgulananlarla benzer bir şekilde, kurulu ve kuran şiddet arasında yasa dolayımıyla kurulan ilişkiyi açığa çıkarabilecek, böylece devrimlerin art alanında yatan polifonik melodiyi baskılamayacak bir eylemin, dahası yeni bir siyasa oluşturulabilmesinin koşullarını ortaya çıkarabilecek düşünsel hatların izini sürmek de hep akılda tutulacak. Modern siyasal düşüncenin özellikle Hobbes şahsında özdeşleştiği savaş karşısında barış retoriği, “tek”in egemen karşısında yok olması, egemenliğin oluşumuyla tekilliğin egemen bünye tarafından içerilerek ve yeniden temsili haiz birey olarak kurulması karşısında; tekilliğin çokluğunu savunan Spinoza geleneğinin izleri tartışılmaya çalışılacak. Ayrıca tekillik-çokluk ilişkisinin yeniden ve başka türlü kurgulanmasını sağlayacak, yasa ilişkisi dışında ve yasa-şiddet bağıntısını ortaya koyabilecek bir edimin olanaklılığı fikri işlenecek.

Ama bunun yanında, felsefi sorular etrafında, yasa-şiddet ilişkisini kesen “eylem”in yeri sorgulanacak. Bu husus, Schmitt bağlamında egemenlik algısının kabulü neticesinde, ortaya konmaya, tartışılmaya ve “saf şiddet” kavrayışının bahse konu egemenlik algısı karşısındaki pozisyonu ifadelenmeye çalışılacak. Buna bir de Aristotelyen aşı zerk edilecek ve farklı bir boyut ekseninde ilerlenerek yanıtlar aranacak. Tartışma, Benjamin ve Agamben izleğine Antonio Negri’nin dahil edilmesiyle sürdürülecek.

Öncelikle hukuki zeminde kurucu iktidar algısına değinilerek başlanacak; ardından Walter Benjamin’in “Şiddetin Eleştirisi” makalesinden hareketle hukukun ön gördüğü kurucu iktidar nosyonu sorgulanacak. Burada Agamben’in Benjamin okumasına da bir göz atılacaktır. Daha sonra Antonio Negri’nin tartıştığı bağlama değinilecek ve son olarak da Negri’ye Agamben’in itirazları doğrultusunda kurucu iktidar kavramının bağlamı değerlendirilecek.

Hukuk ve Kurucu İktidar

Kurucu iktidarı, hukuksal düzlemde, yeni bir anayasa yapma iktidarı olarak tanımlarsak; tali iktidarı da varolan anayasayı değiştirme iktidarı olarak adlandırabiliriz. (Gözler, 1998: 11). Kurulmuş iktidarlar (tali iktidar), devletin içinde vardır. Dolayısıyla kurulmuş iktidarlar, varlıklarını gerçekleştirmek için devlet çerçevesine ihtiyaç duyarlar. Oysa kurucu iktidar, devletin dışında yer alır; devletsiz vardır, devletin kaynağıdır. Kurucu iktidar sadece devletin dışında yer almakla kalmaz aynı zamanda devleti kurar; siyasal iktidarın kullanılmasının koşullarını belirler. Şematize etmeye çalışılırsa; tali iktidar eşittir devlet iktidarı, kurucu iktidar eşittir devlet dışı iktidardır, denilebilir (A.g.e.:14).

Görüldüğü gibi kurucu iktidar yeni bir politik düzeni “yok”tan var etmek demektir. Daha açık bir ifade ile kurucu iktidar, yaratıcı gücün seküler halidir. Yeni bir politik uzamı yoktan var ederken; kurucu iktidar, onun (kurulu düzenin) öznesi haline gelmez. Kendi gücünü kaybetmez, yaratıcı gücünü devretmez (Preuss, 1994: 143-144 ve Gözler, 1998: 85).

Hukuk dilinde kurucu iktidar algısına yönelik iki bakış açısı mevcuttur. Radikal demokratik olarak adlandıracağımız bakışa göre; anayasalar, kurucu iktidarı elinde tutan halkça yapılır ve kurucu iktidar gücü devredilemez. (Ayrıca bu görüşü pozitivist olarak da adlandırabiliriz.) Diğer bir anlayış ise araçsalcı görüştür ki buna göre; anayasa bir kez yapıldıktan sonra halk, normal hayatına geri döner ve temsilcileri aracılığıyla var olur. Artık halkın elinde, kurulu düzeni dönüştürecek bir iktidar yoktur. (Bu bakış doğal hukuk anlayışının bir sonucudur.) (Preuss, 1994: 143-144 ve Gözler, 1998: 21).

Kurucu iktidar, ilk kez Emmanuel Sieyes’in “Üçüncü Tabaka Kimdir?” adlı metninde ortaya çıkar. Sieyes, metninde aristokratik ayrıcalıklı tabakanın karşısına, üretken olan tabakayı yani üçüncü sınıfı koyar. Aristokratların ve ruhbanların tersine üçüncü tabaka üretkendir ve bütün toplumu ayakta tutan da odur. Halbuki üçüncü tabakanın dışındaki iki sınıf üretilen zenginliği sadece tüketmektedir ve bu nedenle asalaktırlar ama buna rağmen tüm ayrıcalıklar yine ruhbanlar ve aristokratların elindedir. Bu nedenle Sieyes, yeni bir düzenin savunusunu yaparken onu kuracak gücün yani kurucu iktidarın ancak ve ancak üretken olan üçüncü tabakanın elinde olması gerektiğini belirtir. Sieyes’in terminolojisi içinde belli sınırlar dahilinde aristokrasi ve ruhbanların dışındaki herkes etnik aidiyet aranmaksızın üçüncü tabaka kavramıyla bütünleştirilmiş ve kurucu iktidarın ellerinde toplandığı özne haline getirilmiştir. Yani Sieyes’e göre belli sınırlar içinde yaşayan ulusun iradesi anayasanın öncesinde yer alır ve anayasa ulus iradesinin kurumsallaşmasıdır. Sieyes’le başlayan bu gelenekte belli sınırlar içinde yer alan sakinler yurttaşlık hakkı kazanırlar. Başka ifadeyle kurucu iktidarın öznesi demos’tur (Preuss, 1994: 150).

Oysa Fransa örneğindeki Batı Avrupa geleneğinin tersine Doğu Avrupa, kendini düşmana ve yabancı tahakkümüne karşı koruma dürtüsüyle farklı bir yol izlemiştir. Almanya özgülünde daha net anlaşılabilecek bu gelenekte kendini dışarıya kapatan belli bir etnik temele dayananlar, kurucu iktidarın (anayasanın) kaynağı olmaktadır. Kısaca Doğu Avrupa geleneğinin kurucu iktidarının öznesi ethos’tur (Preuss, 1994: 153).

Özetlenmeye çalışılırsa; yurttaşlığa dayanan Fransa geleneğinin kurucu öznesi demos ile, etnik temele dayanan Alman ethosu verili eski düzeni, belli bir şiddet edimiyle yıkar ve her iki özne yeni bir anayasa içinde konumlanır. Her halükarda yeni bir politik uzam ve kurumsal yapılar meydana gelir.

Bu hukuki çerçeve içinde yeni bir düzen yaratan şiddet ediminin konumunun daha doğrusu tuttuğu yerin net anlaşılabilmesi için Walter Benjamin’e kulak vermek gerekecek. Yeni kurumlar tahsis ederken eskisini yerle bir eden şiddetin kurulan yeni düzen için artık kabul edilemez olmasının Benjamin için bir anlamı vardır. Bu anlam ortaya konabilirse eski ile yeni arasında köprü olan şiddetin farklı bir edimiyle bağ kurulabilecektir. Böylece de günümüz dünyasında bu şiddet sarmalından çıkabilecek ipuçları görülebilecektir.

Benjamin ve “Şiddetin Eleştirisi”

Benjamin güçten arındırılmış ideal bir adalet anlayışını temellendirmeye çalışmaz. Şiddeti dışarıda bırakan, şiddetsizlik üzerinde temellenen hukuk algısına prim vermez. Aksi bir anlayış, güçten azade bir adalet düşüncesi, ideal bir adalet düzeni varmış ve adaletsizlik de bundan bir sapmaymış gibi bir fikre neden olacak ve bu günümüzün adalet anlayışının niteliğini saklayacaktır. Oysa günümüzün adalet anlayışı, Benjamin’e göre, gücün meşrulaştırılması üzerine kuruludur. Bugünün adaleti kendini gücün, siddetin varlığıyla var eder. Bu nedenle güce, şiddete aslında indirgenemez bir yer verir. İşte, Benjamin’e göre gücün meşrulaştırılmasını temel alan bu adalet anlayışı açığa çıkarılmadır (Kardeş, 2009: 120). Bu yapının varlığı nedeniyle her politik tutum adalet tanımına güç uygulamak zorundadır. Böylece, burada bir şiddet sarmalı içinde kalınır: Bir yandan kendini kurmak için şiddete başvuran hukuk, diğer yandan da yeni bir hukuk kurmak için eski hukuku yıkmaya çalışan bir şiddet söz konusudur. Asıl mesele işte bu şiddet sarmalından nasıl çıkılacağıdır.

Şiddet sarmalına son verecek bir anlayışa ulaşmak için, önce günümüz hukuk sisteminin yapısı ortaya konmalıdır. Benjamin, hukuk sistemini araç-amaç ilişkisi olarak tanımlar. Modern hukuk, kendisine göre haklı ya da haksız amaçlar varsayar ve şiddeti bu amaçlara ulaşacak bir araç olarak kullanır. Şiddet, ulaşılacak sonuçlara, bunların karakterinden bağımsız olarak, götürecek bir vasıtadır. Dolayısıyla, Benjamin’in bakışına göre, şiddetin eleştirisinin anlamlı olabilmesi için, bu eleştiri araçlar üzerinden yapılmalıdır (2005: 101). Amaçlara dönük bir perspektif, aracı gözden kaçıracak ve şiddet sarmalında kalmaya devam edecektir. Halbuki araçların eleştirisiyle şiddetin görünürlüğünün sağlanması, daha net bir açı sağlayacaktır.

Bu açıyı yakalayabilmek için, Benjamin, iki hukuk okulunu karşılaştırır. Benjamin’in doğal hukuk anlayışına göre, şiddet doğanın bir ürünüdür; oysa pozitif hukuk şiddeti tarihin bir ürünü olarak kavrar. Her iki hukuk okulunun ortak paydası şu şekilde ifade edilir: “Haklı amaçlara ancak meşru araçlarla ulaşılır ve de meşrulaştırılmış araçlar haklı amaçlar için kullanılır” (A.g.e.: 102). Daha açık söylenirse, doğal hukuk için araçlar meşrudur, çünkü amaçlar meşrudur; pozitif hukuk içinse amaçlar meşrudur, çünkü araçlar meşrudur. Bu sarmaldan kurtulmak için bu iki hukuksal düzlemin dışına çıkılması zorunludur. Benjamin, bu noktadan itibaren, modern adalet algısını ortaya koyduktan sonra hukukla şiddet arasındaki bağı açıklamaya koyulur.

Benjamin’e göre hukuk ve şiddet ilişki içindedir. Devlet şiddete başvurma hakkını kendi varoluşuna içselleşmiş bir şiddetten alır ve bu şiddet, devlete içkin olacak şekilde kaynaşmış bir halde ikiye ayrılır: yasa koyucu ve yasa koruyucu. İşte bu iki şiddetin kaynaşmasının üzerinde temellenen bir kurum olan devletin şiddet uygulamasında şaşılacak bir şey yoktur. Bu anlamıyla bir şiddet tekeli olan devlet aynı zamanda tahakkümün ve karar almanın tekelidir.

Her tür egemenlik, kurucu bir şiddete referans verir ve her tür hukuk bu kurucu şiddetin anısını muhafaza eder, bu şiddet adına egemen olmaya devam eder. Bütün iktidar pratiği, doğrudan ya da dolaylı, yaşamda kalma ve kalmama hakkını tayin etme gücünü belirlemektedir. İktidar, modern anlamıyla kimin öleceğine kimin kalacağına karar verendir. Böylece hukuk, beden üzerine her tür tasarruf konusunda kendini yetkili kılarak herhangi bir basit hukuki prosedür olmaktan çıkmış olur (Kardeş, 2009: 123). Artık hukuk ile şiddet arasında bir zıtlıktan bahsedilemez.

Burada şiddetin mitik karakteri ortaya çıkar. Mitik şiddet, şiddetin erdemlerine inanmaktır. Şiddet meşru bir cezalandırma olarak görülür. Devleti yerinden etmek isteyen politikalar da bu döngünün içindedirler. Buna karşılık anti militarist bir tutum yoktur. Çünkü anti militarist bakış tüm yasa koyuculuğun ilkesinin güç olduğunu ileri sürer ve bu güç kullanımının nasıl meşrulaştırıldığı meselesine derinlikli bir şekilde nüfuz edemez.

Mitik şiddetin karşısında mesiyanik şiddet bulunur. Mesiyanik şiddet ne tehdit, ne cezadır, ve ne yaptırım, ne de intikamdır. Yürürlükteki yasayı yıkan ve ezilenleri kurtaran şiddettir. Bu şiddet aslında şiddet dışıdır, ama kullandığı araçlarla da, niyetlerinde ve etkilerinde ise şiddetlidir. Mesiyanik şiddet ne bir yasa vazeder, ne de yürürlükte olanı başka bir şeye karşı korur. O, yasayı yürürlükten kaldırır. Burada bir parantez açıp Benjamin’deki mesiyanik şiddetin Antonio Negri için kurucu güç anlamında farklı bir bağlamda kullanıldığını belirtmiş olalım. Şimdi Agamben’in Benjamin’i yorumlamasına kısa da olsa göz atılacak.

Agamben ve “Şiddetin Eleştirisi”

Öncelikle Agamben’e göre yazının amacı (Şiddetin Eleştirisi), mutlak olarak hukukun dışında/ötesinde yer alan ve bu niteliği ile de hukuku kuran şiddet ile hukuku koruyan şiddet arasındaki diyalektiği parçalayabilecek bir şiddetin olanaklılığını güvence altına almaktır (2006: 66). Agamben, Benjamin ve Carl Schmitt’i karşılaştırarak şöyle der: “Şiddetin Eleştirisi’nin stratejisi, saf ve yasasız bir şiddetin varlığını kesinlemek amacını güderken, Schmitt için böyle bir şiddeti hukuki bağlama yerleştirmek söz konusudur. Çünkü, Schmitt bağlamında, hukukun uzlaşılması olanaksız bir tehdit olarak algıladığı şey, hukukun dışındaki bir şiddetin varlığıdır ve istisna hali, Schmitt’in Benjamin’in saf şiddet fikrini kavramaya ve yasasızlığı yasanın bünyesine yerleştirmeye çalıştığı uzamdır.” (2006: 67).

Agamben’e göre Schmitt, egemenin istisna haline karar veren olduğu şeklindeki egemenlik kuramını, kurucu iktidar ile tali iktidar arasındaki ilişkinin dışında kalan bu saf şiddet anlayışını saf dışı etmek için geliştirmiştir (2006: 68). Daha kesin ifadelerle söylenmeye çalışılırsa; Schmitt şiddeti hukuki bağlama yerleştirme uğraşı içindeyken; Benjamin, saf şiddete (mesiyanik şiddet) hukuk dışında bir varlık vermeye çalışır (2006: 73). Agamben’in okumasına göre, Benjamin’in saf mesiyanik şiddeti, hukuk ile şiddet arasındaki bağı sergiler ve keser; böylece bu mesiyanik şiddet, sonunda yöneten ya da yerine getiren şiddet olarak değil, saf biçimde eyleyen ve gösteren şiddet olarak belirebilir (2006: 76). Agamben’in Benjamin yorumu akılda tutularak şimdi öncelikle Antonio Negri’nin Spinoza felsefesinden gelen düşünsel zemini üstüne yükselen kurucu güç yorumu ele alınacak.

Negri ve Kurucu Güç

Spinoza ve Siyaset Felsefesi

Bilindiği gibi, modern siyaset anlayışının, aşkınlık üzerine kurulu bir şekilde, temelini Hobbes’ta bulduğu ifade edilir. Politik düzen doğal durumdan sivil duruma geçişle mümkün olur ve bu toplumsal sözleşmeyle ve barışla[2]sağlanır. Doğal durumda her insan eşittir ve herkes doğadan kaynaklanan haklara sahiptir ve bu nedenle haklar arasında sınırlar, daha açık bir ifade ile, insanların sahip oldukları doğal hakları sınırlayacak bir üst merci olmadığından, haklar birbiri ile çatışır. Ezcümle doğal durum, çıkarların çatışması nedeniyle savaş halidir: İnsan insanın kurdudur (Homo homini lupus). Bu savaşa son vermek ise doğal haktan feragatle, hakkı egemene devretmekle mümkün olur. Artık doğal haktan değil egemen tarafından yaratılan, tekillikten çıkan ve temsil edilebilen bireye dönüşen insanın hakkından bahsedilebilir. Burada, kurgulanan ve kapalı bir hak tasavvuru vardır. Politika ancak egemenin dolayımıyla mümkün olur, egemenlik olmadan siyasaldan ve siyasal örgütlenmeden, kurumlaşmadan bahsedilemez. Aynı zamanda doğal hak söz konusu olmaz, yapay bir kurum olarak egemen ve onun tanıdığı haklar vardır.

Spinoza’da ise politika, yaşamın örgütlenişine içkin bir kavramdır. Ve hak kavramı, güç kavramıyla eş uzamlıdır. Bir parantez açılıp söylenmelidir ki güç kavramı Türkçe’de kullanıldığından ayrı olarak Latince’de farklı iki nosyona karşılık gelir. Potentia, bireyin kendi gücüne denk düşerken, potestas, iktidar anlamındadır. Spinoza’dan bir alıntıyla açıklamak gerekirse: “Evrensel doğanın doğal hakkı ve bunu takiben her bireysel şeyin hakkı, güçleri oranında yayılırlar; ve bu nedenle her kişi kendi doğasının yasalarına göre ne yaparsa yapsın, bunu en yüksek doğal hakkıyla yapmış olur ve gücü olduğu oranda doğa üzerinde daha fazla hakka sahip olur.” (Spinoza’dan akt.: Negri, 2005: 204)

Başka türlü ifade edilmek istenirse; birey ancak eyleyebildiği güç oranında bir hakka sahip olabilir ki, bu da hiçbir koşulda başka bir iktidara teslim edilemez. Benzeri bir şekilde söylenirse: “Hiç kimse, kendi gücünü (potentia) ve bunu takiben hakkını, insan olmayı bırakmışcasına bir başkasına tamamen devredemez; ne de olanaklı bütün isteklerini gerçekleştirebilecek derecede üstünlüğe sahip iktidar (potestas) mevcuttur.” (Spinoza’dan akt.: Negri, 2005: 206)

Politik örgütlenme, sözleşme yoluyla güvence altına alınan bireyler üstü bir egemenlik olamaz. Bu örgütlenme Spinoza için bir bedendir, tekil bedenlerin ortak etkinliklerini örgütlemek için kurduğu ontolojik bir beden. Politik beden bireyler topluluğu değil, ortak etkinlikte birleşen tekilliklerin oluşturduğu çokluktur. Çokluk doğal hakkından feragat etmez, tam tersine bu hakkı güçlendirmek için politik beden kurar. Spinoza’da olan şey ontolojiye içkin bir politik teoridir. Çünkü varlık etik, politik ve ontolojik alanlara ayrılamayacak kadar yekpare ve tam bir tözdür. Spinoza’daki varlık kavramı, üst belirlenmiş bir kavramlaştırmadır. Hiçbir hiyerarşiyi tanımayan, yalnızca kendi kurucu kuvvetini bilen, güçlü bir varlık kavramlaştırmasıdır. (Negri, 2005: 60). Böylece; varlığa içkin politika anlayışı kendisini cumhuriyetçi gelenek içinde var kılar. “Cumhuriyet’in temelindeki asıl gaye, korkuyla tahakküm ya da baskı altına almak değil, bilakis, herkesi güvenlik içinde yaşayabileceği bir şekilde korkudan kurtarmak, başka bir deyişle insanların kendilerine ya da diğerine zarar vermeden var olma ve eyleme doğal haklarını en iyi şekilde güçlendirmektir. Hayır, cumhuriyetin gayesi insanları rasyonel varlıklar olmaktan çıkarıp hayvana ya da kuklaya çevirmek değil, beden ve zihinlerini güvenlik içinde geliştirebilmelerini ve nefret, öfke, hilekarlık ya da garaz göstermeden akıllarını kullanabilmelerini sağlamaktır. Bu nedenle cumhuriyetin gerçek gayesi özgürlüktür.” (Spinoza’dan akt.: Negri, 2005: 218).

Kuramsal inşasını Spinoza’daki cumhuriyet algısının üstüne gerçekleştiren Antonio Negri, yeni bir düzen tasavvurunun kurucusu olarak Benjamin’in saf şiddetini kurucu güç/iktidar olarak adlandırır ve kurucu güç nosyonunun, Machiavelli’den başlayarak tarihsel seyrini inceler, şimdi bu seyir özetlenmeye çalışılacak.

Kurucu iktidar[3]

Kurucu gücün ilk durağı Machiavelli’dir. Geleneksel bir okumada, Machiavelli’nin temel meselesi İtalyan birliğinin sağlanmasıdır. Birliği sağlayacak özne, “virtu”ya güvenip, “fortuna”nın (talih) yardımıyla prenstir. Fakat prens, yeni bir iktidar kurarken sadece bu iki ilkenin salınımına kapılmamıştır. Aksine onun asıl dayanağı silahlanmış halktır. (Negri, Machiavelli’nin özel ordu ile halk ordusu tartışmasına göndermede bulunur.) Silahlanmış halk, prens “öncülüğünde” yeni bir oluşumu, yeni İtalya’nın birliğini tesis edecektir. Kuruluşun temelinde silahlı halk vardır. Kuruluştaki bu özelliktir ki prensliği devingen, çatışmalı ve açık uçlu yapar. Çatışma, devingenlik ve açık uçluluk yeni düzenin sürekliliğinin şartıdır. Ve her kriz anında yeni düzen, devamlılığını tekrar garanti altına almak için, silahlı halkın edimiyle kurulduğunu hatırlamalıdır. Machiavelli’nin ilkelere dönmekten kastı da budur.

Daha tam ifade edilmek istenirse, Negri’ye göre; burada silahlar kurucu gücün araçlarıdır. Silahlar sadece savaş zamanında değil barış zamanında da, prensliğin anayasasıdır. Çünkü şehir bunlar (silahlar) sayesinde düzenlenir. Çünkü eğer virtu (Machiavelli’nin kavramsal dünyası içinde) mutlak bir prensipse, kurucu bir prensipse, silahlar da onun temsilcisidir. Ve devamla, Machiavelli’de kurucu güç şehri, devleti kurar ve kendisini ordu (silahlanmış halk) şeklinde aktif olarak işlediğini gösterir; sadece kendini silahlanmış halk olarak gösteren kurucu güç –ki açık uçlu ve sonuçsuzdur– cumhuriyeti kurar.

Görüldüğü gibi Machiavelli’nin Negri’nin tartıştığı kurucu güç nosyonuna girmesini sağlayan, onun (Machiavelli’nin) tasavvur ettiği düzenin Spinoza gibi açık uçlu, devingen olması, çatışmanın ortadan kaldırılamadığı bir uzam temelinde yükselmesidir. Ana ilke burada da sabittir: çoklukta birlik. Ve asla çatışmanın aşkınlığın içinde eritilmemesi.[4]

Negri kurucu güç nosyonunun Machiavelli izleğini tamamladıktan sonra, aynı sorunsalın, İngiliz Devrimi sırasında eser vermiş olan James Harrington’un yazılarında görüldüğünü belirtir. Negri’ye göre, kurucu güç kapitalizmin Gotik kuruluşuna karşı bir karşı güç olarak görülür. Aynı zamanda kurucu güç burada kendini sınıfsal çeşitlilik arasında aktüalize eder. Dahası Negri’ye göre kurucu güç, Machiavelli’de tarihsel-doğal ve etnik-politik bir konsept içindeyken, Harrington’da bu ekonomik-politik içindedir. Bu okumayı sağlayan, Harrington’un “Okyanusya Cumhuriyeti” adlı kitabıdır.

Harrington’a göre, Gotik denge olarak gördüğü düzenin çökmesi, toprakların dar grupların elinde toplanması ve mülkiyet dengesinin bozulmasıdır. Bu nedenle Okyanusya’da Tarım Yasası ile mülkiyet dengede tutulur ve Machiavelli ile koşut olarak burada da halk silah taşır. Yasaların güvencesi de silahlı halktır. Aynı zamanda tek bir yönetici bulunmaz, yönetici senatodur. Harrington böylece gelişen kapitalizmin karşısında tavır alır. Antonio Negri, Harrington’da tarım yasasıyla kurucu iktidarın cumhuriyetin temeli haline getirildiğini belirtir ve ona göre, bu şekilde komünizm ve özgürlük, zenginlik (mülkiyet) ve hak, çokluk ve egemenlik sistematik bir şekilde bir arada bulunur, bunlar ayrılmazlar.[5]

Negri kurucu gücün izleğini, kuramsal olarak Machiavelli ve Harrington’da gösterdikten sonra Amerikan, Fransız ve Sovyet Devrimleri’nde de pratik seyir içinde gösterir. Burada, Negri’nin bu süreçlere ilişkin oldukça ayrıntılı ve uzun anlatımının sadece ana argümanları ifade edilecek. Amerikan Devrimi uzamın fethi iken ve kurucu iktidarı, hukuksal yapı içinde parçalayarak pasifize ederken; Fransız Devrimi zamanın fethidir ve yaşayan emeğin ölü emeğe, kapitalizmce dönüştürülmesinin mihenk taşıdır.

Negri yukarıda bahsedilen kuramsal anlatımını şöyle toparlamaktadır:“Kurucu pratik bir gösteri değildir; belli sonuçlar alabilmek için onun temsil biçimlerine yoğunlaştırmamıştır, ne de enerjisini bir mesaj vermeye adamıştır. Bu alternatif pratik, temsilden tepeden tırnağa farklı bir düzlemde iş görür. Kurucu pratiğin biat ettiği tek mantık, “çok”un gücün açılıp yayılan ritmidir. Kendi gücünü/iktidarını olumlayan katışıksız ve temsil edilmez bir yapı taşır. Toplumsal işçinin kendi teknik-bilimsel, gayri-maddi ve duygusal emeğiyle kurduğu üretken işbirliği, kurucu güce/iktidara hayat veren, kendi başına değer yaratmaya muktedir bir ağ üretir.” (Negri, 2003: 417-18).

Dahası kurucu iktidar politik olanı toplumsal olana taşıyarak toplumu kurar. Toplum kurucu özelliği, Amerikan Devriminde, hukuksal yapı içinde nötralleştirilerek, Fransız Devriminde zamanın kapalı alanına hapsedilerek [ki bu zaman hesaplanabilir, döngüsel uzamsal zaman, Aristotelyan-Hegelcil zamandır. Zaman böylece uzamsallaştırılarak donuklaştırılır (Casarino, 2003: 189)], Sovyet Devriminde ise bürokratik devlet aygıtına massedilir.

Oysa bugün kitlesel işçiden toplumsal işçiye geçişle, toplumsal olanın ekonomiden ayrılmasının mümkün olmadığı bir ağ içinde kurucu iktidar uzamı zamansallaştırarak geleceği kurar. Bugün gerçek devrim ancak sömürülen çokluğun zamanın daima yeni olan toplumsal oluşumu aracılığıyla, “tek”in, komutanın ve soyut birliğin eklemlemelerinin sürekli yıkımı aracılığıyla gerçekleşecektir (Negri, 2004: 107). Çünkü tekrarlamak pahasına vurgulamak gerekir ki, Negri’ye göre, insanların işbirliğine dayanan eylemlerine sınırlar ya da kurallar koyan herhangi aşkın bir temel veya doğal hukuk yoktur. (Negri, 2003: 441)

Agamben Kontra Negri

Öncelikle şu söylenmelidir: Agamben’e göre eğer kanun koyan şiddet olarak anayasama gücü –kurucu iktidar– kanunu koruyan şiddetten kesinlikle daha yüceyse, anayasama gücünün kanunu koruyan şiddeti meşrulaştırmaktan başka bir sıfatı yoktur ve hatta anayasal güçle muğlak ve sökülüp atılması mümkün olmayan bir ilişkisi vardır (2001: 59). Çünkü “Anayasa kendisini anayasama gücü olarak varsayabilir. Egemen iktidar, hem anayasama gücüne ve ham de anayasal güce girecek şekilde kendisini ikiye bölüyor ve bu iki güç arasındaki belirsizlik alanına yerleşiyor.” (A.g.e.: 59). Dahası ne ayasama gücü ne de egemenlik, anayasal düzenin ne tamamen içine ne de tamamen dışına oturtulabildiği için nerede sorusuna tam bir yanıt almak mümkün olmuyor.

Negri için, kurucu iktidar anayasal bir düzen tesis ettiğinde, egemenlik bu düzenin üzerinde anayasama gücünün özgürlüğünün tüketilmesidir. Halbuki Agamben’e göre, anayasama gücünün, anayasadan türemediği gibi kendini bir anayasal düzen kurmakla da sınırlandırmaması yaklaşımı, anayasama gücünün egemen iktidardan nasıl ayrıldığını göstermekte yetersizdir (A.g.e.: 63). Agamben için, kurucu iktidar ile tali iktidar arasında bulunan bu ayrıcalıklı bağlantının temelinde potansiyellik ile edimsellik arasındaki ilişki yatmaktadır. Tam da bu nedenle; Aristoteles’e dönmek gerekir.

Agamben’e göre, Aristoteles’in düşüncesinde potansiyel hem edimselden önce gelir ve edimseli belirler, ve hem de aynı zamanda edimselliğe tabi kalır. Aristoteles için potansiyelin özerk bir varoluşu yoktur. Potansiyelin tutarlılığa sahip olması ve edimselliğe dönüşmemesi için, yapma/yapmama, olma/olmama potansiyeli olarak da var olması gerekir. Edimsele geçiş ise; potansiyelden edimselliğe geçiş, potansiyelin kendi potansiyelsizliğini askıya aldığı andır. Yani varlık, edimsel/aktüel/fiili olabilmek için potansiyeli tekrar kendisine bağlamaktadır. Potansiyel, varlığın kendi kendisini egemen olarak inşa etmesine aracılık eden şeydir.

Bir edimin egemen olması, kendindeki olmama potansiyelini ortadan kaldırarak, kendisini gerçekleştirmesi, kendisini olmaya bırakmasıdır. Varlık potansiyelden ayrılıp, kendisini mutlak edimsel olarak gerçekleştirmek için kendisini askıya alır ve kendi içindeki olmama potansiyelini yasaklama ilişkisi yaşayarak edimsel olur. Bu anlamıyla, saf potansiyel ve saf edimsel birbirinden ayırt edilemez, ki egemenin uzamı da tam bu belirsizlik mıntıkasıdır.[6]

Negri’nin, kurucu iktidarı, yeni bir düzeni yoktan var etme fiili olarak kavramsallaştırması, Agamben’e göre, aslında, klasik felsefi gelenek içinde çok da farklı bir yere oturmamamaktadır. Eğer Aristotelyen çerçevede varlık, olmama potansiyelini kendi içinde taşıyor ve bir yasaklama ilişkisi olarak olmama potansiyelini kendi kendine yasaklıyor ve edimselliğe ulaşıyorsa, bu durum kurucu güç (anayasama gücü) için de geçerlidir. Bir varlık olarak egemen de zaten kendi olmama potansiyelini içinde taşıyorsa, bir yokluk mümkün değildir. Bu nedenle yapılması gereken yeni bir potansiyellik kavrayışına ulaşmaktır, bu yapılmadığı takdirde klasik egemenlik paradoksu içinde kalınacaktır.

Sonuç

Agamben’e göre, Antonio Negri, kurucu güç için yeni bir politik ontoloji inşa etmeye çabalasa da hala modernitenin ve onun problematiğinin içindedir. Onun kuramını sorunlu yapan da budur (Borislavov, 2005: 176). Yukarıda görüldüğü üzere, Agamben kurucu güç nosyonunun modern egemenlik anlayışından farkının pek olmadığını, kurucu gücün, egemenlikle aynı bağlama oturduğunu belirtir ve yeni bir potansiyellik fikrinden hareket etmek gerektiğini vurgular.

Gerçekten de şimdi yeni bir politik ontolojiye ihtiyacımız var gibi görünüyor. Unutmamak gerekir ki; “Anayasalar, herhangi bir siyasi belge olmayıp kurucu iktidarın ve halk egemenliğinin siyasal birliğini yansıtan irade beyanıdır.” (Çelebi, 2008: 20). Bunun yanında siyasal kavramının ontolojik bir temeli vardır (siyasal birlik) ve “demokrasi kurucu iktidarın siyasal birlik konusundaki iradesinin bir sonucudur.” (A.g.e.: 37). Dolayısıyla kurucu iktidar, demokrasi ve anayasalar arasında kopmaz bağlar vardır. Bu nedenle, Negri’nin çabasını, Agamben’in itirazlarını es geçmeden yeni bir politik ontoloji için ufuk taraması yapmak, bu uğraştan vazgeçmemek elzem gibi görünüyor.

Kaynakça

Agamben, Giorgio (2001), Kutsal İnsan, (çev: İsmail Türkmen), İstanbul: Ayrıntı.

Agamben, Giorgio (2006), İstisna Hali, (çev: Kemal Atakay), İstanbul: Otonom.

Benjamin, Walter (2005), Şiddetin Eleştirisi, (çev: Besim F. Dellaloğlu), Benjamin Seçkisi içinde, İstanbul: Say.

Borislavov, Rad (2005), Agamben, Ontology, and Constituent Power,http://www.informaworld.com/smpp/ftinterface~content=a727309487~fulltext=713240930indirilme tarihi: 9 Ekim 2009.

Casarino, Cesare (2003), Time Matters: Marx, Negri, Agamben and Corporeal,http://www.informaworld.com/smpp/content~content=a713632023&db=all, indirilme tarihi: 9 Ekim 2009.

Çelebi, Aykut (2008), Devlet, Toprak, Egemenlik, Ankara: İmaj.

Direk, Zeynep (2005), Başkalık Deneyimi, İstanbul: YKY

Göbelez, Selen (der.) (2005), İtalya’da Radikal Düşünce ve Kurucu Politika,(çev: Selen Göbelez), İstanbul: Otonom.

Gözler, Kemal (1998), Kurucu İktidar, Bursa: Ekin.

Kardeş, Ertan (2009), Walter Benjamin’de Politika, Hukuk ve Şiddet İlişkisi,Felsefelogos, 37(1).

Negri, Antonio (1999), Insurgencies: Constituent Power and Modern State, (çev: Mauriza Boscagli), Mineapolis:University of Minnesota Press.

Negri, Antonio ve M. Hardt (2003), Dionysos’un Emeği, (çev: Ertuğrul Başer), İstanbul: İletişim.

Negri, Antonio (2004), Marx Üzerine Yirmi Tez, (çev: Erol Doğan), Conatus, 2004 (1), 89-109.

Preuss, Ulrich Klaus (1994), Constitutional Powermaking for the New Polity: Some Deliberations on the Relations Between Constituent Power and the ConstitutionIn: Constitutionalism, identity, difference and legitimacy, 143 – 164.

***

[1] Bu çalışmada kurucu iktidar, kurucu güç ve anayasama gücü aynı anlamlara gelmektedir. Ancak bu kavramların farklı sorunsallar içinde farklı anlamlar taşıyacağı açıktır. Dolayısıyla kavramların özdeşliği sorunsalların özdeşliğini beraberinde getirmemektedir.

[2] Bu noktayla ilgili Negri şöyle der: “Modern anayasalar barışı postüle ederler. (…) Hobbes-Rousseau-Hegel çizgisi barışı temel alır: Savaşa çözüm olarak barış. Hobbes’ta sözleşme biçiminde; Rousseau’da mitik biçimde; Hegel’de diyalektik biçimde barış çıkarlar çokluğundan kaynaklanan savaş durumunu çözer. (…) (B)arış savaşa çözüm olarak değil, sadece galibin mistifiye edilmiş değeri olarak görünüyor. (…) (D)evletin temeli barıştır, bu anlamda barış zaferdir.(…) (D)evletin temeli barışın meşru şiddet kullanımının koşulu olarak muhafaza edilmesidir. Böylece barış meşru şiddettir. Şiddet, barış göreviyle meşrulaştırılır.” (Negri, 2005: 157).

[3] Bu bölüm Negri’nin Insurgencies: Constituent Power and Modern State(1999) adlı kitabının özet ve yorumudur.

Kurucu iktidar kavramı, İtalyan Otonomist Hareketi ve bu hareketin bir üyesi olan Antonio Negri için bir devrimci durum kavramıdır. Buna göre, “kurucu iktidarın devrimci dinamiğinin kendisi bir cumhuriyetin kuruluşudur, devrimci güçler kapandığında ya da kurulu bir çerçevenin yönetimi altına girdiğinde kurucu uğrak da geçer.” (Göbelez, 2005: 373).

[4] Machiavelli bölümü, Negri’nin ilgili kitabının (1999) 37-97. sayfalarının özet ve yorumudur.

[5] Harrington için bak.: Negri, 1999: 99-139

[6] Bu paragraf Agamben’in ilgili kitabının (2001) 64-67. sayfalarının özet ve yorumudur.

– Bu makale Teori ve Politika dergisinin 53.sayısında yayımlanmıştır.

Kurucu İktidar Üzerine Düşünceler/ W. Benjamin , G. Agamben ve A. Negri yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.


Friedrich Dürrenmatt’ın “Büyük Romuluss” Adlı Yapıtı Üzerine Bir Çalışma

$
0
0

GİRİŞ

Savaş sonrası Alman edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Friedrich Dürrenmatt 5 Ocak 1921 tarihinde Bern yakınlarındaki Konolfingen’de doğmuştur. Aralık 1990 tarihinde de Almanya’da ölmüştür. Daha çok tiyatro alanında yapıtlar veren Dürrenmatt, Aristophanes hayranı olduğunu her zaman dile getirmiştir.

