Quantcast
Channel: MAKALE – HukukPolitik
Viewing all 95 articles
Browse latest View live

AB Sürecinin En Uyumsuz Alanı: Sosyal Haklar

$
0
0

 

AB uyum sürecinde, sivil-siyasal hak ve özgürlükler açısından köklü ve şaşırtıcı yasal değişiklikler yaşanırken, sosyal hak ve özgürlükler alanında ise görmezden gelme eğilimi ve direnç sürmekte. Bu yüzden sosyal politika AB sürecinin yarattığı değişimin en az hissedildiği alan olarak kalmaktadır. Bu güne değin yasalaşan ve iki Anayasa ve sekiz yasa değişikliği paketinden oluşan AB uyum paketleri içinde sosyal/sendikal haklara ilişkin kayda değer bir düzenleme yer almadığı gibi; uyum yasalarının kabul edildiği dönemde sendikal haklar ciddi baskılara maruz kaldı: Yargı kararlarına rağmen bütün etkili grevler ertelendi, anadilinde eğitimi savunduğu için ülkenin en büyük ve en yaygın sendikası Eğitim-Sen’e kapatma davası açıldı.

AB uyum sürecinde yapılan yasal düzenlemeler büyük ölçüde 1789 model sivil/siyasal hak ve özgürlükler katalogu ile sınırlı kalırken, çalışma hukuku/sosyal haklar alanında ise temel bir eğilim dikkat çekmektedir: Bireysel işçi haklarına ilişkin (işçi sağlığı, ayırımcılık, çocuk ve genç işçilerin korunması gibi) kimi iyileştirmeler yapılırken, kolektif sosyal haklar açısından ise uyumsuzluk bütün boyutlarıyla devam etmektedir. Diğer bir deyişle sosyal politika uyumunda, paternalist yaklaşım, özgürlükçü yaklaşıma yeğlenmektedir. Sosyal hakların toplumun örgütlü gücü ile kazanılması değil, devlet tarafından ihsanı; geleneksel devletçi saik varlığını korumaktadır. AB’nin demokrasi ve insan hakları normlarının Türkiye’yi “zayıflatacağı ve böleceği” iddiasına dayanan ve “bürokratik oligarşinin” direnci olarak adlandırılan geleneksel devletçi direnç, kağıt üzerinde aşılmış gözükse de, AB’nin sosyal normlarının sermayenin “rekabet gücünü zayıflatacağı” iddiasına dayalı “iktisadî oligarşinin” direnci, sosyal hakların gelişmesinin/uyumunun önündeki en büyük engel olarak durmaktadır. Piyasa ile onu kısıtlayıcı bir koruma hareketi olan sosyal politika arasındaki gerilim AB uyum sürecinde de bütün çarpıcılığıyla ile devam etmektedir.

PİYASAYA KARŞI BİR KORUMA HAREKETİ OLARAK SOSYAL POLİTİKA

Kendi çıkarı için en akılcı seçimleri yapan birey varsayımına dayanan klasik iktisadi yaklaşım (ekonomik liberalizm), devlete sadece kapitalist piyasanın düzgün işlemesini sağlayacak bir hukuk düzeni kurmak ve güvenliği sağlamak görevi biçer ve “rasyonel bireyin” tercihlerine devletin müdahalesine şiddetle karşı çıkar. Devlete “gece bekçiliği” görevi yükleyen, işçi-işveren ilişkilerini borçlar hukuku çerçevesinde eşitlerin ilişkisi olarak düzenleyen, bireyler ve toplumsal sınıflar arasındaki ilişkileri doğal seyrine bırakan liberal itikat sadece klasik iktisada özgü değildir. 20. yüzyılın ikinci yarısında yükselen ve son çeyrek yüzyılda etkisini iyice artıran neo-liberalizm de devletin sosyal işlevlerine ve sosyal politikaya şiddetle karşı çıkmaktadır. Bu yaklaşımın radikal temsilcisi olan Hayek, piyasaya yönelik her türlü devlet müdahalesine karşı çıkmakta ve piyasayı düzenlemeye yönelik girişimleri köleliğe doğru gidiş olarak tanımlamaktadır: The Road to Serfdom, Köleliğe Giden Yol, 1944. Hayek, devletin işlevini ve müdahalesini sadece rekabetin daha iyi işlemesini sağlayacak bir hukuk düzeni kurmak olarak tanımlamakta ve sosyal korumacı düzenlemelere karşı çıkmaktadır. Hayek, net bir biçimde piyasaya dayalı ekonomik düzen içinde sosyal adalete yer olmadığını ve bunun boş bir kavram olduğunu, sosyal adalet adına bir otorite tarafından piyasaya getirilecek yükümlülüklerin varlığı durumunda piyasa düzeninin korunamayacağını ve sosyal adaletin ancak bir komuta ekonomisinde ya da merkezi olarak yönetilen bir ekonomide mümkün olduğunu ileri sürmektedir.1 Hayek, Keynesyen makroekonomik politikalar ve açık finansman dahil, piyasaya müdahalenin her türüne karşı düşmanca bir tutum takınmıştır. Onun radikal neo-liberalizmi ekonomik planlamanın bireysel özgürlükle tamamen uyumsuz olduğu inancına dayalıdır.2

Hayek’in Köleliğe Giden Yol’u yayımladığı 1944’te Karl Polanyi, laissez-faireci kapitalizme köklü eleştiriler yönelttiği Büyük Dönüşüm: Çağımızın Politik ve Ekonomik Kökenleri’ni yazdı. Polanyi, Hayek’in tam tersine bireyin özgürlüğünün, sermayenin sosyal denetim altında olmasına bağlı olduğunu savunuyor, piyasa ile onu sınırlamaya yönelik karşıt hareketleri modern toplum dinamiklerinin “çift yönlü hareketi” (double movement) olarak nitelendiriyordu.3

Polanyi, “çift yönlü hareket”i iki düzenleyici ilkenin çelişkisi/mücadelesi olarak tanımlıyordu: Birinci düzenleyici ilke ekonomik liberalizm (laissez-faire) idi ve kendi kurallarına göre işleyen bir piyasanın kurulması amacına yönelmişti. İkinci ilke ise, piyasanın kendi kurallarına göre işleyişinden ve yıkıcı etkilerinden zarar görenlerin korunmasını amaçlayan sosyal koruma ilkesiydi. Sosyal koruma ilkesi, koruyucu yasal önlemler (sosyal hukuk: iş hukuku, sosyal güvenlik hukuku) ile ekonomik liberalizmi kısıtlayıcı örgütler (sendikalar) ve çeşitli müdahale araçlarını kullanıyordu.4

Polanyi’ye göre, piyasa toplumunun temel özelliklerinden biri; sosyal olarak çözülmüş (disembedded), sosyal ve politik kurumlardan kopmuş ve köksüzleşmiş olmasıdır. Polanyi, böylesi bir piyasanın insanlarda güvensizlik ve toplumsal endişe yaratacağını vurgulamaktadır. Bu nedenle toplum ve devlet tarafından oluşturulacak koruyucu karşı hareketlerle; devlet müdahalesi ve sosyal hukuk yoluyla piyasanın toplumsal ve siyasal kurumlardan tümüyle kopmasının ya da onlardan bağımsızlaşmasının önüne geçilmelidir.5

Polanyi, sosyal korumanın temel amacının tam da insan emeği ile ilgili arz-talep yasalarına müdahale etmek ve insan emeğini piyasanın yörüngesinden çıkarmak olduğuna inanmaktadır.6 Kendi dengesini sağlayan piyasa (self regulating market) fikrinin düpedüz ütopya olduğunu vurgulayan Polanyi, böyle bir sistemin toplumun insanî ve doğal özünü yok etmeden uzun süre devam etmesinin olanaksız olduğunu* ve toplumun kendisini savunmak için bazı koruyucu önlemler alacağını belirtiyordu.7

Uzunca bir dönem Polanyi’nin “kendiliğindenci koruyucu tepki” olarak adlandırdığı biçimde var olan sosyal politika8 son yarım yüzyılda zaman zaman aktif sosyal politika önlemleri gündeme gelmesine rağmen bu özelliğini büyük ölçüde korumaya devam etmektedir.

AB SOSYAL POLİTİKASININ KAPSAMI

Avrupa merkezli bir kavram olan ve ulus-devlet ölçeğinde ortaya çıkan sosyal politika, doğası gereği farklı sosyal ve siyasal güçler arasında temel bir çekişme ve mücadele konusu olmuştur. Sosyal politikanın, bu özelliği küreselleşme ve Avrupa bütünleşmesi sürecinde de devam etmektedir. Tartışmanın bir ucunda yurttaşların ve emeğin sosyal Avrupası yaklaşımı, diğer ucunda ise sermayenin engelsiz bütünleşmesi ve piyasaların olabildiğince serbestleştirilmesi yaklaşımı yer almaktadır.

Sosyal politika, özellikle 1980’lerden bu yana AB içinde derin bir ihtilaf kaynağı olmayı sürdürüyor. Sorunun temelinde AB’nin gelecekteki en uygun ekonomik ve siyasal modelinin ne olması gerektiği tartışması yatmakta, Polanyi’nin kavramsal çerçevesini kullanacak olursak, piyasa ile onu kısıtlayıcı önlemler arasındaki gerilim ve çift yönlü hareket bu kez ulus-üstü düzeyde devam etmektedir.

Piyasaların ulusal sınırlar ötesine genişlemesinin, daha fazla ekonomik etkinlik, üretim ve başarıyı beraberinde getireceğini savunan neo-klasik iktisat teorisine dayalı9 Avrupa bütünleşme süreci, “sosyal” değil “ekonomik” bir temele dayalı olarak başladı ve bütünleşmenin ilk 30 yılına bu yaklaşım egemen oldu.10 Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) kuran liberal yaklaşımlı Roma Antlaşması (1957) “sosyal” boyutu piyasaya, bir diğer deyişle ekonomide sağlanan bütünleşmeye bağlamıştır. Başarılı bir ekonomik bütünleşmenin sonucunda Topluluk içinde bir sosyal bütünleşme kendiliğinden sağlanacaktı.11

Bu nedenle Roma Antlaşmasında son derece sınırlı sosyal hükümler yer almıştır ve kuruluştan, 1970’lere kadar AET’nin ortak bir sosyal politikası söz konusu değildir.12 Sosyal politika bu dönemde marjinal bir alan olma özelliğini korumuştur. Bu yıllarda negatif bütünleşme engelleri aşılmış olmasına rağmen, AET iktisadi, sosyal ve siyasi açıdan zayıf bir birlik görünümündedir. 1960’ların sonlarında başlayıp ’70’lerin ortalarına kadar devam eden işçilerdeki militanlaşma dalgası ve eşitlikçi toplumsal yönelimler, Topluluğun sosyal politikasının değişmesinde etkili oldu ve kuruluş döneminin düşük profilli sosyal politika yaklaşımı yerini 1970’lerin başlarında daha müdahaleci bir tarza bıraktı.13 Ancak ’70’lerin ortasından itibaren dünya ekonomisinde başlayan yavaşlama ve sosyal hareketlerdeki düşüş, sosyal politika alanında ilerlemeyi yavaşlattı.14

1980’lı yıllarda Keynesyen iktisat politikalarının ve ona dayalı sosyal uzlaşmanın sona ermesi, sadece bir dizi makro ekonomik politika bütününün çöküşü değil, aynı zamanda ulusal devlete dayalı bir politika tarzının da yetersizliği anlamına geliyor ve ulusal devlet, sosyal refah politikalarının biricik aktörü olmaktan çıkıyordu. Öte yandan, önce Tek Avrupa Senedi ve daha sonra da Maastricht Antlaşması ile Topluluğun karar alma süreçleri ulusaldan, ulus-üstü düzeye kaymaya başladı. AB içindeki bu süreç, iki projenin mücadelesi ve çekişmesi ile belirlenmektedir: Neo-liberal proje ile düzenlenmiş kapitalizm projesi ya da Anglo-Amerikan modeli ile Kıta Avrupa’sı modeli.

Bu iki modeli, iki ayrı eksende ele almak mümkün: Birinci eksen; sosyal müdahaleden piyasa liberalizmine uzanan sağ/sol ekseni, diğeri ise ulusal devletin restorasyonundan federal bir Avrupa fikrine uzanan ulusal/ulus-üstü ekseni. Düzenlenmiş kapitalizm ya da Kıta Avrupası sosyal modeli, sol ve ulus-üstü yaklaşımların kesiştiği alanda ortaya çıkarken, neo-liberalizm ise sağ ve ulusal eksenlerin kesiştiği alanda ortaya çıkmaktadır Böylece sosyal korumacı yaklaşım, karar süreçlerinin ve sosyal politikanın Avrupa ölçekli hale getirilmesini savunurken, neo-liberalizm Avrupa ölçeğinde bir sosyal politika ile Avrupa ölçekli demokratik kurumların (örneğin Parlamentonun) güçlendirilmesine karşı çıkmakta ve sosyal politikanın ulusal devletlerin yetki alanında kalmasında ısrar etmektedir.15

Bu çerçevede, Avrupa sermaye hareketlerinin keyfiliğinin, piyasa anarşisinin ve otoriter ulus ötesi şirketlerin sosyal dengeyi bozucu stratejilerinin dizginlenmesi için sosyal politikaya ilişkin iradenin ve kurumların AB düzeyinde oluşturulmasının gerekli olduğunun altı çizilmektedir.16 Habermas, küreselleşme süreciyle birlikte özellikleri ne olursa olsun ulusal hükumetlerin, artan bir biçimde ulus ötesi ağlara takıldıklarını ve bağımlı hale geldiklerini; seçtikleri sosyal politika ne olursa olsun kuralsızlaşmış piyasaların, özellikle de mali piyasaların dayattığı kısıtlara boyun eğmek zorunda kaldıklarını; bu nedenle de Anayasa ile güçlendirilecek bir Avrupa bütünleşmesinin küresel ekonominin yeniden düzenlenmesi ve istenmeyen sonuçlarının dengelenmesinde etkili olacağını yazmaktadır.17 Avrupa sendikaları da sosyal politika konusunda AB’nin ulus-üstü karar süreçlerinin güçlendirilmesi gerektiğini savunmaktadır.

Egemen ulus-devletlerin Avrupa ölçeğinde bir sosyal politikaya alan bırakmadığı, AB’nin piyasa-yapıcılığına odaklandığı, ulus-devletlerin sosyal refah uygulamalarının dokunulmaz kaldığı ve aslında bir AB sosyal politikası olmadığı iddiaları sıkça dile getirilmekle birlikte Avrupa bütünleşmesi ve sosyal politikada alınan yol, ulus-devletlerin sosyal politika alanındaki tekelini her geçen gün aşındırmaktadır.

1980’lı yıllarda topluluk sosyal politikasında yeni açılımlar gündeme geldi. Bu dönemde yaşanan Akdeniz genişlemesi Toplulukta sosyal damping korkusunu ve buna karşı sosyal politika alanında yapılması gerekenleri daha yoğun bir biçimde gündeme getirmeye başladı.18 1989’da Topluluk Sosyal Şartının müzakereleri sırasında, Topluluğun sosyal politika alanında müdahaleci düzenleyici rolünü savunanlar ile laissez-faire yaklaşımını savunanlar arasında keskin bir bölünme yaşandı.19 İkinci eğilimin önde gelen temsilcisi İngiltere, ILO sözleşmeleri ile Avrupa Sosyal Şartından (1961) esinlenerek hazırlanan ve 12 temel sosyal hakkı güvence altına alan Topluluk Sosyal Şartını onaylamadı. Ancak diğer 11 ülke tarafından 1989’da kâbul edilen Topluluk Sosyal Şartı, İngiltere dışındaki AB üyeleri için ortak bir sosyal politika zemini oluşturmuştur.

Avrupa bütünleşmesinde geri dönülmez bir aşamayı temsil eden 1992 Maastricht Antlaşması ise İngiltere’nin olumsuz yaklaşımı nedeniyle beklenen Avrupa Sosyal Birliği’ni gerçekleştirememiş ve Roma Antlaşması’nın sosyal politikaya ilişkin hükümlerinde hiçbir değişiklik yapılamamıştır. Ancak İngiltere’nin bu tutumu karşısında diğer 11 ülke ayrı bir Sosyal Politika Anlaşması’nı imzaladılar ve böylece sosyal politika alanında “iki vitesli” bir süreç başladı. İşçi Partisi’nin iktidara gelmesinden sonra 1997’de Sosyal Şartı da içeren Amsterdam Antlaşması’nı imzalamasına karşın, İngiltere; AB içinde sosyal politikaya karşı neo-liberalizmin koç başı olmaya devam etmektedir.

Haziran 2004 Brüksel zirvesinde AB liderleri tarafından kâbul edilen ve önümüzdeki günlerde onay süreci başlayacak olan AB Anayasası, sosyal politika açısından önem taşıyan bir diğer belgedir. Anayasa, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin (İHAS), AB hukukunun genel ilkelerini oluşturacağını belirtmektedir. Anayasa’nın sosyal politika açısından en önemli yönlerinden biri, Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın, Anayasanın ikinci bölümüne olduğu gibi aktarılmış olmasıdır. Böylece Aralık 2000 Nice zirvesinde kâbul edilen Temel Haklar Şartı’nın hukuksal statüsüne ilişkin tartışma sona ermiştir. Anayasa’nın bir parçası olan Temel Haklar Şartı, klasik hak ve özgürlükler yanında örgütlenme, grev, toplu sözleşme, yönetime katılma ve iş güvencesi gibi sosyal haklara da ayrıntılı bir biçimde yer vermektedir

Temel sosyal haklara AB Anayasası’nda yer verilmesi, AB Sosyal sistemini fazla katı bulan ve esnekleştirilmesini isteyen neo-liberaller tarafından şiddetle eleştirilmektedir. Anayasa’da yer alan sosyal haklar bildirgesinin (Bill of the Social Rights) piyasaları daha rekabetçi yapmaya çalışan liberal güçleri yavaşlatacağı ve rekabetçilik ile esneklikten geriye doğru giden ciddi bir adımı temsil ettiği iddia edilmektedir.20 Ancak neo-liberallerin ayak diretmelerine rağmen AB Anayasası sosyal hakları içeren bir metin haline gelmiştir.

AB SOSYAL POLİTİKASININ YORUMU SORUNU

AB sosyal politikalarının nasıl yorumlanacağı ve Türkiye’nin uyumunun nasıl gerçekleşeceği konusunda sendikalar, işveren örgütleri, bilim çevreleri, hükümet ve AB organları arasında önemli yaklaşım farkları göze çarpmaktadır. Dar yorumu benimseyen hükümet ve işveren örgütleri, AB sosyal politikası için AB Antlaşmaları ve yönergelerinin lafzını esas almakta ve sosyal politika uyumunu yönergelerle sınırlı teknik bir sorun olarak değerlendirmektedir. Konuya geniş yorumla bakılacak olursa; AB Antlaşma ve yönergeleri yanında, Kopenhag kriterleri ile AB Antlaşma ve belgelerinin atıf yaptığı Uluslararası Antlaşma ve Sözleşmeler ile evrensel hukuk normları ve AB’nin yaslandığı temel değerler sosyal politika uyumunda esas alınmalıdır.

AT Antlaşmasının sosyal politikaya ilişkin en önemli maddeleri (Anayasa ile de esas olarak korunan) 136. ve 137. maddelerdir. 136. madde sosyal politikaya ilişkin ilke ve hedefleri belirlerken, 137. madde topluluk organlarının bu hedeflere ulaşmak için yetkilerini ve karar alma yöntemlerini saptamaktadır. Topluluk organları, ücretler, örgütlenme özgürlüğü, grev ve lokavt konuları dışında kalan diğer sosyal politika alanlarında bağlayıcı karar alabilecektir.

137/4’e göre, bu madde uyarınca kâbul edilen düzenlemeler, üye ülkelerin bu madde ile uyumlu olan “daha sıkı koruyucu” kuralları korumasını ya da yenilerini almasını engellemeyecektir. Bir diğer deyişle, madde ile öngörülen düzenlemeler asgari olup mevcut daha koruyucu düzenlemelerin aşağıya çekilmesini gerektirmemektedir.

137/5’e göre, bu maddenin düzenlemeleri ücretler, örgütlenme, grev hakkı için geçerli olmayacaktır. Buradan hareketle AB üyeliğinin kolektif sosyal/sendikal haklar konusunda bir kazanım sağlamayacağı iddiası ileri sürülmektedir. Oysa bu kural sadece Topluluk organlarına bağlayıcı karar alma konusunda sınırlama getirmekte olup genel olarak örgütlenme ve grev hakkının Topluluk hukuku dışında olduğu anlamına gelmemektedir. Bu kural bir istisna niteliği taşımaktadır ve dar yorumlanması gerekir.21 AB’nin örgütlenme özgürlüğü ve grev hakkı konusunda düzenleme yetkisinin olmaması, AB’nin grev hakkını ihlâl ve ihmal ettiği anlamını taşımamaktadır. Çünkü örgütlenme ve grev hakkı ön koşul niteliğindeki siyasî kriterlerinin bir parçasıdır. Bunu, çeşitli AB belgelerinde açıkça görmek mümkündür.

AB’nin kendini bağlı saydığı uluslararası antlaşmalar ve insan hakları sözleşmeleri nedeniyle; temel sendikal/sosyal haklar, AB hukukun olmazsa olmaz bir parçasıdır. AB Anayasası; AB’nin ”insan onuru, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukuk devleti ve insan haklarına saygı temelinde kurulduğunu” belirtilmekte ve “çoğulcu toplum, hoşgörü, adalet dayanışma ve ayırımcılığın reddinin üye ülkelerin ortak değerleri olduğunu” vurgulamaktadır.

Topluluk Antlaşmasının 6. maddesi ile, Birlik kendini İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS) ile bağlı saymaktadır. Antlaşmanın 136. maddesinde Topluluk Temel Sosyal Haklar Şartı’na ve Avrupa Sosyal Şartı’na (ASŞ) açıkça atıfta bulunulmuştur. Anayasa’nın bir parçası olan Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nda, İHAS, ASŞ, Adalet Divanı (ATAD) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) içtihat hukukundan kaynaklanan haklar teyit edilmiştir.

Haziran 1993’te Kopenhag Zirvesi’nde kâbul edilen ve “Kopenhag siyasi ölçütleri” olarak bilinen kararlar; AB üyeliği için gerekli ölçütleri sıralarken, demokrasi, hukuk devleti ve insan haklarını garanti altına alan kurumların istikrarlı bir biçimde varlığını ön koşul olarak belirtmiştir. Bu hakların sadece kağıt üzerinde varlığını değil, günlük yaşamda fiilen uygulanması gerektiğini vurgulamıştır. Bu nedenle örgütlenme ve grev hakkı siyasi kriterler bağlamında AB hukuku kapsamındadır.

Kopenhag kriterleri çerçevesinde, sosyal/sendikal hak ve özgürlüklerin eksiksiz varlığı bir siyasî kriter olarak değerlendirilmekte ve bu nedenle, Konsey tarafından hazırlanan Katılım Ortaklığı Belgeleri (KOB), Komisyon tarafından hazırlanan Düzenli İlerleme Raporlarında sendikal/sosyal haklar, siyasî kriterler bölümünde yer almaktadır.

Tüm yukarıda sayılanlar göstermektedir ki, sosyal politika alanında AB normlarına uyumun sağlanması, AB’nin sosyal politikaya ilişkin çoğu teknik nitelikli yönergelerinin iç hukuka aktarılması ile mümkün değildir. Temel sendikal ve sosyal hakları güvence altına alacak bir mevzuat ve zihniyet değişikliği olmadan sosyal politika uyumundan söz edilemez.

Ancak Türk sermaye çevreleri aynı kanaatte değil. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), uyum sürecinde geniş yoruma karşı çıkmakla kalmayıp, var olan koruyucu düzenlemelerin daha da daraltılmasını istemekte, AB’nin sosyal politikasını, emredici düzenlemeler (Topluluk Antlaşmaları ve Yönergeler-Acquis) ve onların lafzı ile sınırlı yorumlamaktadır. Türkiye’nin uyumunun büyük ölçüde gerçekleşmiş olduğunu22 ve zaten AB’de sosyal politika alanında çok fazla ortak standart bulunmadığını ileri süren TİSK, şu görüşleri dile getirmektedir.23

Avrupa Birliği’ne tevdi edilen Ulusal Program’ın çalışma hayatına ilişkin taahhütleri konusunda çok ciddi endişeler yaşıyoruz. Programın bazı bölümlerinde, AB’nin ülkemizden talep etmediği, ayrıca Birliğin Tüzük ve Yönergelerle ortak düzenlemeye gitmediği, dolayısıyla Türkiye’den yerine getirilmesi istenmeyen pek çok düzenlemenin taahhüt edildiği dikkati çekmektedir.”24

AB sosyal politikasının dar yorumu hükumet ve işveren çevreleri ile sınırlı değildir. Bu yaklaşıma sendikal çevrelerde de rastlanmaktadır. Türk-İş, AB sosyal politikası konusunda uzunca bir süre dar yoruma yakın durmuş ve “AB üyeliğinin sendikal hak ve özgürlükler ve temel işçi hakları açısından doğrudan hiçbir katkısı yoktur” görüşünü savunmuştur.25 AB sürecinin, sendikalar ve çalışanlar açısından yaratacağı olanaklar yeterince irdelenmemekte, AB’nin müktesebatında sendikal/sosyal haklar açısından önemli bir yenilik olmadığı, AB üyeliğinin çalışanlara bir yararı olmayacağı hatta zararı olacağı gibi eksik/hatalı değerlendirmeler yapılmaktadır.26 Bu değerlendirmeler sosyal politika uyumu konusunda aktif ve pozitif bir rol oynaması gereken sendikaları sürecin dışına düşürmektedir.

AB üyeliğinin; işçi hakları açısından hiçbir katkısının olmayacağı; hattâ işçi haklarının daha kötüleşeceğine ilişkin düşünceler bilim çevrelerinde ve solda da dile getirilmekte, AB’nin “ezilenlerin afyonu” olduğu tezlerine rastlanmaktadır.27 AB üyeliğinin işçi sınıfı lehine olacağını söylemek “aymazlık, yeni mandacılık ve protektoracılık” olarak nitelenmekte, dahası AB üyeliğinin lehte düzenlemeler bir yana var olan hakların da geriye çekilmesine yol açacağı ve işçi sınıfı adına AB’ye girişi savunacak bir şeyin olmadığı iddia edilmektedir.28 Bir diğer değerlendirme ise; AB’nin Türkiye’den birçok alanda değişiklik isterken, sendikacılıkla ilgili yasalar konusunda hiçbir istemde bulunmadığı şeklindedir.29 Oysa 2001 ve 2003 Katılım Ortaklığı Belgeleri ve 1998-2003 arası yayımlanan altı ilerleme raporu sosyal ve sendikal haklar alanında son derece detaylı eleştiri ve önerilere yer vermektedir.

AB organları ise sosyal politika alanında geniş yorumu tercih etmektedir. Bunu KOB ve İlerleme Raporlarının içeriğinden ve sistematiğinden anlamak mümkündür. İlerleme Raporlarında sendikal ve sosyal haklar iki ayrı bölümde ele alınmaktadır. Bunlardan biri Siyasi Kriterler bölümünde yer alan Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar başlığı, diğeri ise müktesebata uyum başlığı altında istihdam ve sosyal politika bölümüdür. AB, sendikal/sosyal hakları açıkça siyasi kriterler bağlamında değerlendirmektedir.

Grev hakkı, AB sosyal politikasının geniş yorumu konusunda çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır. Şişecam grevinin ertelenmesiyle ilgili Kristal-İş Sendikasının mektubunu yanıtlayan Avrupa Komisyonu’nun Genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen, şu görüşlere yer vermiştir.30

Grev hakkının düzenlenmesi ile ilgili bir Topluluk mevzuatı olmasa da Grev hakkı, AB üyesi ülkelerin ulusal anayasalarında saygın bir yer almasının yanında çeşitli uluslararası sözleşmeler tarafından (Uluslararası Çalışma Örgütü sözleşmeleri ve Avrupa Temel Haklar Şartı gibi) temel bir hak olarak tanınmıştır. Dahası, Kopenhag Kriterlerine uygun olarak aday ülkelerin temel insan haklarına, kültürel haklara ve sosyal haklara saygı göstermeleri gerekmektedir. Grev hakkını içeren sendikalaşma ve toplu pazarlık hakkı bu sosyal haklardan biridir”

Sonuç olarak AB sosyal politikasına uyum, sadece AB müktesebatının teknik hükümlerine uyum sorunu değil, temel sendikal hak ve özgürlükler açısından, AB’nin benimsediği hak ve özgürlüklerin ve değerlerin kâbul edilmesi sorunudur.

SENDİKALARIN YAKLAŞIMI

Sendikaların AB sürecinde takındıkları tutum, sosyal politika uyum sürecini doğrudan etkilemektedir. Sendikaların yaşadığı tereddüt ve gel-gitler hükümetlerin sosyal politika alanında ağırdan almasını kolaylaştırmaktadır.

Türk-İş, 1960’ların başlarından 2000 yılına kadar Türkiye’nin AET/AB üyeliğine olumlu bakmış, ancak 2000 yılından itibaren, tutumunda köklü bir değişiklik yaşanmıştır. 1995 Genel Kurulunda alınan ve Türk mevzuatının AB standartlarına uygun hale getirilmesi kararına rağmen, 2000 yılında Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral tarafından yapılan bir değerlendirmede şu görüşlere yer verilmiştir:31

Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde sendikal hak ve özgürlükler alanında önemli adımlar beklemek de gerçekçi değildir…. Türkiye’nin daha da demokratikleştirilmesi, 12 Eylül sonrasında askerî yönetimi destekleyen bazı AB ülkelerinin çabalarıyla olmaz. Daha da demokratikleşme, Türk işçilerinin kendi demokratik mücadelesi ile gerçekleşecektir”

Türk-İş, Cumhurbaşkanı Sezer’e sunduğu 11 Aralık 2001 tarihli ‘AB Türkiye’den Ne İstiyor’ başlıklı raporla, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı açıkça karşı tutum almaya başlamıştır.32 Rapor, AB’nin sosyal boyutunu irdelemeyi göz ardı eden, tamamen siyasal sorunlar etrafında hazırlanmış bir bildirge olarak değerlendirilebilir.

Bu raporun ardından, Türk-İş ve üye sendika yöneticilerinin önemli bir bölümünün de imzalarının yer aldığı ve Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan tam sayfa bir gazete ilânı yayımlanmıştır.33 İlanda şu görüşlere yer verilmiştir:

Türk ulusunun tarihine, yeteneklerine ve hedeflerine büyük bir saygısızlık göstererek, Avrupa Birliği’ne girmeyen bir Türkiye’nin, bir Ortadoğu diktatörlüğüne dönüşeceğini ileri sürerek, büyük bir acele ile Avrupa Birliği’nin Türkiye’den istediği bütün taleplerin yerine getirilmesi konusunda teslimiyetçi bir tavır izlemektedirler”.

Türk-İş’in son yıllarda AB konusunda izlediği ikircikli tutumun özellikle sosyal politika alanında yapılabilecek reformların yetersiz kalmasında dolaylı bir rol oynadığını, gerek hükümet, gerekse Komisyon düzeyinde sosyal politikanın geliştirilmesi yönünde yapılabilecek girişimleri aksattığını söylemek mümkündür.

1980-90’lı yıllarda AB üyeliğine karşı çıkan Hak-İş ise, daha sonra bu tavrını terk etti ve giderek AB üyeliğinin ısrarlı savunucusu haline geldi. Hak-İş’in eski yaklaşımı şu yöndeydi:

Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması, Avrupa ile entegrasyonda ciddi bir sorun teşkil etmektedir…Türkiye, tarihi, ahlaki, felsefi, dini ve milli karakterleri itibari ile Batılı değildir. Batılılaşma Türk toplumunun gündemine her zaman bir ihanet ve yabancılaşma olayı olarak girmiştir (…) Eğer mutlaka AT üyeliği için ısrar edilecek olursa, bu mutlak bir teslimiyet anlamına gelecektir…. Öte yandan Türkiye’nin AT’a başvurusu yürürlükteki anayasa ve yasalar açısından hukuki açıdan ağır bir cürüm oluşturmakta, devletin bağımsızlığını, ülkenin bütünlüğünü tehdit eden bir nitelik arz etmektedir. Müesses nizamı tebdil ve tağyire yönelik bir cürüm oluşmuştur. Bu konuda iktidar ve muhalefet partilerinin sessiz kalmaları düşündürücüdür.”34

Hak-İş, aynı raporda AT üyeliğinin egemenliğin devri anlamına geleceğini ve mutlaka referanduma başvurulması gerektiğini savunmaktadır.35 2003 yılına gelindiğinde ise Hak-İş’in köklü bir görüş değişikliğini benimsediği görülecektir. Hak-İş, AB uyum sürecinde yapılan reformları “Atatürk’ün başlattığı çağdaşlaşma ve Batılılaşma projesi yönündeki ileri bir aşama” olarak tanımlamaktadır”:36

DİSK’in kuruluş bildirgesinde doğrudan AET’ye bir atıf olmamasına karşın “kapitalist kalkınma yoluna” karşı köklü eleştirilere yer verilmişti.37 DİSK’in kurucularının büyük ölçüde Türkiye İşçi Partisi’ne ve sosyalist düşünceye yakın olması, DİSK’in 1980’lere kadar Ortak Pazar karşı çıkan tutumunu açıklayıcı niteliktedir. DİSK 1979’da38 “NATO, CENTO, OECD ve Enerji Ajansı gibi askerî ve ekonomik örgütlerden çıkılması, AET ve IMF ile ilişkilerin kesilmesi” gerektiğini karara bağlamıştı.

 1994 yılında toplanan DİSK Genel Kurulu’na sunulan çalışma raporunda sendikaların sosyal boyutlu bir Avrupa için mücadele ettikleri belirtilmekte ve AB üyeliğine ilişkin herhangi bir karşı çıkışa rastlanmamaktadır.39

 KESK, “AB’nin; Avrupa sermayesinin çıkarları ve ihtiyaçları çerçevesinde şekillenen bir kurum” olduğunu savunarak, sermayenin Avrupasına karşı emeğin Avrupası yaklaşımını öne çıkarmaktadır. 16-17-18 Ağustos 1996 tarihinde toplanan KESK 1. Genel Kurulunda AB ile ilgili alınan bir kararda40 şu değerlendirme yapılmıştır:

KESK, AB’nin sermaye denetimindeki emekçilerin kazanımları aleyhine üretilen politikalarını tespit ederek, sermayenin Avrupa’sına karşı Avrupa ülkelerindeki emekçilerin yürüttüğü mücadeleyi destekler. (…) Avrupa’daki emekçilerin iktidarının ve emeğin Avrupa’sının kurulması mücadelesine katkı yapmayı önüne hedef olarak koyar, Avrupalı emekçilerin mücadele deneyimlerinden dersler çıkarır, kazanımlarının korunması ve geliştirilmesi için çaba harcar.”

görüşlerine yer verilmiştir. AB konusunda eleştirel bir tutum takınan KESK Türkiye’nin AB üyeliği konusunda açık bir tutum ifade etmemekle birlikte Avrupalı emekçilerin kazanımlarına ve sosyal Avrupa yaklaşımına vurgu yapmaktadır.

SOSYAL POLİTİKADA UYUMA DİRENÇ

Türkiye’de sermayenin ve devletin sosyal politika konusundaki dirençleri ve uluslararası normlara uyum konusundaki gönülsüzlükleri köklü bir geçmişe sahiptir. Türkiye 1952 yılında onayladığı örgütlenme özgürlüğü ile ilgili 98 sayılı ILO sözleşmesinin gereklerini yerine getirmediği için yarım yüzyıl sonra, bugün bile ILO tarafından eleştirilmektedir. ILO’nun 1948 yılında kâbul ettiği sendika özgürlüğü ve örgütlenme hakkına ilişkin 87 sayılı sözleşme (özellikle sendikalaşma hakkının devlete karşı güvence altına alınması hakkında) Türkiye tarafından tam 44 yıl sonra, 1992’de kâbul edilmiştir. Ancak gerekleri hâlâ yerine getirilmemiştir. 1961 tarihli Avrupa Sosyal Şartı’nı, 1989 yılında onaylayan Türkiye, Şart’ın en önemli hükümlerine; adil çalışma şartları hakkı (m.2), işçi sağlığı ve iş güvenliği hakkı (m.3), sendika hakkı (m.5), toplu pazarlık hakkı (m.6), çalışan kadınların korunması (m.8), bedensel ya da zihinsel özürlülerin mesleksel eğitimi hakkı ve mesleksel ve yeniden uyum hakkı (m.15), çekince koymuştur. Avrupa Sosyal Şartı’nın 1996’da revize edilen son şeklinin onaylanması ise henüz gündeme bile gelmemiştir.

Bu geleneksel direnç politikası, AB uyum sürecinde de devam etmektedir. Bu süreçte gerçekleştirilen 2001 ve 2004 Anayasa değişiklikleri ve toplam yedi “uyum paketi” içinde, en az yer verilen alan sosyal hukuk ve sosyal politika olmuştur. İlerleme Raporları ve KOB’da dile getirilen AB ilkelerine ve müktesebatına aykırılıkların ortadan kaldırılması için sosyal hukuka ilişkin yapılması gereken düzenlemeler ısrarla geciktirilmektedir. Son olarak Avrupa Parlamentosu tarafından 1 Nisan 2004 tarihinde onaylanan Türkiye Raporunda da Türkiye’de sendikal hakların tam olarak güvence altında olmadığı, sosyal diyalogun son derece sınırlı olduğu vurgulanmakta ve hükümetten sınırlamaları ortadan kaldırarak AB ülkelerindeki sendikal yasalara benzer yasaları çıkartması istenmektedir.41 Ancak buna rağmen Mayıs 2004’te gerçekleştirilen Anayasa değişikliği paketi içinde sendikal haklara yer verilmemiştir.42

Sosyal politika alanındaki direncin en anlamlı göstergelerinden biri 2001 ve 2003 Ulusal Programları (UP) arasındaki farktır. 2003 Ulusal Programı özellikle sendikal haklar ve sosyal politika açısından 2001 UP’nin çok gerisinde bir yaklaşım sergilemektedir.

2001 UP’nin Siyasî Kriterler bölümünde “sendikal haklarla ilgili mevcut sınırlamaların gözden geçirilmesi… ve sendikal hakların 87 ve 98 sayılı ILO Sözleşmeleri ve Avrupa Sosyal Şartı doğrultusunda yeniden düzenlemesi” hedefine yer veriliyordu. Ayrıca Sosyal Politika bölümünde “grev yasağının kapsamının daraltılması, yüzde on yetki barajının kaldırılması ve kamu personeline sendikalaşma hakkı” tanınması konularında düzenleme yapılması öngörülüyordu. Ancak 57. hükümet, UP’de yazılanlara rağmen bunların gereğini yapmadı. 59. hükümet ise bu taahhütleri UP’den tümüyle çıkarttı. 2003 UP, AB’nin sosyal boyutunu küçümseyen, Anglo-Saxon ve neo-liberal bir bakış açısını yansıtmaktadır.

2003 UP’nin, Siyasî Kriterler bölümünde, 2001 UP’nin aksine sendikal-sosyal hak ve özgürlüklere tek kelime bile yer verilmemiştir. “Sosyal politika ve istihdam bölümünde” ise büyük ölçüde teknik düzenlemeler yer almıştır. 2001 UP’de taahhüt edilen sendikal ve sosyal hakların AB normları ve ILO sözleşmelerine uyumlu hale getirilmesi hedefinden neden vazgeçilmiştir? Bunun cevabını işveren örgütlerinin taleplerinde görmek mümkündür.

Avrupa Birliği’ne tevdi edilen Ulusal Program’ın çalışma hayatına ilişkin taahhütleri konusunda ciddi endişeler taşıyoruz. Ulusal Program’ın yapılacak ilk revizyonunda; Kısa vadeli gerçekleştirilmesi öngörülen ve siyasî kriterler arasında yer alan hak grevi ve iş güvencesi gibi konular Programdan çıkartılmalı, kısa ve orta vadede ele alınması öngörülen konular yeniden değerlendirilmeli ve Türk ekonomisinin rekabet gücünü zayıflatacak hiçbir düzenlemeye yer verilmemelidir.”43

İşveren örgütlerince yapılan telkinler ile 2003 UP metni karşılaştırıldığında açıkça görülmektedir ki; 59. Hükümet bu telkinleri dikkate almıştır. UP’nin sendikal ve sosyal haklara ilişkin bölümü büyük ölçüde TİSK’in istemleri doğrultusunda revize edilmesine rağmen, TİSK revize edilmiş (2003) UP’nin takviminden de rahatsız olduğunu, sosyal politika uyumu için aceleye gerek olmadığını ve uyumun tamamlanması için 2004 yılı hedefinin erken olduğunu belirtmektedir:

 “Bu alanla (sosyal politika) uyum çalışmalarının 2004 yılı sonuna kadar sonuçlandırılması zorunluluğu yoktur. Bu iş tam üyelik müzakerelerinin başlamasından ve bazı durumlarda ülkemizin üyeliğinden sonra bile devam edebilecek bir süreçtir. Önümüzde onca zaman varken, iki ayağımızı bir pabuca sokmaya çalışmanın ülkemizdeki sosyal barışı olumsuz etkileyebileceği, zaten düşük olan rekabet gücümüzü daha da düşürebileceği endişelerini taşıyoruz.”44

TİSK, sosyal politika konusunda uyum ölçütü olarak rekabet edebilirliği esas almakta ve rekabeti olumsuz etkileyebilecek sosyal düzenlemelerden (bunlar AB hukukun gereği olsa bile) kaçınılmasını ya da bunların ertelenmesini savunmaktadır.45

Türkiye’de sosyal politika alanında yaşanan direnç, ülkenin özgün sosyal gelişme çizgisi ve devletçi-otoriter geleneği ile yakından ilgilidir. Türkiye’nin kendine özgü koşulları, sosyal politika alanında devletçilik-paternalizm olarak ortaya çıkmaktadır. İnsel, devletçiliğin Türkiye’nin modernleşme sürecinde temel ilke olduğunu belirterek, devletçiliğin gerçek kapsamının devletin iktisada müdahale etmesiyle sınırlanamayacak kadar geniş olduğunu; hattâ iktisadî devletçiliğin gerekli görüldüğünde hemen atılacak bir safra olarak sunulduğunu yazmaktadır. Devletçilik; toplumdaki her türlü dinamiğin, devlet denetim ve gözetimi altında gerçekleştiği ve toplumsal gelişmenin devletin çıkarları açısından değerlendirildiği bir yaklaşımdır.46 Devletçilik; sadece bir iktisadî kalkınma programının ifadesi değil, bir iktisadî faaliyet alanı kurarken bu alan içinde yer alacak devletin burjuvazisi ve devletin işçi sınıfını yaratmak teşebbüsüdür.47

Türkiye’de sosyal politikanın temel özelliği, sosyal ve sınıfsal dinamiklerin ürünü olarak değil, devletin etken olduğu bir süreç olarak gelişmesidir. Geç kapitalizm, geç işçi sınıfı ve geç demokratikleşme süreci Türkiye’de sosyal politikanın baskın karakterinin paternalizm olmasına yol açmıştır.Türkiye’nin Batı’ya göre geç sanayileşmesi ve Batı gibi bir Sanayi Devrimi yaşamaması, sosyal politikanın aşağıdan yukarıya bir basınç yoluyla gelişmesini engellemiştir. Batı tipi bir burjuva sınıfının oluşmaması ve bu burjuva sınıfının bir özgürlük mücadelesi yürütmemesi, tam tersine devletin kendisinin bir burjuva sınıfı yaratmaya çalışması Türkiye’de sosyal politikayı ve çalışma ilişkilerini farklılaştırmaktadır.

Paternalist yaklaşım, AB uyum sürecine de sinmiştir. 2001 Anayasa değişiklikleri ile 1982 Anayasasında köklü değişiklikler yapılmış, klasik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi konusunda önemli adımlar atılmıştır. Ancak 1982’den bu yana yürürlükte olan grev hakkı ile ilgili 54. maddeye ILO ve AB’nin yıllardır dile getirdiği eleştirilere rağmen dokunulmamış ve yine ILO ile AB’nin ısrarlı eleştirilerine rağmen kamu çalışanlarına toplu sözleşme ve grev hakkı tanınmamıştır. Oysa sınırsız sendika özgürlüğü, toplu sözleşme özerkliği ve grev hakkı geleneksel insan haklarının bir uzantısı durumundadır.48 Bu çerçevede özellikle grev hakkının, Türkiye’nin aday üyeliğinden bu yana yargı kararlarına rağmen sistematik olarak ihlâl edildiği görülmektedir. AB uyum sürecinin başladığı 2000 yılından bu yana hiçbir etkili greve idare tarafından izin verilmemiş ve toplam 8 grev ertelenerek engellenmiştir (Tablo 1).

TABLO 1

Ertelenen Grevler 2000-2004

Tarih Gerekçe İşkolu/Sektör Sendika

24 Ağustos 2000 Genel sağlık Genel hizmetler Belediye-İş, Genel-İş

5 Mayıs 2000 Milli güvenlik Lastik Lastik-İş

17 Mayıs 2002 Milli güvenlik Lastik Lastik-İş

8 Haziran 2001 Milli güvenlik Cam Kristal-İş

25 Haziran 2003 Milli güvenlik Lastik Petrol-İş

8 Aralık 2003 Milli güvenlik Cam Kristal-İş

14 Şubat 2004 (2. Erteleme) Milli güvenlik ve genel sağlık Cam Kristal-İş

16 Mart 2004 Milli güvenlik Lastik Lastik-İş

Kaynak: Aziz Çelik, Bir Hukuk Skandalı: Şişecam Grev Ertelemeleri, Türk-İş Dergisi, sayı 359, Ocak-Şubat 2004, s. 46.

2004 Anayasa değişiklikleri doğrudan sosyal haklarla ilgili düzenlemelere yer vermemiş, ancak Anayasa’nın 90. maddesine eklenen bir fıkra ile dolaylı olarak sosyal hakları olumlu etkileyecek bir düzenleme yapılmıştır. Düzenlemeye göre sosyal ve sendikal hakları da içeren temel hak ve özgürlüklerle ilgili uluslararası antlaşmalarda yer alan hükümler ulusal yasaların yerini alabilecek ve antlaşmalarla çelişen ulusal yasalar geçersiz sayılacaktır. Bu değişiklik yargı organları tarafından uygulamada benimsenirse, uluslararası insan hakları sözleşmeleri ile çelişkili pek çok yasa hükmü uygulanmaz hale gelecek ve sosyal haklarda bir genişleme imkânı doğabilecektir.

Anayasa değişiklikleri dışında, toplam sekiz uyum paketi içinde sendikal/sosyal hakları doğrudan etkileyen tek düzenleme, üçüncü uyum paketi ile serbest bölgelerdeki grev yasağının kaldırılması oldu. Yapılan değişikliklere rağmen, 1982 Anayasası ile aralarında Sendikalar Yasası, Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası, İş Yasası, Kamu Personeli Sendikaları Yasası, Özel Öğretim Kurumları Yasası, Devlet Memurları Yasası ve Bazı Kurumların Korunması ve Güvenliklerinin Sağlanması Hakkında Yasa da olmak üzere pek çok yasada temel sendikal hakları sınırlayan çok sayıda düzenleme varlığını sürdürmektedir.

AB uyum sürecinde temel sendikal haklar konusunda uyumun ölçüsü Türkiye’nin de taraf olduğu ve onayladığı 87, 98 ve 151 sayılı ILO sözleşmelerinin gereklerinin yerine getirilmesi olmalıdır. Çünkü AB’nin benimsediği değerler; “insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı “ ilkesi dolayısıyla bu sözleşmeler AB hukukunun bir parçası haline gelmiştir.49

AB süreci, sosyal politika ve sendikal haklar açısından elbette bir sihirli değnek değildir. Ancak bu süreç, hem genel demokratik hak ve özgürlükler hem de sendikal/sosyal haklar açısından önemli olanaklar sağlayacak potansiyeller içermektedir. Sermaye çevreleri ve siyasî iktidar neo-liberal bir Avrupa bütünleşmesi istemektedir. Bu bütünleşmede sosyal politikaya yer yoktur. Çünkü sosyal politika sermaye için sadece bir maliyet faktörü anlamına gelmektedir. AB uyum sürecinde sivil/siyasal hak ve özgürlüklerle ilgili direnç görece kolay aşıldı. Çünkü hem sermaye çevrelerinin hem de hükümet partisinin kendisinin sivil/siyasal özgürlüklere ihtiyacı vardı. Ancak sosyal hak ve özgürlüklerle ilgili direnci aşmak oldukça güç gözüküyor. Polanyi’nin sözünü ettiği, piyasaya karşı toplumu koruyacak karşı hareketin dinamikleri, neo-liberalizm toplumun hücre yapısını değiştirdiği için, şu anda bu rollerini oynamaktan uzaktalar.

 1 Friedrich A. Hayek, Law Legislation and Liberty, Volume 2: The Mirage of Social Justice, Chicago: The University of Chicago Press, 1976, s.67-69.

2 Karl Polanyi Levitt, “The Great Transformation from 1920 to 1990”, Karl Polanyi in Vienna-The Contemporary Significance of The Great Transformation, Ed: Kenneth McRobbie, Kari Polanyi Levitt, Londra: Black Rose Books, 2000, s.3.

3 Karl Polanyi, The Great Transformation: The Political and Economic Origins of Our Time, Second Beacon Paperback Edition, Boston: Beacon Press, 2001, s.136.

4 Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, İkinci Baskı, çeviren: Ayşe Buğra, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002, s.194.

5 Ronaldo Munck, Globalisation and Labour the New “Great Transformation, Londra: Zed Books, 2002, s. 176.

6 Polanyi (2001), s.186.

(*) Polanyi’nın piyasanın insan doğası ile uyumsuzluğuna ilişkin tezleri ve piyasaya bu temelde yönelttiği eleştiriler, ekonomik indirgemeci ve dar sınıfçı sosyalist yaklaşımların da bir eleştirisi olarak da okunabilir. Polanyi’nin düşüncesi ,günümüzde küresel piyasaya yönelik eleştirel hareketlerin toplumsal çeşitliği ve hareket noktalarını anlayabilmek ve alternatif bir küreselleşme yaratabilmek açısından geç de olsa önem kazanmaktadır.

7 Polanyi (2001), s.3.

8 Helen Wallace ve William Wallace, Policy-Making in the European Union, Fourth Edition, Oxford: Oxford University Pres, 2000, s. 288.

9 Robert R. Geyer, Exploring European Social Policy, Cambridge: Polity Press, 2000, s. 21-22.

10 Mesut Gülmez, Avrupa Birliğinde Sosyal Politika, Ankara: Türkiye-AB Sendikal Koordinasyon Komisyonu, 2003. s.2.

11 Gülmez, s.3.

12 Ali Güzel, “Roma ve Maastricht Antlaşmaları Sürecinde Avrupa Sosyal Modeli ve Türkiye”, Metin Kutal’a Armağan, Ankara: Tühis, 1998Güzel (1998), s.100.

13 Guglielmo Carchedi, For Another Europe A Class Analysis of European Economic Integration, Londra: Verso, 2001, s.240.

14 Carchedi, s. 240.

15 Liesbet Hooghe ve Gary Marks, The Making of a Polity: The Struggle Over European Integration, European Integration Online Papers, (EIoP Vol.1 (1997) No: 004, s.4 http://eiop.or.at/eiop/texte/1997-004a.htm (Erişim: 4 Şubat 2004).

16 Richard Hyman, “Avrupa Birliği, Ekonomik Globalleşme ve Endüstri İlişkileri”, Çeviren: Ahmet Selamoğlu. IV. Ulusal Endüstri İlişkileri Kongresi. Ankara: Kamu-İş, 1995, s.117.

17 Jürgen Habermas, “Why Europe Needs A Constitution”, New Left Review 11, Eylül-Ekim 2001, s.11-12.

18 Frank McDonald, and Stephen Dearden. European Economic Integration. 3. baskı. Essex: Longman, 1999, s.187.

19 McDonald, s.190.

20 Georges De Menil, “Europe’s reforms will curb economic flexibility”, Financial Times, 4 Ağustos 2003.

21 Gülmez, s.40.

22 TİSK, İşveren Dergisi, Cilt XXXVIII, Sayı 6, Mart 2000

23 TİSK, 21. Genel Kurul Çalışma Raporu, Ankara, 2001, s. 108.

24 TİSK (2001) s. 108.

25 Yıldırım Koç, Türkiye AB İlişkileri, Ankara, Türk-İş Yayını, 2001, s. 61; Türk-İş 19. Olağan Genel Kurul Çalışma Raporu, s. 506-507.

26 Aziz Çelik, “Sendikalar Neden AB Sürecini Desteklemeli?”, Radikal gazetesi, 18 Haziran 2002.

27 Kemal Ülker (Editör), Avrupa Birliği: Ezilenlerin Afyonu, İşçi Mücadelesi Tartışma Defterleri 2, , İstanbul: Ütopya Kitapevi Yayınları, Tarihsiz.

28 Yüksel Akkaya, “Avrupa Birliği ve Sendikacılık”, AB, Türkiye, Editör: Mehmet Türkay, İstanbul: Yeni Hayat Kütüphanesi, 2003, s. 218-238.

29 Engin Ünsal, “Sendikacılığımızın Dönüşüm Sorunu”, Cumhuriyet gazetesi, 13 Mayıs 2004.

30 Günter Verheugen, Kristal-İş Sendikası Genel Başkanlığı’na gönderilen 3 Şubat 2004 tarihli mektup.

31 Türk-İş 19. Olağan Genel Kurul Çalışma Raporu, 3-7 Aralık 2003, Ankara, 2003. s. 506-507.

32 Türk-İş, Avrupa Birliği Türkiye’den Ne İstiyor? Ankara, 2001.

33 Cumhuriyet gazetesi, 7 Haziran 2002.

34 Hak-İş, 6. Olağan genel Kurul Faaliyet Raporu, Ankara 22, 23,24 Aralık 1989, s.471-472.

35 Hak-İş (1989), s.351-352.

36 Hak-İş, 10. Olağan Genel Kurul Faaliyet Raporu, 5-7 Aralık 2003, Ankara, 2003, ss. 22-23.

37 “DİSK Kuruluş Bildirgesi”, Aktaran Alpaslan Işıklı, Sendikacılık ve Siyaset cilt 2, Ankara: Öteki Yayınevi 1995, ss287-298.

38 DİSK (1980), s. 471.

39 DİSK, 9. Genel Kurul Çalışma Raporu, 4-7 Ağustos 1994, İstanbul: DİSK Yayınları, 1994, s. 24-28.

40 http://www.bes.org.tr/kesk-psi/genkurkararlari.htm (Erişim 16 Mayıs 2004).

41 European Parliament, Report on the 2003 regular report of the Commission on Turkey’s progress towards accession, Rapporteur: Arie M. Oostlander, (COM(2003) 676 – SEC(2003) 1212 – C5-0535/2003 – 2003/2204(INI)).

42 Aziz Çelik, “Anayasa Değişiklikleri Yetersiz: 54’üncü Madde Tabu mu”, Radikal gazetesi, 7 Mayıs 2004.

43 TİSK, XXI Olağan Genel Kurul Çalışma Raporu, 22-23 Aralık 2001, Ankara ss 108-110.

44 Bülent Pirler, “AB Mevzuatına Uyum ve Ulusal Program”, İşveren Dergisi, Cilt 41, Sayı 11, Ağustos 2003.

45 “Ulusal Programa İlişkin TİSK Görüşleri”, İşveren Dergisi, Cilt 41, Sayı 11, Ağustos 2003.

46 Ahmet İnsel, Türkiye Toplumunun Bunalımı, 4. Baskı. İstanbul: Birikim Yayınları, 2002, s. 14-15.

47 İnsel, s.194.

48 Güzel, s. 117.

49 Gülmez, s. 184-185.

-Bu yazı Birikim Dergisinin Ağustos/Eylül 2004 sayısından alınmıştır.

AB Sürecinin En Uyumsuz Alanı: Sosyal Haklar yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.


Marksizm ve Hukuk

$
0
0

ÖZET

Marx, geliştirdiği araştırma ve inceleme yöntemini bütünsel biçimde sadece, tüm diğer ilişki biçimlerinin temeli olarak, üretim ilişkilerinin çözümlenmesinde kullanmıştır. Bununla birlikte, hukuku çözümleme niyeti her zaman için Marx’ın tasarıları arasında yer almıştır. Marx ve Engelsin hukuka ilişkin, değişik konular bağlamında yaptıkları çok önemli saptamaları bulunmaktadır. Marksizm ve hukuk dendiğinde yapılabilecek temel saptama, dünyanın hukukçu bakış açısıyla açıklanıp anlamlandırabileceğinin reddedilmesidir. İkinci temel tez ise, hukukun kaynağının salt iradede aranmaması gerektiğidir. Marx, dünyanın açıklanmasında hukukun temel araç olarak kullanılmasının yanlışlığını saptadıktan sonra, burada derinleşmemiş ve hukuk üzerinde daha fazla durmadan ilerlemiştir. Çalışmanın ilk bölümünde, hukuk eğitiminin ve hukuk çalışmalarının Marx’ın entelektüel oluşumundaki yeri değerlendirilecektir. İkinci bölümde Marksizmin hukuk konusundaki temel tezi aktarıldıktan sonra, hukukun kaynağına, incelenme yöntemine, hukukun tarihselliğine, hukukun geleceğine ve siyasal faaliyetteki işlevine ilişkin tezler ele alınacaktır. Çalışma sadece Marx ve Engels’in yazılarıyla sınırlanmıştır.

GİRİŞ

Marksizm toplumsal ilişkilerin, bizzat bu ilişkilerin yaratıcısı ve aktörü olan insan tarafından kavranabileceğine ilişkin en kapsamlı iddiadır. Gerçekliği kavrama ve bilme insan etkinliğinin yaratıcılığını derinleştirmenin ve kendisi de dahil olmak üzere dünyayı olağandan daha hızlı- dönüştürebilmesinin temelidir. Bizzat Marx ve Engels’in yazılarıyla ortaya koydukları ve sonrasında da bu damar içinde yer alan siyasal ve entelektüel etkinliklerle geliştirilen Marksizmin, “bilme/anlama yöntemi”, Marx tarafından bütünsel biçimde sadece, tüm diğer ilişki biçimlerinin temeli olarak üretim ilişkilerinin çözümlenmesinde kullanılmıştır. Bununla birlikte, siyaset, din ve hukuk gibi ilk elden karşılaşılan kapsayıcı toplumsal ilişki biçimlerini çözümleme niyeti her zaman için Marx’ın tasarıları arasında yer almıştır. Bir toplumsal ilişki biçimi olarak hukuk, bütünsel bir çalışmanın konusu yapılmamış olmakla birlikte Marx ve Engels’in hukuka ilişkin, değişik konular bağlamında yaptıkları çok önemli saptamaları bulunmaktadır. Bunun ötesinde hukuk Marx’ın düşünsel yapı ve donanımının oluşumunda, kişisel tarihinde çok önemli bir yer işgal etmektedir.

Hukukun, Marx ve Engels tarafından bütünsel bir açıklamasının yapılmamış olması nedeniyle, klasiklere dayanan, bir “Marksist Hukuk Felsefesi”nden söz edilemeyeceği açıktır. Ancak, temel hukuk felsefesi akımlarının ayrım noktasının, hukukun kaynağı (tanrısal irade, gelenekler, insan aklı, devletin iradesi vb.) konusunda ortaya çıktığı göz önüne alındığında, Marx ve Engels’in bu noktaya ilişkin birçok saptamasının bulunduğu görülmektedir. Marksist Hukuk Felsefesinden söz edilememesinin nedeni, hukukun kaynağına ilişkin söz konusu saptamaların derinleştirilmemiş ve sistemleştirilmemiş olmasından daha çok, Marx’ın, genel olarak felsefeyi gerçekleştirerek aşma arayışı içinde olmasıdır. Genel olarak felsefe ve özel olarak da hukuk Marksizm için aşılması gereken yabancılaşma alanlarıdır.

Marx ve Engels’in çalışmalarından yola çıkılarak bir hukuk felsefesinin kurulamazlığının yanı sıra, Marx ve Engels’in, hukuk genel teorisine, yani hukukun temel kavram, kural, ilke ve kategorilerine ilişkin de bütünsel bir çalışması bulunmamaktadır. Üretim ilişkilerinin birincil hukuksal yansımaları olan mülkiyet ve sözleşme kurumlan, bu anlamda ayrıcalıklı konulardır. Hukukçulara salt hukuki kavramlar olarak görünen mülkiyet ve sözleşmenin üretim ilişkileriyle bağlantısına ilişkin birçok saptama Marx ve Engels’in yazılarında bulunmaktadır.

Marx ve Engels’in hukuk konusundaki incelemelerinin temel saikı hiçbir zaman derinlemesine bir hukuk incelemesi yapmak olmamıştır. Marksizmin hukukla temel derdi, dünyaya hukuksal bakışın yanlışlığını saptamaktır. Hukuk, bu amacın dışında başlı başına bütünsel bir incelemenin konusu yapılmamıştır.

Özetle, Marx ve Engels’in çalışmalarında, bir hukuk felsefesi inşa etme çabası olmadığı gibi, hukukun sistemli ve bütünsel bir çözümlemesi bulunmamaktadır. Ayrıca, kapitalizmi aşma sürecinde veya aşmış olan bir toplumsal yapıda nasıl bir hukuk oluşacağına veya oluşup oluşmayacağına ilişkin de yeterli açıklık yoktur. Hukuk söz konusu olduğunda Marksizmin temel uğraşı hukuksal dünya anlayışının eleştirisidir.

Aşağıda bu çerçevede bir değerlendirme yapılacak; çalışmada, sadece Marx ve Engels’in yazıları esas alınacak; anlatım kolaylığı sağlanması amacıyla, “Marksizm” terimiyle de Marx ve Engels’in çalışmaları anlatılacaktır.

Bu basitleştirmenin, araştırmayı sınırlandırma ve kolaylaştırma gibi pratik bir arayış olmasının yanı sıra, daha önemlisi, tarihsel/siyasal bir nedeni de bulunmaktadır. Marksizmi, siyasal faaliyetlerinin yöntemi olarak kullanan siyasal örgütlenmenin gerçekleştirdiği 1917 Devriminden sonra, hukuk alanında yaşanan gelişmeler, hukukun Marksizmle olan ilişkisinin yorumlanması sorununun ne denli önemli olduğunu göstermiştir.

Devrim sonrasından başlayan ve 1936 Stalin Anayasası ile (veya Stalin’in Mart 1939 konuşması ile) sona eren dönemde, hukuksal anlayışlar arasında, aslında devletin kaderi konusundaki tartışmayla doğrudan bağlantılı olan şiddetli bir siyasal/hukuksal çatışma yaşanmıştır. Bu dönemde Sovyet hukuk uygulaması ve kuramına, önemli temsilcileri Stucka, Kursky, Krylenko, Akulov ve Pasukanis olan -daha sonradan “revizyonist” olarak suçlanan- “meta mübadelesi okulu” olarak adlandırılabilecek bir akım damgasını vurmuştur. (Komünist Akademideki görevi, Adalet Komiseri yardımcılığı ve yazdığı adlı kitabıyla, bu okulun en etkili üyesi Pasukanis olmuştur.) Bu akım, Stalin’in 1936 Anayasası hazırlanırken saptadığı “hukuksal istikrar” ihtiyacı çerçevesinde girişilen ve 1938 Haziranında “tek bir Marksist-Leninist bilimsel hukuk çizgisi” belirleyen “Sovyet Devlet ve Hukuk Biliminin Sorunları Konferansı” ile sonuçlanan hukuk savaşımında temsilcileriyle birlikte tasfiye edilmiştir. “Meta mübadelesi” okulunun temel tezine göre, hukuk genel teorisi alanında Marksist yazın çok sınırlıdır; ancak, Marx’ın, toplumsal ilişkilerin kökenini araştırmak için kullandığı mübadele ilişkilerini esas alma yöntemi, hukuksal ilişkileri açıklamak için de kullanılabilir. Daha önemlisi, bu anlayışa göre, meta mübadelesinden köken alan hukuk, sosyalist toplumda sosyalist hukuka dönüşmeyecektir. Sosyalist topluma geçiş sürecinde, kapitalist mübadele ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla, bunun biçimi olan hukuk da yavaş yavaş sönümlenecek ve üretim/değişimden köken alan ilişkileri düzenleyen kurallar mühendislik, tıp vb. kuralları gibi, salt teknik kurallara dönüşecektir (bkz. PASUKANİS, 1970). Komünist Akademiye de hakim olan bu okulun anlayışına göre, ” sosyalist hukuk” veya “işçi sınıfı hukuku” yaratılması mümkün değildir. Bu anlayış kendini, burjuva hukukunun klasik ilkelerine bağlı kalmak zorunda hissetmemiş, örneğin, suçların yasallığı ilkesini içermeyen, kıyas imkanını öngören bir ceza kanunu tasarısı hazırlamıştır. Hukuksal biçimler, burjuva hukukundan ödünç alınmıştır, içerik yani kapitalist üretim ilişkileri aşıldıkça devletle birlikte hukuk da sönümlenecektir.

Bu okulun ve temsilcilerinin sonunu hazırlayan temel ayrım noktası devletin ve hukukun sönümlenmesi konusunda ortaya çıkmaktadır. Engels’in Anti-Duhring’te (1878) yer alan, “işçi sınıfı, devlet iktidarını ele geçirir ve ilk elde üretim araçlarını devlet mülkiyetine dönüştürür…. insanların yönetiminin yerini, şeylerin ve üretim sürecinin yönetimini alır. Devlet, ortadan kaldırılmaz, devlet sönümlenir” (ENGELS, 1995: 400) saptamasından yola çıkan bu anlayış, sosyalist devletin ihtiyaçlarına uygun bir hukuk yaratma ve bunun teorisini yapma yerine, hukukun sönümlenmesinin teorisini yapmaya çalışmış; işçi sınıfı hukukundan söz edilemeyeceği, sosyalist devrimin amacının devletin ve hukukun ortadan kaldırılması olduğu görüşünü savunmuştur. 1930 yılında Stalin’in, “devletin sönümlenmesini hazırlamak için, şimdiye kadar varolmuş en sert ve güçlü devlet iktidarı” tezi, söz konusu hukukçuların arayışının, resmi arayışla artık örtüşmediğini göstermiştir. 1937 yılında Pravda’da Pasukanis aleyhinde yayımlanan makaleler, kesin tasfiyeyi başlatmıştır. Buradaki temel sav, “Marksist yazının, bir Sovyet hukuk felsefesi yaratmak için yetersiz olduğu” görüşünün reddedilmesidir. Buna göre, işçi sınıfı diktatörlüğüne dayanan devlet yeni bir devlettir ve bu devlettin yarattığı hukuk da yeni bir tip hukuktur; Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in ürünleri bu yeni toplumun hukuk düzenini açıklamak için yeterlidir. Bundan sonra, Pasukanis’in yerini alan Vyshinsky liderliğinde, tek bir bilimsel sosyalist hukuk anlayışı benimsenmiş, Pasukanis yargılanarak, “Sovyet Devleti’nin dayandığı hukuksal temelleri baltaladığı, Sovyet hükümetini devirmek amacıyla hukuksal teoriler geliştirdiği” için ihanetten mahkum olmuş ve idam edilmiştir. Dönem, Stalin’in, 1939 yılında 18. Kongre’de, “kapitalist devletlerle çevrili bir ülkede, bu durum sürdüğü sürece, komünist aşamaya geçilse bile, devletin varlığını güçlü biçimde sürdüreceği” tezini savunmasıyla kesin olarak kapanmıştır.1

Özetle, Marksizmden düşünsel köken alan bir siyasal devrim, devletin ve hukukun aşılması anlayışı ile devrimin yarattığı yeni yapıya uygun bir devlet ve hukuk teorisi yaratma arayışı arasında bir bocalama yaşamış, burada incelenmesi mümkün olmayan nedenlerle, ikinci tez hakim olmuştur, ilk tez, Marksist yazından kalkarak, kapitalizm sonrası yapıya ilişkin yeni bir hukuk teorisi inşa edilemeyeceğini, zira, bu yeni dönemde devletin ve hukukun sönümlenmesine doğru derleneceğini savunurken; ikinci tez de Marksist yazından kalkarak, sönümlenme hedefi bulunmayan, bir sosyalist hukuk teorisi inşa edilebileceğini savunmaktadır.

Günümüz Türkiye’sinde birçok sol muhalif akımın, siyaset çizgisini hukuk devletinin ve insan haklarının savunusuna indirgemiş olması, hukukun Marksist kavranışını güncel hale getirmektedir.

Bunun ötesinde, hukukun Marksist yöntemle incelenmesi henüz tatmin edilmemiş bir ihtiyaçtır. Dünyanın bütünsel kavranışını hedefleyen bir yöntemin, hukuka bu kadar yabancı kabul edilmesi aşılması gereken bir yanılgıdır.

İlk adım olarak, aşağıda, Marx ve Engels’in çalışmalarında hukuk konusunun nasıl ele alındığına ilişkin bir tarama yapılacaktır. Sadece Marx ve Engels ile sınırlı kalınacak, Lenin’in çalışmalarına ve Sovyet Devrimi’ne, Pasukanis’e ve diğer teorisyenlere başvurulmayacaktır. İkinci aşama olarak, klasik metinlerin dışında, Marksizm ve hukuk ilişkisini ele alan kitapların değerlendirildiği bir yazı tasarlanmaktadır.

I. Marx’ın Kişisel Gelişiminde Hukuk

Marksizm’in hukuk anlayışının ne olduğunu, Marx’ın kişisel gelişiminde hukukun yerini incelemeden araştırmak mümkün değildir. Babası da hukukçu olan Marx, Üniversite’de hukuk eğitimi almıştır. Marx’ı, Hegel’i incelemeye ve sorgulamaya yönelten de hukuk alanındaki arayışlarıdır. Marx, üniversiteye girerken meslek olarak hukukçuluğu tercih etmektedir. Felsefe doktorasıyla üniversite eğitimini tamamlayan ve Prusya Devletinin Üniversite tasfiyesi nedeniyle akademik kariyer yapamayan Marx’ın gazetecilik yıllarındaki yazı konuları da hukuksal/siyasal konulardır.

Her ne kadar hukuk alanındaki incelemeleri çok hızlı biçimde geride bırakmış olsa da Marx’ın birçok yazısında, kısa fakat önemli hukuksal değerlendirmeler yer almaktadır.

A.Hukuk Öğrencisi Marx

Marx’ın, üniversite eğitiminin ilk yılının sonunda babasına yazdığı 10 Kasım 1837 tarihli mektubu, “hukukçu geçmişini” ve hukuka bakış açışım göstermesi açısından önemli bir kaynaktır (MARX, 1837).2 Yazdıklarında, neden hukukçu olmadığına ve hukuki yaklaşımı nasıl aştığına ilişkin ipuçları da bulunmaktadır. Bu mektubu, uzunca altınlar yapmayı ve okuyucuyu sıkmayı da göze alarak biraz ayrıntılı incelemenin önemli olduğunu düşünüyorum.

Marx’ın babası Heinrich Marx, Yüksek Temyiz Mahkemesindeki davalarda görev alan bir avukattır. Marx, babasının tercihi doğrultusunda, hukuk öğrenimi için 1835 yılında Bonn’a gitmiş, 1836 yılında ise hukuk öğrenimini tamamlamak üzere Berlin Üniversitesine geçmiştir (STMA I: 40-41).

Berlin’de geçirdiği bir yılın sonunda Marx, babasından gelen mektuba da yanıt vermek amacıyla, sanat ve bilimdeki entelektüel faaliyetlerinin ve özel konuların bir muhasebesini yapmak üzere inceleyeceğimiz mektubunu yazmıştır.

Marks, mektubuna,”hayatta dönüm noktalan vardır, bir dönemin kapanıp yeni bir yönelişin açılışını gösteren dönem noktaları vardır” diye başlıyor. Jenny’e olan aşkının hayatını değiştirdiğini, Berlin’e geldikten sonra çevreyle bağlarını kopardığını, pek gezmediğini, bilim ve sanatta yoğunlaşmaya çalıştığını söylüyor.