F. Dürrenmatt yapıtlarında genelde hep aynı konuları işlemiştir. Dünyadaki kaosu, düzensizliği, haksızlığı ve adaletsizliği ele alırken, hayalinde küçük bir vatan, şehir ya da toplum yaratır. Bu nedenle yapıtların çoğu kurmacadır. Bu kurmaca yapıtlarla dünyanın sorunlarını ve bireylerin sorumluluklarını vurgulamaya çalışır. Ancak yapıtlarında okuyucuya-izleyiciye bir çözüm yolu önermez.

Büyük Romuluss adlı yapıtında: Kurulduğu tarihten itibaren durmadan cinayetler işleyen ve binlerce günahsız insanın cesetleri üzerinde yükselen bir imparatorluğu cezalandırmak için, Romuluss kendini yargıç ilan eder. Romuluss barışın ve insan sevgisinin varlığına inandığından, Romanın çöküşü için zorunluluktan imparator olur. İmparator olmakla kendini kurban durumuna sokması da bir sonuç vermemiştir. Çünkü ileride yıktığı Roma imparatorluğu gibi nice imparatorluklar kurulacaktır.

Romuluss son Roma İmparatorudur. M.S. 476’nın 15 Mart sabahında Roma birliklerinin German birlikleri karşısında bozguna uğrayıp dağıldıkları ve Roma’ya doğru ilerlemekte oldukları haberi gelir. German imparatoru Odoaker’in Romuluss’un hem ev hemde tavuk çiftliği olarak kullandığı Campana’daki villasına gelmesi birkaç saatlik zaman süresidir. Ancak Romuluss, çevresindekilerin bu haberden duydukları endişeyi duymaz, tersine gayet rahat bir biçimde gününü kendisi ve tavuklarıyla ilgilenerek geçirir. Karısı Julia, kızı Rea, Doğu Roma imparatoru Zeno, Roma asilzadesi Emilian ve işadamı Cesar, Romuluss’u Germanlara karşı koymaya, yani savaşmaya ikna edemeyince, Sicilya’ya bir sal ile kaçmayı denerler ve yolda boğularak ölürler.

Sarayında, daha doğrusu çiftliğinde tek başına kalan Romuluss, 16 Mart sabahı Germanları karşılar. O da öldürülmesini beklemektedir. Fakat umulmayan bir gelişme olur: German kralı Odoaker’in niyeti Romuluss’u öldürmek değil, tersine yıllardır hayranlık duydugu bu insana sığınarak, ondan Roma ve German imparatorluklarının başına geçmesini ister. Bu istemi redden Romuluss emekliye sevk edilir.

Yukarıda özetlemeye çalışğım gerçek olmayan bu tarihi komedi dört bölümden oluşuyor. Birinci bölümde Romuluss zararlı ve kötü bir imparator olarak tanıtılıyor. İkinci bölümde ise imparatorluktan ayrılması gerektiği vurgulanıyor. Romuluss üçüncü bölümde dünyayı yargılarken, dördüncü bölümde dünya Romuluss’u yargılar.

Dürrenmatt’ın verdiği bu bilgiler ışığında, Romuluss niçin kötü bir imparator ve neden Roma imparatorluğuna zarar vererek onun yıkılmasına olanak sağlıyor? Romuluss Roma’nın ötesinde yazarın belirttiği gibi, dünyayı mı yargılıyor? Burada kötü olan salt Roma mı, yoksa içinde yaşadığımız dünya mi? Oyunda Romuluss Roma’nın yıkılmasını sağladıktan sonra, adalet yerini buluyor mu? Yapıtı irdelerken, bu sorulara yanıtlar aramaya çalışacağım.

Bir Dünya Yargıcı: Romuluss

Romuluss oyunun başından sonuna dek bizi ikilem içine düşüren bir figür. O hem bir deli hem de bilge bir dünya yargıcı olarak karşımıza çıkıyor. Oyunun ilk iki bölümünde Romuluss’un sessizligi, sakinliği, olaylar ve çevresindeki insanlar karşısındaki alaycı tutumu, hiç bir şeyi umursamazlığı, zamanını kendisine ve tavuklarına ayırması dikkat çekiyor. Burada üstlendiği rol ile bir işlevi yerine getirdiğini, yani çökmekte olan Roma imparatorluğunun çöküşünü hızlandırdığını görüyoruz. İlk iki bölümde Romuluss tamamen olumsuz, sorumsuz, çevresindekilere karşı saygısız ve alaycı bir tutum içinde görülüyor.

Acaba Romuluss’un gerçek karakteri böyle mi, yoksa gerçek karakterini gizliyor mu? Oyunun ilk iki bölümünde gizlemeye çalışğı gerçek kişiliği ve amacı oyunun üçüncü ve dördüncü bölümünde ortaya çıkıyor. Deli ve aptal rolü oynarken, hiç de deli ve aptal olmadığını kızı ve karısı ile yaptığı konuşmalardan anlıyoruz.

“Romuluss Kızım imparatorun iradesine boyun eğecektir. İmparator da devletini ateşe atarken, parçalanması gerekeni yere fırlatırken, ölümün malı olanı ezerken ne yaptığını gayet iyi bilmektedir.”1

Onun amacına gelince, daha önce oyunun başında belli etmediği amacını, karısı Julia’nın gerçek ve samimi olmayan niyeti karşısında açıklıyor. Romanın Germanların eline düşğü haberi ile korkuya kapılan Julia hemen milletin anası rolünü üstlenip Romuluss’u yargılıyor. Kendi durumunu kurtarmak için bir taraftan Zeno’nun (Doğu Roma imparatoru) seferberlik fikrini desteklerken diğer taraftan kızının hiç sevmediği iş adamı Rupf ile evlenmesini istemektedir. Bunu başarmak için de Romuluss’a sevgi ile yaklaşır. Ancak durumu çok iyi değerlendiren bilge Romuluss evliliklerinin gerçek amacını şöyle açıklar:

“Elbette evlilik hayatımız korkunçtu. Ama seni bir gün bile seninle niçin evlendiği hususunda şüphede bırakmak suçunu işlemedim. Seninle imparator olmak için evlendim. Sende imparatoriçe olmak için bana vardın. Sen benim karım oldun, çünkü ben asil Roma ailelerinden birinden geliyorum, sen ise imparator Valentinianus ile esir bir kadının gayri meşru kızısın. Ben seni meşrulaştırdım, sen de bana taç giydirdin.”2

Julia bu açıklamadan sonra, ikisinin de ayni seyi yaptığımı söyleyerek, ikisininde suçlu olduğunu savunur. Ancak ihtiraslı bir kadın olduğunu da kabul eder. Buna karşılık, Romuluss bir çıkar nedeniyle değil,bir zorunluluktan ötürü Roma imparatoru olduğunu şöyle vurgular: “Ben ihtirastan değil, zorunluluktan imparator oldum.”3 Roma imparatorluğunu yargılayabilmenin başka yolunu bulamadığı için.onun başına geçiyor. Sıradan bir Roma vatandaşı olarak bunu yapmasına olanak yoktur. Hiçbir şey yapmamasının ancak imparator olduğu takdirde bir anlamı vardır. Devletin başı olarak hiçbir şey yapmamak, o devletin yıkılmasını hızlandırır. Çevrenin baskısı karşısında bir şeyler yapmayı, hatta karşı koymayı bile düşünüyor. Her şeyiyle çökmekte olan bir imparatorlugu savunmanın anlamsız olduğunu şu sözlerle vurgular Romuluss: “Ben sadece ölçüp biçiyorum. Kendimizi savunursak, çöküşümüz sadece daha kanlı olacak. Muhteşem bir şey olabilir bu, ama neye yarar? Zaten kaybedilmiş bir dünya ateşe verilmez.”4

Romuluss Roma imparatorluğunu neden kaybedilmiş bir dünya olarak görüyor? Niçin Roma devletinin gerekliliğinden kuşku duyuyor? Romuluss imparatorluğun kendisine gelinceye dek, başındaki imparatorlar sayesinde dünya imparatorluğu olabildiğinin ve başka milletlerin zararına cinayet, talan, zulüm ve soygunlar yaptığının bilincindedir.

Bu duruma engel olmanın tek yolu, bu imparatorluğun başına geçip, onun geçmişini yargılayıp geleceğini belirlemektir. Julia ile salt bu nedenle evlenir. Ancak, karısı bu yaptıklarını Roma’ya bir ihanet olarak görür ve onun cezalandırılmasmi ister. Julia, Romuluss’u suçlu bulup onun yargıçlığını üstlenirken, o da Roma’yı suçlu bulur ve onu yargılar. “Julia: Sen Roma’ya ihanet ettin. Romuluss: Ben Roma hakkında hüküm veren yargıcım.”5 Bu sözleriyle Romuluss salt kendi yönettiği Roma imparatorlugunu değil, aynı zamanda onun gecmişini ve o dönemlerdeki imparatorları da yargılar. Roma imparatorluğunu geçmişiyle yargılarken onun yıkılmasına sadece seyirci kalıyor. Ancak Romuluss’un çevresindekiler onun düsüncelerini paylaşmazlar. Örneğin karısı Julia, kızı Rea, Roma asilzadesi Emilian işadamı Rupf, Doğu Roma imparatoru Zeno ve diğerleri Roma’nın Germanlara karşı savunulmasını isterler. Ayrıca Romulus’un tutumunu Roma’ya ihanet olarak görürler. Özellikle Romalı asilzade Emilian Romuluss’un bu savaş karşısındaki tutumunu Roma’ya ihanet olarak görür ve onun hesap vermesini ister. Başka bir deyişle, Romuluss Germanlara karşı koymamakla suç işlemiştir ve tarih önünde hesap vermek zorundadır. Yurtsever Emilian burada yargıç rolünü üstlenir ve Romuluss’u yargılar:

Emilian Halkının Germanların eline düşmemesi için ne yaptın?

Romuluss Hiçbir şey.

Emilian Roma benim gibi şerefini kaybetmesin diye ne tedbir aldınız?

Romuluss Hiçbir tedbir almadım.

Emilian Kendini nasıl temize çıkaracaksın? İmparatorluğuna ihanet etmekle suçlanıyorsun.

Romuluss Ben imparatorluğuma ihanet etmedim, Roma kendine ihanet etti. Hakikati biliyordu, ama zorbalığı seçti. İnsanlık hakkında fikri vardı, ama o zulmü seçti. İki türlü aşağıladı kendisini: Hem kendi önünde hem de hükümranlığına giren halklar önünde. Hep biz başkalarının kanını dökmüştük, artık şimdi kendi kanımızla ödeşmemiz gerekiyor. Yüzünü çevirme Emilian! Önünde duran, tarihimizin çok çok eski suçlarını üzerinde taşıyan, senin vücudundan çok daha korkunç haşmetim karşısında geri çekilme! Bahis konusu olan şey, şerefine şarap içtiğimiz adalet. Şimdi sen benim soruma cevap ver: Kendimizi savunmaya hala hakkımız var mı? Kurbandan başka bir şey olmaya hakkımız var mı hala?

Roma imparatoru Romuluss, yargıcı karşısında böyle savunur kedisini. Onların silahları karşısında onlara hakikatın pençeleri ile saldırdığını söyler. O, bu yargılamayı tersine çevirir. Artık Romuluss onları suçlu bulur ve onların savunmak istedikleri vatanı kasıtlı olarak mahvettiğini söyler. Romuluss’un bu savunması Emilian’ı etkilemiştir ve öldürmek amacıyla geldigi Romuluss’u yazgısı ile başbaşa bırakıp gider. Romuluss çiftliğinde yalnız olarak Germanların gelmesini bekler. Herkes batmakla olan gemiyi terk etmiş, sadece geminin kaptanı Romuluss kalmıştır. O da Germanların kendisini öldüreceğini düşünerek hesabını buna göre yapmıştır. Başka bir deyişle, Roma’yi feda ederken, kendisini de feda etmesini bilmiştir. Ancak Romuluss beklediği son ile karşılaşmaz. German imparatoru Odoaker kendisine yıllardan beri saygı ve hayranlık duymaktadır. Onu öldürmek yerine, dünyanın Romuluss tarafından yönetilmesini ister. Çünkü Odoaker de Romuluss gibi kendi imparatorluğundan endişelidir. Romuluss Roma’nın geçmişini yargılarken, Odoaker German İmparatorluğu’nun geleceğini yargılar. Zira, yıkılan Roma İmparatorluğu yerine German İmparatorluğu adı altında ikinci bir Roma İmparatorluğu kurulacaktır. Aslında Odoaker isteyerek Roma’yi ele geçirmiyor. O da Romuluss gibi German İmparatorluğu içinde tek başına kalıyor. Odoaker’in korkusu, kafasında bir dünya impartoluğu hayali kuran yeğeni Theoderich’dir. German halkı da onun bu hayalini desteklediği için, günün birinde kendisi yeğeni tarafından öldürülecektir. Bu nedenle Odoaker, dünyanın kendisi ile ayni görüşü paylaşan bilge Romuluss tarafından yönetilmesini ister.

Romuluss ise ölmeyi göze aldığı için, kendisine Roma’ın yargıcı olma hakkını tanımıştır. Kendisini feda ettiği için, ülkesi ve halkından da korkunç bir fedakarlık istemiştir. Kendi kanını dökmeye hazır olduğu için halkını savunmasız bırakıp onların kanlarını döktürmüştür. Onun Odoaker tarafından öldürülmeyip affedilmesi, Romuluss’u Roma’ya karşı suç işlemiş bir imparator durumuna sokacaktır. Bunun için Romuluss’un kurtuluşu, onun ölümündedir. Ancak Odoaker bu durumda ölmenin anlamsız olduğunun, çaresizlik icinde ölümün hiç bir zaman kurtuluş olmadığının bilincindedir: “Odoaker – Çünkü dünya senin tasavvur ettigin gibi olsaydı, ölmenin bir anlamı olurdu, ama dünya hiç de öyle değil. Düşmanın da senin gibi doğru hareket etmek isteyen bir insan. Yazgına razı olmalısın. Başka çaren yok.”6

Burada yargıç durumunda olan Odoaker, karşısında kendini suçlu hissedip ölümünü isteyen Romuluss’u bu şekilde yargılar ve onu emekliye sevkeder. Aslında Romuluss’un emekliye sevkedilmesi, ona verilebilebilecek en korkunç ceza olacaktır. Savaşın karşısında, insan ve onun sevgisi yanında yer alan Romuluss, bir sürü insanın ölümüne sebep olurken, kendi ölümünü düşünerek teselli olmuştur. şimdi kendi ölümü gerçekleşmeyince, o insanların ölümü onun yıkılmasına ve ölümüne dek acı çekmesine neden olacaktır. Romuluss’un yaşaması onun şimdiye dek bütün yaptıklarının anlamsız hale getirecektir.

Bu iki imparatoru karşılaştırdığımızda, ikisinin de dünya görüşlerinin koşut olduğunu, ilgi alanlarının aynı olduğunu, savaştan çok barıştan yana olduklarını, devletten çok vatandaşın yanında yer aldıklarını görüyoruz. Fakat yaşadığımız dünyada bu tür insanların başarılı olmaları olanaksız görülüyor. Bu iki bilge insanın (Romuluss ve Odoaker) özverileri dünyayı kurtarmaya yetmiyor. Romuluss emekli edilip yaşamak zorunda kalınca, Odoaker ile kendi durumunu şöyle değerlendirir: ” – Azizim Odoaker, ben kader rolü oynamak istedim, sen ise kaderinden kaçmak istedin. Ve şu anda ikimizin de kaderi, başarısız politikacılar olmak oldu.”7 Romuluss, çökmekte olan bir dünyada, içinde yaşadığı zamanın kötülüğünün farkına varıyor. O, bu kaos ortamında kimsenin hiç bir yerde emniyette olmadığını, insanlığa karşı yapılan saldırılar karşısında, hiç bir şeyin yapılamadığını görerek, bir şeyler yapmanın gerekliliğine inanmanın bir şeyleri degiştirmeyeceğini, başka bir deyişle dünyayı kurtarmaya yetmeyeceğini sonunda anlıyor. Romuluss inandığı ile gerçek olanın farklılığını görüyor ve “hakikatin fikirlerini düzelttiğini” söylüyor. Bize göre Romuluss’un büyüklüğü bu gerçeği kabullenmesini bilmesidir. Yani degiştirmeyi deneyip, degiştiremediği yazgısına katlanmasıdır. Yaşaması onun suçluluğunun kanıtı olmasına karşın, kendisini korkunç olanı kabullenmeye zorlayabilmesidir.

Adalet gerçekleşiyor mu?

Romanın yıkılıp Germanların eline düşmesiyle adalet tecelli ediyor mu? Adil olmayan bir dünya yıkılırken, adil olacak bir dünya kurulabiliyor mu? Romuluss kendi düşüncesinde yarattığı hak ve adaleti gerçekleştirmek isterken, gerçeğin onun beklenti ve hesaplarını doğru çıkarmadığını görüyoruz. Bir başka deyişle, o dünyayı yargılamayı düşünürken, dünya tarafından yargılanıyor. Romuluss tarafından oyunun başında maskelenen adalet kavramının kapsamı, oyunun sonuna doğru genişliyor. Burada diyalektik biçimde gelişen adalet konusunun kişiler arasındaki aşamalarını görüyor ve adalet kavramının göreceli bir kavram olduğunu saptıyoruz. Bir taraftan Romuluss Roma’yı suçlu bulup onu geçmişiyle yargılarken, öte yandan German esaretinden kaçan Emilian da Romuluss’u Roma’ya zarar veren hatta ihanet eden bir imparator olarak suçlu bulup yargılar. Burada Emilian’ı ilgilendiren Romuluss değil, onun imparatorluğunun geleceği ile ilgili verdiği karardır. Diğer taraftan Germanların Roma halkı ve kendisi için cellat olarak gören Romuluss kendisi için de uygun gördüğü ölüm cezasına çarptırılmaz ve yaşamak zorunda kalır. Buradan hareketle adalet kavramının çok yönlü olduğunu ve herkes tarafından farklı algılandığını görüyoruz. Yurtsever Emilian için suç ve ihanet olan, Romuluss için hakça bir davranış ya da adaletin bir işlevi olabiliyor.

Yaş Bayanın Ziyareti8 adlı oyunda Clarie’nin III. Alfred’i öldürtmek için Güllen halkını kullandığı gibi, Romuluss da kendi halkını Germanlara öldürtmek için imparatorluğunu kullanıyor. Clarie’nin adaleti gerçekleştirmek uğruna, bütün dünyayı suça boğduğu gibi. Romuluss da adalet uğruna birçok insanın ölümüne ve adil olmayacak bir dünyanın kurulmasına neden oluyor. O halde bu iki yapıt arasında şu koşutluğu görüyoruz: Her iki durumda da mutlak adaleti gerçekleştirmek mümkün olmamıştır. Hatta, adaletin tecelli etmesi için, var olan dünyayı mahvetmenin bile boşuna olduğu görüşü bütün açıklığıyla her iki oyunda da ortaya konmuştur. Dürrenmatt’ın bu dünyada adaletin tecelli etmesinin olanaksız olduğu görüşü, bu oyunda da yineleniyor.

Romuluss dünyadaki adaletsizliği ortadan kaldırıp adaleti gerçekleştirmek isterken, adaletsizliğin kaynagi olarak Roma imparatorluğunu görüyor. Odoaker ise, aynı endişeyi German imparatorluğundan duyuyor. Gerçekte suçlu olan imparatorluklar mı? Yoksa daha baştan itibaren suçlu olan dünya mı? Bize göre, oyunun sonuna doğru kapsamı genişleyen ve çok yönlü olan suç sorununun arkasında gizlenen çaresizlik ve ümitsizliğin dünyası var. İnsan, bu çaresizliğin dünyasında, olanları ve olacakları kabullenmek zorundadır. Bu çaresizlik, sadece Romuluss’un Roma imparatorluğunu mahvetme ve yıkma amacı değil, aynı zamanda Odoaker’in gelecekteki çaresizliğinin de bir göstergesidir. Durumun çaresizliğine, ümitsiz olsa bile, karşı koymak, burada bir görüş olarak karşımıza çıkıyor: “Romuluss: Acele edelim. Ama, bir defa daha son defa olarak, komedya oynayalım. Hesap burada doğru çıkmış gibi ve ruh, madde insanını yenmiş gibi yapalım.”9 Romuluss boşvermişliğin ve maskaralığın bütün bilinciyle dünyayı olduğu gibi yönetmeyi deniyor. Böylece, insanın suçlu olma sorunu, yerini dünyanın suçlu olmasına bırakıyor.

Sonuç olarak, dünyanın sahip olduğu ve insanın karşı koyamadığı suç, insanı her zaman çaresizlik içine düşürüyor. Bu durumda insan iki seçenekle karşı karşıya kalıyor: Çaresizlik içinde bile, ya kendisi için mümkün olanı yapmayı deniyor ya da olacakları ümitsizlikle karşılamayı göze alıyor. Romuluss’un yaptığı gibi, insan için mümkün olan, ya yurt sevgisi yerine, insan sevgisi olarak küçük bir düzlemde, ya da insanın engel olamadığı bir durumda, geneli kurtarma ve feda etme yiğitliğinde kendini gösteriyor.

KAYNAKÇA

Friedrich Dürrenmatt, Der Besuch der alten Dame (Zürich: Arche Verlag , 1956). Friedrich Dürrenmatt, Büyük Romuluss, çev. Vural Ülkü (Ankara: 1977) Friedrich Dürrenmatt, Durrenmatt Die Physiker, Komödie, Diogenes, 1998

Wetzel Christoph, Lexikon des Autoren und Werke, Ernst Klett Verlag, Stutgart, 2001 Germanistentreffen, Deutschland-Turkei Bonn, 1994

Batı Dilleri ve Edebiyatı Dergisi, Eğe Üniversitesi Basımevi, İzmir, 1991

***

1. Friedrich Dürrenmatt, Büyük Romuluss, çev. Vural Ülkü (Ankara: 1977), s.46.

2. a.g.e., s. 49.

3. a.g.e., s. 50.

4. a.g.e., s. 48

5. a.g.e., s. 50.

6. a.g.e., s. 75.

7. a.g.e., s. 74.

8. Friedrich Dürrenmatt, Der Besuch der alten Dame (Zürich: Arche Verlag , 1956).

9. Friedrich Dürrenmatt, Büyük Romuluss, çev. Vural Ülkü (Ankara: 1977), s. 75.

  • Bu makale Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi Güz 2007’de yayımlanmıştır. 

Friedrich Dürrenmatt’ın “Büyük Romuluss” Adlı Yapıtı Üzerine Bir Çalışma yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Meşruiyet Kavramı ve Anayasaların Meşruiyeti Problemi

$
0
0

Caesars casino hmsa GİRİŞ

Meşruiyet kavramı sosyal bilimler literatüründe üzerinde en çok tartışılan konulardan biri olmasına rağmen, içeriği, unsurları ve siyasi sistem üzerindeki etkileri konusunda genel bir uzlaşmanın varlığından söz etmek güçtür. Anayasaların meşruiyeti problemi ise, genel olarak meşruiyet kavramı kadar tartışma konusu olmasa da, son zamanlarda üzerinde düşünülmeye ve konuşulmaya başlanan konulardan biridir. Özellikle, Doğu Avrupa ve eski SSCB’deki komünist rejimlerin çökmesinin ardından yapılan yeni anayasaların geleceğinin tartışıldığı bir ortamda meşruiyet kavramına sık sık başvurulmakta, kavramın çeşitli boyutları post-komünist siyaset ve hukuk laboratuvarında masaya yatırılmaktadır. Anayasaların meşruiyeti problemi sadece yeni anayasalar açısından değil, eski anayasalar açısından da önem taşımaktadır. Bugün eski anayasaların karşı karşıya oldukları değişim talepleri, dikkatleri bir kez daha meşruiyet kavramı ve anayasaların meşruiyeti problemi üzerinde yoğunlaştırmaktadır.

Bu makalede, genel olarak meşruiyet kavramı, özel olarak ise anayasaların meşruiyeti problemi üzerinde durulacaktır. Makalenin ilk bölümünde, meşruiyet kavramıyla yakından ilgili iktidar ve otorite kavramlarını tanımlayarak iktidar, otorite ve meşruiyet arasındaki ilişkiye işaret edeceğiz. İkinci bölümde, Alman sosyolog Max Weber’in meşruiyet çözümlemesi bağlamında, sosyal bilimler literatüründe meşruiyet kavramı üzerine yapılan tartışmaları kısaca ele alacağız. Üçüncü bölümde, ikinci bölümdeki tartışmalar ışığında, meşruiyet kavramının kullanılabilir bir tanımına ulaşmaya çalışacağız. Bu bölümde aynca, yaptığımız tanım çerçevesinde, “siyasi kültür – anayasa yapımı – fonksiyonel etkinlik” unsurlarından oluşan üç ayaklı bir meşruiyet modeli kurarak anayasaların meşruiyeti problemini açıklayacağız.

Bu makale, hipotetik-dedüktif bir yöntemle meşruiyet kavramını açıklamayı amaçlayan kapsamlı bir çalışmanın ilk aşaması olarak düşünülebilir. Bilindiği gibi, hipotetik-dedüktif yöntemde bilimsel bilgiye üç aşamadan geçerek ulaşılır: Genel bir hipotezin ortaya konması, bu hipotezden yola çıkarak belli bir düşüncenin formüle edilmesi, bu formülün veya formüllerin deney veya gözlem yoluyla test edilmesi. Bu makalede geliştirilen hipotez ve formüllerin, ileride somut olaylarda test edilmesinin, en azından bu konuda bir tartışmanın açılmasının, meşruiyet kavramının analitik bir çerçeveye oturtulmasına katkıda bulunacağına ve yeni anayasa arayışlarının sürekli gündemde olduğu ülkemizde, anayasaların yaşaması için büyük önem taşıyan bu kavramının daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağına inanıyoruz.

1 . İKTİDAR VE OTORİTE, İKTİDAR – OTORİTE – MEŞRUİYET İLİŞKİLERİ

Meşruiyet kavramının tanımını vermeden önce, bu kavramla yakından ilgili iki kavram, iktidar ve otorite kavramları üzerinde durmak yerinde olur1. İktidar geniş anlamıyla birine aksi halde yapmayacağı bir şeyi yaptırmayı ifade eder2. İktidar sahipleri veya iktidarı ellerinde tutanlar muhalefet veya direnmeyle karşılaşsalar dahi, iradelerini empoze etme imkanına sahiptir. Kısacası, iktidar bir kimsenin veya bir grubun diğerlerini kontrol edebilme kapasitesini anlatır. Bu anlamıyla iktidar, çeşitli sosyal ve siyasal ilişkilerde gözlenebilir. Örneğin, ataerkil bir ailede, aile babası diğer aile fertleri üzerinde böyle bir kapasiteye sahiptir. Aynı şekilde, klüp, sendika veya siyasi parti gibi çeşitli örgütlenmelerde bu tür bir iktidarın varlığından söz etmek mümkündür. Ancak siyasi iktidar, içinde güç kullanma tekelini barındırması nedeniyle, bu tür örgütlenmelerde görülen iktidarlardan önemli ölçüde ayrılır. Bir başka deyişle, ne klüp müdürü, ne sendika başkanı, ne de siyasi parti lideri kararlarını uygulatmak için meşru olarak güç kullanmaya muktedir veya yetkili değildir. Asli olarak güç kullanma tekelini elinde tutan tek kurum devlettir. Devlet, yasalara uymayan vatandaşları belli şartlar gerçekleştiğinde ve belli kurallar çerçevesinde güç kullanarak. bu yasalara uygun davranmaya zorlayabilir.

Siyasi iktidar şiddet tekelini içinde barındırdığı halde, bu, siyasi iktidarın sadece güce dayandığı anlamına gelmez. Tarihi örnekler bize göstermiştir ki, hiçbir siyasi iktidar sürekli olarak gerçek güç kullanımı veya güç kullanma tehdidiyle var olamaz. Salt güce dayanan rejimler karar ve emirlerini güce başvurdukları sürece uygulatabilirler ama sonunda istikrarsızlığa düşmeleri kaçınılmazdır. Bu yüzden yöneticiler yönetmeyi sürdürebilmek ıçın iktidarlarını meşru temellere oturtmaya, bir başka deyişle iktidarlarını otoriteye dönüştürmeye mecburdur.

Bu son açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere, ele alacağımız ikinci kavram, otorite, aslında iktidarın özel bir biçimini, “meşru iktidarı” ifade eder. Otorite sahipleri de, iktidar sahipleri gibi karar ve emirlerini muhalefet veya direnmeyle karşılaşmadan uygulatabilirler. Ancak bu durumda, söz konusu karar ve emirlerin muhatapları bunları veren otoritelerin yönetme hakkını tanır; yani yönetilenler yönetenlere kendi istekleriyle itaat eder. Bu çerçevede otorite, en genel anlamıyla, yönetme hakkı olarak tanımlanabilir3. Otorite güçle desteklenmiş olsa da, temel olarak yönetilenlerin rızasına dayanır. Öyleyse, meşruiyet, yönetilenlerin yönetenlere itaatını sağlayan temel unsur olarak karşımıza çıkar ve meşru iktidar otorite adını alır.

Bu kısa karşılaştırma, bize konumuzla ilgili üç önemli kavram, iktidar, otorite ve meşruiyet kavramları ve aralarındaki ilişki hakkında bir fıkir vermektedir, ancak bu, meşruiyet kavramının içeriğini tam olarak netleştirmek için yeterli değildir. Bir takım pratik ve teorik problemler bu kavramın genel kabul gören bir tanımını vermemizi güçleştirmektedir. Pratik alanda, Rodney Barker’ın işaret ettiği gibi, günümüzde hemen her tür sosyal ilişkide meşruiyet kavramına atıf yapılmakta, bu ise, ister istemez kavramın içeriğini belirsizleştirmektedir4. Teorik alanda da durum farklı değildir. Sosyal bilimler literatüründe de, meşruiyet kavramı farklı disiplinler tarafından farklı biçimlerde anlaşılmakta ve anlatılmaktadır. Bundan sonraki kısımlarda ele alacağımız yazarların görüşlerinin yardımıyla bu tanım zorluğunun üstesinden gelmeye çalışacağız.

2. WEBER’İN MEŞRUİYET ÇÖZÜMLEMESİ VE WEBER’İ İZLEYEN YAZARLAR

Sosyal bilimler literatüründe, meşruiyete ilişkin tartışmalar genellikle Alman sosyolog Max Weber’in otorite ve meşruiyete ilişkin çözümlemeleriyle başlar. Weber şöyle yazmaktadır: “Tecrübelerimiz bize göstermiştir ki, hiçbir otorite sistemi, sadece maddi, duygusal veya ideal motiflere dayanarak sürekliliğini sağlayamaz. Bütün bunlara ek olarak, her otorite sistemi meşruiyetine ilişkin bir inanç oluşturmak ve beslemek gayretindedir.”5 Weber’in görüşlerinde iki unsur dikkat çekmektedir: Birincisi, yazar meşruiyeti siyasi rejimlerin yaşaması için en önemli faktör olarak görmektedir. İkincisi ise, yazar meşruiyet kavramını tanımlarken inanç unsurunu esas almaktadır. Bu genel tespitler çerçevesinde, Weber üç tip hakimiyet veya otorite tipini ayırdetmektedir; geleneksel, karizmatik ve hukuki-rasyonel otorite. Geleneksel otorite, belli bir toplumda uzun zamandan beri yaşayan geleneklere dayanırken, karizmatik otorite bir liderin olağanüstü özelliklerinden kaynaklanır. Karizmatik otorite tipinde halk belli bir liderin sahip olduğu olağanüstü bir takım nitelikler dolayısıyla ona itaat ederken, geleneksel otorite tipinde vatandaşların yöneticilere itaat etmesinin nedeni, siyasi iktidarın geleneklere uygun olarak ele geçirip kullandığına olan inançtır. Hukuki-rasyonel otorite tipinde ise, otorite rasyonel bir hukuk sisteminin sonucudur. Bu otorite tipinde, insanlar geleneksel olarak saygı gören bir şefe veya karizmatik bir lidere değil, bir dizi soyut, genel ve kişilik dışı kurala bağlılık gösterir. Weber’e göre, modern dünyada geçerli olan otorite tipi hukuki-rasyonel otoritedir6 . Özet olarak, siyasi iktidarı ellerinde tutanlar, Weber’in çözümlemesine göre, yönetilenlerin rızasını talep ederken adeta şöyle seslenmektedir: Geleneksel şef: “Bana itaat et, çünkü halkımız yüzyıllardan beri şeflerine itaat etmiştir.”; karizmatik lider: “Bana itaat et, çünkü ben senin hayatını değiştirebilirim.”; hukuki-rasyonel yönetici: “Bana itaat et, çünkü ben senin hukuka uygun olarak atanan yöneticinim.”7 Weber’in sınıflandırması dikkatli incelendiğinde, meşruiyetin hukukilikle aynı şey olmadığı hemen ortaya çıkar. Hukukilik esas olarak, hukuka veya kanunlara uygunluğu anlatır. Yöneticilerin anayasa ve kanunlara uymaları, o yöneticilerin yönetilenler gözünde meşru olduğu anlamına gelmez. Bir başka deyişle, yöneticiler karar alırken, emir verirken pozitif hukuka uygun davranabilirler, ancak buna rağmen yönetilenlerin çoğunluğu veya bir kısmı yöneticilerin yönetme hakkını tanımayabilirler veya meşru olduğuna inanmayabilirler. Cari J. Friedrich, buna örnek olarak 18. yy. Fransası’ndaki XVI. Louis yönetimini göstermektedir8. Bazı durumlarda bunun tersi de söz konusu olabilir; yani hukuka uygun davranmayan bir rejim halk tarafından meşru sayılabilir. Kuşkusuz hukukilik meşruiyetin artmasına katkıda bulunur, ancak her zaman hukuka uygun bir rejimin meşru olduğu söylenemez. Bu tespitler anayasalar için de geçerlidir. Anayasa yapım aşamasında hukuki devamlılığın sağlanması, hukukiliğin gözetilmesi, yani yeni anayasanın eski anayasada yer alan anayasa değişikliğine ilişkin kurallara uygun olarak yapılması, yeni anayasaya belli şartlar altında meşruiyet kazandırabilir, ancak bu sadece hukukilikten kaynaklanan bir meşruiyettir. Tarihi örnekler bize göstermiştir ki, hukukilik veya hukuki devamlılık anayasaların sosyolojik anlamda meşruiyet kazanmaları ve yaşamaları için yeterli değildir9 .

Weber’in görüşleri bazı yazarlar tarafından eleştirilmesine rağmen 10, pek çok sosyal bilimci onun görüşlerinden etkilenmiş ve meşruiyet kavramını onun izinden giderek tanımlamıştır. Bu çerçevede, örneğin Seymour Martin Lipset ve Juan J. Linz “minimalist” bir meşruiyet tanımı ortaya koymuşlardır. Lipset’e göre meşruiyet, siyasi sistemin, mevcut siyasi kurumların toplum için en uygun kurumlar olduğuna ilişkin bir inancı yaratma ve sürdürme kapasitesini ifade eder11. Linz de meşruiyeti hemen hemen aynı biçimde tanımlamıştır. Yazara göre meşruiyet, yetersizlik ve başarısızlıklarına rağmen, mevcut siyasi kurumların inşa edilebilecek başka kurumlardan daha iyi olduğuna ilişkin inançtır12.

Bu yazarlar kısaca şunu söylemektedir: “Eğer bir siyasi sistemin mensupları, kendileri için, X kurumlar sisteminin, Y veya Z kurumlar sisteminden daha uygun veya daha iyi olduğuna inanıyorlarsa, X kurumlar sistemi meşrudur.” Dikkat edilecek olursa, bu formülde anayasalardan değil siyasi kurumlardan söz edilmektedir, ancak bu, söz konusu formülün anayasalar için kullanılamayacağı anlamına gelmez. Çünkü anayasalar siyasi sistemin temel kurumlarını içerir. Anayasaların bu özelliğini dikkate alan Herman Finer anayasayı, “temel siyasi kurumlar sistemi” olarak tanımlamıştır 13. Öyleyse siyasi kurumlar için verdiğimiz formülü anayasalar için de kullanabiliriz. Üstelik, Seymour Martin Lipset ve Larry Diamond daha sonra yazdıkları bir makalede, “siyasi kurum” kavramı yerine “anayasal düzenlemeler” kavramını kullanarak bu fikrimizi teyid etmişlerdir. Yazarlara göre, meşruiyetten söz edebilmek için, elitlerin ve kitlenin, sistemin, yani belli bir idarenin veya yöneticilerin değil, anayasal düzenlemelerin (the set of constitutional arrangements),en iyi (veya kötünün iyisi) devlet veya hükümet biçimi olduğuna ilişkin bir inacı paylaşmaları gerekir14. Bu tespitler ışığında anayasaların meşruiyetine ilişkin tanımı şu şekilde formüle edebiliriz: “Eğer bir siyasi sistemin mensupları, kendileri için, X anayasasının, Y veya Z anayasasından daha uygun veya daha iyi olduğuna inanıyorlarsa, X anayasası meşrudur.”

Meşruiyet kavramının tanımına ilişkin açıklamalarımıza son vermeden önce, bu kavrama farklı bir açıdan yaklaşan David Easton’ın görüşleri üzerinde de durmamız gerekir. Yazara göre meşruiyet, siyasi sistemin herhangi bir unsuruna15 yöneltilen bir tür destekleyici duyguyu ifade eder16. Görüldüğü gibi Easton, Weber ve onu izleyen Lipset ve Linz’in aksine “inanç” unsurunu değil, “destek” unsurunu esas almaktadır. Easton bu tanımıyla, ilk bakışta, minimalist tanımlara bir alternatif getirmiş gibi görünse de, aslında onun tanımı minimalist tanımları tamamlamaktadır. Çünkü destek meşruiyet kavramı içinde yer alan inanç unsurunun bir sonucudur. Destek unsurunu meşruiyet tanımına sokan Easton bu kavramın gözlenmesini ve somutlaştırılmasını kolaylaştırmıştır. Öyleyse Easton’ın tanımı ışığında yukarıda verdiğimiz formülü bir kez daha ifade edebiliriz: “Eğer bir siyasi sistemin mensupları, kendileri için, X anayasasının, Y veya Z anayasasından daha uygun veya daha iyi olduğuna inanıyor ve o anayasayı destekliyorlarsa, X anayasası meşrudur.”