Marx’ın ilk sorgulaması ve kopuşu edebiyat çalışmalarındaki tarzına ilişkin. Ortaya koyduğu tüm sanatsal uğraş ve ürünlerinin gerçek dünyadan kopuk olduğunu fark ediyor. Bu konuda babasına şöyle yazıyor Marx: “o zamandaki ruh halime uygun olarak, lirik şiir temel, en azından en zevk aldığım uğraşımdı. Fakat yaklaşımım tamamen idealist nitelikteydi. Sanatım, aşkım kadar uzak bir dünyaya dönüşmüştü. Gerçek olan her şey puslu bir hal aldı ve puslu olan da kesin sınırlardan yoksundu.” Marx, ürünlerinin (şiirlerini) gerçeklikten, gerçek dünyadan kopuk olduğunu fark ederek bir hayal kırıklığı yaşıyor.

Aynı durum, Marx’ın hukuk alanındaki çabaları için de geçerlidir.

Marx, şiirin bir yan uğraş olduğunu asıl işinin hukuk öğrenimi görmek olduğunu söyleyerek babasına, yaptıklarını anlatıyor: “Hukuk çalışmalı ve hepsinden öte felsefeyle cebelleşmeliydim. Bu ikisi sıkı biçimde ilişkiliydi. Bir yandan Heineceius, Thibaut ve diğer kaynakları, bir okul çocuğu gibi pek de eleştirel olmayan bir tarzda okudum, öte yandan da hukukun tüm alanlarım kapsayan bir hukuk felsefesi hazırlamaya çalıştım.

Hukuk öğrencisi Marx, hukukla düşünsel bağlantısını, olağan bir hukuk öğrencisinden beklenebilecek şekilde hukuk dogmatiği alanından değil de felsefeden kurmakta; hatta bir hukuk felsefesi kitabı hazırlamaya çalışmaktadır. Marx, kitabının, tüm hukuk alanlarını kapsadığım, kitaba, metafizik önermelerle bir giriş yaptığını, bu “umutsuz” esere kamu hukukunu bile aldığım ve kitabın yaklaşık üç yüz sayfayı bulduğunu belirtiyor. Marx’ın bu çalışması, günümüze ulaşmamıştır.

Marx, sanatta olduğu gibi hukuktaki çalışmalarının da eleştirisini yaparak fikri gelişiminde bir sıçrama gerçekleştirmiştir. Şiirlerinde olduğu gibi yazdığı hukuk kitabında da “idealizmin tipik özelliği olan, olması gereken ile olan arasındaki karşıtlığın önemli bir kusur olarak ortaya çıktığını”, bunun “konunun yanlış bölümlenmesinin nedeni olduğunu” söyleyerek çalışmasını eleştirmektedir. ‘Hukukun metafiziği’ olarak nitelediğim, tüm gerçek hukuktan ve tüm gerçek hukuk biçimlerinden kopmuş ‘temel ilkeler, tanımlar ve fikirler’ aktarılmıştı. Temel hata, konuyu yaşayan ve çok yönlü gelişen bir şey olarak ele almak yerine bir ‘matematiksel dogmatizm’e düşmekti. Konu, yaşayan düşünceler dünyasının bir bütün olarak, hukuk, devlet, doğa ve felsefede örneklenen somut ifadesinde, kendi gelişimi içinde incelenmeli; keyfi bölümlemeler yapılmamalı; konunun rasyonel niteliği, çelişkilerle yoğrulmuş kendi içinde bütünlüğe ulaşmış bir şey olarak geliştirilmelidir.n

Marx, hukukun durağan bir teorisinin yapılmasına karşı çıkmaktadır. Kitabında böyle bir işe girişmiş olmasına karşın, daha sonra, “hukukun genel kavramları” gibi bir kavramlaştırmanın teorik bir çerçeve olmayıp bir idealizm olduğu sonucuna varmaktadır. Soyutlamaları, soyutlanandan kopararak derinleştirmek, kendi içinde bir amaca dönüştürmek, araştırıcıyı, “ide”lere götürmektedir.

Kendi kitabına ilişkin köklü eleştirilerini sürdüren Marx, bir diğer hata olarak da biçimsel hukuk ile maddi hukuk arasında ayrım yapmış olmasını göstermektedir. Ona göre, hatasının nedeni, konu (madde) ile biçimin birbirinden ayrı olarak gelişebileceği ve gelişmesi gerektiği inancıdır.

Marx, söz konusu kitabında, hukuku tasnif ederken, hukukun failini esas almaktadır Akdi hukuk, akdi olmayan hukuk. Bu çerçevede kamu hukuku, özel hukuk ayrımının kullanılabileceğini kabul edip bunun üzerinden bir plan benimsemektedir. Mektubuna aktardığı planında özel hukuk bölümünün ayrıntısı bulunmakla birlikte kamu hukuku başlığı altında bir şey bulunmamaktadır.

Marx, özel hukuka ilişkin ayrıntılı planını mektupta aktardıktan sonra, kendisine, “neden reddettiğim şeylerle sayfalan doldurmak zorunda olayım ki” sorusunu sorduğunu, özel hukuka ilişkin bölümün sonunda her şeyin yanlış olduğunu gördüğünü yazıyor. “Felsefe olmadan ilerlenemeyeceğini yeniden anladım, yeniden felsefeye sarıldım ve metafizik ilkeler sistemi tasarladım, ama bir kez daha bunun yanlış olduğunu anlamak zorunda kaldım.” Bu hayal kırıklığından sonra tekrar edebiyatla uğraşmaya başladığını belirtiyor.

Geceler boyu çalışmaları nedeniyle içine kapandığını, zenginleşemediğini, aksine doğayı, sanatı ve dünyayı ihmal etmiş olduğunu yazıyor babasına. Bedence de zayıflayan Marx, doktorunun kıra gitmesi önerisi üzerine bu ortamdan sıyrılıyor: “böylece kenti bir baştanbaşa ilk kez geçerek Stralozv’a gittim. Buradan güçlenerek, olgunlaşarak döneceğimi sanmıyordum. Ama bir perde indi, kutsal değerlerim paramparça oldu ve yeni tanrılar onların yerini aldı. Kant ve Fichte ile kıyaslayıp beslediğim idealizmden, ideaları gerçekliğin kendi içinde arama noktasına geldim.”

Stralow’da Hegel felsefesinden parçalar okuyan Marx, bunlara ilişkin olarak mektubunda, “bana hitap etmeyen grotesk kaba ezgiler. Benim amacım dalaverelerle uğraşmak değil, artık gerçek değerler yaratmak istiyorum” değerlendirmesini yapıyor. Birbirinden tamamen ayrılmış olan sanat ve bilimi bir ölçüde birleştirmeye çalışan 24 sayfalık bir diyalog yazıyor. Ancak çok değer verdiği bu çalışmasının da aslında “onu düşmanın kollarına çağıran bir denizkızı “ olduğunu fark ediyor.

Bir süre kızgınlıkla çalışamayan Marx, daha sonra kendisini pozitif hukuk okumalarına veriyor. Burada da umduğunu bulamayan Marx, tüm bu “verimsiz çalışmalarının” ve Jenny’nin hastalığının getirdiği üzüntü nedeniyle hasta düştüğünü ve bu ruh hali içinde, şiirlerini ve tüm diğer çalışmalarım yaktığım yazıyor babasına. Marx bu hastalığı sırasında, daha önce parçalar okuduğu, Hegel’i ve takipçilerinin çoğunu öğrendiğini de belirtmektedir.

Görüldüğü gibi Marx’ın, bilginin kaynağına, nasıl araştırılıp, sistemleştirilip aktarılabileceğine ilişkin temel kaygıları, hukuk konusu bağlamında ortaya çıkmıştır. Hukuk üzerindeki çalışmaları, idealizmden kopuşunun çıkış noktasını oluşturmuş ve bunun yönlendiricisi olmuştur.

Mektubunun ilginç bir bölümü de Marx’ın, eğitim yapacağı alanın hukuk olması konusundaki kararlılığını göstermektedir. Hayatının sonraki aşamalarında, hiçbir zaman hukukçuluk yapmayacak ve hukuksal dünya kurgusundan da düşünsel olarak hızla ve sürekli uzaklaşacak olan bir insanın, babasına karşı, idari bilimler eğitimine kıyasla hukuk eğitimini savunması ilginçtir. Marx, maliye alanında kariyer yapmak için, idari bilim okumak istemediğini söyleyip, hukuk okuyarak da maliyeci olunabileceğine, hatta ilerde doktora da yaparsa iyi olanaklar da bulunduğuna, örnekler vererek, babasını inandırmaya çalışmaktadır. Bu konudaki sözünü şöyle bitirmektedir: “Gerçekten, hukuku, tüm idari bilimlere tercih ederim.”

Marx, 1836 yılında girdiği Berlin Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 1841 Nisanında mezun olmuş; Nisan 15’te de, 1839-41 yıllarında çalıştığı felsefe tarihi (özellikle Antikite) ile ilgili bir konuda yazdığı (Demokratus ve Epikür Doğa Felsefelerinin Farkı başlıklı) doktora tezi Jena Üniversitesi’nde kabul edilmiştir.

B. Hukuksal Bakış Açısından Kopuş

    1. Gazetecilik Yılları

Hukuk fakültesinde okuyan Marx, ilk yılında hukuka ilişkin çalışmalara yönelmiş olmakla birlikte, daha sonra, bu alanın verimli olmadığını görerek ilgisini felsefe ve felsefe tarihine kaydırmıştır. Doktora tezi de hukukla ilgili değildir. Ancak, Marx’ın üniversite sonrası yazarlık ve gazetecilik yapması, onun siyasal faaliyetlere ve ele aldığı konular dolayısıyla da tekrar hukuka yönelmesi sonucunu doğurmuştur.

Jean Üniversitesinde felsefe dalında doktora tezini veren Marx, Temmuz 1841’de üniversitede felsefe alanında kariyer yapma düşüncesiyle Bonn’a gitmiş ancak, 1840’larda Prusya monarşisinin izlemekte olduğu politikalar, liberal görüşlerin üniversitelerde barınmasını olanaksız kıldığından akademik kariyer yapma imkanı bulamamıştır (STMA I: 48).

Üniversitede çalışma imkanı bulamayan Marx, Prusya Kralı IV. Friedrich Wilheim’in gerici-baskıcı yönetimine muhalefet etmek için liberal burjuvalar tarafından yayımlanan ve Genç-Hegelcilerden entelektüel destek alan Rheinische Zeitung’da yazmaya başlar.

Bu yeni süreçteki faaliyetleri, sürekli biçimde Prusya devleti ile yüz yüze gelmesine yol açmış; bu da Marx’ı devleti ve hukuku sorgulamaya yöneltmiştir.

İlk yazısı, 2 Mayıs 1842’de yayımlanır. 15 Ekimde Gazete’nin yayın yönetmeni olur. “Marx’ın bu dönemde siyasal görüşlerini içeren ilk makalesi Prusya Hükümeti’nin 24 Aralık 1841’de yayınladığı sansür yönetmeliği üzerine, daha 1842’nin ilk aylarında yazmış olduğu ‘Son Prusya Sansür Yönetmeliğine Karşı Düşünceler’ başlıklı yazısıdır. … Eleştirisinde vurguladığı nokta devlet ve birey arasındaki ilişkilerin keyfiliği ve eşitsizliğidir (STMA I: 51-52).” Prusya Devletinin sansürüne ilişkin yazılarına devam eder. Devlet ve sınıfsallık arasındaki bağlantı üzerine düşünmesine yol açan bir diğer konu da “yakacak yokluğu yüzünden ormanlardan kuru dallar toplayan köylülerin, bu ormanlar özel mülk olduğu için cezalandırılmalarını” düzenleyen bir yasanın meclis görüşmeleridir. “Marx’ın bu konudaki makaleleri, devlet ile özel mülkiyet, Prusya monarşisi ile toplumu oluşturan çeşitli sınıflar arasındaki ilişkileri ilk kez dile getirmeleriyle dikkat çeker (STMA I: 54).” Gazete, onun yönetimi altında demokratik ve devrimci bir çizgi izlemiştir. 1843’de hükümet gazeteyi yasaklama kararı alır. Polis baskısı nedeniyle yayın imkansızlaşmıştır. Ayrıca “gazetenin 12 Şubat 1843’te yapılan olağanüstü genel toplantısında, mali kaynakları sağlayan liberal işadamları gazeteyi kurtarmak için çizgisinin yumuşatılmasından medet umduklarını açıkça ortaya koyunca, Marx gazetedeki görevinden ve liberal siyaset çevrelerinden, geri dönmemek üzere ayrılmıştır.

Görüldüğü gibi, Marx’ın üniversite yıllarındaki düşünsel çalışmalarının kalkış noktası, “hukuku” anlama çabasıdır; ayrıca, Marx, üniversiteden hemen sonra gazetecilikle başlayan siyasal faaliyetlerinde de sıklıkla Prusya devletinin siyasal/hukuksal uygulamaları üzerine yazılar yazmıştır.

Gerek babasına mektubunda aktardığı hukuka ilişkin inceleme planı, gerek Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisindeki değerlendirmeleri, hukukun anlaşılması ve doğru kavramlaştırılmış bir hukuki yaklaşım oluşturulmasına yönelik verimli sonuçlar üretememiştir.

Marksizm ve hukuk dendiğinde yapılabilecek temel saptama, Marksizmin, dünyanın hukukçu bakış açısıyla açıklanıp anlamlandırabileceğini reddetmesidir. Bunun dışında, hukukun kaynağının salt iradede aranmaması gerektiği Marksizmin hukuk konusundaki ikinci temel tezidir. Bu temel saptamalar ötesinde Marksizmin, bir hukuk felsefesi/kuramı kurmadığı açıktır.

    1. Hukuk İncelemelerinden Siyasal İktisat Eleştirisine

Gazeteden ayrılması köşesine çekilip felsefi çalışmalarını yoğunlaştırması için bir fırsat yaratmıştır Marx için. İlk derinleştiği konu hukuktur ve vardığı sonuçlar hukukun ötesine geçip hukukçunun dar bakış açısından kurtulmasını sağlamıştır.

Gazeteden ayrıldıktan sonra, kuramsal çalışmalara dönen Marx, gazeteciliği sırasında Prusya devletinin idari/hukuki baskısıyla tanışmış olmasından olsa gerek, Hegel eleştirisine devlet ve hukuk felsefesinden başlamıştır.

Ancak Marx’ın, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisine Katkı (1843) çalışması da yarım kalmıştır. Bu noktadan sonra hukuk, Marx’ın temel uğraş konularından biri olmaktan çıkmıştır. Marx’ın kendi özgün düşünce sistemini kurma yolunda, hukuk durağından sonraki ikinci uğrağı burjuva siyasal iktisadının eleştirisi olacaktır. Hukukun doğru biçimde algılanması ve varılan sonucun dünyanın anlaşılmasında kullanılması çabasının doğası gereği yetersiz sonuçlar doğurması Marx’ın yönelim değiştirmesini gerektirmiştir.

Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı‘nın (1859) Önsözünde, araştırmalarının çıkış noktasının hukuk olduğunu açıkça ortaya koymaktadır: “Benim uzmanlaşmış çalışmalarımın konusu, felsefe ve tarih yanında ikincil bir bilgi kolu saymış olmama karşın hukuktu. … Kafamda biriken kuşkulan gidermek için ilk giriştiğim çalışma, Hegelci Hukuk Felsefesini, eleştirici bir gözle yeniden gözden geçirmek oldu (MARX, 1993:22).” Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’yı, Marx’ın, hukuksal çıkış noktasını kendisinin de açıkça ortaya koyduğunu saptamak için kısa bir alıntıyla geçiyoruz. Bu çalışmada yer alan, hukuk konusundaki temel tezler aşağıda incelenecektir.

Marx, siyasal iktisat konusundaki bu çalışması ile hukukçuluğunu ve hukuki araştırmalarını tamamen terk etmiştir.

Kapsamlı bir hukuk eleştirisi yapmak başlarda Marx’ın amaçlan arasında yer almaktadır. Ancak, hukuk, din ve siyasal iktisat güzergahında ilerleyen çalışmaları, bir daha geri dönmesini imkansız (ve belki de kendisi için gereksiz) kılacak denli derinleşmiş ve projeleri arasında yer almakla birlikte hukuk eleştirisini hiçbir zaman gerçekleştirememiştir. Ölümünden sonra Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi (1843), adıyla yayımlanan çalışması ise bir hukuk eleştirisi değildir. Eleştirinin, Fransız Alman Yıllıklarında Marx’ın sağlığında yayımlanan, “Girişi” bir din eleştirisidir; ana metin ise, özgün bir kurgudan yoksun, Hegel’den alıntılanan pasajlara ilişkin kısa değerlendirmelerden oluşan tamamlanmamış notlardır.

Marx, 1843 tarihli Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisinden sonraki çalışması olan 1844 iktisadi ve Felsefi Elyazmaları’nın Önsözünde, hukuk konusunda eleştirel bir çalışma planından söz etmektedir: “Alman-Fransız Yıllıkları”nda Hegel’in Hukuk Felsefesinin bir eleştirisi biçimi altında, hukuk bilimi ile siyasal bilimin eleştirisini haber vermiştim.3 4 El yazmasını baskı için hazırlarken kurgusal felsefeden başka bir konusu olmayan eleştiriyi, çeşitli konuların eleştirisine karıştırmanın büsbütün yersiz olduğu ve bu karışımın açıklamayı engelleyip anlaşılmasını güçleştirdiği ortaya çıktı. incelenecek konuların zenginlik ve çeşitliliği, bunların tek bir yapıt içinde toplanmasına ancak özdeyişler biçimi altında izin verirdi ve bu türlü bir açıklama yöntemi keyfe bağlı bir sistemleştirme görünüşüne bürünürdü. Bu nedenle, hukuk, sağtöre, siyaset vb. eleştirisini ayrı ayrı broşürler biçimi altında ardardına verecek ve tamamlamak için, özel bir çalışmada, bütünün zincirlemişim, çeşitli bölümlerin birbirleri arasındaki ilişkiyi kurmaya çalışacak ve bitirmek için de kurgusal felsefenin bu gereç üzerinde çalışma biçimini eleştireceğim3 4 5 (MARX, 1976: 91).”

Nitekim Marx’ın, böylesi bir bütünsel yaklaşımla kurguladığı yarım kalmış bir çalışması da bulunmaktadır. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş (1857) çalışmasında, hukuka ilişkin, tamamlanmamış bir bölüm bulunmaktadır. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş (1857) Marx’ın sağlığında yayınlanmamış, tamamlanmamış notlardır. Hukuku, bütünsel incelemede nereye koyduğunu göstermek için kitabın planını aktarmanın yararlı olacağını düşünüyorum, inceleme dört başlıktan oluşmaktadır. İlk bölüm “genel olarak üretim” ikinci bölüm, “dağıtım, mübadele ve tüketim arasındaki ilişki”; üçüncü bölüm, “ekonomi politiğin yöntemi” ve sadece karalamalar biçiminde kalmış olan dördüncü bölüm ise “üretim araçları, üretim ilişkileri. Üretim ilişkileri ve toplumsal kurumlar. Üretim ilişkileri ve toplumsal kurumlarla ilişkileri içinde devlet ve bilinç biçimleri. Hukuk. Aile” başlığını taşımaktadır. Bu son bölüm sadece başlıktan ve kısa bir nottan ibaret olarak kalmıştır. Marx siyasal iktisat incelemesinde, hukuku da üretici güçler ve üretim ilişkileri bağlantısı içinde incelemeyi planlamış; gerçekleşmemiş bu plandan geriye şu kısa not kalmıştır. Marx’ın bu dördüncü başlıkta “unutulmaması ve burada ele alınması gereken noktalar” arasındaki altıncı notu şöyle: “Maddi üretimin gelişmesi ile örneğin sanat üretiminin gelişmesi arasındaki eşit olmayan ilişki. … Asıl güçlük şudur: üretim ilişkilerinin nasıl olup da hukuki ilişkiler biçimine bürününce eşit olmayan bir gelişme izlediklerini anlayabilmektir. Örneğin, Roma özel hukuku ile (ceza ve kamu hukuku için bu daha az geçerlidir) modem üretim arasındaki ilişki (MARX, 1998:482; MARX, 1993: 248).”

Marx, Hegel’i eleştirerek hukuk ve siyasal bilim eleştirisi yapmayı amaçlamıştı. Ancak yayınlamadan önce çalışmalarını inceleyince yapmış olduğu eleştirisinin asıl konusunun kurgusal felsefe olduğunu görmüş ve hukuku ayrıca incelemeyi planlamıştır. Marx bu planını hiçbir zaman gerçekleştirmemiştir. Burada, Marx’ın neden hukuk eleştirisine tekrar dönmediği sorusu akla gelmektedir. Artan siyasal faaliyetleri nedeniyle zaman mı bulamamıştır, yoksa hukuk eleştirisini verimli bir alan olarak mı görmemektedir? Hukuk, siyaset, ahlak, din vb derinin kökenini bulduğunu, bunların yalnızca bu temelin/ kökenin “ifadesi” olduğunu söyleyen bir düşünürün, çalışmalarını kökene yöneltmesi doğaldır.

II. Marx/Engels’in Hukuk Konusunda Değerlendirmeleri

A. Temel tez: Hukuksal Dünya Görüşünün Eleştirisi

Marksizmin hukukla temel derdi, dünyaya hukuksal bakışın, dünyanın hukuksal algılanmasının eleştirisidir. Marx bu yöntemin yanlışlığını saptadıktan sonra, burada derinleşmemiş ve hukuk üzerinde daha fazla durmadan ilerlemiştir.

Marx, hukuk çalışmalarından kopuş yıllarının bir ürünü olan, Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’ne Girişte (1844) hukuku, din ile birlikte insanın yabancılaşması olarak nitelemiştir. Şu farkla ki din, yabancılaşmanın “kutsal görüntüsü” iken hukuk bu yabancılaşmanın “yercil biçim”lerindendir (MARX, 1997:193).

Dünyanın açıklanmasında hukuk temel araç olarak kullanılamaz. Örneğin, mülkiyetin ne olduğunu anlayabilmek için hukuksal yönünü incelemek yeterli değildir. Marx’ın f.-B. Sehiveitzer’e Mektubu’ndaki (1865) saptamasıyla, “Mülkiyetin ne olduğu sorusuna, mülkiyet ilişkilerini, irade ilişkilerinin hukuki ifadesinde değil fakat gerçek biçiminde yani üretim ilişkilerinde kavrayan bir eleştirel siyasal iktisat çözümlemesiyle yanıt verilebilir (MARX, 1995:176).”

Marx, dünyanın algılanışında hukukun ideolojik işlev gördüğü saptamasının yanı sıra, son bölümde ele alacağımız gibi, Gotha Programının Eleştirisi’nde (1875), bu bakış açısından kalkılarak tahlil yapılamayacağı ve siyasal program oluşturulmayacağım da savunmaktadır.

İlk bölümde yaptığımız “Marx’ın kişisel gelişiminde hukuk” değerlendirmesi, temel tezin oluşumu ve hassasiyetler konusunda genel bir açıklık getirmektedir. Bunun dışında bu tezin, en açık ve yalın ortaya konuşu Marx’ın ölümünden sonra Engels ve Kautsky’nin birlikte kaleme aldıkları bir yazıyla gerçekleştirilmiştir. Engels/Kautsky’nin 1887 yılında Neu Zeit’da yayımlanan “Hukukçular Sosyalizmi” başlıklı yazısı, Marksizmin hukuk konusundaki temel derdinin özeti niteliğindedir. Sosyalist mücadelede hukukun ve hukukçunun rolüne ilişkin kısa değerlendirmeler de bulunan yazının temel tezi, hukuksal dünya görüşünün eleştirisidir.

Makalenin sonunda ortaya konan açık yargı, temel tezi vermektedir: “Burjuvazinin hukuk hayali işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu bütünüyle ifade etmeye yetmez, işçi sınıfının kendisi, şeylere ancak kendi gerçeklikleri içinde, hukuksal renklerle boyanmamış gözlüklerle bakarsa, bu durumu [proleterleşme durumunu -OK] tam olarak tanıyabilir.” Hukuksal renklerle boyanmamış bakış açısı ise tarihsel maddeciliktir: “Marx materyalist tarih anlayışıyla, insanların bütün hukuksal, siyasal, felsefi, dinsel vb. düşüncelerinin, son tahlilde onların ekonomik yaşam koşullarından, ürünleri üretim ve değişim tarzından geldiğini tanıtlayarak işçi sınıfına bu iş için yardım et{miştir}” (ENGELS/KAUTSKY, 1995: 253).

Engels/Kautsky, hukuksal dünya anlayışının burjuvazinin dünya anlayışı olduğunu ve işçi sınıfının kendisine benzer bir anlayış geliştirmesinin gerekmediğini savunmaktadır: “Hukuksal dünya anlayışı” Ortaçağın ‘tanrıbilimci dünya’ anlayışından çıkıldıktan sonra burjuvazinin yeni ekonomik koşullara uygun dünya anlayışıdır.”

Engels/Kautsky, Ortaçağın tanrıbilimci dünya anlayışı ile burjuvazinin hukuksal dünya anlayışının niteliklerini ve toplumsal temelini de açıklamaktadır: “Ortaçağda dünya anlayışı temelde tanrı bilimciydi. … Avrupa dünyası birliğinin potası katoliklik olmuştu.” Sadece düşünsel bir güç değildi bu, “her şeyden önce feodal ve hiyerarşik biçimde örgütlenmiş ve toprağın yaklaşık üçte birinin sahibi olması sıfatıyla, her ülkede feodal örgütlenme içinde çok büyük bir siyasal gücü elinde bulunduran kilise” gerçek bir bağ yaratıyordu. ”Feodal toprak sahipliği ile kilise, feodal örgütlenmesi dinsel olmayan feodal devlet sistemini dinsel olarak kutsuyordu. Ayrıca papazlar sınıfı tek eğitilmiş sınıftı.” Kilisenin bu baskın konumu düşünce yapısına da tanrıbilimci doğmanın damgasını vuruyordu. “Her düşüncenin hareket noktasının ve temelinin kilise doğması olması gereği doğal bir şeydi. Hukuk, doğabilimi, felsefe, her bilgiye uygulanan ölçü aynıydı: içeriği kilisenin öğretimine uyuyor mu uymuyor mu? (ENGELS/KAUTSKY, 1995: 250-1)”

Ancak “feodalizmin ölçülerine göre biçilmiş katolik dünya anlayışı”, feodalitenin bağrından doğan yeni sınıf burjuvaziye “onun üretim ve değişim koşullarına” yeterli gelmemeye başlamıştı. Burjuvazinin kendisine dar gelen bu çerçeveden çıkışı birden gerçekleşmemiştir. Burjuvazi “uzun süre tanrıbilimin tutsağı olarak kalmıştır…. Onüçüncü yüzyıldan onyedinci yüzyıla kadar, dini sloganlar altında yürütülen bütün reformlar ve savaşımlar, teorik yönden eski tanrıbilimci dünya anlayışını yeni ekonomik koşullara ve yeni sınıfın durumuna uygun hale getirmek için burjuvazinin ve kent halkının ve bunların müttefikleri olan isyancı köylülerin yinelenmiş girişimlerinden başka bir şey değildir.” Ancak tanrıbilimsel dünya anlayışını, yeni sınıfın ihtiyaçlarına uydurma çabası yürümemiş ”dinsel sancak İngiltere’de son kez olarak 17. yüzyılda dalgalan(mış) ve henüz elli yıl sonra burjuvazinin klasik yeni kavramı hukuksal dünya anlayışı Fransa’da açıkça sahneye çık (mıştır).”

Engels/Kautsky, tanrıbilimci dünya anlayışının yerini alarak burjuvazinin temel siyasal aracı olan hukuksal dünya anlayışının özelliklerini de incelemektedir. Buna göre, hukuksal dünya anlayışı, “tanrıbilimci anlayışın dünyasallaştırılmasıdır. Dogmanın, tanrısal hukukun yerini, insan hukuku; kilisenin yerini devlet al(mıştır).” Bu, basit bir yer değiştirme değildir. İnsanların dünyayı, toplumsal ilişkileri algılayışlarında da bir değişme yaratmaktadır. “Kilise onlara onayını veriyor diye, eskiden kilise ve dogma tarafından yaratılmış gibi kabul edilen ekonomik ve toplumsal ilişkiler şimdi hukuk üzerine kurulmuş ve devlet tarafından yaratılmış olarak kabul edil(-mektedir)”

Hukuk artık burjuva toplumun kurucu öğesi olarak değerlendirilmektedir. İktisadi ve toplumsal ilişkilerin tanrısal iradenin yaratısı olmadığı anlaşılmış; ancak kuruculuk rolü hukuka ve dolayısıyla devlete atfedilmiştir. Hukukun, toplumsal ve iktisadi ilişkilerin kurucusu olarak algılanmasının, hukuksal bakış açısının yerleşmesinin temel nedeni özgür meta mübadelesidir. “Metaların özellikle avans ve kredi verilmesiyle kolaylaştırılan toplum ölçeğindeki ve tam gelişme içindeki değişimi, karşılıklı sözleşmeye dayanan karmaşık ilişkiler doğuruyor ve bu nedenle ancak topluluk tarafından yapılabilecek genel düzeyde kurallar -devlet tarafından saptanan hukuksal normlar- gerektiriyor diye, bu hukuksal normların kaynağının ekonomik olgular olmadığı, onların devlet tarafından resmi olarak ortaya konulduğu sanıl(ır) (ENGELS/KAUTSKY, 1995: 252).”

Serbest meta mübadelesinin yanı sıra, serbest rekabetin eşitlik ilkesini gerektirmesi ve burjuvazinin iktidar için siyasal savaşımının hukuksal talepler olarak dile gelmesi hukuksal dünya anlayışının yerleşmesinin diğer nedenleri olarak ortaya konmaktadır.

Hukuksal dünya anlayışı sadece burjuvazi tarafından benimsenmemiştir. Burjuvazi daha iktidarını sağlamlaştırmadan, “negatif eşi” işçi sınıfının mücadelesiyle karşılaşmıştır, işçi sınıfı da mücadelesinde hukuka başvurmuştur: “Nasıl ki eskiden burjuvazi, soyluluğa karşı savaşımında geleneğe uygun olarak tanrıbilimci dünya anlayışını belli bir süre daha beraberinde sürüklediyse, başlangıçta proleterya da hasmından hukuksal kavramları al(mış) ve oradan burjuvaziye karşı silahlar sağlamaya çalış(mıştır)”

Engels/Kautsky, işçi sınıfının burjuvazinin hukuksal dünya anlayışına ait kavramları devralmasını geçici bir durum olarak değerlendirmektedir. İşçi sınıfı, tarihsel maddecilik sayesinde, hukuksal “boyadan” arınmış bir dünya anlayışı oluşturacaktır. Ancak ele aldığımız yazıda, bu anlayışın ne olacağına ilişkin bir açıklama bulunmamaktadır.

işçi sınıfının, burjuvaziden ödünç aldığı kavramlar, burjuvazinin kullandığı şekliyle kullanılmamış, farklı anlamlandırılmaya çalışılmıştır. İşçi sınıfının ilk siyasal oluşumları ve bunların teorisyenleri, saf hukuki kavramlar üzerinde durmuşlar ancak, onların hukuksallıkları burjuvazininkiyle aynı olmamıştır. Bir yandan eşitlik istemi genişletilmiş, hukuksal eşitliğin toplumsal eşitlikle tamamlanması talep edilmiş; öte yandan, Adam Smith’in görüşüne dayanılarak zenginliğin kaynağının emek olduğu ve bu nedenle, emekçi, toprak sahibi ve kapitalist arasındaki haksız paylaşımın değiştirilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır (ENGELS/KAUTSKY, 1995: 252). İşçi sınıfı mücadelesinin ortaya çıkış aşamasına, hukuksal/siyasal yönün damgasını vuran bu görüşün karşısında, “sorunun hukuk alanında kalınarak çözülemeyeceğini savunan, bu nedenle hukuksal-siyasal alanı bir yana atarak buranın verimsiz olduğunu savunan ütopyacı sosyalistler” bulunmaktadır.

Engels/Kautsky hukuksal yaklaşımın temel bir kusuru bulunduğunu savunmaktadır. Buna göre, eşitlik, emek ürünlerine sahip olma gibi istekler, hukuksal olarak dile getirilince, ayrıntılı olarak hukuksal kalıplara dökülmeye çalışılınca, “içinden çıkılmaz çelişkiler içinde kaybolmakta”dır. Sorunun özüne, yani “üretim tarzının değişmesine hiç ya da yeterince değinilmemekte; konunan ve onun hukuksal ifadesinin dayandığı tarihsel arka plan hesaba katılmamakta ve sadece hukuk duygusuna çağrıda bulunulmaktadır ENGELS/KAUTSKY, 1995: 252).”

Engels ve Kautsky tarafından kaleme alman bu makale, siyasal kalem kavgası amacını taşımaktadır. Sosyalizmi hukukileştirme, bir haklar kataloğu olarak ifade etme girişimine bir yanıttır. Prof. Dr. Anton Menger’in, sosyalizmi, hukuk felsefesi açısından ele alıp,”bir iki kısa formüle, insan haklarının 19. yüzyıl için geçerli yeni basısından ibaret ‘sosyalist temel haklar’a indirmeye çalışması” eleştirilmektedir.6 Anton Menger, sosyalizmin hukuken ele alınıp işlenmesini hukuk felsefesinin en önemli ödevi olarak görüyor ve sosyalizmi bir hukuk sistemi olarak açıklamak istiyordu.

Yukarıda uzun alıntılarla aktardığımız yazısıyla Engels/Kautsky, dinsel ve hukuksal dünya anlayışlarının feodalite ile kapitalizme ait olduğunu; işçi sınıfının dünyayı hukuk aracılığıyla kavrayıp anlamlandırmayacağını ve bu nedenle de yeni dünya anlayışının hukuk alanında inşa edilmeyeceğini açıkça ortaya koymuştur.7 Bu saptama, kapitalizm sonrası toplumsal yapıda yeni bir hukuk ortaya çıkıp çıkmayacağı sorunundan farklı bir bağlama atıf yapmaktadır. Yeni bir hukuk oluşacağı kabul edilse bile bundan yeni bir “hukuksal” dünya anlayışı doğmayacaktır.

Kanımca, Engels’in Marx’ın ölümünden sonraya tarihlenen bu yazısıyla da özet olarak ortaya konduğu gibi, Marx ve Engels’in hukuk konusundaki temel tezi, hukuksal dünya anlayışının eleştirisidir. Aşağıda, doğrudan veya dolaylı biçimde bu temel tez içinde yer aldığını düşündüğümüz sonuçlar, yine Marx ve Engels’in çalışmalarından yapılan alıntılarla aktarılmaya çalışılacaktır.

B. Temel Tezden Türeyen Sonuçlar

1. Hukukun Kaynağı ve “İfade Etme” Sorunu

Marx ve Engels’in yazılarında, hukukun kaynağı konusundaki değerlendirmeler de hukuksal dünya görüşünün eleştirisi amacıyla yapılan değerlendirmeler bağlamında yer almaktadır.

Marx’ın 1844 Felsefe Yazılan‘nda, hukuk, tikel bir üretim biçimi olarak tanımlanmakta, hukukun kaynağı da üretim alanına konmaktadır. Hukuk, genel üretim yasasına uyarak devinir ve gelişir. 1844 Felsefe Yazılan’ndaki değerlendirmeyle “hukuk, genel üretim yasasına uyan tikel bir üretim biçimi”dir. “Din, aile, devlet, hukuk, ahlak, bilim, sanat, vb., tikel üretim biçimlerinden başka bir şey değildirler ve genel üretim yasasına uyarlar (MARX, 1986: 191).”

Marx’ın, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi‘ndeki (1843) aile, burjuva sivil toplum ve devlet arasındaki ilişkilere yönelik saptamaları,”devlet” terimi “hukuk” olarak okunarak, hukuk konusuna da taşınabilir: “… aile ve burjuva-sivil toplum,… devletin varoluş biçimlerini oluşturur; devleti yapan aile ve burjuva sivil toplumun ta kendisidir. Onlar etkin öğeyi oluşturur. Buna karşılık He gel ‘de, onlar gerçek idea tarafından yapılır. Onları birleştiren ve onlardan bir devlet yaratan onların kendi öz yaşamlarının evrimi değildir, tersine onları ideanın içinden çıkaran ideanın yaşam sürecidir… [Aslında] doğal aile temeli ve yapay burjuva sivil toplum temeli olmadan, siyasal devlet olamaz; bunlar onun için bir conditio sine qua nondurlar; ama Hegel’de koşul kendi tersine, koşullanana dönüşür; belirleyen öğe belirlenen öğe olarak koyulur… ($.17). Hegel devletten hareket ediyor ve insanı devletin bir öznelleşmesi olarak düşünüyor. Demokrasi insandan hareket ediyor ve devleti insanın nesnelleşmesi olarak düşünüyor. … insanın varoluş nedeni yasa değil ama yasanın varoluş nedeni insandır (MARX, 1997/47).”

Marx, hukukun, üretim biçiminden kaynaklanan toplumsal ihtiyaçları ifade ettiği yönündeki değerlendirmesini, Meclisi ve vergi yasalarım eleştirdikleri için yargılandıkları, Ren Bölgesi Demokratlar Komitesi Davası‘nda (1849) savunmasının temeli yapmıştır. Savcının savlarını, hukuk tekniği çerçevesinde de yanıtlayan Marx, bunun yanı sıra siyasal gelişmelerin derinlemesine bir çözümlemesini yapmakta, vardığı sonuçları hukukun niteliğine ilişkin görüşleriyle birleştirerek, yasaların geçerliliğini de sorgulamaktadır.8

“Toplum hukuk üzerine kurulmaz, bu bir hukuksal yapıntıdır. Tersine, hukuk; topluma dayanmalı; kişisel kaprislerinden farklı olarak, toplumun, belirli bir zamanda egemen olan maddi üretim biçiminden doğan ortak çıkarlarını ve gereksinimlerini ifade etmelidir (MARX, 1849).” Marx‘ın bu temel kuramsal yargısı, o dönemde, toplumda saptadığı temel karşıtlığa, feodal düzenin kalıntısı olan büyük toprak sahipleri ile modern sanayiye dayanan burjuvazi arasındaki karşıtlığa gönderme yapmaktadır. Marx, feodal düzenin kalıntısı büyük toprak sahiplerinden oluşan Birleşik Bölgesel Diyet’in, yeni toplumun gelişimini engelleyici ve sınırlayıcı yasalar koymasının meşruiyetini sorgulamaktadır.

Marx, savunmasında Kod Napolyon’u (Fransız Medeni Kanunu’nu) örnek vermektedir: “Elimde tutmakta olduğum bu Kod Napolyon, modem burjuva toplumunu yaratmamıştır. Tersine, 18. yüzyılda doğan ve 19. yüzyılda gelişen burjuva toplumu, hukuksal ifadesini bu Kodda bulmaktadır yalnızca. Bu toplumsal koşullara uygunluğu sona erer ermez bu Kod basit bir kağıt parçasına dönüşür.” Yeni toplumsal koşullara uymayan yasaların basit bir kağıt parçasına dönüşmesinin Marx’ın söz ettiği kadar anlık bir kesintiyle gerçekleşmeyeceği açıktır. Toplumsal koşullara uygunluğu sonra eren yasalar, yeni yasalarla değiştirilinceye kadar bir süre daha devlet gücünün desteğini almaya ve zor da olsa uygulanmaya devam eder. Marx’ın anlatım biçiminin yarattığı, “bir anda” gerçekleşme zarınım bir yana bıraktığımızda, toplumsal gerçeklik ile hukuksal gerçeklik arasındaki uyumun bozulmasının, hukuk kurallarının yürürlüğüne etkisi olmasa da bir meşruluk ve uygulanabilirlik sorunu doğuracağına dikkat çekilmesi önemlidir.9

Belirli üretim biçimlerine özgü bulunan tarihsel haklılıklar ile bundan kaynaklan toplumsal ilişkilerin ifadesi olan hukuk arasındaki uygunluk geçicidir: “Eski yasalar, yeni toplumsal gelişmenin temeli yapılamaz. Bu yasalar, eski toplumsal koşullar tarafından yaratılmıştır ve bunlarla birlikte ortadan kalkmalıdır. Yaşamın değişen koşullarıyla değişmeye mecburdurlar. Yeni toplumsal ihtiyaçlar ve talepler karşısında eski yasaları savunmak, esasen, toplumun güncel yaran karşısında, bir azınlığın günü geçmiş özel çıkarlarına ikiyüzlü biçimde, arka çıkmayla aynı şeydir (MARX, 1849).” Yeni üretim biçiminden köken alan üretim ilişkilerinin doğurduğu yeni toplumsal ihtiyaçlarla, bunların ifadesi olması gereken hukuk arasındaki uyumsuzluk, eski sınıflar tarafından, varolan hukuksal yapıya ısrarla dayanılarak sürdürülmeye çalışılırsa, birçok teknik hukuksal sorunun ötesinde, köklü siyasal krizler de doğuracaktır. “Yeni toplumsal ihtiyaçlar ve talepler karşısında eski hukuksal temeli savunmak, varolan ihtiyaçlarla sürekli bir çelişki içindedir, ticaret ve sanayie engel olur, siyasal devrimlerle ortaya çıkan toplumsal krizlere yol açar … (MARX, 1849).”

Hukukun, üretim biçiminden köken aldığı, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş‘te de (1857) açık biçimde belirtilmiştir: “Her üretim biçimi, kendine özgü hukuksal kurumlarını; kendi yönetim tipini vb. yaratır (MARX, 1998: 452; MARX, 1993:225).”

Marx’ın buradaki saptaması da yine doğrudan hukuka, hukukun yöntemine, kaynaklarına vb.lerine yönelik bir değerlendirme yapma amacından çıkmamaktadır. Marx bu saptamayı, kapitalist üretim biçimini, mülkiyet ve mülkiyeti güvenceye alan yapıları evrensel ve değişmez biçimiyle tanımlayarak tarih dışına çıkarma, evrenselleştirip ebedileştirme çabalarına karşı yapmaktadır.

Marx’ın buradaki savını özetlersek: “Her üretim, belirli bir toplum tipinin çerçevesi içinde ve onun aracılığıyla birey tarafından doğanın mülk edinilmesidir.” Bu anlamda, mülkiyetin üretimin koşulu olduğunu söylemek eşsözdür. Ama bundan geçmiş mülkiyet biçimlerini gözardı ederek “özel mülkiyetin” üretimin tek koşulu olduğu sonucuna varmak kabalıktır. Aynı özellik hukuk için de geçerlidir. “Her üretim biçimi kendine özgü hukuksal kurumlarını yaratır.” Bu nedenle örneğin “Faustrecht (en güçlünün hukuku) da bir hukuktur ve bu hukuk, ‘hukuk devletinde başka bir biçim altında varlığını sürdürür (MARX, 1998: 452; MARX, 1993: 225).”

Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın {1859) Önsözünde, “uzmanlaşmış çalışmalarımın konusunun, felsefe ve tarih yanında ikincil bir bilgi kolu saymış olmasına karşın hukuk” olduğunu ve kafasında biriken kuşkuları gidermek için de ilk olarak Hegelci Hukuk Felsefesini eleştirici bir gözle ele aldığını belirttikten sonra Hegelci hukuk felsefesinin eleştirisinde vardığı sonucu aktarmaktadır. Değerlendirmesi, bir Marksist hukuk yaklaşımından söz edilebilecekse bunun temelini oluşturabilecek niteliktedir: “Araştırmalarım devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin kökenlerinin Hegel’in ‘sivil toplum’ adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları ve sivil toplumun anatomisinin de ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı.” Marx ekonomi politik konusundaki incelemelerinde vardığı sonucu da şu şekilde ortaya koymaktadır: “Genel sonuç kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun üretim yapısını, belirli toplumsal bilinç biçimlerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur (MARX, 1993: 22).”

Marx’ın bu temel saptamalarına göre, hukuk, üretim ilişkilerine, yani insanların varlıklarının temel üretiminde kurdukları zorunlu, gayriiradi ilişkilere göre üstyapıyı oluşturur. Bu üstyapıya da “belirli toplumsal bilinç biçimleri” tekabül eder. Demek ki Marx’a göre, hukuk, aynı zamanda bir “bilinç biçimi”dir. Marx, hukuksal bilinç biçimi ile maddi hayat arasındaki ilişkinin yönünü de açıkça ortaya koymaktadır, “insanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen toplumsal varlıklarıdır.”

Hukuksal üstyapı, üretim ilişkileri üzerinde nasıl “yükselir”? ikisi arasında nasıl bir belirlenim ilişkisi vardır?

Yine Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkının {1859) Önsözünde Marx’ın, üretici güçlerin gelişimi ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyle ortaya çıkan “toplumsal devrim çağı”na ilişkin değerlendirmelerinde bu soruya ilişkin ipuçları bulunabilir: “Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşer. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelir (MARX, 1993: 23).”

Bu saptamadaki temel yargıları şu biçimde sıralayabiliriz:

1. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin içinde hareket ettikleri biçimlerdir.

2. Hukuk bu ilişkilerin (biçimlerin) ifadesidir.

3. Kanımca “ifade” ilişkisi, tek yanlı bir yansıtma değildir. Zira, üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin gelişimine uyumu otomatik değildir. “Toplumsal devrim çağı”nın başlaması da bu nedenledir. “iktisadi temeldeki değişme, tüm üstyapının eninde sonunda dönüşümüne yol açar!” Ancak bu dönüşüm otomatik ve eşanlı değildir. Bu nedenle de hukuksal üstyapının üretim ilişkilerini yansıtmasından değil de “ifade etmesin”den söz etmek gerekir.

4. Marx’ın saptamalarında şöyle bir ilişkilendirme görülmektedir: Toplumun maddi üretici güçleri; bu üretici güçlerin, içinde hareket ettikleri ve bunlarla uyumlu olması gereken üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin ifadesi olan hukuksal üstyapı (biçim).

Marx’ın devam eden değerlendirmelerinden hukukun “ideolojik biçim” olarak nitelendirildiğini de görüyoruz. “iktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların İncelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile -ki, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir-, hukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırdetmek gerekir (MARX, 1993: 23).”

Hukuk, aynı zamanda, insanların maddi üretim alanında, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmanın bilincine vardıkları ideolojik bilinç biçimlerinden biridir. Bu nedenle de böylesi altüst oluş dönemlerini değerlendirmede kullanılamaz. Hukukun ve benzeri ideolojik bilinç biçimlerinin, dünyayı anlamadaki özsel zaafını Marx şöyle açıklamaktadır: “Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilemezse, böylesi bir altüst oluş dönemi hakkında da bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak bir hükme varılamaz.; tam tersine bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir (MARX, 1993: 23-24).”

İnsanların çatışmaların bilincine vardıkları ideolojik biçimlerden biri olan hukuktan yola çıkarak maddi dünyayı açıklamak mümkün değildir. Tersine hukuksal “ifadeleri”, “değerlendirmeleri” maddi hayatın çelişkileriyle, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çatışma ile açıklamak gerekir. Hukuku gerçekten açıklayabilip anlayabilmek için, hukukçular tarafından “hukuk ötesi” olarak nitelenen alana girmek bir zorunluluktur.

Marx, Proudhon’a yönelik eleştirilerini içeren, J-B Schzveitzer’e Mektubu’nda da (1865), mülkiyetin hukukla anlaşılamayacağını söylerken, hukukun üretim ilişkilerinin ifadesi olduğu saptamasını yapmaktadır:

“Mülkiyetin ne olduğu sorusuna, mülkiyet ilişkilerini, irade ilişkilerinin hukuki ifadesinde değil fakat gerçek biçiminde yani üretim ilişkilerinde kavrayan bir eleştirel siyasal iktisat çözümlemesiyle yanıt verilebilir.”10 Buna göre, mülkiyet ilişkilerinin, daha genel ifadeyle iktisadi ilişkilerin bir de hukuki ifadesi bulunmaktadır. Hukuk kendi dışında yer alan bir gerçekliği “ifade” etmektedir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Marksizmin hukuk konusunu ele alış nedeni, genel metodolojik/epistemolojik kaygısıdır. Dünyaya ilişkin bilgi hukuksal bilgi değildir zira, hukukun kendisi bir “ifade”dir, bir dolayımdır. Bu nedenle hukuk tarafından ifade edilen fenomenlerin gerçek temellerinin araştırılması gerekir. Marksistlerin bulduğu gerçek temel, “gerçek biçim”, “üretim ilişkileri” dir.

Üretim ilişkilerinin, hukuk alanında yeniden kurulmasına, bir de hukuk olarak ifade edilmesine neden gerek duyulur? Engels, Ludwig Feuerbach Klasik Alman Felsefesinin Sonu’nda (1886) hukuk ile iktisat bağlantısını kurarken bu soruya dolaylı bir yanıt vermektedir: “Devlet ve kamu hukuku iktisadi ilişkilerle belirlendiği gibi, gerçekte, verili koşullarda normal sayılan bireyler arası ilişkileri yaptırıma bağlayan özel hukuk da elbette iktisadi ilişkilerle belirlenir.”11

Engels’in saptamasıyla, özel hukuk bireyler arası normal iktisadi ilişkileri yaptırıma bağlar (düzenler). Hukukun (özel hukukun) işlevi normal iktisadi koşulların işleyişini yaptırıma bağlamak ve düzenlemek, yani güvenceye almaktır. Hukukun, bu toplumsal işlevi yerine getirebilmesi için tüm iktisadi ilişkileri, bir de hukuk diline çevirmesi gerekir. Yani hukukun terimleriyle “ifade” etmesi gerekir. Böylelikle dünyanın, hukuksal kavramlarla hukuk alanında bir kez daha kurulduğu görülür. Engels’in anlatımıyla “her özel durumda ekonomik olgular, hukuksal yaptırımdan yararlanmak için hukuksal biçim kazanmak zorundadır (ENGELS, 1992: 52).” Hukuk, (bireylerarası) iktisadi ilişkileri yaptırıma bağlama işlevini gerçekleştirmek için, bu gerçekliği, hukukun kavramları, kategorileri, ilkeleri ve kurallarıyla “hukuksal bir gerçeklik” olarak yeniden kurar.

Hukukun, sadece bir yansı olmadığı, sabit oturmuş, binlerce profesyonel hukukçunun, mahkemelerin, polisin, devletin faaliyetiyle oluşan bir gerçekliğinin olduğu da açıktır.

Hukuk bir gerçekliğin ifadesi, bir başka alanda yeniden kurulmasıdır. Bu ifade ilişkisinin nasıl işlediği araştırılmalıdır. Gerçekliğin hukuk alanındaki ifadesi, ifade edilen gerçeklikle bağlarını belirli oranda koparmış yeni bir gerçekliktir. Yeni bir gerçeklik haline gelmiş hukuk alanında hayat, gerçeklikten köken almış kavram, kategori, ilke ve kurallarla kendine özgü bir şekilde devinir, işleyiş anında, hukuksal kavramların/kuralların, her seferinde yeniden ifadesi oldukları gerçeklikle sınanmaları gerekmez. Bunun dışında, iç çelişkilerinden arınması ve düzenli işleyişinin sağlanması için hukuk, birçok varsayımlarla pekiştirilmiştir. Bu anlamda hukuk, işleyişi sırasında gerçekliğe büyük oranda kapılarını kapar. Elbette hukuk bir gerçekliği, üretimin biçiminin damgasını vurduğu toplumsal ilişkileri düzenlemektedir ancak, hukukun işleyişinde önemli olan bu ilişkilerin hukuksal soyutlamalara uyup uymadığı, bunların kendi alam kapsamına girip girmediğidir. Gerçeklik, hukuksal soyutlamaların kapsamına girdiği oranda, “hukuksal gerçekliğin” konusu olur. Hukuk, ondan köken almasına karşın kavramlarıyla açıklayamadığı oranda gerçekliği yok sayar; onu hukukta bir etken olarak kabul etmez.

Engels, Conrad Schmidt’e Mektubunda (1890) hukukun, “ifade etme” işlevindeki, göreli özerkliği, yani kendisini yaratan gerçekliğin yanısıra, o temele bağımlı ve duyarlı olmayı sürdürse de, ayrı bir “hukuksal gerçeklik” yaratması hakkında önemli değerlendirmeler yapmaktadır. “Profesyonel hukukçuları yaratan işbölümü gerekli hale geldiğinde, üretim ve ticarete genel bağlılığı olan ve aynı zamanda bu alanlar üzerinde etkide bulunma yeteneğini sürdüren yeni bir alan [hukuk] açılır. Modern devlette hukuk sadece, genel ekonomik duruma uyup onun ifadesi olmakla kalamaz fakat aynı zamanda kendi içinde tutarlı bir ifade olmak ve kendi iç çelişkileri nedeniyle göze batar derece tutarsız olmamak zorundadır. Bunu gerçekleştirmek için, iktisadi koşulların yansıtılması git gide bozulur. O kadar ki, mevzuu hukukun bir sınıfın egemenliğini, saf, kesin ve tüm ağırlığıyla ifade etmesine (-ki bizzat bu durum “adalet kavramına” aykırıdır) nadiren rastlanır (ENGELS, 1996: 233).” Engels’in açıkça ortaya koyduğu gibi, Marksizm’de hukukun ifade etme işlevi mekanik bir aktarma/yansıtma olarak anlaşılmamakta; belirli oranda bağımsızlaşmış hukuksal gerçekliğin varlığı da kabul edilmektedir. Hukuksal gerçeklik de özerk biçimde devinmektedir. Engels’e göre, “’hukukun gelişim’ seyri, büyük ölçüde şöyledir: iktisadi ilişkilerin, hukuksal ilkelere doğrudan çevrilmesinden doğan çelişkiler giderilmeye ve uyumlu bir hukuk sistemi yaratılmaya çalışılır; ardından, daha sonraki iktisadi gelişmenin etkisi ve baskısıyla hukukun, iç çelişkiler yaratan, sürekli ihlaliyle karşılaşılır.” Hukuk, hem bir sistem olması nedeniyle iççelişkilerini sürekli gidermeye uğraşır hem de üretim ilişkilerindeki değişimi hukuk içinde ifade etmeye. Bu hukukta, sürekli gerilimler doğuran yapısal bir çelişkidir.

Engels, Conrad Schmidt’e Mektubunda (1890), hukukun ve meslekten hukukçuların durumunu, iktisat bilimi ve meslekten iktisatçılarla karşılaştırmaktadır. Zürih Post Gazetesinin editörlüğü görevini üstlenen Conrad Schmidt’e, para ve spekülasyon piyasasının canlı olduğu bu kentte ekonomi hakkında çok şeyler öğrenebileceğini, uygulamaya ilişkin bilgilere sahip olabileceğini söylüyor. Ancak bir uyarıda da bulunuyor Engels: “iktisadi, siyasal

ve diğer yansımalar, insan gözündekiler gibidir, gözdeki mercekten geçtiklerinde başaşağı olurlar. Bu benzerlikte, sadece, bunların tekrar ayakları üzerine koyacak olan sinir sistemi eksiktir.” Engels bu mektubunda söz etmemekle birlikte, “Hukukçular Sosyalizmi” yazısını incelerken gördüğümüz gibi, başaşağı duran iktisadi, siyasal ve diğer yansımaları düzeltecek sinir sisteminin tarihsel maddecilik olduğunu savunmaktadır. Hukuk da gerçekliği başaşağı yansıtan “diğer yansımalar”dan biridir. Engels’in burada yaptığı değerlendirme, hem hukukun “ifade olma” niteliğinin gerçek etkisi hem de genel olarak ideolojinin gerçeklik üzerindeki etkisi konusunda çok önemlidir. “iktisadi ilişkilerin hukuk ilkeleri olarak yansıması da zorunlu olarak başaşağıdır; bu durum hukuk alanında faaliyette bulunan kişiler farkında olmadan gerçekleşir; bunlar sadece iktisadi yansımalar olsa da hukukçu a priori ilkelere göre iş yaptığını sanır; her şey tepetaklaktır. Kanımca, farkına varılmadığı sürece, ideolojik kavrayış dediğimiz şeyi oluşturan bu tersine çevrilme, iktisadi temel üzerinde etkide bulunur ve belirli sınırlar içinde onu değiştirebilir de (ENGELS, 1890).”

İdeolojik kavrayışın, iktisadi temel üzerinde belirli sınırlar içinde de olsa etkide bulunabileceği Engels tarafından kabul edilmektedir. Bu etkinin yönünü, Engels’in, iktisadi gelişme üzerinde devlet iktidarının etkisine ilişkin değerlendirmelerinden çıkarabiliriz: “devlet iktidarının, iktisadi gelişmeyle tepkimesi üç biçimde olabilir: iktisadi gelişme ile aynı yönde olur ve bu durumda gelişme daha hızlanır; gelişme çizgisine ters düşebilir, uzun erimde devlet parçalanır; veya iktisadi gelişmeyi belirli gelişim yollarından ayırarak ona başka gelişim yönlerini zorla kabul ettirir. Bu son durum, öncekilerden birisiyle sonuçlanır. İkinci ve üçüncü durumlarda, siyasal iktidarın iktisadi gelişmeye büyük zarar verebileceği, büyük miktarlarda enerji kaybıyla ve maddi kayıpla sonuçlanacağı da açıktır (ENGELS, 1890).”

Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde (1884), evlenme sözleşmesi ile iş sözleşmesine ilişkin değerlendirmeleri vesilesiyle bu noktaya dikkat çekmektedir. “[Evlilik sözleşmesi gibi] iş sözleşmesi de taraflar arasında özgürce yapılmış sayılır. Ama bu özgürlük, taraflar arasındaki eşitliğin, yasa tarafından kağıt üzerinde kurulmasına dayanır. Sınıfsal konumlar arasındaki farkın taraflardan birine verdiği güç, bu güçlü tarafın diğeri üzerindeki baskısı -iki tarafın gerçek iktisadi durumu- bütün bunlar yasayı hiç ilgilendirmez. … Gerçek yaşamın oynandığı hukuk kulislerinin ardında olup bitenler ve bu özgür onamanın ne biçimde sağlandığı yasayı da hukukçuyu da hiç ilgilendirmez (ENGELS, 1990:77).”

Engels’in bu değerlendirmeleri de bizzat “hukukun eleştirisi” niteliğinde değildir. Yukarıda da belirttiğim gibi, dünyanın hukukçu bakış açısıyla kavranamayacağı açıklanmaya çalışılmaktadır. Ayrıca buna, hukuki eşitlik arayışlarıyla yetinen siyasal akımların eleştirisi de eklenmektedir. Ancak bizzat hukuka yönelik bir eleştiri bulunmamaktadır.

Engels’in adlandırmasıyla “hukuk kulisleri”, hukukçuların sevdikleri adlandırmayla “hukuk ötesi” ile hukuk arasındaki, hukukçuların sorgulamaksızın kabul ettikleri kopukluk, yapısal bir zorunluktur. Marx ve Engels tarafından hukuksal dünya görüşünün reddedilmesinin gerekçesi de bu zorunlu kopukluluktur. Hukukun bu niteliği, gerçekliğin her zaman için eksik ve çarpıtılmış bir ifadesine yol açacaktır. Kurallarla toplumsal ilişkileri düzenleyen bir sistemin zorunlu olarak soyutlamalara dayanması gerekir. Nitekim common law geleneği, dışsal bir otorite tarafından (devlet/yasakoyucu) konmuş genel, soyut kurallara, yani kanunlara daha sınırlı yer vermesine karşılık, mahkeme kararları da somut olayları aşan ve gelecekteki benzer durumlara uygulanmasına olanak sağlayan kuralsallığa sahiptir. Hukuk kuralı bir soyutlamadır. Gerçekliğin kurala uyup uymadığına bakılır. Uygunluk yoksa, gerçeklik ya kapsam dışı sayılır ya da istisnalarla, yorumlarla kural yumuşatılır veya değiştirilir. Hukukun gerçekliğe kapılarını tam olarak kapattığı da söylenemez. Engels’in verdiği örnekte, yaşamak için emek gücünü satmaktan başka olanağı bulunmayan birinin iş akdi yaparken özgür olduğunu düşünmek safdillik olur. Ancak, hukukun, bu temel sınıfsal konuma duyarsız olmasına karşın, kendi tanımladığı “irade serbestisi”nin, sözleşmenin kurulması anında gerçekleşip gerçekleşmediğini araştıracak (hata, hile, ikrah, hak ve işlem ehliyeti gibi) araçlar geliştirdiği de malûmdur.

Gerçeklik ile hukuksal gerçeklik arasındaki ilişkinin, hukukçular tarafından tam bir kopukluk olarak algılanmasının ve aslında hukukun ifadesi olduğu gerçekliğin “hukuk ötesi” olarak nitelenmesinin önemli nedenlerinden biri de hukukun aynı zamanda işbölümü sonucunda özerk bir iş haline gelmiş olmasıdır. Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde (1845) işbölümünün, gerçekliği anlamada yarattığı bozulmaya değinmektedir: “İşbölümü nedeniyle o işin özerkliğe ulaşması sonucunda herkes kendi işine gerçek gözüyle bakar. Zanaatları ile gerçek arasındaki bağ konusunda, zorunlu olarak, zaten mesleğin kendi doğasının gerektirdiği kadar hayaller kurarlar. Hukukta, siyasette vb., bu ilişkiler -bilinçte kavranırlar; bu kişiler, bu kavramların üstüne çıkamadıklarından, bu ilişkiler konusunda sahip oldukları kavramlar, onların kafalarında sabit kavramlardır: sözgelimi yargıç, yasaları uygular ve bunun için de mevzuatı gerçek etkin devindirici olarak kabul eder (MARX/ENGELS, 1992: 110).”

Marx, birbirleriyle örtüşmeleri her zaman için mümkün olmayan, hukuksal varoluş ile gerçek varoluş (l’existence rêelle) arasında bir ayrım yapmaktadır. Bu ayrımı, 18 Brumaire‘de (1851), Fransız 1848 Anayasasındaki özgürlüklere, bunların uygulanmasına ve bu Anayasanın niteliğine ilişkin değerlendirmelerinde bulabiliriz. Marx’ın değerlendirmesine göre, 1848 Anayasası’nın kurduğu haklar sistemi hem hakları savunanların hem de hakların kısıtlanmasını isteyenlerin isteklerini gerçekleştirebilecek niteliktedir. “Anayasanın her paragrafı kendi karşı-savını da içermektedir.” “Bir yandan temel özgürlükler tanınmakta, Fransız halkının mutlak hakkı ilan edilmekte, öte yandan bunların ancak başkasının eşit hakları, kamu güvenliği ve bu hakları düzenleyen yasalarla çatışmadıkları sürece sınırsız oldukları belirtilmektedir. Böylece, anayasanın buyruklarına uygun olarak bu mutlak özgürlükleri, kamu güvenliği yani ‘burjuvazinin güvenliği’ yararına, burjuvazi dışındaki sınıflara yasaklamak veya polis tuzaklarından başka bir şey olmayan koşullara bağlamak mümkündür.” Bunun içindir ki, “özgürlük sözüne saygı gösterildiği ama onun gerçekleşmesi yasaklandığı sürece, özgürlüğün gerçek varoluşu tamamen yok edilmiş olsa bile anayasal [yani hukuksal] varoluşu dokunulmamış olarak kalmıştır (MARX, 1990:31)

Marx’ın, anayasa hukuku alanında da önemli vurgulan bulunan bu değerlendirmesinden, konumuz açısından önemli bir yargıya varılabilir. Marx, hukukun, ifadesi olduğu gerçek yaşam dışında da bir gerçekliği olduğunu kabul etmektedir. Ancak, hukuksal varoluş ile gerçek varoluş arasındaki ilişki sorunludur. Bu sorun, hukukçuların geleneksel yakınma konularından biri olan “kanunların, kuralların uygulanmıyor olması” şikayetinden farklıdır. Sorun uygulanmama sorunu değildir. Bir uygulamama keyfiliğinden de kaynaklanmaz. İlk olarak, hukukun doğası ve işlevi gereği toplumsallığı aynen aktarmayacağı/ yansıtmayacağı/ifade etmeyeceği açıktır. İkincisi, hukuk çoğu zaman bir kuralın birden fazla anlamlandırılmasına olanak sağlayan bir iç yapıya sahiptir. Marx’ın aktardığımız değerlendirmesinde de görüldüğü gibi, örneğin anayasanın hak ve özgürlüklere ilişkin hukuki düzeneği hem “özgürlükleri ortadan kaldıranlar” hem de “bu özgürlükleri eksiksiz isteyen demokratlar” tarafından kullanılabilmektedir. Bu özellikten hukukun bir kandırmaca olduğu sonucuna varılamaz. Daha doğru bir değerlendirme hukukun her iki yan için de bir olanak olduğudur. Hukuk kendi iç tutarlı bozulmadığı sürece değişik sonuçlara olanak sağlayacak olası yorumlan bünyesinde barındırır.

    1. İnceleme Yöntemi

Daha önce de vurguladığımız gibi, dünyayı açıklamanın aracı olarak hukukun kullanılamayacağı, Marksizmin hukuk konusundaki temel savıdır. Bu sav ikili bir anlam taşır. İlk olarak, dünyayı algılama, inceleme ve anlama yöntemi konusunda, hukukun bu iş için elverişli olmadığını belirterek önemli ipucu vermektedir. İkinci olarak, hukukun nasıl incelenmesi gerektiğine ilişkin temel bir yöntemsel ilke ortaya çıkarmaktadır. Hukukun kaynağına ilişkin olarak önceki bölümde aktardığımız değerlendirmeler, gerçekte hukukun incelenme yöntemine ilişkin bilgiler de vermektedir.

Hukuksal kurumların nasıl incelenmesi gerektiğine ilişkin Marksizmin verdiği tipik örnek mülkiyettir. “Mülkiyet” kurumunun ne olduğunu anlayabilmemiz için hukuksal yönünü incelemek yeterli değildir. Marx’ın J-B Schzueitzer’e Mektubundaki (1865) saptamasıyla “mülkiyetin ne olduğu sorusuna, mülkiyet ilişkilerini, irade ilişkilerinin hukuki ifadesinde değil fakat gerçek biçiminde yani üretim ilişkilerinde kavrayan bir eleştirel siyasal iktisat çözümlemesiyle yanıt verilebilir (MARX, 1995:176).”

Hukuktan kalkarak, hukuk alanı dışında bir gerçeklikten doğmuş ve işlemekte olan bir kurumu açıklamak mümkün olmadığına göre, hukuksal kurumlan sadece hukuk alanı içinde kalarak açıklamak, yani, hukuku hukukla açıklamak da mümkün değildir. Hukuksal kurumlara ve bir bütün olarak hukuka yönelik her türlü anlama çabası zorunlu olarak “hukuk ötesi”ne açılmak zorundadır.

Hukukun üretim biçiminden tam bir bağımsızlığı olmadığı gibi, tam bir bağımlılığı da söz konusu değildir. Bu nedenle yasakoyucunun serbest iradesiyle kuralların; hukuk öznelerinin serbest iradesiyle de hukuksal ilişkilerin kurulduğu kısmi bir doğrudur. Bunun gibi, hukuk öznelerinin, hukuk kurallarının ve bir bütün olarak da hukuk sisteminin üretim biçiminin bir yansıması olduğu da kısmi bir doğrudur. Bu nedenle, hukuk incelemelerinde kurucu iradeyi tek veya asıl veri kabul etmek yanlıştır. Tersinden, sadece üretim ilişkilerine vurgu yapılması da hatalıdır. En tehlikeli sonucu, hukukun tamamen verimsiz, anlamsız ve herhangi bir özgün varlığı olmayan bir gölge alan olarak nitelenmesidir.

Hukukun kaynağını devletin veya diğer hukuk öznelerinin iradesinde arayan anlayışlar, Alman ideolojisi’nde (1845) Marx/Engels tarafından eleştirilmektedir: “Özel hukukta, varolan mülkiyet ilişkileri, genel iradenin sonucu olarak açıklanır. Bu hukuksal bir yanılsamadır. … Hukukçuların bu yanılsaması, hem hukukçular için hem de tüm hukuk sistemi için, bireylerin kendi aralarında, örneğin sözleşmeyle doğan ilişkilerin saf bir olumsallık olarak görülmesini ve bu çeşitten ilişkilerin, isteğe bağlı, içeriği tamamıyla sözleşmeyi yapanların keyfi kişisel iradelerine dayanan ilişkiler olarak kabul edilmesini de açıklar (MARX/ENGELS, 1992: 109).”

Marx/Engels’e göre, hukuk, kaynağını sadece “irade”den almaz; salt iradeye indirgenemez. Hukuk alanındaki ilişkiler ve işlemler hukuk öznelerinin iradeleriyle kurulur ancak, hukukun, hukuk özneleri dışındaki kurucu kaynağını da araştırmak gerekir. Bu durum özel hukuk ilişkileri (sözleşme ilişkileri) için olduğu kadar, kuralkoyucu iktidar için de geçerlidir. “Devlet egemen bir sınıfın bireylerinin, onun aracılığıyla kendi ortak çıkarlarını üstün kıldıkları bir biçim, içinde bir çağın bütün sivil toplumunun özetlendiği bir biçim olduğundan, bunun sonucu olarak, bütün kamusal kurallar devlet aracılığından geçer ve siyasal bir biçim alırlar. Bu yüzden yasanın iradeye dayandığı, hatta daha iyisi, özgür iradeye dayandığı kuruntusu, somut temelinden kopmuştur (MARX/ENGELS, 1992: 107).”

Marx ve Engels’in yazılarında, hukukçu yaklaşımının eleştirisinin (yani dünyanın hukuksal kavramlar aracılığıyla doğru biçimde algılanabileceği yaklaşımının eleştirisinin) ötesine geçilip hukukun nasıl incelenmesi gerektiğine ilişkin değerlendirmeler yapılmasına pek rastlanılmamaktadır. Az sayıdaki değerlendirmelerden biri ise Engels’in Anti-Dühring (1878) çalışmasındaki hukuka ilişkin bölümlerdir. Dühring’in hukuk konusundaki kurgusunu değerlendiren Engels bunu “gerçek temelinden kopmuş bir imaj”’ olarak nitelemektedir. Engels’e göre, Dühring’in hukuku kurgulama yöntemi yanlıştır. Doğru yöntem, “hukuku çevreleyen insanların, gerçek toplumsal ilişkilerinden” yola çıkmaktır. Engels bu noktayı derinleştirerek eleştirisini sürdürmektedir. Dühring “gerçek toplumsal ilişkilerden” yola çıkmak yerine, hukuku kurgularken “kavram“dan (“toplumun en yalın denilen öğelerinden”) hareket etmiştir. Engels, kavramdan yola çıkarak hukuku açıklamaya çalıştığında Dühring’in hangi araçları kullanabileceğini de araştırmaktadır. Buna göre ilk araç, “temel olarak alınan soyutlamalarda hâlâ varlığını sürdürebilen zayıf gerçeklik kalıntıları”dır. İkinci araç ise, Dühring’in “kendi bilincinden çıkararak kullandığı içerik“tir. Bilincinde ise, “içinde yaşadığı toplumsal siyasal koşulların dışavurumu olan hukuksal sezgiler, konu hakkında literatürden ödünç alınmış fikirler ve nihayet kişisel fanteziler” yer alır. Somut tarihsel bağlam ve gerçeklikten uzaklaşılmaya çalışılsa da gerçeklik böylelikle tüm tahlillere sızar. Dühring tüm zamanlar ve herkes için geçerli bir hukuksal öğreti geliştirmek istemiştir ancak, gerek kavramlardaki/ soyutlamalardaki gerçeklik kalıntılarının ve gerekse de sezgilerinin, içinde yaşadığı toplumsal, siyasal koşulların dışavurumu olması Dühring’in “kapıdan atmak istediği tarihsel gerçekliğin bacadan girmesine” neden olmaktadır. Bunun sonucu olarak da ortaya, “kendi zamanının tutucu ve devrimci akımlarının, gerçek temelinden koptuğu için biçimsizleşmiş, içbükey bir aynada olduğu gibi başaşağı duran bir görüntüsünden başka bir şey çıkmamıştır (ENGELS, 1995: 163).”

Hukukun, gerçek toplumsal ilişkilerden yola çıkmak yerine kavramlardan hareketle incelenmesi ve her dönem ve herkes için geçerli bir hukuk kavramının ortaya konmaya çalışılması durumunda ancak gerçekliğin tepe taklak olmuş bir görüntüsüne, yani hukuksal ideolojiye varılabilir.

    1. Hukukun Tarihselliği ve Geleceği

Hukuk tarihin belirli bir aşamasında doğmuştur. Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni‘nde (1884), hukuk olmayan bir kurallar düzeninden söz etmektedir. Engels’in, yabanıl halklarda bulunan grup halinde evlilik kurumuna ilişkin değerlendirmesinde böyle bir ayrıma rastlanmaktadır. “Kadın soy zincirinin ve ondan çıkan miras ilişkilerinin bu tekelci tanınışını, Bachofen ‘analık hukuku’ terimiyle belirtiyor; kısa olduğu için ben de bu deyimi kullanıyorum; ama bu uygun bir terim değildir, çünkü toplumun bu aşamasında, sözcüğün hukuksal anlamında ‘hukuk’ henüz söz konusu edilemez (ENGELS, 1990: 47)”

Engels’e göre tarihin belli bir aşamasında, sözcüğün hukuksal anlamında bir hukuk henüz doğmamıştır. Engels, “sözcüğün hukuksal anlamında hukuk (‘droit’ au sens juridique du mot)” nitelemesini açmamıştır. Söz konusu toplumsal gelişim aşamasındaki “kadın soy zinciri” bir toplumsal “kural”dır. Engels bu kuralın hukuksal olmadığını, zira bu dönemde henüz hukukun ortaya çıkmadığını belirtmektedir. Ancak bu kuralın niteliğine ilişkin yeni bir tanımlama da getirmemekte, “analık hukuku” tanımlamasını kullanmayı sürdüreceğini belirtmektedir. Buna göre hukuk, toplumsal ilişkileri düzenleyen kuralların bir türü olarak, belirli bir tarihsel aşamadan sonra ortaya çıkmıştır.

Marx ve Engels’in 1846 tarihli çalışmaları Alman ideolojisi‘nde (1845) hukukun kökenlerine ve kaynağına ilişkin değerlendirmeler bulunmaktadır. “Devletin ve hukukun mülkiyet ile ilişkileri” başlığı altında, “özel hukuk ve özel mülkiyet, doğal topluluğun çözülmesiyle doğmuş ve birlikte gelişmiştir” saptaması yer almaktadır (MARX/ENGELS, 1992:107).

Bu kısa saptamadan çıkan ilk sonuca göre, hukuk, üretim araçlarının belli ellerde toplanmasıyla (sınıflı toplumla) doğar. Sınıflı topluma geçiş, “hukuklu toplum”a geçiş anlamına da gelir.

İkinci olarak, hukuk, özel mülkiyet ile birlikte doğmuş ve birlikte gelişmiş; birlikte gelişmektedir. Hukuk mülkiyet biçimindeki değişikliklere duyarlı bir gelişim gösterecektir. Bir mülkiyet biçiminin kendi içinde derinleşmesi, gelişmesi veya yeni bir biçime dönüşmesi hukukta da benzer sonuçlar doğuracaktır. Nitekim Alman ideolojisinde (1845) de bu özellik saptanmaktadır “Sanayi ve ticaretteki gelişimin yeni mübadele biçimleri yarattığı her durumda, hukuk bunları, düzenli olarak, mülkiyetin kazanılma tarzlarına yerleştirmek zorunda kal(ır) (MARX/ENGELS, 1992: 109).”

Bu sonuçlar karşısında şu soru ortaya çıkmaktadır. Mübadele/mülkiyet ilişkilerine uygun biçimde gelişme özelliği hukukun kendine özgü bir tarihi/varlığı olmasını engeller mi? Alman ideolojisinde (1845) üretim biçimi ile hukuk arasındaki ilişki kısaca anlatıldıktan sonra,”hukukun, dinden daha fazla bir kendine özgü tarihi olmadığı unutulmamalıdır”12 saptaması yapılmaktadır.13

Marx/Engels’e göre hukuk salt bir yansıma değildir. Hukukun, sınırlı da olsa kendine özgü bir tarihi vardır. Burada sınırlılıkla kastedilen, bir yetersizlik, zayıflık veya eksiklik anlamında değil, hukukun kaynağı ve işleviyle sıkı ilişkisinden kaynaklanan bir sınırlılıktır.

Hukukun kendine özgü tarihinin sınırlı olmasının vurgulanma nedeni yine, dünyanın hukuksal bakış açısıyla kavranamayacağını belirtmektir. Nitekim bu kısa cümle, hukukun üretim biçimlerinin gelişiminde oynadığı role ve özellikle modern sanayi ve ticaretin gelişimindeki etkisine ilişkin bir paragraflık bir açıklamanın sonunda yer almaktadır.

Yukarıda, hukukun kaynağına ve üretim ilişkilerini “ifade etme” işlevine ilişkin olarak Marx ve Engels’ten aktardığımız değerlendirmeler, bu sorunun yanıtına ilişkin veriler de içermektedir.

Hukukun geleceği, Marksizmin devletin geleceğine ilişkin tezine bağlıdır. Engels Anti-Duhring‘te (1878) devletin sönümlenmesinden söz etmektedir: ‘İşçi sınıfı, devlet iktidarını ele geçirir ve ilk elde üretim araçlarını devlet mülkiyetine dönüştürür. … Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak göründüğü ilk eylem, üretim araçlarına toplum adına elkonması, aynı zamanda onun devlete özgü son eylemidir de. Devlet erkliliğinin toplumsal ilişkilere karışması, bir alandan sonra bir başkasında gereksiz duruma gelir ve sonra kendiliğinden uykuya dalar, insanların yönetiminin yerini, şeylerin ve üretim sürecinin yönetimini alır. Devlet, ortadan kaldırılmaz, devlet sönümlenir (ENGELS, 1995: 400).” Devletin nasıl ortadan kalkacağı Marksizmin önemli kuramsal ve siyasal tartışmalarından birisidir. Burada devlet için söylenebilecekler, Engels’in nitelemesini kullanırsak, “sözcüğün hukuksal anlamında hukuk” için de geçerlidir.

Engels’in, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni‘nde (1884), kullandığı “sözcüğün hukuksal anlamında hukuk” kavramını kullanarak denebilir ki, devletin sönümlenmesiyle, sözcüğün hukuksal anlamındaki hukuk da sönümlenecektir. Bu saptamalardan çıkarabileceğimiz tek ipucu, eğer söz konusu olacaksa yeni kuralsal sistemin arkasında örgütlü devlet gücünün bulunmayacağıdır. Kuralların kimin tarafından yazılacağı, kimin tarafından yaptırıma bağlanacağı, hatta yaptırım kavramının hâlâ geçerli olup olmayacağı, kuralların kimin tarafından uygulanıp, uyuşmazlıkların kimin tarafından çözüleceği gibi konular, görebildiğimiz kadarıyla, Marx ve Engels’in yazılarında işlenmemiştir.

    1. Siyasal Programda Hukuk

Marx ve Engels’in hukuk konusundaki temel sorunu hukuksal dünya anlayışının veya başka bir ifadeyle hukuksal ideolojinin eleştirisi olmuştur. Dünyanın algılanışında hukukun ideolojik bir işlev gördüğü, bu bakış açısından kalkılarak tahlil yapılamayacağı ve siyasi program oluşturulamayacağı özellikle Gotha Programının Eleştirisi‘nde (1875) vurgulanmıştır.

Alman İşçi Partisi programında yer alan “kolektif emeğin, ürünlerin adil bölüşümü ilkesi çerçevesinde düzenlenmesi” gerektiğine ilişkin 3. maddesini eleştiren Marx, “adil bölüşüm nedir?” diye sormakta ve adalet kavramıyla, yani “hukuksal düşüncelerle iktisadi ilişkilerin düzenlenemeyeceğini, hukukun iktisadi ilişkilerden doğduğunu” vurgulamaktadır. Buna göre, varolan bölüşümün, burjuvazi tarafından adil olarak nitelenmesi mümkündür, zira varolan üretim biçiminde tek “adil bölüşüm” de budur.

Adalet gibi hukuksal bir kavramla, sosyalist bir partinin “temel” toplumsal değişiklik talebini ifade etmeye çalışması, Marx tarafından sert biçimde eleştirilmektedir. Marx, bu program hükmüyle Parti’ye bir dönem için anlamlı olan ama artık kullanışsız boş sözlere dönüşen dogmaları sokma, zorlukla yerleştirilen gerçekçi anlayışı, hukuksal ideolojinin saçma sözleriyle bozma girişiminde bulunulduğunu belirtmektedir (MARX, 1875: § I).

Marx’ın varolan üretim bölüşüm ilişkilerini, varolan üretim biçimi için “tek adil bölüşüm” olarak tanımlaması şaşırtıcı görünebilir. Engels’e göre Marx, tarihsel üretim biçimine uygun, tarihsel meşrulukları tanımaktadır: “Marx’ın teorik çalışmalarında, her zaman yalnızca belirli bir toplumun ekonomik koşullarını yansıtmakla kalan hukuk, salt ikinci derecede, arka planda göz önüne alınır. Buna karşılık, ön planda, belirli dönemler için, belirli durumlara ve belirli mülk edinme biçimlerine özgü bulunan … ‘tarihsel haklılıklar’, ‘tarihsel meşruluklar’ göz önünde tutulur. … Emek ürünlerinin başkaları tarafından sahiplenilmesinin ve emeğin sömürülmesinin geçici bir süre için tarihsel meşruluğunu da kabul etmiş olur. Ne var ki Marx, aynı zamanda, bu tarihsel haklılığın günümüzde ortadan kalktığını kanıtlamakla kalmayıp, sömürünün şu veya bu biçimde süregelmesinin artık toplumsal gelişmeyi destekleyecek yerde bu gelişmeyi günbegün daha fazla kösteklediğini ve gitgide daha fazla çatışmalara sürüklediğini de kanıtlar (MARX/ENGELS, 1977: 175).”

Hukuksal dünya anlayışının yanlışlığı, siyasal mücadelede hukukun tamamen bir kenara atılmasını da gerektirmemektedir. Dünyanın hukuksal kavramlaştırılmasının yanlışlığına ilişkin sert eleştirilere karşın, Marksizm, siyasal mücadelede hukukun rolünü de tanımaktadır.

Engels ve Kautsky, yukarıda aktardığımız,”Hukukçular Sosyalizmi” başlıklı yazılarında, hukuksal dünya anlayışına ilişkin eleştirilerinden sonra, hukukun sınıfsal/siyasal mücadeledeki önemini de vurgulamışlardır. “Bu sözlerimle sosyalistlerin belirli hukuki taleplerde bulunmaktan feragat edeceklerini ileri sürmek istemiyorum. Aktif bir sosyalist parti, bütün siyasal partiler gibi bu tip hukuki talepler varolmaksızın düşünülemez. Bir sınıfın ortak yararlarından çıkan talepler, ancak bu sınıfın siyasal iktidarı fethetmesi ve taleplerine yasalar kılığında genel bir yürürlülük sağlaması sayesinde gerçekleştirilebilirler. Mücadele eden her sınıf programında taleplerini hukuki talepler kılığında formüle etmek zorundadır. [Ancak} temel olarak fiili ilişkiler alınır. Yoksa hiçbir sosyalist partinin aklına, programıyla yepyeni bir hukuk felsefesi yaratmak gelmez (MARX/ENGELS, 1977:179).”

SONUÇ

Hukuk alanı, Marx tarafından terk edildiği zamandan beri henüz Marksistlerin ilgisine mazhar olamamıştır. Sovyet Devrimi sonrası, Pasukanis’in hukuk genel teorisi çalışma girişiminin etkisi ise, bastırılmasındaki şiddetten olsa gerek, çok kısa ömürlü olmuştur. Hukuk düşüncesinin, varolan kapitalist hukukun temel kavram, ilke ve kategorilerinin, yorum yöntemlerinin, genel olarak metodolojisinin Marksist bir eleştirisi henüz gerçekleştirilmemiştir.

Marksistlerin önünde duran böylesi bir görevin bir adım ötesine geçerek, yeni veya düzeltilmiş kavram, ilke, kategori ve metodoloji ile yeni bir hukuk inşa etmenin mümkün olup olamayacağı ayrı bir sorudur. Ancak devrim sonrası durumlar için anlamlı olabilecek bu soru, Pasukanis tarafından tartışılmış ve olumsuz yanıtlanmıştır.

Marksizm hukukla ancak eleştiri ilişkisi kurabilir. Marksizm ancak eleştirel bir işlev görecektir. Yeni bir hukuk yaratılamasa da yeni bir hukuksal inceleme metodolojisi geliştirmek mümkündür. Ancak burjuva hukuk sisteminin, Marksist yöntemle incelenmesinin, eleştirel hukuk yaklaşımı geliştirilmesinin önündeki en büyük engel, gerçekten zorlu olan bu uğraşın, tatminkar somut uygulamalı sonuçlar üretme ihtimalinin zayıf olmasıdır. Hukuk uygulayıcıları için bu çok açıktır. Bu nedenle, Marksizmle hukuk alanını buluşturmak işi, teorisyenlerin ayrıcalık alanında kalma riskini taşımaktadır. Ayrıca, Marksist yaklaşımı benimseyen az sayıdaki meslekten hukukçunun bu yaklaşımından, meslek alanlarına hiçbir ışık sızmaması da önemli bir tatminsizlik kaynağıdır (hukukçu Marksistin, marksist hukukçu olamaması). Kanımca bu iki yönlü engeli aşacak; eleştirisinin somut uygulamalı sonuçları olmayan, köklü eleştirisine rağmen yine de eleştirdiği kavramların uygulanmasına katlanmak ve aracılık etmek zorunda olan hukukçunun, düşünsel tatminsizliğinin yaratacağı hayal kırıklığının önüne geçecek, enazından bunu tahammül edilebilir kılacak tek yol, bizzat eleştirinin de önemli bir devrimci pratik olduğunun unutulmamasıdır.

Dipnotlar

1) Sovyet Devrimi sonrası yaşanan bu hukuksal mücadeleyi, “revizyonist hukuk anlayışına karşı mücadele” bakış açısından, çok iyi özetleyen bir yazı için bkz. The Marxist-Leninist Research Bureau, Marxism and Law (The Struggle Över Jurisprudence in the Soviet Union), http//website.lineone.net/~comleague/intercom/law.html, 8.2.2002

2) Mektup Latince yazılmıştır. İlk kez 1897 yılında yayımlanan bu mektuba, Marksizm ve hukuk konusundaki tartışmalar bağlamında hiç değinilmemektedir. Örneğin, Marksizm ve hukuk konusundaki en kapsamlı çalışmalardan biri olarak kabul edilen, Stoyanovic’in, Marxisme et Droit adlı eserinde bu mektuba hiç değinilmemektedir. Ayrıca, (COLLINS, 1982).

3) Marx burada, Fransız-AIman Yıllıkları’nda yayınlanmış bulunan “Hegel’in Hukuk, Felsefesinin Eleştirisine Katkı. Giriş” başlıklı makalesine anıştırmada bulunmaktadır.

4) Marx’ın burada 1843 yazı içinde yazdığı, ama ancak 1927’de yayınlanmış bulunan Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkıyı düşünmesi olasıdır.

5) Bu plan hiç bir zaman gerçekleşmedi, ama Kutsal Aile ile Alman İdeolojisi Hegel felsefesinin eleştirisine birer katkı da sayılabilirler.

6) Bu haklar, emeğin hasılasının tümü üzerindeki hak; varolma hakkı ve çalışma hakkıdır. “Hukukçular Sosyalizmi” yazısının tümünün Türkçe çevirisi için (MARX/ENGEL$, 1977:170)

7) Menger’in sosyalizmi hukuk alamnda kurma çabasına ilişkin yukarıda aktardığımız eleştirilere ek olarak Engels/Kautsky’nin şu saptaması da aktarılabilir: “Değil mi ki bu temel haklar, sosyal gelişmeyi belirlemiyor ve gerçekleştirmiyor, tersine sosyal gelişme tarafından belirleniyor ve gerçekleştiriliyor, o halde koca sosyalizmi temel haklara indirgemek için bu çaba niye?, (MARX/ENGELS/1977:177).

8) Savunma tekniğine ilişkin önemli sonuçlar çıkarılabilecek bu savunmasında, teknik hukuksal değerlendirmeleri ile siyasal/kuramsal çözümlemeleri arasındaki kesin bir sınır yoktur. Savunma bu açıdan ayrı bölümlere de ayrılmamaktadır. Bütünleşik bir metindir. Teknik hukukçuluk ile eleştirel hukukçuluğun birlikteliğine ilişkin önemli bir örnek sözkonusudur.

9) Engels’e göre Marx, tarihsel üretim biçimine uygun tarihsel meşrulukları tanımaktadır: “Marx’ın teorik çalışmalarında, her zaman yalnızca belirli bir toplumun ekonomik koşullarım yansıtmakla kalan hukuk, salt ikinci derecede, arka planda gözonüne alınır. Buna karşılık, ön planda, belirli dönemler için, belirli durumlara ve belirli mülk edinme biçimlerine özgü bulunan … ‘tarihsel haklılıklar’, ‘tarihsel meşruluklar’ gözönünde tutulur.”, (MARX/ENGELS, 1977:175).

10) Marx saptamasına devam ediyor “Proudhon, tüm bu iktisadi ilişkileri hukuksal mülkiyet kavramına entegre ettiğinden, Brissot’nun henüz 1789’dan önce vermiş olduğu yanıtın ötesine gidememiştir: ‘mülkiyet hırsızlıktır.”’, (MARX, 1995:176-184).

11) Engels, aynı yerde, hukukun iktisadi ilişkiler tarafından belirlenmesi “biçiminin” farklı olabileceğini Anglosakson ve Roma hukuk sistemlerini örnek göstererek açıklamaktadır (ENGELS, 1992: 52).

12) “Nicht zu vergessen, dass Recht ebensoıvenig eine eigene Geschichte hat wie die Reîigion. (Unutmamak gerekir ki, hukuk da tıpkı din gibi sınırlı bir kendine özgü tarihe sahiptir.) “

“It must not be forgotten that lata has just as little an independent history as reîigion.”

“N’oublions pas que le droit na pas davantage que la reîigion une histoire qui lui soit propre.”

13) Alman İdeolojisi’ nin (1845) tamamlanmamış ”[12] Toplumsal Bilinç Biçimleri” başlıklı bölümünde, şöyle bir not yer almaktadır. “Siyasetin, hukukun, bilimin, vb., sanatın, dinin vb. Tarihi yoktur.”

Kaynakça

ENGELS, Friedrİch (1990), Ailenin özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (Ankara: Sol Yayınları, 9. Baskı) (Çev.: Kenan Somer).

ENGELS, Friedrİch (1886), Ludwİg Feuerbach and the end of Clarissical Gerrnan Philosophy, http:www.marxists.org/marx/works/1886/ludwig-feuerbach/index.htm, 8.7.2002.

ENGELS, Friedrİch (1992), Ludıvig Feuerbach. Klasik Alman Felsefesinin Sonu (Ankara: Sol Yayınları,

3.Baskı) (Çev.: Sevim Belli).

ENGELS, Friedrİch (1890), Letter from Engels to Conrad Schmidt, http://www.marxists.org/archive/marx/ letter/engels/90-10-27.htm, 8.7.2002.

ENGELS, Friedrİch (1995), AnLİ-Dühring, Bay Eugen Dühring Bilimi Altüst Ediyor (Ankara: Sol Yayınları, 3.Baskı) (Çev.: Kenan Somer).

ENGELS, Friedrich/KAÜTSKY, Kar! (1995), “Hukukçular Sosyalizmi (1887), “Din Üzerine (Ankara: Sol

Yayınları, 2.Baskı, (Çev.: Kaya Güvenç).

MARX, Kari (1837), Letter from Kari to his Father in Trier, http://www.marxists.org/archive/marx/work/1837- pre/letters/37-1 l-10.htm, 8.7.2002.

MARX, Kari (1849), 7he Trial of the Rhenish District CommİLlee of Democrats http://www.marxists.org/archive/marx/works/1849/02/07.htm, 8.7.2002.

MARX, Kari (1851), Le 18 brumaire de i Bonaparte, http://www.marxists.org/francais/marx/works/1851/12/ kml8650124.htm, 8.7.2002 I.

MARX, Kari (1865), Letlre â J.B. Sc/ıujeı£zer, http://www.marxists.org/francais/marx/works/1865/01/ kml8650124.htm, 8.7.2002.

MARX, Kari (1875), Gloses marginales au programme du Parti Ouvrier allemand, http://www.marxists.org/ francais/marx/works/1875/05/18750500.htm, 8.7.2002.

MARX, Kar] (1976), 1844 Elyazmalart, Ekonomi Politik ve Felsefe (Ankara: Sol Yayınları) (Çev.: Kenan

Somer).

MARX, Kari (1986), 1844 Felsefe Yazdan (Ankara: V Yayınları) (Çev.: Murat Belge).

MARX, Kari (1990), Louis Bonaparte’m 18 Brumaire’i (Ankara: Sol Yayınları, 2.Baskı) (Çev.: Sevim Belli).

MARX, Kari (1993), Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (Ankara: Sol Yayınları) (Çev.: Sevim Belli).

MARX, Kari (1997), Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi (Ankara: Sol Yayınları) (Çev.: Kenan Somer).

MARX, Kari (1998), Philosphie (Paris: Folio/Gallimard).

MARX, Karl/ENGELS, Frİedrİch (1977), Devlet ve Hukuk Üzerine (İstanbul: May Yayınları) (Çev./der.: Rona Se rozan).

MARX, Karl/EMGELS, Friedrich (1992), Alman İdeolojisi (Ankara: Sol Yayınları, 3.Baskı, (Çev.: Sevim Belli).

MARX, Karl/EMGELS, Friedrich (1995), Seçme Yazışmalar I (1844-1869) (Ankara: Sol Yayınları) (Çev.:

Yurdakul Fincancı).

MARX, Karl/EMGELS, Friedrich (1996), Seçme Yazışmalar II (1870-1895) (Ankara: Sol Yayınları) (Çev.:

Yurdakul Fincancı).

PASCIKAMİS, E. (1970), La theorie general du droit et le Marxİsme (Paris: EDI).

STMA I, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi (I) (İletişim Yayınları.

STOYAMOVİC, K. (1965), Marxisme et Droit (Paris: LGDJ).

The Marxist-Lenİnİst Research Bureau, Marxİsm and La w (The Struggle över Jurisprudence İn the Sovİet Union), http//website.lineone.net/~comleague/intercom/law.html, 8.2.2002

-Bu makale 2003 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi’nin 58. Cildi, 3. sayısında yayımlanmıştır.

Marksizm ve Hukuk yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Sol Neden Hayvan Haklarını Desteklemeli?

$
0
0

Hayvan hakları hareketi geçtiğimiz yirmi yıl içinde muazzam bir gelişme gösterdi, hayvan hakları savunucuları da hayvanların deneylerde, gıda, tekstil ve eğlence sektörlerinde kullanılmasına etkin biçimde karşı çıktılar. Bu konuyu kamuoyunun gündemine taşımayı başardık. Yanık deneylerinde alev lambasıyla dağlanan tazıların ve domuzların, hiçbir işe yaramayan pahalı kafa yaralanması deneylerinde beyinleri “hızlandırılan” primatların korkunç görüntülerini herkesin görmesini sağladık. Süt danalarının doğduktan bir gün sonra annelerinden ayrıldığı, 50 santimetrelik “bataryalara” hapsedilip kas gelişimlerinin engellendiği, tüketiciler sırf “süt danası” yiyebilsin diye kansız olmalarını sağlamak için sadece sıvıyla beslendikleri konusunda hemen hemen herkesi bilgilendirdik. Hayvanlara yönelik kötü muamelelerin ardı arkası kesilmiyor, bugün ancak çok bilinçsiz ya da duyarsız insanlar, postmodern teknoloji toplumunda hayvanların çok kötü muamele gördüğü gerçeğini inkâr edebilir.

Gelgelelim, solun bu konudaki tavrı hayvan hakları hareketini ya görmezden gelmek ya da bu harekete kuşkuyla, belki de düşmanca yaklaşmak oldu. Hayvan hakları hareketi solun nezdinde tam anlamıyla bir burjuva hareketi, esasen beyaz, üst sınıf, apolitik, hatta muhafazakâr bir hareket; hayvan hakları savunucuları da hayvanların çıkarlarını insanlarınkinden üstün tutan, çoğu zaman yoksulların çıkarlarına zarar vermeyi göze alan insanlar.

İlericilerin bu tepkilerinin altında yatan belli başlı dört neden var: Bunların gerekçesini anlayabiliriz, ama kesinlikle meşru değiller.

Öncelikle ilericiler, tarihsel kökenleri itibarıyla, ev hayvanlarıyla ilgili olarak 19. yüzyılda gelişen orta ve üst orta sınıf mefhumlarına ve işçi sınıfının hayvanlara kötü muamelesine yöneltilen burjuva menşeli eleştiriye bağlı olan bir harekete mesafeyle yaklaşıyor. Buradaki örtük kabul şu: Bugün hayvan hakları felsefesinin, orta ve üst sınıf mülkiyet mefhumlarıyla bağlantılı olduğu düşünülüyor ve yalnızca işçi sınıfının hayvanlara kötü muamelesine karşı çıkıldığı iddia ediliyor.

 • İkincisi, her ne kadar çoğu aydınlanmış kimse hayvanlara “insanca” muamele edilmesini savunsa da, ilericiler şunu fark edemiyorlar ki hayvanlar başka bir kişinin özel mülkü olarak görüldüğü sürece onlara “insanca” muamele edilmesi söz konusu olamaz. Yani, özel mülkiyete şiddetle karşı çıkanlar, hayvanlar söz konusu olduğunda bu eleştirilerini bir yana bırakıp hayvanların özel mülk statüsünü kabul ediyor, kapitalist ya da sosyalist bir toplumda akla gelebilecek her türlü amaç doğrultusunda kullanılmalarında herhangi bir sorun görmüyorlar.

 • Üçüncüsü -ve belki de en temeli- ilericiler türcülük ya da tür ayrımcılığı mefhumlarını hiçbir zaman açıkça reddetmiyor. Biyomedikal endüstrinin ve tarım işletmelerinin propagandalarını benimsiyorlar ve sanıyorlar ki hayvan hakları hareketi ve türcülük doktrini, hayvan hakları ile insan hakları arasında denklik kuruyor ya da hayvanlara toplumun en yoksul mensuplarına ya da özürlülere kıyasla daha fazla hak tanınmasını savunuyor. Bunlar çok yanlış yorumlar, ama yukarıda da değindiğimiz gibi, hayvanları kullanmaktan çıkar sağlayan büyük işletmelerin sürekli olarak öne sürdüğü, ana-akım basında da yansımasını bulan iddialar.

 • Dördüncüsü, pek çok ilerici, hayvan refahına yönelik çabaları hayvan hakları mücadelesi sanıyor. Hayvan refahı anlayışı, çok muhafazakâr bir doktrindir ve mevcut durumu idame ettirmede büyük -genellikle parasal- çıkarları olanlar tarafından savunulması muhtemeldir (ki çoğunlukla böyle oluyor).

Buna karşılık, birçok hayvan hakları savunucusu da hayvan hakları meselesine sanki solculara da, liberallere de, muhafazakârlara da hiç ayrımsız hitap edebilecek, siyasal açıdan “nötr” bir meseleymiş gibi yaklaşıyor. Bazı sözümona hayvan hakları savunucularının, hayvanlar dışında herhangi bir konuda kendilerine bir soru yöneltildiğinde sıklıkla “bu konuda ortak bir tavrımız yok” yanıtını vermesi, bu yaklaşımın en bariz tezahürü.

Bu yazıda, hayvan hakları hareketinin tarihsel ve kuramsal temellerinin izini süreceğiz. Solun bu hareketi fena halde yanlış anladığı; bu hareketin solun duyarlılıklarına uzak ya da siyaseten tarafsız olmak şöyle dursun, doğru anlaşıldığı takdirde sola -hatta işçi sınıfına- ait bir hareket olduğu sonucuna varacağız.

ELİTİST KÖKENLER?

Howard Parsons Marx and Engels on Ecology adlı eserinde sosyal reformcuların hayvanların hayat koşullarının iyileştirilmesiyle doğal olarak ilgilendiğini, ama hayvanlarla ilgili kaygıların daha ziyade “varlıklı sınıflar, yüksek gelirli ya da profesyonel meslek sahibi insanlar arasında doğduğu”nu iddia eder; bu insanların da “kaynakların halk tarafından ya da sosyalist bir yönetimle denetlenmesi olasılığı karşısında elitist bir korku” içinde olduklarını ve “kendi özel mülklerini korumak istediklerini” belirtir. Bu görüş çerçevesinde işçi sınıfı reformun kurbanıdır, çünkü reformcular, zenginlerin -tilki avı gibi- kanlı zevklerini hedef almayıp, sadece alt sınıfların hayvanlara yönelik kötü muamelesini ortadan kaldırmaya çalışmakla hiç de adil olmayan bir yaklaşım benimsemişlerdir.

İşçi sınıfı aynı zamanda reformun önünde bir engel olarak görülür. 19. yüzyıldaki hayvan deneyi karşıtı hareketin tarihini anlatan temel kaynak olarak değerlendirilen kitabın yazarı Richard French, hareketin başarısızlığa uğramasının nedeninin “işçi sınıfının derin kayıtsızlığı” olduğunu belirtir.

Hayvan hakları hareketinin köklerinin yalnızca burjuva ideolojisine dayandığı görüşündeki sorun, tamamen yanlış olması. Hareket içerisinde kuşkusuz burjuva bir unsur yer alıyordu, ama bu unsurun rolü o kadar abartılıyor ki, sosyalist düşüncenin harekete doktrin düzeyindeki katkısı da, kadınların ve işçi sınıfının pratik katılımı da göz ardı ediliyor.

19. yüzyılda hayvanlarla ilgili kaygılar büyük ölçüde Bentham ve Mill gibi liberallerce, Shaw, Henry Salt, ve Edward Carpenter gibi sosyalistlerce dile getirildi. Bu insanların hepsi de hayvanların sömürülmesine karşı çıktı ve başka toplumsal davalarda da etkin olarak yer aldılar. Örneğin, hayvanların sömürülmesine karşı çıkan Frances Cobbe, kadınlar ile çocuklara yönelik şiddete ve pornografiye de yılmadan karşı çıkıyordu. Vejetaryen ve hayvan deneyi karşıtı olan Charlotte Despard, Kadınların Toplumsal ve Siyasal Birliği’nin genel sekreteriydi ve genel oy hakkı hareketini destekleyen etkinlikleri nedeniyle hapse girmişti.

1907’de Londra’da sendikacılar feministlerle ve hayvan deneyi karşıtlarıyla güçlerini birleştirip hayvan deneylerine karşı çıktılar, üstelik Engels’in erkek emeğinin yerini daha ucuz kadın emeğinin alacağı yönündeki uyarısına rağmen… “Old Brown Dog Riots” adıyla anılan bu eylem, bugün pek az insan tarafından biliniyor. Bu üç grup, Londra Üniversitesi’nden bir grup doktor ve tıp öğrencisiyle düpedüz savaş yaptı. Eylemcileri dağıtmak için atlı polislerin iki kez müdahale etmesi gerekti.

Carol Lansbury, bu olaya ilişkin tarihsel incelemesi The Old Brown Dog’da, kadınların da işçilerin de tıbba kuşkuyla baktığını ve hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde, kendileri üzerinde uygulanan baskının simgelerini gördüklerini anlatır. “Üzerinde deney yapılmak üzere canlı halde kesilip biçilen hayvan, kesilip biçilen kadını temsil ediyordu: Jinekoloğun masasına yatırılan kadını, zamanın pornografi edebiyatında teşhir edilen kadını.”

Lansbury, tedavi görmeye paraları yetmeyen kadınların, tıp öğrencilerinin eğitiminde model olarak kullanılmak için gönüllü olmaya zorlanmak suretiyle nasıl birer eğitim aracı haline getirildiklerini ayrıntısıyla ele alır. Derslerin malzemesi haline getirilen kadınlar, haysiyetlerini ayaklar altına alacak şekilde, vücutlarının çeşitli yerlerini elleyip duran onlarca öğrencinin bakışları altında, bir doktor tarafından muayene ediliyor, birer nesneye dönüştürülüyorlardı.

İşçilerin, hayvanların deneylerde kullanılmasına karşı çıkma nedeni, “o hayvanlarda kendi suretlerini görmeleri”ydi. Çoğunluğun çıkarları uğruna azınlığın acı çekmesini meşru sayma yaklaşımı burada da kendini gösteriyor, işçi sınıfı ve işsizler kendi rızaları olmaksızın “deney nesneleri” haline getiriliyor, yoksul insanların cesetleri çoğunlukla anatomi uzmanlarının teşrih odasında son buluyordu.

Mezbaha işçileri bile öldürülecek hayvanlara işkence edilmesine karşı çıkıyordu. Mezbaha işçileri sendikasından bir yetkilinin 10 Haziran 1990’da Washington D.C.’deki Hayvanlar İçin Yürüyüş’te yaptığı konuşma, mezbaha işçilerinin bu konudaki duyarlılığının günümüzde de devam ettiğini gösterir. Sendika yetkilisinin hayvanlar adına yaptığı ateşli konuşma, işçilerin de hayvanların da sömürülmekte olduğu gerçeğini gördüğüne, sendikasının bu hayvanlar için duyduğu kaygıya işaret eder. Son dönemde yaşanan bir trajedi, bu noktayı bir kez daha gözler önüne serdi. Mart 1992’de, çoğu siyah kadınlardan oluşan yirmi beş kişi North Carolina’daki bir tavuk işleme fabrikasında çıkan yangında hayatını kaybetti. Fabrikanın sahipleri, işçiler tavuk çalmasın diye yangın çıkışlarını kapatmıştı. İşçiler de hayvanlar da, fabrika sahipleri onları gözden çıkarılabilir birer meta olarak gördüğü için öldü. Bu nedenle işçi sınıfının hayvanların içinde bulunduğu kötü durumla ilgilenmesine şaşmamak gerek.

Marx hayvan hakları fikrini muhtemelen savunmazdı, ama şunu da unutmamak gerek: Marx’ın, insan hakları fikrine de özellikle ilgi göstermediğini görmezden gelmek, birçok solcunun işine geliyor. Dahası Marx hemen hemen bütün kurumları eleştirmiş olsa da, eserlerinde “bilim”i diğer kurumlardan üstün gördüğüne işaret eden birçok unsur var. Marx, “nesnel” olacağı varsayılan ve bilim insanları tarafından öğrenilen bilginin, işçi sınıfını komünist toplum hedefine götürmeye yardımcı olacak güçlü teknolojik araçlar yaratacağını düşünüyordu.

Her halükârda, haklarla ilgili yaklaşımı ne olursa olsun, Marx hayvanlar ile insanlar arasındaki en temel farkın “bilinçli hayat etkinliği” dediği şey bağlamında ortaya çıktığını düşünüyordu. Ona göre insan, hayvanlardan farklı bir şekilde bilinç sahibidir – insan “bizatihi hayat etkinliğini iradesinin ve bilincinin nesnesi haline getirir”ken, hayvan “hayat etkinliğiyle bir ve aynıdır.”

Marx bu fikri Hegel’den almış olabilir. Hegel de hayvanların kendi kendilerinin bilincinde olmadıklarını düşünüyordu. Ama Marx’ın yararlanacağı tek kaynak Hegel değildi: Descartes da buna benzer düşüncelere sahipti. İndirgemeci bilimsel yöntemine göre, hayvanlar ne bilince ne de hissetme yetisine sahipti. Ne olursa olsun, Marx (aynı şekilde Hegel ile Descartes da) şüphesiz yanılıyordu. Bugün hayvanların büyük çoğunluğunun bilinç, hissetme yetisi ve zekâ sahibi olduğundan kuşku duyacak pek az insan olsa gerek. Haklar meselesini bir yana bırakalım, insandışı hayvanların, en azından, kapitalist bir sistemde çok temel yönlerden “yabancılaştırıldıklarını” söylemek hiç şüphesiz mümkündür.

Hollandalı filozof Barbara Noske’nin dikkat çektiği gibi, sanayi ve orduyla yakın bağları olan hâkim kapitalist tarım ve biyomedikal araştırmalar bağlamında, hayvanlar esasen birer “makine” muamelesi görüyor. Kafeslerde tutuldukları için, vücutlarının doğal olarak gereksinim duyduğu birçok hareketi yapamadıkları için kendi doğalarına yabancılaşıyorlar, başka hayvanlara yabancılaşıyorlar, doğal ortamlarına yabancılaşıyorlar.

O halde, hâkim görüşün aksine, hayvanların gördüğü muameleyle ilgili duyarlılık elit kesimle sınırlı değildi, kadınlar tarafından, işçi sınıfı tarafından, solcu entelektüeller tarafından paylaşılıyordu. Hayvanların hayat koşullarıyla ilgilenen burjuva unsurlar vardı şüphesiz, onlar da en başta, sahiplerinin malı olarak görülen kedi köpeklerle ilgileniyorlardı. Ama modern hayvan hareketinin gelişimindeki yegâne, hatta başat rolü bu unsurlara atfetmek kesinlikle yanlış olur.

HAYVAN REFAHI YAKLAŞIMI VE HAYVANLARIN MÜLK STATÜSÜ

Birçok ilerici, hayvan refahı yaklaşımını meşru görür ve hayvanlara olabildiğince “nazik” davranmamız gerektiğini savunur. Gelgelelim, hayvanların herhangi bir hakkı olduğu fikrini reddederler. Belli koşullar altında, hayvanları çeşitli şekillerde sömürmenin meşru olduğunu düşünürler. Ama buradaki sorun şu: Hayvan hakları anlayışına karşılık hayvan refahı anlayışı, hayvanların içinde bulunduğu durumu iyileştirmede, hatta çektikleri acıları azaltmada bile asla işe yaramaz.

İnsanlardan farklı olarak hayvanların herhangi bir hakka sahip olamayacağı savunulur. İngiliz Uluslar Topluluğu ülkeleri ile ABD’nin mevcut hukuk sisteminde ve hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinin medenî kanunlarında, hayvanlar insanların malı olarak görülür: Sadece birer “nesne”dir onlar.

Kuşkusuz, hayvanların mülk statüsünü değiştirme ve hayvanlara hak tanıma yolunda görünürde bazı değişiklikler içeren, en azından insanlara hayvanları dolaysız olarak ilgilendiren bazı sorumluluklar yükleyen birçok yasanın çıkarıldığını inkâr etmiyoruz. Ama bu yasalar hayvan refahı yaklaşımını temel alıyor. Bu da, hayvanların insanların malı olduğunu kabul eden, “insanca” yollarla ve “gerekli” olduğu sürece sömürülmelerinde sakınca görmeyen bir yaklaşım.

Hukuk sisteminde hayvanların mülk olarak değerlendirilmesinin nedeni ortada: Kapitalist toplumumuzda hayvanların sömürülmesi işlevsel açıdan vazgeçilmez. Gıdadan savunmaya, kozmetikten tekstile, ilaç sektörüne kadar neredeyse bütün sanayi kollarında hayvanlar ya da hayvan ürünleri kullanılıyor. Hayvanların mülk statüsü, kölelere sahiplerinin, kadınlara eşlerinin ya da babalarının malı olarak muamele edilmesinden hiç de farklı değil. Hissetme yetisine sahip varlıkların köle ya da mal statüsüne indirgendiği hiçbir durumda, “sahip”leriyle aralarında çıkan çıkar çatışmasında kazanan taraf onlar olmayacaktır. Köle sahiplerinin kölelerini nedensiz yere öldürmesini yasaklayan kanun hiçbir zaman uygulanmadı, çünkü mahkemeler kendi “mal”ına kasten zarar veren bir kişinin geçici delilik yaşadığına karar veriyordu. “Parmak hesabı” ifadesi, erkeklerin eşlerini başparmaklarını geçecek kalınlıkta bir sopayla dövmesini yasaklayan bir kanuna dayanır. Bu, kocalarının malı olarak görülen ama ahlakî muameleyi de hak ettikleri düşünülen kadınları korumak amacıyla tasarlanmış “refah temelli” bir yasaydı.

HAYVAN HAKLARI?

Sol şu soruyla asla yüzleşmedi: İnsandışı hayvanlara, hukukî statülerini belirlemek amacıyla, mal muamelesi etmek ahlakî açıdan kabul edilebilir mi? Sol bu soruyla hesaplaşmadığı için, hayvan refahı kuramını destekleyip hayvan hakları kuramını göz ardı etti. Ama böyle yapmakla, hayvan hakları hareketinin temelinde yatan güçlü bir doktrini de görmezden geldi.

Bu doktrin, “türcülüğün”, yani tür ayrımcılığının reddidir. Türcülük, bir varlığın ahlakî cemaate dahil olup olamayacağına hangi türün üyesi olduğuna bakarak karar vermektir. Ama türün ahlakî açıdan belirleyicilik mertebesine yükseltilmesi, ırkın ya da cinsiyetin böyle bir mertebeye yükseltilmesinden farklı değil.

Tür ayrımcılığını reddetmek, farklı türler arasında ahlakî değerlendirme bağlamında önemli olacak bazı farklılıklar bulunabileceğini reddetmek ve bütün türlere aynı muameleyi göstermek anlamına gelmez. Sadece, farklı muamelenin tek gerekçesi olarak türü gösteremeyeceğimiz anlamına gelir.

Hak” kavramını hayvanları da içine alacak şekilde genişletmeyi savunan Tom Regan, algılama, hatırlama, arzulama, kendinin farkında olma, gelecek duygusu taşıma ve hissetme yetilerine sahip olan bütün hayvanları “bir hayatın öznesi” olarak adlandırır ve biyolojik anlamda canlı olmanın yanı sıra psikolojik bir kimlik duygusuna da sahip olduklarını savunur. Bir hayatın öznesinin hayatı, başkaları o hayata ne değer biçerse biçsin, kendi içinde değerlidir. Regan kendi içinde değer taşıyan canlılara zarar verilmemesi gerektiğini savunur.

Kuşkusuz, hayvanların hak sahibi olduğunu kabul ettikten sonra, ne gibi haklara sahip olduklarını da belirlememiz gerekir. Bu yazıda bu hakların tam bir listesini sunmak gibi bir amacımız yok. Ama herhangi bir hak sahibine en başta tanınması gereken hak, mal yerine konmama hakkıdır.

Bir hayvanın mal yerine konmama hakkına sahip olduğu kabul edilirse, hayvanların deneylerde veya gıda sağlamak ya da eğlendirmek amacıyla kullanılmasını meşrulaştırmak zor, hatta belki de imkânsız hale gelir.

Hayvan haklarıyla ilgili tartışmada, hakları hayvanları da içine alacak şekilde genişletmek zorunda olmadığımızı, çünkü hayvanların ahlaken hak sahibi olamayacaklarını iddia edenler oldu. Bu teze göre haklar insanlar tarafından yaratılmıştır ve sadece insanların hak talebinde bulunması uygundur.

Tarihsel açıdan haklar kökenleri itibariyle ayrıcalıklı bir elitin ürünüydü. Magna Carta’nın imzalanmasında işçi sınıfının payı yoktu. Hak kavramı giderek daha geniş kesimleri içine alacak şekilde genişletildi, yoksa hak kavramının başından beri bütün insanları ve yalnızca insanları kapsaması düşünülmemişti. Bugün hukuk, ne hak kavramının oluşturulmasında rol oynaması ne de herhangi bir yükümlülük taşıması söz konusu olabilecek çocuklara ve zihinsel özürlülere de haklar tanıyor. Hayvan hakları söz konusu olduğunda çetin soruların gündeme gelmesi kaçınılmaz, ama aynı durum insan hakları için de geçerli.

HAYVAN ÖZGÜRLEŞMESİ İNSAN ÖZGÜRLEŞMESİDİR

Türcülüğün reddi, diğer önyargı biçimlerinin de reddedilmesi gereğini içerdiği için güçlüdür. Hayvan hakları savunucuları hayvanların sömürülmesine ahlaken yanlış olduğu için karşı çıkarlar. Çünkü hayvanların sömürülmesi, ahlakî cemaate ait olma kriterinin keyfî ve ahlakla ilgisiz bir biçimde belirlenmesine dayanır – tıpkı ırkçılık, cinsiyetçilik ya da homofobi gibi.

Türcülük insandışı hayvanların iktisadî çıkar adına sömürülmesine göz yumar, tıpkı iktisadî adaletsizliğin işçi sınıfının sömürülmesine yol açması gibi. Hayvan haklarının tanınması yoksulların çıkarlarına ters düşmez; bilakis, onların yararınadır. Hayvancılık sadece ekolojiyi tahrip etmekle kalmıyor, yeryüzünün bütün sakinlerini besleyecek kadar gıda üretilmesini de engelliyor. Hayvan hakları savunucusu bütün hayvanlar için adalet talep eder – insan ya da insandışı.

SONUÇ

Türcülüğe karşı çıkmak, kapitalizmde bütün ezilenlerin sömürülmesine karşı çıkmayı gerektirir; insan hayvanların [human animals] ezilmesine karşı çıkan bütün solcular, kendilerine şu soruyu sormalı: Neden haklar söz konusu olduğunda, yeryüzünü paylaştığımız, hissetme yetisine sahip diğer canlıları dışarıda bırakıyorlar? Buna karşılık, hayvan hakları hareketi içerisindeki insanların da şunu anlaması gerek: Tutarlı bir hayvan hakları hareketi, bütün canlılar için adalet talebinde bulunmalı. Aksi halde hareketimizin insanları umursamadığı eleştirisini haklı çıkarırız.

ABD’nin son dönemdeki askerî faaliyetleri ve gizli soğuk savaş taktikleri sonucu dünya çapında demokrasinin yayıldığı iddialarına rağmen, dünya ekonomisi büyük bir tehdit altında. Giderek daha çok sayıda iktisatçı kapitalist sistemin dağılmakta olduğunu ve yerine başka bir sistemin getirilmesi gerektiğini kabul ediyor. O başka sistemin neye benzeyeceği, özgürleşme için yola çıkan bütün kardeşlerimizi kucaklamak konusundaki kararlılığımıza ve istekliliğimize bağlı.

http://www.animal-law.org/library/left.htm adresinde yer alan, “The American Left Should Support Animal Rights: A Manifesto” başlıklı metinden derlenmiştir.

-Bu yazı Birikim Dergisinin Temmuz 1995 sayısından alınmıştır.

Sol Neden Hayvan Haklarını Desteklemeli? yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Kürt Kimlik Mücadelesi, Hukuk Devleti ve Radikal Demokrasi

$
0
0

Bu yazı iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde, ‘Kürt sorunu’nu anlamak bakımından temel olduğuna inandığım bazı kitapları tartışmak istiyorum. Bu tanıtma, bir rahatsızlığın ürünü. Bu kitapların (ve son yıllarda basılmış daha pek çok kitabın) okunmasının, rahatsızlıkları derinleştireceğini umuyorum.

İkinci bölümde ise kendi rahatsızlığımı derinleştirmeye çalışacağım.

Rahatsızlığı siyasî bir tavır olarak düşünüyorum. Berman’ın Faust’da yakaladığı rahatsızlık, Marx’da bu tür bir siyasî tavırla sonuçlanmıştır.

Türkiye çağdaşlıkla karşılaştığından beri gittikçe yayılan bireysel ve sessiz, kitlesel duyarsızlıkla sonuçlanan paranoya ve şizofrenin düzlem kaymasına uğratılarak derinleştirilmesi, ayaklanmış duyarlık olarak paranoid-şizofrenik bir siyasetle sonuçlanması için “henüz vakit var!”

Sol düşünme biçimleri, çoğunlukla ‘normal’ bir düzlemde yeralmaya; istikrarlı düşünsel tabanlar, mutlak doğrular yakalamaya çalışmışlardır.

Kürt kimliği, hukuk devleti, şiddet, hegemonya ve radikal demokrasi gibi sorunları Enis Batur’un “Yolcu Düşünce” olarak nitelediği bir tarzda sol düşünmek, kavramlara sığınmak değil, pratik-politik bir eylemdir.

TARİHİ OLMAYAN HALK”IN TERCİHİNİ OKUMAK

Eric R. Wolf, Avrupa ve Tarihi Olmayan Halklar adlı kitabında ‘insanlık durumumuz’u anlamak için kaydadeğer bir öneride bulunuyor: Artık yalnızca galip seçkinlerin tarihini yazmaktan, yani resmî tarihin (kazanmış olanların tarihinin) girdabında mahkûm kalmaktan, ya da daha duyarlı, bağımsız tarihçilerin yaptığı gibi, tahakküm altına alınmış halkların (‘mazlum uluslar’ın) nasıl tahakküm altına alındığını, ezildiğini ayrıntılandırmaktan vazgeçmeli, sözkonusu halkların tarihsel sürecin yalnızca sessiz tanıkları ve kurbanları olmadıklarını görmeliyiz.1

Bu iki yaklaşım, yani resmî tarih ile resmî-tarih-karşıtı tarih madalyonun iki yüzü gibidir; aynı yöntemsel yaklaşımları kullanır. Örneklemek gerekirse, resmî tarihin “1924 Şeyh Sait İsyanı genç Türk Cumhuriyeti’ne karşı gerici bir ayaklanmadır” fetvasını verdiği yerde, resmî-tarih-karşıtı tarih, “Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı’nı birlikte verdiği Kürt halkına ihanet etmiş, bunun sonucunda ortaya çıkan 1924 ilerici Kürt Ulusal İsyanı’nı ezmiştir” hükmüyle direniş destanları yazacaktır. Resmî tarih, ‘Türk ulusu’nu Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile özdeşleştirerek kurgulamakta ve ‘ulus’un yine söylemde kurgulanmış ebedî çıkarları doğrultusunda davrandığını varsaydığı devletin edimlerini meşrûlaştırıcı bir işlevsellik kaygısıyla tarih yazmaktadır. Resmî tarihe göre, devletin ‘Türk ulusu’nun ülkesi’ olarak tanımladığı bir ‘bütünlük’ içinde devlete karşı yönelmiş büyük çaplı bir isyan, ya devletin ‘ilerici’ programına karşı, ya da ‘dış mihraklar’ın kışkırtması sonucu ortaya çıkmış bir sabotaj girişimi olmak durumundadır. Resmî tarih ulusal tarihtir; “tek Devlet, tek Ulus, tek ülke, tek Lider” şiarına sadıktır. Türkiye coğrafyasında ezelden ebede yaşayan halk Türk ulusudur; Kurtuluş Savaşı ve Mustafa Kemal’in önderliğiyle bu ulus, tarihe, liderine, devletine kavuşmuştur.

Resmî tarih karşıtı tarih ise, bu ‘mutlak doğrular’ın tersini üretmekle, ezelden ebede varolan bir ‘öteki ulus/halk’ın varlığını kanıtlamaya uğraşmakla yetinir. (Kimliği reddedilen bir ‘halk’ın, kimlik mücadelesi vermesi anlaşılır bir tutumdur. Bu soruna aşağıda değineceğim.) Her iki tarihçilik de istediği belgeleri bulacaktır. Türk resmî tarihi kitaplıklar dolusu birbirini tekrarlayan metin üretmiş, kendi savlarına kendi bile inanmaz hale gelmiştir. Fakat bu metinler, saldırgan ve sabit fikirli bir Türk ulusal kimliğini yeniden üretmeye devam etmektedirler. Bu metinler, Türkiye’de demokratik platformun genişlemesinin, nihayetinde gündemdeki pratik ve acil sorunların çözülmesinin önünde ciddi engeller teşkil etmektedir.

Öte yandan, resmî tarih-karşıtı tarihin Türkiye’de yaygın biçimi, Kürt karşı-resmî tarihidir. Bu tarihçilik, bir yandan Türk resmî tarihini ve sessizliği sorgular, ‘kamusal’ bir siyasetin temel dayanaklarından birini oluştururken, diğer yandan da Kürt resmî tarihinin temellerini oluşturma yolunda ilerlemektedir.2

I.

Tarih yazımının hegemonya projesi olmak vasfı ve Türkiye’de tanık olunan tarihyazımı kutupsallığının, hem toplumsal-siyasî anlamda, hem de ‘tarihte neler olduğunu’ anlamak açısından verimsizliği, bu kutupsallığın oluşturduğu temel alanlardan birindeki bilgimizi sorgulayan önemli bir metni öne çıkarıyor: Robert Olson’ın Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Sait İsyanı (1880-1925).3

Robert Olson, gerek doğrudan gerekse dolaylı olarak Osmanlı ve Türkiye tarihi yazımının sorunlarına özellikle değiniyor. Bir Ortadoğu tarihçisi olan Olson, Osmanlı ve Türkiye tarihinin bilinçli olarak ihmal edilen yönlerini aydınlatmaya çalışmanın ötesinde, dar tarihyazımı anlayışını aşmayı da başarıyor. Bir taraftan Türkiye tarihinin belli bir alanında yoğunlaşırken, diğer taraftan da bu alanı daha geniş bağlamına oturtuyor.

Osmanlı-Türkiye tarihinin Türk/Kürt ulusallıklarının (Ermeni ve Arap ulusallıklarının yanısıra) önce birlikte sonra karşıtlık içinde gelişmekte olduğu bir dönemi konu edinen Olson, Wolf’un savunuculuğunu yaptığı tarih anlayışının, yani ‘tarihsiz halklar’ın tarihin failleri olarak ele alındığı, tarihin sınırsızlaştırıldığı bir tarih anlayışının örneğini verir. Olson, Kürt halkının tarihe katılışını incelemeden Türkiye-Osmanlı tarihi yazmak, “Amerikalı zencilerin tarihini ve etkisini incelemeden Amerikan tarihini veya Sovyet Müslümanlarının tarihini ve tesirini incelemeden Sovyet tarihini yazmaya benzer” demektedir. Türk/Kürt ulusallıklarının oluşumunun köşe taşlarını siyasî tarihçiliğin alanından yeni malzemeler sunarak tartışırken, belgesel tarihçiliğin ötesine geçerek toplumsal tarihi de tartışır. Tarihyazımı konusunda kuramsal bir tartışmaya girişmediği halde, tarihî bir oluşsallık (contingency) alanı olarak gören, bu sayede ciddi bir tarih metni ortaya çıkaran Olson, asıl konuları olan Kürt milliyetçiliğinin oluşumu ve Şeyh Sait İsyanı’nı anlamak için, 1858 Osmanlı Toprak Kanunu’ndan Büyük Britanya’nın Ortadoğu siyasetinin dönüşümlerine, Kürt-Ermeni ilişkilerinden Türk-Yunan savaşına, Hamidiye Alayları’nın kurulmasından İngiliz Hava Kuvvetleri’nin tarihine kadar farklı alanlardaki tartışmalara hem katkıda bulunmakta, hem de bu alanların bir sentezini yapmaktadır. Bu arada, Olson’ın kitabına ek olarak yayımladığı bir belge de hayli önemli: Belgede TBMM’de tartışılan Kürdistan’a özerklik yönünde bir kanun tasarısı özetleniyor. Olson’ın aydınlattığı tarih manzarasında Türk-Kürt, ulusallık-dinsellik, siyasî-toplumsal kutuplaşmaları değil, tarihin çok etkenli ‘oluş’u gözler önüne seriliyor. Bu tarih manzarasında, yalnızca Türkiye, Büyük Britanya ve İran devletlerinin, Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin, Arapların, Türkmenlerin, Süryanilerin tarihini yapmıyor; ‘tarihsiz halklar’ da hem birbirlerinin, hem de ilişkide oldukları devletlerin tarihlerine katılıyorlar. Bir anlamda, Olson’ın tarih anlatısı, oluş halindeki tarih’i anlamak açısından iyi bir klavuz olduğu kadar Türkiye’de yaygın, kutupsal tarih anlatılarına da bir panzehir oluşturuyor.

Bu bağlamda, Olson’ın da geniş çapta kullandığı iki tarihsel sosyoloji metnine dikkat çekmek gerekir. Kürt toplumsal tarihi alanında kuşkusuz en yetkili isim olan, İslâm sosyolojisi araştırmalarıyla da tanınan sosyolog Martin van Bruinessen’in Ağa, Şeyh ve Devlet -Kürdistan’ın Sosyal ve Politik Örgütlenmesi4 ve makalelerini derlediği Kürdistan Üzerine Yazılar5 kitapları, asıl muhatabı olması gereken Türkiyeli okur tarafından henüz tartışılmaya başlanmadı. Bu iki kitap, van Bruinessen’in yirmi yılı aşkın bir ilgisinin ve hem kuramsal olarak hem de doğrudan gözlem yoluyla gerçekleştirdiği uzun bir araştırma hayatının sonucu. Van Bruinessen, bu iki eserinde, sosyolojik bir araştırmacı ilgisiyle aydın duyarlılığını birleştiriyor. Sosyal bilim metinleri olarak da hayli dikkat çekici olan eserler, Türkiye insanı için çözümü aciliyet kazanmış olan ‘Kürt sorunu’na hem tarihsel olarak, hem de sosyo-politik olarak geniş bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Van Bruinessen, bir taraftan Kürt beşerî coğrafyasının ve tarihinin ana hatlarını çizerken, bir taraftan da aşiret yapısı, aile yapısı, tarikatlar, İslâm dini ve Kürt ulusalcılığının eklemlenmesi, Barzani ve PKK hareketleri üzerine kendi alanının en yetkin ismi niteliğini hak eden derin tahliller sunuyor.

Ağa, Şeyh ve Devlet, isminden de anlaşıldığı gibi, Kürdistan beşeri coğrafyasının toplumsal ve siyasî örgütlenmesinde üç temel fail grubunun, ağaların, tarikat şeyhlerinin ve ulus-devletlerin (Türkiye, İran ve Irak) oynadıkları rolü, etkileşimlerini ve Kürt insanının toplumsal-siyasî kimliklerinin oluşum sürecini ve yapılarını irdeliyor. Kitabın birinci bölümünde, toplumsal coğrafya, iktisadî süreçler, jeopolitik konum ve Kürt milliyetçiliğini ana hatlarıyla tartışan van Bruinessen, ikinci bölümde temel toplumsal yapılar ve kurumları inceliyor. Üçüncü bölümde, Kürt aşiretleri ve emirliklerinin Osmanlı Devleti ile siyasî, askerî ve hukuki ilişkileri ve Osmanlı tarihine katılımları tartışılıyor. Dördüncü bölümde, İslâm’ın Kürt coğrafyasında aldığı biçimler ve tasavvuf tarikatlarından Nurculuğa farklı dinî oluşumların Kürt toplumsal formasyonundaki yeri irdeleniyor. Kitabın beşinci bölümünde ise, ‘Şeyh Sait İsyanı’ başlığı altında Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş devrinde Kürt ulusalcılığının unsurları, Şeyh Sait İsyanı’nda uluslararası etkenler, ulusal-dinsel eklemlenmesi ele alınıyor.

Van Bruinessen’in daha yakından bakmamızı sağladığı Kürt toplumsal-siyasî formasyonu, uzun zaman modernizasyon kuramlarının egemenliğinde kalmış olan sosyal bilimler açısından da ilgi çekici bir alan oluşturur. Van Bruinessen, her iki kitabında da Kürt toplumsal-siyasî formasyonunda aşiretsel, tarımsal, dinsel, sınıfsal ve ulusal ‘yapı’ların modern dünyada nasıl olup da birarada yeraldıklarını tartışmakta, bu bağlamda ‘yapı’dan ‘süreç’e geçmekte, Olson’ın da daha sonra yaptığı gibi toplumsal-siyasî alanı bir oluşsallık alanı olarak anlamayı mümkün kılmaktadır.

Van Bruinessen, bu noktada, devletlerin Kürdistan’daki egemenliklerinin diğer bir ögesini ise, aşiret liderleri ile kurulan ittifakların oluşturduğunu göstermektedir. Osmanlı Devleti’nin 19. asırda yazılı hale getirdiği Toprak Kanunlarının işlevselliği, bu açıdan gerek van Bruinessen’in, gerekse Olson’ın kitaplarında vurgulanmıştır. Olson, II. Mahmut dönemi Toprak Kanunu’nun devletin merkezileşmesi ve Emir Bedirhan’ın isyanı bağlamında, Kürdistan’da liderliğin emirlerden şeyhlere geçmesine neden olduğunu anlatır.

Van Bruinessen ve Olson’ın çalışmaları, bu anlamda Osmanlı tarihi yazımlarında etrafından dolaşılan bir alanı Osmanlı tarihçilerinin dikkatine sunmak gibi önemli bir hizmeti de yerine getirmektedirler. Osmanlı tarihinde Kürdistan’ın yerini hatırlatan ve bu alanda araştırmalar yapmış olan diğer bir tarihçi ise, Ermenistanlı Kürt tarihçi Celile Cemil olmuştur. Celile Cemil’in Türkçeye çevrilen ilk kitabı olan 19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtler, van Bruinessen ve Olson’ın elimizdeki çalışmalarında kullanmamış oldukları bir kaynaktır.6

Celile Cemil, Kürt ulusal kimliğinin ve milliyetçiliğinin 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başındaki gelişimini pek kullanılmamış malzemelere başvurarak değerlendirmektedir. Cemil’in Rusya, Sovyet ve Gürcistan arşivlerinin yanısıra, hatırat, seyahatname ve şarkiyat metinlerinden yararlanarak yazdığı kitabın temel konusu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürt emirliklerinin siyasî-hukukî yapısı ve merkezî devletle ilişkileri. Bu açıdan, Botan Emirliği ve Emir Bedirhan Bey ‘isyan’ına özel bir önem atfediyor. Cemil, Kürdistan tarihini Kürt halkının özgürlük mücadelesinin tarihi olarak okuyor. Cemil’in eseri, tarihin Türk-Kürt halkları arasında diyalektik mücadele tarihi anlayışına katkıda bulunan metinlerden biri olmakla birlikte, sağladığı ‘aramadde’nin zenginliği ve titiz tarihçiliği ile kaydadeğer. Özellikle Bedirhan İsyanı’nı doğrudan konu edinen ve konuya ilişkin malzemeyi değerlendirmeye sunan, dahası Osmanlı döneminde yoğunlaşan tek genel kitap olması, Cemil’in kitabına ayrıcalık kazandırıyor.

Van Bruinessen ve Olson’ın aksine, Osmanlı İmparatorluğu’nun son asrında bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına yeterli dinamikler olduğunu düşünen Cemil, Bedirhan İsyanı’nı bir ulusal bağımsızlık hareketi olarak görmektedir. Cemil’in sunduğu veriler yabana atılamayacak cinsten olmakla birlikte, sorunlu bir alanı sorunsuz varsaydığını kaydetmek gerekir. Cemil’in bağımsız devlet tezi inandırıcı olsa da, ulus-devlet kurmaya yönelmiş bir ulusal hareketten sözetmek için erkendir. Gerçi, Bozarslan’ın yayımladığı Mem u Zin, daha 17. yüzyılda bir medrese aydınının ulusal bilincine tanıklık eder.7 Fakat 19. yüzyıl sonunda Kürt aydınlarının ulusalcı ideolojik ve pratikleri için bile ‘ulusal bağımsızlık hareketi’ tanımı erkendir.8

Ulusal bir hareketten sözetmek için ulusalcı ideolojinin kitleselleşmesini beklemek gerekir. Şeyh Said’in dinî sloganlarla örgütlediği hareket, bu bakımdan dönüm noktası teşkil etmiştir.9 Kadri Cemilpaşa’nın anıları, bu dönüşümün canlı bir tanıklığını sunmaktadır.10 Mehmet Bayrak’ın yayıma hazırladığı kitap, 1908 Meşruiyeti ile Dersim İsyanları’nın bastırılması arasında Türkiye’de, Mehabad Cumhuriyeti döneminde İran’da ve Bağdat Paktı’na değin Irak’ta Kürt ulusal mücadelesini yaşamış olan Kadri Cemilpaşa’nın gözlemlerini yansıtır. Türkiye’de Kürt ulusalcılığının Meşrutiyet dönemi ile baskı ve sürgün dönemi arasındaki dönüşümü, Türkiye devlet-ulusalcılığının bu dönüşümdeki rolünü bir kez daha gündeme getirmektedir. Kürdistan’ın her bölgesinde, bölge üzerinde ‘egemenliği’ olan devletlerin, uluslararası siyasetin şiddetiyle karşılaşan Cemilpaşa, 1969’da hâlâ umutludur: Ona göre Kürd’ün sorunu cehalettir; geleneği temsil eden dinî duygulara karşı çağdaşlığı temsil eden millî duygulara sarılmak, demokratik yöntemlerle mücadele etmek, ilerlemek gerekir.11

Cemilpaşa’nın kitabı, Kürdistan ve Jin (Hayat) dergilerinde, Bedirhanlar’ın yazılarında temsil edilen, bugün de bazı Kürt sosyalistlerinin sürdürdüğü demokratik-aydın kimlik mücadelesinin temel metinlerinden biridir.

Aynı tarihsel sürece tanıklık etmiş olan ve eserlerinde daha sosyolojik gözlemlere yer veren Nuri Dersimi ise, Hobbesgil bir insan doğası kuramına dayanarak, tepkisini ‘intikam’ çağrısıyla dile getirmektedir.12 Kısacası, ulusalcılığın ‘iki yüzü’ vardır ama (hâlâ) şizofreni değildir.

Tekrar van Bruinessen’e dönersek, Kürdistan Üzerine Yazılar adlı kitabındaki ilk dört makale Kürt toplumunda dinsel ve ulusal kimliklerin ve süreçlerin eklemlenme biçimleri üzerinedir. “Kürdistan’da Din” başlıklı makalede Kürdistan’ın dinsel mozaiğini sergilemekte, dinî modernizm ve radikalliğin biçimlerini ve ilk milliyetçilerden PKK’ya dek, milliyetçilerin İslâm karşısındaki tavırlarının gelgitlerini tartışmaktadır. İkinci makale, “17. Yüzyıl Kürdistan’ında Nakşibendi Tarikatı”, bir tarikat tarihi denemesi olmak açısından ilgi çekici olabilir. Yazarın Kürt Nakşibendiliğini Endonezya Nakşibendiliği ile karşılaştırdığı “Kürtler Arasında Bir Siyasî Protesto Aracı Olarak Nakşibendi Tarikatı”, İran İslâm Devrimi’nin tartışıldığı bir atmosferde, dinî yapılardan siyasî program ve lider çıkması sürecinin koşullarını tesbit etmeye yönelik bir denemedir. “Osmanlıcılıktan Ayrılıkçılığa: Şeyh Sait Ayaklanması Din ve Etnik Arka Planı” adlı makale ile birlikte bu ilk dört makale, İslâmî radikalizm tartışmaları açısından da önem kazanmaktadır.

Dördüncü makale ile birlikte, dinî cemaatlerin toplumsal–siyasî dil ve kimlik oluşumu sürecindeki tarihsel mevcudiyet biçimleri izleğinden ulusallık izleğine geçiş yapılmaktadır. “Kürt Toplumu ve Modern Devlet: Ulusallaştırmaya Karşı Etnik Ulusçuluk” adlı makalede, Kürt milliyetçiliklerinin, Kürt topluluklarının sınırları içinde yeraldığı modern ulus-devletlerle olan ilişki içinde dönüşümü tartışılmaktadır. Van Bruinessen, temel bir sorunu tartışmaktadır: Birinci Dünya Savaşı ertesinde Kürdistan coğrafyası parçalanmıştır. Ancak, bu Kürt ulusunun parçalanması anlamına gelmez. Zira, Kürt aşiretlerinin ve köylülerinin etnik kimlikleri etrafında ulus haline gelmeleri, ancak modern ulus-devletlerle ilişkileri içinde gerçekleşmiştir.

Van Bruinessen, “Kürt Aşiretleri ve İran Devleti: Simko Ayaklanması” ve “Milliyetçilik ve Din Sorunu: İran’daki Kürt Direnişi” adlı makaleleri ile tartışmayı İran’da yoğunlaştırır. Bu üç makale, modern ulus-devletin “ulusal sorun” karşısındaki tavrının karşılaştırmalı bir tartışmasını sunar. ‘Kürt (ulusal) sorunu’nun oluşum sürecini (kurulu ulus-devletler açısından ‘Kürt sorunu’, Kürt milliyetçiliği açısından ‘Kürt ulusal sorunu’), siyasî süreçlerle birlikte dönüşmesini ve günümüzdeki durumunu tartışan van Bruinessen, İran ve Irak’a kıyasla Türkiye’de bir siyasî çözüm olasılığının daha güçlü olduğunu ileri sürmektedir.

İran ve Irak Arasında Kürtler” adlı makalede, Irak’ta Saddam rejiminin, İran’da İslâmî rejimin kurulmasını takibeden Körfez Savaşı’nın sürmekte olduğu bir siyasî konjonktürde İran ve Irak’taki Kürt siyasî partileri arasındaki çatışmalar ve Kürt ulusal hareketlerinin savaşan taraflarla ilişkileri tartışılmaktadır. ‘Kürt (ulusal) sorunu’nun İran ve Irak’taki dönüşümlerini incelemek, Türkiye’deki durumu anlamak açısından ufuk açıcı olacaktır.

Türkiye Kürtleri”, Türkiye’deki Kürt siyasî hareketinin Kürt aydınlarıyla sınırlı bir kültürel kimlik sorunu olmaktan kitleselleşmeye doğru seyretmiş olan tarihini, Kürt siyasî oluşumları arasındaki farklılaşmaları ve Türk solunun tavrını tartışmakta, kitleselleşmenin koşullarına ışık tutmaktadır. “Gerilla Savaşı ve Siyasi Cinayet Arasında: Kürdistan İşçi Partisi” adlı makalede ise, van Bruinessen, PKK’nın 1984’te başlattığı gerilla savaşının niteliklerini tartışmaktadır. Van Bruinessen, PKK’nın kitlesel destek kazanmasında Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt siyasetinin oynadığı rolün önemini vurgulamaktadır.

II.

Kitapları tanıtırken sorunsuzlaştırarak kullandığım, ama gerçekte hayli sorunlu olan bir noktaya dönmek durumdayım.

Toplumsal formasyonun ‘oluşsal’ tarihi, çelişkili bir ifade kuşkusuz. Gerçekte, İsmail Beşikçi’nin çalışmalarında olduğu gibi, van Bruinessen ve Olson’ın çözümlemelerinde de yapısal yöntemle süreçsel yöntem birlikte kullanılır. Dahası, yapısal olanla süreçsel olan arasında bir gerilim de yoktur; süreçsel olan, yapısal olanda özdeşleşmiş, yapısal olana indirgenmiştir. Bu, temelde süreçlerle ilgilenen Olsan’ın çözümlemesinde açıklığa kavuşur: Süreci vurgulamak, yapı ile süreç arasındaki gerilimi korumak için yeterli değildir. Bu gerilim, ancak üçüncü bir alana geçerek korunabilir: ‘Oluşsallık’ alanına. ‘Oluş’u görmek için kapanmışlık, tamamlanmış ifade eden ‘toplum’ teriminden vazgeçmek gerekir.

Laclau ve Mouffe’nin başka bir bağlamda vurguladığı gibi, ‘Türk toplumu’ ifadesi yerine pekâlâ ‘Türk ulusu’ denilebilecekken, ‘toplumsal formasyon’ teriminin ne anlamı kalır.13 ‘Ulusal toplum’ terimi ise, ‘sahih’ bir terimdir; söylemsel kurgunun kendi kendini açıkladığı bir andır. Çünkü ‘ulus-devlet’ ve ‘toplum’ kategorileri birlikte oluşmuştur. Ulus-devleti toplumdan ayırmak (çağdaşlık, toplumun devlette özdeşleştiği bir süreçtir) çelişkilerini barındırır. Öte yandan, ulus-devleti olmayan bir Kürt toplumundan/ulusundan sözetmek ikinci bir çelişkidir. Oluşmakta olan (ki bu süreç Kürt aydınlarının çağdaşlıkla karşılaşmasıyla, yani 19. yüzyılın ikinci yarısının İstanbul’unda başlar) bir Kürt toplumundan sözetmek daha anlamlıdır.