Lipset, Linz, Diamond ve Easton’ın çözümlemeleri bizi kullanılabilir bir meşruiyet tanımına ulaştırmış görünmektedir, ancak bu tanımın hala eksikleri olduğu söylenebilir. Burada karşımıza çıkan en önemli problem, bir anayasanın siyasi sistemin mensupları tarafından desteklenip desteklenmediğinin nasıl tespit edileceğidir. Bu problem üzerinde düşünürken anayasanın yürürlüğe giriş ve uygulanma aşamalarını ayrı ayrı değerlendirmek gerekir.

Anayasalar farklı biçimlerde kabul edilip yürürlüğe girebilir, ancak burada bizim açımızdan önemli olan, anayasanın halkoyuna sunulup sunulmadığıdır. Eğer bir anayasa halkoyuyla kabul edilip yürürlüğe giriyorsa halkoyu sonuçları söz konusu anayasaya siyasi sistemin mensupları tarafından verilen destek, dolayısıyla anayasanın başlangıçtaki meşruiyeti hakkında bir fıkir verebilir 17 . Eğer bir anayasa halkoylamasına sunulmadan, bir kurucu meclis veya kurucu meclis işlevi gören normal bir meclis tarafından kabul edilip yürürlüğe giriyorsa, bu durumda anayasa yapıcıların gerçekten siyasi sistemdeki büyük grupları temsil etme yeteneğine sahip olup olmadığına bakılır. Toplumdaki önemli kesimleri temsil yeteneği ve yetkisine sahip olduğu varsayılan bir meclis tarafından yapılan bir anayasanın, kabulüne ilişkin oylama, siyasi sistemdeki önemli grupların o anayasaya verdiği desteği yansıtır.

Bir anayasanın meşruiyeti, uygulanması aşamasında azalabilir veya artabilir. Ancak anayasa yürürlüğe girdikten sonra bunu tespit etmek, yani siyasi sistemdeki birey ve grupların anayasaya destek verip vermediğine ilişkin bir değerlendirme yapmak, anayasanın başlangıçtaki meşruiyetini tespit etmekten daha güçtür. Bu konuda, anayasa hakkında yapılacak kamuoyu yoklamaları bize yardımcı olabilir, ancak bu tür bir araştırmanın pratik ve teorik bir takım zorluklar içerdiği de bir gerçektir. En başta, araştırmanın finansmanı, araştırmayı yapacak bilgi ve tecrübeye sahip bir kadronun kurulması ve araştırmanın yapılacağı ülkenin sosyo-politik ve demografik koşullarının belirlenmesine ilişkin zorlukların aşılması gerekir. Bu zorluklar aşılsa dahi, belli bir toplumda yaşayan bireylerin farklı eğitim düzeylerine ve farklı dünya görüşlerine sahip oldukları unutulmamalıdır. Siyasi sistem mensuplarının fikirleri zaman içinde gelişen şartlara bağlı olarak değişebilir. Daha da önemlisi, siyasi sistem mensuplarının belli bir konuda beklentilerinin olması için o konuya ilgi duymaları, en azından o konudan haberdar olmaları gerekir. Bütün bunlar birlikte değerlendirildiğinde, anayasa gibi spesifik ve uzmanlık gerektiren bir konuda, kamuoyu yoklaması yöntemiyle bireylerin tavırlarının doğru bir şekilde ortaya konması oldukça güç görünmektedir. Ancak yine de, bu konuda yapılan sınırlı araştırmalardan yararlanmak mümkündür.

Kamuoyu yoklaması dışında, bir anayasanın yürürlüğe girdikten sonra siyasi sistem mensuplarının desteğine sahip olup olmadığını tespit etmek için önerilecek bir başka yol, sistemdeki anayasal değişim taleplerinin incelenmesidir. Günümüzde, çağdaş siyasi sistemlerin çoğunda, özellikle demokratik sistemlerde siyasi sistem mensuplarının beklenti ve tercihleri siyasi partiler tarafından ifade edilip savunulmaktadır. Anayasal değişim konusunda da durum farklı değildir. Bugün pek çok sistemde anayasal değişim tartışmaları siyasi partiler tarafından ortaya atılmakta ve yürütülmektedir. Bir anayasa değişikliği söz konusu olduğunda da teklifın hazırlanması, olgunlaştırılması ve kabul edilmesi aşamalarında siyasi partiler en önemli aktörler olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla, siyasi partiler tarafından dile getirilen anayasal değişim talepleri de anayasanın meşruiyetinin tespitinde değerlendirilmesi gereken verilerdir. Ancak, burada anayasal değişim taleplerinin ne kadarının siyasi sistemdeki önemli grupların istek ve beklentilerini yansıttığının, ne kadarının siyasi partiler tarafından manipüle edildiğinin ve ne kadarının sadece siyasi partilerin kendi menfaatlerinden kaynaklandığının da araştırılması gerekir. Siyasi partiler tarafından dile getirilen anayasal değişim talepleri yanında, bürokrasi, sivil toplum örgütleri ve doğrudan kitle tarafından ifade edilen talepler de anayasanın meşruiyetinin tespitinde bize yardımcı olabilir.

Sonuçta, yukarıda yeterli ve yetersiz yönleriyle ele alınıp açıklanan yöntemlerin yardımıyla anayasalann meşruiyeti konusunda bir değerlendirme yapmak mümkündür, ancak, fikrimizce, bu konuda hala teorik bir cihazın veya modelin eksikliği hissedilmektedir. Biz bu eksikliği gidermek amacıyla, meşruiyetin unsurlarını veya kaynaklarını tespit etmeye ve bu tespitler çerçevesinde inşa edeceğimiz model sayesinde meşruiyetin varlığı veya yokluğunu çok-boyutlu bir bakış açısıyla ortaya koymaya çalışacağız.

3. SİYASİ KÜLTÜR, ANAYASA YAPIMI, FONKSİYONEL ETKİNLİK: BİR MEŞRUİYET MODELİ ÖNERİSİ

Yukarıda, “Eğer bir siyasi sistemin mensupları, kendileri için, X anayasasının, Y veya Z anayasasından daha uygun veya daha iyi olduğuna inanıyorlar ve bu anayasayı destekliyorlarsa, X anayasası meşrudur.” şeklinde bir formül vermiştik. Öyleyse, anayasaların meşruiyetine ilişkin teorik bir model kurarken sormamız gereken ilk soru şudur: “Siyasi sistemin mensupları niye X anayasasının Y veya Z anayasasından daha uygun veya daha iyi olduğunu düşünsünler ve bu anayasayı desteklesinler?” Bu sorunun cevabını vermek için, yine Lipset ve Linz’in siyasi sistemler konusundaki çözümlemelerine başvurabiliriz. Bu yazarlara göre, böylesi bir meşruiyetin iki ana kaynağı vardır: siyasi kültür ve fonksiyonel etkinlik18. Siyasi kültürden kasıt siyasi objelere ilişkin değer, inanç ve tavırlardır. Siyasi kurumların yaşaması için siyasi kültürden kaynaklanmaları, onunla uyum içinde olmaları gerekir. Bu tespit anayasalar açısından da doğrudur: Bir anayasa ne kadar çok bir toplumun siyasi kültürünü yansıtıyorsa meşruiyeti ve dolayısıyla yaşama şansı o kadar artar. Fonksiyonel etkinlikten kasıt ise, siyasi kurumların belli bir siyasi sistemdeki birey ve grupların beklentilerini yerine getirebilme kapasitesidir. Anayasalar açısından düşünecek olursak, bir anayasa belli bir toplumda ne kadar çok grubun anayasal beklentilerini tatmin edebiliyorsa meşruiyeti ve dolayısıyla yaşama şansı o kadar artar. Meşruiyet kavramını anayasalar açısından incelerken siyasi kültür ve fonksiyonel etkinlik yanında anayasa yapım sürecinin özelliklerini de göz önüne almamız gerekir. Bir siyasi sistemde bulunan büyük gruplar anayasa yapımına ne kadar çok katılırsa ve ortaya çıkan belge bu grupların anayasal istek ve beklentilerini ne kadar çok karşılarsa söz konusu gruplar o anayasaya o kadar sahip çıkar, destek verir. Sonuçta yine anayasanın meşruiyeti ve yaşama şansı artar.

Özetleyecek olursak, anayasaların yaşaması meşru olmalarına bağlıdır; bu ise, siyasi kültür, fonksiyonel etkinlik ve anayasa yapımını içine alan üç ayaklı bir modelle açıklanabilir. Bu üç ayaklı model yardımıyla, belli bir siyasi sistemdeki anayasal değişim dinamiklerini incelemek ve anayasaların geleceği hakkında tahminlerde bulunmak mümkündür. Makalenin bundan sonraki bölümünde söz konusu modeli geliştirmek ve pekiştirmek amacıyla bu üç kavram (siyasi kültür, fonksiyonel etkinlik ve anayasa yapımı) aynntılı olarak incelenecektir.

Siyasi Kültür

Yukanda kısaca değindiğimiz gibi, siyasi kültür bireylerin siyasi objelere ilişkin inanç, değer ve tavırlarını ifade eder19. Kuşkusuz, bu tanımda geçen siyasi obje kavramı oldukça geniş bir kavramdır ve bazı yazarların da ifade ettiği gibi anayasa bu siyasi objeler arasında yer alır 20. Öyleyse, belli bir toplumda yaşayan bireylerin anayasaya ilişkin inanç, değer ve tavırları da o toplumun siyasi kültürünün önemli bir parçasını teşkil eder. Buna göre, aşağıda meşruiyet açısından siyasi kültüre ilişkin yapacağımız değerlendirmeler büyük ölçüde anayasalar için de geçerli olacaktır.

Bu bölümde üzerinde duracağımız ilk soru şudur: “Siyasi kültür genel olarak siyasi kurumlann ve dolayısıyla siyasi sistemin meşruiyetine nasıl katkıda bulunur?” Bugün özellikle siyaset sosyolojisi literatüründe yaygın olarak kabul edilen bir görüşe göre, siyasi kurumların yaşamaları o kurumların o siyasi sistemde hakim olan siyasi kültürle uyumlu olmalarına bağlıdır21. Bir başka şekilde ifade edecek olursak, bir siyasi sistemde siyasi kurumların yaşaması destekleyici bir siyasi kültürün varlığını gerektirir. Bu tespit bir “temel kurumlar sistemi” olan anayasa için şu şekilde formüle edilebilir: “Eğer X anayasası A toplumunda yaşayan bireylerin inanç, değer ve tavırlarıyla uyum içindeyse, bu bireyler X anayasasının Y veya Z anayasasından daha uygun vaya daha iyi olduğunu düşünür ve X anayasasını destekler.”

Bu aşamada hemen şunu belirtmek gerekir ki, siyasi kültür “monolitik” bir yapı değildir, yani belli bir zamanda, belli bir toplumda hakim olan siyasi kültür, çeşitli faktörlerin etkisiyle kendi içinde farklılaşabilir22. Bu bağlamda, özellikle elit siyasi kültürü-kitle siyasi kültürü ayrımına dikkat çekmek gerekir. Genellikle belli bir toplumda liderlik ve yöneticilik vasıflarıyla öne çıkan, belli ayrıcalıklara sahip bir kadro olarak elitler, eğitimleri ve konumları gereği, kitleye göre farklı (hatta pek çok örnekte gözlendiği gibi, insan yaşamı ve varlığına ilişkin evrensel standartları ön plana çıkaran) bir siyasi kültüre sahiptir veya böyle olması beklenir. Elit kadroların ortaya çıkışı ve siyasi kültürlerinin oluşma süreci bu makalenin sınırlarını aşar, ancak burada şu kadarını söylemek gerekir ki, elitler siyasi süreci, olağan ve olağanüstü dönemlerde şekillendirebilme yeteneğine ve yetkisine sahiptir. Dolayısıyla, sadece olağan değil, olağanüstü dönemlerde de alınan siyasi kararlar, yapılan siyasi tercihler elit siyasi kültürünü yansıtır. Bir siyasi sisteme ilişkin temel tercihleri içeren ve gelecek kuşaklan da bağlayan anayasalar da genellikle elit siyasi kültürünün bir yansımasıdır. 23

Bu açıklamalardan çıkaracağımız ilk sonuç şudur: Bir anayasanın yaşaması için en azından elit desteğine sahip olması gerekir. Eğer bir anayasayı yapan elitler ona inanmıyorlarsa, o anayasa söz konusu elitlerin inanç, değer ve tavırlarıyla uyum içinde değilse, o anayasa ölü doğmuş demektir. Harriet B. Applewhite bu konuda 1791 Fransız Anayasasını örnek olarak göstermektedir. Yazara göre, anayasa yapıcılar tarafından dahi desteklenmeyen bir anayasanın halk desteğine sahip olmasını beklemek gerçekçi değildir24. O zaman anayasa-siyasi kültür ilişkileri açısından en kötü ihtimal, anayasanın hem elitlerin hem de kitlenin kültürüyle uyumsuzluk göstermesidir. En iyi ihtimal ise, anayasanın elitler ve kitle tarafından ortaklaşa paylaşılan bir siyasi kültürden kaynaklanmasıdır. Bu ihtimalde, destekleyici bir siyasi kültür anayasadan önce mevcuttur ve bu kültür anayasaya vücut verir. Dolayısıyla, anayasa ile siyasi kültür arasında baştan beri bir uyum söz konusudur. Örneğin Lawrance M. Friedman’a göre, 1787 Amerikan Anayasasında ifadesini bulan kuvvetler ayrılığı prensibi ve fren ve dengeler sistemi anayasanın yapılmasından önce Amerikan toplumu tarafından benimsenmiştir. “İktidar temerküzü”nün sakıncalarına dikkat çeken 18. yy. düşünürlerinin fikirleri, Amerikan toplumunda geniş yankı bulmuş ve kabul edilmiştir. Friedman’a göre, anayasa bu tavrın bir nedeni değil, sonucudur 25. Ancak, tarihi örnekler bize göstermiştir ki, anayasa ile siyasi kültür arasında ilişkiler açısından başka ihtimaller de mevcuttur. Pek çok örnekte rastlanan durum, anayasanın elit siyasi kültürü ile uyumlu, ancak kitle siyasi kültürü ile uyumsuz olmasıdır. Bu konuda, 2. Dünya Savaşı sonrasında, bağımsızlıklarını kazanan sömürgelerde yapılan anayasalar örnek olarak gösterilebilir. Peki, bu durumda ne olacaktır? Kitlenin desteğine sahip olmayan bir anayasa yaşayabilir mi? Fikrimizce, bu soruya olumlu yanıt vermek zordur. Bir anayasanın yaşaması için elit desteği gerekli, ama yeterli değildir. O anayasanın aynı zamanda geniş toplum kesimleri tarafından kabul edilip benimsenmesi gerekir. Bu, sadece söz konusu anayasanın yaşaması için değil, o anayasayı yapan elitlerin iktidarının devamı için de ön koşuldur. Peki, kitle, siyasi kültürü ile uyuşmayan bir anayasaya destek verir mi? Başlangıç meşruiyeti açısından düşünecek olursak, kitlenin inanç, değer ve tavırlarına ters bir anayasanın yürürlüğe girmesi bazı şartlar altında mümkündür. Örneğin, anayasa iç veya dış güçler tarafından empoze edilebilir. Bu durumda anayasanın baskıyla kitleye kabul ettirilmesi mümkündür. Veya, savaş, devrim, hükümet darbesi gibi büyük toplumsal olaylardan sonra, bu toplumsal olayların aktörleri tarafından veya onların himayesinde yapılan bir anayasa, söz konusu kişi veya kadrolara duyulan hayranlık veya güvenin bir neticesi olarak desteklenebilir. Nihayet, siyasi sistemin mensupları “bekle gör” düşüncesiyle siyasi kültürlerine ters bir anayasaya “evet” diyebilir. Hangi biçimde olursa olsun, minimum bir destekle yürürlüğe giren bir anayasanın-elit desteğinin devam etmesi koşuluyla-sahip olduğu minimum desteği sürdürebilmesi veya bu desteği arttırabilmesi için kitle tarafından benimsenmesi gerekir. Peki bu nasıl gerçekleşir? Başlangıçta anayasa kitlenin siyasi kültürü, yani inanç, değer ve tavırlarıyla uyumlu olmadığı için popüler destekten yoksun kalmıştır. Anayasanın kitlenin desteğini kazanması için bu uyumsuzluğun ortadan kalkması gerekir; ya anayasa değişecektir, ya siyasi kültür…

Peki siyasi kültür değişebilir mi? Bu sorunun cevabını vermeden önce, siyasi kültürün nasıl oluştuğu üzerinde durmamız gerekir. Siyaset bilimi ve siyaset sosyoloji literatüründe özellikle Gabriel A. Almond ve Sidney Verba tarafından geliştirilen siyasi kültüre ilişkin klasik teorilere göre, siyasi kültür çocukluk çağında siyasi sosyalizasyon yoluyla oluşur ve zaman içinde fazla değişikliğe uğramaz26. Siyasi sosyalizasyon belli bir siyasi sistemin mensuplarının; aile, okul, arkadaş çevresi gibi “sosyalizasyon ajanları” vasıtasıyla inanç ve değerlerini elde etme, tavırlarını geliştirme sürecini ifade eder27. Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi, siyasi sosyalizasyon, özellikle çocukluk çağında yaşanan eğitim süreciyle yakından ilgilidir. Pek çok bireyin siyasi kültürünün nüveleri çocukluk çağında ortaya çıkan faktörlerin etkisiyle şekillenir. Bu tespitlerde büyük ölçüde gerçek payı vardır, ancak siyasi sosyalizasyonun özellikle çocukluk çağında etkili olan bir süreç olduğunu kabul etmek bizi siyasi kültürün insan yaşamının belli bir çağında oluşan, zaman içinde değişmeyen bir özellik olduğu sonuca götürmemelidir28. Bugün yaygın olarak kabul edilen bir görüşe göre, siyasi kültür statik değildir; zaman içinde değişebilir .29. Özellikle, yaşamı boyunca siyasi sürece aktif olarak katılan birey, bu süreç içinde inanç ve değerlerini gözden geçirebilir, tavırlarını değiştirebilir. Sonuç olarak, kitle kültürüyle uyumsuz bir anayasa söz konusu olduğunda, minimum destekle yürürlüğe giren bu anayasanın yaşamaya devam etmesi onunla uyumsuzluk gösteren siyasi kültürün değişmesi mümkündür. Peki böyle bir değişim ne zaman, hangi şartlarda gerçekleşir?

Bu sorunun cevabı fonksiyonel etkinlik kavramında yatmaktadır. Deyim yerindeyse, başlangıçta meşruiyet açığıyla doğan bir anayasanın yaşayabilmesi için kitlenin güvenini kazanması gerekir. Eğer kitle başlangıçta siyasi kültürüne aykırı anayasanın zaman içinde “işe yaradığını” görürse, anayasa yerine siyasi kültürünü değiştirmeyi tercih edebilir. Alman siyasi kültürü böyle bir değişime örnek teşkil eder.

2. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da yapılan kamuoyu yoklamalarına göre, Alman halkının küçük bir bölümü monarşinin tekrar inşaasından yana olduğunu belirtmiştir. Halkın büyük bir bölümüne hakim olan tavır ise aldırmazlık veya kararsızlıktır. Federal Cumhuriyet’in kuruluşundan altı yıl sonra yapılan bir kamuoyu araştırması, halkın %52’sinin anayasa hakkında hiçbir şey bilmediğini, %14’ünün kararsız olduğunu, %5’inin ise anayasaya karşı tavrının olumsuz olduğunu ortaya koymuştur. Alman halkının ancak %30’u anayasaya karşı olumlu bir tavır takınmıştır. Ancak zaman içinde, anayasanın fonksiyonel etkinliği (özellikle hükümet istikrarını sağlaması, ekonomik kalkınmayı kolaylaştırması, insan haklarının korunması ve milli özgüvenin yeniden inşaası konusundaki katkısı), Alman halkının anayasaya karşı takındığı ilgisiz, kararsız ve olumsuz tavrı büyük ölçüde değiştirmiştir. 1972 yılında yapılan bir kamuoyu araştırması bunu teyid etmektedir. Bu araştırmaya göre, Alman halkının %52’si anayasa hakkında olumlu görüş açıklamıştır. Bu oran 1978 yılında %71’e çıkmıştır30. Bu örnekte de açıkça görülebileceği gibi, başlangıçta anayasa ile siyasi kültür arasında bir uyumsuzluk olsa dahi, anayasanın fonksiyonel açıdan etkinlik sağlaması durumunda, uyumsuz siyasi kültürün değişmesi mümkündür. Peki anayasanın meşruiyeti açısından bu kadar önem taşıyan etkinlik veya fonksiyonel etkinlik kavramını nasıl tanımlayabiliriz?

Fonksiyonel Etkinlik

Genellikle hukuk ve siyaset bilimi literatüründe, bir anayasanın etkin olup olmadığı araştırılırken, o anayasanın gerçekten uygulanıp uygulanmadığı üzerinde durulur. Bir başka deyişle, eğer anayasal formalite ile anayasal realite arasında, yani kağıt üzerindeki anayasa ile uygulamadaki anayasa arasında bir uyumsuzluk varsa, söz konusu anayasanın etkin olmadığı sonucuna varılır. Oysa etkinliği meşruiyet kavramı açısından değerlendirecek olursak, önemli olan anayasanın harfiyen uygulanıp uygulanmadığı değil, siyasi sistemdeki grup ve bireylerin anayasal beklentilerinin tatmin edilip edilmediğidir31. A siyasi sisteminde X anayasası harfi harfine uygulanabilir, ancak bu, söz konusu sistem mensuplarının anayasal beklentilerinin tatmin edildiği anlamına gelmez. Dolayısıyla anayasal beklentileri tatmin edilmeyen bireylerin de, X anayasasının, Y veya Z anayasasından daha uygun veya daha iyi olduğunu düşünmeleri için bir neden yoktur. Nitekim meşruiyeti minimalist bir anlayışla tanımlayan yazarlar, meşruiyet ile etkinlik arasındaki ilişkiyi bu açıdan ele almıştır. Yukarıda meşruiyet tanımından yararlandığımız Seymour Martin Lipset bir siyasi sistemin etkinliğini, o sistemin performansı, halkın çoğunluğunun ve büyük iş çevreleri, silahlı kuvvetler gibi güçlü grupların gördüğü biçimiyle, temel devlet fonksiyonlarının yerine getirilmesi olarak tanımlamıştır 32. Linz ise, Lipset’e paralel bir tanım yaptığı halde, etkililik (efficacy) ve etkinlik (effectiveness) arasında bir ayrıma gitmiş, ve etkililiği, belli bir rejimin, herhangi bir siyasi sistemin karşılaşabileceği ve belli bir zaman kesiti içinde önemli hale gelen temel problemlere, vatandaşların çoğunluğu tarafından tatmin edici bulunan çözümler bulabilme kapasitesi olarak tanımlarken, etkinliği, formüle edilen siyasaların, arzu edilen sonuçlar doğrultusunda hayata geçirilebilme_ kapasitesi biçiminde ifade etmiştir33. Ufak tefek farklılıklarına rağmen, fikrimizce, bu iki tanım birlikte değerlendirilerek etkinlik kavramı hakkında bir sonuca varılabilir. Bu iki tanımda iki ortak nokta dikkat çekmektedir. Birincisi, her iki tanım da fonksiyonel etkinlik üzerinde durmaktadır, yani eğer bir siyasi sistem fonksiyonlarını yerine getiriyorsa etkindir. İkincisi, bir siyasi sistemin etkin olup olmadığı değerlendirilirken o sistemin mensuplarının fikirleri, kanaatleri önem kazanmaktadır. Anayasalar açısından ifade edecek olursak, fonksiyonlarını yerine getiren bir anayasa etkindir ve bu etkinliğin tespitinde o anayasa ile muhatap olan yönetici ve yönetilenlerin beklentileri önemli rol oynar. Öyleyse, anayasaların fonksiyonel açıdan etkinliği konusunda doğru bir sonuca varabilmek için, öncelikle anayasaların fonksiyonlarını tanımlamamız gerekir.

Bu son nokta belki de buraya kadar kurmaya çalıştığımız üç ayaklı meşruiyet modelinin en çetin teorik problemlerinden birini de beraberinde getirmektedir. Belli bir toplumda yaşayan bireylerin anayasal beklentileri nasıl tespit edilir? Bireylerin tek tek anayasal beklentilerini araştırıp ortaya koymanın güçlükleri göz önüne alındığında, bu sorunun cevabının pratik alanda değil, teorik alanda aranmasının daha uygun olacağını söyleyebiliriz. Demokratik rejimlerde belli grupların varlığı bize teorik bir kolaylık sunmaktadır. Modem siyaset biliminde siyasi sistem açısından bireyler kadar, hatta bireylerden daha fazla, gruplar önem taşımaktadır34. Bir toplumdaki bireyleri birbirine bağlayan her türlü formel ve informel yapılar olarak tanımlanabilecek gruplar, siyasi sistemin işlemesi açısından hayati öneme sahiptir. Pek çok örnekte, siyasi partiler ve baskı grupları siyasi sistemin ayrılmaz bir parçası olarak karşımıza çıkar.

Demokratik rejimlerde, farklı menfaat ve değerlere sahip çeşitli gruplar iktidara gelmek için yarışır. Belli bir kurumsal çerçeve içinde yapılan bu yarışta, bazı gruplar kazanır, bazıları kaybeder. Bu aşamadan sonra artık kazananlar yönetenler, kaybedenler ise yönetilenler sıfatını alır. Demokratik rejimlerde, kaybeden gruplar kazanan grupların otoritesini tanır ve gelecek seçimlerde tekrar iktidara gelebilmek amacıyla demokratik kurumlar çerçevesinde mücadelesini sürdürür. Bu özellikleriyle demokrasi, “organize bir belirsizlik” olarak tanımlanabilir.35. Bunun anlamı, demokrasilerde her zaman kazananlar ve kaybedenler olacak, ama kimin kazanıp kimin kaybedeceği belli olmayacaktır. Sonuçta, demokrasilerde bu iki geniş kategori (yani kazananlar ve kaybedenler veya yönetenler ve yönetilenler) her zaman mevcut olacaktır.

Çağdaş demokrasilerde iktidar yarışı esas olarak siyasi partiler aracılığıyla ve siyasi partiler arasında yapılmaktadır. Bu bağlamda, iktidara gelen ve iktidara gelemeyen siyasi partilerin stratejileri, çalışma biçimleri ve hedefleri farklı olmaktadır. Ancak bizim açımızdan asıl önemli olan, bu partilerin, anayasadan beklentilerinin de farklı olmasıdır. İktidara gelmek için yarışan partiler, programlarında seçmene çeşitli alternatifler sunar, seçmenler de bu alternatifler hakkında yaptıkları değerlendirmeler neticesinde oylarını kullanır. Bir başka deyişle, partiler seçilebilmek için seçmene çeşitli sözler verir, seçmenler de en inandırıcı buldukları partiyi oylarıyla iktidara getirir. İktidara geldiklerinde, bu partilerin seçmene verdikleri sözleri siyasalara, yani yasama işlemleri ve yürütme eylemlerine dönüştürmeleri beklenir. Belli bir partinin iktidarda kalabilmesi veya yeniden seçilebilmesi verdiği sözleri yerine getirmesine bağlıdır. Demek ki, iktidar gruplarının en büyük anayasal beklentisi anayasanın, seçmene verdikleri sözleri yerine getirmelerini kolaylaştırması veya en azından buna engel olmamasıdır. Bu ise, devlet organları ve yetkilerinin açıkça tanımlanmasını, hükümet istikrarsızlığını önleyecek araçlara yer verilmesini ve muhtemel bir kitlenme durumunda bu kitlenmeyi çözecek etkili bir mekanizmanın kurulmasını gerektirir. İktidara gelemeyen grupların en büyük anayasal beklentisi ise, anayasanın kendilerini, çoğunluğun diktatörlüğüne karşı korumasıdır. İktidarda olan grupların her zaman iktidarda olmayan gruplar aleyhine kararlar alıp uygulama tehlikesi vardır. Demokrasi bir çoğunluk rejimdir. Halkın çoğunluğunun desteğine sahip olan partiler iktidara gelir, yasama organında çoğunluğa sahip olan parti kamusal tercih ve kararlarda söz sahibi olur. Ancak her zaman demokrasinin bir çoğunluğun diktatörlüğüne dönüşme olasılığı vardır. Çoğunluğu elinde bulunduran gruplar, kendilerini tüm toplumun meşru temsilcileri olarak görüp, keyfi bir yönetime meyledebilirler. Bu da iktidarda olmayan, dolayısıyla kamusal karar ve tercihlerde yeterince söz sahibi olmayan grupların menfaat ve varlıklarına karşı ciddi bir tehdit teşkil eder. Bu durumda, iktidarda olmayan grupların çoğunluk diktatörlüğüne karşı korunması gerekir. İşte etkin bir anayasanın bu tehlikeyi önlemek için müeyyidelerle desteklenmiş bir temel hak ve özgürlükler rejimi kurması gerekir. İktidarda olmayan gruplar arasında, etnik ve dini grupların anayasal beklentilerinin tatmini de anayasaların meşruiyeti açısından büyük önem taşır. Eğer bir anayasa etkinlik gösteremezse, yani siyasi sistemdeki önemli grupların anayasal beklentilerini yerine getiremezse, bu gruplar arasında bir anayasal tatminsizliğin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu ise anayasal değişim taleplerinin en önemli nedenlerinden biridir. Burada şunun altını çizmek gerekir ki, teorik olarak, anayasal değişim talepleri anayasanın tümüne yönelik olabilir. Ancak pratikte, bir anayasayı tümden değiştirmenin zorluk ve hatta sakıncaları göz önüne alındığında, anayasal tatminsizliğin pek çok durumda kısmi anayasal değişime yol açacağı söylenebilir.

Anayasa Yapımı

Buraya kadar yaptığımız çözümlemelerde, anayasaların meşruiyeti problemini siyasi sistemlerin meşruiyeti ve istikrarına ilişkin teorilerden yola çıkarak açıklamaya çalıştık. Ancak anayasaların meşruiyetini incelerken bu iki unsurdan ayn olarak, siyasi sistem teorileri içinde incelenmeyen bir konu üzerinde daha durmamız gerekir: Anayasa yapımı36. Anayasa yapım süreci anayasaların meşruiyetini yakından ilgilendirir ve bu sürecin şartlarına göre anayasanın başlangıçtaki meşruiyeti artabilir veya azalabilir. Yukarıda şöyle bir formül vermiştik: “Eğer bir siyasi sistemin mensupları, kendileri için, X anayasasının, Y veya Z anayasasından daha uygun veya daha iyi olduğuna inanıyorlar ve bu anayasayı destekliyorlarsa, X anayasası meşrudur.” İşte, anayasa yapım süreci, belli bir siyasi sistemde yer alan önemli grupların kendi “en uygun” veya “en iyi” anayasa anlayışlarını ortaya koymaları için uygun bir ortam sağlar. Kuşkusuz, homojen bir siyasi kültürün varlığı büyük grupların ortak bir “en uygun” veya “en iyi” anlayışı etrafında birleşmelerini kolaylaştırır. Ancak bu durumda dahi, anayasa yapım sürecine katılan bütün grupları veya çoğunluğunu memnun edecek bir metnin ortaya çıkması kolay değildir. Çünkü anayasa yapım sürecinde siyasi sistemin yapı ve işleyişine ilişkin temel kararlar alınır, temel tercihler yapılır. Bu kararlar ve tercihler, şüphe yok ki, bu sürece katılanları, hatta onların çocuklarını ve torunlarını yakından etkiler. Bu yüzden, anayasa yapım sürecine katılanların siyasi sisteme ilişkin temel karar ve tercihlerde kendi menfaatlerini ön plana çıkarmaları mümkündür. Tarihi örnekler bize göstermiştir ki, böylesine yoğun bir menfaatler çatışmasının yaşandığı bu sürece katılan bütün grupları tam anlamıyla tatmin edecek bir belgenin hazırlanması güçtür.

Anayasa yapım sürecinin açıklanan bu özellikleri, anayasaların meşruiyetini yakından ilgilendirir. Anayasa yapım sürecine katılıp anayasal beklentileri tatmin edilmeyen gruplar baştan itibaren anayasaya karşı olumsuz bir tavır takınır. Hatta, eğer güçleri ve imkanları varsa, bu anayasanın değişmesi için çalışmaya başlarlar. Böyle bir durumda, anayasa meşruiyet eksiğiyle doğmuş demektir. Doğuştan gelen bu eksiklik anayasanın fazla yaşamasına ızın vermez. Anayasa yapım sürecine katılan grupların anayasal beklentilerinin tatmin edilmemesi anayasaların meşruiyetini böylesine olumsuz etkilerken, bu sürece katılamayarak anayasal beklentilerini ifade dahi edemeyen grupların tatminsizliğinin çok daha olumsuz sonuçlar doğurabileceği açıktır. Öyleyse, anayasa yapım sürecinde bir siyasi sistemde yer alan büyük gruplar ne kadar çok temsil edilir ve bu gruplar anayasal beklentilerini ne kadar özgürce ortaya koyabilirlerse, sonuçta çıkacak metnin desteklenme şansı ve dolayısıyla meşruiyeti o kadar artar. Anayasa yapım sürecine katılacak anayasa yapıcıların adil ve özgür bir biçimde seçilmeleri, oluşturulan mecliste (ister kurucu bir meclis olsun ister normal bir meclis kurucu meclis işlevi görsün), serbest tartışma ve özgür ifade olanaklarının garanti altına alınması, anayasa yapım sürecinin kamuya açık olması ve son metnin referanduma sunulması gibi hususlar anayasa yapım sürecinde anayasanın meşruiyetinin artmasına katkıda bulunan faktörler arasında sayılabilir.

SONUÇ

Günümüzde pek çok siyasi sistemde anayasalar değişim taleplerinin baskısı altındadır. Bu, eski anayasalar için olduğu kadar bazı yeni anayasalar için de doğrudur. Dolayısıyla bugün, anayasal değişimin dinamikleri ve anayasal değişim problemi anayasa çalışmalarının en önemli konularından biri olmaya adaydır. Biz bu makalede anayasaların yaşaması problemini meşruiyet kavramı çerçevesinde açıklamayı denedik ve üç ayaklı (siyasi kültür­ fonksiyonel etkinlik- anayasa yapımı) bir meşruiyet modeli kurarak anayasal değişimin kaynaklarını ortaya koymaya çalıştık. Bu model, pek çok siyasi sistemde, bu arada Türkiye’de de test edilebilir. Fikrimizce, siyasi -kültürle anayasa arasındaki uyumsuzluk, anayasa yapımında büyük siyasi gruplara söz hakkı verilmemesi ve anayasanın elitler ve kitlenin anayasal beklentilerini yerine getirmekte yetersiz kalışı, bugün Türkiye’de ortaya çıkan anayasa arayışlarının altında yatan temel nedenler olarak gösterilebilir. Bu makalede geliştirdiğimiz teorik modelin Türkiye’ye uygulanması bir başka makalenin konusudur.

KAYNAKÇA

Almond, Gabiel A, ve Sidney Verba, The Civic Culture, Political Attitudes arul Democracy in Five Nations, Princeton University Press, Princeton, 1963.

Almond, Gabriel A., “Civic Culture”, The Blackwell Encyclopedia of Political Science içinde, Vemon Bogdanor, (der.), Blackwell, Londra, 1991.

Applewhite, Harriet B., “Political Legitimacy in Revolutionary France, 1788-1791”, Journal of Interdisciplinary History, S. 9, 1978.

Arato, Andrew, “Constitution and Continuity in the East European Transitions”, Constitutionalism arul Politics içinde, Jrena Grudzinska Gross, (der.), Slovak Committee of the European Cultural Foundation, Bratislava, 1994.

Ball, Terence, “Power,” The Blackwell Encyclopedia of Political Thought içinde, David Miller, Janet Coleman, William Connolly, Alan Ryan (der..), Blackwell, Oxford, 1993.

Barker, Rodney, Political Legitimacy arul the State, Clarendon Press, Oxford, 1990.

Barry, Brian, Sociologists, Economists, and Democracy, University of Chicago Press, Chicago, 1970.

Baun,Michael J., “The Federal Republic of Germany”, Political Culture arul Constitutionalism, A Comparative Approach içinde, Daniel Franklin, Michael J. Baun,(der.), M. E. Sharpe, New York, 1995.

Beetham, David, The Legitimation of Power, Macmillan, Londra, 1991. Birch, Anthony H., The Concepts a,ul Theories of Modern Democracy,

Routledge, Londra, 1993.

Blondel, Jean, Comparative Government, 2. Baskı, Prentice Hall/Harvester Wheatsheaf, Londra, 1995.

Butler, David ve Austin Ranney, (der.), Refererulums Arourul the World, Macmillan, Londra, 1994.

Conradt, David, “Changing German Political Culture”, The Civic Culture Revisited içinde, Gabriel A. Almond, Sidney Verba, (der.), Sage Publications, Londra, 1980.

——————-, “Political Culture, Legitimacy, and Participation”, West European Politics, S. 4, 1981.

——————-, “West Germany: A Remade Political Culture? Some Evidence from Survey Archives”, Comparative Political Studies, S. 7, 1974.

Dahl, Robert A., Modem Political Analysis, 2. Baskı, Prentice-Hall, ine., Englewood Cliffs, New Jersey, 1970

Dawson, R., K. Prewitt ve K. Dawson, Political Socialization, Little, Brown, Bostan, Mass., 1977.

Diamond, Larry ve Seymour Martin Lipset, “Legitimacy ,” The Encyclopedia of Democracy içinde, Seymour Martin Lipset (der.), Congressional Quarterly ine., Washington D.C., 1995.

Diamond, Larry, “lntroduction: Political culture and Democracy”, Political Culture and Democracy in Developing Countries içinde, Larry Diamond, (der.), Lynne Riener, Boulder, 1994.

Diamond, Larry, Juan J. Linz, Seymour Martin Lipset, “lntroduction: What Makes for Democracy?” Politics in Developing Countries içinde, Larry Diamond, Juan J. Linz, Seymour Martin Lipset, (der.), İkinci baskı, Lynne Rienner Publishers, Boulder, 1995.