Siyasî bir tavır (hegemonya söyleminin bir ögesi) olarak ‘toplum’ yerine, siyasî bir karşı tavır (karşı-hegemonya söyleminin bir ögesi) olarak ‘toplaşım’ (Simmell’in ‘sociation’ından) terimini önereceğim.14 İki terim arasındaki fark, iki ayrı okumaya, iki ayrı stratejiye işaret etmektedir. ‘Toplum’un tamamlanmamışlığını (toplaşım olmasını) vurgulamak, iktidar ile insanlar arasındaki gerilimi vurgulamanın bir yoludur. Bir karşı-hegemonya stratejisine dayanak oluşturabilecek gerilimlerden birisi de, bu alanda ortaya çıkmaktadır.

Karşı-hegemonya stratejisinin temellendiği diğer, ilişkili bir alan ise, Kürt kimlik mücadelesi ve ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ meselesidir. Türk ulusal kimliği ve Kemalist egemenlik, Kürt (ve Müslüman, Ermeni, Rum…) kimliğini ‘başkalayarak’ kurulmuştur. Batı’nın Doğulu dünyaya karşı bilgi/iktidar siyaseti (Oryantalizm), Türkiye’de bu alanda yeniden üretilmiştir ve üretilmektedir.15 Öyleyse, ‘inkâr edilen’ Kürt kimliği, Türk ulusal söyleminin içindedir; söylem, Türk-Kürt, Türk-Ermeni, Türk-Yunan, laik-Müslüman, çağdaş-geleneksel… ikilikleri üzerine kurulmuştur, kurulmaktadır. ‘Kürt kimlik mücadelesi’, bu yapıyı ‘tersine çevirmekte’, Kürt olmanın ‘değerini yeniden kazanmasını’ sağlamaktadır.16

Oysa, bundan farklı olarak, ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ ilkesine dayalı bir siyaset, ‘mazlum ulusun’ kimliğini aynı değer ekonomisi içinde kurmak durumundadır. Tarihin ulusalcı bir imlem (referans) çerçevesinde okunması, her halükârda bir ‘öteki’ ulusun tanımlanmasını gerektirir. Dahası, ‘aynı-ama-özdeş-değil’liğini (diferans) dayatan bir söylem, böylelikle kendi imlediği beşerî coğrafyayı ‘aynı-ve-özdeş’ kılma tehlikesini de böylelikle içermektedir.17 Bir karşı hegemonya stratejisinin ulusal imlem çerçevelerini reddetmek durumunda olması bu yüzdendir.18 Bunun yerine, Mutman ve Yeğenoğlu’nun belirttiği gibi, “Aydınlar için bugün en güç ve karmaşık demokratik görev, toplumsal muhalefet ve dirençleri önceden kodlayan, adlandıran, değerlendiren, kimliğini içeren söylemsel ekonomiler veya yapılar karşısında sürekli, yapısal bir uyanıklıktır”.19

HEGEMONYA, ŞİDDET VE KAMUSAL ALAN

I.

Van Bruinessen’in kitabı, sorunsalı bu olmamakla birlikte, hegemonya ve karşı-hegemonya’nın Kürdistan siyasî-kültürel coğrafyası bağlamında da tartışılmasını davet ediyor. Zira, ‘birincil bağlılıklar’ın, başka bir deyişle modern-öncesi kimliklerin modernlik durumunda da sürmesinin koşullarını terimlerin imâ ettiği modernizasyon yaklaşımını aşarak belirlemeye çalışan van Bruinessen, ‘Kürt toplumlarının’ siyasî kültürlerini ayrıntılı biçimde tanımlıyor. Gerek Olson’ın, gerekse van Bruinessen’in göstermiş oldukları gibi, Cumhuriyet’in ilk döneminde Türkiye Devleti Kürdistan’da hegemonya, yani zora dayalı olmayan, bilinçler üzerinde bir egemenlik kurabilmesini mümkün kılacak koşulları tüketmiş; bu durum, zora ve inkâra dayalı politikalarda ısrarın sonucu, günümüze değin süregelmiştir.20 Bu durumda, Kürt milliyetçiliğinin 1920’lerde ve 1980’lerde ‘terör’ veya gerilla yöntemlerine bel bağlamış olmasının niteliği üzerinde düşünmek gerekir. Bu noktada, Türkiye’de pozitivist ‘kitle psikolojisi’ terimleri, hegemonyanın önemli bir unsurunu oluşturur. Bu söylem içinde, Kürdistan’da şiddet, Kürt toplumsal kültürünün ayrılmaz bir unsuru olarak alınmaktadır. Örneğin, PKK olgusunu ifade etmek böylelikle mümkün olmaktadır. Oysa, van Bruinessen ve Olson’ın tarihsel-sosyolojik bir perspektiften göstermiş oldukları gibi, Kürdistan’da şiddetin ana unsuru devlettir. Eleştirel toplumsal kuramın hegemonya terimiyle veya liberal ‘kanun hükmü’ terimiyle kavramsallaştırıldığında, Türkiye’de zahirî bir ikilik vardır.

Bu bizi Foucault-Poulantzas tartışmasına gönderen bir sorun. Foucault, çağdaş iktidarın çağdaşlık söylemine içkin olduğunu, iktidarın alanının bireylerin zihin yapıları olduğunu, şiddetin çağdaş bir iktidar yöntemi olmadığını belirtir.21

Buna karşın Poulantzas, Gramsci’nin hegemonya kavramına başvurarak, çağdaş iktidar söyleminin şiddeti dışlamadığını vurgulamaktadır. Weber’in açıklamış olduğu gibi, çağdaş iktidarın en belirgin yönü, devletin meşrû şiddet tekelidir.

Arendt, iktidarın şiddet kapasitesinin hiçbir zaman çağdaş devlette olduğu kadar geniş olmadığını belirtirken, çağdaş siyasî deneyimin bu hayati veçhesini vurgular.22

Diğer yandan, şiddete karşı şiddetin kaçınılmazlığı da sorunlu bir saptama olacaktır. Marcuse’nin şu değerlendirmesini hatırlamak gerekir: “…ben ezilen, yenilgiye uğratılmış azınlıkların kanun çerçevesindekiler yetersiz görüldüklerinde kanundışı yollara başvurmaları için ‘doğal bir direnme hakkına’ sahip olduklarına inanmıyorum. Kanun ve düzen her zaman ve her yerde kurulu hiyerarşinin koruyucularının kanun ve düzenidir; kanun ve düzenin mutlak otoritesine, bu kanun ve düzen altında acı çekenlere (kişisel çıkar, kişisel intikam için değil, insan olmak istedikleri için), savaşanlara karşı harekete geçmesi için çağrıda bulunmak saçmadır… Zorbalığa başvurduklarında zorbalık zincirine yeni bir halka eklemezler; tam tersine yerleşmiş zorbalığı kırarlar. Saldırıya uğrayacaklardır, bunun rizikosunu bilirler. Eğer bu rizikoyu göze almada kararlı iseler, bir ‘üçüncü şahsın’, hele hele eğitimcilerin ve aydınların kendilerine bu işten vazgeçmeleri konusunda ‘vaaz vermeye’ hiç hakları yoktur.”23 Başka bir deyişle, ‘hukuk devleti’nin temelini oluşturan ‘toplumsal sözleşme’ devlet tarafından ihlâl edildiğinde, ‘hakları’ ihlâl edilen kollektif bir taraf imzasını geri çekmek, direnmek için şiddete başvurmak hakkına sahiptir. Liberal söylem, bu gerilimi reddederek muhafazakârlıkta erimiştir. Fakat, ‘direnme hakkı’nın vurgulanması da sorunu çözmez. ‘Burjuva toplumu’nun bağrında doğan; belki daha doğrusu, ‘çağdaş toplum’un ‘burjuva toplumu’ olmasını mümkün kılan ‘kamusal alan’ın bir yandan ileri kapitalizm, diğer yandan Berman’ın ‘azgelişmiş modernizm’ dediği tarihsel koşullar altında etkin ol(a)mayışı, çoğunlukla ‘direnme hakkı’nın şiddete-karşı-şiddet anlamına gelmesine neden olmaktadır.24 Oysa, kamusal eylem olanaklarının tükendiği saptaması da sorunsuz bir saptama değildir. Berman, kamusal alandan yoksun olarak kurulan mutlakiyetin Petersburg’un da (tıpkı modernist mimarların ürünü olan Brasil ya da Batıkent) gibi kamusal alanların direniş eylemleriyle oluşturulduğunu anlatır. Daha önemlisi, Habermas’ın belirttiği gibi, ‘çağdaşlık tasarısı’ tamamlanmamıştır. Çağdaşlığın içerdiği liberal demokrasi ve hukuk devleti söylemi, kapitalizm ile ulus-devletin eklemlendiği süreçte, gerçekten de belâgatten öte gitmemiştir. Fakat, bu söylemin içerdiği ‘kanun önünde eşitlik’, ‘halk egemenliği’ gibi kavramlar, Berman’ın modernizmin içeriği olarak tanımladığı ‘kamusal dönüştürücü eylem’le belli ölçüde hayata geçirilebilmiştir. Laclau ve Mouffe’nin ‘radikal demokrasi’ tasarısı, bu anlamda demokrasinin derinleştirilmesi, belâgatin kamusal eyleme uyarlanmasını içerir. Bu bağlamda, farklı direniş söylemlerinin ‘aynı-ama-özdeş-kılınmadan’ ortak bir hegemonya stratejisinde eklemlenmesi, tamamlanmışlık anlamında ‘toplumun imkânsızlığı’ ölçüsünde olasıdır.

Öte yandan, Marcuse’nin ‘direnme hakkı’ tanımının içerimlediği kitlesel-kendiliğinden şiddet, çağdaş devlet koşullarında otoriter örgütlülüğü gerektirmektedir. Örneğin PKK, ‘devrimci şiddet’ uygularken yalnızca kendine yönelik şiddeti meşrûlaştırmakla kalmamış, kendi denetiminde olmayan siyasî konum ve failleri de ‘hain’ olarak tanımlayarak ‘aynı’ olmayanlara karşı şiddet uygulamıştır. Devrimci şiddetin bu çıkmazı, tüm devrimci örgütlenmelerin de çıkmazı olmuştur. Otoriter örgütlülük, kapitalist devleti yıkmak yerine, mikro ve makro düzeylerde yeniden üretmiştir. Kamusal dönüştürücü eyleme dayalı radikal demokrasi tasarısı, kuramsal kaygılardan önce, sosyalizmin bu tarihsel deneyiminden kaynaklanmaktadır.

II.

Hukuk devleti’, elbet yalnızca Türkiye’de sorumlu bir kavram olmamıştır. Meşrûiyetini ulusalcı bir imlem çerçevesinde sağlama alabilen her devlet, kendi kurduğu hukuku belli ölçülerde esnetebilmiştir. Öyleyse, her ‘çağdaş’ devletin ulus-devlet ve hukuk devleti olmasını sağlayan; yani edimlerinin bir taraftan burjuva hukuku, diğer taraftan ‘ulusal çıkarlar‘, hikmet-i hükümet terimleriyle açıklanmasını gerektiren nedenler üzerinde durulmalıdır. Bu eklemlenme, Avrupa’da mutlakiyetçi devlet ve Standestaat (zümre devleti) kurumlarının bir meşrûiyet ilkesi olarak ulusalcılıkla birlikte yeni dönüşümler geçirmesi sonucu başlamış, ama tamamlanmamıştır. Avrupa’da oluşan bu cumhuriyetçi formasyonun Türkiye gibi ülkelere taşınması, çağdaşlık söyleminin yayılmasıyla başlamış; hukuk devletinin içerimlediği nosyonlar, uluslararası metinlerin kabulüyle gelişmiştir.

Türkiye’de devletin ulusalcı imlem çerçevesine başvurarak hukuku nasıl çiğneyebildiği, Kürdistan ve Dev-Sol’a yönelik politikalarında örneklenmektedir. Ömer Laçiner, devletin ‘terör’e yönelik politikalarını eleştirirken bu gerçeği ortaya koymaktadır: “eğer ortada gerçekten bir ‘terörizm’ ve teröristler sorunu olduğundan bahsedilecekse bunun ön şartı, o ‘terörist’lerin eylemlerine gerekçe yaptıkları meşrû talepler doğrultusunda faaliyette bulunmanın etkin demokratik kanal ve imkânları var ve işliyor olmasına karşılık, birilerinin bunları reddedip, zor ve şiddet yolunu tutturmuş olmalarıdır. (…) Türkiye’de ise bırakınız demokrasiyi, onun daha alt bir aşaması olan ‘hukuk devleti’ bile ciddi sorunların olmadığı dönemlerde işleyebilen, bu tür sorunlarla karşılaşıldığında ise sıyrılıp atılması gereken bir kılıf olarak görülegeldi.”25 Demokrasi vaadleriyle gelen DYP-SHP koalisyonu bile, ‘hukuk devleti’nin bir aldatmaca olduğu kanısının gelişmesini sağladı. Demirel, alkışlı-bayraklı katliamları ‘toplumsal destek sağlanmıştır’ şeklinde değerlendirirken, İnönü ise, “bana güvenlik güçleri adam öldürüyor dedirtemezsiniz; dersem, bir daha o işi yapamazlar” diyebiliyordu.

Hukuk devleti’ kavramlarının, üstelik de uluslararası sorumlulukların nasıl çiğnenebildiğini anlatan Filiz Çulha ve Faruk Alpkaya ise, devletin ikili (yasal-siyasî) meşrûluk temellerinin sağlamlığı halinde, yurttaşların devletin yasadışı edimlerini sorgulamadan kabul ettiklerine dikkat çekmişlerdi. Çulha ve Alpkaya, bu durumun “yasa yapıcının temellerinin ortadan kalkması” ile sonuçlanabileceğini belirtmektedir.26

Fakat, öyle görünüyor ki, kitle iletişim araçlarının devleti kayıtsız koşulsuz desteklemeleri, hattâ suça teşvik etmeleri, ‘toplumsal destek’ sağlamaları bu sorunu ortadan kaldırıyor. Hegemonya söyleminin, ‘laiklik’, ‘devletin bölünmez bütünlüğü’, ‘Atatürk ilkeleri’ gibi kavramlar çerçevesinde sosyal demokrat kesimleri, dahası sol ve radikal kesimleri kapsayacak şekilde genişlemesi, muhalefet tabanlarını hayli daraltmış bulunuyor. 27

Öte yandan, tüm bu gelişmelerin, tavırların netleşmesi, ittifakların ve karşı-hegemonya söylemin unsurlarının yeniden değerlendirilmesini dayatmak gibi olumlu bir yönü de var. Radikal demokrasi yönünde bir kamusal dönüştürücü eylem tasarısı ve koşulları üzerine konuşmak, iletişimi derinleştirmek bu bakımdan önemlidir. Ve radikal demokratik bir siyasetin mümkün olduğunu gösteren en güçlü kanıt, Türkiye’nin 150 yıllık siyasî deneyimidir; çünkü:

Bugün anlamamız gereken, egemenliğin farkı hiçbir zaman indirgeyemediği, indirgenmeye çalışılan her farkın iktidardan öcünü ergeç aldığı, bastırılanın geri döndüğüdür”.28

Kitle iletişim araçlarının terör örgütleri haline geldiği, kamusal alanı oluşturan niteliklerini yitirdikleri bir dönemde, kamusal eylem ihtiyacı gittikçe keskinleşiyor. Sessiz kalmakla onaylamak arasındaki ince çizgi kayboluyor. Bir Nazi kurbanının şu sözlerini bir arkadaşımın evinin duvarında gördüm:

Önce Yahudiler için geldiler – sesimi çıkarmadım, çünkü Yahudi değildim.

Sonra komünistler için geldiler – ve yine sesimi çıkarmadım, çünkü komünist de değildim.

En sonunda benim için geldiler – ve benim için sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.

1 Eric R. Wolf, Europe and the People Without History, 1982, s. ix-x.

2 Gerçi Hobsbawm, Renan’in “Tarihi unutmak ya da tarihi yanlış yazmak, bir ulusun oluşumunda çok önemli yer tutar, bu nedenle de, tarihsel araştırmaların ilerlemeye devam etmesi çoğu zaman sözkonusu milliyet açısından tehlike taşır” saptamasını aktararak, “ulusçuların talep ettikleri tarih, profesyonel akademik tarihçilerin – hattâ ideolojik bakımdan angaje olanlarının bile üretiyor olmaları gereken tarih olmayıp, geriye dönük bir mitolojiden ibarettir” diyor (“Ulusçuluk”, çev. H. Berktay, Birikim 45/46 Ocak-Şubat 1993, s.109). Bu görüş bir yere kadar doğrudur. Fakat, ulusallık daima etnik köken mitolojilerine dayalı olarak kurulmaz. Tarihyazımı, daima söylemin içindedir; daima şimdinin tarihini yazar. Tarihçinin göstermeye çalıştığı ‘gerçekler’, söylemin dışında olan, kurulmamış ‘gerçekler’ değildir. Bu varsayımıyla Hobsbawm, tarihçiliğe söylemdışı, ‘nesnel’ bir nitelik atfediyor.

3 Robert Olson, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Sait İsyanı (1880-1925). Çev. B. Peker – N. Kıraç. Ankara, Öz-Ge Yay., Kasım 1992.

4 Martin van Bruinessen, Ağa, Şeyh ve Devlet -Kürdistan’ın Sosyal ve Politik Örgütlenmesi. Çev. R. Arslan, Öz-Ge Yay., 1991.

5 Martin van Bruinessen, Kürdistan Üzerine Yazılar. Çev. N. Kıraç – B. Peker – L. Keskiner – H. Turansal – S. Somuncuoğlu – L. Kafadar. İstanbul, İletişim Yay., Mart 1992.

6 Celile Cemil, XIX. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürtler. Çev. Mehmet Demir. Ankara; Öz-Ge Yay., 1992.

7 Exmedê Xani, Mem Û Zîn, çev. M. E. Bozarslan, 3.b, İstanbul; Hasat Yay., 1990.

8 Yine Bozarslan’ın yayımladığı Kürdistan (1898-1902) ve Jîn (Hayat) dergileri İttihat Terakki ve sonrası Kürt aydınları ile Kürt ulusalcılığının oluşunu anlamak için en temel kılavuzlardır. Bu liberal milliyetçiliğin ayırıcı niteliği, ‘halklar arasında kardeşliği’ vurgulaması, şiddeti reddetmesi olmuştur. 1908’den sonra yayınlanan Kürt kimlikli süreli yayınlar için bkz., Malmisanij ve Mahmut Lavendî, Rojnamegeriya Kurdî (1908-1992), 2.b., Ankara; Öz-Ge Yay., 1992.

9 Ulusalcılığın dönemlendirilmesi için bkz., Eric Hobsbawn, Nations and Nationalism Since 1780, 1990.

10 Kadri Cemilpaşa (Zinar Silopî), Doza Kürdistan, 2.b., yayıma hazırlayan M. Bayrak, Ankara; Öz-Ge Yay., 1991.

11 Cemilpaşa’nın da dahil olduğu Kürt aydınları grubu, liberal bir ulusalcılığı temsil etmektedirler. Hobsbawn, bu siyasî tavrı şöyle tanımlamaktadır: “İnsanların oluşturduğu toplumsal, siyasî ve kültürel birimlerin ölçeğini genişletmeyi, sınırlamak ve ayırmak yerine birleştirmeyi ve yaymayı amaçlamaktaydı” (“Ulusçuluk”, 1993, s. 110). Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan bu Kürt liberal ulusalcılığının mantıki sonucu, bir Türk-Kürt-Ermeni federasyonu gibi görünüyor.”

12 Nuri Dersîmî, Kürdistan Tarihinde Dersim, 4.b, Diyarbakır; Dilan Yay., 1992; Hatıratım, 2.b, yayına hazırlayan M. Bayrak, Ankara; Öz-Ge Yay., 1992

13 Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, çev. A. Kardam – D. Şahiner, İstanbul; Birikim Yay., 1992, s.115 vd.; Ernesto Laclau, Çağımızın Devrimi Üzerine Görüşler, çev. Ü. Altuğ, (Birikim Yayınları’nca yayıma hazırlanıyor).

14 Simmel’in toplumdan değil, ‘sociation’dan söz ettiğini belirten Mehmet Küçük’e teşekkür ederim. Küçük’ün önerdiği çeviri ‘toplumsama’dır.

15 Edward Said, Oryantalizm: Sömürgeciliğin Keşif Kolu, çev. S. Ayaz. Filistin’e karşı ‘reddiyeci’ tutuma ve tüm taraflar için içerdiği tehlikeler konusunda Chomsky’nin uyarıları, Türkiye bağlamında da okunmalıdır: Noam Chomsky, Kader Üçgeni, çev. B. S. Şener, İst.: İletişim Yay., 1993. Kürt kimlik mücadelesinin bir öyküsü için bkz., Mehmet Bayrak (der), Red ve İnkârdan Kabullenmeye: Kürt Kimliği Mücadelesi (Özgür Gelecek Dava Dosyası), Ank.: Öz-Ge Yay., 1992; İsmail Beşikçi, Kürt Aydını Üzerine Düşünceler,

16 Kimlik konusundaki tercihler Derrida’nın yapı-ayrıştırıcı stratejisinden kaynaklanmaktadır. Derrida üzerine yazılmış kafa açıcı bir sunuş için bkz. Mahmut Mutman – Meyda Yeğenoğlu, “Bilimlerde ve Toplumda Postmodernizm”, Birikim 33 (Ocak 1992). Mutman ve Yeğenoğlu’nun İslâm ve kadın kimlikleri konularındaki gözlemleri hayli yolgöstericidir.

17 Jacques Derrida, Speech and Phenomena, 1973, s. 129 vd.

18 Bülent Peker, “Ulusal Sorun ve Toplumsal Proje”, Birikim 45/46 (Ocak-Şubat 1993); İsmail Soytemiz, “Eğer Tarih Yapacaksak…”, Birikim, 28 (Ağustos 1991). Tanıl Bora, ulusalcı olmayan, farklılığı koruyan böyle bir siyasetin ilk hatlarını veriyor; bkz., “Milliyetçilik: ‘Mikro’ mu, ‘Makro’ mu?” Birikim, 45/46, s.23.

19 M. Mutman – M. Yeğenoğlu, a.g.y., s.54-55.

20 Çokuluslu Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türk ulus-devletine geçiş sürecinde iktidarın (Gellner’ın deyimiyle) “gecenin karanlığından istifade eden” politikalarını (önce Ermenilere, sonra Cibranlı Halil’in öngörmüş olduğu gibi Kürtlere karşı) çok güzel ifade eden Niels Kadritzke, makalesinin “Milliyet ve Zor ya da Mutlu Türk Nasıl Yapılır?” başlıklı bölümünde, Türk milliyetçiliğinin şiarının “Ne Mutlu Türk Olana!” değil “Ne Mutlu Türküm Diyene!” olarak formülleştirilmiş olduğunu belirterek, “Mutlu Türk olmak istemeyen, milli güvensizliği üzerine çeker- örneğin asimilasyona âmade olmayan Kürtler gibi…” diyor (“Milliyetçiliğin Tarihe Şaşırtıcı Dönüşü”, Birikim 45/46, s.92). Bir konuda yanılıyor. Türkiye’de çağdaşlaştırıcı ulusalcılık, Kürtlerin de ‘ulusal eğitim’e tâbi tutulmasıyla sonuçlanmadı. Hegemonya, zorun dışlanması anlamına gelmez. Türkiye’nin Kürdistan politikası, eğitim yoluyla değil, zorla türdeşleştirmeyi içeriyordu. Çağdaş eğitimin olumsuz safhası, Kürdistan’da yaygın medrese eğitimi ortadan kaldırıldı; buna karşılık, olumlu safhaya yaygın olarak geçilmedi. Dolayısıyla, Gellner’ın çağdaşlığa aykırı gördüğü cemaat içi eğitim, Kürdistan’da büyük ölçüde sürdü. Bk. E. Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, çev. B. Ersanlı Beher – G. Göksu Özdoğan, İst.; İnsan Yay., 1992.

21 Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev. M. A. Kılıçbay, Ankara; İmge, 1992. Bu değerlendirme, Foucault’nun iktidar kavramını tüketmez; mümkün okumalardan yalnızca biridir. Fakat Foucault’nun diğer kitaplarıyla birlikte ele alındığında, Poulantzas’ın okumasından yola çıkan bu indirgeyici okuma tümüyle olanaksızlaşır. Foucault’yu anlamaya yönelik daha derin bir okuma için bkz. M. Mutman – M. Yeğenoğlu, a.g.y.

22 Ayrıca, Nikos Poulantzas, State, Power and Sociatism, 1978, s. 76-84. Hannah Arendt, On Violence, 1969.

23 Herbert Marcuse, “Baskıcı Hoşgörü”, çev. T. Akerson, H. Marcuse vd., Görünmeyen Diktatör, İstanbul; Ararat Yay., 1969, s.99. Milliyetçi şiddetin ikilemi için bkz. Ulus Baker, “Milliyetçilikler Meselesi Üzerine Notlar”, Birikim, 45/46, s.41 (3).

24 Berman’ın kitabı, ‘çağdaşlık’ durumunun çelişkileri üzerine mükemmel bir çalışmadır. Burjuva çağdaşlık söyleminin nasıl ‘Faust trajedisi’ne dönüştüğünü anlatan Berman, kamusal eylemi vurgulamaktadır. Bk. Marshall Berman, Everything is solid melts into air (Kafi olan her şey buharlaşır), İletişim Yayınları’nca yayına hazırlanıyor). Çev. Ü. Altuğ.

25 Ö. Laçiner, “Şiddet Kültürü Beynimizin Ortasına Yerleşirken”, Birikim 36 (Nisan 1992), s.4

26 F. Çulha – F. Alpkaya, “TSK’nın ‘Kuzey Irak Harekâtı’ ya da Meşruiyet ve TC”, Birikim 44 (Aralık 1992), s. 58-59.

27 Bu konuda bkz., Ömer Laçiner, “Kürt Sorunu ve ‘Demokratik Çözüm’ ”, Birikim 33 (Ocak 1992) ve aynı sayıda yeralan Tanıl Bora, “Türk Milliyetçiliğinin Ebed-Müddet Bekaa Krizi ve Kürt Meselesi”. Türkiye’de siyasî yelpazenin türdeşleştiğini belirten Laçiner, parlamentoda yeralan partilerin “paylaştıkları siyasî kültürün, düşman sendromu ile belirlenen bir cumhuriyetçilik düzeyini hâlâ aşamadığını” saptıyor (s.3). Bu durumda, ‘demokrasi’ anlayışının örneğin bir HEP’i hazmademediğini belirten Laçiner, ‘demokratik çözüm’den anlaşılanın, Kürtlerin taraf olmadığı, direnişin tümüyle bastırılmasına dayalı bir dayatmadan ibaret olduğunu vurguluyor. Ülkücü milliyetçiliğinin Kürt meselesine ‘vatanın bölünmesi’, ‘dış mihraklar’ gözlüğüyle baktığını belirten Tanıl Bora ise, bu yaklaşımın sosyal demokratlar ve bir kesim sol için de geçerli olduğunu saptıyor (s.19). ‘Kamuoyu oluşturucu aygıtlar’ terimi, bu bağlamda tam yerine oturmaktadır. Ayrıca, Necmi Erdoğan’ın sosyal demokrasi çözümlemesi, sosyal demokratik politikanın Özalcı ‘ulusal-popüler’ irade söylemine nasıl eklemlendiğini gösteriyor. Bk. “Türk Sosyal Demokrasisinin Hal-i Pür Mealî”, Birikim 33 (Ocak 1992). Bu eklemlenme gerilimli olmakla birlikte, İstanbul’daki son katliam üzerine Erdal İnönü’nün demeci ve Ali Sirmen’in yazısı, sosyal demokratların ‘hukuk devleti’ anlayışı konusunda dehşet verici iki örnektir. Buna karşın, aynı gün SHP İstanbul örgütü, “ ‘yargılı infaz’ değil, katliam” diyerek tavır alabilmiştir. Milliyet, 27 Mart 1992.

28 M. Mutman – M. Yeğenoğlu, a.g.y., s.57.

-Bu yazı Birikim Dergisi’nin 49.sayısında yayımlanmıştır.

Kürt Kimlik Mücadelesi, Hukuk Devleti ve Radikal Demokrasi yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Hasta Hakları-İnsan Hakları Üzerine Bir Rapor

$
0
0

Uluslararası düzeyde “hasta hakları” üzerine raporlar hazırlayan ve bu hakların geliştirilmesi gibi bir misyonu olan MDRI (Mental Disability Rights International) isimli sivil toplum örgütü geçtiğimiz ay “Kapalı Kapılar Ardında: Türkiye’nin Psikiyatri Kurumları, Rehabilitasyon Merkezleri ve Yetimhanelerinde Yaşanan İnsan Hakları İhlalleri” başlıklı en son raporunu kamuoyuna duyurmuş ve yoğun tartışmalara neden olmuştu.1

Bu raporu, açıklanmasından bir hafta kadar önce inceleme imkanı bulmuş ve destek imzası vermiş biri olarak, raporun kamuoyunda, özellikle de psikiyatri camiasında, algılanış ve değerlendiriliş tarzı üzerine fikirlerimi paylaşmak istiyorum.

Öncelikle rapor, basında çok geniş bir yankı buldu. Hemen her gazetede gerek haber gerekse de yorum olarak rapora epeyce yer verildi.2 Raporu Türkiye’deki hasta ve hasta yakınlarının haklarını savunan dernekler desteklemişlerdi. Konu çok önemliydi, zira bir ülkenin ne kadar medeni olduğunu anlamak için en dezavantajlı kesimlere nasıl muamele edildiği, bu kesimlerin ne tür haklardan yararlandıkları temel önemdeydi ve rapor da bu toplumun en dezavantajlı kesimlerinin yaşadığı kimi sorunlar üzerineydi. Raporda sıralanan hak ihlallerini özetlersek: Devlet psikiyatri hastaneleri için: “…elektroşok tedavisi olarak bilinen EKT’nin kas gevşetici ya da anestezi kullanılmaksızın yani modifiye edilmeksizin yaygın bir şekilde uygulanması, çocuklara (raporda 18 yaş altı “çocuk” sayılmaktadır) EKT uygulaması, EKT’nin gereğinden fazla kullanılması, hastaların aç ve susuz bırakılması, yetersiz rehabilitasyon ve tıbbi bakım, çocuk ve yetişkinlere uygulanan fiziksel kısıtlamalar ve izolasyon, EKT’nin bir cezalandırma yöntemi olarak kullanılması…”3 Yetimhaneler ve rehabilitasyon merkezleri için: “Küçük düşürücü fiziksel şartlar, mahremiyetin tamamen yoksunluğu, aşırı kalabalık, fiziksel baskı kullanımı, özel bakım yoksunluğu, tıbbi yardıma ulaşamama, fiziksel ve cinsel istismarlara karşı koruma önlemlerinin eksikliği. Raporda iddia edilenlerin arasında çocukların yataklara bağlanması, pencerelere tahtalar çakılıp kapatılması, çocukların yattıkları yerlerden ağır idrar ve dışkı kokusu gelmesi, fizyoterapistlerin yokluğu, hareket etmesi ve uyarılması gerekirken çocukların bütün gün yataklarda yatması, kendilerine zarar veren çocukların engellemek için bağlanması ya da ellerine plastik şişeler geçirilip bantlanması vb…”4

Raporun yetimhaneler ve rehabilitasyon merkezleriyle ilgili kısmı psikiyatri kurumlarıyla ilgili kısmına göre o denli infial yaratmadı. Bu kurumların iyi yönetilmediğini genel olarak zaten biliyorduk ve raporda yazılanlar karşısında “yok canım nereden uyduruyorsunuz?” deme cesaretini göstermek zordu. Belki daha önemlisi bu cesaretin taşıyıcısı olabilecek örgütlü bir meslek erbabı bulunmuyordu yetimhaneler ve rehabilitasyon merkezlerinde.5

PSİKİYATRİ CAMİASININ RAPORA TEPKİSİ

Buna karşılık rapor, psikiyatri camiasında ciddi bir huzursuzluk yarattı. Gazetelere, TV’lere demeçler veren psikiyatristler büyük çoğunlukla raporu eleştirdiler, “haksız” ve “abartılı” buldular. Psikiyatristlerin meslek örgütleri de aynı minvalde tepki verdi.6 Psikiyatri camiasının şimdiye kadar rapora verdiği tepki ne yazık ki savunmacılıktan öteye gitmiyor. Oysa buna hiç gerek yok. Rapor, psikiyatristlere karşı ya da onları suçlayan bir rapor değil. Raporun bütünü dikkatle okunursa, ruh sağlığı ve rehabilitasyon hizmetlerine yönelik olabildiğince sistemik bir eleştirinin ortaya konduğunu, bir meslek grubunu toptancı bir şekilde ihlallerden sorumlu tutmak gibi bir pozisyon alınmadığını görüyoruz. Raporda anılan kurumları şu ya da bu düzeyde içeriden bilen ya da bu konularda psikiyatristlerle samimi özel sohbetler yapan herkes bilir ki raporda yazılanlar bizim gerçeğimizdir. Rapordaki bazı noktalarda/ayrıntılarda kimi vurgu farklılıkları olması gerektiği savunulabilir belki ama rapor genel olarak oldukça nesnel bir rapordur.

Oysa şimdi psikiyatri camiası, bu rapora karşı savunmacı bir çizgi benimseyerek ciddi bir stratejik hata yapıyor. Bu raporu arkasına ve diğer ruh sağlığı çalışanlarını yanına alarak, Türkiye’deki yapısal sorunlardan ve kamusal sağlık anlayışının aşındırılmasından kaynaklanan ruh sağlığı ve rehabilitasyon hizmetlerindeki sefil halin radikal bir şekilde reforme edilmesi için kamuoyu oluşturma ve hükümete baskı yapma imkanı, evet maalesef şimdi bu rapor sayesinde, her zamankinden daha çok var. Psikiyatri camiası, rapora karşı savunmacı ve inkarcı bir seferberliğe girişmek yerine, raporun ruh sağlığı uzmanlarının değil, tam da böyle bir raporda olması gerektiği gibi, hastaların, hasta yakınlarının ve de hasta hakları savunucularının gözüyle hazırlandığını anlamaya çalışmalı, bu gözün ruh sağlığı faaliyetlerinin örgütlenmesinde vazgeçilmez önemde olduğunu teslim etmeli ve eleştiri/kampanya enerjilerini, Sercan’ın anılan yazısında belirtildiği gibi, meslek örgütlerinin tüm çabalarına kulak tıkayan ve bir duvar gibi davranan hükümet ve Sağlık Bakanlığı’na yöneltmelidir. Çünkü mevcut durumun mağdurları arasında sadece hastalar değil, psikiyatristler ve diğer ruh sağlığı çalışanları da vardır. Yine Sercan’ın belirttiği gibi, Türkiye’de bir ruh sağlığı yasası bile yoktur. Biz de ekleyelim: Ruh sağlığı yasası olmadığı gibi, psikiyatristler dışındaki, psikolog, klinik psikolog, psikolojik danışman, sosyal hizmet uzmanı, pedagog, psikiyatrik hemşire gibi diğer ruh sağlığı meslek erbabının bir meslek yasası ve ona bağlı olarak kurulacak meslek örgütleri/odaları da yoktur. Sadece bu durum bile ruh sağlığı hizmetlerine Türkiye’de verilen önem ve gösterilen ihtimam konusunda yeterince açıklayıcıdır.

Bütün bu yetersizlikler ve özensizliklerin sonucu olarak, Türkiye’de psikiyatri camiası genel olarak insan hakları ve mesleki hassasiyetleri yüksek kişilerden oluşsa da yapısal sorunlar karşısında çaresiz kalması ve yine Sercan’ın belirttiği gibi kimi durumlarda “iki kötü arasında” seçim yapmaya zorlanması acayip bir durum değildir. Ama acayip olan hasta, hasta yakını ya da hasta hakları savunucuları açısından da bu iki kötü arasında yapılan seçimlerin sineye çekilmesi talebidir. Söz konusu rapor, tam da böylesi kötüler arasında seçim yapma durumunun bizatihi kendisine yönelik sarih bir eleştiridir.

EKT İŞKENCE OLABİLİR Mİ?

Somutlarsak, anestezi ve kas gevşetici kullanmadan, yani modifiye edilmeden, yapılan EKT (elektroşok) dünyada “yapılmaması gerekenler” kategorisinde kabul ediliyor. Türkiye’deki psikiyatri camiası da aynı fikirde, ama devletin psikiyatri kurumlarına yeterince anestezist sağlamadığını, altyapının yetersiz olduğunu ve tedavisiz bırakmak yerine, istemeden de olsa modifiye edilmemiş EKT’nin uygulanabileceğini söylüyorlar. Öte yandan Avrupa İşkenceye Karşı Sözleşme’de modifiye edilmemiş EKT, 2002’den beri işkence addediliyor – ki raporda da bu zikrediliyor. Rapor kimi devlet psikiyatri hastanelerinde (yani bütün psikiyatri kurumlarında değil) modifiye edilmemiş EKT uygulamalarının yaygın olarak kullanıldığını saptıyor ve bunu “işkence” sıfatını da ekleyerek eleştiriyor. Bu saptama ve eleştiriye, Türkiye’de işkenceye karşı mücadelede önemli bir yer tutmuş olan psikiyatri camiasının tepkisi “vay siz bize nasıl işkenceci dersiniz? Modifiye edilmemiş bile olsa EKT bir tedavi yöntemidir” demek olmamalı. Bir kere modifiye edilmemiş EKT’nin işkence olarak nitelenmesi raporun değil, anılan Avrupa Sözleşmesi’nin marifeti. Bunun da nedeni basit: Modifiye edilmemiş EKT’yi uygulayan psikiyatrist tabii ki işkence yapmak amacıyla davranmıyor. Ancak hastanın bu uygulama karşısındaki öznel yaşantısını (korku, kaygı, dehşet, ağrı, acı vb) psikiyatristin niyetinden bağımsız olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu bağlamda modifiye edilmemiş EKT’ye maruz kalan insanların bu uygulamayı işkence-gibi yaşantılaması ve sonradan bunu ifade etmesi çok mu acayip? Bu seslere “ne yapalım şartlar kötü” diyerek kulak tıkamak mümkün mü? İnsanlar sürekli “cephe koşullarında” hizmet almayı neden kabul etsin?

Ek olarak şu da eklenmeli ki bu bahsettiğimiz yapısal yetersizlikler ve özensizlikler, hangi kurumda ve hangi meslek erbabında olursa olsun istismara açık bir hal yaratır. Altyapı sorunlarının, standart ve denetim eksikliklerinin olduğu her durumda birileri çıkacak, örneğin modifiye edilmemiş EKT’yi açık ya da örtük bir şekilde cezalandırma amacıyla bile kullanabilecektir. Bu uygulamayı yapanların yüzde biri bile buna tevessül etse bu çok ciddi bir ihlaldir ve üzerinde durulması gerekir. Çünkü aslolan bu tür şeylerin hiç olmamasıdır. Dolayısıyla psikiyatri camiasının sanki Türkiye’deki her bir psikiyatristin, her bir psikiyatri kurumunun her bir koğuşunda işleri nasıl yaptığını biliyor ve bu iş yapma tarzını savunuyor gibi bir tutum almasının mantıki sonucu bir tür mesleki şovenizm yapmaya varır ki bunun savunulabilir bir tarafı yoktur.

Rapora yönelik tepkiler arasında bir de hezeyani olanlar vardı. Onlar da raporu hazırlayan kuruluşun ABD kökenli olmasına, Soros’tan destek almış olmasına, modifiye edilmemiş EKT için “işkence” nitelemesinin kullanılmasıyla işkenceye karşı politik mücadelenin (nedense!) zarar göreceğine, raporun reform önerileri getirmesi nedeniyle oryantalist olmasına, 3 Ekim öncesi açıklanmasına vb. takıldılar.7 Türkiye, uluslararası sivil toplum kuruluşlarının kendisinin çeşitli halleri üzerine raporlar yayımlamasıyla daha çok uzun 12 Eylül döneminde “işkence raporları”yla tanıştı. O tür raporların kimler tarafından nasıl karşılandığını hatırlıyoruz. Herhalde hâlâ “gizli bir gündemleri olmadıkça neden merkezi ABD’de olan bir kuruluş gelip de bizim psikiyatrik hastalara nasıl muamele ettiğimizle ilgilensin?” diye düşünüyoruz. Artık bakış açısına göre maalesef ya da ne mutlu ki diye başlayabiliriz, dünyanın çeşitli yerlerinde çeşitli insanlar ve bunların oluşturduğu kurumlar, insan hakları, işkence ya da hasta hakları gibi meseleleri öküzün altında buzağı aramadan dert edinebiliyorlar. Nasıl mesela Türkiye’de de herhangi bir milliyetçi gündemi olmadan ilkesel düzeyde Irak’a askerî müdahaleye karşı çıkan insanlar varsa, başka yerlerde de farklı meseleler üzerine ilkesel düzeyde ciddi çalışmalar yapan insanlar/kurumlar var.

TOPLUM-TEMELLİ” BİR YENİDEN ÖRGÜTLENME

Gerek savunmacı refleksler gerekse de komplocu/milliyetçi takıntılar, örneğin söz konusu raporu kapsamlı bir şekilde değerlendirmemizi engelliyor. Birkaç noktaya hapsolup, aslında tüm ruh sağlığı çalışanlarının da mağduru oldukları yapısal sorunlara sınırlı da olsa çarpıcı bir eleştiri getiren bu raporda örneğin toplum-temelli ruh sağlığı hizmetlerinin geliştirilmesi öneriliyor. “Toplum-temelli”, özetle, birçok ülkede nispeten başarılı bir şekilde uygulanan ruh sağlığı hizmetlerinin önemli bir bölümünün ister istemez toplumdan yalıtım temelinde işleyen yataklı tedavi kurumlarında değil de toplumsal yalıtımı en aza indiren ya da kaldıran gündüz hastanelerinde/kliniklerinde ya da uygun profesyonel destekleri sağlayarak evlerde verilmesi demek. Raporun işaret ettiği en önemli perspektif, Türkiye’de ruh sağlığı hizmetlerinin böylesi radikal bir yeniden örgütlenmesi gerekliliği. Nedense rapordan sonra bu perspektifi hiç tartışmıyoruz. Oysa ihtiyacımız olan, hem mevcut uygulamaları dünya standartlarına çıkarmak olmalı, hem de kapsamlı reform önerilerini pişirmek olmalı. Bunun için de sadece psikiyatristlerin değil, tüm ruh sağlığı meslek erbabının kafa kafaya vermesi ve hükümetten/Sağlık Bakanlığı’ndan ricacı olmayı bırakıp bu hizmetleri alanlarla güçlü koalisyonlar kurarak ve toplumsal bir talep yaratarak harekete geçmesi gerekiyor. Böylesi bir hareket için söz konusu rapor ve benzerleri köstek değil, aksine güçlü bir destek olarak görülmeli.

1 Raporun İngilizce ve Türkçe tam metni için: www.mdri.org.

2 Derli toplu iki örnek olarak: Radikal İki’nin 9 Ekim 2005 tarihli sayısında bu konuda iki yazı vardı (Nazan Özcan, “Türkiye’de ruh hastası olmak”; Mustafa Sercan, “Türkiye’de ruh hekimi olmak”).

3 Nazan Özcan, agy.

4 Nazan Özcan, agy.

5 Bu yazı yazıldıktan sonra ortaya saçılan, Malatya’da SHÇEK’e bağlı 0-6 yaş grubu kimsesiz çocukların barındığı bakımevindeki çocukların toplama kampı gibi bir ortamda nasıl “esirgendiğine” dair bütün Türkiye’nin tanık olduğu görüntüler ise epey infial yarattı. (Örneğin: ‘Böyle bakana böyle personel. Radikal, 27 Ekim 2005). Raporun bu konudaki isabeti, hatta az bile eleştirdiği, açıkça ortaya çıktı. Bu ‘Malatya olayı’ ayrı bir yazıda ele alınmayı hakediyor.

6 Kemal Özmen (6 Ekim 2005). Raporun bakış açısı ve üslubu nesnel değil. Bianet. http://www.bianet.org/ 2005 /10/06/68253.htm

7 Talihsiz bir örnek için bkz: Selçuk Candansayar, Birgün, 3 Ekim 2005.

 -Bu yazı Birikim Dergisi’nin 199. sayısında (Kasım 2005) yayımlanmıştır.

Hasta Hakları-İnsan Hakları Üzerine Bir Rapor yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Bireysel Haklar, Kollektif Haklar ve Dil Kaybı

$
0
0

 

 

TRT[1]şeş bi xêr be”. İlk Kürtçe resmî kanalın yayın hayatına başlaması ve Başbakan’ın bu yeni gelişimi Kürtçe olarak hayırlı olsun diye karşılaması, hiç kuşkusuz Türkiye açısından büyük bir değişimi ifade ediyor. Cumhuriyet’in Kürtçe ile kurmuş olduğu ilişkiyi, daha doğrusu Kürtçenin zorlu Cumhuriyet serüvenini hatırlamak, bu değişimin önemini görmek için yeterli olacaktır. Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen sonra 25 Eylül 1925 tarihinde hazırlanan Şark Islahat Raporu’nda, Kürtlerin Türkleştirilmesi amacıyla sokakta Kürtçe konuşma yasağından, “mükemmel kız mekteplerinin tesisine ve kızların mekteplere rağbetlerinin” hızla teminine kadar detaylı önlemler sıralanmaktadır. Kürtçe konuşma yasağını sokağa taşıyan 13. maddede şöyle belirtilmektedir:

“Aslen Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan berveçh-i ati Malatya, Elaziz, Diyarıbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısnımansur, Behisni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair mücssesat ve teşkilatta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçeden maada lisan kullananlar evamir-i hükümete ve belediyeye muhalif ve mukavemet cürmile tecziye edilirler.”[2]

Dönemin milletvekili (TİP) Tarık Ziya Ekinci şöyle anlatmaktadır:[3]

Kürtçe konuşmak yasaklandı. Bizim oturduğumuz Karahasan Mahallesi’ne yakın “Göm”ler vardı… Bu gömlerden köylüler ufak tefek şeyler getirir satarlardı… Bir kelime Kürtçe konuştuğunda, tam 5 kuruş ceza kesilirdi. Zaten bir yük odun da 5 kuruştu… Ben de derdimizi anlatacak kadar Türkçeyi okuldan öğrenmiştim. Bunlar eşyalarını satmaya geldikleri zaman, babam hemen beni çağırır, “Oğlum git bunlarla, onlara ‘Türkçe yardım et!” derdi. Ben de bunlarla gider, pazarlığı ben yapardım. Onlar sadece izleyici olarak kalır, böylece cezadan kurtulurlardı. Her sabah mutlaka kapımız çalınır, beni satışa çağırırlardı. Yaşadığım olay bu!

Kürtçenin karşı karşıya kaldığı bu tarifi zor durum ne yazık ki uzun yıllar boyunca devam etmiş, Kürtlerin “dağlı Türkler” oldukları ve dillerinin de “Farsça, Arapça, Türkçe karışımı bir lehçeler topluluğu”[4] olduğu hem onlara hem de tüm Türkiye’ye yıllarca anlatılmaya çalışılmıştır. Nitekim bu anlatma çabaları Kürtlerde oldukça zengin bir hafıza oluşturmuştur. Kürtçe ıslık çaldığı gerekçesiyle dahi karakola düşen Musa Anter’in[5] Kürtçenin kullanımına dair kişisel hikâyeleri bu ilişkinin trajikomik örnekleriyle doludur. 12 Mart darbesi sonrası komünizm ve Kürtçülük suçlamasıyla mahkemelik olan Musa Anter, savcının “Kürt ve Kürt dili yoktur. Kürtçe 20 kelimeden oluşmuştur. Diğer kelimeler başka dillerdendir” demesi üzerine, kalkıp “Tavuklar bile kendi aralarında gıt gıt diye 20 kelimeyle konuşur. Bunu söyleyebilmek çok gülünçtür”[6] diyerek Kürtçenin karşı karşıya kaldığı trajikomik durumu tarih sayfalarına not etmiştir.

Belki birçok kimse hatırlamayacaktır ama daha çok yakın dönemde, 2001 Kasım ile 2002 Nisan arasında üniversite öğrencilerinin üniversiteleri bünyesinde Kürtçenin seçmeli dersler kapsamında okutulması için verdikleri dilekçelerden sonra başlarına gelenleri hatırla(t)mak, Kürtçenin bugünkü durumunu anlamamıza yardımcı olacaktır. 30’dan fazla ilde, 45 üniversitede 15 bine yakın öğrencinin dilekçe verdiği bu sivil itaatsizlik eylemi, büyük bir şiddet dalgasıyla karşı karşıya kalmıştır. Sonuç; 871 gözaltı, kayıtlara geçen 43 işkence vakası, örgüt üyeliği ve örgüte yardım ve yataklık etme gerekçesiyle 91 tutuklama, bir hafta ile bir yıl arasında 980 uzaklaştırma cezası ve 104 tasdikname.[7]

Bu bağlamda, TRT6 ile somutlaşan yeni çok kültürlülük politikalarını nasıl okumak gerekir? Kürtçenin trajik serüveni son mu buluyor? Yıllardır asimilasyon politikalarıyla kaybedilmeye çalışılan Kürtçenin yaşatılmasını güvenceye alan yeni bir sayfa mı açılıyor? Yoksa bu süreç, 1990’lı yıllarda garnizondan Kürtçe yayın yapan “Dicle Radyosu” konseptinin güncellenmiş hali mi?[8] Kürt siyasi çevreleri tarafından iddia edildiği gibi TRT6 bir “Korucu TV” mi?[9] Bu yazının ana meramı, 2002 yılında Kürtçe kursların özel okullar bünyesinde öğretilmesine olanak tanıyan yasal düzenleme ile başlayan ve TRT6’nın açılması ile devam eden bu yeni devlet projesini –daha açık bir ifade ile “bireysel kültürel haklar” politikasını– kollektif haklar ve dil kaybı tartışmaları ekseninde analiz etmektir. Yazının ana savı şudur: Kürtçe eğitim ve kamu hizmetleri gibi kollektif hakları kesin olarak dışlayan bu yeni bireysel kültürel haklar politikası ile Türkiye’nin Kürt bölgesinde yıllardır süregelen “güvenlik idaresi”, görünür kıldığı yeni bir “kültür idaresi” çehresiyle varlığını devam ettirmeye çalışmaktadır.[10] Bu politika ile bir yandan Kürt siyasetinin hem Türkiye’de hem de Irak’ta göstermiş olduğu yükselişten dolayı biriken gerilimi azaltmak, tansiyonu düşürmek, öte yandan süregelen asimilasyon politikalarını yavaşlatmakla birlikte devam ettirmek, başka bir deyişle Kürt meselesini sürdürülebilir bir düzeye indirgemek hedeflenmektedir.

BİREYSEL HAKLAR SÖYLEMİ VE KÜRTÇE AÇILIMLARI

Hükümet tarafından başlatılan ve devlet projesi olarak lanse edilen Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi sürecinde ortaya çıkan tablo, Kürt kimliğini yok sayan, tüm kamusal alanları bu kimliğe kapatan geleneksel siyasetin başarısız olduğunu göstermektedir. AKP hükümetinin yanı sıra Ordu, MHP ve CHP de bireysel kalmak şartıyla, kültürel hakların tanınması konusunda direnç göstermeyeceklerini ifade etmektedirler. Hatta açılım süresinde Kürt meselesinin kimlik boyutuna ilişkin, bireysel kültürel hakların tanınması konusunda hükümet ve devlet cephesinde ana bir uzlaşının olduğu görülmektedir.[11] Öte yandan Kürt siyaseti, bu bireysel haklar söylemine karşın son dönemlerde neredeyse tek bir ses halinde kollektif haklara vurgu yapmaktadır. Bu konuda ciddi bir[12]söylemsel hegemonya savaşının olduğu da iddia edilebilir. Bir yandan kollektif haklar talebini “imkânsız siyaset”, “siyasi ütopyalar”[13], “çözüm istememe”, “gerçekçi olmayan talepler”[14] gibi söylemlerle tartışma dışı bırakma çabaları devam ederken, öte yandan Kürt siyasetinde tartışılmaz bir ağırlığa sahip olan Öcalan, “Kollektif haklar tanınmazsa savaş 50 yıl sürer”[15] diyerek bireysel haklar eksenli tartışmalara karşı tutumunu kesin bir şekilde ortaya koymuştur.

Kuşkusuz Bask, Katalan, İrlanda, Korsika, Québec gibi kollektif haklara dayalı çözüm modelleri ortada dururken; öte yandan hemen yanı başımızda, Irak’ta Kürtler federe bir devlet yapısına kavuşmuşken; Kürtçe, Kürdistan Bölgesi’nin birinci, tüm Irak’ın ikinci resmî dili olarak anayasal çerçevede kabul edilmişken; kollektif haklar talebini “siyasetsizlik” ya da “işi yokuşa sürme” olarak tanımlamak mevcut durumun reel bir analizinden ziyade, bireysel kültürel haklar siyasetinin söylem hegemonyasını kurma çabası olarak görülüyor. Öte yandan, kabul etmek gerekiyor ki bireysel ve kollektif haklar meselesini etraflıca tartışmaksızın Kürt meselesinde barışçıl demokratik çözümler konusunda ilerleme kat etmek pek mümkün değil.

Türkiye’de Kürt sorunu bağlamında bireysel haklarla kollektif haklar arasındaki farkı imleyen iki sınırdan söz edilebilir: Kürtçe eğitim ve kamu hizmetlerinin Kürtçe verilmesi. Ancak bu iki sınıra hükümet ve devletin göstermiş olduğu sert tepkiler ve Kürt siyasetinin bu konudaki ısrarı, bu konudaki savımızı doğrulamaktadır. Açıktır ki hükümet ve devlet cephesi Kürtçe eğitim meselesini bölünme ile eş tutmaktadır. Başbakan Diyarbakır’da STK’ların temsilcileriyle yaptığı toplantıda, o dönem Baro Başkanı olan Sezgin Tanrıkulu’nun anadilde eğitim ve üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin açılması önerisine cevaben, “Sadece Kürt kökenli vatandaşlar yok. Çerkez, Lazlar var. Başkaları isteyince ne olacak? Bizde güzel bir laf var, atış serbest, bekâra karı boşamak kolay” demiştir.[16] Yine açılım sürecinin daha ilk aylarında kapatılan DTP’nin başkanı Ahmet Türk’ün Meclis’te Kürtçe konuşması üzerine, Türk’ün çatışma yaratmak istediğini öne süren Başbakan şöyle demiştir:

“Önce bir coşkuyla [kurs] açtılar, sonra dediler ki ‘devlet açsın’. Devletin böyle bir görevi yok. Açın kursunuzu, verin dersinizi. ‘Eğitim dili Kürtçe olsun’. Hayır arkadaş, böyle bir şey de yok. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok.”[17]

Aynı şekilde, açılım sürecinin daha ilk aylarında Kürtçe eğitim diye bir sorun olmadığını iddia eden Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, anadil anneden babadan öğrenilir diyerek Ordunun, Kürtçenin devlet okullarında okutulmasına karşı olduğunu açıkça ifade etmiştir.[18]

Kamu hizmetlerinin Kürtçe verilmesi konusunda, devlet ve hükümet cephesinin çok daha sert bir tavır içinde olduğu görülmektedir. Kuşkusuz bunun en iyi göstergesi Sur Belediyesi davasıdır: Bu dava, Sur Belediyesi Meclisi’nin, belediye hizmetlerinin Türkçenin yanı sıra Kürtçe ve Ermenice de verilmesine olanak tanıyan çok dilli belediyecilik kararı gerekçesiyle, İçişleri Bakanlığı’nın talebi üzerine, Danıştay 8. Dairesi Belediye Başkanı Abullah Demirbaş’ın görevden alınmasına, Belediye Meclisi’nin feshine ve Sur Belediye Başkanı ve kararı onaylayan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Başkanı Osman Baydemir’in de aralarında bulunduğu 21 kişinin üçer yıl hapis talebiyle yargılanmasına karar vermiştir.[19] Dava hâlâ devam etmektedir. Görevden alınan belediye başkanı yerel seçimlerde yeniden seçilse de, bu dava, Kürtçenin kamusal alanda kullanımına dair devletin tepkisini ve sınırlarını çok iyi ifade etmektedir.

Dil kaybı ve tehlike altında olan dillerin korunması ve yaşatılması konusundaki literatüre kısa da olsa bakmak, Kürtçe eğitim ve kamu hizmetlerinin Kürtçe sunumu konusunda devlet ve hükümet cephesinin bu katı tavrını ve Kürt siyasetinin kollektif haklar konusundaki ısrarını daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.

DİL KAYBINI ANLAMAK

Dil kaybı ya da bir dilin kaybolma tehlikesi ile karşı karşıya kalması, dilbilim çalışmalarında birkaç yönden tanımlanmaktadır. UNESCO tarafından 2003 yılında organize edilen ve alanında uzman kişilerin yaptığı çalıştay sonrasında hazırlanan “Dilsel Canlılık ve Kaybolma Tehlikesi” adlı dokümanda, sadece tüm kuşaklar tarafından kullanılan, başka bir dil tarafından tehdit edilmeyen ve kuşaklar arası aktarımın kesintisiz olduğu dillerin güvende olduğu belirtilmektedir. Özellikle anadil olarak ev ortamında çocuklara öğretil(e)meyen dillerin kesin olarak tehlike altında (definitively endangered) olduğu ifade edilmektedir.[20] Bu bağlamda dilin kullanımı ve yeni nesillere aktarımı ile dilin gelişimi ve varlığını sürdürmesi arasında doğrudan bir ilişkinin olduğunu ifade etmek gerekir.[21]

Dil kaybını anlamak, dilin kullanımını sınırlandıran dinamiklere, başka bir ifade ile dilin içinde bulunduğu toplumsal koşullara bakmayı gerektiriyor. Çünkü açıktır ki, dil sadece teknik bir iletişim aracı değildir. Her şeyden önce her dil bir kültürün taşıyıcısıdır ve toplumun kuşaktan kuşağa aktarılan kültürel kimliğinin ana öğelerinden biridir. Öte yandan dil, topluluk üyelerine kültürel mirasa doğrudan ulaşma olanakları sağlayarak, topluluk kimliğinin devamının en önemli güvencelerinden birini oluşturur. Bu nedenle bir dilin kaybolması aynı zamanda o dilin taşıyıcısı olduğu kültürün ve kültürel kimliğin de kaybolması anlamına gelir. Nitekim dil kaybı ve tehlike altında olan dillerin yaşatılması konusundaki politikaların etnik çatışmaların başlamasında ve sonlandırılmasında önemli bir yer tuttuğu görülmektedir.[22]

Dil kaybı ve tehlike altındaki dillerin canlandırılmasına ilişkin literatüre bakıldığında, bir dilin durum analizi için sanılanın aksine birçok değişkenin irdelenmesi gerektiği görülmektedir. Bu değişkenleri şöyle sıralayabiliriz: İki dilliliğin düzeyi ve iki dilin toplum içindeki konumları; dilin kullanım düzeyi ve yeni kuşaklara aktarılma durumu, eğitim ve öğretim olanakları; dilin hukuksal statüsü; dilin idari-politik bir güç tarafından desteklenmesi, kamu hizmetlerinin sunumunda kullanılma düzeyi; medya, yazılı miras-gelenek; dili kullanan grubun bir bölgedeki demografik yoğunluk düzeyi; pazarda dilin kullanım düzeyi; sınırların durumu ya da aynı dili kullanan gruplarla sınırdaş olma; topluluğun dile bağlılığı, dil sevdası; kültürel sömürgecilik ve baskın grubun tehlike altındaki dile bakış açısı.[23] Kuşkusuz bu değişkenlerin tamamını tartışmak bu yazının sınırlarını aşmaktadır.[24] Bununla birlikte, hem yukarıda sayılan değişkenleri toplu halde düşünmeye izin vermesi hem de anadilde eğitim, kamu hizmetlerinde dilin kullanımı ve dil grubunun idari-politik statüsü tartışmalarına katkı sunması açısından iki temel teorik yaklaşımdan kısa da olsa bahsetmekte fayda var.

Ölüm ve kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya olan dillerin yeniden canlandırılması konusunda Fishman tarafından geliştirilen “Dil Kaymasını Tersine Çevirme” (Reversing Language Shift) yaklaşımı dikkat çekmektedir. Fishman’a göre, iki dilli toplumlarda dil kaybını engellemek için yapılması gereken en önemli iş, her iki dilin fonksiyonlarının açık bir şekilde tanımlanmasıdır. Bu bağlamda Fishman, dilin fonksiyonlarını iki gruba ayırmaktadır: pazar, yüksek öğrenim, ulusal-yaygın medya, hükümet vb. birinci grup fonksiyonlar ve aile, arkadaş ilişkileri, komşuluk ilişkileri, sosyal çevre, toplum tarafından organize edilen okul öncesi eğitim kurumları vb. ikinci grup fonksiyonlar. Tehlike altındaki bir dilin korunması ve güçlendirilmesi için, Fishman, ilk olarak birinci fonksiyonların iki dil arasında paylaşılması gerektiğini ve bunu takiben, ikinci fonksiyonun tehlike altındaki dil için temin edilmesi gerektiğini ifade etmektedir.[25] Öte yandan, iki dilliliğin süreç içerisinde baskı altındaki dilin kaybıyla sonuçlanacağını iddia eden Katalan dilbilimciler, iki dil arasında kurulacak simetrik bir ilişkinin dahi dil kaybını engelleyemeyeceğini iddia etmekte ve baskı altındaki dili öncelikleyen asimetrik iki dillilik politikalarını önermektedirler.[26]

Bu konuda bahsedeceğimiz ikinci yaklaşım, Giles, Bourhis ve Taylor tarafından geliştirilen etno-linguistik canlılık (etno-linguistic vitality) yaklaşımıdır. Bu yaklaşım özetle, çok dilli toplumlarda, bir dilin varlığını sürdürmesinin, o dili konuşan grubun farklılığını ortaya koyacak şekilde kollektif olarak mobilize olma gücü olarak tanımladığı dilsel canlılığa bağlı olduğunu iddia etmektedir. Dilsel canlılığı demografik faktör (dil grubunun nüfusu, doğum ve ölüm oranları, karışık evliliklerin oranı, göç ve dil grubunun coğrafik dağılımı ve coğrafik yoğunluğunu), kurumsal kontrol faktörü (yerel ve merkezi düzeyde sağlanan kamu hizmetleri, eğitim, askerlik, ulusal-yaygın medya, siyaset, endüstri, ticaret, finans, kültür, spor ve din) ve statü faktörü (sosyo-tarihi, ekonomik, toplumsal ve yerel ve uluslararası dilsel statüsü) etkiler. Bu teoriye göre etno-linguistik canlılığı zayıf olan topluluklar kültürel asimilasyon politikalarına maruz kalmakta, kuşaktan kuşağa kendine özgü özelliklerini kaybederek farklı bir grup olarak varlıklarını sürdürememektedirler.[27]

Sırf bu iki yaklaşıma bakarak bile açık olan bir duruma vurgu yapmak mümkün ve gereklidir: Dil meselesinin insanların kişisel tercihleriyle, anne-babaların ev içinde çocuklarıyla hangi dili konuştukları ile sınırlı bir mesele değildir. Aksine, mevcut sosyokültürel, sosyopolitik ve sosyoekonomik koşullardan bağımsız ele alınamayacak, bu dinamiklerle birlikte analiz edilmesi gereken bir husustur.[28] Dil meselesi tartışmalarında dikkat çeken ikinci önemli husus, bize devlet alanını hatırlatan dil-iktidar ilişkisidir. Dilin devletle kurmuş olduğu ilişki, ya da devletin bir dille kurmuş olduğu ilişki o dilin kaybolması ya da canlandırılması konusunda belirleyici bir işlev görmektedir. Öte yandan dil-iktidar ilişkisi devlet sınırlarını aşan bir alana işaret etmektedir. Dilin toplumsal alandaki işlevselliği, bireysel ya da kollektif olarak yeni olanaklar yaratması, yeni güç ya da iktidar ilişkileri sağlaması dilin geleceğini belirleyen bir diğer önemli faktördür.

Bu bağlamda dil meselesini, toplumsal bağlarından koparan, dil-devlet-iktidar ilişkisini görmezden gelen ve meseleyi kişisel bir tercihe indirgeyen bireysel kültürel haklar politikasının, dil kaybını hedefleyen bir siyaseti perdelemekten öteye bir anlam ifade etmediği açıktır. Konuyu Kürt meselesi bağlamındaki boyutlarıyla ele almak, bu siyaseti anlamamızı kolaylaştıracaktır.

KOLLEKTİF HAKLAR VE KÜRTÇEYİ DİRİLTMEK

Açıkça ifade etmek gerekir ki, Kürtçe meselesi bağlamında yıllardır süregelen asimilasyon politikaları önemli oranda başarı elde etmiştir. İstanbul Kürt Enstitüsü Başkanı Sami Tan’ın deyişiyle Kürtçe, Türkiye’de artık anadil olmaktan çıkmış, nene-dili olmuştur.[29] Kürtler adına siyaset yapanların büyük çoğunluğunun, Kürtçeyi günlük hayatta kullanacak kadar bilememesi, asimilasyon politikalarının hangi sınırlara ulaştığının iyi bir göstergesidir. Bu sınırları sayısal verilerle ifade etmememize olanak tanıyacak kapsamlı çalışmalar ne yazık ki yeterince bulunmamaktadır. Araştırma yöntemi, örneklem seçimi gibi hususlar konusunda güvenilirliği tartışmalı olmakla birlikte, 2005 yılında Dicle Üniversitesi tarafından Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki 9 ilde yapılan araştırma, günlük konuşma dilinde dahi Kürtçenin kullanılma oranının % 32.8 ile sınırlı olduğunu göstermiştir.[30] Öte yandan, Kürt bölgesinde gündelik hayatın basit bir gözlemi dahi, hemen hemen her ailede Kürtçenin kullanılma oranının yaşlılardan çocuklara doğru sıfıra yöneldiğini görmeye yeterli olacaktır. Şöyle ki, 40–50 yaş üstü kişilerde günlük konuşma dili Kürtçe iken bu kişiler büyük oranda Türkçe de bilmektedir. Genç kuşaklar büyük oranda Türkçe kullanırken, önemli bir kısmı Kürtçe anlamakta, iyi-kötü konuşabilmektedir. Öte yandan, kırsal bölgeler dışarıda bırakılırsa çocukların neredeyse tamamı Türkçe konuşmakta, çok ama çok azı Kürtçe bilmektedir. Kürtçe okuma-yazma konusuna değinmeye dahi gerek olmadığı, durumun çok daha vahim olduğu açıktır.

Daha önce sözünü ettiğim bireysel haklar ile kollektif haklar arasındaki farkı işaretleyen birinci sınır olan Kürtçe eğitim talebi, kollektif haklar kapsamında en çok dile getirilen taleptir. Bu konuda bireysel kültürel haklar politikası somut anlamda Kürtçenin özel kurslarda, belki bir adım ilerisi olarak da devlet okullarında seçmeli ders olarak okutulmasını önermektedir. Eğer amaç Kürt çocuklarının Kürtçe öğrenmesini engellemek değilse, milyonları bulan Kürt çocuklarının Kürtçe öğrenme ihtiyacının özel kurslarla karşılanamayacağı açıktır. Ama hem Kürtçe kursların açılımına olanak tanıyan yönetmelikte çocukların kurslara gidişini zorlaştırıcı hükümlerin bulunması[31] hem de görsel medyada Kürtçenin kullanımına olanak tanıyan ilk yönetmelikte Kürtçe çizgi filmlerin ve Kürtçe öğretmeyi amaçlayan programların yasaklanması[32] bu konudaki niyeti yeterince ortaya koymaktadır. Öte yandan, Kürtçenin seçmeli ders olarak devlet okullarında okutulması da Kürtçeyi kurtarmaya yetmeyecektir. Bu konuda İrlanda deneyimi öğretici bir örnektir. Kamu kurumlarında çalışanların Galce bilmelerini zorunlu kılan düzenlemelere, ilk ve ortaokul düzeyinde Galce’nin ders olarak okutulmasına, Galce’nin standartlaştırılması amacıyla devlet destekli projeler yürütülmesine, devletin radyo ve televizyon yayınları sağlamasına ve Galce’nin toplum içindeki statüsünün yükselmesine dönük teşvik edici çalışmalar yapmasına rağmen, bu politikalar Galce’yi aktif kullanan bir neslin yetişmesine yetmemiştir.[33] Durum bu kadar açık iken, devlet okullarında Kürtçe seçmeli derslerin dahi pazarlık konusu edilmesi, bir yandan asimilasyon amacından vazgeçilmediğini ortaya koyarken, öte yandan Kürt meselesinin çözümünden ne kadar uzakta olduğumuzu göstermektedir.

Kollektif haklar ile bireysel haklar arasındaki farkı imleyen ikinci ana sınır, Kürt siyaseti tarafından dillendirilen kamu hizmetlerinin Türkçenin yanı sıra Kürtçe de sunulmasına olanak tanınması talebidir. Bu konuda Sur Belediyesi davasında görüldüğü gibi devletin ve hükümetin tavrı açıktır. Öte yandan, tehlike altındaki dillerin yaşatılması için kamu hizmetlerinin o dille verilmesi, yapılması gereken öncelikli adımlar arasında sayılmaktadır. Hem Fishman’in pazar, yüksek öğrenim, ulusal-yaygın medya ve hükümeti dilin işlev göreceği esas fonksiyonlar olarak sıraladığı yaklaşımda, hem de Bournish’in demografik, kurumsal kontrol ve statü faktörleri olarak sıraladığı etno-lingusitik canlılık yaklaşımında, tehlike altındaki dillerin yaşatılması ve canlandırılması konusunda kamu hizmetlerinin o dille verilmesi büyük bir önem kazanmaktadır. Çünkü esas olarak, bir dilin mal ve hizmet alımında kullanım düzeyi o dilin işlevselliğinin en önemli göstergesidir. Bu işlevsellik arttıkça, dilin canlanması da aynı ölçüde gelişmektedir. Ve açıktır ki, işlevsellik artıkça dilin öğrenimi ve kullanımımı artmakta, öğrenimi ve kullanımı artan dilin işlevselliği de aynı ölçüde gelişmektedir.[34] Bu bağlamda Kürtçenin işlevselliğini artıracak olanaklar yaratmaksızın, tek başına dilin öğretilmesine ağırlık verecek bir politika sonuçsuz kalacak, en iyi durumda asimilasyonu bir iki nesil öteleyecektir.

Son olarak, idari-politik statü, Kürt meselesinde öne çıkan başlıklardan biri olarak görülmektedir. Her ne kadar Kürt siyaseti ortaya attığı “demokratik özerklik” projesinde, dil talepleri merkezî bir yer tutmasa da Katalan, Bask, Québec gibi örneklerde görüldüğü gibi, bu mesele, idari-politik statü tartışmalarının bir alt başlığı olarak ele alınmaktadır. Hem iki dilin fonksiyonlarının ayrıştırılması hem de kurumsal statü faktörünün tehlike altında olan dilin canlanmasına olanak tanıması, idari-politik düzenlemeyi gündeme getirmektedir.[35] Kürtçeyi canlandıracak, kamusal alanda aktif kullanılan bir dil haline gelmesini sağlayacak bir düzenleme, idari-politik statü boyutunu da içermek durumundadır; çünkü iki dil grubunun toplumsal statüsü, sahip olduğu koşullar bu iki dil arasındaki ilişkiyi belirlemektedir.[36]

Bu bağlamda Bask deneyimi, özyönetim olanaklarına sahip olunup olunmamasının dilin statüsünü etkilediğini göstermektedir. İspanya’nın Bask bölgesinde, idari-politik statünün olduğu BAC ve NAC alt bölgelerinde, Bask diliyle konuşanların sayısı zaman içinde artarken, Fransa sınırlarında kalan ve idari-politik statüden yoksun Iparralde adlı üçüncü alt bölgede bu durumun tersi gözlemlenmiştir.[37] Katalan dilinin İspanya’daki gelişim seyri de idari-politik statünün önemini vurgulamaktadır. Franco’nun ölümünden sonra hazırlanan 1978 anayasasında bir yandan Katalan bölgesine otonomi verilirken, öte yandan bu otonom bölgeye İspanyolcanın yanı sıra bölge dilini ikinci resmî dil olarak belirleme hakkı tanınmıştır.