Dogan, Mattei, “The Pendulum Between Theory and Substance-Testing the Concepts of Legitimacy and Trsust,” Comparing Nations, Concepts, Strategies, Substance içinde, Mattei Dogan ve Ali Kazancıgil (der.) Blackwell, Oxford, 1994.

Duchacek, lvo D., Power Maps: Comparative Politics of Constitutions,

ABC-Clio, Santa Barbara, 1973.

Easton, David, “A Re-Assessment of the Concept of Political Support”,

British Journal of Political Science, S. 5, 1975.

—————–, “An Approach to the Analysis of Political Systems,”

World Politics, S. 9, 1957.

—————–, A Systems Analysis of Political Life, John Wiley & Sons, ine., New York, 1965.

Elazar, Daniel, “Constitution-Making: The Pre-eminently Political Act”, The Politics of Constitutional Change in Jndustrial Nations içinde, Keith G. Banting ve Richard Simeon, (der.), Macmillan, Londra, 1985.

Elster, Jon, “Constitution-Making Ways”, Democracy’s Victory and Crisis, Axel Hadenius, (der.), Cambridge University Press, Cambridge 1997.

Fenichel Pitkin, Hanna, Wittgenstein and Justice, University of Califomia Press, Berkeley, Los Angeles, 1972.

Finer, Herman, Theory and Practice of Modem Government, Gözden geçirilmiş baskı, Methuen, Londra, 1950

Friedman, Lawrance M., The Legal System, A Social Science Perspective,Russell Sage Foundation, New York, 1975.

Friedman, Richard B., “Authority,” The Blackwell Encyclopedia of Political Thought içinde, David Miller, Janet Coleman, William Connolly, Alan Ryan (der.), Blackwell, Oxford, 1993.

Friedrich, Cari J., “Legitimacy and Constitutionalism,” Limited Goverment: A Comparison içinde, Prentice-Hall, ine., Englewood Cliffs, New Jersey, 1974.

Hague, Rod, Martin Harrop, Shaun Breslin, Comparative Government and Politics, An Introduction, 3. Baskı, Macmillan, Londra, 1993.

Heywood, Andrew, Political ldeas and Concepts, An lntroduction,

Macmillan, Londra, 1994.

Kapani, Münci, Politika Bilimine Giriş, 4. Baskı, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1988.

Kavanagh, Dennis, “Political Culture”, The Blackwell Encyclopedia of Political Science içinde, Vemon Bogdanor, (der.), Blackwell, Londra, 1991.

Linz, Juan J., “lntroduction,” The Breakdown of Democratic Regimes içinde, Juan J. Linz ve Alfred Stepan (der.), The Johns Hopkins University Press, Baltimore, 1978.

Lipset, Seymour Martin, Political Man, The Social Basis of Politics,

Doubleday,New York, 1959.

Maarseven, Hene van, Ger van den Tang, Written Constitutions, Oceana Publications, ine., Dobbs Ferry,New York, 1978.

McWhinney, Edward, Constitution-making: Principles, Process, Practice, University of Toronto Press, Toronto, 1981.

Parkin, Frank, Max Weber, Ellis Horwood Limited, Tavistock Publications, Londra ve New York, 1982.

Pateman, Carole, “Political Culture, Political Structure and Political

Change”,Britishlournal of Political Science, S. 1, 1971.

Patrick, Glenda M., “Political Culture”, Social Science Concepts içinde, Giovanni Sartori, (der.), Sage Publications, Londra, 1984.

Przeworski, Adam, Democracy and the Market, Political and Economic Reforms in &ıstern Europe and Latin America, Cambridge University Press, Cambridge, 1991.

Pye, Lucian W., “Political Culture”, International Encyclopedia of the Social Sciences içinde, David L. Sills, (der.), The Macmillan Company & The Free Press, New York, 1968.

Schaar, John H., “Reflections of Authority ,” New American Review 8,1970

Weber, Max, “The Theory of Social and Economic Organization,” Theories of Society içinde, Talcott Parsons, Edward Shils, Kaspar D.Naegele, and Jesse R. Pitts, (der.), The Free Press, New York, 1961.
Weber, Max, “The Types of Authority,” Theories of Society içinde, Talcott Parsons, Edward Shils, Kaspar D.Naegele, and Jesse R. Pitts, (der.), The Free Press, New York, 1961.

1. Bu konuda genel açıklamalar için bkz ., Robert A Dahl, Modern Political Analysis, 2. Baskı, Prentice-Hall, ine., Englewood Cliffs, New Jersey, 1970, s. 14-34; Rod Hague, Martin Harrop, Shaun Breslin, Comparative Government and Politics, An lntroduction, 3. Baskı, Macmillan, Londra, 1993, s. 3-22; Andrew Heywood, Political /deas and Concepts, An lntroduction, Macmillan, Londra, 1994, s. 78-105. Bu konuda Türkçe genel bir kaynak için bkz ., Münci Kapani, Politika Bilimine Giriş, 4. Baskı, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1988, s. 46- 54.

2. Terence Bali, “Power,” The Blackwell Encyclopedia of Political Thought içinde, David Miller, Janet Coleman, William Connolly, Alan Ryan (der.), Blackwell, Oxford, 1993, s. 397.

3. Richard B. Friedman, “Authority,” The Blackwell Encyclopedia of Political Thought içinde, DavidMiller,JanetColeman, William Connolly, Alan Ryan (der.), Blackwell, Oxford, 1993, s.28.

4 Rodney Barker, Political Legitimacy ana the State, Clarendon Press, Oxford, 1990, s. 20.

5 Max Weber, “The Thcoıy of Social and Economic Organization,” Theories of Society içinde, Talcott Parsons, Edward Shils, Kaspar D.Naegele, and Jesse R. Pitts, (der.), Thc Frce Press, New York, 1961, s. 627.

6 Max Webcr, “Thc Types of Authority,” Tlıeories of Society içinde, Talcott Parsons, Edward Shils, Kaspar D.Naegelc, and Jesse R. Pitts, (der.), The Frce Press, New York, 1961, s. 626- 632.

7 Frank Parkin. Max Weher, Ellis Horwood Limited, Tavistock Publications, Londra ve New York, 1982, s. 77.

  • 8 Cari J. Friedrich, “Legitimacy and Constitutionalism,” Limited Goverment: A Comparison

    içinde,Prentice-Hall, ine., Englewood Cliffs, New Jersey, 1974, s. 113.

    9 Andrew Arato, “Constitution and Continuity in the East European Transitions”, Constitutionalism and Poliıics içinde, Irena Grudzinska Gross, (der.), Slovak Comrnittee of the European Cultural Foundation, Bratislava, 1994, s. 166.

    10. Bazı yazarlar Weber’in sınıflandırmasını “modası geçmiş” (obseleıe) olarak nitelendirirken (Mattei Dogan, “The Pendulum Between Theory and Substance-Testing the Concepts of Legitimacy and Trust,” Comparing Nations, Concepts, Strategies, Substance içinde, Mattei Dogan ve Ali Kazancıgil (der.) Blackwell, Oxford, 1994, s. 297-313), bazıları “sınırlı” (limited) bulmuştur (Anthony H. Birch, The Concepts and Theories of Modern Democracy, Routledge,Londra, 1993, s.35-37). John Schaarise Weber ve onu izleyen yazarları bir başka açıdan eleştirmiştir. Çağdaş felsefecilerden Harına Fenichel Pitkin’in düşüncelerini (Hanna Fenichel Pitkin, Wittgenstein cınd Justice, University of Califomia Press, Berkeley, Los Angeles, 1972, s.280-286) esas alan Schaar’ın, yukarıda incelediğimiz “inanç-temelli” meşruiyet tanımlarına getirdiği ilk eleştiri, bu tür tanımların meşruiyeti tümüyle inanç veya kanaate indirgediği noktasında toplanmaktadır. Eğer insanlar mevcut kurumların “uygun” veya “ahlaken münasip” olduğuna inanıyorlarsa bu kurumlar meşrudur. Bu eski kavram, yazara göre, cerrahi bir müdahale ile o hantal “normatif’ ve “felsefi” kısımlarından ayrılmıştır. Böylelikle, bir araştırmacının, bir rejimin, kurumun veya emrin meşru olup olmadığına karar vermek için kamuoyu veya kamu efkarı dışında bir yere bakması gerekmez. Bu ilk eleştiriyle bağlantılı olarak Schaar’ın “inanç-temelli” meşruiyet tanımlarına getirdiği ikinci ve daha önemli eleştiri liderlerin halkın inançlarını şekilllendirme kapasiteleriyle ilgilidir. Yazara göre, bu tanımlar meşruiyeti, sistemin, mensuplarını kendi uygun! uğuna ikna etme kabiliyeti olarak görmektedir. Bu demektir ki, özellikle propaganda ve halkla illişkilerin bu kadar geliştiği günümüzde, yöneticiler yönetilenlerin inançlarını manipüle edebilir ve Weber’in tanımladığı anlamda bir inanç oluşturabilir. Bu durumda meşruiyet iktidar sahiplerinin eline kalmış olur (John H.Schaar, “Reflections of Authority,” New American Review 8, 1970, s. 48, 49). Bu son eleştiri, Weber ve onu izleyen yazarların görüşlerine karşı alternatif bir meşruiyet çözümlemesi öneren David Beetham’ın da çıkış noktasıdır (David Beetham, The l.egitimation of Power, Macmillan, Londra, 1991). Kuşkusuz, Pitkin, Schaar ve Beetham tarafından getirilen yazarlar tarafından yapılan meşnıiyet tanımlarının geçerliğini tümüyle ortadan kaldırmaz. Çünkü, fikrimizce, davranışlar çoğu zaman inançlar tarafından yönlendirilmektedir. Dolayısıyla inanç, sosyo-politik süreçlerin ve dolayısıyla meşnıiyet kavramının açıklanmasında kabul edilebilir bir başlangıç noktası olabilir.

    11 Seymour Martin Lipset,Political Man, The Social Basis of Politics, Doubleday, New York, 1959, s. 77.

    12 Juan J. Linz, “lntroduction,” The Breakdown of Democratic Regimes içinde, Juan J. Linz ve Alfred Stcpan (der.), The Johns Hopkins University Press, Baltimore, 1978, s. 18.

    13 Herman Finer, Theory and Practice of Modern Government, Gözden geçirilmiş baskı, Methuen,Londra, 1950, s. 116.

    14 Larry Diamond ve Seymour Martin Lipset; “Legitimacy,” The Encyclopedia of Democracy içinde, Seymour Martin Lipset (der.), Congressional Quarterly Inc., Washington D.C., 1995, s.747.

    15 David Easton’a göre, siyasi sistemin unsurları şunlardır: Rejim (regime), siyasi topluluk (political community) ve otoriteler (autlwrities ). Easton burada “otoriteler” ve “siyasi topluluk” kavramlarıyla çok genel anlamıyla yöneten ve yönetilenleri kasdetmektedir. Rejim ise Easton’ın terminolojisinde oyunun kurallarını, yani anayasal düzeni, yani belli bir siyasi sistemde yer alan aktörler arasındaki iktidar ilişkilerini düzenleyen formel ve informel kuralları ifade etmektedir. David Easton, “An Approach to the Analysis of Political Systems,” World Politics, S. 9, 1957,

    s. 383-400. Aynca bkz. David Easton, A Systems Analysis of Political Life, John Wiley & Sons, Inc., New York, 1965.

    16 David Easton, “A Re-Assessment of the Concept of Political Support”, British Joumnl of Political Science, S. 5, 1975, S. 451.

    17 Günümüzde, genel olarak siyaset bilimi, özel olarak ise siyaset sosyolojisi alanındaki çalışmalar göstermiştir ki, halkoylaması her zaman halkın tercih ve beklentilerini yansıtmayabilir. Bir halkoylamasının sonuçları değerlendirilirken, oy kullananların siyasi alışkanlıkları, oylamanın zamanı, oylamanın yapılış yöntemi, oylamada sorulan soruların formüle ediliş biçimi, oylamayı düzenleyenlerin konumlan ve yetkileri gibi hususlar göz önüne alınmalıdır. Bu konuda bkz ., David Butler ve Austin Ranney, (der.), Referendııms Aroıınd the World. Macmillan, Londra, 1994.

    18 Larry Diamond, Juan J. Linz, Seymour Martin Lipset, “Introduction: What Makes for Democracy?” Politics in Developing Countries içinde, Larry Diamond, Juan J. Linz, Seymour Martin Lipset, (der.), İkinci baskı, Lynne Rienner Publishers, Boulder, 1995, s. 10

    19 Siyasi kültürün bu ve değişik tanımları için bkz ., Glenda M. Patrick, “Political Culture”, Social Science Concepts içinde, (Giovanni Sartori, der.), Sage Publications, Londra, 1984, s. 265-314.

    20.’ Dennis Kavanagh, “Political Culture”, The Blackwell Encyclopedia of Political Science

    içinde, Vemon Bogdanor, (der.), Blackwell, Londra, 1991, s. 447.

    21 Gabriel A. Almond, “Civic Culture”, The Blackwell Encyclopedia of Political Science içinde, Vemon Bogdanor, (der.), Blackwell, Londra, 1991, s. 98

    22. Lucian W. Pye, “Political Culture”, lnternational Encyclopedia of the Social Sciences içinde, DavidL. Silis, (der.), The MacmillanCompany &The Free Press, New York, 1968, s. 218- 225

    23. Ivo D. Duchacek, Power Maps: Comparative Politics of Constitutions, ABC-Clio, Santa Barbara, 1973, s.4.

    24 Harriet B. Applewhite, “Po!itical Legitimacy in Revolutionary France, 1788-1791 “, Joumal of lnterdisciplinary History, S. 9, 1978, s. 245-273.

    25 Lawrance M. Friedman, The Legal System, A Social Science Perspective, Russell Sage Foundation, New York, 1975, s. 210.

    26.”Gabiel A. Almond ve Sidney Verba, The Civic Culture, Political Attitudes and Democracy in

    Five Nations, Princeton University Press, Princeton, 1963.

    27. R. Dawson, K. Prewitt ve K. Dawson, Political Socialization, Little, Brown, Boston, Mass., 1977.

    28 Bu konuda klasik teorilere getirilen eleştiriler için bkz., Brian Barry, Sociologists, Economists, and Democracy, University of Chicago Press, Chicago, 1970, s. 51-52; Carole Pateman, “Political Culture, Political Structure and Political Change”, British Journal of Political Science, S. 1, 1971, s. 291-305

    29.l Larry Diamond, “Introduction: Political culture and Democracy”, Political Culture and Democracy in Developing Countries içinde, Larry Diamond, (der.), Lynne Riener, Boulder, 1994, s.9-10.

    30. Alman siyasi kültürü ve değişimi konusunda bkz., Michael J. Baun, “The Federal Republic of Germany”, Political Culture and Constitutionalism, A Comparative Approach içinde, Daniel Franklin, Michael J. Baun,(der.), M. E. Sharpe, New York, 1995, s. 79-97; David Conradt, “West Germany: A Remade Political Culture? Some Evidence from Survey Archives”, Comparative Political Studies, S. 7, 1974, s. 222-238; David Conradt, “Changing German Political Culture”, The Civic Culture Revisited içinde, Gabriel A. Almond, Sidney Verba, (der.), Sagc Publications, Londra, 1980, s. 212-272; David Conradt, “Political Culture, Legitimacy, and Participation”, West European Politics, S. 4, 1981, s.18-34.

    31 Hene van Maarseven, Ger van den Tang, Written Constitutions, Ocean’a Publications, lnc.,Dobbs Ferry, New York 1978, s. 281.

    32 Lipset, age., s. 77.

  • Bu makale Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi dergisinde yayımlanmıştır (C:50 S:1,2001)

Meşruiyet Kavramı ve Anayasaların Meşruiyeti Problemi yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Hukuk ve Devlet Özdeşliğinin Ötesinde Kamu Hukuku

$
0
0

Kendisi öyle nitelememesine rağmen kuramı genellikle sosyalist olarak sınıflandırılan, hatta devrim hukukçularının, Paşukanis’in belirttiği üzere, “Ekim Devrimi sonrasında, Sovyet Devrimi için hukuksal işlevsel temelleri olarak kuramını betimlemeye giriştikleri” (2010) Duguit, şu kanıdadır:

Kamu hukukunun ne olduğunu araştırdık ve devlet hukuku olduğunu anladık. (…) Bize devletin ne olduğunu araştırmak kalıyor. (…) uzun zamandan beri bu mesele hakkında birçok kitaplar yazılmıştır ama, iddialı görünmek pahasına da olsa, diyeceğim ki, yazılanların çoğu meseleyi aydınlatmaktan ziyade bulandırmaya yaramıştır. Çünkü, genel olarak, kötü bir metot takip edilmiştir. Çünkü, doğrudan doğruya olayları gözleyerek ve olayların nasıl cereyan ettiğini inceleyerek pozitif ve gerçekçi (realisté) gözlem metodu ile devletin ne olduğunu belirtecek yerde metafizik bir cevher (entité) tasarlanmış ve politik belirtiler arkasına yerleştirilmiştir. Böylece bugün öyle bir noktaya gelmiş bulunuyoruz ki hukukçuya düşen iş, ilk önce bütün bu metafizik kavramları ortadan kaldırmak ve doğrudan doğruya gözlem metodu ile gerçekte devletin ne olduğunu araştırmak noktasında toplanıyor. (1954: 54)

Gerçekten de tüm siyaset bilimi ve kamu hukuku tarihinde sorun, “gerçekte devletin ne olduğunu araştırmak noktasında” toplanmıştır. Ancak bu makalede tartışılan soru bu genellikte olmayıp, devleti ve siyasal düzeyi doğallaştıran “siyaset bilimi” ekseninde değil, devleti aşmaya yönelen “kamu hukuku” ekseninde, devlet/hukuk özdeşliğinin ötesinde devlete karşı kamu hukukunun nasıl konumlandırılabileceğidir. Söz konusu olan “kamu/kamusallık” ya da “kamu hukuku” olduğunda, bu soru, aynı zamanda güncel toplumsal mücadelelerin de konusudur. Bu nedenle, Marksist kuramda başat görünen ve hukukun da sınıflı toplumların -aşılması gereken- bir üstyapı kurumu olduğu yönündeki tezden doğan büyük tartışma bu makalenin sorun alanı dışındadır.

Makalede, kamu hukukunu devlet merkezli yorumlayan geleneğin ders kitaplarında nasıl temsil edildiği görünür kılındıktan sonra, Duguit’nin özel hukuk/kamu hukuku ayrımı ve egemenlik eleştirisi temelindeki görüşleri, kamu hukukunu devletle değil devlete karşı düşünmek için bir başlangıç olarak alınarak, devlete karşı kamu hukukunun olanaklarına, öncelikle Duguit’ye ve devamla komünist hipoteze odaklanarak işaret edilecektir.

Duguit’nin görüşleri büyük oranda pozitivist sosyolojik düşünmeden esinlenir ve temsilcisi olduğu hukuki realizm akımı da, bu eğilimin yöntemsel sorunlarını taşır. Ancak, bu makalede anılmasının nedeni, devletin baskı aygıtı karşısında kamu hizmetine dayanan bir kamu hukuku düşüncesine yol vermiş olması olduğundan, Marksist üstyapı kuramlarının eleştirisine girişilmediği gibi özel olarak Duguit’nin metodolojisini ya da -özel olarak devlet gücünün sınırlanması konusundaki- hukuki realizminin eleştiriye konu edilmesine de gerek duyulmamıştır1.

  1. Kamu Hukuku, Siyaset Bilimi ve Devlet Merkezli Yaklaşım

Geçen yüzyılın (20.yy) başlarında olduğu gibi, günümüzde de siyaset bilimi ile kamu hukuku arasında bir ayrım yapmak oldukça güçtür. Türkiye’deki en kapsamlı kamu hukuku monografisinin yazarı Recai G. Okandan’a göre, “Umumi Amme Hukukunun ilgili bulunduğu bilim dalları arasında, önemlerine göre ayırım yapmak ve sonuç olarak bu hukuk dalının gerçekte hukuk ve siyaset bilimlerinin sentezi olduğunu söylemek de mümkündür” (1976: 19). Döneminin tanınmış kamu hukukçularından olan Leon Duguit de aynı zamanda bir devlet kuramcısıdır.

Amerika Birleşik Devletlerindeki kamu hukuku yaklaşımlarını tanıttığı makalesinde Danelski, “kamu hukuku, siyasal bilim kadar eskidir. Öyle ki, zaman zaman, ikisini birbirinden ayırmak, hemen hemen olanaksızlaşmıştır. XIX. Yüzyılda ve bu (XX.) yüzyılın başlarında bu alanda Avrupalıların çalışmaları egemen olmuştur. Krabbe, Duguit ve Laski, hâlâ kamu hukukunun bilinen adlarındandır” diye yazar (1996: 10).

Duguit, Anglo-Amerikan geleneği tarafından dipnotlarda usulen verilen referanslardan birine dönüştürülene dek, kamu hukuku kürsülerinde, Türkiye’de de sıklıkla başvurulan ana kaynaklardandır. Hukuk-u Esasiye’si Osmanlıca alfabe ile çevrilmiş ve iki cilt halinde okutulmuştur. Latin alfabesi ile ilk kez ancak 2000 yılında Cemal Bali Akal’ın Devlet Kuramı derlemesi için çevrilen “Egemenlik ve Özgürlük” (Duguit, 2000), ilk kez 1922 yılında İkdam Matbaası tarafından Hakimiyet ve Hürriyet adıyla basılmıştır. Etem Menemencioğlu’nun Leon Duguit’nin Cemiyet, Hukuk ve Devlet Nazariyeleri adlı monografisi 1939 yılında T.C. Maarif Vekaleti Siyasal Bilgiler Okulunun 6 Nolu yayını olarak, nihayet çevirmeni Süheyp Derbil’in ifadesiyle “kuramını en olgun şekilde açıkladığı” Kamu Hukuku Dersleri, 1954 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları’ndan çıkmıştır (Duguit, 1954). Türkiye’de yazılan ders kitaplarında da, örneğin, 1951 yılında yayınlanan Muvaffak Akbay’ın Umumi Amme Hukuku Dersleri başta olmak üzere, kamu hukuku monografilerinde (Okandan, 1976) geniş bir yer tutar2.

Duguit’nin başlangıçtaki bu etkisine rağmen, Türkiye’de de bir disiplin olarak yerleşik olduğu haliyle kamu hukuku, ister katı Alman ister görece liberal Anglo-Amerikan merkezli görüşlere dayansın, devlet merkezli bir yaklaşım içindedir. Devleti konu alması gereken disiplinlerin devlet merkezli işlemesi bir dizi yanılsamayı sürekli üretir. Örneğin, bu yaklaşımda kamu hukuku, özel hukukla karşıtlığı öne çıkarılarak tanımlanır. Bu hukuki yaklaşım, belirtildiği üzere, sosyolojik olarak bir başka Alman’ın, Max Weber’in sosyolojisi ve siyaset kuramı ile bakışım içindedir.

Duguit’nin Alman kamu hukukçuları geleneği olarak andığı, erken kökleri Samuel von Pufendorf ve G. W. F. Hegel’e dayanan, genel olarak Paul Laband ve daha çok bilinen Georg Jellinek çizgisindeki eğilim ve bu eğilimin, esasen Amerika Birleşik Devletleri’nde yaygın olan siyaset bilimi geleneği ile bütünleşmiş kamu hukuku görüşünce savunulan liberal versiyonları, başka deyişle, 20. yüzyılın tarihsel materyalist eleştiriye kapalı olan ve içe geçen ana akım siyaset bilimi ile kamu hukuku devleti merkeze alan bir yaklaşıma sahiptir. Bu yaklaşım, egemenlik kuramının kapitalist devletin öz düşünümü olmasıyla yakından ilgilidir. Egemenlik kuramı3, devletin bir güç organizasyonu olduğu ampirik hakikatinin, devletin meşru bir güç organizasyonu olduğunun düşünülmesi yoluyla egemenlik ideolojisi olarak işlemesini sağlar. Bu bakımdan da, kamu hukuku, geniş anlamıyla “siyasal bilimde bir araştırma olarak” ele alındığında, “siyaset ya da Devletle ilgili tüm hukuki olguların incelenmesini” içerir (Danelski, 1996: 9).

Ana akım içinde, Duguit’nin eleştirel hukuki çözümleme çizgisi, hukuk-devlet özdeşliğini savunan Hans Kelsen’in görüşlerine doğru daraltılarak, zaman zaman da onun aşırı bir ucu gibi nitelenerek, doğrudan Kıta Avrupası ana yaklaşımı olan Jellinek – Weber4 çizgisi ile ikame edilmiştir5. Eleştirel bir fikir olarak ise, kuramı, yerini daha çok Anglo-Amerikan kökenli düşüncelere, egemenlik kavramı yerine ondan neden farklılaştığını çok da açıklayamadıkları, “siyasi iktidar”/ “otorite” gibi ikame kavramlar öneren6 David Easton, Leslie Lipson, Robert Dahl vb. siyaset bilimcilere bırakmıştır7.

Devlet oluşumuna8 bağlanan, başka deyişle devlet merkezli kamu hukuku ve siyaset bilimi akımlarında devletler ve modern biçimi olan ulus-devlet, tarihselliği içinde değil, Hegel’deki gibi mevcut görgül varlığı içinde aşkınlaştırılarak analiz edilir ve edilmeye devam ediyor. John Holloway’ın vurguladığı üzere, “siyaset bilimi geleneğinde devlet, çoklukla sorgulanmayan temel bir kategori olarak ele alınır. Devlet’in varlığı herhangi bir tartışma başlamadan önce verili olarak kabul edilir” (2007: 134). Örneğin, Bülent Daver’e göre, devlet,bütün siyasi kurumların en büyüğüdür. Devlete onun için ‘kurumların kurumu’ denilir. Devlet amacı, toplumsal düzenin, adaletin ve toplumun iyiliğinin sağlanması olan; belli bir toprak parçası (ülke) üzerinde yerleşmiş bir insan topluluğuna (halka) dayanan ve bu topraklar üzerinde bulunan her şey üzerinde ni- hai meşru kontrole (otoriteye) sahip; siyasal bir örgütle (hükûmet) donanmış sosyal bir organizasyondur. Devleti ona benzer kuruluşlardan ayıran, egemen ve bağımsız olma niteliğidir. (1972: 166)

Daver’in bu Weberci tanımı, yaygın olarak siyaset bilimi öğretiminde kullanılır. Kamu hukukunda da devlet benzer şekilde doğallaştırılmıştır ve daha çok, Jellinek’in üç unsur teorisiyle yapılan tanım tercih edilir. Kemal Gözler’in, Devletin Genel Teorisi adlı kitabında açıkladığı üzere, bu teoriye göre devlet, “insan, toprak ve egemenlik unsurlarının bir araya gelmesiyle oluşmuş bir varlık”tır. Birinci ögeye ulus, ikinci ögeye ülke, üçüncüsüne ise egemenlik denir. Devletten söz edildiğinde, aynı derecede önemli bu üç öge, birlikte var olmalıdır. Devlet, unsurlarından birine indirgenemez9 (2009: 4-5).

Böylece, herhangi bir kapitalist devletin establishmentine bağlanan siyaset bilimi ve kamu hukuku akımları içinde, devlet hakkındaki yaygın fikirlerin kaynağı olan bir Jellinek-Weber ekseninin kurulduğundan söz edilebilir. Bu eksene göre, devlet şiddet tekeline sahip objektif bir siyasal kurumdur. Aksini iddia eden kuramlar, örneğin tarihsel materyalizm, devletin kökenini ekonomik görüşe göre açıklayan bir kuramdır (Gözler, 2009: 34-37) ya da kuvvet ve mücadele teorilerinden etkilenmiş ekonomik bir devletin kökeni teorisidir (Zabunoğlu, 1973: 59 ve 61). Kısacası, bazı gerçekliklere işaret etse de, egemenliğin kaynağının Tanrı olduğunu söyleyen kuram gibi herhangi bir kuramdır. Jellinek-Weber çizgisindeki yaklaşımın hukuki-bilimsellik iddiası, kamu hukuku geleneği içinde temayüz eden Duguit’nin (1954 ve 2000) egemenlik kuramı eleştirisinin açıkça gösterdiği gibi oldukça tartışmalıdır10.

  1. Hukuk-Devlet Özdeşliği, Hukuki Realizm ve Pozitivizm

Ana akım siyaset bilimi ve kamu hukuku karşısında konumlanan, “kürsü anarşisti” lakabı takılan (Öktem, 1995: 261) Duguit’nin devleti hukuka bağlayan hukuki realizmi ile Kelsen’in devleti hukukla özdeşleştiren hukuki pozitivizmi (saf hukuk kuramı), birbirinden oldukça farklı kaynaklardan beslenir ve farklı sonuçlara varır. Kelsen, saf hukuk kuramında hukuk-devlet özdeşliği üzerinden bir “hukuk devleti” görüşüne evrildiğinde bile, aslında Hobbesçu ilkeye, “yasanın yaratıcısı gerçek değil otoritedir” önermesine bağlı bir pozitivisttir (Bobbio, 2000: 469). Kelsen’in saf hukuk kuramı, bu bağlamda, Hobbes-Hegel- Jellinek çizgisinin, evrimci kuramla telif edilmesi olarak görülebilir. Kelsen’de devlet, o kadar doğaldır ki, o artık “hukuk”tur (2000: 455- 456). Dolayısı ile “hukuk devleti” bir ilke ya da norm değildir, devletin devlet olarak var olma halidir:

Otokratik bir niteliğe sahip olan ve sınırsız bir keyfilikle, asgari düzeyde bir hukuk güvenliği bile sunmayan, görece merkezileşmiş bir zorlayıcı düzen de, hukuki bir düzendir. Düzenle kolektivite ayırt edilirse, böyle bir zorlayıcı düzenle kurulan kolektivite de, hukuki bir kolektivite, bir devlettir. (Kelsen, 2000: 456)

Kelsen için, hukuk devleti devletin “öz yükümlülüğü”dür, “devletin bir hukuki düzen olduğu kabul edildikten sonra, her devlet bir hukuk devletidir ve bu hukuk devleti deyimi fazlalıktır” (2000: 450). Kelsen’in saf hukuk kuramı, devleti sosyal kolektivite olarak nitelerken de, Jellinek çizgisine döner ve devletin üç unsurdan oluştuğunu ileri sürer; devletin halkı (Staatsvolk), devletin toprağı (Staatsgebiet) ve “bağımsız bir devletin hükûmetince uygulanan kamusal güç (Staatsge- walt)(2000: 427). Staatsvolk, devlete tabi olan insanlardır. Staatsgebiet, açıkça sınırlanmış bir alandır. Staatsgewalt, hükûmetlere devlet iktidarını kullanma olanağı verecek gerçek bir devlet hukuki düzeninin geçerliliğidir (2000: 429). Bu anlamda Staatsgewalt, gerçekten de klasik anlamda egemenlik sayılmaz. Kelsen evrimci bir sosyalist olarak, güce değil temel norma öncelik verir ve saf hukuk kuramının “temel normun, zorlayıcı düzenlerin geçerli pozitif hukuk olarak kabul edilmeleri için gerekli mantıksal koşul olduğunu ortaya çıkararak, pozitif hukukun geçerliliği için kategorik değil, koşulsal bir temel sağladığı” (2006: 63) görüşünü benimser. Böylece varılan hukuk=devlet özdeşliğindeki sorun, gücün/zorlayıcı düzenlerin apriori toplumsal gerçeklik haline dönüşmesi, devletin nesnel varoluş koşulu olma mertebesine yükselse de hukukun devletin dışında/ötesinde tasavvur edilememesidir. Kelsen’in saf hukuk kuramı, devleti verili kabul etmekle kalmaz, devleti hukukun ontolojik biçimi/hukukla özdeş ilan ederek, Alman kamu hukuku geleneğindeki devleti aşkınlaştırma çizgisini sürdürür.

Duguit’nin çizgisi ise devlet merkezli değil, kamu hizmeti merkezli bir hukuki yaklaşımı içerir ve hukuki değil sosyolojik düşünüş bakımından pozitivist gelenekten ama özellikle Durkheim’ın işbölümü ve dayanışma sosyolojisinden esinlenir11. Her iki yaklaşım arasında söz konusu olan sosyolojik düşünme olduğunda devasa farklardan söz etmek zordur. Ama söz konusu olan hukuki yaklaşım olduğunda, Duguit’nin hukuki realizmi, hem Durkheim sosyolojisinden büyük ölçüde farklılaşır hem de Alman geleneğine, dolayısıyla devlet merkezli görüşlere karşı militan sayılabilecek düzeyde bir hukuki-kuramsal kavga geliştirerek, kolaylıkla göz ardı edilemeyecek önemde gözlemlere dayanır.

Dönemin düşüncesinde, en başta Auguste Comte olmak üzere, Emile Durkheim, Max Weber, Herbert Spencer ve Marksist köklerden beslenen Karl Kautsky örneğinde olduğu gibi, evrimci bir toplum görüşü hakimdir. Evrimsel toplum kuramı, 19. yüzyılın ortalarında, toplumu, evrimsel biyoloji tarafından kullanılan terimlerle çözümleyerek bir organizma olarak kavramlaştırma üzere ortaya çıkmıştır (Callini- cos, 2004: 189). Evrimsel biyoloji de, toplumu bir organizma olarak anlar; bu organizma, “sistemin süre giden varlığı için gerekli olan belirli durumları sağlamakta özel birer rol oynayan birbirine bağımlı parçalardan oluşan örgütlü sistemler” olarak görülür (2004: 189).

Örneğin, Duguit’nin büyük oranda esinlendiği Durkheim için sorun gittikçe daha özerk hale gelen bireyin, nasıl olup da topluma daha da fazla bağlandığıdır. Durkheim, çelişkili görünse de bu iki gelişmenin ilişkili olduğunu düşünür ve “bu görünür zıtlığı çözen şey”in “giderek artan iş bölümünden kaynaklanan toplumsal dayanışmanın dönüşümü” olduğunu ileri sürer (2004: 195). Bu fikir, büyük oranda Comte’un “toplumsal işbirliği” çözümlemesinden (Öktem, 1995: 252) esinlenmiştir. Böylece Durkheim, “bireysel bilincin tamamen kendi dışında olduğu toplumların tarihsel önceliği ve topluluk durumunun bireysel olgularla değil bireysel olguların topluluk durumuyla açıklanması zorunluluğu” fikrine ulaşır (Aron, 1986: 318). Durkheim, bu zorunluluğu, modern toplumlardaki “organik dayanışma” olarak adlandırdığı iş bölümü çözümlemesi ile görünür kılmaya çalışır. Mekanik dayanışma benzerlikten doğar ve daha çok ilkel toplumlarda görülür, iş bölümünün kompleks bir hal aldığı toplumlarda görülen ise organik dayanışmadır (Öktem, 1995: 255).

Amacını “ahlaksal yaşamın olgularına pozitif bilimlerin yöntemleriyle yaklaşmak” olarak tanımlayan Durkheim, iş bölümü temelinde inşa ettiği mekanik ve organik dayanışmacı toplumlar çözümlemesi içinde, “normatif işlevselcilik” diye nitelenen bir toplum görüşü geliştirerek, organik dayanışmaya dayanan modern toplumlarda, “sürekli tekrarlanan çatışmalar ve düzensizliklerin her çeşidinin olduğu ekonomik dünyanın sunduğu acınacak manzara”ya, anomi ya da ahlaksal düzenlemenin olmaması durumu adını verir:

Var olan kuvvetleri birlikte tepki vermekten alıkoyan ya da onlara saygı göstermek zorunda oldukları sınırlar koyan bir şey olmadığı için her biri birbiriyle çatışarak, birbirinin önüne geçerek, birbirini zayıflatarak tüm sınırların ötesine geçme eğilimindedirler. (…) İnsanın tutkularını yalnızca saygı duyduğu bir ahlaki varlık sınırlar. Eğer böylesi bir otorite yoksa en güçlünün yasası hüküm sürer ve ister gizli olsun, ister şiddetli, savaş hali zorunlu olarak bölgeseldir. (Aktaran Callinicos, 2004: 193).

Burada, Durkheim’ın görüşleri Hobbes’a (2004, 2007) yaklaşır. Nitekim Duguit, Durkheim’la “ahlaki otorite” görüşünü paylaşsa da, bu otoritenin bir güç ideolojisine dayanması gerektiği konusunda ayrışmıştır. Duguit, bu ahlaki otoritenin güç ve ideolojisi değil, hukuk olduğunu düşünür.

Durkheim’a göre kolektif bilinç, “toplumdaki ortalama bireylerin ortak inanç ve duygularının tümü”dür (Tolan, 1981: 11). Kendine özgü bir yaşamı ve evrimi vardır ve toplumsal niteliği bakımından bireysel bilinçten farklıdır. Devlet de kolektif bilinçle ilgili bir toplumsal olgudur; organik dayanışmadan, toplumsal bölümünden kendiliğinden doğar ve kolektif bilinçten görece farklı olarak rasyonel bir kuruluştur (1981: 11; Öktem, 1995: 254). Duguit, Durkheim’ın bu kolektif bilinç kuramını da paylaşmaz; her bilinç tekil bir iradedir ve her tekil irade birbirine eşittir, “kolektif bilinç yoktur, ama farklı bilinçlerin birleşmesi” vardır (1995: 261).