Sonuç olarak, kart-kurt, dağlı Türkler söylemlerinin çok değil daha 20 yıl öncesine kadar kamusal alanda tartışıldığı, bu konuda üniversite hocalarına kitaplar yazdırıldığı hatırlandığında, 2002 Ağustos ayında Kürtçenin özel okullarda öğrenilmesine olanak tanıyan yasanın kabulü ile başlayan ve TRT6 ile devam eden atılmış adımların çok önemli olduğu açıktır. Kuşkusuz burada can alıcı nokta, devletin ve hükümetin Kürtçe için öngördüğü gelecektir. Yeni reform sürecinin, asimilasyonun bir insanlık suçu olduğunu gören ve Kürtçeye yaşam alanı açan yeni bir siyasetin sonucu olduğunu iddia etmek en azından şimdilik oldukça zor görünmektedir. Bireysel kültürel hakların sınırları görülmeden ve kollektif haklara kapı aralanmadan, böylesi bir siyasetin varlığından bahsetmek en iyi ihtimalle dünya deneyimlerinden bihaber olmak anlamına gelmektedir. Öte yandan, çıkan yasaların Kürtçeyi çocuklardan özellikle uzak tutmaya özen göstermesi, devletin ve hükümetin bu deyimleri iyi bildiğine işaret etmektedir.

İdari-politik statü ile desteklenmiş, Kürtçe eğitimi ve kamu hizmetlerinin Türkçenin yanı sıra Kürtçe de sunumunu içeren bir yaklaşım, iddia edildiği gibi “imkânsız siyaset” değil, aksine Kürtçeyi kaybolma yolundan çevirip, canlandıracak yeni bir politikanın asgari adımları olarak görülmektedir. Ancak, görüldüğü kadarıyla, devlet ve hükümet dilin işlevselliğini arttıracak hiçbir adım atmazken, dil öğrenimini en alt seviyede tutmaya çalışmaktadır. Kürtçenin öğrenimini ev içi dilsel bir tercihe indirgeyen bireysel kültürel haklar politikasının yeni bir sayfa açmakla birlikte, Kürtçeye uzun bir ömür sunmadığı açıktır.

[1]    Görüş ve önerileri ile bu yazının gelişimine önemli katkılar sağlayan Serdar Şengül, Ergin Öpengin ve V. Fırat Bozçalı’ya teşekkür ederim.

[2]    Bayrak, M., (1993). Kürtler ve Ulusak Demokratik Mücadeleleri-Gizli Belgeler-Araştırmalar-Notlar, Özge Yayınları, Ankara, s. 485.

[3]    http://www.yeniozgurpolitika.com/yazdir.php?hid=51812

 [4]    Resmî ideolojinin Kürtçeye dair algılamasına dair sayısız örneklerden biri için bkz. Çölaşan, E. ‘İdam ve Kürtçe, Hürriyet, 30.05.2002.

 [5]    http://www.youtube.com/watch?v=ly22B4cS3qg&feature=related adresinden Musa Anter’in kendi sesinden dinlenebilir.

 [6]    Bianet, Ekinci: 12 Mart Darbesinin Amacı Solu Tasfiye Etmekti, 12.03.2009

 [7]    İnsan Hakları Derneği (2003). Ocak – Aralık 2002 Türkiye İnsan Hakları Raporu, Ankara.

 [8]    Alataş, E., ‘PKK, DTP, Kürtler ya da vurun abalıya’, Taraf, 17.12.2009.

 [9]    Duran, R., ‘Korucu TV yayında!’, http://www.koalakultur.com/?p=671

 [10] Kürt coğrafyasında süregelen güvenlik idaresi ile dönem dönem öne çıkan ‘kalkınma idaresi’ ve ‘kültür idaresi’ arasındaki ilişkiye dair daha kapsamlı bir analiz için bkz. Bozçalı, V. F., (2009). Kürt Sorununu ‘İdare’ Etmek, içinde Guney, M., [Ed.] Türkiye’de İktidarı Yeniden Düşünmek, Varlık Yayınları, İstanbul.

 [11] Bu konuda daha ayrıntılı bir analiz için bkz. Çiçek, C. (2010). Kürt Açılımından Milli Birlik ve Kardeşlik Projesine: Ovada Kürdî Siyaset Yapmanın Sınırları, Birikim, 250, 104-115.

 [12] Bayramoğlu, A., Kürt sorunu nasıl çözülür?, Yeni Şafak, 17.10.2007. Sevimay, D., ‘Soru-Cevap’ın Konuğu Sönmez Köksal: Açılım Sürecinde Gizli Temaslar Olur’, Milliyet, 21.12.2009.

 [13] Öcalan’ın 23 Aralık 2009 tarihinde avukatlarıyla yaptığı görüşme, URL: http://www.gundem-online.net/haber.asp?haberid=84209.

 [14] Erdem, T., Kürtçe Eğitim, Radikal, 17.01.2008

 [15] http://bianet.org/bianet/dunya/112886-basbakan-yaniliyor-almanyada-turklerin-anadilde-egitim-hakki-var

 [16] Bila, F., ‘Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ: Şam’ın katkısı çok ciddi olur, Milliyet, 23.09.2009.

 [17] http://www.firatnews.eu/index.php?rupel=arsiv&anf=nuce&nuceID=25673

 [18] UNESCO, (2003). Language Vitality and Endangerment, Endangered Languages, Document submitted to the International Expert Meeting on UNESCO Programme Safeguarding of Endangered Languages, Paris, 10–12 March 2003

 [19] Cengiz, A. K. (2006). Dil Kültür İlişkisi Açısından Hatay’da İkidillilik. Yayınlanmamış Master Tezi. Mustafa Kemal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.

 [20] Konuyla ilgili daha geniş bir tartışma için bkz: Fishman, J. A. (Ed.) (2000). Multilingual Matters 116: Can Threatened Languages Be Saved? : Reversing Language Shift, Revisited: A 21st Century Perspective, Clevedon, GBR: Multilingual Matters Limited.

 [21] Giles, H., Bourhis, R. Y. ve Taylor, D., (1977). Toward a Theory of Language in Ethnic Group Relations, in Howard Giles (ed.) Language, Ethnicity and Intergroup Relations, 307–348, London: Academic Press; Edwards, J. R. (1992). Sociopolitical aspects of language maintenance and loss: towards a typology of minority language situation’, in, W. Fase et al. (eds.), Maintenance and loss of minority languages, 37-54.

 [22] Konuyla ilgili daha geniş bir analiz için bkz. Çiçek, C., (2007). Duzimanî, Mirina-Windabûna Zimanan û Rewşa Kurdî li Tirkiyeyê, Zend, Bihar 2007, 36-50.

 [23] Fishman, J. A. (2000). Why is it so Hard to Save a Threatened Language? (A perspective on the Cases that Fallow). In J. A. Fishman (Ed.), Multilingual Matters 116: Can Threatened Languages Be Saved? : Reversing Language Shift, Revisited: A 21st Century Perspective, (pp. 1-22), Clevedon, GBR: Multilingual Matters Limited.

 [24] Strubell, M. (2000). Catalan a Decade Later. In J. A. Fishman (Ed.), Multilingual Matters 116: Can Threatened Languages Be Saved? : Reversing Language Shift, Revisited: A 21st Century Perspective, (pp. 260-283). Clevedon, GBR: Multilingual Matters Limited.

 [25] Giles ve dig., a.g.e.

 [26] Ó Riagain, P. (2000). Irish Language Production and Reproduction 1981-1996. In J. A. Fishman (Ed.), Multilingual Matters 116: Can Threatened Languages Be Saved? : Reversing Language Shift, Revisited: A 21st Century Perspective, (pp. 195-214). Clevedon, GBR: Multilingual Matters Limited.

 [27] Tan, S., (2007). Kürt Diline Sahip Çıkma Mücadelesi, htpp//: www.ozgurgundem.net.

 [28] Zaman gazetesi, Güneydoğu’da iletişim dili Türkçe, 07.12.2005.

 [29] Kurslara kayıt kabul esaslarını düzenleyen Madde 8: “Kurslara; Türk vatandaşı ve en az ilköğretim okulu mezunu olanlar alınır. 18 yaşından küçüklerin kursa kabulü, anne ve babasının veya kanunen belirlenmiş olan velisinin yazılı iznine bağlıdır. İlköğretim okulu 6 ncı, 7 nci ve 8 inci sınıf öğrencileri de anne ve babasının veya kanunen belirlenmiş olan velisinin yazılı izniyle hafta sonu ve yaz tatillerinde kurslara kaydolabilirler.”, Resmî Gazete (20.09.2002, No. 24882). Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkında Yönetmelik .

 [30] Yayın esaslarını düzenleyen Madde 5: “… Bu dil ve lehçelerde sadece yetişkinler için haber, müzik ve geleneksel kültürün tanıtımına yönelik yayınlar yapılabilir. Bu dil ve lehçelerin öğretilmesine yönelik yayın yapılamaz.’ Resmî Gazete, (25/1/2004, No. 25357). Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınları Hakkında Yönetmelik. Bu yönetmelik 13/11/2009 tarihli ve 27405 sayılı yeni yönetmelikle yürürlükten kaldırılmış ve yayın esasları 3984 sayılı RTUK kanununa dayanılarak çıkarılan yönetmeliklere ve RTÜK’ün iznine tabi tutulmuştur.

 [31] O Riagain, a.g.e.

 [32] Strubell, a.g.e.

 [33] Lovati, L. (2006). Catalan – Castilian bilingualism: social, psychological, educational, political aspects. ESERP, Escuela Superior Fundacion Universitaria, s. 1-36; Bourhis, age; Azurmendi ve diğ., a.g.e.,

 [34] Garcia, M. (2003). Recent Research on Language Maintenance. In Annual Review of Applied Linguistics, 23, 22-43. Cambridge University Press.

 [35] Azurmendi ve diğ. a.g.e.

 [36] Lovati, a.g.e.

 [37] 20 Şubat 2008 tarihinde Almanya’nın Köln şehrinde yaklaşık 20 bin kişiye hitaben konuşan Başbakan Erdoğan asimilasyon politikalarına ilişkin şunları söylemişti: “47 yıldır Almanya’nın yükselmesine katkı verdiniz. Çalışırken kendi kimliğinizi de korumanın mücadelesini verdiniz. Asimilasyona karşı gösterdiğiniz duyarlılığı çok iyi anlıyoruz. Kimse sizden asimilasyona hoşgörü göstermenizi beklemesin. Asimilasyon bir insanlık suçudur.”

 -Bu yazı Birikim Dergisi’nin 253. sayısında (Mayıs 2010) yayımlanmıştır.

Bireysel Haklar, Kollektif Haklar ve Dil Kaybı yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Hayvan Hakları İçin Temel Argümanlar

$
0
0

Ahlaken etkin varlıklar ile ahlaken edilgin varlıklar arasında ayrım yaparak başlamakta fayda var. Ahlaken etkin varlıklar, karmaşık bazı yetilere sahip olan bireylerdir; bunlar arasında en önemlisi de, bir bireyin, ahlaken neyin yapılması gerektiğini belirlemek için tarafsız ahlakî ilkelere başvurabilme ve bunu belirledikten sonra -kendi tasavvur ettiği biçimiyle- ahlakın gerekleri doğrultusunda eylemeyi özgürce seçme ya da seçmeme yetisidir. Ahlaken etkin varlıklar bu yetilere sahip oldukları için, onları eylemlerinden sorumlu tutmak adilcedir – tabii belli bir durumda belli bir şekilde eylemelerine neden olan koşullar aksini gerektirmiyorsa.

Ahlaken edilgin varlıklar, ahlaken etkin varlıklardan farklı olarak, onları eylemlerinden ahlaken sorumlu tutmamızı gerektirecek önkoşuldan, yani kendi davranışlarını denetleyebilme yetisinden yoksundurlar. Ahlaken edilgin bir varlık, bir dizi eylem olanağı arasından hangisini gerçekleştirmenin doğru ya da uygun olduğuna karar vermek için ahlakî ilkelere başvurmak şöyle dursun, böylesi ilkeleri oluşturamaz da. Kısacası, ahlaken edilgin bir varlığın doğru ya da yanlış eylemlerde bulunması söz konusu olamaz. Eylemleri başkalarının esenliğine zarar verebilir elbette – örneğin, başka bir bireyin ciddi ölçüde acı çekmesine, hatta ölmesine yol açabilir. Ayrıca, böyle durumlarda, ahlaken etkin varlıkların bu zararı önlemek için -kendilerini ya da başkalarını korumak amacıyla- zor kullanmaları ya da şiddete başvurmaları gerekebilir. Ama ahlaken edilgin bir varlık, başkasına ciddi ölçüde zarar verdiği zaman bile yanlış bir şey yapmış olmaz. Sadece ahlaken etkin bir varlık yanlış bir şey yapabilir. Bebekler, küçük çocuklar, yaşı ne olursa olsun zihinsel dengesi bozuk ya da zihinsel gelişimini tamamlamamış olanlar, ahlaken edilgin insan bireylerinin paradigmatik örnekleridir. Ceninlerin ya da gelecek insan kuşaklarının ahlaken edilgin varlıklar sayılıp sayılmayacağı ise tartışılmaktadır. Her halükârda, bazı insanların bu şekilde değerlendiriliyor olması, buradaki amaçlarımız için yeterli.

Ahlaken edilgin bireyler, ahlakî değerlendirme açısından anlam taşıyan bazı özellikleriyle birbirlerinden ayrılırlar. Özellikle önemli olan ayrımlardan biri de şudur: a) bilince ve hissetme yetisine (yani, haz ve acı duyma kapasitesine) sahip olup başka zihinsel yetileri olmayan bireyler, b) bilince, hissetme yetisine ve (inanç, bellek gibi) başka bilişsel ve iradî yetilere de sahip olan bireyler. Bazı hayvanlar ikinci kategoriye, bazılarıysa büyük ihtimalle ilk kategoriye girer.

Bizim asıl ilgilendiklerimiz, ikinci kategoriye giren hayvanlar. Dolayısıyla, bundan böyle ahlaken edilgin varlık kavramıyla, ikinci kategoriye giren hayvanları ve sayılan özellikler itibariyle onlara benzeyen diğer ahlaken edilgin varlıkları kastettiğimiz anlaşılmalı – yani arzuları ve inançları olan, algılayan, anımsayan, bir amaca yönelik olarak eyleyebilen, kendilerininki de dahil olmak üzere gelecek duygusu olan (yani kendinin farkında ya da bilincinde olan), duygusal hayatı olan, zaman içinde gelişen psikolojik-fiziksel bir kimliği olan, bir çeşit özerkliğe (yani, seçim yapma özerkliğine) sahip olan ve yaşantılarına dayalı bir esenliği olan varlıklar. Ahlaken edilgin bazı insan bireyleri bu özelliklere sahiptir. Örneğin, küçük çocuklar ve ahlaken etkin olma vasfı taşımalarına engel olacak bazı zihinsel rahatsızlıkları olmasına rağmen, sayılan özelliklere sahip olan kimseler. Bu yetilere sahip olan bireyler ile sahip olmayanlar arasındaki sınırı nereye koyacağımızı belirlemek çok zor, hatta böyle kesin bir sınır olmayabilir. Ama insanlar söz konusu olduğunda bu soruyu ele alırken benimsememiz gereken yaklaşım ile, hayvanlar söz konusu olduğunda benimsememiz gereken yaklaşım arasında fark yok. Bir insan söz konusu olduğunda bilmek isteyeceğimiz ilk şey şudur: Bu insanın davranışını, hayvanları nitelendiren yetilere (arzulama, inanma, tercih etme vs.) başvurarak doğru bir şekilde betimleyebiliyor ve dar bir anlamda açıklayabiliyor muyuz? Bir insanın davranışını bu terimler çerçevesinde betimleyip açıklayabildiğimiz ölçüde, o insanın ahlaken etkin olma vasfı taşımasını sağlayacak yetilerden yoksun olduğunu düşünmemize yol açan başka gerekçeler olduğunu da varsayarsak, o insanı hayvanlarla eşit derecede ahlaken edilgin bir varlık olarak görmek için yeterli nedenimiz var demektir. Daha önce de öne sürdüğüm gibi, bazı insanlar burada söz ettiğimiz anlamda ahlaken edilgin bireylerdir ve burada “ahlaken edilgin varlık” kavramını kullandığım her yerde, ister insan olsunlar ister insandışı, sadece bu anlamda ahlaken edilgin olan bireyleri (yani, yukarıda saydığımız yetilere sahip olanları) kastediyorum.

Daha önce de söylemiştik: Ahlaken edilgin varlıklar doğru ya da yanlış eylemde bulunamazlar. Bu açıdan ahlaken etkin varlıklardan esaslı bir şekilde ayrılırlar. Ama ahlaken edilgin varlıklar, ahlaken etkin olanların doğru ya da yanlış eylemlerinin sonuçlarına maruz kalabilirler ve bu açıdan ahlaken etkin varlıklara benzerler. Örneğin, küçük bir çocuğun zalimce dövülmesi yanlıştır, ama çocuk kendisi yanlış bir şey yapamaz; aynı şekilde çok yaşlı bir insanın biyolojik ihtiyaçlarını karşılamak doğrudur, ama o insan artık doğru eylemlerde bulunamaz. O halde, ahlaken etkin varlıklar arasında geçerli olan ilişkiden farklı olarak, ahlaken etkin olanlarla edilgin olanlar arasındaki ilişki, karşılıklılık esasına dayanmaz. Ahlaken edilgin varlıklar, ahlaken etkin olanlar üzerinde tesir edecek hiçbir doğru ya da yanlış eylemde bulunamazlar; ama ahlaken etkin varlıklar, ahlaken edilgin varlıklar üzerinde tesir edecek doğru ya da yanlış eylemlerde bulunabilirler.

DEĞER BAKIMINDAN EŞİT OLAN BİREYLER

Burada savunulan biçimsel adalet yorumu –bireylerin eşitliği olarak ifade edeceğiz- belirli bireylere kendi içlerinde değer taşıyan varlıklar olarak bakmayı gerektirir. Ben bu tarz değerden söz ederken “içsel değer” ifadesini kullanacağım ve bu kavramı ele alırken önce ahlaken etkin varlıklara atfedilen değer üzerine yoğunlaşacağım.

Ahlaken etkin bireylerin içsel değeri, kavramsal olarak, içkin değerlerinden, yani sahip oldukları deneyimlerden (hazlarından ya da tercihlerinin gerçekleşmesinden) farklıdır. İçsel değer, bu ikinci tarzdaki değerlere indirgenemez ve bu değerlerle kıyaslanamaz. İçsel değerin, bir bireyin deneyimlerinin içkin değerine indirgenememesi şu anlama gelir: Ahlaken etkin bireylerin içsel değerini, deneyimlerinin toplam içkin değerine bakarak belirleyemeyiz. Hoş ya da mutlu bir yaşam süren bireylerin içsel değeri, daha az hoş ya da daha az mutlu bir yaşam süren bireylerinkinden daha yüksek değildir. Ya da, daha “incelmiş” tercihleri olan bireyler (örneğin sanat ya da edebiyat beğenisi olanlar) daha yüksek bir içsel değere sahip değildir. Ahlaken etkin bireylerin içsel değerinin, onların (ya da herhangi başka bir bireyin) deneyimlerinin içkin değeriyle kıyaslanamaz olması, iki değer türünün birbiriyle karşılaştırılabilir olmadığı ve birbirinin yerini tutamayacağı anlamına gelir. “Elmalarla armutlar toplanmaz” deyişinde olduğu gibi, bu iki değer türü aynı ölçütlerle ölçülemez. Örneğin, “A kişisinin içsel değerinin içkin değeri ne kadar?” gibi bir soru sorulamaz. Ahlaken etkin bir varlığın içsel değerinin, içkin değerlerin toplamına, o bireyin deneyimlerinin içkin değerine ya da ahlaken etkin bütün varlıkların deneyimlerinin içkin değerine eşit olması söz konusu değildir. Bu nedenle, ahlaken etkin varlıkları içsel değere sahip bireyler olarak görmek, onları salt içkin değerlerin taşıyıcıları olarak görmekten farklı, bundan öte bir şeydir. Bu bireylerin kendi başlarına bir değeri vardır ve bu değer, sahip oldukları ya da yaşadıkları deneyimlerin değerinden ayrıdır, ona indirgenemez ve onunla kıyaslanamaz.

Ahlaken etkin varlıklarla ilgili olarak öne sürülen faydacı görüş, yani bu varlıkların değerlerin taşıyıcısı oldukları görüşü ile içsel değer ilkesi arasındaki fark, bardak analojisiyle daha açık şekilde görülecektir. İlkinde, değerli olan, bardağın içindekilerdir (örneğin hazlar ya da tercihler); bardağın kendisinin (yani, bireyin) hiçbir değeri yoktur. İçsel değer ilkesinde bu duruma bir alternatif sunulur. Bardak (yani birey) bir değere sahiptir ve bu değer bardağın içindekilere (örneğin haz) indirgenemez, onunla kıyaslanamaz. Bardak (birey), değerli olan şeyleri (haz) içerebilir (yaşayabilir), ama bardağın (bireyin) değeri, içindeki değerli şeylerin herhangi biriyle ya da hepsinin toplamıyla aynı değildir. İçsel değer ilkesine göre, ahlaken etkin bireylerin kendi başlarına ayırt edici nitelikte bir değeri vardır.

Faydacı bakış açısında adil muameleyi güvence altına almak için yapılması gereken tek şey, sonuçtan etkilenecek olan bütün bireylerin tercihlerini (hazlarını vs.) dikkate almak ve eşit tercihleri (hazları vs.) eşit olarak saymaktır. Ama ahlaken etkin varlıkların, kendilerinin ya da herhangi başka birinin değerli deneyimlerinin değerine indirgenemeyecek, bu değerle kıyaslanamayacak bir içsel değeri varsa, o zaman onlara nasıl muamele edilirse o muamelenin adil olacağına, yalnızca etkilenecek bütün varlıkların arzularını vs. dikkate alıp eşit şekilde tartarak ve sonra en mükemmel iyi-kötü dengesini sağlayacak seçeneği saptayarak karar veremeyiz. Bunun aksini varsaymak, adil muamaleyle ilgili soruların, ahlaken etkin olan bireylerin değeri göz ardı edilerek yanıtlanabileceğini düşünmek demektir; ama ahlaken etkin varlıkların tümünün eşit içsel değeri olduğu yolundaki görüş çerçevesinde bu düpedüz yanlıştır. Dahası, ahlaken etkin bütün varlıkların eşit içsel değere sahip oldukları düşünüldüğü için, bu varlıklardan herhangi birinin böyle bir değere sahip olması demek, bazısı için uygun görülen adil muamele şeklinin, ırkı ya da örneğin cinsiyeti ne olursa olsun bütün hepsi için geçerli olması demektir. İçsel değer ilkesi uyarınca, ahlaken etkin herhangi bir varlığa verilen zararın, etkilenecek bütün varlıklar için en iyi sonuçları doğurduğu gerekçesiyle meşrulaştırılması mümkün olamaz. Böylelikle, ahlaken etkin varlıkların değerlerin taşıyıcısı olduğu anlayışı yerine eşit içsel değere sahip olduklarını kabul ettiğimiz takdirde, eylem yararcılığının sezgilere de ters düşen içerimlerini bertaraf etmiş oluruz.

Bir bireyin içsel değere sahip olmasının yeterli koşulunun canlılık olduğu söylenebilir. Bu yaklaşım, canlılığın gerekli koşul olduğu görüşüne özgü sorunları bertaraf edebilir, ama geçerli sayılabilmesi için sağlam çözümlemelere ve argümanlara ihtiyacı var. Örneğin bir bitkiye, bir patatese ya da kanser hücresine karşı neden doğrudan görevlerimiz olması gerektiği ya da böyle bir gerekliliği hangi mantık çerçevesinde temellendirebileceğimiz açık değil. Ama bunların hepsi de canlı ve içsel değerleri varsa onlara karşı doğrudan görevlerimiz de olmalı. Öte yandan, bu bireylerden oluşan gruplara -yani çayırlara, patates tarlalarına ya da kanserli tümörlere- karşı neden doğrudan görevlerimiz olması gerektiği ya da böyle bir gerekliliği hangi mantık çerçevesinde temellendirebileceğimiz de açık değil. Bu güçlüklere cevaben, canlıların bütününe değil bazılarına karşı doğrudan görevlerimiz olduğu ve sadece bu canlılar sınıfının bireylerinin içsel değeri olduğu söylenirse, o zaman içsel değere sahip canlıları sahip olmayan canlılardan ayıracak bir ölçüt bulmamız gerekir; ayrıca, içsel değere sahip olmanın yeterli koşulunun canlılık olduğu görüşünden de vazgeçmemiz gerekir. Canlılığı içsel değerin gerekli koşulu olarak ele alan görüşte de yeterli koşulu olarak ele alan görüşte de kaçınılmaz bazı güçlükler söz konusu; ahlaken etkin ve ahlaken edilgin varlıkların, canlı olma şeklindeki bu önemli özelliği paylaştıkları muhakkak, ama değindiğimiz güçlükler yüzünden, ahlaken etkin ve ahlaken edilgin bütün varlıkların içsel değere sahip olmasını canlı olmaları gerekçesine dayandırmak son derece zor görünüyor.

İÇSEL DEĞER VE BİR YAŞAMIN ÖZNESİ OLMA KRİTERİ

İçsel değer açısından anlamlı olan ortaklığı canlı olma özelliği şeklinde belirlemenin bir alternatifi, burada bir yaşamın öznesi olma şeklinde ifade edeceğimiz özelliktir. Bu ifadeye burada vereceğim anlam çerçevesinde bir yaşamın öznesi olmak için, salt canlı ya da salt bilinçli olmak yetmez. Bir yaşamın öznesi olan bireyler, inançlara ve arzulara; algılama, hatırlama gibi yetilere ve kendilerininki de dahil olmak üzere gelecek duygusuna; haz ve acı hisleriyle birlikte bir duygusal hayata; tercihlere ve esenliklerini belirleyecek çıkarlara; arzuları ve amaçları doğrultusunda eyleme geçme yetisine; zaman içinde gelişen psiko-fiziksel bir kimliğe; başkalarına sağladıkları yararlardan ya da başkalarının çıkarlarına alet olmalarından mantıken bağımsız olarak, yaşantılarının kendileri açısından iyi ya da kötü olması anlamında bireysel bir refaha sahip olan bireylerdir. Bir yaşamın öznesi olma kriterini yerine getiren bireyler, kendi başlarına bağımsız bir değere -içsel değere- sahiptir ve salt değerlerin taşıyıcıları olarak değerlendirilip muamele göremezler.

Bir yaşamın öznesi olma kriteri, ahlaken etkin varlıklar ile ahlaken edilgin varlıklar arasındaki bir ortaklığa işaret eder. Peki bu ortaklık, her ikisinin de içsel değere sahip olduğu savını mantıken temellendirebileceğimiz, keyfî olmayan bir ortaklık mıdır? Bu soruya verilen olumlu yanıtın gerekçeleri şöyle:

1) Eşit içsel değere sahip oldukları koyutlanan bütün varlıklar arasında bu açıdan anlamlı olan bir ortaklık, böyle bir değere sahip olduğu öne sürülen, ahlaken etkin ve edilgin bütün varlıklara ait bir özellik olmalıdır. Bir yaşamın öznesi olma kriteri, bu gereği yerine getiriyor. Bütün ahlaken etkin varlıklar ve bütün ahlaken edilgin varlıklar, yukarıda açıkladığımız anlamda, başkalarına sağladıkları yararlardan ya da başkalarının çıkarlarına alet olmalarından mantıken bağımsız olarak, kendileri için iyi ya da kötü olan bir yaşamın öznesidirler.

2) İçsel değer, herhangi bir derecelendirmeye izin vermeyen, kategorik bir değer olarak görüldüğü için, içsel değer açısından anlamlı olduğu varsayılabilecek bir ortaklığın da kategorik olması gerekir. Bir yaşamın öznesi olma kriteri, bu gereği yerine getiriyor. Bu kriter, ona uyanların, olumlanan bir yetiye ya da erdeme (örneğin matematik yeteneğine ya da sanatla ilgili erdemlere) sahip olmaları ölçüsünde daha yüksek ya da daha aşağı bir derecede bir yaşamın öznesi olma statüsünde olacağını öne sürmez ya da ima etmez. Bir birey, ya -açıkladığımız anlamda- bir yaşamın öznesidir, ya da değildir. Bir yaşamın öznesi olan bütün bireyler eşittir. O halde bir yaşamın öznesi olma kriteri, ahlaken etkin bütün varlıklarda ve ahlaken edilgin varlıkların burada bizi ilgilendiren bütün bireylerinde ortak olan kategorik bir statünün sınırlarını çizer.

3) Ahlaken etkin varlıklarla edilgin varlıklar arasında anlamlı olacak bir ortaklık, şu soruya yanıt vermemizi sağlamalıdır: Neden ahlaken etkin ve edilgin varlıklara karşı doğrudan görevlerimiz vardır ve neden, bu varlıklar gibi canlılık özelliği taşıyanlar da dahil olmak üzere, ahlaken etkin ya da edilgin olmayan varlıklara karşı doğrudan görevlerimiz olduğuna inanmak için daha az nedenimiz vardır? Bir yaşamın öznesi olma kriteri, bu gereği de yerine getiriyor. Bütün canlılar, açıkladığımız anlamda bir yaşamın öznesi değildir; dolayısıyla bütün canlılar bu kriter doğrultusunda aynı ahlakî statüye sahip değildir; bazılarına (özne olanlara) yönelik doğrudan görevlerimiz varken bazılarına yönelik doğrudan görevlerimiz olmadığı konusunda emin olmamızı sağlayan farklılıklar kısmen ortaya çıkar, çünkü ilk sayılanlar bir yaşamın öznesi olma kriterine uyar, diğerleri uymaz. Bütün bu nedenlerle, bir yaşamın öznesi olma kriterinin, ahlaken etkin ve edilgin varlıklar arasında anlamlı olan, her ikisine de içsel değer atfetmeyi hem mantıken temellendirilebilir hem de gayri keyfî hale getiren bir ortaklığa atıfta bulunduğunu savunmak mümkün.

ADALET: BİREYLERE SAYGI İLKESİ

Bireyler eşit içsel değere sahipse, onlara gösterilecek muamaleyi bir adalet meselesi olarak belirleyen her ilke, onların eşit değerini göz önüne almalıdır. Şu ilke (saygı ilkesi) bu koşulu yerine getirir: İçsel değere sahip bireylere, içsel değerlerine saygılı bir şekilde davranmalıyız. Saygı ilkesi, eşitlikçi, mükemmelci olmayan bir biçimsel adalet yorumu ortaya koyar. Bu ilke, içsel değere sahip bazı bireylere (örneğin sanatsal ya da bilimsel erdemlere sahip olanlara) göstereceğimiz muamale için geçerli olmakla kalmaz, içsel değere sahip bütün bireylere içsel değerlerine saygılı bir şekilde muamele etmemizi emreder, dolayısıyla bir yaşamın öznesi olma kriterine uyan bütün bireylerin saygın muamale görmesini şart koşar. Ahlaken ister etkin ister edilgin olsunlar, biz bu varlıklara eşit içsel değerlerine saygılı şekilde muamele etmeliyiz.

Hayvanlara saygı göstermek, bir nezaket meselesi değildir, bir adalet meselesidir. Çocuklara, zihinsel gelişimini tamamlamamış olanlara, demanslı yaşlılara ya da ahlaken edilgin diğer varlıklara karşı görevlerimizin temelinde, ahlaken etkin varlıkların “duygusal ilgileri” yatmaz; onların içsel değerine saygı duyulması yatar. Ahlaken etkin varlıkların ahlaken ayrıcalıklı konumda oldukları anlayışı, mitten ibarettir.

Hayvan hakları kuramı için sunduğumuz argümanlar bunlar. Eğer bunlar sağlamsa, hayvanlar da bizim gibi bazı temel haklara sahip demektir – özellikle de, içsel değer sahibi varlıklar olarak adalet gereği hak ettikleri saygılı muameleyi görme hakkına.

Tom Regan’ın The Case for Animal Rights (1983) adlı kitabından seçilmiş bölümlerden oluşan metin The Animal Ethics Reader, ed. Susan J. Armstrong ve Richard G. Botzler, Londra ve New York: Routledge, 2003, s. 17-21’den kısaltılarak çevrilmiştir.

-Bu yazı Birikim Dergisinin 195. sayısında (Temmuz 2005) yayımlanmıştır.

Hayvan Hakları İçin Temel Argümanlar yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Ronald Dworkin’in Adalet Kuramında Temel Kavramlar: Haklar, İlkeler ve İdeal Yargıç Herkül

$
0
0

ÖZ

Ronald Dworkin 20. yüzyılın önde gelen hukuk ve siyaset felsefecilerinden biridir. Yazar özellikle pozitivist hukuka getirdiği eleştirileri ile özgün bir adalet kuramı oluşturmuştur. Dworkin her şeyden önce adaletin yazılı kuralların dar dünyasına sıkıştırılamayacak ölçüde zengin bir kavram olduğunu ileri sürmüştür. Yazara göre adalet denilen değer sadece yazılı kurallarla değil aynı zamanda hukukun bir parçası olan ilkelerle sağlanmaktadır. Bu açıdan hukuk dediğimiz kavram kural ve ilkelerden oluşmaktadır ve yargıçlar kural yokluğunda ilkelere başvurarak adaleti sağlamaktadır. Ancak hukuku sadece ilke ve kural şeklinde tanımlamak yeterli olmamaktadır. Bu noktada hukuku uygulayacak yargıç önem kazanmaktadır. Dworkin’in Herkül olarak tanımladığı ideal yargıç figürü yazarın adalet kuramında merkezi rol oynamaktadır. Herkül insanüstü bilgi ve becerisiyle her somut olayda adeta ince bir işçilikle adaleti sağlamaya çalışmaktadır. Yazara göre siyasal iktidarın meşruiyeti hak ve özgürlüklere olan saygısından kaynaklanmaktadır. Dworkin için hak ve özgürlükler siyasi ve hukuki olmanın öncesinde ahlaki karakter taşımakta ve bireylerin elinde koz olarak durmaktadır. Yazarın haklar tezi olarak ifade etiği bu yaklaşım gereği, başta yargı olmak üzere tüm otoriteler bu hak ve özgürlüklere saygı göstermekle yükümlüdür.

Anahtar kavramlar: Adalet, kural-ilke, Herkül, koz, haklar tezi.

ABSTRACT

Ronald Dworkin is one of the eminent philosophers of law and politics of the 20th century. The author has created a unique theory of justice, especially with his criticism to the doctrine of positivist law. Dworkin argued that justice is a wider concept which can not be squeezed into the narrow world of written rules. According to the author, the value called as justice is maintained not only by written rules but also by principles that is a part of law. In this respect, the concept of law is formed by rules and principles and judges refer to the principles to administer justice in the absence of any rules. However defining law as the form of rules and principles is not sufficient. At this point the judge who is to aply law is crucial. Dworkin’s ideal judge, a Herculean figure, plays a central role in the author’s theory of justice. Hercules is trying to maintain justice in every concrete case with his superhuman knowledge and skills. According to the author the legitimacy of political power stems from their respect for the rights and freedoms. Dworkin of the opinion that rights and freedoms have moral character, prior to their political and legal aspects, and trump in the hands of individuals. This approach that is defined as “rights thesis” by the Author requires that all authorities, in particular the judiciary, are obliged to respect these rights and freedoms.

Keywords: Justice, rule-principle, Hercules, trump, rights thesis.

GİRİŞ

20. yüzyılın hukuk ve siyaset felsefecilerinden Ronald Dworkin Anglo-Amerikan hukuk dünyasının önde gelen düşünürlerinden biri olmuştur. İleri sürdüğü düşünceler itibarıyla klasik pozitivist teori ve doğal hukuk doktrini içerisinde değerlendirilemeyen Dworkin kurguladığı adalet teorisi ile pozitivist ve doğal hukuk ekollerinden ayrılmış, adeta tek başına ayrı bir ekol oluşturmuştur[2]. Yazar özellikle pozitivist teoriye getirdiği eleştirilerle bu güçlü ekolü ciddi şekilde sarsmıştır. Özellikle pozitivist teorinin adaleti yazılı kuralların dar dünyasına sıkıştıran basit sayılabilecek anlayışını kritiğe tabi tutmuş ve bu anlayışın gözden geçirilmesine neden olmuştur[3]. Dworkin pozitivist teoriye getirdiği eleştirileri, kendi kuramını oluşturduğunu “Hakları Ciddiye Almak” adlı eserinde aşağıdaki şekilde ifade etmiştir:

“Pozitivizme genel bir saldırı yapmak istiyorum ve özel bir hedef olarak da H.L. A. Hart’ın pozitivist versiyonunu kullanıyorum. Benim stratejim, hukukçuların özellikle zor davalarda hukuki haklar ve yükümlülükler hakkındaki muhakemesi ve tartışmalarında daha keskin şekilde görülen, kural olarak fonksiyon görmeyen, bundan farklı bir şekilde ilke, politika ve diğer standart türleri olarak işlev gören (kurallar dışındaki) standartlar üzerinde kurgulanacak. Ben pozitivizmin bir kurallar modeli olduğunu ve bir kuralın hukuk kuralı sayılabilmesi için merkezi öneme sahip temel testin bizi kural olarak niteleyemeyeceğimiz ve çok önemli rolü olan yukarıda ifade edilen standartları görmezden gelmeye zorladığını iddia ediyorum.”[4]

Yazar bu düşünceleri ile pozitivist teorinin sadece bir kurallar modeli olduğunu, oysa özellikle zor davalar olarak niteleyeceğimiz davalarda kuralların ya yetersiz kaldığını ya da bizi adil olmayan bir sonuca götürdüğünü belirtmiştir. Ona göre pozitivist teorinin bizzat kendisi zor davalarda adaletsiz sonuçlar doğurmakta ve bireylerin adalete olan güvenini ciddi şekilde sarsmaktadır. Düşünüre göre eğer adil bir sonuç isteniyorsa her şeyden önce yazılı kuralların dar dünyasını aşan, “kurallarla” beraber “ilke” ve “politika” kavramlarından oluşan prensiplerin/standartlarında[5] kullanıldığı bir adalet kuramı oluşturulmalıdır. Yazar sadece pozitivist teoriyi eleştirmemiş, ayrıca doğal hukuk okulunun adalet anlayışını da kritiğe tabi tutmuştur. Bu çerçevede doğal hukukun belirli bir toplumun temel ahlaki ilkelerini “evrensellik” içinde eriten adalet anlayışının aşırı kaderci ve sezgisel olduğunu ifade etmiştir.[6] Oysa Dworkin’e göre, adalet hukuktan farklı olarak, temelde ahlaki ve politik haklara ilişkin doğru veya en iyi çözümü/teoriyi bulma meselesidir.[7] Bu noktada adaletin yazılı kuralların dışında ahlak ve politika ile ilişkili olması bu kavrama dair kuramın pozitif hukuku aşan, disiplinler arası çalışma gerektiren daha geniş bir perspektifte ele alınmasını zorunlu kılmaktadır.

Yazara göre adil bir düzen ancak hakların, ona sahip bireylerin elinde bir koz olarak durduğu bir kamusal adalet anlayışının varlığı ile hayata geçirilebilecektir. Düşünür özgün adalet kuramını oluştururken bu kuramının temel unsurları olarak “kural-prensip” ayrımından hareket etmiştir. Yine bu ayrım temelinde Herkül olarak tanımladığı ideal yargıç figürünün hak temelli bir yorum anlayışı ile her davada adil bir sonuca ulaşabileceğini savunmuştur.[8] Dworkin Hart’ın versiyonu üzerinden kurguladığı kuramında özellikle pozitivizmin eksiklikleri/hataları olarak belirttiği; ilke ve politikadan oluşan standartları yok sayma ve bu anlayıştan hareketle hukuk ile kanunu özdeş kabul edip her iki kavram arasındaki ayrımı görmezden gelme hususları üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu eksiklikler ve hatalar nedeniyle pozitivist teori adaletin ahlaki yönünü görmezden gelerek bizzat adaletsiz sonuçlara sebebiyet vermektedir.

  1. Kural-Prensip Ayrımı ve İdeal Yargıç Herkül

Dworkin’in adalet kuramında Herkül insan üstü bir beceri, kavrayış, sabır ve sezgiye sahip prototip bir yargıç figürünü temsil etmektedir.[9] Herkül insanüstü beceri, kavrayış, sabır ve sezgisiyle her davaya bir filozof mantığı ile yaklaşmakta ve sorunu geçmiş emsal kararları da dikkate alarak genel bir kuram oluşturarak çözmektedir. Herkül söz konusu bu özellikleri ile çoğu hukukçu açısından daha önce hiç karşılaşılmamış, olağan yargıç figüründen farklı aşırı ideal bir kişiye işaret etmektedir.[10] Bu noktada bazı yazarlara göre Herkül toplumsal gerçeklikteki yargıcı temsil edemeyecek kadar ütopiktir. Zira bazı yargıçlar Dworkin’in savunduğunun aksine kişisel ve etik anlamda yeterli olmayabilir. Bu çerçevede bazı yargıçlar taraflı davranabilir, diğerleri yeterli muhakeme gücüne sahip olmayabilir, diğer bazıları da aidiyet hissettiği sosyal sınıfın çıkarlarını davanın gerçeklerine tercih edebilir.[11] Tüm bu hususlar Dworkin’in Herkül’ünün hayatın olağan akışı içinde çok istisnai durumlarda karşılaşabilecek ideal yargıç figürünü temsil ettiğini göstermektedir. Oysa belirli bir konuda teori veya model oluşturulurken hayatın gerçeklikleri göz ardı edilmemelidir. Gerçekler göz ardı edildiği takdirde uygulamada ciddi sorunlar ile karşılaşılması kuvvetle muhtemeldir. Ancak tüm bu eleştirilere rağmen Herkül Dworkin’in adalet kuramında ikamesi olmayan merkezi bir rol oynamaktadır.

Dworkin’e göre Herkül önündeki bir uyuşmazlığı çözerken öncelikle soruna ilişkin olması gereken genel/teorik bir kuram oluşturmakta, ardından da bu kuramdan hareketle somut davayı çözüme kavuşturmaktadır. Dworkin’e göre Herkül, bir yandan geçmiş emsal kararları göz önüne alarak geçmiş hukuk kültürü ile bağlantıyı koparmamakta, diğer yandan da sorunları çağın gereklerine göre çözüme kavuşturarak geçmiş ile gelecek arasında bir köprü vazifesi görmektedir. Dolayısıyla Yazara göre Herkül bu anlamda oluşturacağı genel kuramın gelecekte muhtemel benzer sorunlara cevap verebilmesini sağlama gibi ağır bir sorumluluğu yüklenmiş bulunmaktadır.[12] Yazara göre Herkül insanüstü niteliklerini asıl, adaletin diğer davalara göre daha bulanıklaştığı, tüm hukuk sisteminin adilliğinin test edildiği zor davalarda göstermektedir. Dworkin zor davaları, davayı çözüme kavuşturma adına başvurulacak bir yazılı kuralın olmadığı ya da başvurulacak kuralın açıkça haksız ve adaletsiz sonuçlar doğurduğu davalar olarak nitelemektedir.[13]

Yazara göre zor davalar nadiren karşılaşılan ve üstesinden kolaylıkla gelinebilecek davalar olmayıp, nadir olmakla beraber çözüme kavuşturulmadığında bütün hukuk sistemini tehdit edebilecek davalardır. Bu davalar aslında sistemin adilliğinin ve bu sistemin temelinde yer alan siyasal ahlaki ilkelerin geçerliliğinin/işlevselliğinin test edildiği davalardır.[14] Herkül davayı çözüme kavuşturma adına başvurulacak bir yazılı kuralın olmadığı ya da başvurulacak kuralın açıkça haksız ve adaletsiz sonuçlar doğurduğu zor davalarda, içinde bulunduğu toplumun ontolojik değerlerini yansıtan, bu arada pozitif hukukunda temelini oluşturan siyasal ahlaki ilkelerine müracaat etmekte ve bu ilkelerden hareketle davayı adil bir biçimde çözebilmektedir. Bu anlamda Herkül tarafından zor davalarda başvurulan ilkeler gerçekte tüm hukuk sisteminin sigortasını oluşturmaktadır.

Dworkin’e göre Herkül’ün siyasal ahlaki ilkelerden hareketle zor davaları adil bir çözüme kavuştururken başvurduğu en önemli araçlardan biri “kurucu yorum” tekniğidir. Bu yorum tekniğinin temel niteliği “olan”ı değil “olması gereken”i yansıtmasıdır. Herkül bu yorum tekniği ile var olan kuralları somut uyuşmazlıklarda yorumlarken kuralın anlamını ilk ihdas edildiği anlamından soyutlamakta, onu yaşanan toplumsal gelişmeler ve yeni ihtiyaçlar ışığında “uygunluk” ve “bütünlük” kriterlerini kullanarak olması gereken noktaya taşımaktadır. Uygunluk ve bütünlük kriterleri çerçevesinde Herkül öncelikle geçmiş emsal kararları dikkate alarak geçmiş hukuk kültürü ile bağı koparmayarak uygunluk kriterini karşılamaktadır. Ardından da, kuralı yeni gelişmeler ve ihtiyaçlara cevap verebilecek içerikte yorumlayarak gelecekte de uygulanabilirliğini sağlayarak bütünlük kriterini karşılayabilmektedir.[15] Herkül yorum yaparken “uygunluk” ve “bütünlük” kriterlerini kullanarak adeta zincirleme bir roman yazmakta, tıpkı bu roman türünde olduğu gibi yazarlar/yargıçlar değişse de konu bütünlüğü ve anlam akışı hiç bozulmamaktadır.[16] Yazara göre Herkül özellikle zor davalarda adil bir çözüme ulaşmak istiyorsa yorumun kurucu niteliği kaçınılmazdır. Zira toplum sürekli gelişmekte ve bu gelişimin sonucu olarak da toplumun var olan kavramlara ve kurallara verdiği anlam/ içerik sürekli olarak farklılaşmaktadır.[17]

Bu noktada Dworkin, kurucu yorum yoluyla adil bir karar ulaşma adına referans olan siyasal ahlak kavramını temelde “ahlaki” anlamda kullanmaktadır. Dolayısıyla buradaki “siyasal” kavramı olağan günlük anlamından farklıdır. Yazarın burada kullandığı siyasal kavramı, toplumsal kültürde uzun yıllar içinde oluşan, toplumun tüm hukuk sistemini/hukuk kurumlarını üzerine inşa ettiği ve sorunların çözümü adına mahkemelerce referans alınan/alınması zorunlu olan ahlaki bir anlayıştır. Deyim yerindeyse buradaki siyaset, siyasal iktidardan bağımsız, mahkemelerce/hâkimlerce davaların çözümü yoluyla somutlaştırılan, toplumun hayata bakış açısı/paradigmasıdır. Dworkin’in adalet kuramında adil olanı esasen belirleyen, tüm toplumlar için geçerli evrensel ilkeler değil, belirli bir topluma has, bu toplumun somut uyuşmazlığın çözümü için sunduğu ahlaki ilkelerdir. Dworkin’e göre evrensel ilkeler her ne kadar adalet kavramının içeriğinde belirli bir dereceye kadar yer alsa da, temelde ana çekirdeği oluşturan belirli bir topluma özgü ilkelerdir. Dolayısıyla Dworkin için adalet temelde yerel ahlaki değerlerden oluşmaktadır.

Dworkin ilkeleri bu şekilde tanımladıktan ve adalet kavramı açısından önemini belirttikten sonra, hukuki pozitivizmin hukuki standartlar olarak sadece kuralları dikkate aldığını, oysa yaşanan sorunlara adil bir çözüm getirebilecek ideal bir hukuk sisteminin/adalet teorisinin kurallarla beraber “ilke” ve “politika” olarak nitelediğimiz diğer hukuki standartları da nazara alması gerektiğini ileri sürmüştür. Hatta yazar bunun mahkemeler ve hâkimler için bir zorunluluk olduğunu ifade etmiştir. Yazara göre kural-prensip ayrımında hayati fark özellikle prensiplerin bir unsuru olan ilkeler de ortaya çıkmaktadır.

Dworkin’in kurallar ile ilkeler arasında yaptığı ayrım özellikle şu noktalarda belirginleşmektedir: (a) Kurallar ya hep ya hiç biçiminde salt olarak uygulanır, yani olaya ilişkin bir kural varsa hüküm ona göre verilir ya da kuralın davaya hiçbir katkısı olmaz. İlkeler ise ya hep ya hiç mantığıyla uygulanmaz, onlar kurallarda olmayan “ağırlık ya da önem” gibi ayrı bir boyuta sahiptir, dolayısıyla bir davaya katkıları ya hep ya da hiç tarzında olmaz, (b) Kurallar genel olarak çatışmazlar, çatıştıklarında ise mutlaka biri geçersizdir. Hukuk sistemi bu tür çatışmaları çözme adına hiyerarşik olarak üst kanun-alt kanun, genel kanun-özel kanun ve önceki kanun-sonraki kanun tekniklerini oluşturmuştur. Buna karşılık ilkeler ise genellikle çatışırlar ve çatıştıklarında ise biri geçersiz olmaz, hukuk dünyasında varlığını devam ettirirler, bir başka uyuşmazlıkta etkilerini gösterebilirler, (c) Kurallar yasama tarafından oluşturulup ortadan kaldırılmalarına rağmen, ilkeler çok yavaş ve uzun bir süreç sonunda bizzat toplum tarafından toplumsal pratikler aracılığı ile oluşturulurlar ve mahkemelerce/yargıçlarca somutlaştırılır, geliştirilir veya ıslah edilirler.[18] Dworkin, adalet kuramının bir parçası olan “kural-prensip” ayrımı temelinde prensipleri de kendi içinde “ilke-politika” alt kategorilerine ayırmış ve her bir alt kategoriyi analitik olarak incelemiştir. Bu noktada Yazar tarafından oluşturulan ilke-politika ayrımı özellikle Anglo-Amerikan hukuk dünyasında hak ve özgürlüklerin ontolojik konumu ve sınırlandırılması konusunda temel referanslardan birini oluşturmuştur. Bu referansa atıf yapan Herkül yaptığı “kurucu yorumla” adeta toplumsal yapının adil mimarı olmaktadır. Dworkin’e göre, adil bir toplumsal düzen her şeyden önce bireylerin ve sahip oldukları hakların, üyesi oldukları toplumdan ve devletten ayrı bir varlığa ve değere sahip olduğu ön kabulüne dayanır. Diğer bir ifadeyle hak ve özgürlüğe sahip bireylerin varlığı toplum ve devlete önceliklidir. Dolayısıyla da hukuk düzeni de dâhil olmak üzere adil bir toplumsal ve siyasal düzenin kurucu unsuru haklara sahip sorumlu bireylerdir[19]. Bireylerin sahip olduğu hak ve özgürlüklerin ontolojik temelini de toplumun kültürel kodlarında yer alan ve prensiplerin alt unsuru olan siyasal ahlaki ilkeler oluşturmaktadır.

Düşünüre göre bireysel hakların ontolojik önceliği gereği, bu haklar ile toplum ve devletin menfaatleri çatıştığında toplum ve devlet, hak ve özgürlüklerin niteliğine göre değişen bir takım sınırlamalara tabidir. Dworkin’e göre hak ve özgürlüklere müdahalede devletin takdir yetkisini ve dolayısıyla tabi olduğu sınırlamaları belirleyen temel referans ilke ve politika ayrımıdır. İlke cazip görünen bir ekonomik, siyasi ya da sosyal durumu garanti edip ilerlettiği için değil, sadece adalet, hakkaniyet veya ahlakın başka bir boyutunun gerektirmesinden dolayı uyulması gereken standartlardır. Bir başka ifadeyle ilke sadece ve sadece adalet ve hakkaniyet öyle gerektirdiği için başvurulan, kamu yararı ve sosyal refah gibi hedeflerin değerlendirme dışı bırakıldığı başlı başına ahlaki bir referanstır. Politika ise toplumun ekonomik, siyasi veya sosyal alanlarından birinde genel bir gelişme gibi erişilecek bir hedef ortaya koyan standartlardır. Örneğin otomobil kazalarının azaltılması standardı bir politikadır ve dolayısıyla politik tercih konusudur. Buna karşılık hiç kimsenin kendi hatasından/hilesinden kazanç sağlayamayacağı standardı ise politik tartışmaların tamamen dışında saf ahlaki bir ilkedir.[20]

Dworkin için “ilke” adalet ve hakkaniyetin gerektirdiği zorunlulukları içermesi sebebiyle herhangi bir sosyal, siyasal veya ekonomik amaca feda edilemeyecek kadar önem arz eden bir standart konumundadır ve bu bağlamda düşünüre göre medeni ve siyasal haklar ilkeyi oluşturan en önemli unsurlardan biridir. Yazara göre medeni ve siyasal haklar söz konusu olduğunda; bu haklar adaletin, hakkaniyetin veya ahlakın gereği olması nedeniyle vazgeçilemez öneme sahiptir. Dolayısıyla da kural olarak devletin bu haklara müdahale konusunda takdir yetkisi son derece kısıtlıdır. Kamu yararı veya sosyal refahı sağlama adına da olsa bu hakların “özüne” dokunmayı mümkün kılacak herhangi bir müdahale bir anlamda “adaletin özüne dokunma” dır ve bu sebeple kabul edilemezdir.

Bu hakların “öz”den önceki unsurlarına kamu yararını sağlama amacıyla müdahale edilmesinin gerektiği, yani bireysel yarar ile kamu yararı arasında adil bir dengenin kurulmasının zorunluluk arz ettiği durumlarda ise, yine adalet ve hakkaniyet gereği kamu otoritesi çok güçlü bir kamusal gerekçeyle alternatif politikalar oluşturmak ve ardından bu politikalar arasında müdahaleyi en aza indirmeyi olanaklı kılacak çözüm yollarını uygulamakla sorumludur. Diğer bir ifadeyle kamu yararı amacıyla medeni ve siyasi hakların sınırlandırılmasının söz konusu olduğu istisnai durumlarda, kamu otoritesi sınırlamayı olanaklı kılan araçlara ilişkin alternatif politikalar oluşturmak ve nihayetinde de her bir hak için en az sınırlama doğuracak seçeneği tercih etme yükümlülüğündedir. Zira siyasal ve toplumsal düzenin kurucu unsuru olarak bireylerin, bu kurucu fonksiyonlarını kullanabilmeleri, ancak medeni ve siyasal hakları mümkün olan genişlikte özgürce kullanabilmeleri ile mümkündür.

Yazar tarafından “haklar tezi” olarak da adlandırılan ve adalet kuramının temelini oluşturan bu husus gereği; bireylerin sahip olduğu medeni ve siyasi haklar ile kamu yararı karşılaştığında, anılan hak ve özgürlükler ile kamu yararı arasında bireysel özerkliğe dayanan çok hassas bir denge kurulmalıdır. Zira ilke gereği medeni ve siyasi haklar söz konusu olduğunda bireylerin her türlü güç karşısında, ahlaki özerkliğe dayanan ve kural olarak dokunulamayan özel otonomileri söz konusudur. Bu nedenle medeni ve siyasi haklara ilişkin bireysel menfaatler ile kamu yararı karşılaştığında; çok güçlü bir kamusal gerekçe olmaksızın ve alternatifler içerisinde müdahaleyi en aza indirmeyi olanaklı kılacak çözüm yolları geliştirmeksizin bu haklardan ödün verilmesi doğrudan doğruya adalet ve hakkaniyet kavramlarının içeriğinin boşaltılması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Dworkin’e göre adalet kavramının sert çekirdeğini oluşturan medeni ve siyasi haklar devletin müdahale hakkının son derece kısıtlı olduğu ilkeler olarak bireylerce devlete karşı ileri sürülebilecek bir “koz” niteliğindedir.[21]

Diğer taraftan Dworkin’e göre “politika ise toplumun ekonomik, siyasi veya sosyal alanlarından birinde genel bir gelişme gibi erişilecek bir hedef ortaya koyan standart olması sebebiyle kamu otoritesi bu alanda geniş bir takdir yetkisine sahiptir. Yazara göre medeni ve siyasal haklardan ayrı olarak ekonomik ve sosyal haklar, adalet, hakkaniyet veya ahlakın bir gereği olmamaları nedeniyle politik tercih konusudur. Dolayısıyla bu alanda kamu otoriteleri makul bir kamusal gerekçeyle sosyal, siyasal veya ekonomik bir hedefe ulaşabilme adına geniş bir takdir yetkisine sahiptir. Çünkü bazı durumlarda ekonomik ve sosyal haklardan –bazı sınırlar aşılmamak kaydıyla-kamu yararı adına ödünler verilmesi, medeni ve siyasal haklarca güvence altına alınan özgür ve onurlu bir yaşamın özüne müdahale anlamına gelmemektedir. Bu anlamda kamu otoriteleri makul bir kamusal gerekçeyle politik tercih gereği hangi hedeflere hangi politikalar aracılığı ile ulaşılacağına karar vermede geniş bir tercih hakkına sahiptir. Diğer bir ifadeyle ekonomik ve sosyal haklar söz konusu olduğunda kamu otoriteleri kamu yararı mülahazalarıyla medeni ve siyasal haklara oranla bu haklara daha geniş oranda müdahale edebilme hakkına sahiptir.[22]

Dworkin haklar tezinin temlini oluşturan “anayasanın ahlaksal okunuşu” kavramı ile hak ve özgürlükleri temelde ahlaki haklar olarak nitelemiş, bu hak ve özgürlükleri siyasal iktidarın/otoritenin meşruiyet kaynağı olarak kabul etmiştir.[23] Yazar hukukun sadece kurallardan oluşan dar bir yapı olmayıp, aynı zamanda insan doğası ile uyumlu evrensel ilkeleri de içeren daha işlevsel bir kurum olduğunu ileri sürmüştür. Yazar bu tezinden hareketle, birey-devlet ilişkilerinde başta anayasa yargısı olmak üzere tüm devlet organları için hareket noktasının ahlaki haklarla donanmış özgür ve özerk birey tasavvuru olması gerektiğini belirtmiştir. Dworkin “yorumlayıcı hukuk teorisi” adını verdiği söz konusu bu yorum tekniği ile başta ana yasa yargısı olmak üzere tüm yargı organlarının hak ve özgürlükler konusunda bizzat taraf olmaları gerektiğini ileri sürmüştür. Zira yazara göre tüm bireyler ahlaki özerkliklerinin gereği, mevcut siyasal ve sosyal otoriteden bağımsız olarak insan hak ve özgürlüklerine sahiptir. Söz konusu ontolojik yaklaşım bir anlamda bireyler lehine ihlal edilemez “doğal mülkiyet” oluşturmaktadır. Bu noktada yargıya düşen en önemli görevin hak ve özgürlükleri korumak olduğu düşünüldüğünde, bu kurumun hak ve özgürlükler konusunda taraf olması doğal karşılanmalıdır.[24]

Dworkin’in kurguladığı haklar tezi aynı zamanda klasik egemenlik anlayışına adalet temelli en güçlü eleştirilerden birini oluşturmaktadır. Yazara göre bireylerin sahip olduğu hak ve özgürlükler, topluma ve devlete öncelikli konumuyla herhangi bir sosyal ve siyasal otoritenin iradesinden kaynaklanmayıp, bireyler için doğuştan kazanılan değerlerdir. Bu nedenle de siyasal iktidar egemenlik yetkisini kullanırken tartışmaya açık olmayan bu hak ve özgürlüklerle mutlak anlamda kayıtlıdır.[25] Dolayısıyla da Dworkin için siyasal iktidarın/devletin yönetme hakkı söz konusu olduğunda mutlak egemenlikten değil sadece ve sadece hak ve özgürlüklerle kayıtlı sınırlı egemenlikten bahsedilebilir.

2. Hukuk-Kanun Ayrımı ve İlkelerin Rolü

Dworkin’e göre pozitivist teorinin adalet kavramına ilişkin içine düştüğü en büyük hatalardan bir diğeri “hukuk” ile “kanun” kavramlarını birbiriyle özdeş kabul etmesidir. Bu anlamda pozitivist teori adaleti sadece kanunların dar dünyasında aramakta ve hukukun diğer bir unsuru olan ilkeleri görmezden gelmektedir.[26] Bu anlayış tıpkı adalet kavramında/değerinde olduğu gibi hukuku da yazılı kanunların dar dünyasına hapsetmek, böylelikle onu tamamıyla siyasal iktidarın tekeline sokmak gibi bir hatayı doğurmuştur. Oysa “hukuk” belli bir siyasal iktidarın tekelinde görülecek kadar dar bir kavram olmayan, onu da içeren daha geniş ve temel özellikleri ile bizzat toplum tarafından oluşturulan bir standartlar (ilke ve politikalar) bütünüdür. Bu noktada Dworkin standartların bir türü olarak “ilke(siyasal ahlaki ilkeler)” kavramına ayrı bir önem vermiş ve adalet teorisini temelde bu kavram üzerine inşa etmiştir. Yazara göre eksiksiz bir adalet teorisi geliştirebilmek ancak yazılı kurallar ile beraber siyasal ahlaki ilkeleri içeren eksiksiz bir standart dizisi oluşturmakla mümkündür.

Zira yazara göre kanun olarak nitelediğimiz kurallar da dâhil, hukuk dediğimiz sistem esas itibarıyla toplumca kabul edilen ve bütün bir düzenin temelini oluşturan siyasal ahlaki ilkelerden oluşmaktadır. Pozitivizmin kurallar olarak tanımladığı standartlarında temelinde aslında toplumca kabul edilen bu ilkeler bulunmaktadır. Bu anlamda yasama organının kural olarak ihdas ettiği düzenlemeler esas itibarıyla toplumdaki bu siyasal ahlaki ilkelerin resmi şekil verilmiş halinden başka bir şey değildir. Yazılı kuralların da temelini oluşturan söz konusu bu ilkeler toplumun hukuk kültüründe uzun bir süreç sonunda oluşmakta ve adeta o toplumun hayata bakış açısını yansıtmaktadır. Toplum, hukuksal yapısını/kurumlarını kabul ettiği bu ilkeler üzerinde inşa etmekte ve sistemi tehdit eden zor davalarla karşılaştığında adil çözümü yine bu ilkelere referansla bulmaktadır.

Düşünüre göre siyasal ahlaki ilkeler olarak nitelenen bu standartlar common law hukuk kültüründe oldukça belirgindir. Örneğin “kimsenin kendi suçundan, hilesinden ve hatasından bir kazanç sağlayamayacağı” ilkesi, “tüm yasa ve sözleşmelerin uygulanmasının ve sonuçlarının common law’un temel ilkeleriyle test edilebileceği” ilkesi, yine common law hukuk sisteminde en temel ilke olarak kabul edilen “mahkemelerin kendilerinin, adaletsiz sonuçlara ulaşılmasında araç olarak kullanılmalarına asla izin vermeyecekleri” ilkesi. Söz konusu ilkelerin önemi özellikle zor davalar denilen, çözüm için başvurulacak klasik kuralların olmadığı ya da sorunu çözmede aciz kaldığı uyuşmazlıklarda kendini göstermektedir. Bu tür davalarda ilkeler mahkemelerin/ yargıçların başvuracağı hukuki standartlar olarak devreye girmekte ve somut uyuşmazlığa adil bir çözüm getirmeye yardımcı olmaktadır. Böylelikle ilkelere referansla bir yandan kanun boşluğunun hukuk boşluğuna dönüşmesine engel olunarak hukuk sisteminin devamı sağlanmakta, diğer taraftan da yargıçlar ilkeler ile sınırlandırılarak kanun boşluğunun olanaklı kıldığı muhtemel yargısal keyfiliğin[27] önüne geçilmektedir.

Dworkin’in hukuki pozitivizmin ilkeleri yok sayan anlayışına yönelttiği en önemli eleştirilerden biri, uygulanacak kural yokluğunda yargıçlara güçlü bir takdir yetkisi vermesi, böylelikle onların adeta bir yasama organı gibi hareket ederek kural oluşturmalarını mümkün kılmasıdır. Zira hukuki pozitivizmin yazılı kuralları tek referans sayan anlayışı sonucu, uygulanacak kural yokluğunda yargıcı sınırlayan herhangi bir hukuki standart bulunmamaktadır. Dworkin’e göre bu anlayış iki nedenle adalet idealine zarar vermektedir ve bu nedenle de asla kabul edilemeyecek bir husustur. İlk olarak, yargıcın dava başladıktan sonra kural yokluğunda kendisinin bir kural oluşturması her şeyden önce kuralların geriye yürümezliği ilkesini ihlal etmektedir. Çünkü bu tür bir durumda hâkim tarafından sonradan oluşturulan kural geriye yürütülmekte ve davanın en başından itibaren uyuşmazlığa uygulanmaktadır. Oysa hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu bir sistemde yasaların adil bir çözüm gereği geçmişe değil geleceğe dönük uygulanmaları gerekir. İkinci olarak, yargıcın güçlü takdir yetkisi kullanarak adeta bir yasama organı fonksiyonuyla kural oluşturması devlet yönetimine ilişkin en temel ilkelerden biri olan kuvvetler ayrılığı prensibine aykırılık oluşturmaktadır. Bu tür bir durumda erkler arası denetim ve denge işlemez hale gelmekte ve sistem içi yetki tartışmaları doğmaktadır.[28]

Buna karşılık kural yokluğunda yargıcı sınırlayan ilkelerin varlığı kabul edildiğinde ise ifade edilen sorunlar ortadan kalmaktadır. İlk olarak, uyuşmazlığa uygulanan ilkeler dava henüz başlamadan önce toplumun hukuk kültüründe uzun yıllardır zaten var olduğu için davanın çözümü adına sonradan ortaya çıkan bir standarda başvurulmamaktadır. Dolayısıyla da adaletin en temel unsurlarından biri olan yasaların geriye yürümezliği ilkesi ihlal edilmemektedir. İkinci olarak, yine ilkelerin bir standart olarak kabul edildiği durumda yargıcın adeta yasama organı gibi hareket etmesi önlenmektedir. Zira var olan ilkelere başvurulduğu için yargıç kendi kural oluşturamamakta ve böylelikle kuvvetler ayrılığı ilkesi korunabilmektedir. Sonuçta ilkelerin davada uygulanacak bir standart olarak kabul edildiği durumda, politik kurumlar ile yargı organı arasındaki sistem içi yetki tartışmaları en baştan engellenmekte ve böylelikle sistemin sağlıklı bir şekilde işlemesi mümkün olmaktadır.

Dworkin ilkelerin adil bir hukuk sistemindeki önemini ifade ederken New York Temyiz Mahkemesinin 1889 tarihli ünlü Riggs v. Palmer davasında verdiği karara atıf yapmış ve verilen bu karar üzerinden ilkelerin adil bir çözüm açısından oynadığı hayati role dikkat çekmiştir. Bu davada Mahkemenin çözmesi gereken sorun kısaca şu şekildedir; “söz konusu dava bir ceza davasıdır ve bu davada yargılanan şahıs, oldukça varlıklı büyükbabasıyla yaşamaktadır ve büyükbabasının yapmış olduğu vasiyetnamede tek varisçidir. Ancak daha sonra büyükbabasının yeni bir evlilik yapmak üzere olduğunu öğrenen şahıs mirasın kendisine kalmayacağı korkusuyla evlilik gerçekleşmeden büyükbabasını öldürmüştür”. Bu davada Mahkeme öncelikle şu kabulden hareket etmiştir: “Eyaletin mirasa ilişkin yasaları ve sözleşme özgürlüğünü düzenleyen kuralları, bu yasa ve kuralların sonuçları common law’un temel ilkeleri ile test edilmeksizin sadece lafzıyla yorumlanır ve uygulanırsa katil suçlu olmasına rağmen mirası almalıdır. Zira o dönemde New York Eyalet yasalarında katilin mirasçı olmasını engelleyen herhangi bir kural bulunmamaktadır”. Ancak Mahkeme dava ile ilgili muhakemesini vicdanları rahatsız eden söz konusu bu lafzi anlayışa hapsetmemiştir. Mahkeme lafzi yorumu aşan bir muhakeme ile “tüm yasa ve sözleşmelerin işleyiş ve sonuçları son kertede common law’un temel ilkeleri ile kontrol edilmelidir. Common law’un en önemli ilkelerinde biri, kimsenin kendi suçundan, hilesinden ve hatasından bir kazanç sağlamayacağı ilkesidir” diyerek katilin hiçbir şekilde öldürdüğü kişinin mirasçısı olamayacağına karar vermiştir.[29]

Dworkin’in adil bir çözüm için ilkelerin önemini vurgulamak adına atıf yaptığı diğer önemli dava 1960 yılında bir New Jersey Mahkemesinin Henningsen v. Bloomfield Motors, İnc. davasında verdiği karar olmuştur. Bu davanın konusu kısaca şu şekildedir;

“Bay Henningsen bir otomobil üreticisinden bir araba satın almıştır ve alım esnasında karşılıklı bir satış sözleşmesi imzalanmıştır. Sözleşmeye göre üreticinin olası bir kazadaki sorumluluğu sadece hatalı parçaların değiştirilmesi ile sınırlandırılmış ve bu kapsamda ölüm veya yararlanmalardan kaynaklanan tıbbi masraflar sorumluluk ışında bırakılmıştır. Bay Henningsen bir kaza yapmış ve hastanede yatarak tıbbi tedavi masraflarını ödemek zorunda kalmıştır. Bu olay sonrasında Henningsen dava açarak üreticinin sorumluluğunun hatalı parçaları değiştirmekle beraber yaptığı tıbbi masrafları karşılamayı da kapması gerektiğini iddia etmiştir”. Ancak Henningsen, Mahkemede dava devam ederken sorumluluğun tıbbi masrafları da karşılaması gerektiğini zorunlu kılan herhangi bir eyalet yasası gösteremediği gibi, satış esnasında imzaladığı sözleşme de açıkça bu hususu sorumluluk dışı bırakmıştır.

Ancak bu davada Mahkeme bay Henningsen gibi düşünmüş ve aşağıdaki standartları gerekçe göstererek davayı Henningsen lehine sonuçlandırmıştır: “(a) Öncelikle genel bir ilke olarak akılda tutmalıyız ki, ortada bir hilenin olmadığı durumlarda bir sözleşmeyi okumadan imzalayan kişi, sorumluluktan kurtulamaz (b) Söz konusu bu ilkenin uygulanmasında, temel ilke olan sözleşme özgürlüğünün yorumlanmasında sözleşmenin tarafları önemli bir faktördür (c) Sözleşme özgürlüğü önemli bir ilke olmakla beraber dokunulmaz bir doktrin değildir (d) Bizim toplum gibi otomobilin günlük hayatta çok sık kullanıldığı ve bu sebeple yolcular ve kamu için tehlike arz ettiği toplumlarda otomobil üreticilerinin üretim, geliştirme ve satış ile ilgili konularda özel yükümlülükleri söz konusudur ve mahkemeler bu anlayış temelinde sözleşmelerin hem taraflar hem de kamu aleyhine adaletsiz sonuçlar doğurmasına müsaade etmeyecektir (e) Anglo-Amerikan hukukunda ‘mahkemelerin kendilerinin, hakkaniyetsiz ve adaletsiz sonuçlara ulaşılmasında bir araç olarak kullanılmalarına asla izin vermeyecekleri’ ilkesinden daha güçlü ve geçerli bir ilke bulunmamaktadır (f) Daha özel olarak da mahkemeler genel itibarıyla bir sözleşmenin taraflardan birinin aleyhine ekonomik veya diğer açılardan adaletsiz bir şekilde uygulanmasına izin vermeyecektir.”[30]

Sözü edilen her iki davada Mahkemelerce alınan kararlara bakıldığında; ilke denilen standartların davaya bakan yargıcı iki farklı aşamada sınırladığı görülmektedir. İlk aşamada; davaya uygulanacak kuralın bulunmadığı durumda yargıç keyfe keder hareket edememekte, hukukun içinde saklı ilkelere başvurmak zorundadır. Böylelikle ilke, kural yokluğunda yargıcın yasama organı gibi hareket etmesini engelleyerek onu güçlü bir biçimde sınırlamaktadır. İkinci aşamada ise yargıç davaya uygulanacak ilkeyi seçerken de sınırsız bir takdir hakkına sahip değildir. Yargıç davaya uygulanacak ilkeyi seçerken geçmişte benzer davalarda uygulanan ilkeleri ve dolayısıyla emsal kararları öncelikle gözetmek zorundadır. Böylelikle ilke, yargıcı davaya uygulanacak normların seçiminde de ciddi şekilde sınırlamakta ve böylece yerleşik hukuk kültüründen sapmasına engel olmaktadır. Neticede yargıç Herkül metaforu ile Dworkin’in teorisinde her ne kadar merkezi rol oynayan bir aktör olsa da yine de sınırsız bir takdir hakkına sahip değildir. Yargıç bir filozof olarak davanın gerçeklerinden hareketle sonuca ulaşırken, hukukun içinde var olan ilkeleri gözetmek ve onlara uygun davranmak zorundadır. Yargıcın bir uyuşmazlığı çözerken önce genel bir kuram oluşturması, sonrasında bu genel kuramdan hareketle davayı karara bağlaması ilke ile bağlı olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Yani yargıcın hukuk yapıcılığı ve kurucu yorum yetkisine sahip oluşu, ancak hukuk kültürü içinde saklı ilkeler çerçevesinde geçerli olmaktadır.

SONUÇ

Geçtiğimiz yüzyılın hukuk ve siyaset felsefecilerinden Ronald Dworkin toplumun hukuk kültürünü merkezine alan düşünceleriyle Anglo-Amerikan hukuk dünyasının önde gelen düşünürlerinden biri olmuştur. İleri sürdüğü düşünceler ve kurguladığı adalet teorisi ile klasik pozitivist teori ve doğal hukuk doktrininden ayrılan Dworkin ayrı bir ekol oluşturmuştur. Yazar özellikle pozitivist teoriye getirdiği eleştirilerle bu güçlü ekolü ciddi şekilde sarsmıştır. Düşünür bu eleştirilerini özellikle pozitivist teorinin önde gelen kuramcılarından H.L.A. Hart’ın yazıları üzerinden yapmış ve pozitivizmin eksiklikleri/hataları olarak belirttiği; ilke ve politikadan oluşan prensipleri yok sayma ve bu anlayıştan hareketle hukuk ile kanunu özdeş kabul edip her iki kavram arasındaki ayrımı görmezden gelme hususları üzerinde yoğunlaşmıştır. Yazar bir yandan pozitivist ekolün adaleti yazılı kuralların dar dünyası ile sınırlayan paradigmasını şiddetle eleştirirken, diğer taraftan doğal hukukun adalete ilişkin aşırı sezgici ve mistik yaklaşımını ise toplumsal gerçekliklerden kopuk olarak nitelemiştir.

Dworkin ideal bir yargıç figürü olarak nitelediği Herkül ile adaletin zor olan davalarda bile ulaşılabilir olduğunu, insanüstü beceri, kavrayış, sabır ve sezgisiyle her davaya bir filozof mantığı ile yaklaşan Herkül’ün bunu mümkün kıldığını ileri sürmüştür. Yazara göre Herkül/yargıç kurucu yorum ile kuralları olması gereken noktaya taşımakta ve böylelikle var olan kuralların yeni toplumsal ihtiyaçlara cevap verebilmesini olanaklı kılmaktadır. Düşünür yaptığı kural-prensip ayrımı kapsamında, pozitivizmin hukuki standartlar olarak sadece kuralları dikkate aldığını, oysa zor davalar olarak nitelendirilen ve tüm sistemi tehdit eden davalara çözüm getirebilecek ideal bir adalet teorisinin kurallarla beraber “ilke” ve “politika” dan oluşan diğer hukuki prensipleri/standartları da nazara alması gerektiğini ileri sürmüştür. Dworkin bunun bir tercih olmasının ötesinde, mahkemeler ve hâkimler için bir zorunluluk olduğunu ifade etmiştir.

Yazara göre ilke cazip görünen bir ekonomik, siyasi ya da sosyal durumu garanti edip ilerlettiği için değil, sadece adalet, hakkaniyet veya ahlakın başka bir boyutunun gerektirmesinden dolayı uyulması gereken standartlardır. Bir başka ifadeyle ilke sadece ve sadece adalet ve hakkaniyet öyle gerektirdiği için başvurulan, kamu yararı ve sosyal refah gibi hedeflerin değerlendirme dışı bırakıldığı başlı başına ahlaki bir referanstır. Politika ise toplumun ekonomik, siyasi veya sosyal alanlarından birinde genel bir gelişme gibi erişilecek bir hedef ortaya koyan standartlardır. Yazarın adalet teorisinin temel yapı taşlarından biri olan “ilke-politika” ayrımı, özellikle Anglo-Amerikan hukuk dünyasında hak ve özgürlüklerin ontolojik konumu ve sınırlandırılması konusunda temel referanslardan birini oluşturmuştur. Söz konusu kuram, medeni ve siyasi haklar söz konusu olduğunda devletin bu haklara müdahalesini oldukça kısıtlarken, ekonomik ve sosyal haklar konu olduğunda ise devletin müdahaleyi içeren takdir hakkının geniş olduğunu kabul etmiştir. Dworkin kurallardan ayrı bir hukuki standart olarak nitelediği prensiplerden özellikle “ilkeler” üzerinde önemle durmuş ve ilkelerin tüm bir hukuk sisteminin devamı adına oynadığı hayati role dikkat çekmiştir. Yazar sadece adalet, hakkaniyet veya ahlakın başka bir boyutunun gerektirmesinden dolayı uyulması gereken standartlar olarak nitelediği ilkelerin “hukuk” ile “kanun” kavramları arasındaki ayrıma temel olduğunu belirtmiştir. Dworkin bu ayrımın önemini vurgulamak amacıyla ünlü Riggs v. Palmer ve Henningsen v. Bloomfield Motor, İnc. davalarına atıf yapmıştır. Düşünür söz konusu davalarda, bir kural yokluğunun doğurduğu kanun boşluğunun, bir yandan o hukuk kültürüne ait bir ilkeye atıf yapılarak hukuk boşluğuna dönüşerek sistemi tehdit etmesine engel olunduğunu, diğer taraftan da yargıçların ilkeler ile sınırlandırılarak kanun boşluğunun olanaklı kıldığı muhtemel yargısal keyfiliğin önüne geçildiğini ifade etmiştir. Bu sonuçlardan hareketle Dworkin; ilkelerin tıpkı kurallar gibi hukuki standartlardan biri olarak kabul edilmesinin hukuk sisteminin devamını sağlama ve muhtemel yargısal keyfiliği önleme adına bir zorunluluk olduğunu savunmuştur.

Dworkin geliştirdiği adalet teorisi ile bir yandan adaleti yazılı kuralların dar dünyasından kurtarmış, diğer taraftan da onu ulaşılması güç, adeta “kaf dağının” arkasındaki konumundan kopararak toplumsal gerçeklikle buluşturmuştur. Bu noktada yazarın düşünceleri üzerindeki temel eleştirimiz, adaleti belirli bir toplumsal gerçeklikle aşırı şekilde ilişkilendiren yaklaşımının adaleti evrensel bağlamından uzaklaştırmasıdır. Oysa ideal bir adalet teorisi elbette geliştirildiği toplumsal kültürden/gerçeklikten bazı renkleri bünyesinde barındırmalıdır. Ancak bu kavramın aşırı şekilde “yerelleştirilerek” içeriğini oluşturan evrensel değerlerden/ilkelerden koparılması otoriter bir sistem oluşturma riskini beraberinde getirmektedir. Zira insan onuru, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, bağımsız ve tarafsız yargı denetimi gibi evrensel değerlerden yoksun bir adalet anlayışının bir toplumda otoriter hatta totoliter bir yapı inşa edilmesine zemin hazırlaması kuvvetle muhtemeldir. Bu nedenle de ideal bir adalet teorisi oluşturulurken içinde yaşanılan toplumsal gerçeklik ve kültür dikkate alınmalı, ancak son aşamada bu unsurların adaletin/hukukun evrensel değerlerini anlam erozyonuna uğratmasına asla müsaade edilmemelidir.

KAYNAKÇA

AKBAŞ, Kasım: “Ronald Dworkin: Hart’ın Hukuk Anlayışının Eleştirisi”, Günışığı Aylık Hukuk Dergisi, Ekim 2004.

BARRY, Norman P.: Modern Siyaset Teorisi, çeviren Mustafa Erdoğan-Yusuf Şahin, Liberte Yayınları, Ankara 2004.

DWORKİN, Ronald: Taking Rights Seriously, Duckwort, London 1977.

DWORKİN, Ronald: Law’s Empire, Hart Publishing Oxford, 1998.

DWORKİN, Ronald: A Matter of Principle, Harvard University Press, London 1985.

DWORKİN, Ronald: Freedom’s Law, Harvard University Press, USA 1996.

DWORKİN, Ronald: Freedom’s Law: The Moral Reading of the American Constitution, USA 1996.

GUEST, Stephen: Ronald Dworkin, Jurists: Profiles In Legal Theory, Edinburg University Press, Britain 1992.

KORUCU, Serdar: Yargısal Aktivizm, Seçkin Yayıncılık, Ankara 2014.

METİN, Sevtap: “Ronald Dworkin’in Hukuk Teorisinde Yorum Yaklaşımı”, İÜHFM, C. LXI., Sayı. 1-2, Sayfa: 35-83, İstanbul 2003.

McCONNELL, W. Michael: “The Importance of Humility in Judicial Review: A Comment on Ronald Dworkin’s Moral Reading of the Constitution”, Fordham Law Review, Vol. 65, No. 4, 1997.

TORUN, Yıldırım: Ronald Dworkin’in Hukuk ve Siyaset Felsefesinde Adalet Eşitlik ve Özgürlük Sorunu, Savaş Yayınevi, Ankara 2008.

TÜRKBAĞ, Ahmet Ulvi: “Hart-Dworkin Tartışmasının Ana Hatları”, Anayasa Mahkemesinin 49. Kuruluş Yıldönümü Sempozyumu, Anayasa Yargısı 28, Anayasa Mahkemesi Yayınları, Ankara 2011.

TÜRKBAĞ, Ahmet Ulvi: Ronald Dworkin’in Hukuk Kuramı, Derin Yayınları, İstanbul 2010.

TURHAN, Mehmet-ULUŞAHİN Nur: Anayasa Hukukuna Liberal Bakışlar, Naturel Yayınları, Antalya 2009.

Dipnotlar

[1] Anayasa Mahkemesi Raportörü, htgoksu@anayasa.gov.tr

[2] Kasım Akbaş: “Ronald Dworkin: Hart’ın Hukuk Anlayışının Eleştirisi”, Aktaran: Yıldırım Torun: Ronald Dworkin’in Hukuk ve Siyaset Felsefesinde Adalet Eşitlik ve Özgürlük Sorunu, Savaş Yayınevi, Ankara 2008, s.63-64.

[3] Ronald Dworkin adalet kuramını Amerikan toplumunu merkeze alarak bizzat bu toplum üzerinden oluşturmuştur. Bu sebeple ileri sürdüğü düşünceler değerlendirilirken bu husus mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak Yazarın kuramını Amerikan toplumunu merkeze alarak kurgulaması, ileri sürdüğü düşüncelerin sadece bu toplum i in ge erli olduğu anlamına gelmemektedir. Biz Dworkin’in kural-prensip ve hukuk-kanun kavramları arasındaki ayrımını, bu ayrım temelinde incelediği Herkül adlı ideal yargı  tarafından ulaşılması gereken adalet kuramının evrensel nitelikte, tüm toplumlar i in ge erli düşünceler olduğu kanısındayız.

[4] Ronald Dworkin: Taking Rights Seriously, Duckwort, London 1977, s.22.

[5] Dworkin “Hakları Ciddiye Almak” adlı eserinde ilke ile politika arasında ayrım yapmakla beraber kural karşısında her iki standardı genel bir adlandırma ile prensip olarak nitelendirmiş, sadece ilke ile politikayı ayrı olarak vurgulamak istediği özel durumlarda ilke ve politika ayrımına gitmiştir. Dworkin “prensipler”i yazılı kurallar dışında, adil bir karara ulaşabilmek i in başvurulması gereken ayrı “standartlar” olarak tanımlamaktadır ve bu prensiplerin “ilke” ve “politika” kavramlarından oluştuğunu ileri sürmektedir. Yazar eserlerinde bazen prensip kavramını sadece “ilke”nin yerine kullanmaktadır. Bizim makale boyunca kullandığımız “ilke” kavramı genel olarak ilke ve politikadan oluşan prensipleri değil onun bir unsuru olan siyasal ahlaki ilkeleri karşılamaktadır. Herhangi bir karışıklığı engelleme adına bu husus tüm makale boyunca göz önünde tutulmalıdır.

[6] Sevtap Metin: “Ronald Dworkin’in Hukuk Teorisinde Yorum Yaklaşımı”, İHFM, C. LXI., sayı:1-2, İstanbul 2003, s.70-1.

[7] Ronald Dworkin: Law’s Empire, Harward University Press, Cambridge, 1986, s.97.

[8] Ahmet Ulvi Türkbağ: Ronald Dworkin’in Hukuk Kuramı, Derin Yayınları, İstanbul 2010, s.113-116.

[9] Ronald Dworkin: Taking Rights Seriously, s.105.

[10] Stephen Guest: Ronald Dworkin, Jurists: Profiles In Legal Theory, Edinburg University Press, Britain 1992, s.46.

[11] Michael W. McConnell: “The Importance of Humility in Judicial Review: A Comment on Ronald Dworkin’s Moral Reading of the Constitution” Aktaran: Serdar Korucu: Yargısal Aktivizm, Seçkin Yayınevi, Ankara 2014, s.139.

[12] Sevtap Metin, a.g.e, s.52-55.

[13] Ahmet Ulvi Türkbağ: Ronald Dworkin’in Hukuk Kuramı, s.112-125.

[14] Ronald Dworkin: Law’s Empire, Hart Publishing Oxford, 1998, s.41-43.

[15] Sevtap Metin, a.g.e, s.51-55.

[16] Ronald Dworkin: A Matter of Principle, Harvard University Press, London 1985, s.158-160. Ayrıca bakınız: Ronald Dworkin: Law’s Empire, Hart Publishing Oxford 1998, s.31-32.

[17] Dworkin kurucu yorumu bir anlamda “ahlaksal okuma” olarak nitelemektedir. Kurucu yorumun/ ahlaksal okumanın gerekliliğine dair ufuk açıcı bir açıklama için bakınız: Ronald Dworkin: Freedom’s  Law, Harvard University Press, USA 1996, s.3-19.

[18]  Ahmet Ulvi Türkbağ, a.g.e, s.77-79.

[19] Yıldırım Torun, a.g.e, s.63-64.

[20] Ronald Dworkin: Taking Rights Seriously, s.22-24.

[21] Ahmet Ulvi Türkbağ, a.g.e, s.98.

[22] Norman P. Barry: Modern Siyaset Teorisi,  eviren: Mustafa Erdoğan-Yusuf Şahin, Liberte Yayınları, Ankara 2004, s.270.

[23] Mehmet Turhan-Nur Uluşahin: Anayasa Hukukuna Liberal Bakışlar, Naturel Yayınları,  Antalya 2009, s.26-32.

[24] Dworkin, Ronald: Freedom’s Law: The Moral Reading of the American Constitution, USA 1996. Dworkin, Ronald: Law’s Empire, London Fortana, 1986.

[25] Turhan-Uluşahin: a.g.e, s.41.

[26] Ronald Dworkin: Taking Rights Seriously, s.38-39, 46-48.

[27] Turhan-Uluşahin, a.g.e, s.28-29.

[28] Ahmet Ulvi Türkbağ: Ronald Dworkin’in Hukuk Kuramı, s.80-81.

[29] Ronald Dworkin: Taking Rights Seriously, s.23.

[30] Ronald Dworkin: Taking Rights Seriously, Duckwort, London 1977, s.23-24.

-Bu yazı Uyuşmazlık Mahkemesi Dergisi 4. sayısında yayımlanmıştır (06.11.2014).

Ronald Dworkin’in Adalet Kuramında Temel Kavramlar: Haklar, İlkeler ve İdeal Yargıç Herkül yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.


İslam Hukuk Geleneği Perspektifinden Yargı Etik İlkeleri

$
0
0

ÖZ

Yargı için etik ilkelerin belirlenmesi, tarih boyunca bütün hukuk sistemleri için en önemli önceliklerden birisi olmuştur. Bu ilkelerin belirlenmesindeki temel amaç, yargısal süreçlerin adil, tarafsız ve etkili bir şekilde yürütülmesi yoluyla adalete olan güvenin korunmasıdır.

İslam hukukunda da, adalete büyük önem verilmiş ve adaletin tesisi için hakimlerin uyması gereken ahlaki davranış kalıpları belirlenmiştir. Buna göre hakim, işinin ehli, tarafsız, bağımsız, adil, dürüst ve güvenilir olmalı ve toplum tarafından bu şekilde algılanmalıdır.

ABSTRACT

Having identifying ethical principles for judiciary is one of the main priorities for ali legal sistems throughout human history. The basic goal of having these principles is to maintain public confidence in judiciary by conducting judicial processes fair, inpartial and efficient manner.

Justice is an important consept in Islamic Law as well. In order to ensure justice to be done, ethical rules which judges should be obeyed are determined. According to these principles, judges should be competent, impartial, independent, fair, reliable and honest. In addition, public ought tohave an impression on these qualities of judges.

GİRİŞ

Adalet, tarih boyunca her kültür ve medeniyette en çok tartışılan kavramların başında gelmektedir. Yüzyıllar boyunca siyaset, toplum bilimi, ahlak, teoloji, hukuk ve tarih felsefesi gibi pek çok disiplin, adalete sıkça atıf yapmıştır. Dolayısıyla, adalet kavramı ve idealinin, hukukun yanında kültürel, ahlaki ve dini temelleri de bulunmaktadır[2]. Bu durum, aslında insanlığın hep bir adalet arayışında olduğunu göstermektedir.

Hak ve hukukun yerini bulması olarak tanımlanabilecek olan adalet; toplum içinde barış, uyum, eşitlik, haklılık, düzeni sağlama görevleriyle, hukukun özü ve nihai amacıdır. Adalet, hukukun nihai amacı ve ülküsü olarak tanımlandığında, bu ideale ulaşmak, yasa koyucunun, yöneticilerin ve hüküm veren hakimlerin ortak hedefi olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, hakları koyucu ve koruyucu niteliği nedeniyle devlet, adaleti sağlamakla yükümlüdür.[3]

Tarih boyunca her toplum ve kültürde adalet hizmetine kutsal bir değer atfedilmiştir. Adaleti tesis edecek olan hakimlerin sahip olması gereken nitelikler konusunda ise, her kültürde farklı beklentilere rastlanmakla birlikte, temel bazı nitelikler üzerinde tüm toplumların fikir birliği içerisinde oldukları görülmektedir. Buna göre, kişiler arasında çıkacak her türlü uyuşmazlık hakkında vicdani kanaatine göre karar vermesi beklenen hakimin; üstün nitelikli, devlet gücü kullanan yasama ve yürütme erkleri dahi kararını etkileyebilecek herkesten bağımsız, tarafsız, her hal ve şartta adil olana hükmedebilecek kadar cesur ve güvenilir, hüküm vereceği konuda yeterli ehliyet, bilgi ve tecrübeye sahip kişilerden olması benimsenmiştir[4] [5].

Hakimlerin sahip olması gereken bu nitelikler, sadece modern zamanların bir beklentisi değildir. Tarihi gelişim süreci içerisinde her din ve kültürde, ideal bir hakimin sahip olması gereken özellikler üzerinde durulmuştur. Günümüzde yargı mensupları için etik kodların belirlendiği en kapsamlı belge olan Bangalor Yargı Etik İlkeleri belirlenirken de, farklı dini, kültürel ve geleneksel normların referans olarak alındığı görülmektedir. Bu kaynaklar arasında, İslam hukukunda hakimin nitelikleri ve uyması zorunlu olan etik kurallara ilişkin tarihi eserler de zikredilmektedir3.

Bu çalışmada, Bangalor Yargı Etik İlkelerini belirlenirken izlenen yol ve yöntem örnek alınmak suretiyle, Türk hukuk sisteminin tarihi gelişiminde büyük etkisi olan İslam hukukunda adalet kavramı, hakimin nitelikleri ve yargılama etiği konusu ele alınmaktadır.

İslam hukukunda mülkün temeli olarak kabul edilen adalete büyük önem verilmiş, adil olan hakim, kişi ve topluluklar da övülmüştür[6]. Buna göre, insanlar arasında hak ve adaletle hükmetmek, Allah katında en makbul davranışlardandır. Allah, adaletle hükmetmeyi emrettiği için adaletin tesis edilmediği yerde zulüm vardır ve zulmün olduğu beldenin helak edilmesi mukadderdir[7]. Adil olan toplulukların ise, her zaman hakkı üstün tutan, hak ve hukuka göre davranan, hakka davet eden, aralarında çıkan problemleri adaletle çözen ve dünyadaki tüm işleri hakkaniyetle yürüten seçkin bir topluluk olduğu ifade edilmiştir.

Öte yandan, modern hukuk sistemlerinde yargı erkinin saygınlığı ve yargıya olan kamuoyu güveninin sürdürülmesi açısından bir zorunluluk olan yargısal süreçlerin adil, tarafsız, bağımsız yürütüldüğüne yönelik kamuoyu algısı, İslam hukukunda da önemsenmektedir. Bu beklentiyi karşılayabilmek için hakimin, her türlü uyuşmazlıkta uyması gereken etik ilke ve kurallar belirlenmiş ve İslam tarihi boyunca yargısal görev ifa edenlere tavsiye edilmiştir.

  1. İSLAM HUKUKUNDA HAKİMİN ROLÜ

İslam hukukunda yargısal faaliyet “Kaza” olarak adlandırılmıştır. Kaza kelimesi, Arapça hüküm vermek, yargı kararı, yargı gücü, borcu ya da ibadeti ifa etmek gibi anlamlara gelmektedir. İslam topluluklarında yargı erkinin görev ve fonksiyonu ise, insanlar arasında adaletle hükmetmek, aralarındaki ihtilafları kaldırmak ve hakları hak sahiplerine teslim etmektir[8].

Modern hukukta zaman zaman yargının meşruiyeti tartışması yapılmakla birlikte, İslam hukukunda meşruiyetin kaynağı bizzat ilahi irade ve Hz. Peygamberin sünneti olarak kabul edilmiştir[9]. Kuran, insanlar arasında adaletle hükmetmeyi emrettiğinden adalet, İslam toplumunda mülkün temeli olarak kabul edilmiştir[10]. Dolayısıyla, devletin bekasının ilk şartı, adil olmasıdır.

İslam toplumunda hüküm verip yargısal fonksiyon icra eden ilk kişi bizzat Hz. Peygamberdir. Daha sonra Raşid Halifeler ve ulemadan pek çok kişi de, bireyler arasında çıkan uyuşmazlıkları bizzat çözümlemiştir[11]. Yargısal görev ifa eden hakimlere ve devlet yönetiminde yer alan idarecilere adil olmak ve adaletle hükmetmek emredilirken, kişilere de bu hükümlere uymaları tavsiye edilmiştir[12]. Buna göre, İslam hukukunda verilmiş olan mahkeme kararını uygulamak devlet için bir görev iken, hakkında karar verilen bireyler açısından da bu karara uymak bir yükümlülüktür. Mahkeme kararına gönüllü olarak uyulması için hakim, adaletle hükmetmesinin yanında, dışarıdan bakan makul bir kişi tarafından tarafsız ve adil olarak da algılanmalıdır. Bu algıyı etkileyen husus, karara götüren yargısal süreç içerisinde hakimin başvurmuş olduğu yol ve yöntemler ile sergilediği tutum ve davranışlardır. Zulüm ve haksızlığa uğradığını düşünerek mahkemeye başvuran bir kişinin, yargılama süreci sonucunda hala aynı şeyleri düşünüyor olması, verilen hükmün adil olarak algılanmadığının bir işaretidir.

Dolayısıyla, İslam hukukuna göre yargı organı ve hakimin görevi, her ne şekilde olursa olsun, uyuşmazlığı bitirmek değildir. Yargısal faaliyetin nihai amacı, adaletin tesisi, zulmün ortadan kaldırılması, mazlumun hakkının zalimden alınması, hakkın sahibine ulaştırılması, iyiliğin emredilip kötülüğün engellenmesidir[13].

Bu noktada yargı, insanların can, mal, namus, şeref ve haysiyet gibi temel değerlerini koruma fonksiyonunu da icra etmekte ve bu değerlere gelecek her türlü haksız saldırı ve tehdidi önleme, hakimin görevi olarak addedilmektedir. Devletin temeli olan toplumsal barış ve huzur, ancak bahsi geçen temel değerlerin hukuki olarak yeterince korunduğu bir düzende kalıcı olabilir[14]. Bu özelliği nedeniyle, yargılamada takip edilen yol ve yöntemler belirlenirken meseleye salt şekli hukuk gözü ile bakılmamış, adaletle hükmetmek Allah katında en sevimli işlerden birisi olarak değerlendirilmiştir.

Hz. Peygamber’in söz ve uygulamalarında hakimlik görevinin önem ve hassasiyetine vurgu yapılmıştır. Bu noktada, yargısal bir görev ifa edenlerin üstlenmiş oldukları sorumluluğun büyüklüğünü ifade etmek üzere verilmiş olan örnek, dikkat çekicidir: Yargısal görevin önemi, “kim insanlar arasında hükmetmek üzere yargı görevi üstlenirse, bıçaksız olarak boğazlanmış gibidir” şeklinde ifade edilmektedir[15]. Bıçaksız boğazlanmak tabirine, dünya ve ahiret azabı arasında kalmak anlamı verilmiştir. Buna göre, hakimin adil ve tarafsız olmasının zorluklarına işaret edilmiş, hakimlik görevi hakkıyla yapıldığında mesleki ve özel hayatında hakimin karşılaşılabileceği sıkıntılar dile getirilmiştir. Buna yüklenen diğer bir anlam ise, yargı görevini yerine getiren kişinin, her davada tarafsız ve adil kalabilmek için kendi zaaflarına karşı vereceği çetin mücadeleye atıf yapmaktadır. Zira, bakmakta olduğu davalarda, vicdani kanaatine aykırı bir şekilde karar vermesi için hakime maddi ve manevi, meşru olmayan her türlü çıkar teklifinde bulunulması mümkündür. Bu tür gayri meşru tekliflerin kabul edilmesi suretiyle, hakimin vicdani kanaati dışında bir sebebi esas alarak karar vermesinin Allah katında hoş görülmeyeceği belirtilmek suretiyle ciddi bir uyarı yapılmaktadır.

İslam tarihinde yargı erkinin fonksiyonu, hakimlik görevine yüklenen anlam ve üstlenilen sorumluluğun büyüklüğü dikkate alınarak pek çok alim, bu görevi üstlenmekten kaçınmıştır. Bu şekilde kadılık görevi teklif edilen bir alim, “eğer hakimlik ile katledilmek arasında muhayyer bırakılsam, katledilmeyi tercih ederim” demiştir[16].Bununla birlikte, üstlenilen sorumluluğun büyüklüğü, aynı zamanda adil ve tarafsız davranan hakimlere övgü ve müjdeyi de beraberinde getirmiştir. Buna göre, kıyamet günü Allah’ın gölgesinde öncelikli olarak yer alacaklar insanlar arasında, tarafsızca hüküm veren hakimler de sayılmaktadır[17]. Bu nedenle, Serahsi gibi alimler tarafından “bir gün hak ile hükmetmenin, kendilerine bir yıl cihat etmekten daha sevimli olduğu” ifade edilmiştir[18] [19]. İslam tarihinde insanlar arasında adaletle hükmetmek amacıyla görev yapan ilk kadının, bizzat Hz. Peygamber olması ve tarih içerisinde pek çok nebi ve peygamberin de bu görevi bihakkın yerine getirmesi nedeniyle hakimlik, peygamber postu olarak nitelendirilmektedir1”.

  1. İSLAM HUKUK GELENEĞİNDE YARGI ETİĞİ İLKELERİ
  2. Bağımsızlık

Yargı bağımsızlığı, insan haklarına ilişkin metinlerde, adil yargılanma hakkının temel unsurlarından birisi olarak görülmüştür. Birleşmiş Milletler Yargı Bağımsızlığı Temel İlkeleri’ne göre yargı organı, önündeki uyuşmazlık hakkında, taraflardan herhangi birisinin doğrudan veya dolaylı kısıtlama, etki, teşvik, baskı, tehdit ve müdahalesine maruz kalmaksızın, maddi olaylara ve hukuka dayanarak tarafsız bir biçimde karar vermelidir[20]. Bu ilkeye göre yargılama süreçleri, yasama ve yürütme organı başta olmak üzere her türlü kurum, kişi ya da müesseseden gelecek dış etkiden bağımsız yürütülmelidir[21].Bağımsız yargı, hak ve özgürlüklerin hiçbir etkiye maruz kalmadan, tamamen hukuki sınırlar içinde gerçekleşen adil bir yargılama sonucu, tarafsız bir biçimde tespit edilmesini sağlar. Bu nedenle bağımsızlık,hakimler için sağlanmış bir ayrıcalık değil, hukukun adil ve tarafsız bir biçimde uygulanması için bir güvencedir[22].

Yargı bağımsızlığı ilkesinin gereklerinden birisi, yargısal faaliyeti yerine getiren hakimlerin resmi ve özel her türlü kurum, kişi ya da müesseseden gelecek dış etkiden azade olarak karar vereceği bir hukuki ortamın sağlanmasıdır[23]. Dolayısıyla yargının, kurumsal olarak yasama ve yürütme organından, idareden, davanın taraflarından, her türlü baskı ve çıkar grubundan, basından ve kamuoyu baskısından bağımsızlığı, temel norm olan anayasa ile güvence altına alınmalıdır. Anayasal teminatlar, hakimlerin göreve alınma, atanma, yükselme, alacakları ücret, meslek içi eğitim ve disiplin süreçlerini bağımsızlık ilkesine uygun olarak düzenlemelidir[24].

Öte yandan, hakimin maddi veya ekonomik olarak tatmin edilmesi de, bağımsız yargılamanın teminatlarından birisi olarak görülmektedir. Bu kapsamda, hakimin adaleti tam bir iç huzuru ile dağıtabilmesi için maddi kaygı ve sıkıntılardan kurtulmuş, belirli bir refah seviyesine ulaşmış bulunması ve taraflarca ileri sürülebilecek her türlü mükâfat önerisine tamamen kapalı olması gerektiği, bu durumun ancak tatmin edici bir ücretle sağlanacağı ifade edilmektedir[25].

Kurumsal olarak yargı erkinin ve bireysel olarak her yargı mensubunun bağımsız olması tek başına yeterli olmayıp, hakimin her türlü etkiden bağımsız olarak vicdani kanaatine göre hüküm verdiği noktasında kamuoyunda da bir kanaatin bulunması gerekir. İnsan haklarına ilişkin evrensel hukukun temel ilkelerine göre, adalet hizmetinin tarafsız ve bağımsız yürütüleceğine, yasama ve yürütme organının hiçbir durumda yargısal süreçlere müdahale etmeyeceğine ilişkin kamuoyu inanç ve algısı, demokratik bir toplumda önem arz etmektedir[26].

İslam hukukunda ise, yargı bağımsızlığı, Kuran hükümlerine ve bizzat Hz. Peygamber’in uygulamalarına dayanmaktadır. Hakimin ve mahkemenin siyasi otoriteden ayrı, tamamen kanunları esas alan muhakeme yapması ve bunun bizzat devletin en önde gelen otoritesi olan Peygamber tarafından güvence altına alınması, İslam hukuku ve yargısal örgütlenmenin gelişim ve işleyiş sürecinin belli başlı özelliğini ortaya koymaktadır[27].

Çağdaş hukuk sistemlerinde yargı bağımsızlığı için öngörülen teminatlar, İslam hukukunda da benzer şekilde uygulanmıştır. İslam hukukuna göre, hakim olarak atanmak için aranan şartlardan birisi, kişinin hür olmasıdır. Hürriyet şartı, bugün hakimin her davada bağımsız ve özgür iradesi ile karar verebilmesi, hakimlik teminatına sahip olması şeklinde anlaşılmaktadır[28]. Başka bir deyişle, hakimin vicdani kanaatine göre karar verebileceği hukuki ve fiili şartlar sağlanmamışsa, o sistemde hakimin hürriyet vasfını taşımadığı ifade edilmektedir.

İslam hukuk kültüründe hakim, mazlumların hamisi olarak görülmektedir. Toplumsal yaşam içinde haddi aşanları durdurma, zulmü önleme, hakkı sahibine teslim etme gibi fonksiyonları eda etmesi beklenen hakimin, dünyevi her türlü otoriteden bağımsızlığı temel kural olarak kabul edilmiştir. Hakim, önüne gelen meselede ilahi hükümlere ve Hz. Peygamber’ in uygulamalarına göre karar verecek, bunlarda hüküm bulamadığı takdirde meseleyi kıyas yoluyla çözebilecektir. Hakime verilen yetki mutlak olup. Devlet başkanları dahil toplumun tüm bireyleri, yargısal süreçlerde davacı ve davalı olarak ayırım gözetilmeksizin yer alacaktır[29].

Hakimin, her uyuşmazlıkta sadece hak bildiğine hükmedebilmesi için devlet başkanı dahil hiçbir güç ve makamın, yargısal görev sırasında hakime müdahalesi uygun görülmemiştir.Yargı bağımsızlığı hakim için hem devletin yetkili organlarına karşı talep edilecek bir hak, hem de bizzat korunması ve yerine getirilmesi gereken bir emanet ve görevdir. Hakimin, baskı, telkin, teşvik ve tavsiyeden arınmış bir şekilde yargısal görevlerini ifa etmesi ilahi emirlere dayandığından, her türlü dünyevi otoritenin yargıya müdahalesi, halka karşı bir zulüm, kanunen bir suç ve dinen Allah’a karşı büyük bir günah olarak kabul edilmiştir[30]. Bu hususta Kur’an’da, “aralarında Allah’ın sana bildirdiği hükümlerle hükmet; onların keyiflerine uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmım sana tatbik ettirmemek için yapacakları saptırmadan şiddetle kaçın’”ihtarında bulunulmaktadır[31]’. Dolayısıyla, İslam anlayışında hakimi bağlayan tek husus, yargılama faaliyetini yürütürken uyması gereken usul kurallarına göre yapacağı muhakeme sonucu ulaştığı, vicdani kanaatidir. Kanunen uyması ve uyuşmazlığa uygulaması gereken hükümler dışında, hakimin hukuki kanaatini etkileyecek her türlü iç ve dış unsur, keyfilik ve ilahi hükümlerde sapma olarak nitelendirilmektedir.

Yukarıda yer verildiği üzere, çağdaş hukuk sistemlerinde yargı bağımsızlığı ilkesini, hakim teminatından ayrı düşünmek mümkün değildir. Hakim teminatının en önemli unsurları ise, hakimin adalet dağıtırken vermiş olduğu kararlar nedeniyle herhangi bir yaptırıma maruz kalmaması, özlük haklarından mahrum bırakılmamasıdır[32]. İslam hukukunda da, hakimin azledilebileceği durumlar sınırlandırılmıştır. Zira, İslam hukukunun hakime bakış açısına göre, meslekten çıkarma cezasının karşılığı olan azil, hakim için bir zillet, toplum içinde itibarsızlıktır. Vereceği kararın sonucu olarak azledilme korkusu taşıyan bir hakim, önüne gelen her davada, vicdani kanaatine göre hükmetmekte zorlanacaktır. Bu nedenle, ilk dönemlerden itibaren genel olarak hakimlerin, azil ve tahvilden tamamen masun oldukları kabul edilmiştir[33]. Bu anlayışın bir sonucu olarak, Hz. Ömer’in halkın şikayeti üzerine bazı valileri görevden aldığı bilinmesine karşın, onun herhangi bir hakimi azlettiği vaki değildir. Halifeliği süresince Hz. Ömer, hakimler hakkındaki şikayetleri bizzat kendisi tetkik etmiş, eğer bu şikayetlerin somut gerekçeleri varsa bütün diğer hakimleri toplayarak onların fikir ve mütalaalarım aldıktan sonra şikayet konusunu karara bağlamıştır[34]. Bu dönemde, hakimin bağımsızlığı yanında hesap verebilir olması açısından halkın hakimler hakkındaki şikayetleri dikkatle incelenip karara bağlanmakta ise de Halife Ömer tarafından, adaletli kararlar için merkezi otoritenin korkusundan önce, hakimlerin kendi vicdanlarını denetim otoritesi olarak görmeleri tavsiye edilmiştir33.

Hakimin bağımsızlığının sağlanması için başvurulan yöntemlerden birisi de, maaşlarının yüksek tutulmasıdır. Ekonomik bağımsızlık ve maddi kaygılardan uzak olmak, hakim açısından adil karar vermenin, başkasının malına ve çıkar tekliflerine tamah etmemenin bir teminatı olarak öngörülmüştür. Bununla birlikte, adaletle hükmetmek ve hakkı üstün tutmak ilahi bir emir olduğundan, asıl mükafatın Allah katında olduğuna, dünyada elde edilecek hiçbir maddi menfaatin, adil bir hakim için hazırlanan akıbetten daha hayırlı olamayacağına inanılmaktadır.[35] [36]

Hakimin bağımsızlığının yanında otorite ve saygınlığının korunması açısından başvurulan diğer bir yol ise, toplumun önde gelen, en çok sevilip sayılanları ile ekonomik olarak en üst gelir grubunda olanları arasından hakim atanmasıdır. Burada zengin ve ekonomik açıdan güçlü olanların kadı olarak atanması, hakimin her türlü maddi menfaat teklifine kapalı kalmasını sağlamaya matuf başvurulan bir tedbirdir. Toplumun asli ve önde gelenlerinin atanmasının nedeni ise, hem yargısal görevin saygınlığı ve adalete olan güven açısından bu kişilerin daha kolay kabullenilmesi, hem de kararların infazının kolaylaştırılması açısından başvurulan bir yöntemdir [37].

Yukarıda belirtildiği üzere, hakimin adil olduğunu düşündüğü sonuca hükmedip, bu hükmü infaz etmesi ilahi emirlere dayandığından, İslam hukukunda beşeri hiçbir gücün baskı ve tesiri doğrultusunda karar verilmemesi hususu, hakimlere tavsiye edilmiştir. Hz. Peygamber ve Raşid Halifeler dönemi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun 16. yüzyıla kadar olan klasik döneminde, yargı bağımsızlığına ilişkin somut uygulamalar dikkate alındığında, devleti idare edenler tarafından, hakimlerin bağımsızlığına saygı gösterilmiş, bu konuda hakimler teşvik edilmiştir. Bu noktada, Hz. Peygamberin veda hutbesinde olduğu gibi on ayrı olayda, kendisinden hakkı olanın misilleme yapmasına müsaade etmesi, Hz.Ebu Bekir, Hz.Ömer, Hz. Osman, Hz.Ali, Harun Reşit gibi devlet reislerinin, haklarında şikayet olduğunda kadı huzurunda toplumun diğer bireyleri ile aynı şartlarda yargılanmayı kabul etmeleri, adalete ve yargı bağımsızlığına yüklenen anlamı göstermesi açısından dikkate değer uygulamalardır[38].

Osmanlı İmparatorluğu’nda da, hakimin her türlü baskı ve korkudan uzak, bağımsız ve tarafsız bir şekilde görev ifa etmesi için farklı tedbirler öngörülmüştür. Bu tedbirlerden birisi, hakimlerin doğrudan merkezi otoriteye bağlanması ve bu yolla yerel yöneticilerin etkisinden ve otoritesinden arındırılmasıdır[39]. Bununla birlikte, Osmanlı hukuk sisteminde klasik dönem olarak adlandırılan 16. yüzyıl öncesinde, merkezi idarenin de yargı bağımsızlığının korunması konusunda özenli davrandığı bilinmektedir. Bu husustaki örneklerden birisi, Fatih Sultan Mehmet’in kadı tarafından bir yargılama sırasında davacı ile birlikte ayakta tutulması ve mahkum edilmesidir. Fatih, bir cami inşaatında iki mermer sütunu emri hilafına üçer arşın kısaltan bir Rum mimarın ellerini kestirmiş, mimar da Fatih’i dava etmiştir. Hükümdar mahkemeye gelip alışkanlıkla başköşeye oturmak isteyince, kadı Hızır Çelebi tarafından uyarılmış ve yargılama sonucunda Rum mimarın elinin haksız yere kesildiği tespiti yapılıp Fatih’in de kısas olarak elinin kesilmesine hükmedilmiştir. Davacının, hükmedilen cezanın uygulanmasından feragat etmesi üzerine. Sultan’ın tazminat ödemesine karar verilmiştir.[40]Benzer bir olay, 2. Abdülhamid zamanında yaşanmıştır. Padişahı tahtından indirmeye kalkışma suçundan dava açılan büyük bir siyaset adamının davası başlamazdan önce padişahın damadı Mahmut Celaleddin Paşa, mahkeme başkanı Abdüllatif Suphi Paşa’ya gider ve Sultan’ın selamını ilettikten sonra “sizden şanı sadarete layık bir karar bekliyoruz’” der. Davaya bakılır, sanık beraat eder. Padişahın yolladığı haberi bilen başkanın kızı kararı öğrenince hayretlere düşer ve babasına “kararı verirken şanı sadarete layık karar bekleyen hünkârdan korkmadınız mı?” diye sorar. Paşanın karşılığı şudur: “kızım öyle bir hâkim, öyle bir sultan var ki, huzuruna yarın hünkâr da, ben de beraber çıkacağız. İşte ben yalnız o hünkârdan korkarım”.[41]Osmanlı Devleti’nde konumu ne olursa olsun mahkeme huzurunda herkesin eşit konumda bulunduğu hususu, Batılı araştırmacılar tarafından da teyit edilmektedir. Kayseri Şeriye Sicilleri’ni inceleyen Batılı bir araştırmacı, devlet adamı, müderris, sipahi, demirci, sosyal konumu ne olursa olsun herkesin kanun önünde ve mahkeme karşısında eşit olduğu tespitini yapmaktadır[42]. Dolayısıyla, Osmanlı Hukuk Düzeninin de, Hz. Peygamber ve Raşid Halifeler dönemindeki adalet uygulamalarının hakimler tarafından örnek alınıp sürdürülmeye çalışıldığı görülmektedir.

Bununla birlikte, merkezi idarenin çok güçlü olduğu Emevi ve Abbasi Devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu’nun 16. yüzyıl sonrası döneminde zaman zaman, merkezi ve yerel otorite ile yargı mensupları arasında bağımsızlık konusunda gerilim ve sürtüşmeler olmuştur. Bu nedenle, Ebu Hanife, İmam Şafii ve Ahmet Bin Hanbel gibi alimlerin, merkezi idarenin çok güçlü olduğu dönemlerde, yargısal konularda hakime yapılması muhtemel müdahaleler nedeniyle, adil olamama korkusu yüzünden kadılık görevini kabul etmedikleri, hatta bu sebeple işkenceye maruz kaldıkları bilinmektedir[43]. Ebu Hanife’nin kadılık teklifi aldığında Halife Mensur’a verdiği cevap gerçekten düşündürücüdür. Halife Mensur tarafından kadılığa tayin edilmek istenen Ebu Hanife bu teklifi reddetmiş ve şunları söylemiştir: “Allah’tan kork, Allah’tan korkanlardan başka kimselere de görev tevdi etme. Benden daima memnun kalacağından emin değilim. Nerde kaldı ki benden intikam almaya kalkışmayacağınıza emin olayım. Bir davada aleyhinize hüküm vermem gerekirse; aleyhinize hüküm vereceğim. Ama bu karar sonrasında siz beni Fırat nehrine atıp boğmak ile tehdit edersiniz. Bu bana katiyen tesir etmez. Fırat’ta boğulmayı, hakkıyla verdiğim bir hükmü geri almaya tercih ederim[44″].Büyük alimin, dönemin şartlarını çok iyi okuduğu, güçlü merkezi idare ve Sultan’ın kendisinden ne beklediğini çok iyi bildiği, böyle bir siyasi ortamda adil karar vermenin imkansız olduğunu değerlendirdiği görülmektedir. Bu nedenle, aktüel olandan ziyade ideal olana yönelmiş, ideal bir hukuk adamının kutsal bildiği adaletin, tesis edilemeyeceğini düşündüğü noktada görev üstlenmekten kaçınmıştır[45]. Yine benzer bir durumda, Raşid Halifeler zamanından itibaren 50 yıldan fazla bir süre kadılık yapan Şureyh, Emeviler döneminde siyasi baskılardan rahatsız olup, kadılık görevinden istifa etmiştir[46]. Koçi bey tarafından yazılıp Sultan IV. Murat’a arz edilen risalelerde de, Osmanlı İmparatorluğu yargı sistemindeki bozulmalara ilişkin ilginç tespitler bulunmaktadır. Koçi Bey, kadıların da mensubu olduğu ilmiye sınıfı içerisinde, eskiden en bilgili olanların yükseltildiğini ve işinin ehli olan hakimlerin sebepsiz yere azlolunmadığını ifade etmektedir. Daha sonra, giderek her işe hatır karışmakla ve her işe göz yummakla hak sahibi olmayanlara hadden aşırı mevkiiler verilip, eski kanunlar bozulmuştur. Adaleti dağıtan kadılar ehliyetsiz kişilerden atanmaya başlayınca adalet yara almış, adaletin terazisi bozulmuş, kadıların üzerinde eşrafın zalimin baskısı nedeniyle adalet dağıtılamaz olmuştur.[47]

Koçi Bey tarafından işaret edilen, merkezi ve yerel idarecilerin baskıları nedeniyle devlet erkanının taraf olduğu davalarda yargı organının bağımsız karar verebilmesini sağlamak açısından başvurulan tedbir, bu davaların sıradan kadı mahkemesinde görülmesi yerine, özel yetkili olarak kurulan mezalim divanlarında karara bağlanmasıdır. Güçlü idareciler nedeniyle kadıların bağımsız ve tarafsız karar vermekte zorlanmaları sonucu, idari faaliyetlerden kaynaklanan işler ile üst düzey kamu görevlilerini yargılamak üzere mezalim divanları kurulmuştur[48]. Osmanlı uygulamasında kadı aynı zamanda vermiş olduğu kararın infazından da sorumlu olduğundan, davalıların nüfuzlu olması nedeniyle vermiş olduğu hükmü kadının infaz edemeyeceği durumlarda da, uyuşmazlığı divan karara bağlamıştır. Bu divanların görevleri arasında, normal mahkemelerin karar vermekte zorlanacakları ceza ve hukuk davaları hakkında karar vermek, idarecileri denetlemek, idari nitelikteki şikayetleri karara bağlamak da vardır[49] “.

  1. Tarafsızlık

Yargı bağımsızlığı, tarafsız olmanın ön koşuludur. Başka bir deyişle, bağımsız olmayan hakim, zaten taraftır. Ancak bağımsız olmak, tek başına tarafsız olmanın garantisi değildir. Yargı erkinin kurumsal ve hakimlerin kişisel bağımsızlığının sağlandığı durumlarda bile, her davada dosyaya bakan hakimin tarafsızlığını sağlayamama riski bulunmaktadır. Bağımsızlık, hakimin çevresel etkilere karşı korunması anlamına gelir. Bağımsızlık mekanizmasıyla yargı içi ve yargı dışı, bireysel ve kurumsal etki ve müdahalelerden yalıtılan hakimin, uyuşmazlık hakkında vicdanıyla baş başa kalarak karar vermesi beklenir. Bu bağlamda tarafsızlık, hakimin yargılama faaliyetini yürütürken kendi zihnindeki, vicdanındaki önyargılardan kurtulup, yürürlükteki mevzuatı somut olaya uygulamasıyla ilgilidir[50]. Hakim, önündeki uyuşmazlığı sadece anayasa, kanun ve hukukun genel prensiplerine uygun olarak vicdani kanaatine göre çözümlemelidir. Hakimin kararma etki eden tek unsur, dava dosyasında yer alan belge ve deliller olmalıdır[51]. Hakimin tarafsızlığından bahsedilebilmesi için, davanın taraflarından herhangi birine karşı lehe veya aleyhe bir ön kabulü yada önyargısı olmamalıdır. Hakimin dava başlamadan önce, olaya yada taraflara ilişkin davayı etkileyecek bir görüşe sahip olmaması, kendi dini, siyasi, ideolojik veya hukuki görüşünün aksine serdedilen görüş ve düşüncelere karşı da açık fikirli olması, tarafsız kalabilmenin ön koşuludur’2.

Taraflılık hali ise, hakimin objektif davranmasını imkansız hale getiren ve hükmü perdeleyen veya etkileyen bir davranış veya bakış açısı, zihinsel durum veya koşuldur. Taraflılık, duygu ve düşüncelerin beden dili ile dışa vurumu şeklinde olabileceği gibi, belirli söz ve söylemlerle de yansıtılabilir. İdeal olan, hakimin farklı kültürel ve geleneksel değerleri içselleştirmesi, tarafların kişisel, kültürel ve sosyolojik durumlarından etkilenmemesi, yargıladığı kim olursa olsun beğendiğini yada garipsediğini vücut dili, tavır ve davranışları ile göstermemesidir. Yargısal süreçlerde hakim tarafsız olmak zorunda olduğu gibi, tarafsız olarak da algılanmalıdır. Bunu sağlamanın yolu ise, yargılama sırasında hakimin adil bir yargılamanın gerektirdiği her türlü hakkı taraflara sağlayarak usul hükümlerini tam olarak uygulamasından ve tarafsızlık algısını zedeleyecek tutum ve davranışlardan kaçınmasından geçer.[52] [53]

Hakimin tarafsızlığının korunması, sadece çağdaş, demokratik hukuk sistemlerinin bir sorunu değildir. Aslında, yüzyıllar boyunca pek çok hukuk sisteminde, yargı organının saygınlığı ve güvenilirliğinin sağlanması açısından ideal hakimin sahip olması gereken niteliklerin neler olduğu üzerinde durulmuştur[54].İslam hukukunda da yargılamanın tarafsız yürütülmesine, devleti yöneten idareciler ile hakimlerin adil olmasına büyük önem atfedilmişti.[55] Hakimin önüne gelen her uyuşmazlıkta tarafsız ve adil bir şekilde, sadece vicdani kanaatine göre karar vermesi İslam hukukunda üzerinde en çok durulan hususlardan birisidir. Zira, devletin bekasının, adil bir hukuk sisteminin kurulmasında olduğuna inanılmış ve bu sistem içerisinde hakimin her zaman hakkı üstün tutması, kararları ile hakkı tutup kaldırması beklenmiştir. Buna göre hakim, hakkı ve hukuku gözeterek, herhangi bir konuda hüküm vereceği zaman adil ve tarafsız olmalı, yakınları aleyhine dahi olsa adaletten sapmamalıdır. Hüküm vereceği zaman düşman topluluklara karşı bile adaletli olmalı, kin ve öfke ile hareket etmemeli, hiçbir koşulda gerçeği saptırmamalıdır. Karar verirken ne kendi kişisel tercih ve istekleri, ne de yakınlarının taleplerine göre hareket etmemelidir. Hakkında karar verilecek olaylara, elde edilecek menfaat açısından değil, doğruluk ve adalet açısından yaklaşmalıdır. Karar vermeden önce dikkatli bir biçimde inceleme yapmalı ve Allah’ın adil olanları ve adaletle davrananları sevdiğini bilmeli ve bu yüzden de hakkaniyetli ve adaletli olmalıdır.[56]

Hakimin adil ve tarafsız olarak algılanması açısından bazı tavır ve davranışlardan uzak durması da tavsiye edilmiştir. Hakimler açısından kaçınılması gereken bu fiil ve davranışlar ise, rüşvet alma ve çıkar sağlama, hediye kabul etme, ticaret yapma, tarafsız yargılamayı etkileyecek kadar aşırı sosyalleşme, konuşurken ciddiyetten uzaklaşma, komik duruma düşme, yargılama esnasında öfke gibi zihni melekelerini etkileyecek duygulara yenik düşme örnek olarak sayılabilir.[57]

Bu noktada, yasak olan fiillerin bazılarının işlenmesi halinde hakimlik niteliği kaybedilmektedir. Bu niteliklerden birisi sayılan adalet vasfı, hakimin rüşvet alması, halk arasında doğru ve dürüst birisi olarak algılanmaması, sürekli yalan ve yanlış işlerle uğraşması gibi durumlar da kaybedilmektedir. Hz. Peygamber, ateşte yanmaya en layık olan şeyin, hüküm vermede rüşvetin hasıl ettiği vücut olduğunu ifade ederek, hakim tarafından yargısal faaliyet nedeniyle sağlanan çıkarın ne kadar çirkin görüldüğünü vurgulamıştır[58].Bazı hukukçulara göre, hakimin şahısları yargıladığı mekana, insanların giriş çıkışlarını düzenlemek için tayin ettiği görevlinin dahi gelenlerden herhangi bir şey alması durumunda, hakim dolaylı yoldan rüşvet almış kabul edilmiştir. Bu görüşü savunanlara göre, insanların duruşma salonuna girmesini düzenleyen kapı görevlisinin şahıslardan temin ettiği menfaatler, hakimin gücü ve itibarına dayanmaktadır. Bu nedenle, hakim doğrudan olmasa bile dolaylı yoldan suça iştirak etmektedir. Böyle bir suçu önlemek için hakim, harama el uzatmaktan kaçınacak, mevcutla yetinecek birini kapı görevlisi olarak tutmalıdır[59].

Yargısal faaliyet esnasında hakimin hükmünü etkilemek amacıyla para ve maddi değeri olan şeyler haricinde, başkaca bazı çıkar unsurları da rüşvet kapsamında değerlendirilmektedir. Manevi menfaat kapsamında herhangi bir iş teklifinde bulunma, makam vaat etme ve verme, karşılıklı yapılacak işlerde iltimas geçme, öncelik hakkı tanıma, şahsın itibarından istifade etme gibi esasen maddi olmayan bir takım menfaatler de etik olmayan ve yasaklanan davranış ve fiillere dahildir.

Hakime, yargısal görev nedeniyle hediye verilmesi ve verilen hediyenin kabul edilmesi de yasaklanmıştır. Hukukun uygun bulmadığı bir gayenin gerçekleştirilmesi için sultana/devlet başkanına, yargı mensuplarına, memurlara, görevlilere veya böyle bir işe aracılık eden kişilere verilen hediyeler bu kısma girmektedir[60] [61].

Etik değerler açısından yasak davranışlardan birisi de, hakimin adil yargılamayı etkileyecek ölçüde sosyalleşmesidir. Sosyalleşmesinin ölçütü olarak, cenaze ve düğün törenlerine katılmasından bir beis olmadığı, ancak buralarda baktığı davalar hakkında konuşamayacağı ifade edilmektedir. Yargılama sırasında da hakimin, dava konusu dışında taraflardan birisi ile sohbet etmesi, hal-hatır sorması da tarafsızlık algısı açısından uygun görülmemiştir. Ancak huzura çıkan taraflardan birisinin aşırı heyecan ve korkudan dolayı konuşamaması nedeniyle hakimin onu sakinleştirmesi ve derdini anlatabilmesi için yardımcı olmasında beis görülmemiştir.[62]

Diğer din ve kültürlerde olduğu gibi İslam hukukunda da kadıların tarafsızlığına büyük önem verildiğinden, tarafsız ve adil karar verilmesine engel olabilecek durumlarda kadıların uyuşmazlık hakkında hüküm vermesi yasaklanmıştır. Buna göre kadı, usul ve für’u, akraba, iş ortağı, vekil, müvekkil, eş, hasım gibi tarafsız kalamayacağından endişe edilen şahısların davalarına bakmaktan memnudur.[63]

İslam toplumunda yargı fonksiyonunun ifası ve hakimin tarafsızlığına ilişkin en önemli belgelerden birisi. Halife Hz. Ömer tarafından kadı olarak görevlendirilen Ebu Musa El Eş’ari’ye gönderilen mektuptur. Bu mektupta, yargısal faaliyetin niteliği, karar verilirken dikkate alınması gereken temel kurallar, ilahi kanunlarda belirli bir kural olmaması halinde yapılması gerekenler, kararın infazı, hakimin uyması gereken etik ilkeleri, içtihat değişikliğinin hükmü gibi bir çok konuda tavsiyeler yer almaktadır. Buna göre, yargılama işi Allah’ın bir emri, dolayısıyla ilahi bir görevdir. Yeterli araştırma ve yargılama sonucu karar verildiğinde infaz geciktirilmemelidir. Zira, mahiyeti hakim tarafından anlaşılmayan bir davayı karara bağlamanın ve icra edilmeyen hükmü sadece konuşmanın bir faydası yoktur. Kur’an ve sünnette davayı karara bağlamak açısından bağlayıcı bir hüküm yoksa, hakim yeterli araştırmayı yaparak benzer durumda verilen önceki örneklere bakacak ve kıyas yolu ile kendisine göre Allah katında en sevimli ve hakkaniyete en uygun olduğunu düşündüğü kararı verecektir. Mektupta içtihat değişikliğine ilişkin de tavsiyeler bulunmaktadır. Buna göre, hakim önceden vermiş olduğu bir kararın adil olmadığına sonradan kanaat getirirse, benzer davalarda hatada ısrar etmektense doğru yola dönmesi daha iyidir.

Tarafsız olma ve tarafsız olarak algılanma açısından ise, hakimin taraflara muamelelerinde eşit davranması, mahkemede ve insanlar arasındaki tutum ve davranışları ile hakimden toplumun önde gelenlerinin kendi lehlerine karar verileceği beklentisine girmemesi, güçsüzlerin ise adaletinden ümitsizliğe düşmemesi tavsiye edilmektedir. Muhakeme esnasında ise hakim, insanlara karşı gazap ve hiddetten, onlara karşı kötü söz ve muameleden, işlerin çokluğu nedeniyle asık suratlı olmadan uzak durmaya davet edilmiştir. Hakimin samimi ve ihlaslı olması gerekir. Allah, yargısal görevi layıkıyla yerine getiren, rızasından ayrılmayan hakimi mükafatlandırır, insanlardan gelecek tehlikelerden korur. Buna karşın, yaptığı işi gösteriş için yapan, işini layıkıyla ve iyi niyetle yapmayan hakimi ise rezil eder. Zira Allah ancak samimi niyetle yapılan amelleri kabul eder.[64]

Hz. Ali ise, yazdığı bir emirnamede hakimin kin ve nefretle hükmedemeyeceği, bu nedenle hasımların kendisini sert ve kaba davranışa itmemesi gerektiğini ifade etmiştir. Buna göre hakim, hüküm verirken kin ve nefret gibi kişisel duygularına kapılmayan, kendisine doğru yol gösterildiğinde kabul etmekten çekinmeyen, kişisel huşa kapılmayan, şüphe üzerine karar vermeyen, azla yetinmeyip ihtilafla ilgili araştırmayı yapan, taraflara müracaat etmekten usanmayan, kanıtları dikkate alan, sorunların çözümünde aceleci olmayıp sabır gösteren, övme ve pohpohlamaya karşı zaaf göstermeyen, hüküm ortaya çıktığında kararlılıkla uygulayan kişidir[65].

Yargılama esnasında uyulması gereken etik kurallara ilişkin İslam tarihinde ana belgelerden birisi de, Emevi halifesi Ömer bin Abdülaziz’in kadı olarak tayin ettiği bir kişiye vermiş olduğu talimattır. Bu talimatta Halife: “Sinirli ve sıkıntılı iken davayı karara bağlama, taraflara karşı yumuşak davran. Dava ile ilgili gerekli araştırmayı yapmadan ve dava konusunu iyice anlayıp dinlemeden hüküm vermenin bir faydası yoktur. Hakkı sahibine teslim etmedikçe davayı bitirmek bir anlam ifade etmez. Adil davranmadıkça hüküm vermek ve bu hükmü icra etmek hayır getirmez.[66] ” şeklinde uyarılarda bulunmaktadır.

İslam hukuk uygulamasında, verilmiş olan hükümler bizzat hakimler tarafından infaz edilmektedir. Dolayısıyla, hakkında hüküm verilen kişilerin, hakimin üstün seciyeli olduğuna, tarafsız olarak vicdani kanaatine göre karar vereceğine, haktan ve hakikatten başkasına hükmetmeyeceğine inanması verilen hükmün kabullenilmesi için zorunludur.

Bu uyarılar dikkate alındığında, hakimin kendi önyargılarından, beşeri ve sosyal ilişkilerinden, dünya görüşünden, inanç ve ideolojisinden, fiziki ve ruhsal sıkıntılarından, iş yükünden, cehaletten azade bir şekilde uyuşmazlığı karara bağlaması gerektiği söylenebilir. Buna ek olarak, hakimin uyuşmazlık konusunda gerekli inceleme ve araştırmayı yapmadan, taraflara kendilerini ifade ve savunma imkanı vermeden, adil olana ulaşmadan verilecek karamı hayır getirmeyeceği ifade edilmektedir.

Mecelle’de de hakimin tarafsızlığını teminat altına almak için bazı hükümler öngörülmüştür. Buna göre, hakimin duruşma sırasında taraflarla şakalaşması, alışverişte bulunması, iki taraftan birisinin hediyesini kabul etmesi, tarafların vermiş olduğu ziyafete katılması, dava sürecinde tarafların birisini diğerinin yokluğunda dinlemesi yasaklanmış, taraflardan birisi eşraftan diğeri halktan olsa dahi, duruşma sırasında söz ve davranışları ile adil ve eşit davranması gerektiği belirtilmiştir[67].

Doğruluk, Tutarlılık ve Dürüstlük İlkeleri

Bu ilkelerin temel bileşeni, hakimin hem özel hayatında hem de mahkeme ortamında her türlü yanlış işten uzak durmasıdır. Hakim, yaşam tarzı ve yargılama sırasında sergilemiş olduğu tavırlarla adil, dürüst ve tutarlı olmalı ve kamuoyu tarafından da bu şekilde algılanmalıdır. Bu kapsamda hakimden, meslek içi ve dışında hakimlik mesleğine yakışır şekilde davranması, doğru ve dürüst kişiliği ve yaşam tarzı ile örnek olması, her türlü yalan ve yanlış işten (kanunen ve ahlaken) uzak durması beklenilmektedir. Hakimlik mesleğini yapacak kişilerde doğruluk ve dürüstlük bir erdem değil, meslek için bir gerekliliktir. Zira, adalet bekleyen kişilerde hakimin tutum ve davranışları ve kişiliğiyle bırakacağı intiba, doğrudan yargıya olan güvene yansıyacaktır. Bu nedenle, hakim, tutum ve davranışlarıyla hakimlik mesleğinin vakar ve onurunu korumalı, uygunsuz olarak algılanabilecek her türlü eylemden de kaçınmalıdır[68].

Tarafsızlık ilkesinde belirtildiği üzere, İslam hukukuna göre, hakimin sahip olması gereken vasıflardan birisi, adalettir. Adaletten kasıt, hakimin adil olmasını ve adil olarak algılanmasını engelleyen büyük günahları işlememesi ve mesleğe uygun olmayan hayat tarzını sürdürmekte ısrarcı olmamasıdır. Bu noktada, kişinin özel hayatında sergilemiş olduğu tutum ve davranışlar ve toplum içindeki saygınlığı ile vereceği hüküm arasında bağlantı kurulmaktadır. Buna göre, hakimin iffetli olması, tamahkar olmaması, adaletinden şüphe duyulması sonucunu doğuracak fiil ve davranışlarda bulunmaması beklenmektedir[69].

Bu beklentinin aslında, çağdaş hukuk sistemlerinde dile getirilen beklentilerden bir farkı yoktur. Bangalor Yargı Etiği ilkelerinde de, hakimden kendisini tamamen dış dünyadan soyutlayarak manastıra kapanmış bir keşiş hayatı beklenmediği, karmaşık sosyal ve ekonomik ilişkilerden doğacak uyuşmazlıklar hakkında karar verecek olan hakimin toplumun içinde yaşaması gerektiği, keşiş hayatının gerekli ve yararlı olmadığı, ancak hakimin toplum içinde sergilediği tutum ve davranışların meslek ahlakına uygun ve tarafsızlığı zedelemeyecek şekilde olması gerektiği belirtilmektedir[70]. Bu ilkenin sınırları çizilirken hakimin, görev yaptığı toplumda ortalama bir insanın makul görmeyeceği, şahit olunduğu zaman hakime ve bir bütün olarak yargı organına olan güveni zedeleyecek tutum, davranış ve hallerden kaçınılması gerekmektedir[71]. Başka bir deyişle hakim, kişiliği, sürdürdüğü hayat tarzı, tutum ve davranışları nedeniyle aynı toplumda birlikte yaşadığı makul ve mantıklı bireyler tarafından kınanmamalı, davranışları ile güven telkin etmelidir. Meslek hayatında karar verirken, başka insanlarda hoş görmediği, cezalandırdığı, eleştirdiği hususlardan kendi özel hayatında kaçınmalıdır.[72]

Adalet vasfını taşımayan kişinin fısk içinde olduğu kabul edilmektedir ki, bu durum hakim olarak görevlendirmeye engeldir. Doğru ve dürüst bir kişilik, sadece hakimler açısından aranmamaktadır. Şahit olarak yargısal sürece katılan ve ifadeleri üzerine hakimin hükmü bina ettiği kişilerin de, olay hakkında bilgi ve görgülerinin olmasının yanında, toplum tarafından dürüst olarak bilinmeleri gerekmektedir Şahit olacak kişi ile ilgili dürüst, güvendir ve şahsiyetli kişiler olduklarının tespiti amacıyla tezkiye adı verilen bir soruşturma yapılmakta, toplum içinde doğru, dürüst ve güvenilir olarak tanınmayan kişilerin şahadeti kabul edilmemektedir.[73]

Eşitlik

Bangalor Yargı Etiği İlkeleri’ne göre hakim, toplum hayatındaki ırk, renk, cinsiyet, din, yaş, sosyal ve ekonomik durum gibi sebeplerden kaynaklanan farklılıkların idrakinde olmalıdır. Bu kapsamda, sosyal ve ekonomik statüsü ile eğitim seviyesi ve görevi ne olursa olsun hakim, yargısal faaliyeti yürütürken, herhangi bir kişi ya da gruba karşı sözle veya davranışlarıyla önyargı ya da sempati beslediği yönünde bir kanaatin doğmasına sebep olmamalıdır. Bilinçli olarak kişiler arasında ayrım yapılmamasının yanında, ayrımcılık olarak algılanabilecek söz, mimik, jest, tutum ve davranışlardan da kaçınılmalıdır.Adalet meleğinin gözünün kapalı olmasının hikmeti budur.Hakim, gelen kişinin sübjektif durumu ile değil, davada yer alan gerçeklerle karar vermeli, karşıdakinin kimliği yada statüsü, yargısal süreçlerde sergilediği tutum ve davranışları etkilememelidir. Hakimin, adil yargılanma hakkının gerektirdiği usule ilişkin hakları, davanın taraflarına eşit şartlarda kullandırması, davanın taraflarına silahların eşitliği ve savunma hakkının gereği olan tez ve argümanlarını açıklayabilmesi için yeterli zaman ve imkan tanıması, eşitlik ilkesinin bir gereğidir[74]

İslam hukukunda adalet düşüncesi, eşitlik ilkesi ile birlikte ele alınmaktadır. Hz. Peygamber tarafından insanların tarağın dişleri gibi eşit olduğu ifade edildiğinden, yasa karşısında durumu aynı olanlara, farklı muamele yapılması yasaklanmıştır. İslam inanç sisteminde insan, Tanrı’nın yeryüzündeki halifesi olarak yaratılanlar arasında en şerefli olandır. İnsan, var olması sebebiyle başlı başına bir değerdir. Aklı ve irade gücü nedeniyle ilahi mesajın da muhatabıdır. Bu özellikleri nedeniyle her insan, doğuştan saygın ve eşit konumdadır. İnsan topraktan gelmiş ve ölümle toprak olacaktır. Üstünlük ancak, iyi iş ve işlemler yapmak iledir. Bu anlayış nedeniyle, hak ve yükümlülükler söz konusu olduğunda devlet başkanı dahi kimseye imtiyaz ve ayrıcalık tanınmamıştır[75].

Kuran’da, hakimlerin ehliyetli ve liyakatli kişilerden seçilmesi, mahkemede adaletle hükmedilmesi, hüküm verirken kanun karşısında eşitlik ilkesine uygun davranılması emredilmektedir. Buna göre, yargılamada adalet ve eşitlik ilkelerine önem verilmekte ve mahkeme önünde zengin fakir, kadın- erkek, güçlü- zayıf, sultan- reaya, yerli – yabancı her insana, sosyal ve ekonomik konumuna bakılmaksızın eşit şekilde muamele edilmektedir[76].Bunun anlayışın bir sonucu olarak Hz. Peygamber, hırsızlık suçundan huzuruna getirilen asil bir aileye mensup bir kişinin cezalandırılmamasının talep edilmesi üzerine, suçlara ceza tatbiki konusunda kendi öz kızı bile olsa, aynı hükmü vereceğini, zira önceki toplulukların helak olma sebebinin adaletsizlik olduğunu, sıradan, halktan bir kişi suç işlediğinde ceza tatbik edilirken zengin, asil olan kişilerin suç işlemeleri halinde cezadan muaf tutulduklarını ifade etmiştir.[77]

Öte yandan Hz. Peygamber’in kadı olarak görevlendirdiği kişilere tavsiyede bulunurken en çok adalet ve eşitlik vurgusu yaptığı görülmektedir. Bu konuda Hz. Peygamber, “sizden biriniz yargı görevini üstlenince oturtmak, bakmak, işaret etmek hususlarında taraflara eşit muamele yapsın. Sesini iki hasımdan sadece birine karşı yükseltmesin” diyerek yargılamada eşitlik ilkesine uyulmasını tavsiye etmiştir[78]. Yemen’e kadı olarak atanan Muaz B. Cebel’e hitaben ise, ‘önüne iki hasım oturduğu zaman, birini dinlediğin gibi ötekini de dinlemeden karar verme. Böyle davranman doğru hüküm vermen için en uygun olandır.” uyarısında bulunmuştur[79]. Bu noktada, söz konusu uyarı ve uygulamanın, modern hukuk sisteminde adil yargılanma hakkının vazgeçilmez unsurlarından olan silahların eşitliği ve savunma hakkına karşılık geldiği ortadadır.

Uyuşmazlık hakkında karar verilmeden tarafların hazır bulunması, tez ve argümanlarının eşit şartlarda hakimin huzurunda dile getirilmesi, adil bir yargılama yapılmasının en önemli şartlarındandır. Hakim, önüne gelen uyuşmazlığı, konu hakkındaki şahsi kanaatlerine göre değil, tarafların getirecekleri meşru delillere göre karara bağlamaktadır. Bu hususta en güzel örnek, Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin usul hükümlerine uygun olarak delil sunamadıkları davalarda aleyhlerine karar verilmesidir[80].

İslam hukukuna göre hakim, yargılama faaliyetini yürütürken taraflar arasında eşitlik, aksi ispat edilinceye kadar suçsuzluk ve borçsuzluk ilklerine bağlı kalarak yürütmelidir. Dolayısıyla, İslam yargılama ilkelerinde asıl olan, kişinin borçsuzluğu ve suçsuzluğudur. Yapılacak yargılama sonucunda aksi kesin olarak ispatlanana kadar dini, milliyeti, sosyal ve ekonomik statüsü ne olursa olsun herkes, borçsuz ve suçsuz olarak kabul edilmektedir.