Durkheim, bir devrim karşıtıdır ve bunu gizlemeye de ihtiyaç duymaz. Düşüncesindeki, “eyleme geçen ahlak” vurgusunun Hegel’le ilgisi kurulabileceği gibi, “korporasyonlar” önerisi de daha sonra, liberallere ya da sosyalistlere değil, özellikle İtalyan faşizmine ilham vermiş görünür. Durkheim’a göre, toplumsal sorunun çözümü, bireyler üzerinde otorite uygulamak ve ekonomik hayatı ahlakileştirerek düzenlemek için eskiden korporasyon adı verilen meslek gruplarının yeniden oluşturulmasında yatar:

Devlet bu işlevi yerine getiremez, çünkü bireylerden çok uzaktadır. Aile çok dar hale gelmiş ve ekonomik rolünü yitirmiştir. Ekonomik etkinlik artık aile dışında oluşmaktadır. Ne devlet ne de aile ekonomik hayatı denetleyebilir. Meslek grupları, yeniden oluşturulan korporasyonlar, bireyle devlet arasında aracı olacaklardır; çünkü disiplini sağlamak için zorunlu olan toplumsal ve ahlaki otoriteye sahiptirler. (Aron, 1986: 371)

Durkheim’ın çözümlemesinin, Hegel’de görülen ve daha sonra faşist kuramda özgül bir içerik edinen korporasyonlara olan bu benzerliği, anomi olarak nitelediği olgunun temelindeki “ekonomik istikrarsızlık ve toplumsal çatışmayı”, Marksist terimlerle olmasa da görmeye yanaşmamasından doğar. Lockwood’un gözlediği gibi, “sınıf ve ‘ekonomik yaşam’ Durkheim sosyolojisinde neredeyse hiç açıklanmayan kavramlardır” (aktaran Calinicos, 2004: 221). Sonuçta, Durkheim, toplumun normatif entegrasyonuna yönelen tehditlerle o kadar meşguldür ki, toplumsal istikrarı bozduğuna inandığı süreçleri değerlendirmez (2004: 223)12.

Duguit, sosyolojik çözümleme düzleminde Durkheim’ın metodolojisini ve “dinin toplumsal etkisinin çözümlenmesinde” ulaştığı türden tezlerini büyük oranda paylaşır ama bir kamu hukukçusu olarak yaptığı gözlemler kamu hukukunda bir devlet merkezci çözümleme karşıtı olarak konumlanmasını doğurur. Bu gözlemler Durkheim’da olduğu gibi, bilimsel metodolojisinin temelidir ve bu bakımdan Duguit ve hukuki realizmi, devleti sosyal bir olgu olarak toplumsal dayanışmaya bağlasa ve tarihsel materyalist olmayan düşünce -ve tarihsel materyalizmden kaynaklandığını ileri süren her türden evrimci düşünce içinde yaygın olduğu üzere doğal saysa da, doğallaştıramaz. Doğallaştırabildiği kamu hukukudur ve kamu hukukunu normatif işlevselciliği kapsamında olsa da devlet karşısında konumlandırır.

Bu konumlandırma ne Hegel’deki gibi bir dolayımla “sivil toplumun” devlete bağlanması sonucunu doğurur ne de bunu -yukarıda aktardığımız korporasyonlar çözümlemesi ile- tekrar eden Durkheimcı görüşü yeniden üretir. Aksine Alman geleneği ile mücadele içinde devleti de hukuka bağlayarak bu türden düşüncelerden köktenci bir kopuşu temsil eder.

  1. Egemenlik Kuramının ve Özel Hukuk/Kamu Hukuku Ayrımının Duguitci Eleştirisi:

Bu kopuşun anlaşılabilmesi bakımından egemenlik kuramının ve özel hukuk/kamu hukuku ayrımının Duguitci eleştirisinden söz etmek gerekir. Egemenlik kuramı, açığa çıktığı ilk evrede, devleti niteleyenin kullandığı güce sürekli, devredilemez ve bölünemez şekilde sahip bir egemen olduğunu ileri sürer; liberal katkıyı içerip aştığı ikinci evrede ise, sorun bu gücün keyfi değil, rızaya dayanan ve meşru olup olmadığıdır. Bu sorunda, egemenlik kuramının ilk evresinde açığa çıkan ve kuramın başat yönü olarak kalmayı hep başaran egemenlik sahibi devlet görüşü, gücün kendi meşruluğunu kendinden aldığında, egemenliğin sınırlanamayacağında ısrar eder. Yine de, devletin kökleri tartışmasında başvurduğu sözleşme -bireylerin egemene terk etme yoluyla ya da egemenle sözleşme yapma yoluyla egemene baştan gösterdikleri kolektif rıza- varsayımı bir açık kapı bırakmış ve buradan, kuramın bir madalyonun iki yüzünden ikincisi gibi parçası olan egemenin sınırları tartışması doğmuştur. Ancak, her iki halde de, metafizik bir konumdan konuşmaya devam edilir (Duguit, 1954: 54 vd.; 2000: 379-402).

Duguit’nin, egemenlik kuramını başka deyişle, Machiavelli-Bodin-Hobbes-Rousseau13 çizgisini kapitalist toplumsal formasyonların siyasal ve hukuksal yapıları -ulus-devletler- içinde uygulanabilir kılarak klasikleştiren yaklaşımı çözümlemesi, öncelikle tezahür ettiği modern biçimiyle “ulusal egemenlik kuramı”nın eleştirisidir. Çünkü modern toplumda var olan, gözlenebilir olan budur. Duguit’nin Kamu Hukuku Dersleri yanında “Egemenlik ve Özgürlük” başlığı altında toplanan kısa ders notlarında da vurgulandığı gibi, kamu hukuku ve özel 13 hukuk ayrımını düşünmeyi de sağlayan egemenlik kuramının “temeli pek çürük”tür (2000: 381).

Duguit’ye göre, kamusal güçle egemenliği birbirinden ayıran ve egemenlikle kamusal gücün yalnızca bir vasfını ifade eden, özellikle Alman yazarların terminolojisi reddedilmelidir. Egemenlik, kamusal güç, devlet gücü, siyasal otorite gibi deyimler eş anlamlıdır ve egemenlik sözcüğü bunların hepsini karşılayan en kullanışlı kavramdır14 (2000: 379). Egemenlik kuramı, 1789’da gelişiminin en sağlam mantık yasalarına uygun olarak inşa edilmiş son aşamasına ulaşmıştır. Temellerinde, Roma imparatorluk döneminin anısı, feodal senyörlük kurumu, dominium, yani aynı zamanda hem Roma kökenli hem de feodal olan mülkiyet kuramı, 13. yüzyılın teolojik öğretileri, 15. yüzyılın ikinci yarısında Protestan düşünürlerin kuramları ve son olarak da, 18. yüzyıl ansiklopedistlerinin ve filozoflarının öğretileri yer alır. Duguit’ye göre tüm öğretinin temel noktası, “egemenliğin bir irade olduğu”dur. Buradaki irade kavramı psikolojik niteliğe sahiptir. Bu nitelik, iradenin özne bağımlı bir eylem sürecinin ilk nedeni olmasıdır (2000: 382; 1954: 62).

Buna göre, egemenlik, kendinden başka hiçbir şey tarafından belirlenmemek gibi, kendine ve yalnızca kendine özgü bir niteliği olan iradedir. Yetkisini kendinden alan, yani eylem alanını, ne yapabileceğini, ne yapması gerektiğini, ne yapamayacağını, ne yapmaması gerektiğini kendisi belirleyen, kısacası, yalnızca kendisi tarafından belirlenen bir iradedir. Buradan da, anayasa hukuku ders kitaplarında klasikleşmiş şu tanıma ulaşılır: “Yönlendirdiği ilişkiler açısından, tabiatı gereği, kendisine üstün ya da rakip herhangi bir gücü tanımayan otoriteye egemenlik denir”15 (2000: 384). Egemenliğin bu niteliğinden çıkan bir başka sonuç, egemenliğin birliği ve bölünmezliğidir. Bodin’in Devletin Altı Kitabı’ndan süzülerek 1791 Fransız Anayasası’nın üçüncü faslındaki birinci maddeye yerleşen önerme: “Egemenlik bir, bölünmez ve devredilemezdir” (2000: 385).

Duguit iradenin özne bağımlı olduğunu açıkladıktan sonra, ulus ile egemenlik arasındaki var olduğuna inanılan ilişkiyi çözümlerken, egemen iradenin öznesinin kuramda ulus olarak belirlendiğini ve ulusun burada bir kişi özne olarak düşünüldüğünü vurgular. Zira irade, kendisinden doğduğu bir kişi gereksinir ve bu da egemenlik söz konusu olduğunda ulus olacaktır. Böylece kuramda, ulus bir kişi/özne olarak düşünülür. Duguit, bu yaklaşımı feodal iktidarların iktidarın kaynağını Tanrı’ya havale eden açıklamasıyla eşitler ve aynı ölçüde metafizik olduğunu ileri sürer. Tek tek bireylerin toplamından farklı olan ve egemenliğe sahip bir ulus kişi varsayımı, “kralın tanrısal hakkı yerine halkın tanrısal hakkını oturtur”, bu da, “teokratik öğretinin ulusal egemenlik öğretisi üzerine doğrudan bir etkisi olduğunu” gösterir (2000: 391).

Rousseau’yu eleştiren Duguit’ye göre, genel irade mevcut olsa bile bunun bireysel iradelere üstün olduğunu kanıtlayan bir açıklama yoktur. Genel de olsa o bir insan iradesidir ve Tanrı tarafından genel iradeye egemenlik verildiği kanıtlanmadıkça, onun egemen olduğu ileri sürülemez. Halkın egemen olduğunu ileri sürmekle sadece bir inanış belirtilir. Bu inanış Tanrı’nın krala egemenlik bağışladığına inanmaya benzer. Bu yüzden, “Millet egemenliği doktrini kralın ilâhi hakkı yerine milletin ilâhi hakkını geçirmekten başka bir şey yapmamıştır” diyenler yerden göğe kadar haklıdır (1954: 65).

Duguit, sonuç olarak, ulusun kişi özne olarak tasarlanmasının kuramsal olarak tutarsız ve yanlış olduğu kanaatine varır. Rousseau’nun, ister ulusun iradesi kişinin iradesini de temsil ettiğinden genel irade aynı zamanda bireyin de iradesidir biçimindeki isterse de, egemenlik ulusa aittir çünkü birey, bu egemenliğe tabiyken, yine de özgür kalır biçimindeki akıl yürütmeleri sofizmdir, hiçbir şey kanıtlamaz (2000: 393-394; 1954: 62-65).

Duguit’ye göre, “egemenlik kavramı her şeyi izah etmekten çok uzaktır, teorik olarak kabulü mümkün değildir, pratik olarak ta giderilemez açmazlara çarpmaktadır ve iç kamu hukuku ile bilhassa devletler kamu hukukunun gelişmesine engel olmak gibi vahim sonuçlar doğurmaktadır” (1954: 56)16. Egemenlik kuramında, sözleşme kuramı doğru kabul edilse bile, ilk olarak, egemenliğin emreden bir irade gücü olduğu varsayılır ki, bu “devletle uyrukları arasındaki sözleşme hükümlerinin mecburi karakterde olduğunu kabul etmeye elverişli değildir. Taraflar eşit olmadıklarına göre, hakiki bir sözleşme, devlete yerine getirilmesi mecburi borçlar yükleyen sözleşme imkânsızdır” (1954: 57).

Egemenlik kuramında, ikinci olarak, Almanların -Hegel’in- skolastik formülüyle, egemenliğin kendi kendini belirten bir irade olduğu, yani kendi hareket sahasını ve amacını kendi belirleyen bir irade olduğu, dışarıdan belirlenen bir amaçla sınırlanması mümkün olmayan bir irade olduğu, “kendi yetkisinin yetkisini taşıdığı” varsayılır ki, böyle anlaşılan egemenlik devlete ait olursa devlete üstün hiçbir kuvvet devletin hareketini sınırlayamaz. Böylece devlet üstün bir hukuk kuralı ile bağlanamayacağından, bunun sonucunda kamu hukuku olamaz. Duguit, “böyle bir sonuç karşısında ne kadar şiddetle protesto etsek azdır” kanısındadır (1954: 58).

Egemen gücün tek olduğuna dair diğer varsayım, federal devleti açıklayamaz. Keza, kuvvetler ayrılığı ile de egemenliğin bölünmezliği çelişir17. Son olarak da, egemenliğe atfedilen beşinci nitelik, egemenliğin devredilememesi ve zaman aşımına uğramaması, temsile dayalı modern parlamenter rejimleri açıklayamaz18.

Ulusal egemenlik kuramının demokratik bir kuram olduğunun ileri sürülmesine karşı da, “millet egemenliği konusunda söylediklerim ve yazdıklarım dolayısıyla biliyorsunuz” der Duguit, “ben, millet egemenliğinin varlığını bilimsel olarak inkar ederim”:

Fakat, buna rağmen ben demokratım; kendimi pek demokrat biliyorum, hatta umumi toplantılarda şatafatlı bir surette millet egemenliği prensibini ilan edenlerden daha demokratım. Ben demokratım, çünkü her memlekette, kamu işlerinin yönetiminde bütün va- tandaşların eşit pay sahibi olmalarının arzuya şayan, ne kadar mümkünse o kadar arzuya şayan olduğu düşüncesindeyim; ben hatta kadınlara da seçim hakkı verilmesini inanarak savunanlardanım. Bundan dolayı ateşli bir demokratım diyebilirim. Fakat bu benim gerçeği olduğu gibi görmeme ve bilimsel olarak millet egemenliği kavramının hiç bir gerçeğe uymadığını söylememe engel olmaz. (abç, 1954: 62-63)”

Duguit’ye göre, yapay da olsa, egemenlik doktrini, “pratikte hayırlı sonuçlar yaratsa ve modern dünyanın politik olaylarını açıklayabilse, belki savunulabilir ama gerçeklik tam tersinedir. Egemenlik teorisi, her çeşit imkânsızlıklara çarpmakta olduğundan kabul edilemez ve şiddetle reddedilmelidir. Ayrıca, bu teori uğursuz sonuçlara vardığından kesin olarak mahkum edilmelidir” (1954: 62). Duguit’nin vardığı sonuç şudur:

1.Emreden kudretin sübjektif hakkı olarak, ancak ve yalnız kendi kendini belirten bir iradenin kuvveti olarak egemenlik mevcut değildir. 2. Egemenlik mevcut olsaydı sahibi bulunamayacaktı. Çünkü egemenlik ne prense, ne bir kişi gibi sayılan millete, ne de kişileştirilen devlete izafe edilemez. Millete bile izafe edilemez, çünkü bu fert çokluğunun iradesiyle azınlığa hükmetmesi demek olur ve bunun niçin öyle olduğunu anlamak mümkün değildir. (1954: 70)”

Rousseau’ya göre, insan ancak kayıtsız şartsız genel iradeye, gerçekte çoğunluğun iradesine boyun eğdiğinde özgür olabilir. Duguit, kuvvet-devlet teorisinin, Alman hukukçularının çoğu tarafından öğretildiğini, hukukçu Gerber tarafından 1880’lerde ortaya atılan bu doktrinin, 20. yüzyıl başında Jellinek tarafından ele alınarak geliştirildiğini ve bu profesörün etkisi altında Alman bilimi tarafından benimsediğini belirttikten sonra; bu doktrine göre egemenliğin kaynağının ne prens ne ulus ama bizzat devlet olduğunu şöyle açıklar:

Filozofların dediği gibi devlet vazediliyor, yani apriori olarak devletin varlığı ve kişiliği kabul ediliyor ve devlet devlet olduğu için egemenlik sahibidir deniliyor. Millete gelince, bu doktrinde millet devletin ancak bir organıdır, tıpkı parlâmento gibi. Millet seçmek için bir organdır, parlâmento yasamak için bir organdır. Böyle bir doktrinin ulaştığı neticeler kolayca görülüyor. Eğer millet devletin sadece bir organı ise, devlet milletin görevini ve haklarını istediği gibi düzenler ve sınırlar. (1954: 61)

“İnkar edilemezdi ki, “Rousseau’nun düşünceleri Hegel’e politik felsefesini ilham etmiş19 ve zamanın Alman hukukçuları Hegel’in felsefesinden çıkardıkları kuvvet doktrini ile içeride mutlakıyet, dışarıda saldırganlık şeklinde tecelli eden Alman politikacısına ilham vermişlerdi” (abç, 1954: 66).”

Sonuç olarak, Duguit’ye göre, “egemenlik mevcut değildir; mevcut olan egemenliğe olan inançtır. Bu inancın ardında bir şey yoktur, hiçbir zaman da hiçbir şey olmamıştır”. Bu inanç tehlikelidir ve bunun için yıkılmasını tamamlamalıdır. Hükûmet edenlerin20 emretme hakları yoktur ama kamu hizmetlerini yürütme, örgütleme, düzenleme görevleri vardır. Kamu hizmeti görevi, hükûmet edenlerin yetkilerini aynı zamanda hem kurar, hem de sınırlar. “Devlet egemenliği inancını yıkmaya çalışma ödevinde olmamızın sebebi” diye söyler öğrencilerine Duguit, “bu inançla kamu hukukunu kurmanın mutlak surette imkânsız olmasından doğar” (1954: 67).

Duguit’nin hukuki realizmi, yukarıda belirttiğim gibi, Durkheim’dan etkilenmiştir ve sosyal dayanışma kavramına dayanır ve bu çerçevede bir gerçeklik olarak devleti, yok olması gereken bir organizasyon olarak değil, meşru bir otorite olarak görür. Ama insan topluluklarının yaşaması için gerekli olan bu otorite, sözüm ona sübjektif hukuk üzerine kurulamaz, başka deyişle Hegelci formülün aksine ne hakkın kaynağıdır ne de egemendir. Hukuki bir gerçeklik olarak devletin meşruluğu, yalnız ve yalnız topluluk halinde yaşayan insanlara düşen ödev üzerine kurulabilir. Böylece Duguit, hukuki realizmi içinde metafizik devlet anlayışını ve egemenlik teorisini yıktığında, yerine, kamu hizmeti organizasyonu olarak devlet görüşünü koyar: Bütün iradeler bireyseldir, hepsinin değeri aynıdır; irade hiyerarşisi yoktur. Özne bakımından her iradenin değeri aynıdır. İradelerin değeri ancak yöneldikleri maksada göre belirtilebilir, “idare edenlerin iradesi bu sıfatla hiç bir kuvveti haiz değildir; fakat bir kamu hizmetinin teşkilatlanması ve işlemesi maksadına yöneldiği ölçüde değer ve kuvvet kazanır” (1954: 76). Böylece kamu hizmeti kavramı egemenlik kavramının yerine geçmiş bulunmaktadır: Devlet artık emreden bir egemen kudret değildir; ellerinde tuttukları kuvveti kamu hizmetlerini kurmak ve işletmek için kullanmakla ödevli bir takım bireylerdir. Kamu hukukunun temel kavramı kamu hizmeti kavramıdır (1954: 76).

Nitekim Duguit, kamu hukukunun inceleme nesnesinin daraltılmasına, “münhasıran” da kamu hukuku ile özel hukuk arasında yapılan ayrıma karşı çıkar. Yukarıda aktardığım gibi, kamu hukukunun ampirik olarak devletle ilgili olduğunu kabul eder ama hukuk, kamu hukuku ve özel hukuk diye ayrılmaz; olsa olsa objektif hukuk (yasa, law) ve subjektif hukuk (hak, right) diye ayrılabilir; kaldı ki, bu ikincisi de yanlıştır (1954: 16). Bu çok önemlidir, çünkü, kamu hukuku ve özel hukuk olarak yapılan ayrım, “aslında Almanlardan gelmiş” ve “bir çoğu gizli amaç güden” bu hukukçuların, “kamu hukukunu özel hukukun zıddı olarak belirtmekte, devletin kendi taahhütleriyle borçlu tutulamayacağını savunmak için hukuki görünüşte bir dayanak bulmaktan başka bir amaçları olmamıştır” (abç, 1954: 16-17).

Kapitalizmde kamusal olanla özel olanın ayrılması, devletin egemenlik ideolojisi içinde kurulan fetiş karakterinin bir biçimidir. Bu yüzden Duguit’nin bu itirazı, kamu hukukunu devlete karşı düşünebilmek için esaslı bir başlangıç noktasıdır. Duguit’nin eleştirdiği, bu- gün de Türkiye kamu hukuku kürsülerinde kabul gören yaklaşım ise, kamu hukukunu devletle, özel hukuku ise kişilerle ilişkilendirerek, “kamu hukuku, devletle, özel hukuk ise kişi ile ilgili hukuk kural ve kurumlarını inceleyen ve açıklamaya çalışan hukuk dallarıdır” diyerek disiplinleri ayırır (Zabunoğlu, 1973: 28).

Bu, Jellinek’ten kaynaklanan yaklaşım, köklerini Roma’ya götürerek, kamu hukuku ile özel hukukun içeriğinin üç nedenle ayrıştığını ileri sürer. İlk olarak, kamu hukukunun geçerli ilkesi, kamu yararı ile sınırlı egemenliktir, özel hukukta ise irade özgürlüğü ve sözleşme serbestliği ilkeleri egemendir (1978: 28). İkinci olarak, iki hukuk alanındaki hak sahipleri de ayrıdır. Kamu hukuku alanında hak sahibi genellikle, en üstün iradeye ve kudrete yani egemenliğe sahip olan, Devlet ile, Devlet kudretinin belirli parçacıklarını kullanmaya yetkili kılınan diğer kamu hukuku tüzel kişileridir. Ayrıca, her iki hukuk alanında hak sahibi olanların bulundukları durumun ortaya koyduğu düzeyin de ayrı olduğu kabul edilmektedir:

Gerçekten, genellikle özel hukukta hak sahipleri, hukuk bakımından eşit iradelere sahip gerçek ya da tüzel kişilerdir; bunların iradelerinin genellikle, bir altlık-üstlük ilkesi içinde görülmesine imkân yoktur: Bunların iradelerinin genellikle hukuk bakımından eşit olduğu kabul edilir.

Kamu hukukunda ise, üstün Devlet kudretine sahip yani egemen olan Devlet karşısında bireylerin hak sahibi olarak görülmelerinin sınırlılığı bir yana, bireylerin iradeleri ile Devlet’in iradesinin aynı hukuksal düzeyde bulunmadığı, Devlet kudretine sahip iradenin emir ve komuta etmek durumunda ve yerinde bulunduğu, hatta bu yetkiye sahip olma bakımından Devlet’in bir nevi tekel durumundan yararlandığı, bireylerin ise genellikle Devlet iradesinin emirlere uymak, onun gereğini yapmak durumunda ve zorunda oldukları kabul edilmektedir; bunun doğal sonucu ise, Kamu Hukuku alanında birey iradelerinin, hukuki bakımdan, Devlet’inkine bakarak daha alt bir düzeyde bulunduğunun kabulüdür. (1973: 29)

Duguit’nin sözünü ettiği gizli amacın hukuki politik ideoloji içinde iyi bir temsili olduğundan ötürü tümüyle aktardığım bu uzun pasaj, hukuktaki kamu ve özel ayrılığının kişilerin özel çıkarlarını devlete karşı savunmak için değil, aksine devleti egemenlik kuramı içindeki fetiş karakteriyle hukuki kişilik sahibi olarak düşünmek için geliştirildiğini açıkça gösterir. Bu aynı konum Kelsen’in saf hukuk kuramında da, devlet hukuk tüzel kişisi sayılarak temsil ve tekrar edilir (2000: 429-450). Bunun sonucu ve üçüncü olarak, her iki hukuk alanındaki çıkarlar farklıdır; kamu hukukunda “doğrudan doğruya sosyal ve genel menfaatlerin düzenlenmesi ile karşılaşıldığı halde, özel hukukta özel ve kişisel yararların düzenlenmesi söz konusu”dur (1973: 29).

Kamu Hukuku Dersleri’nde Duguit, gündelik hukuk pratikleri içinde objektif hukukun kural, subjektif hukukun yetki olarak da düşünülebileceğini açıkladıktan sonra; ancak devletin koyduğu kuralın hukuk kuralı olarak kabul edilebileceğine dair, Feydel’in “Devletin üstünde bir hukuk olmadığı, Devletle paralel bir hukuk olmadığı, hukukun Devlet tarafından tedvin edildiği prensibi söz götürmez” diye ifade ettiği Alman görüşünü sert bir üslupla eleştirir:

Şiddetle protesto eder ve Devletsiz ve Devletin üstünde de hukuk olduğunu beyan eylerim. Hukuk kuralının ancak Devlet tarafından ihdas edilebileceği ve Devletin mutlak kudreti olduğu pratikte kabul edilemez. Pozitif kanunların dışında ve üstünde de hukuk kuralları vardır.(1954: 18)

Duguit, objektif hukukla, bir ülkede pozitif olarak vazedilmiş kanunların ötesinde bir normdan ve bir yapıcı kuraldan oluşan hukuk kurallarını kast eder. Örneğin, medeni hukuk profesörleri dehşete düşseler de, Napolyon’un vazettiği Medeni Kanun 2281 maddesine rağmen, gerçekte üç norm içerir: İlki, özel mülkiyete saygı emreden kural, ikincisi, sözleşmelerin geçerli olduğunu belirten kural ve üçüncüsü ise, haksız fiil sorumluluğundan doğan kurallardır. Gerisi, bu normların somut durumlara uygulanması için geliştirilmiş, devlet ajanlarına ve özel olarak yargıçlara hitap eden yapıcı hükümlerdir. Subjektif hukuk (hukuk düzeninin sağladığı hak) kavramı ise, irade temelli metafizik bir görüştür. Subjektif hukuk yoktur, objektif hukukunun yarattığı objektif ve subjektif durumlar vardır (1954: 25-27).

Duguit’nin realist hukuk görüşü içinde, subjektif hukuk/hak, irade temelli metafizik bir yaklaşım yerine, birlikte yaşayan insanların birlikte yaşama koşullarının yarattığı objektif bir duruma dönüşmüş olur. Bu durumda, Kapani’nin belirlediği kapsamda kamu hürriyetlerinden söz ettiği de söylenemez. Kapani’ye göre, kamu hürriyetleri, “insan haklarının devlet tarafından tanınmış ve pozitif hukuka girmiş” kısmını ifade eder (1993: 14). Bu biçimiyle de objektif hukukun bir parçasıdır. Duguit’ye göre ise;

“Hukuk yalnız fertleri değil, Devleti de bağlamalıdır; yalnız Devletin şu veya bu organını değil, Devletin kendisini de bağlamalıdır, yoksa kamu hukuku ortadan kalkar ve keyfilikle, istibdatla karşılaşılır. Bundan dolayı, düzgüsel (normatif) kanunlar, fertlere, Devlete ve ajanlarına hitap eder, ancak yapıcı kanunlar yalnız kamusal ajanlara hitap eder.(1954: 27)”

Duguit, Kamu Hukuku Dersleri’nde, devlet hakkındaki ve devlet merkezli metafizik görüşleri eleştirdikten sonra, liberal ve sosyalist görüşleri de tartışarak öğrencilerine, bu görüşlerden birini benimseyebileceklerini “elverir ki Devletten ayrı olarak, Devletin üstünde ve Devlet üzerinde de hüküm süren bir objektif hukukun varlığını kabul ediniz” sözleriyle aktarır (1954: 20).

Duguit, bu görüşüyle, bir yandan, liberal gelenek içinde, doğal hukuk yaklaşımını yeniden üretmiş gibi, öte yandan ise, Marksist eleştiri içinde, Poulantzas’ın hukuki politik ideoloji diye andığı konuma çekilmiş gibi görünür. Gerçekten de, Duguit, pozitif hukukun kaynağını ya da nedenini açıklayamadığı her an, doğal hukuk kuramcılarına benzer bir aşkınlık içinde pozitif hukuktan söz ediyor sayılabilir (Öktem, 1995: 261). Bana göre ise tam da buradan, tarihsel materyalist çözümlemenin adalet fikrinin maddeci edinimine bir köprü kurulabilir.

Poulantzas’a göre, en tipik örneğini Kelsen’in saf hukuk kuramında bulan hukuki politik ideoloji, kapitalist toplumların ideolojik topluluğuna hakimdir ve diğer ideolojik söylem biçimlerine de nüfuz eder (Jessop, 2008: 95). Gerçekten de, kapitalist devletin “işleyişi için gerekli ulus-halk matrisinin yanı sıra sermaye birikimi için geçerli ideolojik bireyleşme matrisini” (2008: 95) hukuki politik ideolojinin gerçekleştirdiği söylenebilir. Sadece Jellinek ve Kelsen için değil, genel olarak hukuk alanında bu niteleme birebir karşılık kazanır.

Benzer şekilde, duraksamaksızın, Duguit’nin, Durkheim örneğindeki gibi kapitalist üretim tarzını ve genel olarak sınıf mücadelesini çözümlemesine konu etmeyerek hukuki politik ideoloji içinde kaldığı da kolaylıkla ileri sürülebilir. Bana göre ise bu durumda dahi, Duguit’nin geliştirdiği kamu hukuku kuramı, hukuki politik ideolojinin ana akımından, başka deyişle egemenlik kuramı olarak güç ideolojisinden tümüyle koparak, kamu hukuku disiplini içinde çok önemli bir alternatif yol açmayı sürdürür. Bu yolun, devlete karşı kamu hukukunu düşünürken, devletin baskı aygıtı ile kamu hizmeti örgütlenmesi aygıtını sert biçimde ayıran Devlet ve Devrim’deki (1999) argümana bağlanabilmesi, bu yüzden çok da şaşırtıcı değildir21. Bu makaleye, başlangıç noktası oluşturan da budur. Duguit’nin maddeci gözlemleri üzerine kurduğu devlet görüşü, devletin sönümlenmesi tezi üzerine kurulan tarihsel materyalist devlet görüşü için bir dizi geçiş programı talebi bakımından olanaklar yaratmakla kalmaz, bizzat hukukun kendisini de devlete karşı bir mücadele alanı olarak yeniden düşünmeyi kışkırtır22.

  1. Devlete Karşı Komünist Hipotez

Komünizmin ne olduğu üzerine elbette genel bir uzlaşma yoktur ve bu tür kavramlar için olmasını beklemek de hayal olur. Komünist Manifesto’nun yayınlanmasından beri, geride bıraktığımız 165 yıl içinde, Marksizmden köklendiğini ileri süren akımlar arasında da, önemli yaklaşım farklılıkları oluşmuştur. Komünist hipotezden, Alan Badiou’nun kast ettiği anlamda soyut bir Komünist İdea’nın (Badiou, 2011) anlaşılmaması gerektiğini, özel çıkara ve kara dayalı kapitalist düzeni değiştirme olasılığından söz edilmekte ise de, bu olasılığın demokrasi ve komünizm karşıtlığı içinde kurulmadığını vurgulamak gerekir. Aksine, komünizm, gerçek demokrasiye yönelen bir harekettir (Mısır, 2001).

Sorunun somutluğu içinde görünebilmesini, önceki bölümlerde Duguit’den öğrendiklerimizin özeti sağlayabilir: Duguit’ye göre, varlığı iddia edilen egemen kuvvet yoktur, kamusal ajanın iradesi, bütün başka iradeler gibi, bir insan iradesidir (1954: 43). Bu kamusal ajanın iradesinin yetkilendirilmesinin/ hukukça yetki sahibi kılınmasının yegane nedeni kamu hizmeti işlevini yerine getirmesidir. Kamu hizmetleri, toplumsal yaşam için, sürekli gerçekleşmesi gerekli olan faaliyetlerdir. Böylece idare edenlerin görevleri, kamu hizmetlerinin işlemesini sürekli olarak sağlama borcuyla özetlenebilir (1954: 75).

Bütün iradeler bireyseldir ve iradeler arasında hiyerarşi yoktur. Özne bakımından her iradenin değeri aynıdır. İradelerin değeri ancak yöneldikleri amaca göre belirtilebilir. İdare edenin iradesi bu sıfatla hiçbir güce sahip değildir; fakat bir kamu hizmetinin örgütlenmesi ve işlemesi amacına yöneldiği ölçüde değer ve kuvvet kazanır. Böylece kamu hizmeti kavramı egemenlik kavramının yerine geçmiş bulunmaktadır. Devlet artık egemen bir güç değildir; ellerinde tuttukları kuvveti kamu hizmetlerini kurmak ve işletmek için kullanmakla ödevli bir takım bireylerdir. Sonuç olarak, kamu hizmeti kavramı egemenliğin yerine geçtiği için kamu hukukunun temel kavramı olmaktadır. (1954: 76)

Kararcı Alman düşüncesinin aşkın devletçiliğinden Duguit’nin yalın kamu hizmeti merkezli kamu hukuku teorisine döndüğümüzde, kamu hizmetinin hangi perspektif/ ilke içinde tanımlanabileceği sorunu belirir ve bu sorun, dikkatimizi Marksist kuramdaki -gücün toplumsal edinimine odaklanan ve çoğu devleti doğallaştırmaya varan- sofistike hukuk tartışmalarının yerine, Duguit’nin kuramındaki toplumun kuruluşu için gereken yalın ilkeye çevirmemizi doğurur. Bir pozitivist ve Durkheim izleyicisi olarak Duguit, kamu hizmetinin temel ilkesinin “sosyal dayanışma” olduğunu düşünmüştür. Kamu hizmetinin sınırlarını sosyal dayanışma belirler; bu yüzden, kararcı Alman düşüncesinde aşkın devlete itaatin temel gerekçesi olan “huzur, güven ve düzeni” sağlamak da Duguitci perspektiften kamu hizmetlerinden sayılır.

Burjuva toplumunda iş bölümünün ve bir tür dayanışmanın var olduğu tartışma dışıdır. Ancak bu, kapitalist toplum ve kapitalist devletin, sınıflar mücadelesi içinde şekillendiği gerçeğini değiştirmez. Bu perspektiften bakıldığında; kamu hizmetinin temel ilkesi, sosyal dayanışma olarak belirlendiğinde de Duguitci yaklaşım içinde bile kamu hizmetinin gerçek içeriğine ulaşmak, bu gerçek içerik Duguit’ye göre de, “iradelerin eşitliğini” esas aldığından ötürü mümkün olmaz. Çünkü, “huzur, güven ve adalet” esasen özel mülkiyetin korunmasına ve Duguit’nin kamu hizmeti dışında hiçbir şeye dayanamayacağı kanaatine vardığı kamusal ajanlar topluluğu olarak devletin bir sınıf hakimiyetini tesis etmesine yönelir. Somutta kapitalist devlette kamu hizmetleri, Duguitci anlamda bile iradelerin eşitliğini sağlayamaz. Kapitalist devletin gördüğü entegrasyon işlevi kapsamında yürür (Man- del, 2008).

Ama bu Duguit’den, kamusal ajanların üstün bir iradeye dayanmadığını ve dayanamayacağını, yetkilerini de kamu hizmetinden aldıkları önermesini devralmamızın önünde engel değildir. Şu halde, kamu hizmetinin başka bir temel ilke ile tanımlanması gerekir. Bu makalede kamu hizmetinin temel ilkesinin, komünizm olduğu ileri sürülecektir.

Elbette şu kayıtla: Bugün bir çorak tarlaya dönüştüğü ileri sürülen komünizmin büyük mirası, devletler tarihsel olarak aşılmadıkça “gerçek demokrasi” olanak hanesine yazılamayacağından, bize demokrasiyi devlet karşısında düşünme olanağı sağlayan büyük devrimci gelenek olmaksızın yeniden “insanlığın tarihsel özgürleşmesi”ne hizmet eden verimli bir fideliğe yataklık edemez. Bu devrimci demokratik hareket, Guèrin’in (1986) gösterdiği gibi salt burjuvaziye ait değildir; 1789’da “toprağın eşit parçalar biçiminde dağıtılmasını, büyük toprakların sınırlandırılmasını ve bütün burjuvaların çalıştırılmasını isteyen” Claude’in üyesi olduğu cercle social’da (toplumsal dernek) başlayan, ortalarında başlıca temsilcileri “Enragé”lerin23 sözcüleri Jacques Roux ve Théophile Leclerc olan ve Babeuf komplosu ile geçici olarak yenik düşecek olan bu hareket, Babeuf’ün dostu olan Buonarroti’nin 1830 Devrimi’nden sonra Fransa’ya yeniden soktuğu komünist düşünceyi filizlendirmiştir (Marx, 1976a: 183). Bu kapitalist çağın köktenci eleştirisi olan fikrin manifestosu, Komünist Manifesto, daha sonra Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından yazılacaktır.

Marx’a göre devrimci hareket, kuramsal olduğu kadar gerçek temelini de özel mülkiyetin gelişmesinde bulur ve “özel mülkiyet fikrini ortadan kaldırmak için komünizm fikri oldukça yeterliyse” de “gerçek özel mülkiyetin ortadan kaldırılması gerçek komünist eylem gereksinir” (Marx, 1993a:172 ve 193). Tarih, yol gösterecektir ve Marx, 1844 yılında, bu hareket, teoride daha şimdiden kendini gerçekleştirdi diye yazar. Fiili bir gerçeklik olarak da komünizm, sürünceme içinde, engebeli, dolambaçlı ve sarp24 bir süreçten geçerek kendi kuruluşunu gerçekleştirecektir. Buna rağmen, komünist hareketin hedefleriyle birlikte sınırlı karakterinin ve bu hareketin ötesinin bilincinin daha başlangıçta kazanılmış olması, gerçek bir ilerleme olarak göz önüne alınmalıdır (1993a: 193; Cornu, 1993a: 285).

Marx ve Engels’te komünizm kavramının iki farklı kullanımı vardır. Birinci kullanımda komünizmi hedefleyen hareket, başka deyişle, işçi sınıfı hareketinin devrimci bir bölüğü içerilir; ikinci kullanımda ise bu hareketin toplumsal hedefi kast edilir. İkinci kullanım söz konusu olduğunda, Marx, çeşitli vesilelerle, “gelecekteki mutfaklar için tarifler” yazma konusunda hiçbir niyeti olmadığını belirtmiştir (Bottomore, 1993: 340). Bu nedenle, genel belirlemeler dışında komünizmin bir hareket olmaksızın anlaşılması güçtür; dolayısıyla bu iki kullanım Marx’ta ayrışmış değildir, diyalektik birlik içindedir; komünizm hedefinden ayrı düşünülemeyecek olan harekettir.

Bensaïd’in belirttiği üzere, yirmi yaşını henüz doldurmuş olan Engels, “Toplumsal Reformun Kıtada Gösterdiği İlerlemeler” üzerine 1843 tarihli bir makalesinde komünizmi “modern uygarlığın genel koşullarından kaçınılmaz olarak çıkarılması gereken zorunlu bir sonuç” olarak, kısaca işçilerin “İhtilal-i Kebirin capcanlı kaynaklarına ve incelemesine geri dönüp Babeuf’un komünizmine hemen dört elle sarıldıkları” 1830 Devriminin ürünü mantıksal bir komünizm olarak görür (Bensaïd, 2010: 64).

Bunakarşılık, bu komünizm Fransız-Alman Yıllıkları’nın başında bulunan mektuplarda, Marx’a göre henüz “dogmatik bir soyutlama”dan, “hümanizm ilkesinin tuhaf [orijinal] bir dışavurumu”ndan başka bir şey değildir (2010: 64; Bottigelli, 1993a: 53). Marx’ın burada eleştirdiği komünizm, sadece toplumsal bir eşitsizliğe son vermek (1993a: 54) isteyen, oluşum halindeki proletaryanın kendisini “kurtuluşunun doktrinerlerinin kollarına”, “sosyalist sektlere” ve “sınıf ilişkilerinin hayali ilgası” olarak “evrensel kardeşliğin milenyumu” üzerine “hümanistler olarak saçma sapan laflar eden” kafası karışık bir takım zihinlere bırakmıştı. (Bensaïd, 2010: 64)

Marx’ın “komünizmi açıkça tuttuğu” ilk metin 1844 Elyazmaları’dır (Bottigelli, 1993a: 53). 1844 Elyazmaları’nda Marx da, “Komünizm olumluyu, yadsımanın yadsınması olarak koyar, öyleyse komünizm insanın kurtuluş ve kendini onarımının gerçek uğrağı, tarihin gelecekteki gelişmesi için zorunlu25 uğraktır” diye yazar (1993a: 184). Bu metinde Marx, komünizmin, özel mülkiyetin, insani kendine yabancılaşmanın olumlu ortadan kaldırılışı, “sonuç olarak din, aile, devlet vb. dışı insanın, kendi insanal, yani toplumsal varlığına dönüşü anlamına” geldiğini yazar (1993a: 172-173; Bottigelli, 1993a: 54; Bottomore, 1993: 340). Komünizm, sadece devlet ya da dinden kurtuluş değil, insanın gerçek kurtuluşu olacaktır (Bottigelli, 1993a: 55).

Demek ki 1848, ya da başka deyişle Marx ve Engels öncesinde bir hayaleti andıran ve sarih bir programı olmayan bu kaba komünizm, Bensaïd’in deyişiyle “eşitlikçi sektlerin ya da İkarusçu hülyaların ‘kötü yontulmuş’ biçimlerine bürünmüş bir halde zamanın ruhunun yakasını bırakmamaktadır” (2010: 64). Marx, 1844 Elyazmaları’nda bu kaba komünizmin “devletin ortadan kaldırılması ile birlikte” olmasını olumlar, ancak özel mülkiyetle kurduğu ilişki içinde onu, “kendini olumlu ortaklık olarak koymak isteyen özel mülkiyet alçaklığının büründüğü bir biçimden başka bir şey değildi” diye niteler (1993a: 171). Bu erken metin, yabancılaşma üzerine uzun ve bitmeyen tartışmalara konu edildiyse de, esas önemli yanı, henüz tarihsel materyalizmi tam olarak olgunlaşmamış olan Marx’ın bile, komünizmi somut, yaşayan ve ezilen insanların, proletaryanın bir kurtuluş hedefi/programı ve ona yönelen bir hareketi olarak birlikte düşündüğünü açıkça göstermesidir. Aksi, insan toplumunun ereksel biçimi olarak komünizmi ilan etmek olurdu ki, bu tümüyle metafiziktir. Komünizm sorunu, Marx ve Engels tarafından Komünist Manifesto’da, bu tür bir metafizikten uzak- ta, mülkiyet sorunu olarak konulur. Elbette yine de komünistlerin bir hareketi olarak:Kısacası Komünistler her yerde mevcut toplumsal ve siyasal düzene karşı her devrimci hareketi desteklerler. Bütün bu hareketlerde ne ölçüde gelişmiş olduklarına bakmaksızın mülkiyet sorununu hareketin temel sorunu olarak öne çıkarırlar. (2008: 51)

Komünist Manifesto’nun “Proleterler ve Komünistler” başlıklı İkinci Bölümünde, “Komünistlerin teorisi tek bir ifade ile özetlenebilir: özel mülkiyete son verilmesi” diye yazarlar Marx ve Engels, ama bu, “Komünizmin ayırt edici özelliği, genel olarak mülkiyete son verilmesi değil, burjuva mülkiyetine son verilmesidir” (2008: 33-34). Aksine komünizmde kullanım değerine göre gerçekleşen bireysel mülkiyet genelleşir. Komünizm, kapitalizmin özel mülkiyeti karşısına bireysel mülkiyeti diker. Bu bölümün sonundaki taleplerin büyük çoğunluğu da mülkiyetle ilgilidir.

Marx, Engels’le birlikte, Komünist Manifesto’da somut taleplerle birlikte özel mülkiyetin aşılması olarak açıkladığı komünizmi bir hareket olarak da daha önce yazdıkları Alman İdeolojisi’nde maddileştirerek; kapitalist toplumun ‘katlanılamaz’, yani kendisine karşı devrim yapılan bir güç haline gelmesi için yabancılaşmanın insanlığın büyük kitlesini “mülksüz” kılması ve bunu üstelik varolan bir zenginlik ve kültür dünyasına karşı yapması gerektiğini, her iki öncülün de üretici güçlerde büyük bir artışı, üretici güçlerin yüksek derecede bir gelişmesini şart koştuğunu, daha bugünden yerel değil dünya tarihsel varlıkları içindeki insanların gerçek tecrübede varoluşlarını gerektiren üretici güçlerin bu gelişmesinin mutlak olarak gerekli bir öncül olduğunu, çünkü bu olmazsa yalnızca yoksulluk ve kıtlığın genelleştirilmesinden başka bir şey yapılmış olmayacağını ve kıtlıkla birlikte ihtiyaçlar uğruna mücadelenin yeniden başlayarak tüm o ‘eski pisliğin’ canlandırıl- mış olacağını (1999: 61), yazar:

Çünkü, insanlar arasında evrensel bir ilişki ancak üretici güçlerin bir evrensel gelişmesiyle kurulmuş olur. Bu evrensel ilişki, bir yandan bütün ülkelerde zamanlı olarak ‘mülksüz’ kitleyi (evrensel rekabeti) doğurarak, her ülkeyi ötekilerin devrimlerine bağımlı hale getirir ve sonunda yerel bireylerin yerine dünya- tarihsel, tecrübede evrensel bireyleri geçirir. Bu olmaksızın 1) komünizm ancak yerel bir fenomen olabilir; 2) ilişki güçlerinin kendileri evrensel, dolayısıyla katlanılmaz güçler olarak gelişmez; boş inançlarla kuşatılmış güdük koşullar olarak kalır ve 3) ilişkilerin her genişleyişi yerel komünizmi ortadan kaldırır. Ampirik olarak komünizm ancak hakim halkların “hep birlikte” ve eş zamanlı eylemi olarak mümkündür, bu da üretici güçlerin evrensel bir gelişmesini ve bunların kuşattığı dünya ilişkilerini şart koşar. (1999: 62)”

Alman İdeolojisi’nde Marx ve Engels, komünizmin kapitalizmi yıkma koşullarını betimlerken, onu hem bir kurtuluş hedefi hem bir hareket olarak görmeye devam ederler. Bir kurtuluş hedefi ya da varılacak yer olarak “komünizmin gelişme sürecinin temel özellikleri” (Kürkçü, 2009: 34) Marx ve Engels tarafından, “kapitalist toplum ile komünist toplum arasında birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer al”dığı, “buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül et”tiği, bu geçiş döneminde devletin “proletaryanın devrimci diktatörlüğünden26 başka bir şey olamayacağı” (1989: 41) biçiminde belirlenir. Engels, Anti-Dühring’te, komünist hareketi kuran proletaryanın devlet iktidarını ele geçireceğini ve öncelikle üretim araçlarını kamu mülkiyetine devredeceğini yazar:

Ama böylelikle proletarya olarak kendisini ortadan kaldırır, bütün sınıfları ve sınıf ayrımlarını ortadan kaldırır ve devlet olarak devleti ortadan kaldırır Devletin onun aracılığıyla hakikaten tüm toplumun temsilcisi olarak öne çıktığı ilk eylemi -toplum adına üretim araçlarının mülkiyetine el koymak- aynı zamanda onun devlet olarak son eylemidir de. (abç, 1977: 400)

Bu eylemle komünist toplumun ilk evresine, Lenin’in Devlet ve Devrim’de (1999) formüle etmesinden sonra (Bottomore, 1993: 341) daha çok, sosyalizm olarak adlandırılan evresine, “uzun ve sancılı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekli ile” komünizme geçilir; bu evrede, “işçi topluma sunmuş olduğu aynı emek miktarını ondan başka bir biçimde geri alır”, “eşit hak burada hâlâ -ilke olarak- burjuva haktır”, “komünist toplumun ikinci evresinde, bireylerin işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve onunla birlikte kafa ve kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasından sonra, emek yalnızca yaşama aracı değil, yaşamanın birincil ihtiyacı haline gelmesinden sonra, ancak o zaman burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılmış olacak ve toplum bayraklarının üzerine şunu yazabilecektir:‘Herkesten yeteneğine göre herkese ihtiyacına göre!’”(Marx ve Engels, 1989: 30-31; Kürkçü, 2009: 35). Kürkçü’nün açıkça belirttiği üzere;

Kapitalizmin tahlili ve eleştirisi üzerine kurulu bu tanımdan yola çıkılıp “reel sosyalizm”lerin incelenmesinin ulaştırabileceği tek yargı, bunların komünist toplumlar olmadıklarıdır. Çünkü birinci olarak, bu toplumların hiçbirinde, birer devrimle işçi devletleri kurulduğunda “evrensel olarak gelişmiş” bir üretici güçler kitlesi bulunmuyordu. İkincisi, bu ülkelerin hiçbirinde proletarya “sönen bir devlet”i yönetmedi. Üçüncüsü, bu ülkelerin hiçbirinde, üreticiler kendi emeklerinin koşullarına egemen olmadılar. Nihayet dördüncüsü bu ülkelerin tümünde de kurulduğu kadarıyla komünizmin ilk evresi kısmi kaldı. (abç, 2009: 35)”

Halbuki Lenin, Devlet ve Devrim’de burjuva devlet makinesinin parçalanmasını, bu parçalanmış makinenin yerine ancak “daha tam bir demokrasi”nin geçebileceğini öngörür: Düzenli ordunun lağvı, görevlilerin seçimle gelmesi ve geri çağrılabilir olması. Burada devlet artık, “bir azınlığın özel baskı aygıtı” olmaktan çıkacak, büyük çoğunluğun kamusal öz yönetim ve öz denetim sürecine dönüşecektir. Burada artık özel bir aygıta gerek kalmayacaktır. Böylece devlet sönmeye başlayacaktır. Bu yeni türden devlette parlamentarizmde son bulacaktır.

Lenin’in kitabını yazdığı dönemin genel koşulları, daha sonra Marksist “siyaset bilimi”nin inceleme konusu yaptığı sınıf iktidarının siyasal düzeyi, devletin göreli özerkliği, kapitalist devletin biçimleri ve bunların birbirlerine geçişi, devletin altyapısal ve üstyapısal işlevleri vb. (Carnoy, 1984) üzerinde uğraşılmasını neredeyse gereksiz kılar. Bugün, Ekim Devrimi’nin kapitalizmin son bulmasına yol açmadığına bakarak Lenin’in bu perspektiflerinin tarih tarafından yanlışlandığı ileri sürülebilir (Gözler, 2009: 37). Ancak bu tezin, “emperyalist savaşın devrimci bir bunalımın içine sürüklediği bütün Avrupa’da kapitalizmin son bulmamış olmasının, bu devrimin imkân ve şartlarının İkinci Enternasyonale bağlı proleter kitle partilerince idrak edilmemiş olmasıyla da çok yakın bir ilgisi olduğu” göz ardı edilerek (Kürkçü, 2009:30) hemen kabul edilmesi pek de gerçekçi değildir (Bensaïd, 2010: 65).

Tersinden de bu, bugün komünizm sözcüğünün ısrarla, Çin Halk Cumhuriyeti gibi liberal otoriter bir devletle, Ekim Devrimi mirasının da çoğunlukla davalar, temizlik hareketleri, toplu sürgünlerle ilişkilendirildiği (Koestler, 1999; Curtois ve diğerleri, 2000) gerçeğini değiştirmez. Hatta, Bensaïd gibi, bütün bunların “Sovyet toplumunda ve devletinde otuzlu yıllardaki alt üst oluşlar tarafından da doğrulanan bürokratik karşı devrimin ürünü olup olmadığı” sorulsa bile (Bensaïd, 2010: 65-66). Yine de bu komünizm sözcüğünün, her halükarda “utanmaz arlanmaz kapitalizmin zorunlu ve mümkün ötekisini adlandırmak açısından en fazla tarihsel anlam” içeren sözcük olduğu gerçeğini değiştirmez. Kürkçü’nün belirttiği üzere,

Toplumun üzerinde durmaksızın büyüyen bürokratik aygıtlarıyla gelişmenin kösteği halini alarak bunalıma giren bu devletlerin kendi kurdukları “milli komünizm”lerinin içsel çelişmelerinin altında kalarak çökerken, hem egemenliklerini ve onun aygıtlarını ellerinde tutmak, hem de ekonomik çöküntüden kurtulmak gibi imkânsız bir hedefe yönelmiş olan bürokrasilerin, “her ne pahasına olursa olsun” üretim artışı sağlayarak, işçi kitlelerinin huzursuzluklarını yatıştırma istekleri, onları tekeli burjuvazilere bırakılmış özgürlükleri savunmaya, beri yandan da kapitalist çalışma ve üretim yöntemlerini sisteme eklemlemeye yöneltince, “kutsal ittifak” komünizmin sona erdiğini söylemekte haklı olabilirdi- tek bir koşulla, bu rejimlerin eskiden komünist olmuş olmaları koşuluyla. (2010: 35)”

Tarihsel deneyim, yeryüzünde kurulmuş, bütün “kısmi komünizm”lerin bir dünya sistemi haline gelmedikçe “eski eşitsizlikleri ve sömürü ilişkisini” yeniden ürettiğini kanıtladı. Böylelikle 20. yüzyıl sona ererken Marksist komünizm teorisinin olumlu ve olumsuz yönleriyle doğrulandığı ileri sürülebilir: Olumlu doğrulanma, kapitalizmin “büyük çoğunluğu kendisine karşı bir devrim yapmaya sürükleyen” sömürüsünün ve yabancılaştırıcı doğasının kendisini olduğu gibi korumaya devam etmesi; olumsuz doğrulanma ise, yerel ve kısmi bir komünizmin, komünizm olmamasıdır.

Ancak bu sorunun yanlışlanan deneyimler içinde de çözülemediği açıktır. Şu halde, komünizmi kapitalizmin alternatifi bir üretim tarzı olarak değil, kapitalizmi aşmaya yönelen hareketler/talepler/değerler toplamı olarak görmek, ilkel kaba komünizmin şartlanmaları ötesinde, onu devletin üzerindeki temel norm, hatta bir dünya anayasası olarak ilan etmek, gerekir. Bensaïd’in belirttiği üzere, kendi sınırlarını, artık ancak hem türü hem de gezegeni tehdit eden artan bir ölçüsüzlük ve akılsızlık pahasına daha ileri itebilen bir kapitalizmin toplumsal, iktisadi, ekolojik ve ahlaki krizi, Benjamin’in iki savaş arası tehlikelerin tırmanışı karşısında ileri sürdüğü “radikal bir komünizmin güncelliğini” yeniden gündeme getirir. (2010: 69)

Radikal bir komünizmin güncelliğinin yeniden gündeme gelmesi de, bu komünizmin kamu hizmetinin temel ilkesi olarak tanımlanması demektir. Elbette bu, bir tür devletin sönümlenmesi mücadelesine bağlanmadıkça, kapitalist devletin tahakkümü sorununu çözemez ama komünizmin kapitalizmi aşmaya yönelen hareketlerin bir temel normu olarak yeniden güncelleştiği her an, her kamusal ajan, asker, polis, yargıç bu normla bağlanmış olacağından, devletin normatif düzeyde aşılacağı bu komünizm anı, kapitalizme ve kapitalist devlete karşı düz çizgisel evrimci konumlanmayı değil, her eşikte yeniden parlayan, sıçramaları, devrimci inkarları/ konumlanmayı doğurur.

Sözü edilen soyut felsefi “öz”ler ya da Badiou’nun Komünizm İdea’sı (2011) değil, kuramsal olduğu kadar hatta daha fazla güncel sorunlardır: Duguitci perspektiften bakıldığında, pozitif hukuk, kamu hizmetine bağlanır. Kamu hizmeti de burada sunulan perspektiften komünist hipoteze bağlandığında; barınmak için konutu olmayan birinin, bu konutu işgal etmesi örnek olayı, elbette indirgenmiş bir biçimiyle, tüm sorunu pratik ve kuramsal olarak da önümüze koyar. Mevcut hukukunun ve hukuksal biçimlerin üretim ilişkileri üzerinde yükseldiği ve meta mübadelesinden doğduğu (Paşukanis, 2002) ve ko- münizmin salt bir program olarak alındığında hukukun da aşılmasını gereksindiği doğrularına dayanarak, Duguitci egemen kuvvet ile kamu hizmeti karşıtlığının Marksist kuramla telif edilemeyeceği, bunun bir totoloji olacağı yönündeki eleştiriler, diyalektiğin kaos öncesi dönemine ait, komünizmin de kaba komünizm dönemine ait sayılmalıdır. Bensaïd’in vurguladığı üzere, öncelikle,

Komünizm, ne saf bir fikir ne de bir doktriner toplum modelidir. O ne bir devlet rejiminin ne de bir üretim tarzının adıdır. O, kurulu düzeni mütemadiyen aşan/ortadan kaldıran hareketin adıdır. Ama o aynı zamanda bu hareketin içinde beliriveren, onu yönlendiren ve ilkesiz politikaların, arkası gelmeyen eylemlerin, günü gününe doğaçlamaların tersine neyin amaca yaklaşıp neyin ondan uzaklaştığını belirlemeye imkân tanıyan amaçtır da. Bu niteliğiyle o amacın ve yolun bilimsel bir bilgisi değil, düzenleyici bir stratejik hipotezdir. O,birbirlerinden ayrılmaz biçimde alt edilmesi mümkün olmayan bir başka adalet, eşitlik ve dayanışma düşünü; kapitalizm çağında mevcut düzeni devirmeyi hedefleyen sürekli hareketi ve bu hareketi, daha beterine en kestirme yol olacak ehveni şerlerle uzlaşmalardan uzakta, mülkiyet ve iktidar ilişkilerinde köklü bir değişime doğru yönlendiren hipotezi adlandırır. (abç, 2010: 69)”

Komünizm, bir hareket ve bir temel normdur; kamu hizmetinin temel normu. Bu perspektiften bakıldığında, örneğin Bob Jessop, “yapısına kazınmış stratejik seçiciliğiyle devlet aygıtı boyunca kurumsal olarak dolayımlanan devlet iktidarı, aslında hakim olan güçler dengesini yansıtmaktadır” (2009: 82) dediğinde, aslında Kautsky’nin Proletarya Diktatörlüğü’nü (2007) iyimser biçimde tekrar etmiş olur ve verilebilecek yalın cevap, yukarıda aktardığımız konut işgalcisi somut insanın burjuva hukuku karşısında -polis gücü ile yaka paça çıkarılırken edindiği- konumdan dünyaya bakıldığında, ortada bir güçler dengesinin bulunmadığıdır. Kuramsal olarak ifade edersek, bu türden bir çözümleme, devletin doğallaştırılması, egemenlik ideolojisinin yeniden üretilmesidir. Bu yaklaşım, devleti anlamaya hizmet etmez, en muhalif konumunda bile güçler dengesi olan devlet içinde bir güç olmaya, son tahlilde ise, ona itaat etmeye çağırır (Bonefeld, 2007: 269).”

  1. Devlete Karşı Kamu Hukuku:

Komünist hipotez basitçe bir devrimci siyaset çağrısı değildir; siyaset çağrılarının devrimci deneyim içinde temel norma yönelen sıçrayışlarla aşılmasıdır. Siyaset çağrıları ister burjuva devriminin parlak dönemlerinden kalan Machiavellici biçimleriyle, isterse de burjuva uygarlığının çürümesini gösteren Schmittçi biçimleriyle yapılsın, ister sağdan isterse de soldan gelsin esasen devlete katılmaya çağırır ve temel norma göre işgalci değil, barınma hakkı sahibi -daha açık deyişle, barınma hakkı doğrultusunda boş evi işgal etme, bireysel mülkiyetine alma yetkisine sahipken- evinden atılan bir yurttaş olarak anmamız gereken somut insana itaatten ötesini vadetmez. Bu anlamda komünist hipotez, her insan için gerçek bireysel mülkiyetin derhal gerçek/yasal kılınmasına yönelir.

Kuramsal olarak ifade edilirse, devletle komünist hipotez üzerinden yüzleşmeyen, devletin sönümlenmesini derhal hedeflemeyen her siyaset çağrısı, programında ne yazarsa yazsın, esasen bir özyönetime değil, toplum olarak yaşamanın yalın haline değil, açıkça bir “siyasal birliğe”, yeni bir “türdeşleştirmeye ve dışlamaya”, en iyi ihtimalle yeni bir “toplumsal sözleşmeye” çağrıdır. Bu da, niyetlerden bağımsız olarak, egemenlik ideolojisinin yeniden üretilmesi demektir.

Komünist hipoteze bağlanan kamu hizmeti perspektifi ise, yüzünü devletin derhal aşılmasına döner, artık evinde oturan bu somut insanın evinden çıkmasına karar veren yargıcın ve bu kararı uygulayan polisin hak ihlali yapan -bireysel mülkiyetini gerçekleştiren yurttaş karşısında- yetkisiz kamusal ajanlar olduğunu söyler. Burada sözün hükmü olmadığı, kapitalist devletin en demokratik olanında bile işleyen, hukuk değil güç ideolojisine bağlı yasa adlı metinler olduğu için, elbette bu yasa adlı metinler değişmeden somut insan için somut bir kazanımdan söz edilemez. Ama somut insanın mücadeleleri yönünden daha büyük bir kazanım bizi bekler: Somut insanın somut çıkarları için devleti ve kamu hukukunu yalın bir şekilde düşünmenin koşullarına ulaşmış oluruz.

Bu yalın düşünmeden çıkan sonuç, kamu hukukunun devlete karşı konumlanmış olmasıdır. Komünist hipotezden bakıldığında kamu hizmeti temeline dayanan kamu hukuku devlete değil aşılmasına/ sönümlenmesine, daha doğru deyişle harekete/ temel norma bağlanır; bu, hukukun mevcut haliyle aşılması ama paylaşımın ve eşitliğin komününün halkı, nicel büyüme yarışından nitel olarak farklı bir ekolojik gelişme, özgün bileşimi her kadını ve her erkeği tekilliği türün zenginleşmesine katkıda bulunan eşsiz bir varlık haline getiren ihtiyaçların gelişmesi ve farklılaşması, iktidarın paylaşılması, bencil hesabın ve genelleşmiş rekabetin karşısına çıkarılabilecek dayanışma, insanlığın doğal ve kültürel ortak mallarının savunulması, genelleşmiş başkalarının sırtından geçinmeye ve dünyanın özelleştirilmesine karşı hizmetlerden temel ihtiyaç maddelerine kadar bir bedelsizlik (metalaştırmadan arındırma) alanının genişletilmesi, özcesi komünist hipotezden doğan talepler doğrultusunda iradelerin eşitlenmesi demektir (Bensaïd, 2010: 66-68).

Komünist hipoteze bağlanmış kamu hukuku perspektifinin, iradelerin eşitlenmesinin kabulü ile doğan sonuçlarından biri, her düzeyde özyönetimi derhal çağırmasıdır. Kamu hukuku kuramlarında, genellikle kaynağı önemsenmeyen -ya da başka bir yasa sayılan- yasalar ve bu yasaların yarattığı statüler vardır. Duguitci perspektifin, yetkisiz kamusal ajanlara karşı -bu ajan bir bireysel iradeden başka bir şey sayılmamakla birlikte- bu yasal statüler dışında bir önlem önermediği, güç ideolojisi, başka deyişle egemenlik ideolojisi karşısında sessiz kaldığı görülmektedir. Halbuki, komünist hipotezden bakıldığında, yetkisiz bir ajan derhal geri çağrılmış, görevinden alınmış sayılacaktır.

Bu geri çağırma, komünist hipotezden kamu hukukunun özyönetime bağlandığını, öncelikle kamu hizmetinin kapsamı bakımından gösterir: Komünist hipoteze göre, silahlı ajanların hepsi toplumun üzerinde toplumu baskı altına almak üzere oluşturulmuş, kapitalist devlette egemen burjuvazinin hizmetindeki bekçiler değillerse, yansız bir şekilde güvenlik görevlerine irca edilmelidir. Bu çerçevede, ordu, polis vb.nin her eylemleriyle kamu hizmeti yürüttüğü söylenemeyeceğinden, komünist hipoteze bağlanan kamu hukukunda bu ajanların hepsi öncelikle eylemde yetkisizdir ve ayrıca somut bir kamu hizmeti için yetkilendirilmedikleri sürece, kendi kendilerine silahlanmış bireylerden ibarettir. Silahlarını halka ya da diğer bireylere doğrulttukları her an, komünist hipoteze bağlanan kamu hukuku için ancak ceza hukukunun konusu olabilirler, yetkilendirildiklerini kanıtlamaları gerekir; toplumsal özyönetim, açıkça bunları geri çağırır. Bu uç görünen örnek salt bir varsayım değil, bir olanaktır ve parlamentonun yasama yetkisi yönünden de, yargı yetkisi yönünden de yürütme yetkisi yönünden de uygulanabilir. Dolayısıyla komünist hipoteze bağlanan kamu hukukunun ilkesi, “pozitif hukuktan” değil, bir hareket olarak komünizmin evrensel sınırlarını işaret ettiği “kamunun hakkından” doğar. Kapitalist yasallık altında dahi yargıca düşen de, normlar hiyerarşisi içinde bu ilkeyi uygulamaktır.

Bu çatışmada komünist hipoteze dayanan kamu hukuku, egemenlerin yasallığının karşısına çıkarılabilecek bir meşruluğun ortaya çıkışı lehine ileri atılır: “‘Kurtuluşun nihayet bulan siyasi biçimi’ olarak, devlet iktidarının ‘ilgası’ olarak, sosyal Cumhuriyetin gerçekleştirilmesi olarak Komün bu yeni meşruluğun ortaya çıkışını örnekler” (2010: 68). Onun deneyimini devrimci krizlerde beliren ve siyaseti profesyonellikten arındırmaya, toplumsal işbölümünü dönüşüme uğratmaya, ayrı bürokratik yapı olarak devletin sönümlenmesinin koşullarını yaratmaya yönelen halk öz örgütlenme ve özyönetim biçimlerinin esin kaynağına dönüştürür.

Lenin Devlet ve Devrim’de; toplumun bütün üyeleri, ya da en azından geniş bir çoğunluk devleti kendileri yönetmeyi öğrendiklerinde, bu işi kendi ellerine aldıklarında, sayıları önemsiz kapitalist azınlık üzerinde denetimi örgütlediklerinde, herhangi bir hükûmet biçimine duyulan ihtiyacın da ortadan kalkmaya başlayacağını, demokrasi ne kadar tam olursa, onu gereksiz kılan anın da o kadar yaklaşacağını; zor aygıtı silahlı işçilerden oluşan, artık ‘kelimenin alelade anlamında devlet olmayan devlet’ daha çok demokratikleştikçe, her türden devlet biçiminin hızla sönmeye başlayacağını yazar (1999: 120 -121).

Tarihsel deneyim ise, devletin sönümlenmesinin zamana yayılacağını, bunun devrimci bir kesinti anının mutlak sonucu olamayacağını açıkça göstermiştir. Bu devlet aygıtının devrimle ortadan kaldırılmadan devletin sönümlenmeye başlayabileceğine dair Kautkskyci inançla karıştırılmamalıdır. Ancak yaşanan tarihsel deneyim, komünist hipoteze bağlanan Duguitci bir kamu hukuku perspektifinin devrime yaptığı çağrının, siyaset çağrılarından neden daha önemli olduğunu gösterir.

Kapitalizmden komünizme geçiş elbette muazzam bir politik biçimler bolluk ve çeşitliliği gösterecekse” (1999: 47) ve eğer kapitalizmden komünizmin alt aşamasına geçiş feodalizmden kapitalizme geçiş gibi uzun bir devrimler dönemini kapsayacaksa, “insanların kapitalizmin” bir siyasal biçiminin “devrilmesiyle birdenbire, hiçbir hukuk kuralı olmaksızın toplum için çalışmayı öğreneceklerine inanmamak gerekir, ve bunun da ötesinde böyle bir değişim için ekonomik ön koşullar, kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla hemen hazır olmaz (1999: 113). Bu nedenden içinde bulunduğumuz, sermayenin kriz ve geçiş çağında, hukuk bir mücadele alanı olarak kalır ve komünizme geçişin mihenk taşı olarak, egemenlik kuramını değil komünist hipoteze dayanan kamu hizmetini temel alacak bir kamu hukuku bu mücadelede önemli bir işlev görebilir. İster kapitalizm koşullarında, onu aşmaya yönelen, “kamunun ve toprak ananın hakkı” mücadeleleri açısından, isterse de, eğer ütopyaya düşmeyeceksek, kapitalist devletin zor aygıtı paramparça edildiğinde açığa çıkacak şimdiden öngöremediğimiz ancak, tarihte sovyetler, işçi konseyleri, komün gibi benzeri biçimleri görülen ve belki de bu biçimlerle parlamenter biçimlerin özgül bir çoğulcu oryantasyonuyla şekillenecek kamu hizmeti örgütlenmeleri açısından.

Burada, burjuva demokrasisinin de içerdiği demokrasinin tarihsel biçim ve kurumlarının -her kuşaktan temel insan hak ve hürriyetleri, toprak ana hakları ile bunların, laiklik, kuvvetler ayrılığı, seçim ve temsil ilkesi, geri çağırma, kamu hizmetlerini yürüten ajanların her eyleminin yargısal denetime açıklığı vb. maddi garantilerinin- her türden özyönetim tasavvurlarının mekânsal, toplumsal ve zamansal yayılımında vazgeçilmez temel değerler olarak varlığını sürdüreceği, komünist hipoteze bağlanan kamu hukuku için tartışılmazdır. Üstelik bu tasavvur; sadece insan türünün değil dünyanın yaşam sunduğu diğer tüm canlı türlerinin ve cansız doğanın da kozmopolitliğini demokratik bir değer olarak, ancak aşkın bir ilke olarak değil, kendi mekânında ve zamanında gerçeklenen değerin içerimi olan bir ilke olarak, komünist hipoteze bağlanan kamu hukukunda yaşar.

Böylece günümüzde pozitif hukukta geçerli olan her kural, bu hukuk görüşü içinde, gerçekliğini ve gücünü ancak kamu hizmeti varsayımından alabileceğine göre, toplumun özyönetimine geri döner. Bu ilke, kapitalizme karşı gelişen yeni mücadeleler içinde şimdiden karşılık bulmak üzeredir: Bir yere kurulacak enerji santralinin ya da barajın, çimento fabrikasının kararını, emek-değer yasasına göre toplumsal zenginliği hesaplayan ekonomi-politik biliminin de burjuva rasyonalitesine dayanan egemen bir devletin parlamentosunun da veremeyeceğine, yöre halkının vermesi gerektiğine dair mücadeleler; Brezilya’da topraksız köylülerin toprak işgalleri ile mülkiyet ilişkilerini fiilen komünal mülkiyet şeklinde düzenlemelerinin hukuken tanınmak zorunda kalması; Arjantin’de ve Venezuela’da işçiler tarafından el konulan fabrikalar üzerinde süren sonlanmamış mücadeleler; Venezuela’da zorunlu ihtiyaçlar için yapılan hırsızlığın suç sayılmaması yönündeki Yüksek Mahkeme kararları ve ardından gelen yasal düzenlemeler; bu sorunu tarihsel ve toplumsal bağlamı içinde yeniden düşünmeyi kışkırtan en bilinen örneklerdendir.

  1. Siyaset Kaderimiz Değildir

Sorun bu somutluğuyla karşımıza çıktığında, bu makalenin de aynı somutlukta devamı getirilmek üzere sonuna gelmiş oluruz. Hukuk, toplumsal varoluşun bir gerekliliğidir, üstyapı kurumu değil, toplumsal özgürlüğün gerçekleşme yordamıdır. Siyaset ise, hukuku sömürgeleştirerek edindiği alt yapısal işlevlerinden arındırıldığında kelimenin tam anlamıyla bir üstyapı kurumudur. Egemenlik ideolojisi ve bu ideolojiyi bir güç ideolojisi olarak yeniden ve yeniden üreten egemenlik kuramları yüzyıllar boyu siyasetin içeriğini kurmuştur ve siyaset, Machiavelli’den beri kapitalist devletin hizmetinde bir dolayımdır. Somut insanın hizmetine girmek isteyen bir “siyaset” ise, öncelikle kapitalist devlet karşısında konumlanmak, siyasetin siyaset olarak aşılmasını hedeflemek ve her somut eşikte aşağıdan mücadelelerin gerçek ufkuna, komünist hipoteze bağlanan kamu hizmeti ilkesine, devlete karşı kamu hukukuna, bireysel mülkiyetin gerçekleşmesine bağlanmak durumundadır. Ancak bu tür bir siyaset, egemenlik ideolojisini tümüyle reddedebilir; ve ancak böylece, tarihsel materyalizmin egemenlik kuramına getirdiği eleştiri, onun aşılmasına varır: Devlete mahkum olmadığımız gibi “siyaset” kaderimiz değildir27. Toplum halinde yaşamanın yalın hali, komünist hipoteze dayanan kamu hizmeti ilkesinin kurduğu “kamu hukuku”dur; eğer insanlık onu isterse, bireysel mülkiyetin eksiksiz gerçekleşmesi olarak toplumsal özyönetimdir.

KAYNAKLAR

Akbay, Muvaffak (1951) Umumi Amme Hukuku Dersleri, AÜSBF Yayını. Akın, İlhan (1980) Kamu Hukuku, İstanbul: İÜHF Yayını.

Aron, Raymond (1986) Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, çev. Korkmaz Alemdar, Ankara: T. İş Bankası Kültür Yayınları.

Avineri, Shlomo (1972) Hegel’s Theory of The Modern State, Cambridge: Cambridge University Press.

Bensaïd, Daniel (2010) “Komünizmin Güçleri”, çev. Osman S. Binatlı, Yeniyol (36): 64-69.

Bobbio, Norberto (2000) “Kelsen ve Hukukun Kaynakları”, Devlet Kuramı içinde Cemal Bali Akal (der), çev. Bige Açımuz, Ankara, Dost: 459-469.

Bodin, Jean (1992) On Sovereignty, Four chapters from The Six Books of Commonwealth, Cambridge: Cambridge University Press.

Boéitie, Etienne de la (1995) Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, çev. Mehmet Ali Ağaoğulları, Ankara: İmge.

Bonefeld, Werner (2007) “Devlet ve Sermaye: Politiğin Eleştirisi Üzerine”, Küreselleş me Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi içinde Werner Bonefeld ve John Holloway (der), çev. Cumhur Atay, İstanbul, Otonom: 255-284.

Bottomore, Tom (1993) “Komünizm”, Marksist Düşünce Sözlüğü içinde, Tom Bottomore (der), çev. Levent Köker, İletişim, İstanbul: 340-342.

Bottigelli, Emile (1993a) “1844 El Yazmaları’na Sunuş”, 1844 El Yazmaları içinde, Karl Marx, çev. Kenan Somer, Ankara, Sol: 13-77.

Carl Schmitt’in Siyasal Kavramı’na (2006) yazdığı Önsöz’de Aykut Çelebi, “siyaset, kaderimizdir” diyerek, siyasetin kaderimiz olmadığı sonucunun, menfi de olsa, kaynaklarından biri olmuştur. Bkz. Çelebi (2006).

(1993b) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Sunuş”, Ekonomi Politiğin Eleş-tirisine Katkı içinde, Karl Marx, çev. Sevim Belli, Ankara, Sol: 7-18.

(1997) Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu, çev. Kenan Somer, Ankara: Bilim ve Sosyalizm.

Callinicos, Alex (2004) Toplum Kuramı: Tarihsel Bir Bakış, çev. Yasemin Tezgiden, İstanbul: İletişim.

Camilleri, Joseph A. ve Jim Falk (1992) The End of Sovereignty?: The Politics of a Shrinking and Fragmenting World, Cheltenham: Edward Elgar.

Carnoy, Martin (1984) The State and Political Theory, Princeton: Princeton University Press.

Cohen, Gerard A. (1998) Karl Marx’ın Tarih Teorisi: Bir Savunma, çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm.

Conley, Tom (2002) “The State of Globalization and the Globalization of State”, Australian Journal of International Affairs (56)3: 447-471.

Cornu, Auguste (1993a) “Ekonomi Politik ve Felsefe El Yazmaları”, 1844 El Yazmaları

içinde, Karl Marx, çev. Kenan Somer, Ankara, Sol: 241-337.

(1993b) “Marx ve Engels’in 1848 Devrimine Kadarki İdeolojik Evrimleri”, 1844 El Yazmaları içinde, Karl Marx, çev. Kenan Somer, Ankara, Sol: 338-351.

Courtois, Stephane ve diğerleri (2000) Komünizmin Kara Kitabı, çev. Bülent Tanatar ve diğerleri, İstanbul: Doğan.

Çelebi, Aykut (2006) “‘Siyaset Kaderimizdir’: Carl Schmitt ve Siyasal Kavramı”, Siyasal Kavramı içinde, Carl Schmitt, çev. Ece Göztepe, İstanbul: Metis.

Danelski, David J. (1992) “Kamu Hukukunun Alanı”, Devlet ve Hukuk Üzerine Yazılar içinde, Mehmet Turhan (der), Ankara, Gündoğan: 9-30.

Daver, Bülent (1972) Siyaset Bilimine Giriş, Ankara: Sevinç.

Duguit, Leon (1954) Kamu Hukuku Dersleri, çev. Süheyp Derbil, Ankara: A.Ü. Hukuk Fakültesi Yayınları.

(2000) “Egemenlik ve Özgürlük”, Devlet Kuramı içinde Cemal Bali Akal (der), çev. Didem Köse, Sedef Koç, Ankara, Dost: 379-395.