Ayrıca, ‘şek ile yakin zail olmaz’ kaidesi gereğince her türlü şüpheden sanık yararlanır. Buna göre, tahmin, tereddüt ve şüphe üzerine hüküm bina edilmez[81]. Buna ilişkin Hz. Peygamber, afta yanılmanın, cezada yanılmaya göre daha hayırlı olduğunu belirtmiştir[82]. Yapılacak yargılama sırasında hakimin kendisine sunulan delillere ve zahire göre hüküm vermesi, yargılamanın kanuniliği ve aleniyetinin de bir garantisidir. Adaletle hükmetmekten kasıt da, adaleti mutlak olarak sağlamak olmayıp, hakimin uyuşmazlık hakkında her türlü araştırma ve incelemeyi yaptıktan ve eşit şartlarda tarafların tez ve savunmalarını dinledikten sonra, tarafsız bir şekilde vicdani kanaatine göre karar vermesidir[83]. Dolayısıyla, hakimin ancak taraflarca getirilecek deliller ve yapılacak araştırma ile elde edilen somut verilere dayanarak karar vermesi benimsenmiş ve şüphe üzerine hüküm verilmesi yasaklanmıştır. Bu konuda Hz. Peygamber, “Bana ihtilaflarınızı getiriyorsunuz. Muhtemeldir ki bir kısmınız diğerine göre delillerini daha güzel ortaya koyabilir ve ben dinlediğime göre onun lehine hükmederim. Bu şekilde kime kardeşinin hakkını vermişsem onu almasın, zira ona ateşten bir parça vermişimdir” buyurmaktadır. Buna göre, zahiri planda görünen ve mahkemece değerlendirilip dikkate alman delillere göre verilen haksız bir hüküm nedeniyle lehine karar verilen kişinin ilahi huzurda müeyyideye tabi tutulacağı, son hükmün hesap gününde Allah tarafından verileceği belirtilmektedir[84].

Yargılama sırasında konumu ne olursa olsun usul hükümlerinin herkese eşit bir şekilde uygulandığını gösteren pek çok örnek bulunmaktadır. Hz. Ömer, hakkındaki bir şikayet üzerine çıktığı kadının huzurunda Kadı Zeyd B. Sabit tarafından kendisine ilgi gösterilip iltifat edilince “bu senin ilk adaletsizliğindir” dedikten sonra davacının yanında oturmuştur. Davacının delil yoktur. Ömer de iddiayı reddettiği için adet üzere davacı, Ömer’in yemin etmesini ister. Aslında, yeminin kadı tarafından Hz.Ömer’e teklif edilmesi gerekmektedir. Zira, yargılama usulüne göre, davacı iddiasını ispat için delil getiremezse, inkar eden yemin ederek kendini temize çıkarmaktadır. Ancak, bütün hayatı adaletin tesisi ve hakkın sahibine teslimi yolunda geçen Hz. Ömer’in, başkasının hakkına tecavüzde bulunmasının mümkün olmadığını bilen kadı Zeyd Bin Sabit’in, yemin teklif etmek içinden gelmemektedir. Bu nedenle, Zeyd davacıdan bu hakkından feragat etmesini rica eder. Bu defa taraf tutmaya canı sıkılan Ömer, Zeyd’e hitaben ‘devlet başkanı ile bir başkası senin nazarında eşit değil ise, sen hakimlik makamına uygun değilsin’ diyerek uyarıda bulunmuştur. Bu davranış dikkate alındığında Halife Ömer’i ilgilendiren şeyin, her ne pahasına olursa olsun davayı kazanmak olmadığı ortadadır. Bilakis, muhakemenin adalet ölçüleri içerisinde gerçekleşmesi ve hakkın teslimi O’nun öncelikleridir[85]. Yine Halife iken Hz. Ömer’in oğlu, içki içip sarhoş olduğu için Mısır valisi ve kadısı tarafından evinin avlusunda yapılan gizli bir duruşmada yargılanıp cezalandırılmış, halife Ömer’in oğluna aleniyet kuralına aykırı olarak farklı bir muamele yapılmıştır. Bunu duyan Hz. Ömer, oğlunun suç işleyen toplumun diğer fertleri gibi halkın huzurunda aleni olarak yargılanmadığı için kadıya kızmış ve tekrar yargılama yaparak kendisi cezasını vermiştir[86]. Bu uygulama Hz. Ömer tarafından, sıradan bir birey ile Halifenin oğlunun aynı usul kuralları ile yargılanmadığı bir durumda verilmiş olan karar ne olursa olsun, verilen kararın kamu vicdanında yer bulmayacağını, adil olarak algılanmadığını düşündüğünü göstermektedir.

İslam hukukuna göre hakimin uyuşmazlığın tarafları arasında her bakımdan tam eşitliği sağlaması zorunludur[87]. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer arasında geçen bir olay ilginçtir. Bir gün Hz. Ömer, Hz. Ebubekir’in bulunduğu yere gidip selam verir, fakat halife Ebu Bekir selamım almaz. Buna üzülen Hz. Ömer konuyu bir arkadaşına anlatır. Olay Halife’ye aktarılınca Hz. Ebu Bekir, o esnada huzurunda iki kişinin duruşma halinde olduğunu, onların sözlerini eşit şartlarda dinlemesi gerektiğini, birisinin sunumunu dinledikten sonra diğeri konuşurken tüm dikkatini duruşmaya verdiğini, hükümleri eşit uygulamaktan ve tarafların sözlerinden Allah’ın hesap gününde kendisini sorumlu tutacağını,bu nedenle Ömer’in selamını duymadığını belirtmiştir.[88] Bugün, özellikle davanın tarafları ve vekillerinin kürsüde yer alan hakimlere yönelttikleri eleştirilerden birisi, tez ve argümanlarının yeterince dinlenilmediği yönündedir. Adil olarak algılanmanın şartlarından birisinin ise, meselelere yeterince vakıf ve ilgili olmak ve öyle görünmek olduğu izahtan varestedir.

Kadı olarak atanan Ebu Yusufla ilgili anlatılan örnekte dikkat çekicidir. Ağır hastalık nedeniyle ölüme yakın olduğu bir zamanda yanında olanlara anlatmaktadır. Bir olay hariç, hasımlar arasında usul hükümlerinin eşit şekilde uygulanmasına riayet ettiğini, bir gün bir Hıristiyan’ın halifeden davacı olduğunu, bu davada, oturmakta olan halifeye kalkmasını ihtar edemediğini, oturduğu yerden beyanlarını aldığını, bu şekilde davanın tarafları arasında eşitliği temin edemediğini, bu nedenle vicdan azabı duyduğunu dile getirerek ölüm döşeğinde iken Allah’tan af dilemektedir[89].

Bir başka olayda ise, Hz. Ali’nin kendisinden aldığı zırhın parasını ödemediğini söyleyerek şikayet eden bir Musevi ile kadı Şureyh huzurunda yargılandığı ve savunmasını delillendiremeyen Halife aleyhine karar verildiği görülmektedir. Bu davada Halife Ali, şahit olarak oğlu Hasan’ı göstermiştir. Hakim Şureyh, şahidin babası lehine şahadetinin dinlenemeyeceği kuralını gerekçe göstererek bu şahadeti ret etmiştir. Hz. Ali, Peygamber torunu olan Hasan’ın mümtaz karakteri üzerinde ısrar etmesine rağmen, Şureyh’i görüşünden vazgeçirememiştir[90]. Verilen karar sonrasında İslam’ın adalet uygulamasını test etmek amacıyla Halife hakkında şikayette bulunduğunu, amacının hükümdarın Müslüman olmayan sıradan bir birey ile aynı şartlarda yargılanıp yargılanmayacağını görmek olduğunu, zırhın parasını aldığını belirten davacı, hakkından feragat etmiştir[91].

Bu uygulamalar göstermektedir ki, mahkeme huzurunda Devlet başkanı ile sıradan vatandaş eşittir. Ayrıca, karar verirken tarafların din, milliyet ve içtimai durumu hesaba katılmamakta, usul hükümleri davanın tarafları arasında eşitlik ilkesine uygun bir şekilde uygulanmaktadır[92].

Ehliyet ve Liyakat

Hakim, cehaletten bağımsız olmalıdır. Görev yaptığı mahkemede önüne gelen uyuşmazlıkları makul bir sürede çözebilecek kadar donanıma sahip olmayan hakim tarafından yürütülecek yargılama faaliyetinin adil olduğunu söylemek mümkün olmadığı gibi, verilecek kararın meşruiyeti de tartışma konusu olacaktır[93]. Dolayısıyla, hakim adil olabilecek ve kamuoyunda adil olduğu algısını doğurabilecek kadar hukuk bilgisine sahip, alanında yetkin ve liyakatli olmalıdır. Hakimin liyakat ve ehliyetli olması, aktif olarak anlaşılmalıdır. Hakim, yargılama sürecindeki tutum ve davranışları ile konusuna hakim, etik ilkelere karşı duyarlı, temel ve usule ilişkin hakların tanınması ve sürecin adil yargılanma ilkelerine uygun şekilde sürdürülmesi hususunda hassas olduğunu göstermelidir. Ehliyet ve liyakatin sergilenmesi, duruşma sırasındaki tavırlarla olabileceği gibi, yargısal görevlerin tam ve zamanında yapılması, duruşmaların zamanında başlaması, mesaiye uyum gibi konulara dikkat edilmesi ile de olabilir[94].

İslam toplumlarında, huzur ve barışın sağlanması açısından devletin üstlenmesi gereken en önemli kamu hizmetinin adalet olduğu kabul edilmiştir. Ülkede yeterince mahkeme kurulması, ehliyetli ve liyakatli kişilerin bu mahkemelere hakim olarak atanması suretiyle adaletin tesisi, devletin bir yükümlülüğüdür[95]. Bu nedenle emaneti ehline vermemek, hem emanetin kendisine, hem emanetin verildiği liyakatsiz kişiye, hem de emanet kendisine verilmesi gerekirken verilmeyen liyakatli kişiye haksızlık ve zulüm olarak görülmüştür[96]. Adalete verilen büyük önem dikkate alınarak hakimlik mesleği kutsal sayılmış, emanetlerin ehliyetli ve liyakatli kimselere teslim edilmesi yönündeki ilahi düstur dikkate alınarak, toplumda mümkün olduğu ölçüde en nitelikli kişilerin hakim olarak atanması hususunda gayret gösterilmiştir[97].

İslam geleneklerinde hakim, liyakatli olmalı ve ilmine göre hükmetmelidir. Ehliyet, liyakat ve feraset sahibi bir hakim, adalet ve hakkaniyetle hükmetmek istediği halde hükmünde hata etse bile, manevi mükafata nail olacağı ifade edilmektedir. Bu konuda Hz. Peygamber, “bir hakim olanca gayretini sarf ederek, meşru surette hükmedince biri içtihadının, diğeri de hakka isabetinin karşılığı olarak iki sevap kazanır. Olanca titizliği ile karar vermesine karşın hükmünde isabet edemeyen hakim için ise, içtihadının karşılığında bir sevap vardır” buyurmaktadır[98] [99]. Buna göre, hakime düşen sorumluluk; hukuku bilmesi, adaletle hükmetmek için olanca gayretini sarf ederek her türlü araştırma ve incelemeyi yapması, tüm delilleri titizlikle değerlendirerek bir karar vermesidir. Bu şartlar yerine geldikten sonra verilmiş olan hükümde isabet olmaması halinde hakimin bir sorumluluğu olmayacaktır. Bununla birlikte, hukuku bilmeyen ve fakat bu haliyle hükmetmekten kaçınmayan hakim ile bildiğinin aksine hükmeden hakimin günahkar olduğu, bu hakimlerin kıyamet günü hakkında hüküm verdiği kişilerle yüzleştirilecekleri belirtilmektedir”.Bu haliyle, bildiği ile hükmetmeyen, başka bir deyişle tarafsız olarak vicdani kanaatine göre karar vermeyen hakim ile ehil olmadan görev üstlenen, bilgi birikimini artırmayan, bilgilerini günün şartlarına uygun olarak düzenli olarak güncellemeyen yargı mensupları için uyarı yapılmaktadır. Dolayısıyla, İslam hukukuna göre, bir kişi gerek hukuk bilgisi, gerekse kişisel özellikleri nedeniyle adil yargılama yapamayacağını ve hakimlik görevini hakkıyla yerine getiremeyeceğini biliyorsa, görev alması uygun değildir. [100]Yakın arkadaşlarından olan Ebu Zer’in hakimlik görevine atanma talep etmesi üzerine Hz. Peygamber, adil yargılamanın ümmetin bir emaneti olduğunu belirttikten sonra, yakından tanıdığı için hassasiyetini ve duygusal yapısını bildiği Ebu Zer’in duygusallığının tarafsız kararlar vermesine engel olabileceği endişesiyle bu talebini geri çevirmiş ve bu görevi hakkıyla yerine getirmeyenler için kıyamet gününde bir zillet ve pişmanlık olacağını ifade etmiştir[101]. Yine emanet olarak betimlenen kamusal görevlerin hak edene verilmediği durumlarda toplumsal düzen, huzur ve barışın sürmeyeceği “iş, ehli olmayan kimseye verilip emanet zayi edildiğinde kıyameti bekle” sözüyle ifade edilmiştir[102].

Hz. Ömer de “kim bir kimseyi liyakatli olmadığı halde sırf yakınlığından yada sevgisinden dolayı hakimliğe atarsa; Allah’a, Resulü’ne ve müminlere ihanet etmiş olur” demek suretiyle hakimlik mesleğine atanmada dikkate alınması gereken tek kriterin, ehliyet ve liyakat olduğunu vurgulamıştır[103]. Hz.Ali ise, hakimin sahip olması gereken kişilik özelliklerini, iffetli olmak, yumuşak huylu olmak, kendinden önceki içtihatlar hakkında bilgi sahibi olmak, alanında uzman olan alim kimselerle meşverette bulunmak, Allah’ın rızasını gözetmek ve bu uğurda hiç kimsenin azarlaması ve kınamasından korkmamak şeklinde ifade etmiştir[104].

İslam hukukunda hakimlik için yaş, akıl, beden sağlığı ve kişiliğe ilişkin bazı şartların taşıması gerekir. Buna göre hakim olarak atanacak kişiler, olgun, aklıselim sahibi, hür, kişilik ve yaşantısı ile rol model olabilecek kadar dürüst, adil olana karar verebilecek kadar hukuk bilen kişiler arasından seçilmelidir. Ayrıca, halkın ihtiyaçlarını, örf ve adetlerini kavrayabilecek bir kültüre, dış etkilere ve baskılara karşı koyabilecek sağlam bir karakter ve seciyeye sahip olmaları, bedenen ve manen sağlıklı bir yapıda bulunmaları, ahlaki yönden adalet vasfını yitirmemeleri, başka bir deyişle toplum içinde güvenilir, emin bir kişi olarak tanınmaları gerekmektedir[105].

Hakim olarak atanacakların, hukuk ilmine derinlemesine vakıf olmalarının yanında dışarıdan gelecek her türlü baskı ve etkileme teşebbüsüne mukavemet edebilecek derecede karakter ve ahlaka sahip olmaları aranan niteliklerdendir. Ayrıca, huzuruna gelen her dinden, kültürden ve milletten insana karşı usul hükümlerini eşit olarak tatbik edebilmesi için hakim, farklı kültürel ve sosyal ilişkiler, halkın ihtiyaçları ve geleneksel farklılıklar konusunda bilinç sahibi olmalıdır.

Hukuk bügisi açısından bakıldığında ilk zamanlarda hakimler, müçtehit olanlar arasından atanmıştır. Zira, temel kaynaklarda hüküm bulunmadığı durumlarda hakimin, kendi görüşüne göre içtihatta bulunması beklenmektedir. Dolayısıyla, hem hakimin hükmüne esas alacağı üahi kanunları bilmesi, hem de bu konuda hüküm bulunmuyorsa içtihatta bulunabilecek kadar usul hükümlerine vakıf olması, atamaya ilişkin aranan nitelikler arasındadır[106].

Öte yandan, İslam hukukunda ideal bir hakim profili oluşturulurken daima itidal esas alınmıştır. Hakimin dirayetli ve güçlü olması tercih sebebi sayılmış, ancak sert ve kaba davranışlardan kaçınılması tavsiye edilmiştir. Mahkemeye gelen taraflara, iş sahiplerine ve halka karşı nazik, anlayışlı ve kibar olması tavsiye edilirken, adaletle hükmetme konusunda merhameti nedeniyle zafiyet göstermesi yasaklanmıştır[107].

Öte yandan, yargısal görevin sürdürülmesi sırasında hakimin akıl sağlığını veya temyiz kudretini kaybetmesi, geçirdiği bir rahatsızlık sonucu kör, sağır ve dilsiz olması, görevini kötüye kullandığının tespit edilmesi, kanunu ağır şekilde ihlal etmesi, imanını kaybetmesi, yolsuzluk yapması, kadılığın gerektirdiği yeterlilikte bilgi sahibi olmadığının anlaşılması veya kendisinin bu durumu itiraf etmesi gibi durumlarda hakim olma niteliklerini kaybedeceği, bu nedenle görevden alınabileceği kabul edilmektedir[108].

Mecelle’ye göre ise hakim, hakim, fehim, müstakim ve emin, mekin, metin olmalıdır[109]. Yani, günümüz Türkçe’si ile hakim; doğru hüküm verebilen, dürüst, güvenilir, sağlam kişilikli ve sağlam iradeli olmalıdır[110]. Hâkim, emin olandır, korkusuz kimsedir. Çünkü adaletin temini, hakimin emin ve güvenilir olanına emanet edilmiştir. Hakim, vakar sahibidir, sakin ve sabırlıdır, hiddetle hükmetmez, fevri davranmaz, sakin ve rahatlığı ile güven verir. Mecelle hükümlerine göre hakimlerin, yargılama esnasında tam bir tarafsızlık içinde olmaları, davacı ve davalıların menfaatlerini eşit bir şekilde gözetmeleri gerekir[111].

SONUÇ

Hukukun amaçlarından birisi, fertlerde oluşabilecek adaletsizlik duygusunun bertaraf edilmesidir. Bu amaca ulaşmak için, yargısal kararların şekli olarak usul ve hukuka uygun olması, tek başına yeterli değildir. Hem modern hukuk sistemlerinde, hem de tarihi süreç içerisinde yargıya ilişkin dini ve kültürel etik normlarında, mahkemelerin vermiş oldukları kararların adil, tarafsız ve bağımsız olduğu hususunda toplumun kanaatine de değer atfedilmiştir. Adalete olan güven ve saygının temel dayanağı da, yargının her hal ve şartta bağımsız, adil ve tarafsız olduğuna dair inançtır. Bu inanan sürdürülmesi açısından, yargısal süreçlerde kullanılan yol ve yöntemlerin adil ve tarafsız olmasının yanında, kamuoyu tarafından bu şekilde algılanmaları da önem taşımaktadır. Bu noktada, mahkeme ve hakimlerin adaletin tesisini sağladıkları yönündeki algı, adalet duygusunu tatmin edecektir. Aksi takdirde, mahkemelerce verilen kararlar, yürürlükteki mevzuat hükümlerine uygun olsa bile kamuoyu tarafından adil olarak algılanmayacaktır.

İslam kültüründe adaletin tesisine büyük önem verilmiş, adalet mülkün temeli olarak görülmüştür. Buna göre, adaletin olmadığı yerde zulmün hüküm sürdüğüne, zulmün ise toplumsal düzeni temelinden sarsacağına inanılmıştır. Bu nedenle, yargısal faaliyetin temel amacı olarak, toplumsal adalet ve sulhun tesisi öngörülmüştür. İnsanlar arasında hak ve adaletle hükmetmek, Allah katında en makbul davranışlardan sayılmış ve yargısal görev ifa edenlere adil ve tarafsız karar vermeleri tavsiye edilmiştir.

Hakimlerin sahip olması gereken nitelikler konusunda ise hakimin; üstün nitelikli, devlet gücü kullanan yasama ve yürütme erkleri dahi kararını etkileyebilecek her türlü otoriteden bağımsız, tarafsız, her hal ve şartta adil olana hükmedebilecek kadar cesur ve güvenilir, hüküm vereceği konuda yeterli ehliyet, bilgi ve tecrübeye sahip kişilerden olması gerektiği kabul edilmiştir. Buna ek olarak, yargısal görev ifa eden kişiden, mesleki ve özel hayatındaki tutum ve davranışları ile adil olacağına dair itimat ve güven tesis etmesi, her zaman hakkı üstün tutması, kararlan ile zulmü önlemesi ve bu yolla toplumsal barış ve sulhun yerleşmesine katkıda bulunması beklenmektedir.

KAYNAKLAR

AKGÜNDÜZ Ahmet, İslam ve Osmanlı Hukuku Külliyatı, Kamu Hukuku 1. Cilt, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2011.

ANIL Yaşar Şahin, Osmanlı Düzeninde Kadılık, Legal Hukuk Kitapları Serisi, 331,İstanbul, 2015.

ANSAY Sabri Şakir, İslam Hukuku, Turhan Kitabevi, Ankara, 2002

ASLAN Nasi, İslam Hukukunda Yargılama Etiği ve İlkeleri, Karahan Kitabevi, Adana, 2014.

ATAR Fahrettin, İslam Yargılama Hukukunun Esasları, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları No. 281, İstanbul, 2013.

ATAR Fahrettin, Fıkıh Usulü, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 10. Baskı, İstanbul, 2013.

BAL Hüseyin Bal, “ Machiavelli Ve Koçi Bey’de Siyaset, Adalet Ve Erdem”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı: 9, 2008.

ÇEÇEN Anıl, Adalet Kavramı, Adalet Kavramının Göreliliği Üzerine Bir Deneme, Genişletilmiş 3. Bası,Turhan Kitabevi, Ankara, 2003.

Commentary On the Bangalor Principles of Judicial Conduct, https:// www.unodc.org/documents/corruption/publications unodc commentary-e.pdf. erişim tarihi: 07.09.2015

DEANELL Reece Tacha, “Independence of the Judiciary for the Third Century”, 46 Mercer Law Revievv, 1995.

DEMİR Abdullah, Türk Hukuk Tarihi, Yitik Hazine Yayınları, İstanbul, 2011.

DEMİR Abdullah, Medeni Yargılama Hukuku Osmanlı Mahkemesi,Yitik Hazine Yayınları, 2010.

DÜZBAKAR Ömer, “İslâm-Osmanlı Ceza Hukukunda Rüşvet Ve Bursa Şer’iyye Sicillerine Yansıyan Örnekler”, E-Journal Of New World Sciences Academy, 2008, volüme: 3, number: 3.

DURSUN Hasan, “Erkler Ayrılığı ve Yargıç Bağımsızlığı”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, sayı 80, 2009. s. 52.

ETÖZ Abdulkadir “Hak Ve Adalet” www.iikv.org/academy/index. php/tr/article/view/1720/3390. erişim tarihi: 01.09.2015

FENDOGLU Hasan Tahsin, Türk Hukuk Tarihi, Filiz Kitabevi, İstanbul, 2000.

FENDOĞLU Hasan Tahsin, Yargının Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı, Yetkin Yayınları, Ankara, 2010.

FRİED Charles, “A Mediation on the First Prindples of Judicial Ethics”, Hostra Law Review, 2004, vol: 32

GAROUPA Nuno Garoupa, GİNSBURG Tom , “Guarding the Guardians: Judicial Councils and Judicial Independence” Public Law& Legal Theory Working Papers No. 250, 2008).http://chicagounbound.uchicago.edu/i~mvg-internal. erişim tarihi 07.08.2015

GÖNENÇ Levent, Yargının Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı, TEPAV Anayasa Çalışma Metinleri, 2011.

HÜNLER Solmaz Zelyut, Adaletin Muadili Nedir? Hukuk Felsefesi ve Sosyoloji Arşivi, 9. Kitap, İstanbul Barosu Yayınları, İstanbul 2004.

İRFAN Cengiz, Günümüz Türkçe’siyle Mecelle, Yetkin Yayınları, Ankara, 2014

İMAMOĞLU Hüseyin Vehbi, “Hz. Peygamber Döneminde Hukuksal Gelişim ve Yargısal Örgütlenme”, Karabük Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 3 (2), 2013.

İNCEOGLU Sibel, “Yeni Anayasa’da Bağımsız Bir Yargı İçin Neler Yapmalı? Uluslararası Belgeler Işığında Öneriler”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 2011.

h tt p: // w w w.i s 1 a m a n s i k lo ped i s i. i n fo/d i a / pd f /c24/c240047. pd f

KARA Mustafa, “Kur’ân’da Adâlet Kavramı Ve Güncel Değeri”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 34, 2013

KARAMAN Hayreddin, İslam Hukuk Tarihi, İstanbul, 2001.

KAZANCI Ahmet Lütfi, Adil Halife Emirü’l Müminin Hz. Ömer,

Ensar Yayınlan, 2014.

KOCAOĞLU Serhat Sinan, “Türkiye Cumhuriyeti Yargı Sisteminin Temel Sorunu, Hakim (& Savcı)Niteliği ve Bu Hususta Eklektik Bir Çözüm Önerisi”, Ankara Barosu Dergisi, yıl 2011 sayı 3.

KUNTER Nurullah, “Türkiye’de Kaza Kuvveti”, G.H.F.M. Cilt 25, S.l4, İstanbul, 1960.

KUNTER Nurullah, Muhakeme Hukuku dalı olarak Ceza Muhakemesi Hukuku, İstanbul, 1989.

KUNTER Nurullah, YENİSEY Feridun, NUHOGLU Ayşe, Muhakeme Hukuku dalı olarak Ceza Muhakemesi Hukuku, Beta, İstanbul, 2010.

Opinionno. 3 of the Consultative Councü of European Judges (CCJE) on the principles and rules goveming judges’ Professional conduct, in particular ethics, incompatible behaviour and impartiality, paragraf 29, https:// wcd.coe.int/ViewDoc.jsp?ReHCCîE1200210P3. erişim tarihi:06.05.2015

ORAL Osman, “Kelam İlminde İlahi Adalet”, Kelam Araştırmaları 11:1, 2013.

ORTAYLI İlber, “Osmanlı Kadı’sınm Taşra Yönetimindeki Rolü Üzerine”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt:9,Sayı:l,1976.

ORTAYLI İlber, “Osmanlı Kadısı, Tarihi Temeli ve Yargı Görevi”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi,1975, Cüt: 30.

ÖZKORKUT Nevin Ünal, “ Yargı Bağımsızlığı Açısından Osmanlı’da ve Günümüz Türkiye’sinde Yargıya Genel Bir Bakış”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2008,c 57, sayı 1.

REİTZ John C.”Export Of The Rule Of Law”,Transnational Law&Contemporary Problems, 429,2003

SAĞLAM Hadi, GÖKBAYIR Sema, SAĞLAM Emine, ÇOLAK Mehmet, “ İslam Hukuku ve Modem Hukuk Bağlamında Şahitlik Müessesesinin Değerlendirilmesi”, Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sayı. 2, 2012.

STRAVVN Benjamin B. “Do Judicial Ethics Canons Affect Perceptions of Judicial impartiality?”, Boston University Law Review,Vol. 88, 2008.

ŞEN Mahmut, “Hakimin Tarafsızlığının Sosyal Medya Ortamında Korunması Sorunu”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi C. XVIII, Y. 2014, Sa. 3-4.

ŞEN Mahmut, “İdeal Hakim İhtiyacı ve Yargı Etiği”, TAAD, Yıl:4, Sayı: 14, 2013.

UZUNÇARŞILI İsmail Hakkı, Osmanlı devletinde İlmiye Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2014.

ÜNAL Şeref, Anayasa Hukuku Açısından Mahkemelerin Bağımsızlığı ve Hakim Teminatı, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, Ankara, 1994.

YILDIRIMER Şahban, “İslam Hukukunda Yargıç Etiği”, E-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -Www.E-Sarkiyat.Com- Issn: 1308-9633 Sayı:VIII, Kasım 2012.

ZEYDAN Corci, Medeniyet-i İslamiye Tarihi, İstanbul,.1328, Cüt 1, s 220 nakleden İsmet Kayaoğİu, “İslamda Adalet Mefhumu”, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/772/9836.pdf. erişim tarihi: 30.08.2015

[1] Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Üyesi, mahmut.sen@hsyk.gov.tr

[2] HÜNLER Solmaz Zelyut, Adaletin Muadili Nedir? Hukuk Felsefesi ve Sosyoloji Arşivi, 9.

Kitap, İstanbul Barosu Yayınlan, İstanbul 2004, s.29

[3] ÇEÇEN Anıl, Adalet Kavramı, Adalet Kavramının Göreliliği Üzerine Bir Deneme,

Genişletilmiş 3. Bası, Turhan Kitabevi, Ankara, 2003, s.65

[4] ŞEN Mahmut, “ İdeal Hakim İhtiyacı ve Yargı Etiği”, TAAD, Yıl:4, Sayı:14, Temmuz 2013,s. 691-729

[5] Commentary On the Bangalor Principles of Judicial Conduct.

https://www.iinodr.org/doriiments/rorniption/pnblirations ıınodr rommentarv-e.pdf. erişim tarihi: 07.09.2015

[6] KARA Mustafa, “Kur’ân’da Adalet Kavramı Ve Güncel Değeri”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi [2013] Sayı: 34,s.l43

[7] Kur’an’da “ Biz ahalisi zalim olan memleketlerden başkasını da helak edici değiliz” buyurulmaktadır. Kasas, 28 -59.

[8] ATAR Fahrettin, İslam Yargılama Hukukunun Esasları, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yaymlan No. 281, İstanbul, 2013, s.15.

[9] DEMİR Abdullah, Türk Hukuk Tarihi, Yitik Hazine Yayınlan, İstanbul, 2011, s. 55,56.

[10] Nisa Suresi, 54. “Şüphesiz Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adalete uygun hüküm vermenizi emreder.”

[11] ASLAN Nasi, İslam Hukukunda Yargılama Etiği ve İlkeleri, Karahan Kitabevi, Adana,

2014,s.5

[12] Maide Suresi, 5/42.

[13] ATAR Fahrettin, s.42

[14] ASLAN Nasi,s.3-7

[15] ASLAN Nasi, s.7

[16] ASLAN Nasi s.20

[17] ASLAN Nasi s.26

[18] ASLAN Nasi, s.9

[19] AKGÜNDÜZ, Ahmet, İslam ve Osmanlı Hukuku Külliyatı, Kamu Hukuku 1. Cilt, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2011,s.l88

[20] 1985 Tarihli BM Yargı Bağımsızlığı Temel Prensipleri, Madde 2, Birleşmiş Milletler Yargı Bağımsızlığı Temel İlkelerinin 16. Maddesi..http://www.barobirlik.org.tr. erişim tarihi: 05.06.2015

[21] KUNTER, Nurullah, YENİSEY Feridun, NUHOĞLU Ayşe, Muhakeme Hukuku dalı olarak Ceza Muhakemesi Hukuku, Beta, 2010, İstanbul,s. 348

[22] İNCEOĞLU Sibel, “Yeni Anayasalla Bağımsız Bir Yargı İçin Neler Yapmalı? Uluslararası Belgeler Işığında Öneriler”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi,2011,95, s 236

[23] KUNTER Nurullah, Muhakeme Hukuku dalı olarak Ceza Muhakemesi Hukuku, İstanbul, 1989, s 348,

[24] REİTZ John C. “Export Of The Rule Of La w” ,Transnational Law & Contemporary Problems 429, 2003

[25] DURSUN Haşan, “Erkler Ayrılığı ve Yargıç Bağımsızlığı”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, sayı 80,2009. s. 52.

[26] GAROUPA Nuno, GİNSBURG Tom, “Guarding the Guaıdians: Judicial Councils and Judicial Independence” (Public Law& Legal Theory Working Papers No. 250, 2008),s. 29 lıttp://ch:icagounbound.uchicago.edu/mwg-mternal.erisim tarihi 07.08.2015

[27] İMAMOGLU Hüseyin Vehbi, “Hz. Peygamber Döneminde Hukuksal Gelişim ve Yargısal Örgütlenme”, Karabük Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 3 (2), 2013, s. 152-170

[28] ASLAN Nasi, s.37

[29] ÖZKORKUT Nevin Ünal, “Yargı Bağımsızlığı Açısından Osmanlı’da ve Günümüz Türkiye’sinde Yargıya Genel Bir Bakış”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2008,c 57, sayı l,s.231.

[30] FENDOĞLU Hasan Tahsin, Türk Hukuk Tarihi, Filiz Kitabevi, İstanbul, 2000, s.339

[31] Maide 5/49, ASLAN Nasi, s.146

[32] Anayasa’nın 139. maddesi’nde “ Hakimler ve savcılar azlolunamaz, kendileri istemedikçe Anayasada gösterilen yaştan önce emekliye aynlamaz; bir mahkemenin veya kadronun kaldırılması sebebiyle de olsa, aylık, ödenek ve diğer özlük haklarından yoksun kılınamaz. Meslekten çıkarılmayı gerektiren bir suçtan dolayı hüküm giymiş olanlar, görevi sağlık bakımından yerine getiremeyeceği kesin olarak anlaşılanlar veya meslekte kalmalarının uygun olmadığına karar verilenler hakkında kanundaki istisnalar saklıdır” düzenlemesi hakim teminatına ilişkindir. Bu hükümle, hakimlerin azlolunması, istekleri dışında zorunlu emeklilik yaşı olan 65 yaşından önce emekliye ayrılmaları, aylık, ödenek ve özlük haklarından mahrum bırakılmaları yasaklanmıştır. Aynca, hakimlik mesleğinin sona erdirileceği hükümler sırırlandırılmıştır.

[33] YILDIRIMER Şahban , “İslam Hukukunda Yargıç Etiği”, E-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -Www.E-Sarkiyat.Com- Issn: 1308-9633 Sayı:VIII, Kasım 2012,s.41

[34] ASLAN Nasi, s.147

[35] YILDIRIMER Şahban, s.35

[36] ANIL Yaşar Şahin, Osmanlı Düzeninde Kadılık, Legal Hukuk Kitapları Serisi, 331,İstanbul, 2015, s.4

[37] ASLAN Nasi, s.149

[38] FENDOĞLU Hasan Tahsin, s. 185

[39] ORTAYLI İlber, “ Osmanlı Kadı’sının Taşra Yönetimindeki Rolü Üzerine”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt:9, Sayı: l, 1976, s.95

[40] KUNTER Nurullah, “Türkiye’de Kaza Kuvveti”, G.H.F.M. Cilt 25, S.l-4, İstanbul, 1960, s.51.

[41] ÜNAL Şeref, Anayasa Hukuku Açısından Mahkemelerin Bağımsızlığı ve Hakim Teminatı, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınlan, Ankara, 1994, s.25

[42] JENNİNGS, Kadı, Coıırt and legal Procedure in 17. C. Otoman Kayseri, s. 143 Aktaran DEMİR Abdullah, Medeni Yargılama Hukuku Osmanh Mahkemesi, Yitik Hazine Yayınlan, 2010, s.27

[43] FENDOĞLU Hasan Tahsin, Yargının Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı, Yetkin Yayınlan, Ankara, 2010, s.121-122, ANSAY Sabri Şakir, İslam Hukuku, Turhan Kitabevi, Ankara, 2002, s. 36

[44] ZEYDAN Corci, Medeniyet-i İslamiye Tarihi, İstanbul,.1328, Cilt l, s 220 nakleden KAYAOĞLU İsmet, “İslam’da Adalet Mefhumu”, http://ilergiler.ankara.edii.tr/ dergiler/37/772/9836.pdf. erişim tarihi: 30.08.2015

[45] ANSAY Sabri Şakir, s. 36

[46] ASLAN Nasi,s.l48

[47] BAL Hüseyin, “Machiavelli Ve Koçi Bey’de Siyaset, Adalet Ve Erdem”, Türkiyat Araştırmaları, s. 90,91

[48] Daha Geniş bilgi için bkz: UZUNÇARŞILI İsmail Hakkı, Osmanlı Devletinde İlmiye Teşkilatı, Türk Tarih Kuramıı Yayınlan, Ankara, 2014.

[49] ATAR Fahrettin, s.122,124

[50] GÖNENÇ Levent, “Yargının Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı”, TEPAV Anayasa Çalışma Metinleri,2011,s. 8.

[51] TACHA Deanell Reece, “Independence of the Judiciary for the Third Century” 46 Mercer Lavv Review, 1995, s. 645

[52] STRAVVNBenjamin B. “DoJudicial Ethics CanonsAffect Perceptions ofJudiciallmpartiality?”, Boston University Lavv Revievv, Vol. 88,2008, s.789.

[53] ŞEN Mahmut, s. 691-729

[54] ŞEN Mahmut, “Hakimin Tarafsızlığının Sosyal Medya Ortamında Korunması Sorunu”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi C. XVIII, Y. 2014, Sa. 3-4, s.641-668

[55] Hz. Peygamber adil yöneticiyi şu şekilde müjdelemiştir: “Kıyamet günü bana insanların en yakını ve en sevgilisi, adaletle hükmeden yöneticidir. Bana en sevimsizi ve en çok azap çekecek olanı ise, zalim yöneticidir.” “Hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde Allah, yedi zümreyi kendi arşının gölgesinde gölgelendirir. Bu yedi zümreden ilki, adaletli yöneticidir” Daha geniş bilgi için, KARA Mustafa, “Kurân’da ‘Adâlet Kavramı Ve Güncel Değeri”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi [2013] Sap: 34.

[56] ORAL Osman, “Kelam Emrinde İlahi Adalet”, Kelam Araştırmaları 11:1 (2013), s.443-458

[57] KARAMAN Hayreddin, İslam Hukuk Tarihi, İstanbul, 2001, s. 121

[58] ASLAN Nasi,s.53

[59] DÜZBAKAR Ömer, “İslâm-Osmanlı Ceza Hukukunda Rüşvet Ve Bursa Şer’iyye SicElerine Yansıyan Örnekler”, E-Journal Of Nevv VVorld Sciences Academy, 2008, volüme: 3, number: 3, s.535

[60] DÜZBAKAR Ömer, s.535

[61] DÜZBAKAR Ömer, s.535

[62] DEMİR Abdullah, Medeni Yargılama Hukuku Osmanlı Mahkemesi, s.26

[63] ATAR Fahrettin, s.49.

[64] ATAR Fahrettin, s.49,50, YILDIRIMER Şahban, s. 47

[65] FENDOGLU Hasan Tahsin, s.116

[66] ATAR Fahrettin, s.90

[67] Mecelle, 16. Kitap, Birinci Fasıl, 1795, 1796, 1797, 1798, 1799. maddeler, İLHAN Cengiz, Günümüz Türkçesiyle Mecelle, Yetkin Yayınları, Ankara, 2014, s.569

[68] ŞEN Mahmut, “ İdeal Hakim İhtiyacı ve Yargı Etiği”, s. 691-729

[69] ATAR Fahrettin, s.91

[70] Commentary on the Bangaloıe Principles of Judicial Counduct, s. 41.1, http://www.nnodr.org/ dornments/rorrııption/j->nblications ıınndr rommentary-e.pdf. 16.08.2015

[71] Opinionno. 3 of the Consultative Council of European Judges (CCJE) on the principıles and rules goveming judges’ Professional conduct, in particular ethics, incompatible behaviour and impartiality, paragraf 29, https://wcd.coe.int/View Doc.isp?Ref=CCTFY200210P3. erişim tarihi:06.05.2015

[72] ŞEN Mahmut, s. 691-729

[73] SAĞLAM Hadi, GÖKBAYIR Sema, SAĞLAM Emine, ÇOLAK Mehmet, “İslam Hukuku ve Modern Hukuk Bağlamında Şahitlik Müessesesinin Değerlendirilmesi”, Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sayı. 2,2012,s.92.

[74] ŞEN Mahmut,” İdeal Hakim İhtiyacı ve Yargı Etiği”, s. 691-729

[75] FENDOĞLU Hasan Tahsin, Türk Hukuk Tarihi, s.166

[76] DEMİR Abdullah, Osmanlı Mahkemesi, s.25.

[77] FENDOĞLU Hasan Tahsin, Türk Hukuk Tarihi, s.197

[78] http://www.is1amansikiopedisi .İnfo/dia/pdf/r24/r240047.pdf. s. 69

[79] ASLAN Nasi, s.4

[80] ANSAY Sabri Şakir, s. 338

[81] Mecelle’nin 4. maddesi, İLHAN Cengiz, Günümüz Türkçe’siyle Mecelle, s.46

[82] ATAR Fahrettin, s.32

[83] ATAR Fahrettin s.91

[84] Bakara, 2/113, aktaran, ATAR Fahrettin, s.24.

[85] KAZANCI Ahmet Lütfi, Adil Halife Emirül Müminin Hz. Ömer, Ensar Yayınlan, 2014, s.247-248

[86] ASLAN Nasi, s.179

[87] DEMİR Abdullah, Medeni Yargılama Hukuku Osmanlı Mahkemesi, s.25

[88] ASLAN Nasi, s.18

[89] ASLAN Nasi, s.171

[90] YILDIRIMER Şahban, s.42

[91] FENDOĞLU Haşan Tahsin, s. 185

[92] ETOZ Abdulkadir, “Hak Ve Adalet”, www.iikv.org/arademy/index.php/tr/artirle/ view/1720/3.390. erişim tarihi: 01.09.2015

[93] KOCAOĞLU Serhat Sinan, “Türkiye Cumhuriyeti Yargı Sisteminin Temel Sorunu Hakim (& Savcı)Niteliği’ ve Bu Hususta Eklektik Bir Çözüm Önerisi”, Ankara Barosu Dergisi, yd 2011, sayı 3, s 19

[94] ŞEN Mahmut, “ İdeal Hakim İhtiyacı ve Yargı Etiği”, s. 691-729.

[95] ATAR Fahrettin s.15.

[96] KARA Mustafa, s.145

[97] ORTAYLI İlber, “Osmanlı Kadısı, Tarihi Temeli ve Yargı Görevi”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi,1975, Cilt: 30, s.118.

[98] ATAR F ahrettin s. 15.

[99] FRİED Charles, “ A Mediation on the First Principles of Judicial Ethics”, Hostra Law Review, 2004, vol: 32, s.1230

[100] FENDOGLU Hasan Tahsin, Yargının Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı, s.112

[101] http://ww w .islamansiklopedisi .in fn/H i a /pH f /r24/r240047.pH f. s. 69

[102] KARA Mustafa, s.163

[103] YILDIRIMER Şahban, s. 47

[104] ASLAN Nasi, s.36

[105] ASLAN Nasi, s.35

[106] ATAR Fahrettin, Fıkıh Usulü, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınlan, 10. Baskı, İstanbul, 2013, s.399

[107] ASLAN Nasi, s.35

[108] ORTAYLI İlber, “Osmanlı Kadısı: Tarihi Temeli ve Yargı Görevi”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi,1975, Cilt: 30, s.119

[109] Mecelle’mn 1792. maddesi, İLHAN Cengiz, s.569

[110] İLHAN Cengiz, s.569

[111] Mecelle’mn 1799. maddesi, İLHAN Cengiz, s.569

-Bu yazı Uyuşmazlık Mahkemesi Dergisi’nin 6. sayısında yayımlanmıştır.

İslam Hukuk Geleneği Perspektifinden Yargı Etik İlkeleri yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Nuremberg’den Günümüz Uluslararası Ceza Yargısı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne

$
0
0

Giriş

Uluslararası toplum, yirminci yüzyılda I. ve II. Dünya Savaşlarına, birçok iç savaşa ve bunun sonucunda da milyonlarca insanın ölümüne tanık olmuştur. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, uluslararası nitelikte olan savaşların sayısında kayda değer bir azalma görülmesine rağmen, iç savaşların sayısında büyük bir artış görülmüştür. Bu gerçekliğe paralel olarak, iç savaş ve diktatör rejimleri insanlığı çok derinden etkileyen “hayal bile edilemeyecek katliamlar” yapmış ve milyonlarca insan hayatını kaybetmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan 1996 yılına kadar geçen süre içerisinde, 220 iç savaş ve diktatör rejimlerinin ölümüne sebebiyet verdiği insan sayısı 86 milyonu aşmıştır.1 Özellikle yirminci yüzyılın sonlarına doğru, uluslararası toplum belki de tarihte görmediği iki büyük insanlık trajedisiyle karşılaşmıştır. Bunlardan bir tanesi Avrupa’nın ortasında eski Yugoslavya’nın dağılması sırasında, diğeri de Afrika’nın ortasında bulunan Ruanda’da gerçekleşmiştir. Bu iki bölgede insanlar soykırıma, işkenceye, bir savaş aracı olarak tecavüz ve cinsel şiddet suçlarına, etnik temizlemeye, sivillerin kötü muameleye tutulmasına, şahsi, tarihi ve kültürel varlıkların yok edilmesine, sivil halkın zorla ülkelerinden uzaklaştırılmalarına, okullara, hastanelere ve pazar yerlerine yöneltilen silahlı eylemlere maruz kalmışlardır. Bunun sonucu olarak, 1991-94 yılları arasında eski Yugoslavya’da 250.000 kişi ölmüş, 2 milyondan fazla kişi de ülkesinden uzaklaştırılmıştır.2 Yine benzer şekilde, Ruanda’da çıkan iç savaşta 6 Nisan 1994 tarihinden 18 Temmuz 1994 tarihine kadar geçen çok kısa bir süre zarfında 500.000’den fazla masum insan hayatını kaybetmiştir.3

Hiç şüphe yoktur ki, insanlığın maruz kaldığı bu tür uygulamalar hem insan haklarının hem de uluslararası ceza hukukunun ihlalini teşkil eder. Bilindiği gibi, insan hakları hukuku (international human rights law) ve uluslararası ceza hukuku (international criminal law, international humanitarian law, laws of war)4, uluslararası hukukun iki ayrı dallarıdır. Her ikisinin ortak yanı bireylerin haklarını korumasıdır. Fakat bu hukuk dalları arasında çok önemli farklılıklar vardır: Uluslararası ceza hukuku ya da savaş hukuku, tarihi olarak insan hakları hukukundan daha eski olup, örf-adet (gelenek) hukukundan doğmuştur ve ulusal mahkemeler ya da uluslararası mahkemeler aracılığıyla bireylerin cezaî sorumluluğunu tesis etmeyi en önemli işlevlerinden birisi olarak benimsemiştir. İnsan hakları hukuku ise, oldukça yeni bir uluslararası hukuk dalı olup, devletle, özellikle devletlere karşı haklarını arayan bireyler arasındaki ilişkileri düzenlemektedir.5

Nuremberg, Tokyo, Eski Yugoslavya ve Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemeleri ve Uluslararası Hukukta Bireysel Cezai Sorumluluk

Uluslararası hukukta devletlerin sorumluluğu yanında, bireylerin cezaî olarak sorumlu tutulabilmeleri ve işlemiş oldukları uluslararası suçlardan dolayı ulusal ya da uluslararası mahkemeler aracılığıyla cezalandırılmalarının sağlanması uluslararası ceza hukukunun en temel amaçlarından biri olmakla beraber, bireylerin sorumluluğu konusunun uluslararası alanda uygulanması oldukça yenidir. Devletlerin kendi vatandaşlarını uluslararası suç sebebiyle ulusal mahkemelerde yargılamak istememesi nedeniyle, uluslararası nitelikli cezaî kurumların kurulması kaçınılmazdır. Bundan dolayıdır ki, II. Dünya Savaşı’ndan sonra 1945 ve 1946 yıllarında, galip devletler tarafından Alman ve Japon savaş suçlularını yargılamak için, Nuremberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi (Nuremberg Mahkemesi) ve Tokyo Uzakdoğu Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi (Tokyo Mahkemesi) kurulmuştur.6 Nuremberg Mahkemesi’ni kuran Londra Andlaşması’nın eki Statüsünün 2. maddesi gereğince, Mahkeme galip devletlerce atanan ve her biri için de birer yedek olmak üzere dört hakimden oluşturulmuştur. Mahkemenin iddia makamı yani, savcılık görevini ise yine galip devletlerden atanan dört başsavcı yerine getirmiştir. Statüsünün 4. maddesine göre Mahkeme, kararlarını oy çokluğu ile alabilmekte ve oyların eşitliği durumunda ise Başkanın oyu belirleyici olmaktadır7. Nuremberg Mahkemesi 24 üst düzey Nazi Hükümet görevlisini yargılamış olup, bunlardan 11’i ölüm, 3’ü ömür boyu hapis, 7’si ağır hapis cezasına çarptırılmış olup, sadece 3 kişi beraat edebilmiştir8.

Tokyo Mahkemesi gerek hâkim gerekse savcıları bakımından 11 değişik ülkenin katkılarıyla oluşturulmuştur. Söz konusu ülkeler, ABD, SSCB, İngiltere, Çin, Fransa, Kanada, Avustralya, Hindistan, Hollanda, Yeni Zelanda ve Filipinler’dir. Her bir devletten birer tane olmak üzere hakim ve savcıların atanması Müttefik Devletler Uzakdoğu Başkomutanı ABD’li General Mc Arthur tarafından yapılmıştır. Statüsünün 4. maddesine göre, Mahkeme altı hâkimin hazır bulunması ile görev yapabilmekte olup, oyların eşitliği durumunda Başkanın oyu kararı belirleyici olmaktadır9. Tokyo Askeri Mahkemesince 25 kişi hakkında yargılama yapılmış olup, 7 kişi ölüm, 7 kişi ömür boyu hapis, diğerleri ise ağır hapis cezalarına çarptırılmıştır10.

Nuremberg ve Tokyo Mahkemelerinin uygulamaları, II. Dünya Savaşı’ndan önce uluslararası toplumun savaş hukukuna ilişkin olarak kabul ettiği antlaşma ve örf adet hukuku kurallarının uygulanması açısından önemli bir yer tutar. Ayrıca, bu mahkemelerin uygulamaları sonucunda, uluslararası toplum tarihte ilk defa uluslararası nitelikteki suçların, savaş suçları, barışa karşı işlenen suçlar ve insanlığa karşı işlenen suçlar olarak sınıflandırılmasına da tanık olmuştur.11 Fakat, Nuremberg ve Tokyo Mahkemeleri bazı yazarlarca galiplerin mahkemeleri (victors’ courts) olarak değerlendirilmiş ve tarafsız olmadıkları ileri sürülmüştür.12 Söz konusu mahkemeler nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin, uluslararası ceza hukuku açısından, uluslararası suçların kabul edilmesi ve bireylerin uluslararası nitelikli cezaî yargılama yetkisine sahip bir organ tarafından cezaî sorumluluklarının tescil edilmesi ve sürekli bir uluslararası ceza mahkemesinin kurulmasının sağlanması bakımından çok önemli bir yere sahip olduğu açıktır.

Nitekim 1993 ve 1994 yıllarında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin, Eski Yugoslavya ve Ruanda’daki insan hakları ve uluslararası ceza hukuku ihlalleri karşısında, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın VII. Bölümü çerçevesinde uluslararası barış ve güvenliğin korunması için kurmuş olduğu Uluslararası Savaş Suçluları Mahkemelerinin düzenleme ve uygulamalarına Nuremberg ve Tokyo Mahkemeleri örnek teşkil etmiştir.13 Nuremberg ve Tokyo Mahkemelerinin aksine, Yugoslavya ve Ruanda Savaş Suçluları Mahkemeleri, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından uluslararası barış ve güvenliğin korunması ve yeniden tesis edilmesi amacıyla uluslararası toplumun tamamı adına kurulmuştur.14 Bu nedenledir ki, bu iki mahkeme, uluslararası toplumun uluslararası ceza ve insan hakları hukukunu ihlal eden bireylerin yargılanmalarını sağlamak açısından, insanlık tarihinde ilk defa uluslararası hukuk kurallarına tam anlamıyla uyularak kurulmuş uluslararası ceza mahkemeleri olarak kabul edilmektedir.15

Uluslararası Ceza Mahkemesi

Yukarıda kısaca değinilen gelişmeleri, 15 Haziran-17 Temmuz 1998 tarihinde Roma’da düzenlenen Uluslararası Ceza Mahkemesi Kurulmasına Dair Birleşmiş Milletler Diplomatik Konferansı ve bunun sonucunda, tarihte ilk defa uluslararası toplumca, Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü’nün16 kabul edilmesi izlemiştir. Statü 120 devletin lehte (İngiltere, Fransa ve Rusya dahil), 7 devletin aleyhte (Amerika Birleşik Devletleri (ABD),17 Çin, Libya, Irak, İsrail, Katar ve Yemen), ve 21 devletin çekimser oy kullanması gibi büyük bir uluslararası toplum desteğiyle uluslararası hukukta yerini almıştır. Statünün 126. maddesine uygun olarak, 60 devletin Statüyü onaylaması şartının yerine gelmesiyle, Uluslararası Ceza Mahkemesi 1 Temmuz 2002 tarihi itibariyle görevine başlamış bulunmaktadır. 30 Aralık 2003 tarihi itibariyle Statüyü imzalayan devlet sayısı 139’a, Statüye taraf olan devlet sayısı ise 92’ye ulaşmıştır.

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yirminci yüzyıl sonuna kadar kurulamamasının en temel nedeni, devletlerin hükümranlık hakları konusundaki hassasiyetleridir. Uluslararası düzeyde bir ceza mahkemesinin kurulması, devletlerin hükümranlık haklarının en ciddi bir şekilde hissedildiği ceza yargılamasının sınırlanması anlamını taşıdığından, bağımsız devletler tarafından böyle bir kurumun oluşturulması uzun bir süre kabul görmemiştir.18 Hiç şüphe yoktur ki, uluslararası toplumun bu aşamaya gelmesinde, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından Yugoslavya ve Ruanda Savaş Suçluları Mahkemelerinin kurulmaları ve bu mahkemelerin başarılı uygulamaları en önemli rolü oynamıştır. Bu gelişmelere uygun olarak denilebilir ki, uluslararası ceza hukuku, Eski Yugoslavya’da katliamların başlamasından itibaren öyle bir gelişme göstermiştir ki, bu gelişme 12 Ağustos 1949 tarihli Savaşta Sivillerin Korunmasına Dair Cenevre Antlaşması’nın kabulü ve Nuremberg Mahkemelerinden bu yana kırk beş yılda görülen gelişmelerden daha fazla ve daha hızlı olmuştur.19

Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü hükümleri çerçevesinde Mahkemenin en önemli özellikleri şu şekilde belirtilebilir:

1- Uluslararası Kişilik

Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüye göre, sürekli bir organ olup20 uluslararası kişiliğe sahiptir.21 Mahkeme üç temel organdan oluşmaktadır. Bunlar: (a) Yargılama Makamı; Başkanlık, Temyiz Mahkemesi, Duruşma Öncesi Mahkemesi ve Duruşma Mahkemesi’ni içerir. (b) Savcılık Makamı ve (c) İdari Organ (Mahkeme Yazı İşleri de denebilir, “Registry”).22 Mahkemenin hâkim sayısının arttırılması mümkün olmakla birlikte, kuruluşta bu sayı 18 olarak belirlenmiştir23. Temyiz Mahkemesi bir başkan ve dört hâkimden oluşmakta, Duruşma Öncesi Mahkemesi ve Duruşma Mahkemesi en az altı hâkimden oluşmakta ve her davaya 3 hâkimle veya Duruşma Öncesi Mahkemesinin bir hakimle de bakabilmesi mümkün olabilmektedir24.

2- Bireyler ve Suçlar Bakımından Yargı Yetkisi

Uluslararası Ceza Mahkemesi sadece bireyler üzerinde uluslararası toplumu tümüyle derinden etkileyen çok ağır suçlar hakkında yargı yetkisine sahiptir. Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü aracılığıyla uluslararası toplum, soykırım,25 insanlık aleyhine işlenen suçlar,26 savaş suçları27 ve saldırı suçlarını28 işleyen kişilerin bir uluslararası ceza mahkemesi tarafından yargılanıp cezalandırılmaları, hiç bir sorumlunun adaletten kaçmamaları konusundaki isteğini çok net bir şekilde ortaya koymuştur.29

Uluslararası toplum, günümüz için artık birçok problemi aşarak, Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü’nü kabul etmiştir. Bunların başında maddi hukuka ilişkin olarak hangi suçlar üzerinde mahkemenin yargı yetkisine sahip olduğu, suçların tanımı ve kapsamı, ulusal ve uluslararası ceza mahkemesinin cezaî olarak yargı yetkisini paylaşımı, bu anlamda devletlerin hükümranlığı ilkesi ve cezaî yargı yetkisi, usul hukukuna ilişkin temel sorunlar gelmektedir. Dünya üzerinde her devletin hukuk sistemi ve uygulamalarının farklı olduğu dikkate alınırsa, uluslararası düzeyde bireyleri yargılayıp cezalandıracak bir mahkemenin oluşturulmasının pek de kolay bir iş olmadığı kolayca anlaşılabilir. Bilindiği gibi, Anglo-Sakson ya da common law olarak adlandırılan ve Amerika, İngiltere ve diğer Commonwealth ülkelerinde hâkim olan hukuk sistemi ile Kıta Avrupasında egemen olan Kara Avrupası Hukuk Sistemi iki ayrı, çoğu konularda da farklı uygulamaları olan sistemlerdir. Evrensel bir hukuk organı oluşturulurken, hiç şüphesiz her iki sistemi de bağdaştıran bir mekanizmanın kurulması kaçınılmazdır. Aksi takdirde, uluslararası nitelikli cezaî yargılama yetkisine sahip bir organının yaratılması olanaklı değildir. Uluslararası ceza organları tarafından uygulanacak maddi hukuk kuralları açısından bu iki sistem herhangi bir problemle karşılaşmaz. Çünkü, uluslararası toplum, Nuremberg ve Tokyo Mahkemelerinin uygulamalarından bu yana, uluslararası maddi ceza hukukunun kodifiye edilmesi ve geliştirilmesi konusunda büyük bir gelişme kaydetmiştir. Bunların en önemlileri 1948 tarihli Soykırım Sözleşmesi, 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri ve 1977 tarihli Cenevre Sözleşmelerine İlişkin Ek Protokol I ve II olarak ifade edilebilir.30

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin, devletler üzerinde veya devletlerin sorumluluğuna yönelik bir yargı yetkisi bulunmamaktadır. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin bireylerle ilgili yargı yetkisi dahilinde olan suçlar açıkça şu şekilde belirtilmiştir: (a) soykırım suçu, (b) insanlığa karşı işlenen suçlar, (c) savaş suçları ve (d) saldırı suçu.31 Yugoslavya ve Ruanda Savaş Suçluları Mahkemeleri’nin Statü ve uygulamalarından da bilindiği üzere, ilk üç suç kategorisi, her iki mahkemenin de maddi yargılama yetkisi altında bulunmakta ve uluslararası ceza hukukunda en ağır ihlaller olarak kabul edilmektedir.32 Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü ile Yugoslavya ve Ruanda Savaş Suçluları Mahkemeleri Statüleri arasındaki en önemli farklılık, Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü’nün saldırı suçları hakkında da yargı yetkisini içermesidir. Uluslararası ceza hukuku bakımından, bu şekilde bir düzenlemenin yapılması, uluslararası toplumca büyük bir gelişme olarak kabul edilmelidir. Saldırı suçlarının Mahkemenin yargı yetkisinin dışında tutulması, en ağır uluslararası suçu (the supreme international crime) işleyen veya bu suçlardan dolayı cezai sorumluluğu olması gereken bireylere dokunulmazlık verilmiş olması anlamına gelirdi.33 Nuremberg Mahkemesi uygulamalarından günümüze kadar, bir savaşın başlatılması diğer bir ifadeyle bir saldırı suçunun işlenmesi uluslararası bir suç olarak tarif edilmiş, ulusal bir hak olarak görülmemiştir.34 Eğer saldırı suçu Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yargı yetkisi dışında tutulmuş olsaydı, uluslararası toplum uluslararası ceza hukuku uygulamalarından bir adım geriye gitmiş olurdu.35

Ne yazık ki, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin saldırı suçlarına yönelik olarak yargı yetkisine sahip olması Statünün madde 5 (2) hükmünde belirtilen koşulun gerçekleşmesine bağlanmıştır. Buna göre, Statünün 121 ve 123. maddelerine uygun olarak kabul edilecek, saldırı suçunu tanımlayan ve uygulanma koşullarını belirleyen bir hükmün Statüde yer alması gerekecektir. Söz konusu hükmün Birleşmiş Milletler Andlaşması’nın ilgili hükümleriyle uyum içerisinde olması aranacaktır. Bu düzenlemeden de kolaylıkla anlaşılacağı üzere, Uluslararası Ceza Mahkemesi saldırı suçu üzerinde, uluslararası toplumun suçun tanımı ve uygulanma koşulları konularında bir uzlaşmaya varması durumunda yargı yetkisine sahip olacaktır.36 Böyle bir koşulun var olmasının temel nedeni, bir devlet tarafından saldırı yapılıp yapılmadığını kararlaştırmaya tek yetkili organ olan Güvenlik Konseyi ile saldırı suçu arasındaki ilişkidir. Bundan dolayıdır ki, Statünün 2. maddesinde belirtildiği üzere, saldırı suçunun tanımlanması ve koşulları ile ilgili problemlerin çözülmesi için, Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Güvenlik Konseyi arasındaki ilişkinin bir andlaşma çerçevesinde net bir şekilde düzenlenmesi gerekmektedir.

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin maddi yargı yetkisi bir çok açıdan eleştirilebilmekle beraber, özellikle, nükleer silahların kullanımı veya kullanılma tehdidi, gözü kör edici lazer silahlarının kullanımı ve diğer kitle imha silahlarının kullanımının savaş suçları başlığı altında düzenlenmemiş olması ve Mahkemenin bu konularda yargı yetkisine sahip olmaması belirtilmelidir. Özellikle, nükleer silahların kullanımı konusunda Mahkemenin yargı yetkisinin olmaması, hukuk kurallarının uygulanması bakımından adil olmayan bazı sonuçların doğmasına neden olacaktır. Örneğin, bir kimse zehirli bir ok veya dom-dom kurşunu ile bir şahsı öldürdüğünde Uluslararası Ceza Mahkemesi savaş suçu adı altında yargılama yetkisine sahip olurken, nükleer silah kullanımı sonucu binlerce sivil halkın ölümüne yol açmak Mahkemenin yargı yetkisinin dışında kalmaktadır.37 Böyle bir durumun uluslararası ceza hukuku bakımından açıklanması mümkün değildir. Ancak, her ne olursa olsun Statünün bazı eksikliklerine rağmen, uluslararası toplumca atılan büyük bir adım olduğu ve zaman içerisinde bunların tek tek giderileceği unutulmamalıdır.

3- Ulusal Mahkemeleri Tamamlayıcı Nitelikli Yargı Yetkisi

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin en temel özelliklerinden bir tanesi de, yargı yetkisinin ulusal mahkemelerin yargı yetkisini tamamlayıcı nitelikte olmasıdır. Statüde yer alan düzenlemeye göre, eğer Statüde öngörülen bir suç yetkili devlette kovuşturma ya da soruşturma konusu yapılmış ise, ilgili devletin bunu devam ettirme istek ve yeteneği olmaması durumları hariç, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yargı yetkisi söz konusu olamamaktadır (non bis in idem).38 Başka bir deyişle, ulusal mahkemelerin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne oranla bir önceliği vardır.39 Gerçeklikte böyle bir düzenlemenin olması, uluslararası hukukta yer alan devletlerin hükümranlığı ilkesinin doğal bir sonucudur. Çünkü, tarihsel olarak hükümranlık hakkı ve cezai yargı yetkisi birbiriyle yakından ilgilidir ve devletlerin bağımsızlığının ve hükümranlığının vazgeçilemez bir unsuru olarak kabul edilmektedir. Buna bağlı olarak, hiç bir devlet sahip olduğu cezai yargılama yetkisini başka bir devlete veya uluslararası bir mahkemeye veya organa devretmek istemez.40

Yugoslavya ve Ruanda Savaş Suçluları Mahkemelerinin uygulamalarına bakıldığında, her iki mahkemenin Statülerinde, yargı yetkilerinin ulusal mahkemelerin yargı yetkilerini tamamlayıcı nitelikte olduğu düzenlenmiştir. Ancak, ulusal mahkemelerin yargı yetkileri, Yugoslavya ve Ruanda Savaş Suçluları Mahkemelerinin öncelikli yargı yetkisiyle sınırlandırılmış bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle, Yugoslavya ve Ruanda Savaş Suçluları Mahkemelerinin, ister hazırlık aşaması isterse dava aşamasında olsun, ulusal mahkemelerin yargılama prosedürüne müdahale etme, davanın kendilerine iade edilmesini talep etme hakları bulunmaktadır41. Bu şekilde yapılan bir hukuki düzenlemeyle bir anlamda, devletlerle Uluslararası Mahkemeler arasında “dikey” bir ilişki kurulmuş bulunmaktadır. Sanıkların veya şüphelilerin Yugoslavya ve Ruanda Savaş Suçluları Mahkemelerine iade veya transfer edilmesinde bu ilişkiyi açıkça görmek mümkündür. Oysa, suçluların iadesine yönelik yerleşmiş olan uluslararası hukuk düzenlemesi, devletlerin yaptıkları ikili andlaşmalar çerçevesinde gerçekleşmekte olup, hukuken “yatay” bir ilişki kurulması yönündedir. Bunun da temel nedeni, devletlerin eşitliği ilkesidir. Yugoslavya ve Ruanda Savaş Suçluları Mahkemelerinin Güvenlik Konseyi’nin bağlayıcı bir kararıyla kurulmuş olması dolayısıyla, temel ilkeden ayrılınması söz konusu olmaktadır.42

4- Davaların, Bağımsız ve Tarafsız Olarak Siyasi Etkilerden Uzak Bir Şekilde Açılabilmesi

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin bir diğer özelliği, Mahkemenin bağımsız, adil, tarafsız, etkili, uluslararası ceza yargısını temsil edici ve her türlü siyasi nitelikli etkilerden uzak bir şekilde kurulmasıdır.43 Bu bağlamda, Uluslararası Ceza Mahkemesi ile Güvenlik Konseyi arasındaki ilişki büyük bir rol oynamaktadır. Bu durum Konferans süresince üzerinde en çok tartışılan temel konu olmuştur.44 Özellikle, ABD, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Güvenlik Konseyi ile çatışma halinde olmadan, işbirliği içerisinde çalışması gerektiğini belirterek, Mahkemenin Güvenlik Konseyi’nce kontrol edilmesini istemiştir.45 Uluslararası toplum, Uluslararası Ceza Mahkemesi veya Savcılık Makamı’nın Güvenlik Konseyi veya herhangi bir devlet gibi siyasi bir organın kontrolüne tabi olmasının, Mahkemenin güvenilirliğini ve uluslararası adalet duygusunu zedeleyeceği gerekçesiyle, ABD’nin görüşünü46 kabul etmemiştir.47 Gerçekte tartışmanın özü, Mahkemenin yargı yetkisini nasıl kullanacağı veya daha açık bir ifadeyle herhangi bir davanın hangi şekilde Mahkeme önüne getirilebileceği konusunda yatmaktadır. Statü 13. maddesinde Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne bir davanın ne şekilde getirilebileceğini açık bir şekilde düzenlemiştir. Buna göre, bir dava Mahkemeye, Mahkemenin yargı yetkisini kabul eden devlet tarafından, Savcılık makamının re’sen veya Güvenlik Konseyi’nin başvurusu üzerine getirilebilir.48

Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü hükümlerinden Savcılık makamının hazırlık soruşturması başlatması ve dava açması konularında bağımsızlığının tartışılabileceği tek düzenleme, Statünün 16. maddesi çerçevesinde, Güvenlik Konseyi’nin 12 ay ya da daha kısa bir süre için Savcılığın hazırlık soruşturması ya da iddianamenin Mahkemeye sunulmasının geriye bırakılması konusunda istekte bulunması halidir. İlk bakışta bu hüküm, bir siyasi organın bir yargı organına müdahalesine izin veriyormuş gibi algılanabilir. Fakat, bu hükmün yorumundan Güvenlik Konseyi’nin yetkilerinin sınırsız olmadığı ve Savcılıktan böyle bir talepte bulunulmasının bazı koşullara bağlı olduğu sonucu rahatlıkla çıkarılabilir. Güvenlik Konseyi’nin isteği ancak ve ancak Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın VII. Bölümüne ilişkin olarak alacağı bir karar doğrultusunda olabilir. Bu nedenle, Güvenlik Konseyi’nin sadece, açıkça soruşturmaya devam edilmesinin uluslararası barışı tehdit etmesi durumunda Savcılığın soruşturmayı ve iddianameyi geriye bırakmasını talep etmesi mümkündür. Şüphesiz ki, yukarıda gösterilen koşullara uygun bir taleple Savcılık bağlıdır. Statünün bütün hükümleri ve özellikle 16. maddede belirtilen ve yukarıda değinilen koşullar dikkate alındığında, Güvenlik Konseyi’nin siyasi nitelikli veya keyfi bir şekilde hareket edemeyeceği sonucuna varmak pek de yanlış olmasa gerektir.49

Sonuç

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yukarıda belirtilen özellikler çerçevesinde kurulmuş olması, uluslararası ceza ve insan hakları hukuku açısından büyük bir önem taşımaktadır. Şöyle ki:

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kuruluşu, “hukukun üstünlüğü ve evrensel insan haklarının gelişimi yönünde atılmış dev bir adım ve gelecek nesillere bir ümit kaynağı”50 olarak değerlendirilmelidir.

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kuruluşu, uluslararası düzeyde bireylerin cezai olarak sorumlu tutulmasını ve insanlığın ve insan onurunun global adalete ulaşmasını sağlamak için dokunulmazlıklara bir son getirmesi dolayısıyla, uluslararası hukukta tartışma konusu olan cezai müeyyide veya yaptırım olmaması şeklindeki eleştirileri ve boşlukları da doldurucu nitelik taşır.51

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kuruluşu, ümit edilir ki, gerek uluslararası gerekse ulusal nitelikli silahlı çatışmaların son bulmasına ve uluslararası toplumun 20. yüzyılın sonlarında tanık olduğu Bosna-Hersek ve Ruanda gibi insanlık dramlarının tekrar sahnelenmesinin önlenmesine neden olacaktır.

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin ulusal mahkemelerle olan ilişkilerinde devletlerin hükümranlık haklarının bir sonucu olarak tamamlayıcı bir nitelikte kurulması sonucu, uluslararası toplum, ulusal hukuk sistemleri düzeylerinde tüm insanlığı ilgilendiren uluslararası suçların sorumlularının yargılanması ve cezalandırılmaları konularında gerekli iç hukuk düzenlemelerinin yapılmasına tanık olacaktır. Ulusal hukuk uygulamalarının yetersiz veya isteksiz olması durumunda Uluslararası Ceza Mahkemesi devreye girecek ve sorumlular uluslararası düzeyde yargılanacaklardır.

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin 120 devletin lehte ve sadece 7 devletin aleyhte kullandığı oy sonucu kurulmuş olması, Yeni Dünya Düzeni’nin dünyanın geriye kalan tek süper gücünün kontrolü altında olmayacağını, uluslararası toplumu evrensel bir adalet anlayışına ulaştırmanın tek yolunun hukukun üstünlüğü olduğunu göstermesi açısından da kayda değer bulmak gereklidir.