Dumont, Louis (2000) “Devlet Kuramı”, Devlet Kuramı içinde, Cemal Bali Akal (der), çev. Hülya Tufan, Ankara, Dost: 141-174.

Engels, Friedrich (1977) Anti-Dühring, çev. Kenan Somer, Ankara: Sol. Eroğul, Cem (2012) Anatüzeye Giriş, Ankara: İmaj.

Gelber, Harry G. (1997) Sovereignty Through Interdependence, Boston: Kluwer Law International.

Gözler, Kemal (2009) Devletin Genel Teorisi, Bursa: Ekin.

Guérin, Daniel (1986) Fransa’da Sınıf Mücadelesi, çev. Yavuz Alogan, İstanbul: Yazın. Habermas, Jurgen (1998) “Beyond the Nation-State?” Peace Review Palo Alto, Jun,

(10/2): 235-240.

(2008) “Ulus-Sonrası Konumlanma”, Küresel Dönüşümler Büyük Küreselleş- me Tartışması içinde Held, David ve Anthony McGrew (der), çev. Mehmet Celil Çelebi, Ankara, Phoenix: 643-649.

Hakyemez, Yusuf Ş. (2004) Mutlak Monarşilerden Günümüze Egemenlik Kavramı, Ankara: Seçkin.

Hegel, G. F. W. (2001) Philosophy of Right, İng.çev. S.M. Dyde, Kitchener: Batoche. Held, David (2008) “Uluslararası Hukukun Değişen Yapısı: Egemenlik Dönüştü mü?”,

Küresel Dönüşümler Büyük Küreselleşme Tartışması içinde Held, David ve Ant-

hony McGrew (der), çev. Cemil Boyraz, Ankara, Phoenix: 196-214.

Hobbes, Thomas (2004) Leviathan, çev. Semih Lim, İstanbul: YKY.

(2007) De Cive, çev. Deniz Zarakolu, İstanbul: Belge.

Hoffman, John (1998) Sovereignity, Minneapolis: University of Minnesota Press. Kapani, Münci (1993) Kamu Hürriyetleri, Ankara: Yetkin.

Kelsen, Hans (2000) “Saf Hukuk Kuramı: Devlet ve Hukuk Özdeşliği”, Devlet Kuramı

içinde Cemal Bali Akal (der ve çev.), Ankara, Dost: 425-456.

(2006) “Saf Hukuk Kuramı Nedir?”, HFSA (15): 56-63.

Keohane, Robert O. (2008) “Uluslararası Toplumda Egemenlik”, Küresel Dönüşümler Büyük Küreselleşme Tartışması içinde Held, David ve Anthony McGrew (der), çev. Cemil Poyraz, Ankara, Phoenix: 178-195.

Koestler, Arthur (1999) Gün Ortasında Karanlık, çev. Pınar Kür, İstanbul: İletişim. Kürkçü, Ertuğrul (2009) “Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi”, Ya-

şayan Marksizm (1): 21-40.

Laski, Harold (1999) Studies in The Problem of Sovereignty, Kitchener: Batoche. Lenin, Vladimir İ. (1999) Devlet ve Devrim, çev. Süheyla Kaya ve İsmail Yarkın, İstan-

bul: İnter.

Liebman, Marcel (1990) Lenin Döneminde Leninizm I: Muhalefet Yılları, çev. Osman Akınhay, İstanbul: Belge.

(1992) Lenin Döneminde Leninizm II: İktidar Yılları, çev. Osman Akınhay, İs- tanbul: Belge.

Machiavelli, Nicolo (1997) Hükümdar, çev. Anita Tatlıer, İstanbul: Göçebe.

(2009) Söylevler, çev. Alev Tolga, İstanbul: Say.

Mandel, Ernest (2008) Geç Kapitalizm, çev. Candan Badem, İstanbul: Versus. Marsden, George M. (1994) The Soul of The American University: From Protestant Es-

tablishment to Established Nonbelief, Cambridge: Cambridge University Press. Marx, Karl (1993) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. Sevim Belli, Ankara: Sol.

(1993a) 1844 El Yazmaları, çev. Kenan Somer, Ankara: Sol.

(2004) Siyasal Yazılar, çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Hil.

Marx, Karl ve Friederich Engels (1976) Kutsal Aile, çev. Kenan Somer, Ankara: Sol.

(1976a) Seçme Yapıtlar Cilt 1, çev. Sevim Belli vd., Ankara: Sol.

(1989) Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev. M. Kabagil, Ankara: Sol.

(1999) Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Ankara: Sol.

(2008) Komünist Manifesto, çev. Nail Satlıgan, İstanbul: Yordam. Menemencioğlu, Etem (1939) Leon Duguit’nin Cemiyet, Hukuk ve Devlet Nazariyele-

ri, T.C. Maarif Vekaleti Siyasal Bilgiler Okulu Yayını.

Mısır, Mustafa B. (2003) “Paris Komünü: Gerçek Demokrasi Olanağı”, Praksis (10): 105-122.

Okandan, Recai G. (1976) Umumi Amme Hukuku, İÜHF Yayınları: İstanbul. Özbudun, Ergun (2000) Türk Anayasa Hukuku, Ankara: Yetkin.

Paşukanis, Evgeny B. (2002) Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm, çev. Onur Karahano- ğulları, İstanbul: İletişim.

(2010) “Leon Duguit”, http://tinyurl.com/yhnv8nw, indirilme tarihi: 10.02.2010.

Poulantzas, Nicos (1976) Political Power and Social Classes, London: New Left Review Books.

Rawls, John (2007) Siyasi Liberalizm, çev. Mehmet Fevzi Bilgin, İstanbul: Bilgi Üniver- sitesi Yayınları.

Rosenau, James N.(1998) “States and Sovereignty in a Globalizing World”, Unders- tanding Globalisation: The Nation-State, Democracy And Economic Policies in The New Epoch: Essays içinde John Eatwell (der), Stockholm, Almqvist&Wiksell: 31-55.

Rousseau, Jean J. (2006) Toplum Sözleşmesi, çev. M. Tahsin Yalım, İstanbul: Kalkedon. Schmitt, Carl (2006) Siyasal Kavramı, çev. Ece Göztepe, İstanbul: Metis.

Skinner, Quentin (1965) “Hobbes on Sovereignty: An Unknown Discussion”, Political Studies (XIII): 213-218.

(2000) Machiavelli: A Very Short Introduction, Oxford: Oxford University Press.

Teziç, Erdoğan (1998) Anayasa Hukuku, İstanbul: Beta.

Tolan, Barlas (1981) Çağdaş Toplumun Bunalımı: Anomi ve Yabancılaşma, Ankara: AİTİA Yayınları.

Topçuoğlu, Hamide (1969) Hukuk Sosyolojisi, Cilt:1, AÜHF Yayını.

Türközer, Bahir G. (2006) “Hukuk Toplumsal Bir Gerçekliktir”, TBB Dergisi (62): 84- 100.

Zabunoğlu, Yahya K. (1963) Devlet Kudretinin Sınırlanması, Ankara: Ajans-Türk.

(1973) Kamu Hukukuna Giriş, Ankara: Sevinç.

***

1. Bu konuda tarihsel materyalizme uzak ana akım kamu hukukunun eleştirel değerlendirmeleri için bkz. Kapani (1993: 254-258), Zabunoğlu (1963: 147-159). Tarihsel materyalist bir eleştiri için bkz. Paşukanis (2010).

2. Sadece kamu hukuku monografilerinde değil, hukuk sosyolojisi alanında öncü bir monografi kabul edilen Hamide Topçuoğlu’nun Hukuk Sosyolojisi adlı eserinde de, kurucu olarak nitelenir: “DUGUÌT, Hukuk İlmini, ‘tabiî haklar’, ‘Hâkimiyet’, ‘Hükmîşahsiyet’ v.s. gibi ilmî yollarla isbatı kabil olmayan birtakım metafizik ka- vramlarından temizlemek istiyordu. Hukuk sahasında müsbet ilmî metodlarla hareket etmek istediğimiz takdirde, müşahede mutası olmayan hususlar hakkında muhakeme yürütmekten ve kavramlar icat etmekten vazgeçmeliydik. Meselâ biz ‘Devlet’ kavramını vasıtasızca müşahede ettiğimiz bir mutaya rabtedemiyorduk. Bizim müşahede ettiğimiz şey, sadece, ‘Devlet adına’ hareket eden, tasarruflarda bulunan, emir ve kumanda eden birtakım ‘hakikî şahıslar, insanlar’dı. O halde Devletin gerçek varlığı, toplumda şu veya bu sebeple belirmiş olan bir siyasî kuvvet farklılaşması sonunda kumanda mevkiine geçen hakikî şahısların (kuvvetli kişilerin) hüviyeti ile karışıyordu. Biz karşımızda ‘Devlet’ olarak onları buluyorduk ve yegâne müşahede mutasi hakikat te buydu. (…) Duguít, bu kaziyenin muhalif mefhumunda ifadesini bulan fikri de açıkça müdafaa ediyordu, hattâ belki bütün bir hukuk nazariyesinin istihdaf ettiği gaye de bu müdafaa idi: Devletin, sosyal tesanüdün zarurî ve tabiî bir icabı olarak cemiyette, ferdî vicdan- larda doğan bu ‘Objektif Hukuk’ a aykırı olan kanunları, hukuk vasfında değillerdi ve vatandaşların bunlara itaati şart değildi. Kendisine ‘Kürsü anarşisti’ dedirtecek kadar hukuk dünyasını alt üst eden bu fikirleriyle Duguít birçok cephelerden itirazlara maruz kaldı. Buna mukabil, tıpkı Hususî Hukukta GENY’nin yaptığına muadil bir inkılâbı Âmme Hukuku sahasında yaratmaya muvaffak oldu ve bu sosyolojik temellerden hareketle kurduğu âmme hukuku kavramları üzerine mütecanis bir mefhumlar sistemi inşa edebildi. (…) Kendisi, Hukuk Sosyolojisinin en realist kurucusudur ve hukukta ifadesini bulan manevî değerleri relativist bir adalet telâkkisi ile izah etmiştir.” (1969: 71-72)

  1. Egemenlik kuramına (Hoffman, 2008; Hakyemez, 2004) yönelik, Duguit’nin çağdaşı olan bir başka eleştiri, gücün toplumsal ilişkiler içinde farklı kurumlarca çoğulcu bir şekilde kullanıldığını gözleyen Laski’den (1999) gelmişti. Küreselleşme ile birlikte ulus-devletin aşıldığı tezlerine, egemenliğin çözülerek sonuna geldiğine, karşılıklı bağımlılığa dönüştüğüne vb. dair tartışmalar da güçlü bir şekilde eşlik etmektedir (Habermas, 1998 ve 2008; Rosenau, 1998; Gelber, 1997 ve Keohane, 2008 vb.)

  2. Çok kabaca sağ Jellinek’le sol da Kelsen’le konuşmaya başladı, denirse, yersiz olmaz. Kelsen’in en önemli makalesinin dahi çok sonra çevrilmesi de, Türkiye’de bu ikamenin boyutlarını göstermesi bakımından ayrıca manidardır (Kelsen, 2006).

  1. Duguit’nin burada ele aldığımız devlet karşıtı görüşlerini, Durkheim’cı sosyal ödev ekseninde devletçi monizme hatta “protesto ettiği” Alman görüşüne yaklaştırma amacı güden yakın tarihli çalışmalar da mevcuttur. Örneğin bkz. Türközer (2006).

6. Siyasi iktidar kavramının bir açıklaması için bkz. Kapani (2007: 49 vd.). Otorite kavramının bir açıklaması için ise bkz. Daver (1972: 117 vd.)

7. Buna göre, bu ikame kavramların egemenlikten ayrıldıkları nokta, “meşru bir siyasal güce” işaret etmeleridir. Halbuki gücün “meşru olması”, yalnızca egemenlik ideolojisinin çalışma tarzlarından biridir. Genel olarak bütün Amerikan geleneği, bu tür ikame kavramlarla, yeniden adlandırmalarla çalışır. Bir önceki yüzyılın en çok referans alınan kuramcılarından John Rawls’ın yaptığı da bundan ibarettir; “sosyal sözleşme kuramını” iki yüzyıl sonra ikame eder (2007). Eğer kapitalizm, ileri sürüldüğü ve bu çalışma da kabul edildiği gibi feodal kriz benzeri bir kriz süreci içindeyse, bu son derece anlaşılır bir kuramsal ideolojik reflekstir.

8. Devlet oluşumu kavramı, ABD’de kullanıldığı biçimiyle establishmenti, kurulmuş düzeni (kurumlar, pratikler, temsiller vb.) kapsar. Bu bağlamda özellikle ABD’de üniversiteler establishmentin önemli bir parçası olarak kabul edilir. Bu konuda, tarihsel materyalist metodolojiye dayanmamakla birlikte, üniversite, din ve devlet ilişkisini irdeleyen bir çalışma için bkz. Marsden (1994)

9. Gözler, Jellinek’in tanımını da aktarır; devlet, “egemenlik gücüyle donatılmış, belli bir toprak parçası üzerinde yerleşik bir millet birliği”dir. (2009: 4) içinde 1 nolu dipnota bakınız.

10. Bir tür hukuki-bilimsellik iddiasına dayanan yaklaşımların da yansız oldukları söylenemez. Örneğin Gözler, SSCB’nin çöküşünden sonra şöyle yazmıştır: “1917 ihtilalinden sonra Rusya’da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ismi altında bir sosyalist devlet kuruldu. İkinci Dünya Savaşının sonuna kadar da dünyanın bir başka yerinde bir proletarya ihtilali olmadı. İkinci Dünya Savaşının sonunda SSCB, Doğu Avrupa’da Nazi İşgalinden kurtardığı bölgelerde kendisinin uydusu niteliğinde olan sosyalist devletler kurdu veya kurdurttu. Bu devletlerin Marksist teorinin öngördüğügibi proletarya ihtilali ile kurulmadığını söylemek bile fazladır. Daha sonraki yıllarda, dünyanın çeşitli ülkelerinde, işçi sınıfından ziyade, bazı silahlı gruplar, SSCB’nin açık veya örtülü desteğiyle ülkelerindeki siyasi rejimi devirip sosyalist bir rejim kurmak için çok uğraştılar. Bunların bazıları başarılı oldu. Önemli bir grubu başarılı olamadıysa da, bu ülkelerdeki siyasal istikrarı önemli bir şekilde bozdular. Neticede 1980’lerin sonuna gelindiğinde, Marksist teori gözden düştü ve bizzat SSCB’nin kendisi, sosyalist devlet sisteminden vazgeçti. Böylece sosyalist devlet sisteminin kapitalist devlet sistemine nazaran başarısız olduğu ortaya çıktı. 1990’ların hemen başında, gerek SSCB, gerek diğer sosyalist devletlerin ezici bir çoğunluğu, sosyalist devlet siteminden vazgeçtiler. Böylece Marksist devlet teorisinin yanlışlığı pratikte de teyit edilmiş oldu” (Gözler, 2009: 37).

11. Weber’in sosyolojik görüşlerinin pozitivist ve Marksist iki ayrı değerlendirmesi için bkz. Aron (1986: 481-563) ve Callinicos (2004: 223-269). Keza Durkheim için bkz. Aron (1986: 313-394) ve Callinicos (2004: 189-221).

12. Durkheim, Dreyfus davasında Dreyfus’un yanında yer almıştı ve bu anlamda evrimci ve demokrattı. Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet olarak bilinen dönemin resmi ideologlarındandı. Durkheim’ın bir monografisinin yazarı Lukes’in Sorel’den ak- tardığı üzere, Sorel tarafından “ekonomik ilişkilerde daha fazla adalet getiren, insanların entelektüel ve ahlaki gelişimini destekleyen, sanayinin daha bilimsel yönlerde gelişmesine ön ayak olan muhafazakâr demokrasinin yeni düşüncelerinin” kuramcısı ve “devlet müdahalesi”nden yana biri olarak betimlenmişti (Callinicos, 2004: 212).

13. Bkz. Machiavelli (1997, 2009), Bodin (1992), Hobbes (2004, 2007), Rousseau (2006)  ve Skinner (1965, 2000).

  1. Bu eleştiri, bugün egemenlik kavramını, otorite, siyasal iktidar vd. kavramlarla ya da “yeni toplumsal sözleşme” kuramlarıyla, örneğin bkz. Rawls (2007), ikame etmeye çalışan Amerikan siyaset bilimi ve kamu hukuku içinde güncellenebilir.

15. Duguit, bu tanımı Profesör Esmein’in Anayasa Hukuku İncelemesi adlı yapıtından aktarıyor (2000: 384). Türk hukuk fakültelerinin Anayasa Hukuku (Teziç, 1998) ya da Türk Anayasa Hukuku (Özbudun, 2000) gibi ders kitaplarında da benzer tanımlar vardır. Örneğin, “Egemenlik öncelikle dış egemenlik ve iç egemenlik olmak üzere iki değişik anlamda kullanılmaktadır. ‘Dış egemenlik (souveranineté extérieure, ex- ternal aspect of sovereignty)’, uluslararası ilişkiler alanında söz konusudur. Dış egemenlikten, kısaca, bir devletin diğer devletlerden daha aşağı konumda olmaması, başka devletlere tâbi bulunmaması ve dış ilişkilerde diğer devletlerle eşit olması anlaşılır. (…) ‘İç egemenlik (souveranineté intérieure, internal aspect of sovereignty)’, devletin kendi ülkesi içinde söz konusu olan egemenliğidir. İç egemenlik de kendi içinde iki değişik anlamda kullanılmaktadır. Birinci anlamda ‘egemenlik’, devleti iktidarının kendisini, yani içeriğini ifade eder. İkinci anlamda ise ‘egemenlik’ terimi, devlet iktidarının kendisini değil, bu iktidarın en üstün olma, sınırsız olma, bölünmez ve devredilmez olması gibi birtakım niteliklerini belirtir” (Gözler, 2009: 79 ve 81).

16. Bana göre, burada Duguit, iç kamu hukuku ile aynı zamanda sosyal dayanışmayı ve dış kamu hukuku ile de aynı zamanda evrensel barışı anlar. Lenin için de devlet, sınıf sömürüsünü olanaklı kılan baskı aygıtı ve emperyalist savaşların aracıdır (1999).

17. “Bu kuvvetlerin ayrılması ile egemenliğin bölünmezliği nasıl uzlaştırılabilmiştir? Egemenlik bir ve bölünmez olmakla beraber yürütme kuvveti, yasama kuvveti, yargı kuvveti adlarıyla hepsi de egemen ve bağımsız üç kuvvet mevcut olur? Bu sorguya cevap olarak, bu işte, Hıristiyan dinindeki üçlük (trinite) sırrı gibi bir hukukî sır mevcut olduğunu ileri sürmekten başka bir şey söyleyemediler” (Du- guit, 1954: 59).

18. “Bir takım egemenlik teoricileri, J. J. Rousseau’ya uyarak, egemenlik temlik edilemediğine göre temsil de edilemez neticesine varmışlardır. ‘Politik temsil süresince egemenlik, asıl hak sahibinden temsilcilere geçmiş sayılır ve böylece bir müddet için egemenlik temlik edilmiş olur; bu ise imkânsızdır” (Duguit, 1954: 59).

19. Duguit, Alman kamu hukuku düşüncesinin köklerinde yer aldığından ötürü, ironik bir şekilde Rousseau’nun, güzel bir Fransızca ile yazmış ise de Fransız olmadığını, Cenevreli bir Kalvinist olduğunu, bu durumun politik zihniyetinin anlaşılmasını kolaylaştırdığını vurgulayarak, “bu ulusal egemenlik kuramına dayanan Fransız geleneğinden daha kötücül bir kuvvet-devlet kuramı geliştirdi” diye yazar (1954: 66).

  1. Özellikle hükümdar, egemen, yöneten vb. bir kavram kullanılmamıştır. Hükûmet de kamu hizmeti organizasyonlarından biridir. Hükûmet eden de sadece ve sadece bu örgütlenmede görev alan biridir; diğer herhangi biri gibi.

21. Bunun vurgulanmasının nedeni, Duguit’nin Bolşevikliğe hiçbir sempati beslememesidir: “Ulusal egemenlik dogmasına inanç bugün artık düşüşe geçmiştir. Belki de günümüzün gençleri, onun bütünüyle ortadan kalktığını görecekler. Ama onun yerini bir başkasının almayacağını umma cesareti gösteremiyorum. Belki de, herhangi bir Bolşevik din, kuşkusuz ulusal egemenlik dogmasından daha az verimli ve daha az insani bir biçimde, bu yeri dolduracaktır” (2000: 395).

  1. Burada sözünü ettiğim tarihsel materyalist görüş, Marx’ın eserlerinde ve özel olarak da Lenin’in Devlet ve Devrim’inde (1999) temsil edilen devletin sönümlenmesi tezidir. Lenin başka bir çok eserinde de bu tezi savunmuş ve Ekim Devrimi’nden sonra, geçiş devleti içinde kimi kamusal organizasyonlardan vazgeçmek gerekmediği yaklaşımını savunsa da devletin sönümlenmesi görüşünden hiç kopmamıştır. Eleştirel olduğu kadar haktanır, nesnel bir değerlendirme için bkz. Liebman (1990: 241-268; 1992: 13-101)

  1. Öfkeliler” ya da “kudurmuşlar”; Devrim’e katılan sansculotte’ların (yoksul sıradan halk) devrimci kanadına verilen addı ve kadınlar da büyük çoğunlukla bu grubu destekliyorlardı. Bkz. Guérin (1986: 139)

  1. Marx’ın ilgili cümlesinin İngilizcesi şöyledir: “History will lead to it; and this movement, which in theory we already know to be a self-transcending movement, will constitute in actual fact a very rough and protracted process” (2010). Kenan Somer, bu cümledeki “very rough and protracted” sıfatlarını yerleşik -sıklıkla başvurulan- çevirisinde, “çok zor ve çok yaygın” (Marx, 1993a: 193) diye; aynı bölümün Cornu’nun makalesindeki aktarımını ise “uzun ve güç” diye karşılamış (Cornu, 1993a: 285). Ahmet Fethi de çok benzer şekilde, “çok sert ve uzun” demiş (Marx, 2004: 64). Ayrıca bir Murat Belge çevirisi de benzer şekildedir.

  1. Buradaki zorunlu kavramının, ilerlemeci bir perspektif içinden, kapitalizmden sonra komünizmin zorunlu olduğunu işaret etmediği, Marx tarafından sadece ve sadece tarihin gelişmesi için zorunlu uğrak olarak komünizmden söz edildiğini vurgulayalım. Tarihin gelişmesi zorunlu değildir elbette, insanlık tarih öncesinde kalarak, apocalypse’ini, kıyametini, kendisinin ve gezegeninin yok oluşunu da yaratabilir: “Komünizm yakın geleceğin dinamik ilkesi ve gerekli biçimidir ama komünizm olarak komünizm, insan gelişiminin ereği, insan toplumunun biçimi değildir” (Marx, 1993: 184).

26. Buradaki diktatörülük sözcüğünün, çağımızda edindiği anlamdan farklı olarak yazıldığı dönemde normatif olmayan nötr bir içeriği karşıladığına dair tarihsel bir çözümleme için bkz. Draper (1990:18-31)

– Bu makale “Kapitalizm, Devletler ve Egemenlik: Egemenlik Kuramının Tarihsel Materyalist Bir Eleştirisi” başlıklı doktora tezinden türetilmiştir.

Hukuk ve Devlet Özdeşliğinin Ötesinde Kamu Hukuku yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Hukuku Sizden Öğrenecek Değiliz : Joe Strummer

$
0
0

22 Aralık 2002, The Clash grubu solisti Joe Strummer’ın öldüğü gün. Ölmeden önceki son sahnesi 2002 yılında itfaiye erlerinin grevi. Adı, sendika tarafından şimendifere verilmiş bir punk şarkıcısı. “Hiçbir sınıf tarafından istenmeyen” bir akımın temsilcisinin nasıl olup da bir sınıfın kolektif hafızasına kaydedildiğinin hikayesi Joe Strummer. Fakat bunun dışında, aynı zamanda da bir “hukuk şarkıcısı”ndan bahsediyoruz. Ne mi demek ‘hukuk şarkıcısı’? Gökçe Çataloluk’un, Hukuk Kuramı’nın (www.hukukkurami.net) ilk sayısında yayımlanmış o güzel yazısına bırakalım cevabı. Çataloluk’un yazısı vesilesiyle de Hukuk Politik olarak büyük üstadın anısı önünde hem gecikmiş bir saygı duruşunda bulunmuş olalım hem de günümüze kıssadan hisse son sözü Joe’ya bırakalım, “Gidip ‘yapman’ gerekir, çünkü kimse sana bunu vermeyecek”.

скачать книгу fb2 нежность SINIFININ GİTARI YAHUT “HUKUKU SİZDEN ÖĞRENECEK DEĞİLİZ”

If you ain’t thinkin’ about man and God and law, then you ain’t thinkin’ about nothin’.” Joe Strummer.1

Beatrice, ‘bir gramofon şirketinde hisselerim var benim’ dedi. ‘Bu konuda size danışmak istiyordum. Ansızın öyle bir yükseldi ki bu hisseler!’” Aldous Huxley, Ses Sese Karşı.

Which side are you on, boys?”2 Florence Reece.

Joe’yu 2002 yılının kışında kaybettik. Bu ilk cümlenin gizli öznesine kimler kimler sığmaz ki… Londra delikanlıları, madenciler, İngilizceyi yeni söken punk özentisi gençler, İrlandalılar, hiç de ‘öyle’ göstermeyen bazı yaşlı kadınlar, denizciler, korsan CD satıcıları… Okuduğunuz satırların yazarı, o gizli öznede yerini 2004 yılında bitirdiği yüksek lisans tezinin başına “Joe için” yazamayan tedirgin bir üniversitesi öğrencisi olarak aldı. Cesaretin kimi ne vakit yoklayacağı belli olmaz, bazen geç geldiği sanılan bir özür tam zamanına oturur. Hukuk Kuramı’nın bu ilk sayısında, yeni başlangıçlara vesile olması dileğiyle Joe’dan bahsetmek istememin temelinde nasıl bir mahcubiyetin yattığını böylece ifşa etmiş olayım.

Psikoloji “uzman”ları nesnesi belli kayıplardan endişe duymazlar zira bu tür kayıplar sadece “normal” bir yasa yol açar. Oysa Joe’nun kaybının bugüne uzanan etkisi,bir kahramanın kaybından kaynaklanan yasla değil; daha ziyade onunla beraber giden, tarifsiz bir takım -Gülten Akın’ın deyimiyle- “ince şeyler” in kaybıyla yani bir tür melankoliyle açıklanabilir. Ancak sanırım, Joe’nun hatırasına gönderilecek bir selam, hakkında konuşulamayan şeyleri bir tarafa süpürüp ondan öğrendiklerimize yoğunlaştığımızda anlam taşıyacaktır. Öyleyse soruyu şöyle sorarak başlayalım: Hukuk alanında yazılan bir yüksek lisans tezi neden bir punk şarkıcısına adanmak istenir?

Ön kapına dayandıklarında…

Londra punk cemaati, evet, Malcolm McLaren gibi politik bilinci yüksek birinin şapkasından çıkmıştı fakat doğrudan sağ eğilimli Jam gibi gruplar bir yana, söz gelimi Sid Vicious’ınki gibi a-sistemik itirazlar, marka kıyafetleri parçalayıp giyerek tatmin bulabiliyordu. Elbette bunu saptamak, tek akor üzerine “Tanrı Kraliçe’yi Korusun” gibi bir şarkıyı3 yazabilen bir isyanı küçümsemek anlamına gelmez. Ancak küçüklü büyüklü patlamalar halinde gelişen punk akımını toplumsal bir izleğe oturtanın Joe Strummer’ın The Clash’i olduğunu saptamak bize sağlam bir başlangıç noktası oluşturacaktır.

Punkların enerjisi, yeni palazlanan neoliberal sistemin4 görünüş biçimlerine olduğu kadar kendilerinden önceki isyankâr kuşağa duydukları inançsızlıktan (Never trust a hippie- bir hippiye asla güvenme) da besleniyordu. The Clash’ın White Riot’la( 1977) ilk nüvelerini veren müdahalesi, bu kök itirazları yok saymak değil, Hegelyan ifadesiyle “içerip aşmak” (Aufhebung) şeklinde gelişti: Bütün yaşlılara değil, devrime ihanet edenlere tepki göstermek, sistemin görünüş biçimlerine değil, temellerine saldırı.Üstelik bu “beyaz isyan” bir tür “ırk intiharı”na eşlik eder; siyahlara öykünür, onların ritm ve söz söyleyişleriyle biçimlenir. (Joe’nun reggae altyapısı kullanma ile başlayan bu eğilimi ileride, şarkıların içine rap karıştırma şeklinde tezahür edecektir.)5

Tepki elbette öncelikle lümpendir, zaten punk’ın lügat tanımı (işe yaramaz şey ya da kimse (Laing, 2002:83)), neredeyse Marx’ın Louis Bonaparte’ından alınmış gibidir: “hiçbir sınıf tarafından istenmeyenler” (Marx, 2009) Ancak Joe’nun, ayrıksı bir duruşla, kendini marksist olarak tanımladığı söylenir (Billet, 2006). Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı‘daki uyarısına riayet ederek kimseyi kendini tanımlama şekline bakarak yargılayamayacaksak da bir röportajında sarf ettiği sözlerden süzülen bilinci gözden kaçırmamak gerekir: “Yani Karl Marx başaramadıysa dört gitarist mi başaracak? (Duraksama) Yani durup düşünmek gerekiyor, dünyayı yönetme konumunda olsaydım ne olurdu? Zor bir soru. Buna verecek cevabımız yok. Ama denememiz gerekirdi. Biz denedik. Bunları birbirimize sorduk. Konuştuk. Tembel bir grup değildik, hep seyirciyi düşündük.”(McGuire)

Bu türden sözleri, seyirci üzerine tükürmeyi sanatsal dışa vurumunun önemli bir öğesi sayan bir müzik akımının önde gelen bir temsilcisinden duymayı beklemezsiniz. Sanatın, Gramsci’nin ideoloji tanımı bağlamında bir eğitim faaliyeti olduğunu (Mayo, 2011) sezmiş biriyle karşı karşıya olduğumuz açıktır. Karşımızdaki, kendilik bilinci hayli yüksek, üstelik “salt“ yıkıcı eleştirinin anlamsızlığını da kavramış bir öğretici gibidir. “Ben olsam ne yapardım?” gibi bir sorunun peşinden akıl yürütmek, başka türlü açıklanamaz. Bütünüyle ondan ilham alan Billy Bragg’in (Denselow, 1993) ve Paul Weller’ın (Ambroiso, 2003) tanıklıkları da Joe’nun bu yönünü vurgular. Üstelik kendisi de, bütün muradının onlardan sonraki neslin devrimi ileri götürmesi olduğunu söylemektedir (Ambroiso, 2003)

The Clash, çatışma demektir; tarafını seçen Joe ve tayfası için işçi sınıfının yanında saf tutmak çatışmacı siyasetin göstergesidir. Bu, belki çıkarlarından ve bütün diğer belirlenimlerinden soyutlanmış tarih dışı bir insanı tahayyül edebilen günümüz “çarpık bilinci” için kabullenmesi zor ve politik olarak yanlış bir tutum sayılabilir, ama o günün Clash’inin böyle bir itirazı ciddiye alması için bir neden yoktur. The Clash, White Riot’ın ardından eril silah imgeleriyle dolu (Guns on the Roof gibi müthiş bir şarkıyı de içeren) Give ‘em Enough Rope u yaparak “çatışma”yı kızıştırır. Grubun siyasallaşmasının son noktası bu da değildir. Büyük madenci grevini6 desteklerler, H-Block7 hapishanelere karşı yapılan eylemlere katılırlar. Uluslararası planda asıl ünlerini ise Nikaragua devrimcilerini desteklemek için yaptıkları Sandinista adlı çifte albüm getirir. Aynı albüm, ticari açıdan korkunç bir teşebbüs olsa da punk hareketinin isyanını paketleyip satmaya teşne plak endüstrisi için böyle bir kaybın sözü bile edilmez. Tek problem, grubun iki plağı tek plak fiyatına satmakta ısrar etmesidir. Krizi aşmak için ikinci plağın ederini ceplerinden öderler.

Bu noktaya gelmişken şunu da söylemeli. Elbette ne Clash, müzik endüstrisi içerisinde hiç bozulmadan kalmış bir gruptur (bizim kuşağımızın çoğunun gruba ilişkin ilk deneyimi, Levi’s reklamında çalınan Should I Stay or Should I Go’dan geldiğini unutmamak gerekir) ne de zaten ahlaken püripak kalmak gibi bir iddiası vardır. Politik tutum alışı bu kadar somut ve net bir grubun böyle bir iddiada bulunması zaten abes olurdu. Ancak var olan isyanı, tarihsel kısıtları içerisinde politik olarak biçimlendirmek hiç de az bir iş sayılmaz. Zira ister tarihselci yorumlansın, isterse fenomenolojik bir parantezle okunsun, The Clash, Guns of Brixton’ın dörtlüğünde son derece hayati bir soru sorar: “Ön kapına dayandıklarında/ Dışarı nasıl çıkacaksın?/ Ellerin başının üstünde mi?/ Tabancanın tetiğinde mi?

Kötü adamın gözleri

Konuyu başka bir köşesinden tutalım. Birinci sınıfa yeni gelen öğrencilerle yaptığımız ilk iş, hukuk dendiği anda akla gelen şeylerin bir listesini yapmak oluyor: dosya, kanun, cüppe, adalet, hırsız, adliye, hak, tokmak… Özdeşlikler aktıkça tahtaya yazılan liste uzuyor, karmaşıklaşıyor ve karmaşıklaştıkça da sistemin başka bir yönüne ilişkin ipucu veriyor. Daha sonra ipuçlarını bağlayarak anlamlı bir model kurmaya çalışıyoruz. Karmaşıklığı göstermek bu işin öncelikli parçası, zira Luhmanncı bir noktaya gelmek ihtiyacındayız: bu kadar karmaşık bir şeyi indirgeyerek anlatmanın yetersizliği. Diyalektik yöntemle düşünmenin önemli gereği olarak ikinci adımımız, bu kadar karmaşık bir şeyi indirgemeden anlatmanın8 imkânsızlığını vurgulamak oluyor. Bu zıtlığı bir arada düşünebilmek ise eleştirel bakış kazanabilmek için olduğu kadar (Pavlidis, 2010) paradokslardan beslenen hukuk sistemini iyi tanımak için de çok büyük önem taşıyor. Ama bu eylemin asıl can alıcı yönünü, öğrencinin en basit düşüncesindeki doğruyu kendisine gösterip bilgiyi o doğru üzerinde temellendirmek oluşturur. Öğrenci bu şekilde, malumat alıcısı olmaktan çıkıp bilgi üreticisine dönüşmek yolunda ilk adımını atmış olur ki bu da üniversite mantığının temelidir.

Bu noktada, söz konusu yöntemin “ev yapımı” olduğunu ve ham bir fikir olarak rock’n roll’dan devşirildiğini itiraf etmem gerekecek. En karmaşık siyasi tahlillerini folk şarkısı basitliğine tercüme edebilen büyük ozan Bob Dylan’ın dediği üzere, “you don’t need a weatherman to know which way the wind blows” (rüzgarın ne yönden estiğini anlamak için meteoroloğa ihtiyaç duyulmaz). Çünkü özgür düşünce, papazlara değil, eyleme ihtiyaç duyar. Ancak yöntemdeki “kendin yapma” vurgusu, en açık olarak punk zihniyetinde görülür. Westwood ve McLaren’ı takiben markaları keserek, çengelli iğnelerle tutturarak yaptıkları kıyafetlerin modasından işgal edilen boş evlerde elleriyle kurdukları hayata kadar aynı anlayışın yansımalarını takip etmek mümkündür. Karşı karşıya olunan punk ethosunu, Joe Strummer şöyle özetler: “Gidip ‘yapman’ gerekir, çünkü kimse sana bunu vermeyecek”. Üstelik gitarla söylendiğinde her şey en dürüst formunda görünür. Aynı hukuka ilişkin ilk imgelerin birbirine “çengelli iğnelerle” tutturulduğunda bir hakikatin zeminini oluşturmasında olduğu gibi…

Ama Joe’yu okuduğunuz satırlara taşıyan bu zayıf temaslar değil, onun bir “hukuk şarkıcısı”9 olmasıdır. Bu düşünceyi, geçtiğimiz yüzyılda ana akım hukuk kuramının sarsılmasına öncülük eden Amerikan realistleri10 ve hukuk ve edebiyat akımının11 izlerini takip ederek temellendirmek mümkündür. Hukukun anlaşılmak için, kuramsal kitaplardaki cilalı, mistik yahut –dir’lı –dırlı saptamalarla dolu bir açıklamayı gereksinmediği, hatta bu anlatıların en basit gerçekliği örtbas ettiği savı; yargıcın, avukatın kurguları bir yana, sistemin kendisinin de kurgusal bir anlatı türü olduğuna ilişkin değerlendirmelere kapıyı açar. Bu mecranın habercisi ise bilindiği üzere, Yargıç Holmes’tur. Holmes, hukukun gerçekliğinin ancak “kötü adam” ondan ne anlıyorsa o olduğunu söylemişti: “[hukuk nedir sorusuna] cevap olarak, Massachussetts ya da İngiltere mahkemelerinin verdiği kararlardan farklı bir şeyi, onun bir akıl sistemi olduğunu, ahlâk ilkelerinden ya da kabul görmüş aksiyomlardan … yapılan bir çıkarsama olduğunu söyleyen yazarlar bulacaksınız. Fakat dostumuz kötü adamın gözleriyle bakarsak, aksiyomlara ya da çıkarsamaya hiç de önem vermediğini görürüz. Onun asıl bilmek istediği şey, Massachussetts ya da İngiliz mahkemelerinin gerçekte verebileceği karardır. Ben de onun gibi düşünüyorum. Benim hukuktan anladığım, mahkemelerin fiilen ne yapacaklarına ilişkin tahminlerdir, daha başka cafcaflı laflar değil. “ (Holmes’ tan aktaran Uzun, 2004)

Daddy was a bankrobber/ He never hurt nobody/ He just loved to live that way/ He loved to steal your Money” (Babam bir banka soyguncusuydu/ Kimseye zara vermedi hiç/ Öyle yaşamayı seviyordu sadece/ Sizin paranızı almayı- Bankrobber) yahut “Yes, I’m running down the railway track/ Could you help me police on my back/They will catch me if I dare drop back” (Demiryolundan aşağı koşuyorum, evet/ Yardım eder misiniz? Polisler peşimde/ Geride kalmaya kalkarsam enselerler beni- Police on my Back) gibi onlarca şarkısıyla Clash, hukuka tam da “kötü adam”ın gözlerinden yaklaşmaktadır.12

Mesele “kanun pençesi”ne düşüp düşmemek, düşüldü ise paçayı en kolay yerinden yırtmaktır. Çocukluğundan itibaren meselelerin ilk bakışta görülebilecek halleri ve kendisindeki organik arzu, eğilim ve ihtiyaçlardan çok, bunlar üzerindeki kısıt ve sınırlandırmaları ciddiye almak üzere yetiştirilen (Ilyenkov, 2009) gençler açısından, sisteme isyanın sisteme başkaldıran suçluyla özdeşlik duygusuna yol açması gayet doğaldır. Zira bizatihi bu kısıtlamalar sistemin ahlaki, siyasi ve hukuki yapısını oluşturur. İşte Joe’nun da gözümüze sokmak için çırpındığı nokta budur. Ve bunu gürültülü gitarlar eşliğinde anlatabilmek için, süpermarkette kaybolan çocuğun ruh halinden (I can no longer shop happily/ Artık mutlu mesut alışveriş edemem) savaş “kahraman”larının hayal kırıklıklarına (Tommy Gun, you’ll be dead when your war is won/ Tabanca Tommy, ölmüş olacaksın savaşın kazanıldığında), iktidar ilişkilerinden (All the power’s in the hands/ Of people rich enough to buy it– Bütün iktidar birilerinin elinde/ Onu satın alacak kadar zengin olan) işsizlik sorununa (If they wanna get me making toys/ If they wanna get me, well, I’ve got no choice– Eğer bana oyuncak yaptırmak istiyorlarsa/ Eğer beni ele geçirmek istiyorlarsa/ Yani, bir başka seçeneğim yoktur) sistemin aksadığı her alana ilişkin söyleyecek sözü vardır. Peki ya sistemin bütününde hukukun yerini tayin edebilir mi? Cevabı “Çatıdaki Silahlar” verir: “Çokluğun teri üzerine kurulmuş bir sistem /Azınlıkta olanlara kastedecek suikastçıları yaratır /Alıp herhangi bir yeri, adliye adını verin/ Hiçbir yargıcın dayanamayacağı bir yerdir burası/ Avukatları dava edin, yakın bütün evrakı/ Yasal tecavüzcülerin kilitlerini açın /Milyar yüzlü bir jüri/ Bağırır kaçtı mahkûm diye

Haklarımızı Bilelim

Şaka değil, hukuk sistemi hakkında ilk ipuçlarından genel bir değerlendirmeye varana kadar sözünü söyleyebilen bir punk şarkıcısından söz ediyoruz. Sonny Curtis bestesi I Fought the Law (yasayla savaştım) belki de bu nedenle, kimsenin- şarkının sonunu ısrarla “ben kazandım” diye değiştiren Sex Pistols’ın bile- ağzına bu kadar yakışmamıştır. Sistem karşıtı bir punk pedagogu olarak Joe Strummer, tükürür gibi söylediği her sözle değerler dengesini altüst eder, fakat sınırlarını da bilir: “Yasayla savaştım/ ve yasa kazandı”. Daha önce değinildiği üzere, marksist olduğuna ilişkin kendi iddiasını doğrular ipuçlarıdır bunlar. Üstelik, banka soyguncularına Brechtyen bir güzelleme yazdığı yetmiyormuş gibi hırsız- polis ikilemini de eşitlemeye de el atar: “Police and thieves in the streets/Oh yeah/Scaring the nation with their guns and ammunition” (Polis ve hırsızlar sokaklarda /Ah, evet/ Ellerinde silahları ve cephanelerle milleti korkutuyorlar)

Fakat asıl çerçeveletip hukuk fakültesinin duvarına asmalık (bu satırların yazarı gibi, halihazırda asmadıysanız) şarkısı, burada da özel olarak üzerinde durulacak olan Know Your Rights tır (Haklarınızı Bilin)

Şarkı, bir şarkıdan ziyade, tipik bir hukuk düzenlemesi gibi kendini tanımlayarak açılır: “bu, gitarla yapılan bir kamu hizmeti duyurusudur”. Ve Joe, bu girişin hemen ardından haklarımızı sıralamaya koyulur. Üstelik yine tipik hukuk diliyle, kural- istisna mantığıyla ve şartlı önermelerle (Luhmann , 2008)

Birincisi: Öldürülmeme hakkına sahipsiniz. Cinayet suçtur. (Tabii bir polis ya da aristokrat tarafından işlenmediyse.) İkincisi: Gıda alacak paraya hakkınız vardır. (Tabii biraz soruşturulmayı, aşağılanmayı ya da şanslıysanız rehabilitasyon görmeyi çok dert etmiyorsanız.) Ve üçüncüsü: İfade özgürlüğünüz vardır. (Kullanmayı gerçekten deneyecek kadar aptal değilseniz tabii.)”

Joe, bu üç hakkı duyurduktan sonra istihzayla ekler: “Bazı bölgelerde bunların yeterli olmadığı ileri sürülmüştür.” Ve bizi bir anda olması gereken evreninden olan evrenine savurur. Olgusal dünya (dünya şeylerin değil, olguların bir toplamıdır dememiş miydi Wittgenstein?) hakikati yüzümüze tüm şiddetiyle çarpar: “Sokakları boşaltın /Boşaltın sokakları /Kaçın/ Gidecek eviniz mi yok? / Ezilin!”

Ve büyük sarkastik kahkaha için mikrofonu bir kez daha alır: “İşte o zaman okuyacağım size nihai haklarınızı: Sessiz kalma hakkınız var/Ama uyarırlar sizi: söyleyeceğiniz her şey kaydedilerek aleyhinizde delil olarak kullanılabilir ve kullanılacaktır.”

Know Your Rights, bütünlüklü düşünüldüğünde ironik bir şarkıdır, elbette gülümseyecek haliniz kalmışsa. Derken Joe’nun son sözleri gelir: “Buna kulak verin/ Kaçın!

Şarkı bütün bir zihniyeti öyle berrak bir şekilde açığa çıkarmaktadır ki eğer Joe “Punk Zihniyetinde Hukukun Yansımaları” başlıklı bir konferansa katılıyor olsaydı, bildiri özeti olarak Know Your Rights’ı göndermesi yeterli olurdu. Kendisinden önceki kuşağın özgürlüğe ilişkin bile olsa büyük ve süslü sözlerine inancı olmayan bir isyan kuşağı, elbette haklara ilişkin olarak da hayata değmeyen hiçbir söze güvenmeyecektir. Hayatın kendisi ise yaşam “hakkını” bile tanımayacak bir düzensizlikte, entropi prensibiyle işlemektedir.

Son söz: Joe nasıl şimendifer oldu?

How Harry Became a Tree (Harry Nasıl Ağaç Oldu) adlı, İrlanda kırsalında geçen bir film, varlığını ancak birilerinin husumetini çekerek anlamlandırabilen bir köylüyü anlatır. Köylü söz temsili, karakter bildiktir – onunla “çok nezih” ortamlarda bile karşılaşabiliriz. Düşmanlık üretmeden özgüven üretemez, anlamsız çelişkilerinde bile direnir, makûs talihi ise düşman edinme uğrundaki çabalarının onu komik duruma düşürmesidir.

Yapma çelişkileriyle yarattığı hasedinden bir gün çatır çatır çatlayarak ağaca dönüşen Harry’nin aksine, çelişkisi halis olan Joe, kendisine düşmanları sayesinde dostlar edinmeyi başarmıştır. Zira onu var eden düşmanı değil, düşmanında yanlış gördüğünün karşısında verdiği mücadele; takındığı tutum ve taraflılığıdır.13 Sınıfının gitarı, kendi deyimiyle “çabalayarak” sözünü üretirken14, sözünün eyleme dönüşmesine, eylemi beslemesine dikkat eder. Kendinden ve çetesinden devrimci düşünce patlamaları yaratmak yolundaki adımları şarkılara boşuna dönüşmez. Onu grev yerlerinde, ırkçılık karşıtı konserlerde ve eylemlerde görürüz. Son sahne aldığı yer, 2002 yılında itfaiye erlerinin grevidir. Ve unutmayalım ki bu bir gelenektir, Woody Guthrie de gitarının üstüne “this machine kills fascists” (bu makine faşistleri öldürür) yazmıştı.

Sanırım Joe’nun sözlerini hukuk fakültesine kadar getirenin ne olduğunu biraz olsun anlatmak mümkün oldu. Hafızanın katmanlarında kalkerleşen bazı şeyler olduğunu hatırlatmama gerek yok… Hayatı Kadıköy sokaklarında öğrenen kimilerimiz için rock’n roll sirkine duyulan vefa borcunun ödenmesi mümkün değildir. Kendimizden inşa ettiğimiz bina nasıl görünürse görünsün, temele gömülmüş mücevherler gibi varlığını zaman zaman hatırlatan şarkılarımız vardır. John Lennon, “işçi sınıfı kahramanı, olunası bir şeydir” derken Joe’yu tanımıyordu elbette. Ama Joe öldüğünde, bir demiryolu sendikası, onun adını işçi sınıfının kolektif belleğinde yaşatmak için, bir şimendifere verdi. Evet Joe biraz tuhaf biriydi. İnsan hakkında düşündü, tanrı ve yasa hakkında düşündü. Fakat, Oğuz Atay’ın kastettiği anlamda, kalbi vardı onun…Yetmedi.

DİPNOTLAR:

* Yrd.Doç.Dr., Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi ABD

1. “Eğer ki insan, tanrı veya yasa hakkında düşünmüyo’sanız, hiçbişi hakkında düşünmüyo’sunuz demektir.”

2. “Ne taraftasınız, çocuklar?”

3. Şarkı “God save the Queen/ The fascist regime/ They made you a moron/ A potential H-Bomb” (Tanrı Kraliçeyi korusun/ Faşist rejimi/ Morona çevirdi seni/ Potansiyel bir hidrojen bombasına) dörtlüğüyle açılır, “No future” (Gelecek yok) diye biter. Melodik yapıdan uzak, gürültülü bir fon üzerine ezilerek zorlaştırılan bir Londra aksanıyla anlatılan bu hikâye punk isyanının tipik dile getirilişidir.

4.1970lerde İngiltere’de işsizlik artıyor, sosyal hizmet politikaları daraltılıyor ve insanlar gittikçe yoksullaşıyordu. 1979’da başbakanlık koltuğuna oturan Margaret Thatcher’ın sert neo-liberal uygulamaları durumu geniş halk kitleleri açısından daha da vahim bir noktaya getirdi.

5. Joe aslında öncelikle bir sınıf intiharı gerçekleştirmiştir. Bir diplomatın oğlu olarak ülke ülke dolaştığı bir hayattan (öyle ki kendisi Ankara doğumludur) İngiliz Ulusal Operası’nın tuvaletlerini temizlediği (provalarda kullandıkları ilk mikrofonu buradan aşırmıştır) ve işgal evlerinde kaldığı bir başka hayata geçişi gayet bilinçli bir tercihtir.

6. 1984 yıllarında madencilerin, bazı ocakların kapanması üzerine düzenledikleri ve bir yıl kadar süren ve Thatcher hükümetini sallayan grev.

7. Long Kesh olarak da anılan, özellikle İrlandalı siyasi mahkûmların tutulduğu, mimari yapısıyla bizdeki F tipi cezaevlerinin atası olan cezaevi. 1981 yılında bu cezaevlerinde siyasi mahkum statülerinin kaldırılması nedeniyle başlattıkları açlık grevinde Bobby Sands de dâhil olmak üzere 10 IRA militanı hayatını kaybetmişti.

8. Salt dilsel kısıtlar nedeniyle değil, aynı zamanda insan zihninin temel işleme mekanizmaları nedeniyle de.

9. Gereksiz bir açıklama olması pahasına; elbette ki kastedilen, hukukun şarkısını söyleyen mahkeme ressamıvari bir figür değil, hukuka öyle ya da böyle temas eden şarkılar yazan biridir.

10. Realistler, kural şüpheciliği adını verdikleri yaklaşımlarıyla yargıcın anlatısını esas alarak bunun hakikatle ilişkisini sorgularken olayla ilişkin değerlendirmelerinde diğer bütün anlatıları şüphe merceğine alırlar. Son tahlilde hukuk yargılama ediminden başka bir şey değilse, bütün mesele anlatısaldır.

11. Bu akımın iki temel ayağından biri edebi metinlerdeki hukuk algısını yahut hukuki görünümlü metaforları değerlendirerek hukuku kör noktalarını kapsar bir zaviyeden değerlendiren anlayış; diğeri de hukukun yahut hukuki iletişimlerin (sözleşmeler, mahkeme karaları vs.) bizatihi birer edebi metin olarak analiz edilmesidir.

12. Bu kötü adamın Jamaika sokak kültüründeki adı olan Rude Boy, Rudy yahut Rudie’yi The Clash şarkılarında adıyla sanıyla da görürüz (Rudie Can’t Fail)

13. Buna “modası geçmiş” bir terimle proletarya ahlakı adını vermek mümkündür.

14. “Elimde bir tükenmez kalem ve bir paket sigarayla oturuyorum. Paketin üstüne bir şeyler çiziktiriyorum. Bazen düşünüyorum. Ben neyim? Yetişkin bir adam. Gecenin bir vaktinde bunu yapıyorum. Ama o düşünceyi kovalıyorum, sigara paketini yeniden elime alıyorum. Roket bilimi değil tabii ki ama bu da iyi bir iş.” (McGuire)

http://gk-sg.ru/wp-admin/images/sitemap77.html московский книготорговый колледж сайт KAYNAKÇA

Billet, A. (2006) The World is Worth Fighting For: The Legacy of Joe Strummer. http://mrzine.monthlyreview.org/2006/bill et221206.html (Erişim: 2.1.2014)

D’Ambroiso Antonino (2003) ‘Let Fury Have the Hour’: The Passionate Politics of Joe Strummer. Monthly Review. Volume 55. Issue 2 (June)

Denselow R. (1993) Müzik Bittiği Zaman. Politik Popun Öyküsü. İstanbul, Yeni Alan Yayıncılık.

Ilyenkov, E.V. (2009) The Ideal in Human Activity, http://www2.cddc.vt.edu/marxists/admin/ books/activity-theory/ilyenkov/idealactivity.pdf

Laing, D (2002) Tek Akorlu Mucizeler. Punk Rock’ın Anlamı ve Gücü. Çev. Nigâr Özlem. İstanbul, Altıkırkbeş Yayınları.

Luhmann, N.(2008) Rechtssoziologie, Wiesbaden, GWV Fachverlage.

McGuire, J. Joe Strummer Interview

http://www.punkmagazine.com/stuff/morestuff/j oe_strummer.html Marx, K. (2013) Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i http://www.antikapitalist.net/kutuphane/a cik-kitaplik/marxengels/brumaire.pdf

Marx, K (1970) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı. Çev. Sevim Belli. Ankara, Sol.

Mayo, P. (2011). Gramsci, Freire ve Yetişkin Eğitimi. Çev. Ahmet Duman. Ankara, Ütopya.

Pavlidis, P.(2010) Critical Thinking as Dialectics: A Hegelian-Marxist Approach, Journal for Critical Education Policy Studies, Volume 8, No.2, pp. 74-102.

Uzun, E. (2004) Amerikan Hukuki Realizmi. Çağdaş Hukuk Felsefesine Giriş. İstanbul, Teknik Yayıncılık, ss.. 61-73.

KAYNAK: Hukuk Kuramı, (www.hukukkurami.net), C. 1, S. 1, Ocak-Şubat 2014, ss. 18-25.

Hukuku Sizden Öğrenecek Değiliz : Joe Strummer yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

İdeoloji ve Hukukta Yorum: Birkaç Kuramsal Düşünce

$
0
0

Bu yazının amacı ideolojinin özellikle mahkemelerin karar verme aşamasında hukuki yorum üzerindeki etkisini incelemektir. Yazının başlıca argümanı hukuk dilinin önüne geçilemez belirsizliği ve yasakoyucu tarafından hukuk normları yaratılırken tüm müstakbel durumların öngörülmesinin imkansızlığı sebebiyle hukuki yorumun her zaman yorumcu (hukukçu, avukat, hakim) açısından bir parça ihtiyariliğe yol açtığıdır. Netice itibariyle, yorumcular (çoğu zaman hiç düşünmeden) ‘doğru’, ‘hakkaniyetli’ ve ‘adil’ olduğunu düşündüklerine müracaat ederek anlamsal olarak her zaman “açık uçlu” olan hukuk normlarının içeriğini doldurmak zorundadırlar. Ancak, toplumun tüm üyeleri gibi egemen ideoloji tarafından massedilmiş olduklarından hukuk normlarındaki boşlukları doldurma işini gerçekte bu ideoloji icra eder. O halde, hukuki yorum sürecinde ideolojinin rolü can alıcıdır. Bunun dışında, yazıda, hukuki yorumda ideolojinin rolünün toplumdaki esaslı karşıtlıkların (antagonizmaların), bilhassa da iktisadi nitelikli olanların akıbetini belirlemek anlamında siyasi olduğu iddia edilecektir. 

Bilimsel metodoloji bakımından yazının analitik nitelikte olduğunun vurgulanması gerekmektedir. Yani, yazı, araştırma sorusuna ampirik biçimde(örneğin hakimlerle, hukukçularla veya vatandaşlarla röportaj yaparak) yaklaşmaktansa, soruya cevap bulmak için ideoloji, hukuk ve hukuki yorum kavramlarını ‘siyasi olan’(das Politische)kavramı ışığında tahlil edecektir.

http://strekoz-ka.ru/21093-pozdravleniya-ko-dnyu-rozhdeniya-zhenshine.html поздравления ко дню рождения женщине İdeoloji, Siyasi Olan ve Hukuki Yorum

Slavoj Zizek’i müteakip, ideoloji mefhumu bizim etkin, gerçek toplumsal ilişkilerimizi biçimlendiren ve bu suretle bazı dayanılmaz, gerçek, imkansız özleri1 maskeleyen bir “yanılsama” olan “gerçekliğimiz” için dayanak işlevini gören bir fantezi-yapımı olarak anlaşılacaktır. İdeolojinin işlevi bize gerçekliğimizden kaçış noktası sunmak değil, toplumsal gerçekliğin kendisini bazı travmatik, gerçek özlerden kaçış olarak sunmaktır. İdeoloji siyasi boyutta önemli bir rol oynar : Statükoyu korumaya yarar, “bir sistemin devam etmesine müsaade etmek için bir fantezi dünyası yaratarak gerçekliği maskeler, gerçekliği yanlış tarif eder.” Gerçekten de, “ideolojinin temel amacı toplumsal karşıtlığı susturmaktır.”Epistemolojik bir bakış açısıyla ideolojik fantezi toplumsal gerçekliği anlamak ve yorumlamak için toplumsal gerçekliğin çiğ olguları üstüne yerleştirdiğimiz bir ‘çerçevedir’.

Bir toplumsal etkinlik alanı olarak ‘siyasetin’ aksine, ‘siyasi olan’ dost/düşman ayrımıyla karakterize edilen bir zıtlaşmanın gerilimidir. Yani siyasi olan ikili bir kodla(dost/düşman) tanımlanan formel bir kavramdır. Buna karşılık temel esası çeşitli mahiyetlerde olabilir. Schmitt, zıtlaşma uygun bir gerilim seviyesine ulaşmak kaydıyla siyasi ayrıma neden olabilecek iktisadi, toplumsal, etnik ve dini alanlara işaret eder. Başka bir deyişle, siyasi olan toplumu bölen yapısal bir zıtlaşmayı ifade eder. Çağdaş siyaset felsefesinde, siyasi olan kavramı Schmitt’in antagonist modelini(dost-düşman)bir ‘agonistik’ modelle(hasım-hasım) ikame etmeyi öneren Chantal Mouffe tarafından kuramlanmaktadır. Schmitt’in siyasi olan kavramıyla hukuk kavramını bağlayarak, hukukun her şeyden önce farklı bir ikili kodla işlediğini vurgulamak gerekir: ‘dost/düşman’ yerine ‘hukuki/hukuki olmayan’ kodu. Siyasi olan, Michael G.Salter’ın gösterdiği gibi “salt şahıslararası düşmanlıklarla ve özel kişiler arasındaki zıtlaşmalarla karıştırılmaması gereken kamusal ve kolektif bir fenomendir.”

Bu yazıda, ‘hukuki yorum’ kavramı geniş ve sosyolojik bir şekilde, ‘ius dicere’den yani hukukçuların belirli bir konuda hukukun (ius) ne olduğunu söylemekten (dicere) ibaret olan toplumsal pratiği olarak anlaşılacaktır. Dolayısıyla, bu toplumsal pratik, kanunlar olsun ya da emsal kararlar olsun, sadece yazılı hukuku yorumlamakla sınırlı kalmayacak, yazılı olmayan hukuku da kapsayacaktır. 

Yazı ayrıca hukuki yorumun hiçbir zaman tamamıyla hukuk metinleri tarafından belirlenmediğini varsaymaktadır. Bunun iki ana sebebi vardır. İlk olarak, hukuk dili doğası gereği açık uçludur. İkinci olarak, genel hükümlerde ve orantılılık testlerinde görüldüğü üzere, muğlaklık hukuk metinlerine bilerek sokulur. Üçüncü olarak, metinler kesin bir biçimde yazılsalar ve kasten muğlak olmasalar bile, tüm muhtemel olayların yasakoyucu tarafından öngörülememesi yine de varittir. Örneğin, mevcut hukuk çerçevesine ‘oturtulması’ gereken yeni bir teknoloji ya da yeni bir toplumsal pratik ortaya çıkabilir. Gerçekten de her bir dava farklı ve benzersiz bir unsur, indirgenemez bir eşsizlik anı sergiler. Zor davalar-kolay davalar sorununa* girmeden, az sonraki analizin amaçları için hukuki yorumun hiçbir zaman tamamıyla halihazırda bulunan hukuki malzemelerle belirlenmediği varsayılacaktır.

Hukuki Yorum Sürecinde Egemen İdeolojinin Rolü

Genel Bakış

Hukuki yorumun sonucu açısından dil kendi başına hiçbir zaman yeterli olmadığından, anlam (hukuki yorumun sonucu) nasıl ortaya konulur sorusuna cevap ararken bakışımız yazardan (orijinalizm) ya da metnin kendisinden (tekstüalizm) yorumcuya (mesela hakime) ve daha da önemlisi o yorumcunun mensubu olduğu hukuk topluluğuna çevrilmelidir. Bununla beraber, olası yorumların kapsamı da iki etken tarafından sınırlandırılmış gözükmektedir. Yorumcunun belirli bir zamanda belirli bir epistemik somut topluluğun parçası olmasına bağlı içsel ve dışsal etken. Yorumcu içsel olarak sınırlanmıştır çünkü ortaya atabileceği olası yorumlar hem hukuk eğitimi hem de hukuku icra etmesi esnasında şekillenen hukuki tahayyülünün sınırlarıyla mahduttur. İkinci olarak, yorumcu dışsal olarak sınırlanmıştır, çünkü hukuki yorum öznelerarası bir süreç olan ikna etme sürecine dayanır. Bu ikna etme süreci de ortak değerlerden ve perspektiflerden sadır olur. Yorumcu dinleyicilerini(örneğin kendi hukuk topluluğunu)ikna etmedikçe yorumu inandırıcı olamaz. 

O halde şu soru akla gelmelidir: Hukuki yorumu yapanın takdir yetkisini sınırlamakta ideolojinin gerçek rolü nedir? Ve takdir yetkisinin sınırı olarak ideolojiyle kendisi de şüphesiz yorum özgürlüğünü kısıtlama rolü oynayabilecek siyasetin ilişkisi nedir? Hugh Collins’e göre egemen ideoloji “dünyanın ve ahlakın temel ilkelerinin aklıselime uygun anlaşılmasını temsil eder ve hukuki adalet duygusunu yönetip bu duyguya, dava taraflarının itiraz ve savunmalarının göreceli ağırlıklarını ölçme nosyonu verir.”

Hukuki yorumun, bu bağlamda, ya hukuki yorum metotlarının etkisi altında olduğu salt içsel bir bakış açısıyla ya da onları üreten hukuki alt-dünyanın(sub-world)kurumsal dinamiklerine dikkat etmeksizin yorum gerektiren kararların sadece siyasi kararlar olarak görüldüğü salt dışsal bir bakış açısıyla incelenebileceğinin altını çizmek gerekir. Julie Novkov denkleme ideolojinin sokulmasının öbür türlü birbiriyle bağdaşmayan bu iki perspektif arasındaki boşluğu doldurmaya yarayacağını ifade etmektedir.

Statükoyu destekleyen ve koruyan egemen ideoloji dışında, toplumsal olan, siyasi olan ve ekonomik olan hakkında farklı görüşlere sahip rakip ideolojilerin verdiği sürekli bir mücadele vardır. Bu ideolojiler için hukuk (özellikle davalar) örneğin lobi faaliyetlerine ve meclis seçimlerine paralel olarak bir başka mücadele alanıdır. Gerçekten de, rakip ideolojileri destekleyen kişiler ideolojik amaçlarını başarıya taşımak için hukuki yorum mekanizmasını kullanabilirler. Duncan Kennedy ideolojik projeler peşinde olan hukukçulara eşik hukukçuları (liminal jurists) der. Bunları ‘dava (cause) hukukçusu’ ve ‘inanan’ olarak ayırır. ‘Dava hukukçusu’ istenilen sonucu elde etmek için hukuki malzemeleri istismar ederken hukuki yoruma istihza ile yaklaşır. Tam aksine ‘inanan’, hukukun, niyetlendiği çözümü zaten içerdiğine ikna olmuştur. Bu çözüm de uygun yorum kuralları (özellikle tümevarım/tümdengelim ve amaçsal yorum metodu) sayesinde ortaya çıkarılabilir.

Yorum Metotları ve İdeolojinin Etkisi

Hukuki akıl yürütme biçimleri genellikle kabul gören üçlü bir taksime tabi tutulmuştur : lafzi, sistematik ve amaçsal yorum metotları. Ancak, popüler olmasına ve hukuk kuramında uzun süredir kabul görmüş olmasına rağmen, bu taksim, özellikle hakimlerin her bir metot kapsamında sahip olduğu takdir yetkisinin genişliği açısından hukuki metotların zenginliğini tam olarak açıklayamaz. Bizce yorum metotlarının taksimi her şeyden önce, metne bağlı (exegetic) ve metne bağlı olmayan (non-exegetic) metotlar ayrımına dayanmalıdır. Taksim ölçütü yorumcunun metin üzerinde çalışıp çalışmaması veya yorumun başka(metin dışı) etkenlere dayanıp dayanmamasıdır. Bu taksim aşağı yukarı Marcin Matczak’ın ‘hukuka içsel olan’ ve ‘hukuka dışsal olan’ ayrımına tekabül etmektedir.

Metne bağlı yorum metotları arasında en az üç tipin ayırt edilmesi gerekir : metnin sözel analizine dayanan lafzi yorum metodu; hukuk mantığının uygulandığı mantıki yorum metodu (buna exceptiones non sunt extendendae ya da inclusio unius est exclusio alterius [1] örnek gösterilebilir); bir hukuk metninin düzenlenme tarzını ya da bir hukuk sistemindeki çeşitli metinler arasındaki ilişkiyi baz alan sistematik yorum metodu; emsal kararlara dayanan yorum metotları.

Hukuki kavramların bilimsel analizine dayanan yorum metotları da örneğin lafzi ve mantıki metotlara nazaran hakime çok daha geniş bir özgürlük sağlamalarına rağmen metne bağlı yorum metotları grubu içinde yer alırlar, çünkü bu metotlar hukuk metinlerinin, özellikle de Kanunların tefsirine odaklıdırlar. Son olarak, hukuki ilkeleri baz alan yorum metotları özellikle ilkeler çoğu zaman olduğu gibi Kanun metinlerinde yer alıyorlarsa ya da Kanun metinlerindeki daha ayrıntılı kuralların genelleştirilmesiyle ortaya çıkıyorlarsa metne bağlı olarak tasnif edilebilirler. Bunların hakimlere hukuki kavramların bilimsel analizine dayanan yorum metodundan daha fazla özgürlük verdikleri ve metne bağlılık kavramının sınırında oldukları kesindir. 

Metne bağlı olmayan yorum metotları esasen dört tiptir: Yorumcunun yasakoyucunun maksadını göz önünde bulundurduğu tarihsel yorum metodu; hukuki kurum, norm ya da işlemlerin amacının objektif olarak değerlendirildiği amaçsal yorum metodu; aynı normun farklı yorumlarının karşılaştırılabilir sonuçlarını baz alan sonuçcu yorum metodu; ve son olarak menfaatlerin dengelenmesi’ ya da ‘oran muhakemesi’ olarak da bilinen menfaatler içtihadı metodu. Doğrudan hukuki metne dayanmayan tarihsel yorum metodu yasakoyucunun objektif olarak var olan maksadıyla sınırlanmıştır. Bu metoda başvuran hukukçunun yorumsal takdir yetkisinin genişliğini kısıtlayan deliller olarak yasa tasarısını açıklayıcı meclis komisyonu raporları, yasa değişikliklerinin gerekçeleri ve meclis konuşmaları gösterilebilir. 

Amaçsal yorum metodu yasakoyucunun objektif maksadına değil normun amacının ne olması gerektiği konusunda hakimin sahip olduğu düşünceye dayandığından hakime daha geniş bir takdir yetkisi verir. Sınırlama derecesi yasakoyucunun hazırlık çalışmalarında görülen maksadını takip etmek indinde açık bir şekilde daha yüksektir.

En fazla takdir yetkisi menfaatler içtihadı metodunu uygulamaya girişen yorumcudadır. Çünkü yarışan menfaatler ya da değerler arasındaki hiyerarşi önceden belirlenmemiştir, dava esnasında ‘ölçülmek’ gerekir. Bu, anayasa mahkemelerinin ve insan hakları mahkemelerinin sıkça kullandığı bir akıl yürütme biçimidir. Davanın akıbeti hiçbir ampirik veri tarafından önceden belirlenmemiştir. Belirsizlik skalasında zirvede kuşkusuz bu metot vardır.

Diğer Etkenlere Karşı İdeoloji

Yorum metotları yorumcuların sahip olduğu takdir yetkisinin genişliğini büyük ölçüde belirler. Ve (lafzi yorum metodu gibi) bazı metotlar daha sınırlayıcıyken (menfaatler içtihadı yorumu gibi) diğerleri açıkça ihtiyaridir. Ancak bu öncülü kabul etmek hukuki metinlerin yarattığı boşlukları doldurma işinin mutlaka ideoloji tarafından görüleceği anlamına gelmez. Zira bu işi siyaset, rüşvet, hakimin kişisel zevkleri vs. de görebilir. O halde ideolojinin hukuki boşluğu doldurma sürecinde rol oynadığından nasıl emin olunabilir? 

Cevap ideolojinin doğasında saklıdır. Althusser’in kaydettiği üzere, ideoloji, sağduyu olarak, şeylerin mutat hali olarak algılandığından ‘onun içinde’ olanlar için görünmezdir. Hakimlik görevini hakkıyla(mesela tarafsız ve objektif bir biçimde) yerine getiren bir hakim ideolojiye çok daha açık olacak ve bu da onu çelişkiye sürükleyecektir: İdeolojiden ne kadar kaçarsa o kadar (egemen) ideolojiye hapsolacaktır. Schmitt’in, hakimin, verdiği ‘doğru’ kararın mensubu olduğu hukuk topluluğunun herhangi başka bir hakimi tarafından da verileceğini düşündüğünü belirten ünlü nüktesi bu çelişkiyi tam olarak yakalamaktadır. Schmitt’in savını açıklayan Mariano Croce ve Andrea Salvatore’ya göre, “hakim öngörülebilir ve gerekçelendirilebilir bir biçimde karar vermelidir. Bu da onun, yalnızca (yargının somut bir kurum olarak tanzim edildiği) ona özgü kültürün içinde var olan hukuk topluluğunun bir genel kural olarak bilfiil benimseyebileceğini somut olarak düşünebildiği biçimi ifade eder. Böylece, Schmittçi doğru karar büyük Başkasının-Sembolik Düzeninin dikte ettiği karardır. Schmitt’in belirsizlik tezini sorgulaması da egemen ideolojinin tektipleştirici bir etken olduğuna ilişkin güveninden ileri gelir. Gerçekten de, Schmitt’in görüşü “hukuki belirliliğin ancak hukuki kararların standardize edilmesi ve hakimlerin yöneliminin homojenize edilmesiyle garanti edilebileceğine yönelik katı inanca dayanmaktadır.”

Hukukun Üstünlüğünün Siyasi Karakteri

Evgeny Pashukanis’in 1924’te çoktan belirtmiş olduğu gibi, hukukun kökeni zıtlaşmadadır. Ve Michael G. Salter’in sözleriyle, “hukuka Schmittçi bir bakış, insan olmanın kendini hemen hemen akla getirilebilecek tüm toplumsal etkinlik şekillerinden doğacak daimi kollektif zıtlaşma ihtimallerinin ortasında bulmayı beraberinde getireceği fikrine bağlıdır.” Hukukun istidatı tam da zıtlaşmaları çözüme bağlamasıdır. Bu zıtlaşmalarda her zaman davacı ve davalılar, savcılar ve sanıklar ve mahkeme kararını verdikten sonra da her davada kazananlar ve kaybedenler olacaktır. Hukuk tam olarak zıtlaşmaya ilişkindir. Bu yüzden hukuk doğası gereği siyasidir zira taraf olan bireylerin zıtlaşmaları genelde daha büyük toplumsal grupların bireysel zıtlaşma örnekleridir. Yani, bir mahkemenin bir işveren karşısında işçi lehine olan kararı (ya da tam tersi), bir tüketici karşısında tacir lehine olan kararı(ya da tam tersi), bir kiracı karşısında mal sahibi lehine olan kararı (ya da tam tersi) doğaları gereği siyasi kararlardır. Bu, bu kararların siyaset alanına ait oldukları anlamına gelmez. Bu kararlar siyasi olanın alanına girerler. Ve hukuk dilinin kendine has belirsizliğinden ötürü bazı siyasi zıtlaşmalar için yasama aşamasında mücadele edilebilse de, bunlar, en azından kısmen, mahkemelerin kararlarıyla çözülmek zorundadırlar. Eğer lafzi yorum çeşitli olası cevaplar doğuruyorsa, eğer sistematik yorum iki yönlülük arz ediyorsa, eğer bir mahkeme genel bir hükmün içeriğini doldurmak zorundaysa, eğer hukuk amaçsal olarak yorumlanıyorsa, ya da eğer mahkeme bir sınıfın(iş insanları)haklarını bir başka sınıfın(çalışanlar)haklarıyla dengelemek zorundaysa; tüm bu durumlarda ideoloji sahneye girer ve hakimlerin kararına rehber olur.

Ve hakimler ne kadar daha objektif ve daha apolitik olmak isterlerse, ne kadar aynı yargılama yetkisine sahip ideal tipte bir hakimin vereceği ‘doğru’ kararı vermeye çalışırlarsa, o kadar büyük Başkasını ve Sembolik düzeni temsil eden egemen ideolojinin tuzağına düşerler. 

Ancak, “egemen ideoloji hiçbir zaman sabit ya da su götürmez değildir.” Bu da egemen ideolojiyi ıslah etmeye ya da onun hegemonyasına meydan okumaya yönelik mücadelelere yol açar. Bu mücadeleler saklı ya da açık bir biçim aldıkları hukuk alanında da verilir. Saklı biçimlerinde, (yukarıda açıklanan metne bağlı yorum metotlarının kullanımıyla) hukuki yorum üzerine tartışmalar şeklinde, salt hukuki terimlerle çerçevelendirilirler. Ancak, amaçsal ve dengeleyici akıl yürütmeyle az ya da çok açık bir biçim alabilirler. Hukukçuların hukuki tefsirden ziyade genel pratik akıl yürütmeye yaklaşan bu tipten muhakemelerinde, ideolojik hesapları hemen hemen açıkça dillendirilebilir.

Sonuçlar

1. Hukuk dilinin önüne geçilemez belirsizliğinden ve tüm müstakbel durumların öngörülememesinden ötürü, hukuki yorum her zaman bir parça ihtiyariliğe sebebiyet verir.

2. Bu bir parça ihtiyarilik ilke olarak kullanılan yorum metoduna bağlıdır.

3. Yorumcular hukuki malzemelerin bıraktığı boşlukları egemen ideolojiyle bağdaşan çözümlerle doldurmak eğilimindedirler.

4. Ancak, egemen ideoloji sabit ya da su götürmez değildir, hukuku açık ya da kapalı bir ideolojik mücadele alanına çevirir.

5. Hukuki yorumda ideolojinin rolü toplumdaki esaslı karşıtlıkların(antagonizmaların), bilhassa iktisadi nitelikli olanların, akıbetini belirlemek anlamında siyasidir.


İngilizceden Çeviren: Artun MİMAR

[1] Exceptiones non sunt extendendae (aksini gösteren haklı gerekçe olmadıkça) genel bir kural karşısında istisna teşkil eden kural geniş yorumlanmamalıdır diye çevrilebilir. Inclusio unius est exclusio alterius ise yorumlanacak kurala konulan şeyin bilerek konulduğunun kabul edilip, konulmayan şeylerin kural kapsamına girmeyeceği sonucuna varılmasını ifade eder. Basit bir örnek verecek olursak; bir kütüphanenin kapısında ‘kahveyle girilmez’ yazıyorsa, bu yorum metodu kullanılarak varılacak sonuç, çay, su vs. şeylerle kütüphaneye girilebileceğidir.

-Bu yazı 21.12.2016 tarihinde Birikim dergisinde yayımlanmıştır.

İdeoloji ve Hukukta Yorum: Birkaç Kuramsal Düşünce yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Viewing all 95 articles
Browse latest View live