1(*) Karadeniz Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Uluslararası Hukuk Anabilim Dalı Uluslararası Hukuk Öğretim Üyesi.Joyner, C. C. “Rederessing Impunity for Human Rights Violations: The Universal Declaration and the Search for Accountability”, (1998) 26 Denv. J. Int’l L. & Pol’y s. 593.
2Joyner, C. C. “Arresting Impunity: The Case for Universal Jurisdiction in Bringing War Criminals to Accountability”, (1996) 59 LCP s. 153. Eski Yugoslavya’daki insan hakları ihlallerinin boyutları ve işlenen suçların niteliği hakkında detaylı bilgi için, bkz. Report of CSCE Mission to Inspect Places of Detention in Bosnia-Herzegovina, (29 Ağustos-4 Eylül 1992).; Report on the Situation of Human Rights in the Territory of the Former Yugoslavia Submitted by Mr. Tadeusz Mazowiecki, Special Rapporteur of the Commission on Human Rights Pursuant to Paragraph 14 of Commission Resolution 1992/S-1/1 of August 1992), U.N. Doc. S/24516 (1992) (kısaca, Periodic Report of the the Special Rapporteour).; U.N. Doc. E/CN.4/1994/3 (1993) (First Periodic Report of the the Special Rapporteour).; U.N. Doc. E/CN.4/1994/4 (1993) (Second Periodic Report of the the Special Rapporteour).; U.N. Doc. E/CN.4/1994/6 (1993) (Third Periodic Report of the the Special Rapporteour).; U.N. Doc. E/CN.4/1994/8 (1993) (Fourth Periodic Report of the the Special Rapporteour).; U.N. Doc. E/CN.4/1994/47 (1993) (Fifth Periodic Report of the the Special Rapporteour).; U.N. Doc. E/CN.4/1994/110 (1994) (Sixth Periodic Report of the the Special Rapporteour).; U.N. Doc. E/CN.4/1995/4 (1994) (Seventh Periodic Report of the the Special Rapporteour).; U.N. Doc. E/CN.4/1995/10 (1994) (Eigth Periodic Report of the the Special Rapporteour).; U.N. Doc. S/1994/1252 (1994) (Ninth Periodic Report of the the Special Rapporteour).; U.N. Doc. E/CN.4/1995/57 (1995) (Tenth Periodic Report of the the Special Rapporteour).
3Final Report of the Commission of Experts Established Pursuant to Security Council Resolution 935 (1994), U.N. Doc. S/1994/1405, (Bundan sonra Final Report for Rwanda), para. 57. Bir Birleşmiş Milletler Özel Raportörü’ne göre, öldürülenlerin sayısı bir milyona yakındır. Bkz. Report on the Situation of Human Rights in Rwanda Submitted by Mr. Degni-Segui, Special Rapporteur of the Commission on Human Rights, under Paragraph 20 of Commission Resolution E/CN.4/S-/1 of 25 May 1994, U.N. Doc. E/CN.4/1995/7 (28 Haziran 1994), para. 24.
4International criminal law”, “international humanitarian law” ve “laws of war” kavramları arasında bazı farklılıklar olmakla beraber, Batı literatüründe bu kavramlar çoğunlukla aynı anlamı ifade etmek için kullanılmaktadır.
5Uluslararası insan hakları ve uluslararası ceza hukuku arasındaki benzerlikler ve farklılıklar için, bkz. Vinuesa, R. E. “Interface, Correspondence and Convergence of Human Rights and International Humanitarian Law”, (1998) 1 YIHL s. 69.; Eide, A. “The Laws of War and Human Rights-Differences and Convergences”, C. Swinarski (ed.), Studies and Essays on International Humanitarian Law and Red Cross Principles in Honour of Jean Pictet, (Geneva, The Hague: International Committee of the Red Cross, Martinus Nijhoff Publishers, 1984), s. 675-697.
6Bkz. Agreement for the Prosecution a“International criminal law”, “international humanitarian law” ve “laws of war” kavramları arasında bazı farklılıklar olmakla beraber, Batı literatüründe bu kavramlar çoğunlukla aynı anlamı ifade etmek için kullanılmaktadır. Uluslararası insan hakları ve uluslararası ceza hukuku arasındaki benzerlikler ve farklılıklar için, bkz. Vinuesa, R. E. “Interface, Correspondence and Convergence of Human Rights and International Humanitarian Law”, (1998) 1 YIHL s. 69.; Eide, A. “The Laws of War and Human Rights-Differences and Convergences”, C. Swinarski (ed.), Studies and Essays on International Humanitarian Law and Red Cross Principles in Honour of Jean Pictet, (Geneva, The Hague: International Committee of the Red Cross, Martinus Nijhoff Publishers, 1984), s. 675-697.nd Punishment of Major War Criminals of the European Axis, 8 Ağustos 1945, 59 Stat. 1544, 82 U.N.T.S. 279. Londra Antlaşması olarak bilinen bu uluslararası hukuk belgesi, Nuremberg Mahkemesi’nin Statüsünü, diğer bir deyişle görev ve yetkilerini, ve aynı zamanda duruşmaların nasıl yürütüleceğine ilişkin temel prensipleri de içerir. Fakat, Tokyo Mahkemesi bir antlaşma sonucu kurulmamıştır. Bu konuda, bkz. Special Proclamation by the Supreme Commander for the Allied Powers, Establishment of an International Tribunal for the Far East, 19 Ocak 1946, T.I.A.S. No. 1589. 4 Bevans 20. Uluslararası hukukta Nuremberg ve Tokyo Mahkemelerini konu edinen bir çok çalışma vardır. Bunlardan bazıları şu şekilde belirtilebilir: Conot, R. Justice at Nuremberg, (Harper and Row, 1983).; Taylor, T. The Anatomy of the Nuremberg Trials, (New York: Knopf, 1992).; Brackman, A. The Other Nuremberg: The Untold Story of the Tokyo War Crimes Trials, (Morrow, 1987).; Wright, Q. “The Law of the Nuremberg Trial”, (1947) 41 AJIL s. 38.; Wright, Q. “Legal Positivism and the Nuremberg Judgment”, (1948) 42 AJIL s. 405.; Schick, F. B. “The Nuremberg Trial and the International Law of the Future”, (1947) 41 AJIL s. 770.; Kuhn, A. K. “International Criminal Jurisdiction”, (1947) 41 AJIL s. 430.; Finch, G. A. “The Nuremberg Trial and International Law”, (1947) 41 AJIL s. 20.; Ehard, H. “The Nuremberg Trial Against the Major War Criminals and International Law”, (1949) 43 AJIL s. 223.; Clark, R. S. “Nuremberg and Tokyo in Contemporary Perspective”, T. L. H. McCormack and G. J. Simpson (ed.), The Law of War Crimes National and International Approaches, (The Hague, London, Boston: Kluwer Law International, 1997), s. 171.; Chaney, K. R. “Pitfalls and Imperatives: Applying the Lessons of Nuremberg to the Yugoslav War Crimes Trials”, (1995) 14 Dick. J. Int’l L. s. 57.
7Pazarcı, H. Uluslararası Hukuk, (Ankara: Turhan Kitabevi, 2003), s. 660.
8Tezcan, D. “Uluslararası Suçlar ve Uluslararası Ceza Divanı”, Ankara Barosu Hukuk Kurultayı, Ankara: 2000, s. 274.
9Pazarcý, s. 660-661.
10Tezcan, s. 274.
11Nuremberg Mahkemesi Statüsü, m. 6.; Tokyo Mahkemesi Statüsü, m. 5.
12Bu anlamda, bkz. Minear, R. H. Victors’ Justice the Tokyo War Crimes Trial, (Princeton, New Jersey: Princeton University Press, 1971).; Rubin, A. P. “International Crime and Punishment”, (1993) 33 Nat. Int. s. 73.
13Yugoslavya Savaş Suçluları Mahkemesi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından 25 Mayıs 1993 tarihinde kurulmuştur. Güvenlik Konseyi Kararı için, bkz. SC. Res. 827, U.N. SCOR, 48th Year, 1993 SC. Res. & Dec. At, 29, U.N. Doc. S/INF49 (1993). Mahkemenin tam adı, “1991 den İtibaren Eski Yugoslavya Ülkesinde İşlenen Uluslararası Ceza Hukuku İhlallerinden Sorumlu Kişilerin Yargılanmasına İlişkin Uluslararası Ceza Mahkemesi” dir. (International Criminal Tribunal for the Prosecution of Persons Responsible for Serious Violations of International Humanitarian Law Committed in the Territory of the Former Yugoslavia since 1991). (Bundan sonra Yugoslavya Savaş Suçluları Mahkemesi). Ruanda Savaş Suçluları Mahkemesi, yine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından 8 Kasım 1994’te kurulmuştur. Güvenlik Konseyi Kararı için, bkz. SC. Res. 955, U.N.SCOR, 49th Year 3453 meeting at 1, U.N. Doc. S/Res/955 (1994). Mahkemenin tam adı, “1 Ocak-31 Aralık 1994 Tarihleri Arasında Ruanda ve Komşu Ülkelerinde İşlenen Soykırım ve Diğer Benzer İhlallerle Uluslararası Ceza Hukukunun İhlallerinden Sorumlu Kişilerin Yargılanmasına Dair Uluslararası Ceza Mahkemesi” dir. (International Criminal Tribunal for the Prosecution of Persons Responsible for the Serious Violations of International Humanitarian Law Committed in the Territory of Rwanda and Rwandan Citizens Responsible for Genocide and Other Such Violations Committed in the Territory of Neighbouring States, between 1 January and 31 December 1994). (Bundan sonra Ruanda Savaş Suçluları Mahkemesi).
14Greenwood, C. “The International Tribunal for Former Yugoslavia”, (1993) 69/4 Int. Aff. s. 641.; Scharf, M. P. “Have We Really Learned the Lessons of Nuremberg?”, (1995) 149 Mil. L. Rev. s. 66.
15Meron, T. “War Crimes in Yugoslavia and the Development of International Law”, (1994) 88 AJIL s. 78.
16Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü, (17 Temmuz 1998), UN Doc. A/CONF.183/9. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kurulması için yapılan çalışmalar hakkında detaylı bilgi için, bkz. Hall, C.K. “The First Two Sessions of the UN Preparatory Committee on the Establishment of an International Criminal Court”, (1997) 91 AJIL s. 177.; Hall, C.K. “The Third and Fourth Sessions of the UN Preparatory Committee on the Establishment of an International Criminal Court”, (1998) 92 AJIL s. 124.; Hall, C.K. “The Fith Session of the UN Preparatory Committee on the Establishment of an International Criminal Court”, (1998) 92 AJIL s. 331.; Hall, C.K. “The Sixth Session of the UN Preparatory Committee on the Establishment of an International Criminal Court”, (1998) 92 AJIL s. 548.
17ABD’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü’nün aleyhine oy kullanması biraz şaşırtıcı karşılanabilir. Zira, ABD Yugoslavya ve Ruanda Savaş Suçluları Mahkemeleri’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından kurulmasında öncülük etmiş ve her zaman, Statünün kabulüne kadar, bir Uluslararası Ceza Mahkemesi kurulmasını destekler görünmüştür. Bu konuda, bkz. Scharf, M. P. “Getting Serious About an International Criminal Court”, (1994) 6 Pace Int.’l L. Rev. s. 103.; Scharf, M. P. “The Politics of Establishing an International Criminal Court”, (1995) 6 Duke J. Comp. & Int.’l L. s. 170-171.
18Alibaba, A. “Uluslararası Ceza Mahkemesinin Kuruluşu”, (2000) 49/1-4 AÜHF s. 181.; Remarks by James R. Crawford on “The Internationalization of Criminal Law”, (1995) ASIL Proceedings, s. 301.; Crawford, J. “Prospects for an International Criminal Court”, (1995) 48 CLP s. 305.; Graefrath, B. “Universal Criminal Jurisdiction and International Criminal Court”, (1990) 1 EJIL s. 72-75.
19Meron, T. “War Crimes Law Comes of Age,” T. Meron (ed.), War Crimes Law Comes of Age, Essays, (Oxford: Clarendon Press, 1998), s. 297.
20Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü, m. 1.
21Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü, m. 4.
22Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü, m. 34.
23Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü, m. 36.
24Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü, m. 39.
25Soykırım suçu üzerinde Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yargı yetkisinin olduğu Statünün 5. maddesinde belirtilmiş olup, hangi suçların bu kategoriye dahil olduğu ve suçun unsurlarının neler olduğu Statünün 6. maddesinde 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme’den alıntı yapılarak düzenlenmiştir. Buna göre, “milli, etnik, ırka dayalı veya dini bir grubun bireyleri, o grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla öldürülür, maddi ve manevi vücut bütünlüklerine zarar verilir, grubun çoğalması engellenir, grubun yaşam şartlarına o grubun ortadan kalkmasına yol açacak şekilde müdahale edilir veya o grubun çocukları zorla başka bir gruba aktarılırsa bu hareketler soykırım suçunu” oluşturur.
26İnsanlık aleyhine işlenen suçlar üzerinde Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yargı yetkisinin olduğu Statünün 5. maddesinde ifade edilmiş ve bu kategori suçların nelerden oluştuğu Statünün 7. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, adam öldürme, yok etme, köleleştirme, işkence yapma ve ırza tecavüz gibi fiiller bilinçli olarak geniş çaplı ve sistematik bir şekilde herhangi bir sivil topluluğa yöneltilirse, insanlık aleyhine suç teşkil eder.
27Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü’nün 5. maddesi, Mahkemenin savaş suçları hakkında yargı yetkisine sahip olduğunu hükme bağlarken, bu gruba giren suçların kapsamını detaylı bir şekilde dört grup olarak 8. maddesinde düzenlemiştir. Birinci grubu 12 Ağustos 1949 tarihli Cenevre Antlaşmalarına dahil bazı ağır ihlaller (grave breaches of the Geneva Conventions) oluşturmaktadır. Buna göre, kasten adam öldürme, işkence yapma, insanlık dışı davranışlar ve kasten büyük acılar çektirme gibi eylemler savaş suçu kabul edilmektedir. İkinci grup savaş suçlarını, savaş hukuku ve buna ilişkin örf ve adet kurallarının ihlali oluşturmaktadır. Bu anlamda, kasten sivil topluluklara saldırmak veya savaşla ilgisi olmayan kimselere saldırmak, dini, eğitim, sanat, tarihi yerler veya hastaneler gibi birimlere saldırmak, zehirli gaz veya silah kullanmak gibi eylemler savaş suçu sayılmaktadır. Üçüncü grup savaş suçlarını ise, uluslararası nitelikte olmayan silahlı çatışmalarda işlenmiş eylemler oluşturmaktadır. Örnek vermek gerekirse, çatışmada yer almayan kimselerin öldürülmesi, esir alınması ve işkence yapılması gibi. Dördüncü grup savaş suçları da yine, uluslararası nitelikte olmayan silahlı çatışmalarda meydana gelen savaş hukuku ve örf ve adet hukuku kurallarının ciddi ihlallerine ilişkindir. Bu suçlara örnek vermek gerekirse, kasaba ve köylerin yağma edilmesi, sivil topluluklara saldırılması, dini, eğitim, sanat, tarihi yerler kapsamında olan birimlere saldırılması ve ırza tecavüz suçları gösterilebilir.
28Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü 5. maddesinde saldırı suçları hakkında da Mahkemenin yargı yetkisi olduğunu ifade etmiştir. Ancak bu suçun kapsamı ve tanımının Statüde yapılmadığı görülmektedir. Söz konusu 5. maddenin 2. fıkrası çerçevesinde tanım ve kapsamın sonradan Statüde yapılacak değişiklikle netleşmesinden sonra ancak Mahkemenin bu suçlardan dolayı bireyleri yargılayabilmesi söz konusu olabilecektir.
29Hangi suçlar üzerinde Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yargı yetkisi olduğuna dair görüşme aşamaları ve devletlerin görüşleri hakkında, bkz. Arsanjani, M.H. “The Rome Statute of the International Criminal Court”, (1999) 93 AJIL s. 29-36.; Kirsch, P. ve Holmes, J.T. “The Rome Conference on an International Criminal Court: The Negotiating Process”, (1999) 93 AJIL s. 6-8.; Kirsch, P. ve Holmes, J.T. “The Birth of the International Criminal Court: The 1998 Rome Conference”, (1998) 36 Can. Y. Int.’l L. s. 22-23, 30-32.
30Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme, 78 UNTS 277 (9 Aralık 1948).; Cenevre Sözleşmeleri dört tane olup 12 Ağustos 1949 tarihinde imzalanmıştır. Bunlardan birincisi, Harb Halindeki Silahlı Kuvvetlerin Hasta ve Yaralıların Vaziyetlerinin Islahı Sözleşmesi’dir (75 UNTS 31). İkincisi, Silahlı Kuvvetlerin Denizdeki Hasta, Yaralı ve Kazazedelerinin Vaziyetlerinin Islahı Sözleşmesi’dir (75 UNTS 85). Üçüncüsü, Savaş Esirleri Hakkında Tatbik Edilecek Muameleye Dair Sözleşme’dir (75 UNTS 135). Dördüncüsü ise, Savaş Zamanında Sivil Halkın Korunmasına Dair Sözleşme’dir (75 UNTS 287).; Cenevre Sözleşmelerine Ek Protokol I, Uluslararası Nitelikli Silahlı Çatışmalarda Sivillerin Korunmasına İlişkindir ve 8 Haziran 1977’de imzalanmıştır. (1977) 16 ILM s. 1391. Cenevre Sözleşmelerine Ek Protokol II, Uluslararası Nitelikli Olmayan Silahlı Çatışmalarda Sivillerin Korunmasına Dairdir ve 8 Haziran 1997’de imzalanmıştır. (1977) 16 ILM s. 1442.
31Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü, m. 5. Roma Konferansı’nda hangi suçlar üzerinde Mahkemenin yargı yetkisinin olacağına dair görüşmeler ve tartışmalar hakkında, bkz. Arsanjani, M. H. “The Rome Statute of the International Criminal Court”, (1999) 93 AJIL s. 29-36.; Kirsch, P. ve Holmes, J. T. “The Rome Conference on an International Criminal Court: The Negotiating Process”, (1999) 93 AJIL s. 6-8.; Kirsch, P. ve Holmes, J. T. “The Birth of the International Criminal Court: The 1998 Rome Conference”, (1998) 36 Can. Y. Int.’l L. s. 22-23, 30-32.
32Yugoslavya ve Ruanda Savaş Suçluları Mahkemeleri’nin maddi yargı yetkileri, uygulamaları, uluslararası ceza hukukuna katkıları ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni nasıl etkileyecekleri konusunda detaylı bir araştırma için, bkz. Aksar, Y. The Ad Hoc Tribunals and International Humanitarian Law, (Bristol Universitesi Hukuk Fakültesi, yayınlanmamış doktora tezi, 2000).
33Statement by Benjamin B. Ferencz, Pace Peace Center, (16 Haziran 1998).
34Statement by Benjamin B. Ferencz, Pace Peace Center, (16 Haziran 1998).; UN Press Release L/ROM/8, “Former Nuremberg War Crimes Prosecutor Declares That Aggressive War is not a National Right but an International Crime”, (16 Haziran 1998).
35Statement by H. E. Mr. Albano L. T. Asmani, Birleşik Tanzanya Cumhuriyeti adına, (16 Haziran 1998).
36Saldırı suçunun tanımlanması ve koşullarının belirlenmesi konusunda, Uluslararası Ceza Mahkemesi Hazırlık Komisyon’unun yoğun bir çalışması söz konusudur. Bu konuda, bkz. Proposals pursuant to resolution F of the Final Act for a provision on aggression, including the definition and Elements of Crimes of Aggression and the conditions under which the International Criminal Court shall exercise its jurisdiction with regard to this crime. UN Doc. PCNICC/2002/2/Add.2, (24 Temmuz 2002). Saldırı suçunun tarihsel bir analizini yapan dökumanlar için ise, bkz. Preparatory Commission for the International Criminal Court, Working Group on the Crime of Aggression, New York, 8-19 Nisan 2002, Historical Review of Developments Relating to Aggression Prepared by the Secretariat, UN Doc. PCNICC/2002/WGCA/L.1 ve PCNICC/2002/WGA/L.1/Add.1.
37UN Press Release L/ROM/14, “Use of Weapons of Mass Destruction Should be Included in Criminal Court’s Definition of War Crimes, Say Several Conference Speakers”, (18 Haziran 1998).; Bu konuda özellikle, bkz. Statement by Ambassador Muhammad Zamir, Bangladeş Halk Cumhuriyeti adına, (18 Haziran 1998). Statement by Alhaji Abdullahi Ibrahim, Ofr, San, Nijerya Federal Cumhuriyeti Adalet Bakanı, Nijerya adına, (18 Haziran 1998).
38Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü, m. 17.
39Pazarcı, H. Uluslararası Hukuk Dersleri, Cilt. 4, (Ankara: Turhan Kitabevi, 2000), s. 357.
40Crawford, J. “Prospects for an International Criminal Court”, (1995) 48 CLP s. 305.; Remarks by James R. Crawford on “The Internationalisation of Criminal Law”, (1995) ASIL Proceedings, s. 301.; Graefrath, B. “Universal Criminal Jurisdiction and an International Criminal Court”, (1990) 1 EJIL s. 72-75.
41Yugoslavya Savaþ Suçlularý Mahkemesi Statüsü, m. 9.; Ruanda Savaþ Suçlularý Mahkemesi Statüsü, m. 8.; Yugoslavya Savaþ Suçlularý Mahkemesi Usul ve Delil Kurallarý, Kural 8.
42Cassese, A. “On the Current Trends Towards Criminal Prosecution and Punishment of Breaches of International Humanitarian Law”, (1998) 9 EJIL s. 13-14.; Aksar, Y. “The Transfer of Slobodan Milosevic to the International Criminal Tribunal For The Former Yugoslavia (The ICTY) and The Turning Point in International Humanitarian Law”, (2002) 51/2 AÜHF s. 31.
43UN Press Release L/ROM/22, “UN Diplomatic Conference Concludes in Rome with Decision to Establish Permanent International Criminal Court”, (17 Temmuz 1998).
44UN Press Release L/ROM/10, “Role of United Nations Security Council in International Criminal Court Among Issues Discussed This Afternoon at UN Conference”, (17 Haziran 1998).; Kirsch ve Holmes, s. 8-9.
45Statement by the Hon. Bill Richardson, ABD’nin Birleşmiş Milletler Elçisi, (17 Haziran 1998).; UN Press Release L/ROM/11, “United States Declares at Conference that UN Security Council Must Play Important Role in Proposed International Criminal Court”, (17 Haziran 1998).
46ABD’nin bu konudaki görüşü hakkında lehte ve aleyhte olan düşünceler için, bkz. Goldstone, R. “A Court That Needs a Fair Trial – The US is on the wrong side of history in opposing an international war-crimes court-”, Time, 152/5, (3 Ağustos 1998).; Wedgwood, R. “The International Criminal Court: An American View”, (1999) 10 EJIL s. 97-98.; Hafner, G. Boon, K. Rubesame, A. ve Huston, J. “A Response to the American View as Presented by Ruth Wedgwood”, (1999) 10 EJIL s. 113-115.; Alibaba, A. “Uluslararası Ceza Mahkemesinin Kuruluşu”, (2000) 49/1-4 AÜHF s. 196-197.; ABD’nin, Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından kendi vatandaşlarının yargılanmasını önlemek amacıyla devletlerle ikili andlaşmalar yaptığı gözlenmektedir. Söz konusu andlaşmaların uluslararası hukuk bakımından geçerli kabul edilip edilemeyeceği konusunda, bkz. Aksar, Y. “Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD)”, (2003) 52/2 AÜHF s. 125.
47UN Press Release L/ROM/11, “United States Declares at Conference that UN Security Council Must Play Important Role in Proposed International Criminal Court”, (17 Haziran 1998).
48Gerçekte, herhangi bir olay hakkında Güvenlik Konseyi’nin konuyu dava olarak Uluslararası Ceza Mahkemesi önüne getirme yeteneğinin olması, Güvenlik Konseyi’nin Yugoslavya ve Ruanda Savaş Suçluları Mahkemelerini kurma yetkisinin Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü’ne yansımalarından birisi olarak değerlendirmek mümkündür. Dolayısıyla, Yugoslavya veya Ruanda benzeri olayların Güvenlik Konseyi tarafından Mahkemeye dava yoluyla getirilip, sorumluların gerekli cezai müeyyidelere çarptırılması söz konusu olabilmektedir. Bu durum, aynı zamanda Mahkemenin kendi yetkisini kabul eden devletlere ilişkin olarak yargı yetkisini kullanabileceği, diğer bir ifadeyle Mahkemenin yargı yetkisinin devletlerce kabul edilmesi gerektiği ilkesinin de bir istisnasını oluşturmaktadır. (Cassese, A. “The Statute of the International Criminal Court: Some Preliminary Reflections”, (1999) 10 EJIL s. 161).
49Aksar, Y. Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uluslararası Ceza Usul Hukuku, (Ankara: Seçkin, 2003), s. 36.
50Statement by the United Nations Secretary-General Kofi Annan at the Ceremony Held at Campidoglio Celebrating the Adoption of the Statute of the International Criminal Court, (18 Temmuz 1998).; UN Press Release L/ROM/23, “Secretary-General Says Establishment of International Criminal Court is Major Step in March Towards Universal Human Rights, Rule of Law”, (18 Temmuz 1998).
51Bilindiği üzere, Uluslararası Adalet Divanı devletler arasındaki sorunlarla ilgilenir ve uluslararası insan hakları ve ceza hukuku ihlalleri dolayısıyla bireylerin cezai sorumluluğuna yönelik bir karar vermesi söz konusu değildir.
– Bu yazı Hukuk ve Adalet Dergisi’nin 2004/1 Sayısından Alınmıştır ( 1 Ocak 2004)

Nuremberg’den Günümüz Uluslararası Ceza Yargısı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Savaş, Mülteciler ve Sığınma Hakkı

$
0
0
Günümüzde savaşlar, işgaller, iç çatışmalar, yaygın şiddet olayları ve yaygın insan hakları ihlalleri çok sayıda insanın can güvenliğini tehdit etmekte ve kitle göçlerine yol açmaktadır. Bu gelişmeye paralel olarak da, uluslararası hukukun mülteci tanımının kapsamı zaman içinde genişlemektedir. Mültecilerin Statüsüne Dair 1951 Cenevre Sözleşmesi, bireysel zulüm görme korkusunu, mülteci tanımının odak noktası olarak görmekteydi. Daha sonraki yıllarda savaşlar, işgaller, iç savaşlar ve yaygın şiddet olaylarının mağdurlarının da sığınma hakkından yararlandırılması anlayışı, uluslararası teamül hukukunun çok önemli bir parçası haline geldi. Savaş ile mülteci hukuku arasındaki ilişki bir makalenin kapsamına sığmayacak kadar geniş ve karmaşıktır. Bu nedenle aşağıdaki satırlarda, bu ilişkinin sadece bir boyutu, uluslararası hukuk çerçevesinde kısaca değerlendirmeye çalışılacaktır. Bu boyut, komşu ülkede meydana gelen savaş, iç savaş türünden yaygın bir şiddet olayı nedeniyle can güvenliği tehlikeye düşen ve komşu ülkenin sınırına gelen çok sayıda kişinin sınırlardan içeri alınmasıyla bağlantılıdır. Bazı devletler, komşu ülkeden kaçan on binlerce, hatta yüzbinlerce insanın sınırlardan içeri alınmasında tereddüt göstermektedirler. Bu makale bazı uluslararası belgelere atıfta bulunarak, söz konusu tereddütlerin sığınma hakkının kullanılması ve geri gönderilmeme (non-refulman) ilkeleriyle çeliştiğinin altı çizecektir. Ülkelerin haklı endişelerinin, sığınma hakkı zedelemeden nasıl karşılanabileceği ise ayrı bir makalenin konusu olabilir.

Vatandaşlarını korumak devletlerin sorumluluğu altındadır. Ancak hükümetlerin vatandaşlarını korumakta isteksiz oldukları ya da koruyamadıkları durumlarda kişilerin hakları öylesine ihlal edilebilir ki, bu kişiler bir başka ülkede güvenliğe erişmek için evlerini, hatta çoğu zaman ailelerini terketmek zorunda kalabilirler. Tanımı gereği, tabiiyetini taşıdığı ülkenin hükümeti mültecinin temel haklarını korumadığı için, uluslararası toplum bu temel haklara saygı gösterilmesi yönünde müdahale eder.

II Dünya Savaşı’nın ardından kurulan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) görevi mültecilere koruma sağlamak ve onların sorunlarına kalıcı çözümler bulmaktır. BMMYK’nın çalışmaları, kimi bağlayıcı kimi bağlayıcı olmayan bir dizi uluslararası ve bölgesel antlaşmalarla sözleşmeleri kapsayan uluslararası hukuk belgeleri çerçevesine yürütülür. 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Uluslararası  insani hukukla ilgili dört Cenevre Sözleşmesi (1949) ve özellikle mültecilerin ihtiyaçlarına değinen Mültecilerin Statüsüne İlişkin 1951 Sözleşmesi, uluslararası mülteci hukukunun temelidir. Sözleşme “mülteci” terimini tanımlar ve mülteci statüsü almaya uygun bulunan kişilere yönelik asgari muamele standartlarını ortaya koyar.

1951 Sözleşmesi’ne göre mülteci, “ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle haklı nedenlere dayanan zulüm korkusu duyan, tabiiyetini taşıdığı ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan veya bu zulüm korkusu nedeniyle ülkenin korumasından yararlanmak istemeyen” kişidir.

1951 Cenevre Sözleşmesi, onun ayrılmaz bir parçası olmakla birlikte ondan bağımsız bir belge olan 1967 Protokolü birlikte ele alındığında şu üç temel konuyu kapsamaktadır;

  • Mültecinin tanımı, mülteci statüsünün sona erdirilmesinin koşulları, mülteci statüsü haricinde bırakılmaya ilişkin hükümler.
  • Mültecilerin sığındıkları ülkedeki hukuki statüleri, hayatlarının veya özgürlüklerinin tehlike altına gireceği ülkeye zorla geri gönderilmemeleri (non-Refulman) ilkesi ve mültecilerin diğer hak ve yükümlülükleri
  • BMMYK’nın görevini yerine getirmesini ve Sözleşme hükümlerinin uygulanmasını takip etmesini kolaylaştırmak, bu örgütle işbirliği yapmak da dâhil devletlerin yükümlülükleri.

Savaş, iç savaş ve yaygın şiddet faktörü

Afrika’da sömürgeciliğin tasfiyesi süreci, büyük çaplı mülteci hareketlerine yol açtı. Bu zorunlu nüfus hareketleri sadece 1967 Protokolü’nün değil, Afrika Birliği Örgütü’nün (ABÖ) “Afrika’daki Mülteci Sorunlarının Özel Yönlerini Düzenleyen 1969 Sözleşmesi’nin kabulünü de hızlandırdı. 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin “mültecilerin statüsüne ilişkin temel ve uluslararası bir belge” olduğunu kabul eden Afrika Birliği Örgütü Sözleşmesi, şimdiye kadar yasal bağlayıcılığı olan tek bölgesel antlaşmadır.

ABÖ Sözleşmesi’nin belki de en önemli bölümü, mülteci tanımının yapıldığı kısımdır.

ABÖ Sözleşmesi, 1951 Cenevre Sözleşmesi’ndeki mülteci tanımını örnek almakla birlikte yeni bir unsuru da içerir; “mülteci, kendi menşe ülkesinin ya da vatandaşı olduğu ülkenin bir bölümünde ya da tümünde dış saldırı, işgal, yabancı egemenliği ya da kamu düzenini ciddi biçimde bozan olaylar nedeniyle ülkesini terk etmeye zorlanan herkestir.”

Bu tanıma göre iç karışıklıklar, geniş çaplı şiddet ve savaştan kaçan kişiler, haklı bir zulüm korkusu duyup duymadıklarına bakılmaksızın, Sözleşme’ye taraf olan ülkelerde mülteci statüsü için başvurma hakkına sahiptir.

1984 yılında Güney Amerika ülkeleri hükümetlerinin temsilcileri ile seçkin hukukçular, bölgedeki mültecilerin korunmaları konusunu görüşmek üzere Kolombiya’nın Cartagena kentinde biraraya geldi. Toplantı sonunda Cartagena Bildirisi olarak bilinen bir belge onaylandı. Bildiri, Güney Amerika bölgesinde 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin yaptığı mülteci tanımının tanındığını kaydetmektedir. Ama tanımın kapsamını şu şekilde genişletmiştir; Mülteci, “yaygın şiddet, dış saldırı, iç çatışmalar, yaygın insan hakları ihlalleri ya da kamu düzenini ciddi olarak bozan diğer durumlardan dolayı hayatları, güvenlikleri veya özgürlükleri tehdit altında bulunduğu için ülkesinden kaçan kişidir.”

 Non-refolman ilkesi ve Sığınma Hakkı

Bir mültecinin zorla geri gönderilmeye veya zulüm riski olan bir yere geri gönderilmeye karşı korunma hakkı, 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde şu şekilde belirtilmektedir;

 “Hiçbir taraf Devlet, bir mülteciyi ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri nedeniyle hayatı ya da özgürlüğü tehdit altında olacak ülkelere, her ne şekilde olursa olsun geri göndermeyecek veya iade (reful) etmeyecektir.” (Madde 33-1)

Zulüm riski olan yere geri gönderme (refulman) aynı zamanda İşkenceye ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşme’de (Madde 3), 1949 Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nde (Madde 45, para.4), Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nde (Madde 7), Kaybolmaya Karşı Herkesin Korunması Hakkında Bildiri’de (Madde 8), Kanun Dışı Keyfi ve Yargısız İnfazların Etkili bir Şekilde Önlenmesi ve Soruşturulması Hakkındaki Prensipler’de (Prensip 5) de açıkça yasaklanmaktadır.

Buna ek olarak refulman, İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Korumaya dair Avrupa Sözleşmesi (Madde 3), Amerika İnsan Hakları Sözleşmesi (Madde 22), ABÖ Mülteci Sözleşmesi (Madde 2) ve Arap Dünyasındaki Mültecilerin ve Yerinden Edilmiş Kişilerin Korunmasına Dair Kahire Sözleşmesi’nin de dahil olduğu birçok insan hakları belgesinde açıkça yasaklanmaktadır.

Refulmanın yasaklanmasının uluslararası teamül hukukunun bir parçası olduğu genel kabul görmüştür. Bu, Mülteci Sözleşmesi’ne taraf olmayan devletlerin de zulüm riski olan yere geri göndermeme ilkesine saygı duyması gerektiği anlamına gelmektedir.

Devletler, Mülteci Sözleşmesi ve uluslararası teamül hukuku gereği olarak zulüm riski olan yere geri göndermeme ilkesini gözetmek zorundadır. Bu ilkeye aykırı davranıldığında ya da aykırı davranılacağına dair bir işaret olduğunda, BMMYK müdahalede bulunur. Bazı durumlarda, refulmanla karşı karşıya kalan kişiler, İşkenceye Karşı Komite gibi insan hakları mekanizmalarına başvurabilirler.

Zulüm riski olan yere geri göndermeme (Non-refulman) kuralı, aynı zamanda sığınma hakkının kullanılmasını da içerir. Zulüm korkusuyla ve sığınmak amacıyla sınıra gelen kişinin veya kişilerin ülke içine alınmaması, geri gönderme (refulman) anlamına gelir.

Çünkü sığınma hakkı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 14 (1). Maddesi’nde de temel bir insan hakkı olarak tanınmaktadır; “Herkes, zulüm karşısında başka ülkelerde sığınma talebinde bulunma ve sığınma olanağından yararlanma hakkına sahiptir.”

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu da devletlere yönelik olarak, 1967 yılında, Devlete Sığınma Hakkında’ki kararı kabul etti. Karar, sığınma hakkı tanımanın barışçıl ve insani bir davranış olduğunu ve başka devletler tarafından düşmanca bir hareket olarak nitelendirilemeyeceğini ifade eder. Karar gereğince, bir kişinin sığınma talebini değerlendirmek, sığınma ülkesinin görevidir.

ABÖ Sözleşmesi ile Cartegena Bildirgesi’nde ve Devlete Sığınma Hakkındaki 1967 BM Kararında da belirtildiği gibi sığınma hakkı vermek insani bir davranıştır ve siyasi nitelik taşımaz.

Sonuç

Sığınma hakkı ve sınır dışı etmeme (Non-refolman) ilkesi, yukarıda da anlatılmaya çalışıldığı gibi, çeşitli uluslararası enstrümanlarla, hem ülkede bulunan ve sığınma talep eden kişilerin zulüm göreceği ülkeye zorla geri gönderilmemesini, hem de hayatları tehdit altında bulunduğu için, ülke sınırlarına yığılan insanların, ülke toprakları içinde güvenli yerlerde barındırılmalarını içerir. Bir başka ifadeyle sınırların sığınmacılara açık tutulması, uluslararası hukukun bir temel kuralıdır. Ama uluslararası hukuk, sadece savaşa, iç karışıklıklara sahne olan bir ülkeye sınır komşusu olduğu için, bir anda yüzbinlerce insanı topraklarında kabul etmekle, bir ölçüde haksızlığa uğramayacak mıdır? Uluslararası mülteci hukuku, başta “yük paylaşımı” prensibi olmak üzere, çeşitli mekanizmalarıyla, zulüm ve şiddetten kaçanlara cömertçe kapılarını açan ülkelerin yanında yer almaktadır.

  • Bu yazı Hukuk ve Adalet Dergisi’nin  2004/1 Sayısından Alınmıştır (1 Ocak 2004).

Savaş, Mülteciler ve Sığınma Hakkı yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Yasama Dokunulmazlığı/Bir Karşılaştırmalı Anayasa Hukuku İncelemesi  

$
0
0

Özet

Bu makalede, yirmi beş ülkenin (ABD, Almanya, Avustralya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İspanya, İsrail, İsveç, İsviçre, İtalya, İzlanda, Japonya, Kanada, Lüksemburg, Norveç, Portekiz, Türkiye, Yeni Zelanda ve Yunanistan) anayasal düzenlemelerinden hareketle, yasama dokunulmazlığı kurumu karşılaştırmalı olarak incelenmektedir. Yasama dokunulmazlığı parlâmento üyelerine gözaltına alınmamama, tutuklanmama kovuşturulmama gibi güvenceler sağlamaktadır. İncelediğimiz ülkelerin sadece ikisinde (Hollanda ve Yeni Zelanda) yasama dokunulmazlığı kurumu mevcut değildir. İncelediğimiz ülkelerin beşinde (ABD, Avustralya, İngiltere, İrlanda ve Kanada) yasama dokunulmazlığı sadece hukukî alanda, on dördünde (Almanya, Avusturya, Belçika, Finlandiya, Fransa, İspanya, İsveç, İsviçre, İtalya, İzlanda, Japonya, Portekiz, Türkiye ve Yunanistan) sadece cezaî alanda ve dördünde (Danimarka, İsrail, Lüksemburg ve Norveç) hem cezaî, hem de hukukî alanda geçerlidir. Yasama dokunulmazlığını cezaî alanda tanıyan ülkelerin hepsinde bu dokunulmazlık parlâmento tarafından kaldırılabilir. Ancak suçüstü hâli gibi bazı durumlarda yasama dokunulmazlığı kaldırılmasına gerek yoktur.

 The Parliamentary Inviolability: A Comparative Constitutional Law Study

Abstract

This article examines the parliamentary inviolability from a comparative point of view on the basis of the constitutional stipulations of twenty-five countries (Australia, Austria, Belgium, Canada, Denmark, Finland, France, Germany, Greece Iceland, Ireland, Israel, Italy, Japan, Luxemburg, Netherlands, New Zealand, Norway, Portugal, Spain, Sweden, Switzerland, Turkey, United Kingdom and USA). The parliamentary inviolability protects the members of parliament from arrest, from being held in preventive custody and from the oppenning of judicial proceedings against them. Among the countries examined, only in two of them (Netherlands, New Zealand), the concept of parliamentary inviolability does not exist. The parliamentary inviolability is applicable only in civil proceedings in five of the countries examined (Australia, Canada, Ireland, United Kingdom and USA), only in criminal proceedings in fourteen (Austria, Belgium, Finland, France, Germany, Greece, Iceland, Italy, Japan, Portugal, Spain, Sweden, Switzerland, Turkey), both in civil and criminal proceedings in four (Denmark, Israel, Luxemburg, Norway). In all the countries where the parliamentary inviolability is applicable only in criminal proceedings, the inviolability can be lifted by the consent of the parliament; however, in cases of flagrante delicto, the consent of the parliament is not necesssary.

GİRİŞ

Bu çalışmanın konusu yasama dokunulmazlığıdır. Ancak yasama dokunulmazlığını görmeden önce onun içinde yer aldığı yasama bağışıklığı kavramını kısaca görmek gerekir.

Yasama Bağışıklığı.- “Yasama bağışıklığı (teşriî muafiyet)” veya “parlâmenter bağışıklık (parliamentary immunity, immunité parlementaire)”, parlâmento üyesinin görevini serbestçe yerine getirebilmesi amacıyla, onu hükûmet tarafından veya özel kişiler tarafından başlatılabilecek olan adlî takiplerden koruyan ayrıcalıklar olarak tanımlanmaktadır (BARTHÉLEMY ve DUEZ, 1933: 564; LAFERRİÈRE, 1947: 706). Yasama bağışıklığının birinci çeşidi burada inceleyeceğimiz “yasama dokunulmazlığı”dır. Diğeri ise “yasama sorumsuzluğu”dur. O nedenle yasama dokunulmazlığını görmeden önce benzer kavram olan yasama sorumsuzluğu hakkında kısaca bilgi vermek uygun olacaktır.

Yasama Sorumsuzluğu.- Bazılarının “mutlak dokunulmazlık” da dediği “yasama sorumsuzluğu (teşriî mesuliyetsizlik)” veya “parlâmenter sorumsuzluk (parliamentary non-accountability, irresponsabilité parlementaire)” parlâmento üyelerinin yasama görevlerini yerine getirirken sarf ettikleri sözlerden, açıkladıkları düşüncelerden ve verdikleri oylardan dolayı herhangi bir hukukî veya cezaî takibata uğramayacakları anlamına gelir (PACTET, 1994: 414; VEDEL, 1949; 402; BARTHÉLEMY ve DUEZ, 1933: 565; LAFERRİÈRE, 1947: 707). Yasama sorumsuzluğunun tanınmasındaki amaç, parlâmento üyelerinin yasama çalışmaları esnasındaki söz, düşünce ve oy hürriyetlerini tam olarak korumaktır. Bu sorumsuzluk sayesinde, parlâmento üyeleri hiçbir şeyden çekinmeyerek, düşüncelerini serbestçe açıklayacaklar, serbestçe oy kullanacaklardır. Millî irade parlâmentoda tam olarak ortaya çıkabilecektir (LAFERRİÈRE, 1947: 707; BARTHÉLEMY ve DUEZ, 1933: 565; VEDEL, 1949: 402; ÖZBUDUN, 2001: 277). Oy, söz veya düşünce açıklaması dışında kalan fiiller, yasama sorumsuzluğundan yararlanmazlar (LAFERRİÈRE, 1947: 711; BARTHÉLEMY ve DUEZ, 1933: 567). Örneğin yasama çalışmaları sırasında, bir parlâmento üyesi, diğer bir parlâmento üyesini veya bir görevliyi döver, yaralar veya öldürürse, burada yasama sorumsuzluğu yoktur (BARTHÉLEMY ve DUEZ, 1933: 567). Buna karşılık yapılan eylem, oy, söz ve düşünce açıklaması şeklinde ise içeriği ne olursa olsun yasama sorumsuzluğu kapsamına girer. Örneğin hakaret ve sövme fiilleri de meclis çalışmaları sırasında işlenmek şartıyla kural olarak yasama sorumsuzluğu kapsamındadır (BARTHÉLEMY ve DUEZ, 1933: 566). Zira hakaret ve sövme de sözle yapılan bir fiildir (DÖNMEZER ve ERMAN, 1985: I, 251). Şüphesiz bir ülkenin anayasası küfür fiillerini yasama sorumsuzluğunun kapsamı dışında kaldığı öngörebilir[1]. Yasama sorumsuzluğu oy, söz veya düşünce açıklamasının “yasama çalışmaları” sırasında yapılmış olması şartıyla parlâmento üyelerine tam, mutlak bir koruma sağlar (ÖZBUDUN, 2000: 278; VEDEL, 1949: 402; LAFERRİÈRE, 1947: 711). Sorumsuzluğun mutlak nitelikte olması kendini şu dört noktada gösterir. (1) Yasama sorumsuzluğu parlâmento üyesini hem cezaî, hem de hukukî takibata karşı korur. (2) Yasama sorumsuzluğu kaldırılamaz. (3) Yasama sorumsuzluğu süreklidir. Yani yasama sorumsuzluğu kapsamına giren bir fiilinden dolayı, parlâmento üyesi hakkında, bu sıfatının sona ermesinden sonra da hukukî veya cezaî bir takibatta bulunulamaz. (4) Yasama sorumsuzluğu kamu düzenine (ordre public) ilişkindir; vazgeçilemez (VEDEL, 1949: 402; VEDEL, 1949: 402; LAFERRİÈRE, 1947: 711-713; BARTHÉLEMY ve DUEZ, 1947: 565-567; ARSEL: 1965, 258; ÖZBUDUN, 2000: 278).

I. GENEL OLARAK YASAMA DOKUNULMAZLIĞI

Burada önce yasama dokunulmazlığının genel olarak tanımını, anacını, kökenini, konusunu, sağladığı güvenceleri ve niteliğini göreceğiz.

1. Tanımı.- “Yasama dokunulmazlığı[2] (teşriî masûniyet)”, veya “parlâmenter dokunulmazlık (parliamentary inviolability, inviolabilité parlementaire)”, parlâmento üyeleri hakkında, suç işlediklerinden bahisle, parlâmentonun izni olmadan, gözaltına alma, tutuklama gibi bazı cezaî takibat işlemlerinde bulunulamayacağı anlamına gelmektedir. Yasama dokunulmazlığı, parlâmento üyeleri lehine tanınmış gerçek bir muafiyet konumundadır. Ceza kanunları karşısında vatandaşların eşitliği ilkesinin bir istisnası niteliğindedir (LAFERRİÈRE, 1947: 714). Bu nedenle de yasama dokunulmazlığı zaman zaman birçok ülkede kamu oyunda tepki ile karşılanmaktadır. O nedenle yasama dokunulmazlığının amacının ortaya konulması gerekir.

2. Amacı.- Yasama sorumsuzluğunun amacı, parlâmento üyelerinin söz ve düşünce hürriyetlerini korumak olduğu halde, yasama dokunulmazlığının amacı, parlâmento üyelerinin parlâmento çalışmalarına istedikleri her zaman katılabilmelerini sağlamaktır. Yasama dokunulmazlığı olmazsa, parlâmento üyesi iktidar tarafından bir suç soruşturması bahanesiyle tutulabilir; mahkemeler tarafından tutuklanabilir. Bu durumda ise millî irade tam olarak parlâmentoda oluşamaz. Örneğin hükûmet aleyhine yapılan kritik bir güvensizlik oylamasında, birkaç muhalefet partisi üyesinin tutulma ve tutuklanma nedeniyle parlâmentoya gelip oy kullanamazsa, normalde düşmesi gereken hükûmet görevde kalabilir ki, bu demokrasiyle bağdaşmaz. İşte bu nedenle parlâmento üyelerine yasama dokunulmazlığı tanınmıştır. O halde yasama dokunulmazlığının amacı, parlâmento üyelerini iktidar tarafından tahrik edilebilecek keyfi, zamansız ve esassız ceza kovuşturmalarıyla, geçici bir süre için de olsa, yasama çalışmalarından alıkonulmasını önlemektir (ARSEL, 1965: 258; ÖZBUDUN, 2000: 279; LAFERRİÈRE, 1947: 714-715; VEDEL, 1949: 403).

3. Kökeni.- Yasama dokunulmazlığı Fransız kökenlidir. Fransız İhtilalinden sonra toplanan Kurucu Meclis, 26-27 Haziran 1790 tarihli bir Kararname ile Meclis üyelerinin, Meclisin kararı olmaksızın ve “suçüstü (flagrant délit)” hâli hariç, tutuklanamayacağını öngörmüştür. Fransa’da yasama dokunulmazlığı ilkesi izleyen rejimler döneminde de kabul edilmiştir (LAFERRİÈRE, 1947: 716-717).

4. Konusu.- Yasama dokunulmazlığının konusu, aşağıda göreceğimiz Anglo-Sakson ülkeleri bir yana bırakılırsa parlâmento üyesinin işlediği suç teşkil ettiği iddia edilen fiillerdir. Bu fiiller, yasama fonksiyonunun ifası sırasında oy, söz ve düşünce açıklaması şeklinde işlenmişse, bu fiiller, yasama dokunulmazlığının değil, yasama sorumsuzluğunun kapsamına girerler. O halde yasama dokunulmazlığının kapsamına giren filler, kural olarak parlâmento üyesinin görevi dışında işlediği cezaî sorumluluğunu doğurabilecek fillerdir.

5. Sağladığı Güvenceler.- Yasama dokunulmazlığı parlâmento üyesini bütün adlî takipten muaf tutmaz. Aşağıda ayrıca göreceğimiz gibi parlâmento üyesine karşı ceza davası açılamasa da hukuk davası açılabilir. Anglo-Sakson ülkeleri hariç, yasama dokunulmazlığı parlâmento üyesini kural olarak cezaî takipten korur. Ama her cezaî takip işlemine karşı da korumaz. Kural olarak, yasama dokunulmazlığı, parlâmento üyesinin yasama çalışmalarına katılmasını engelleyebilecek nitelikte olan, hürriyetten mahrum edici tedbirlere, yani tutma, gözaltına alma, tutuklama, sorgulama, yargılama ve hapis cezasını infaz etme gibi işlemlere karşı güvence sağlar. Bu işlemlerin dışında kalan, parlâmento üyesinin hürriyetini kısıtlamayan yargısal işlemlerin yapılmasını kural olarak engellemez. Örneğin, savcı parlâmento üyesini ihzaren celp edemez; ama hakkında soruşturma açıp, delilleri toplayabilir. Yasama dokunulmazlığı kural olarak parlâmento üyesinin şahsını korur. O nedenle, ayrıca parlâmentonun iznine tâbi tutulmamış ise, genel hükümler dairesinde parlâmento üyesinin evinde arama yapılabilir (LAFERRİÈRE, 1947: 719). Ancak, evinde olup buna karşı koyan parlâmento üyesinin şahsı üzerinde zor kullanmak yine mümkün değildir (DÖNMEZER ve ERMAN, 1985: I, 256). Anayasa ve kanunlarla aksi öngörülmedikçe parlâmento üyeleri tanık sıfatıyla mahkemelerde dinlenebilir. Ancak parlâmento üyesinin tanık sıfatıyla da olsa ihzaren celp edilmesi mümkün değildir. Zira bu parlâmento üyesinin üzerinde hürriyeti kısıtlayıcı bir tedbirin uygulanması anlamına gelir. Aşağıda ayrıntılarını göreceğimiz gibi her ülkenin kendi anayasası ve kanunları parlâmento üyeleri hakkında hangi ceza soruşturması işlemlerinin yapılamayacağını ayrıca belirtmektedir.

6. Niteliği: Nispîdir.- Yasama dokunulmazlığı “nispî” nitelikte bir bağışıklıktır. Yasama dokunulmazlığının nispî olması şu anlamlara gelmektedir:

a) Aşağıda ayrıntılarını göreceğimiz gibi, Kara Avrupası hukuk sisteminde, yasama dokunulmazlığı parlâmento üyesini sadece ceza kovuşturmasına karşı korur. Hukuk davalarına karşı korumaz. Parlâmento üyesi hakkında ceza davası açılamasa da, suçtan zarar gören kişi hukuk davası açıp, tazminat isteyebilir. Keza parlâmento üyesi hakkında cebrî icra yoluna da gidilebilir (VEDEL, 1949: 403; LAFERRİÈRE, 1947: 718; BARTHÉLEMY ve DUEZ, 1933: 570; DÖNMEZER ve ERMAN, 1985: I, 256).

b) Yasama sorumsuzluğundan farklı olarak, yasama dokunulmazlığının istisnaları  (derogations, dérogations) vardır: Genellikle suçüstü (cürm-ü meşhut, flagrante delicto, flagrant délit) hâli yasama dokunulmazlığının kapsamı dışında kalır (BARTHÉLEMY ve DUEZ, 1933: 573-574; LAFERRİÈRE, 1947: 731). Yukarıda belirtildiği gibi yasama dokunulmazlığının amacı, parlâmento üyelerini hükûmet tarafından tahrik edilebilecek düzmece ve asılsız suç soruşturmalarına karşı korumaktır. Suçüstü hâlinde ise, parlâmento üyesinin suç işlediği apaçık ortadadır. Böyle bir durumda da parlâmento üyesine dokunulmazlık tanınması, parlâmento üyesine tanınmış bir ayrıcalık durumuna gelir ki, bu yasama dokunulmazlığının amacıyla bağdaşmaz. O nedenle aşağıda örneklerini göreceğimiz üzere genellikle, suçüstü halinde işlenmiş suçların yasama dokunulmazlığının kapsamı dışında kaldığını anayasalar belirtmektedir.

c) Yasama dokunulmazlığı, yasama sorumsuzluğundan farklı olarakkaldırılabilir. Buna yine parlâmento üyesinin ait olduğu meclis karar verir. Buna “yasama dokunulmazlığının kaldırılması (leave of parliamentary inviobility, levée de l’inviobilité parlementaire)” veya “kovuşturmaya izin (autorisation de poursuite)” kararı ismi verilir (BARTHÉLEMY ve DUEZ, 1933: 574-578; LAFERRİÈRE, 1947: 721-723; VEDEL, 1949: 401). Yasama dokunulmazlığı kaldırılmış olan parlâmento üyesinin parlâmento üyeliği kalkmış olmaz. O sadece yargılama bakımından normal vatandaşlar gibi olur (GÖZLER, 2000: 329).

d) Yasama sorumsuzluğundan farklı olarak, yasama dokunulmazlığı sürekli değildir; geçici dir (VEDEL, 1949: 403). Yani yasama dokunulmazlığı parlâmento üyeliği sıfatının devamı boyunca sürer. Parlâmento üyeliği sıfatı sona erince, parlâmento üyesi hakkında ceza kovuşturması yapılabilir. Daha önce verilmiş ceza hükmü çektirilir.

e) Aşağıda örneklerini göreceğimiz üzere birçok ülkede yasama dokunulmazlığı sadece parlâmentonun toplantı dönemlerinde (sessions) geçerli olmaktadır. Parlâmentonun tatil dönemlerinde bu dokunulmazlık işlememektedir (BARTHÉLEMY ve DUEZ, 1933: 570; LAFERRİÈRE, 1947: 719). Bu tür düzenlemeler yasama dokunulmazlığının amacıyla uyuşum içindedir. Yasama dokunulmazlığının amacının parlâmento üyesinin parlâmento çalışmalarına serbestçe katılmasını sağlamak olduğuna göre, parlâmentonun zaten çalışmadığı dönemlerde böyle bir dokunulmazlığın tanınmasına gerek yoktur. Ancak bu sınırlama, toplantı dönemleri (session) sisteminin uygulandığı ülkelerde geçerlidir. Parlâmentonun kısa bir tatil yaptığı ülkelerde bu yola genellikle gidilmemektedir.

f) Yasama dokunulmazlığı kamu düzenine (ordre public) ilişkindir (BARTHÉLEMY ve DUEZ, 1933: 565; LAFERRİÈRE, 1947: 722). Yasama dokunulmazlığı, milletvekiline bir kişisel ayrıcalık olarak verilmemiştir. Onun görevini gereği gibi yapabilmesi için verilmiştir. Bu nedenle, parlâmento üyesi bu dokunulmazlıktan kendi isteğiyle vazgeçemez[3]. Vazgeçtiği yolundaki taahhütleri hükümsüzdür. Yasama dokunulmazlığını yargı organları re’sen dikkate almak zorundadırlar. Keza, yasama dokunulmazlığı yargılamanın her safhasında ileri sürülebilir (LAFERRİÈRE, 1947: 722).

II. YASAMA DOKUNULMAZLIĞI KONUSUNDA YİRMİ BEŞ ÜLKENİN ANAYASAL DÜZENLEMELERİ

Burada, yirmi beş ülkenin anayasal düzenlemelerinde yasama dokunulmazlığının nasıl düzenlendiğini göreceğiz. Bu yirmi beş ülke şu şekilde seçilmiştir: İlk olarak Arend Lijphart’ın demokratik olarak kabul ettiği yirmidört ülke ele alınmıştır (LİJPHART, Tarihsiz: 11-12, 36-39). Bu ülkeler şunlardır: Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İspanya, İsrail, İsveç, İsviçre, İtalya, İzlanda, Japonya, Kanada, Lüksemburg, Norveç, Portekiz, Yeni Zelanda, Yunanistan. Bu ülkelerin ortak özellikleri, bu ülkelerdeki demokratik rejimlerin az çok uzunca bir zamandan beri kesintisiz olarak sürmüş olmasıdır (LİJPHART, Tarihsiz: 36). Bu yirmi dört kendi ülkemiz olan Türkiye’yi de ilâve ettik. Böylece yirmi beş ülkelik bir liste oluşturduk.

1. A.B.D.[4] 1787 Amerika Birleşik Devletleri Anayasasının[5]1’inci maddesinin 6’ncı bölümünün 1’inci fıkrasına göre, “Senatörler ve temsilciler… ihanet (treason), cürüm (felony) ve asayişi ihlâl (breach of the peace) hâli dışında, kendi Meclislerinin toplantılarına katıldıkları sırada, gerekse bu toplantılara gelir veya giderken tutuklanmama imtiyazından yararlanırlar”. Amerika Birleşik Devletlerinde bu hükme “tutuklanma hükmü (arrest clause)” (TRİBE, 2000: I, 1012), bu hükümle öngörülen imtiyaza ise “tutuklanmama imtiyazı (privilege from arrest)” (NOWAK, ROTUNDA ve YOUNG, 1978: 242) ismi verilmektedir. Tutuklanmama imtiyazı her zaman aşırı dar yoruma (exceedingly narrow interpretation) tâbi tutulmuştur (NOWAK, ROTUNDA ve YOUNG, 1978: 242). Zira, 1787 Amerika Birleşik Devletleri Anayasasının yazıldığı dönemde, “hukuk davalarından (civil cases) dolayı da kişilerin tutuklanması ve hapse atılması mümkündü. İşte 1787 Amerika Birleşik Devletleri Anayasasını yazanlar Kongre üyelerinin hukuk davalarından dolayı tutuklanmamaları için bu imtiyazı getirmişlerdir (NOWAK, ROTUNDA ve YOUNG, 1978: 242). Oysa günümüzde, hukuk davalarından dolayı kişilerin tutuklanması (civil arrest) uygulaması yürürlükten kalktığından (TRİBE, 2000: I, 1012), bu hüküm, yani arrest clause (m.1, b.6, f.1) anlamsız kalmıştır (NOWAK, ROTUNDA ve YOUNG, 1978: 242). Özetle Amerika Birleşik Devletlerinde Kongre üyelerinin işledikleri suçlardan dolayı her türlü ceza davasında (criminal case) tutuklanmaları mümkündür (NOWAK, ROTUNDA ve YOUNG, 1978: 242). Gerçekten de Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi, Williamson v. United States (207 U.S. 425, 1908) kararında yalancı şahitlikten mahkûm olan Temsilciler Meclisinin bir üyesinin tutuklanmama imtiyazından yararlanamayacağına hükmetmiştir (TRİBE, 2000: I, 1012). Özetle Amerika Birleşik Devletlerinde cezaî alanda Kongre üyelerine tanınan bir dokunulmazlığın bulunmadığını söyleyebiliriz. Keza, Amerika Birleşik Devletlerinde Kongre üyeleri mahkemelere tanık sıfatıyla çağrılabilir (http://www.ipu.org/parline-f/reports/ 1339.htm, 1.5.2001).

2. Almanya[6].- 1949 Alman Anayasası[7] yasama dokunulmazlığı (immunität) kurumunu kabul etmiştir. 1949 Alman Anayasasının 46’ncı maddesinin ikinci fıkrasına göre[8] Bundestag üyeleri Bundestag’ın izni olmaksızın, cezayı gerektiren bir fiilden dolayı cezaî takibata uğrayamaz veya tutuklanamazlar. Bununla birlikte suçüstü hâlinde veya ertesi gün yakalanmış olması durumunda Bundestag üyeleri yasama dokunulmazlığından yararlanamazlar. Keza aynı maddenin üçüncü fıkrasına göre, Bundestag üyelerinin başka bir şekilde kişisel özgürlüklerini kısıtlanması için Bundestag’ın izni gerekir. Anayasa ayrıca, bir milletvekili hakkındaki her türlü ceza davasının, milletvekilinin hürriyetini kısıtlayıcı her türlü tedbirin Bundestag’ın istemesi durumunda kaldırılmasını öngörmektedir (m.46/4). Bundestagüyeleri tanık sıfatıyla mahkemelerde dinlenilebilir. Bununla birlikte, Ceza Usûl Kanunu (m.50/1) ve Medenî Usûl Kanununa (m.382/2) göreBundestag üyeleri tanık olarak toplantı döneminde Bundestag’ın bulunduğu yerde dinlenilmelidirler (http://www.ipu.org/parline-f/reports/1121.htm, 1.5.2001). Yasama dokunulmazlığı Bundestagüyesinin seçilmesinden görev süresinin sonuna kadar işler (Ibid.). Seçimden önce başlatılmış soruşturmaları da kapsar (Ibid.). Yani bunlardan dolayı da Bundestag üyesi tutuklanamaz. Yasama dokunulmazlığının kaldırılması konusunda yetkili makam Bundestagveya onun Dokunulmazlık Komisyonudur (Ibid.). Dokunulmazlığı kaldırılan Bundestag üyesi bu kararın iptali için Anayasa Mahkemesine başvurabilir (Ibid.). Bundestag üyelerinin ikametgahlarında arama yapılabilmesi için de Bundestag’ın izni gerekir (Ibid.). Almanya’da ikinci Meclis olan Bundesrat üyelerinin yasama dokunulmazlığı yoktur (Ibid.); zira Bundesrat üyeleri parlâmenter değildir; federe devlet (Länder) hükûmetlerinin üyesidirler (GREWE ve RUİZ FABRİ, 1995: 442).

3. Avustralya.- 1900 Avustralya Anayasasının[9] 49’uncu seksiyonuna göre, Temsilciler Meclisi ve Senato üyelerinin imtiyazları (privileges) ve dokunulmazlıkları (immunities) Parlâmento tarafından düzenleneceği şekilde olacaktır. Bu zamana kadar, bunlar Birleşik Krallık Avam Kamarası üyelerininki gibi olacaktır. Avustralya’da yasama dokunulmazlığı 1987 tarihli Parliamentary Privilege Act ile düzenlenmiştir (http://www.ipu.org/parline-f/reports/1015.htm, 1.5.2001). Bu Kanuna göre, yasama dokunulmazlığı cezaî alanda değil, hukukî (civil) alanda geçerlidir (Ibid.). Bu alanda Parlâmento üyesine mutlak bir koruma sağlar. Parlâmento üyesi tutuklanamaz ve hapsedilemez (Ibid.). Parlâmento üyesinin sahip olduğu bu dokunulmazlık kaldırılamaz. Keza bu alanda Parlâmento üyesi yargılanamaz; keza tanık olarak veya jüri üyesi olarak bir mahkemeye çağrılamaz (Ibid.). Yasama dokunulmazlığı sadece Parlâmentonun toplantı dönemleri (sessions) süresince ve bu dönemlerin beş gün öncesi ve sonrasını kapsar (Ibid.). Cezaî alanda yasama dokunulmazlığı işlemez. Bununla birlikte konvansiyonel nitelikte bir kurala göre Parlâmento üyesi hakkında yapılan soruşturmadan haberdar edilmesi gerektiği kabul edilmektedir (Ibid.).

4. Avusturya.- 1929 Avusturya Anayasasının[10] 57’nci maddesinin ikinci fıkrasına göre[11] Millî Meclis (Nationalrat) üyeleri, suçüstü hâli hariç, ancak Millî Meclisin izniyle tutuklanabilirler. Keza aynı fıkraya göre, Millî Meclis üyelerinin evlerinin aranabilmesi için de Millî Meclisin izni gerekir (m.57/2). Avusturya’da Millî Meclis üyelerinin işlediği suç “üyenin siyasî faaliyetleriyle açıkça bağlantısız (manifestly not connected to the political activity of the member)” ise üye hakkında cezaî takip yapılabilmesi için yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına gerek yoktur. Ancak, söz konusu üye veya Meclisin bu konularla görevli Daimî Komitesinin üyelerinin üçte biri talep ederse, ilgili makam, Millî Meclisten, üyeye atfettiği suçun onun siyasî faaliyetleriyle bağlantısız bulunduğu konusunda bir karar almak zorundadır. Böyle bir talep olduğunda, soruşturma sürecindeki bütün işlemler o aşamada durur (m.57/3). Millî Meclis bu talep konusunda sekiz hafta içinde karar vermemiş ise, gerekli izni verdiği varsayılır (m.57/4). Eğer Millî Meclis üyesi, suçüstü halinde yakalanırsa, yetkili makam derhal Millî Meclis başkanına üyenin tutuklandığını bildirir (m.57/5). Eğer Millî Meclis veya toplantı halinde değilse Daimî Komite talep ettiğinde, tutuklama kaldırılır veya kanunî süreç bir bütün olarak düşürülür (m.57/5). 1929 Avusturya Anayasasına göre, Millî Meclis üyelerinin dokunulmazlıkları yeni Millî Meclisin toplandığı gün sona erer (m.57/6). Millî Meclis üyeleri tanık sıfatıyla mahkemelere çağrılabilirler (http://www.ipu.org/parline-f/reports/1017.htm, 1.5.2001). Millî Meclis üyeleri yasama dokunulmazlığından milletvekilliğinin başlamasından sona ermesine kadar devam eder (Ibid.).

5. Belçika.- 1994 Belçika Anayasasına göre[12], suçüstü hâli (flagrant délit) hariç, Parlâmento üyeleri toplantı dönemi (session) boyunca, cezaî sahada, ait olduğu meclisin izni olmadıkça, bir mahkeme veya divan önüne gönderilemez veya doğrudan celp edilemez veya tutuklanamaz (m.59/1). Meclis bu izni (yani dokunulmazlığın kaldırılması kararı) hakkında ilgili parlâmento üyesinin başvuru hakkı yoktur (http://www. ipu.org/parline-f/reports/1029.htm, 1.5.2001). Suçüstü hâli hariç, cezaî sahada bir hakimin müdahalesini gerektiren zorlayıcı tedbirlerin uygulanmasına Meclis üyeleri hakkında toplantı dönemi süresince yetkili hakimin istemi üzerine İstinaf Mahkemesi Birinci Başkanı tarafından karar verilebilir. Bu karar ilgili Meclisin başkanına iletilir (1994 Belçika Anayasası, m.59/2). Arama (perquisition) ve el koyma (saisie) ancak Meclis Başkanının veya onun tarafından tayin edilmiş üyenin huzurunda yapılır (m.59/3). Toplantı dönemi süresince sadece savcılık görevlileri ve yetkili memurlar bir Meclis üyesi hakkında cezaî sahada kovuşturma açabilirler (m.59/4). Hakkında cezaî sahada soruşturma açılan Meclis üyesi, toplantı dönemi süresince, ait olduğu Meclisten hakkında yapılan kovuşturmanın durdurulmasına karar verilmesini isteyebilir. İlgili Meclis bu konudaki kararını kullanılan oyların üçte iki çoğunluğuyla alabilir (m.59/5). Keza Meclis kendi üyesinin tutukluluğu veya bir mahkeme tarafından yargılanması askıya alınmasına da karar verebilir (m.59/son). Parlâmento üyeleri tanık sıfatıyla mahkemelere çağrılabilirler (http://www.ipu.org/parline-f/reports/1293.htm, 1.5.2001).

6. Danimarka.- 1953 Danimarka Anayasasının[13] 57’nci seksiyonuna göre, Parlâmentonun hiçbir üyesi, suçüstü (flagrante delicto) hâlinde yakalanması durumu hariç, Parlâmentonun izni olmaksızın hiçbir şekilde soruşturulamaz ve hapsedilemez. Danimarka’da yasama dokunulmazlığı hem hukukî, hem de cezaî alanda geçerlidir; yani parlâmento üyelerini hem hukuk, hem de ceza kovuşturmalarına karşı korur (http://www. ipu.org/parline-e/reports/2087.htm, 1.5.2001). Parlâmento üyesi tutuklanamaz, göz altına alınamaz. Keza parlâmento üyesi hakkında dava da açılamaz (Ibid.). Ancak yasama dokunulmazlığı Danimarka’da aramalara karşı güvence sağlamaz (Ibid.). Keza Parlâmento üyesi tanık sıfatıyla mahkemelere çağrılabilir (Ibid.). Yasama dokunulmazlığı parlâmento üyesinin seçilmesinden görevinin sona ermesine kadar devam eder (Ibid.). Yasama dokunulmazlığı Parlâmento (Folketing) tarafından kaldırılabilir. Parlâmento üyesinin kaldırılma sürecinde dinlenilmesi gerekli değildir. Keza Parlâmento üyesinin kaldırma kararına karşı başvuru hakkı yoktur (Ibid.).

7. Finlandiya.- 1999 Finlandiya Anayasasının[14] 30’uncu seksiyonuna göre, bir milletvekili, milletvekilliği görevlerini yerine getirmekten engellenemez. Bir milletvekili Parlâmentoda kullanılan oyların altıda beşiyle alınmış bir kararla izin verilmedikçe mahkeme önüne çıkartılamaz veya özgürlüğünden mahrum bırakılamaz (1999 Finlandiya Anayasası, seksiyon 30/2). Bir milletvekili tutuklanırsa veya gözaltına alınırsa bu durum derhal Parlâmento Başkanına bildirilir. En az altı ay hapis cezasıyla cezalandırılan bir suçu işlediğine ilişkin esaslı sebepler yoksa, bir milletvekili dava başlamadan önce Parlâmentonun rızası olmaksızın tutuklanamaz (sek.30/3).

8. Fransa[15].- 1958 Fransız Anayasasının[16] 26’ncı maddesinin 4 Ağustos 1995 tarih ve 95-880 sayılı Anayasal Kanun[17]değiştirilmiş şekline göre, ağır suçlar ve orta ağırlıktaki suçlar alanında (en matière criminelle ou correctionnelle)[18] hiçbir Parlâmento üyesi ait olduğu Meclisin Başkanlık Divanının (Bureau de l’Assemblée) izni olmadıkça tutuklanamaz veya hakkında diğer hürriyeti sınırlandırıcı veya mahrum edici bir tedbir uygulanamaz (1958 Fransız Anayasası, m.26/2). Suçüstü (crime ou délit flagrant) veya kesin hükümle mahkûmiyet (condamnation définitive) hâlinde bu izin gerekmez (m.26/2). Bir parlâmento üyesi hakkında gözaltı, hürriyeti sınırlandırıcı veya mahrum edici tedbirler veya soruşturma, Meclis talep ettiğinde, Meclisin toplantı dönemi (session) süresince askıya alınır (m.26/3). Parlâmento üyeleri tanık sıfatıyla mahkemelere çağrılabilirler (http://www.ipu.org/parline-f/reports/1113.htm, 1.5.2001).

Fransa’da 1995’ten önce toplantı döneminde Parlâmento üyeleri hakkında (hürriyeti sınırlandırıcı tedbirler uygulanmadan) soruşturma açılması dahi Parlâmentonun iznine bağlıydı (LAVROFF, 1995: 455; PACTET, 1994: 415; TURPİN, 1994: 438-441). 1995 değişikliğinden sonra, Parlâmento üyeleri hakkında soruşturma açılabilecek, evinde arama yapılabilecek, Parlâmento üyesi yargılanabilecek, ancak Parlâmento üyesi hakkında “tutuklama (arrestation)” ve “hürriyetten mahrum edici veya hürriyeti sınırlayıcı bütün diğer tedbirler (toute autre mesure privative ou restrictive de liberté)” Parlâmentonun izni olmadıkça uygulanamayacaktır (FAVOREU et al., 1998: 670; GİCQUEL, 1999: 638). 1995 değişikliğinin getirdiği diğer bir yenilik de, izin verme yetkisinin Meclisin kendisinden alınarak Meclis Başkanlık Divanına (Bureau de l’Assemblée) verilmesidir.

9. Hollanda.- 1983 Hollanda Anayasasında[19] yasama sorumsuzluğuna ilişkin hüküm (m.71), bulunmasına rağmen, yasama dokunulmazlığına ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır. Hollanda’da yasama dokunulmazlığı yoktur (GREWE ve RUİZ FABRİ, 1995: 443). Bununla birlikte, Parlâmento üyesinin tutuklanması veya hapsedilmesi halinde parlâmento üyesinin Parlâmento toplantılarına katılmasına izin verilebilir (http://www.ipu.org/parline-e/reports/2231.htm, 1.5.2001).

10. İngiltere.- İngiltere’de tarihsel olarak Parlâmento üyeleri tutuklanmama hürriyetine (freedom from arrest) sahip oldukları ve bu imtiyazın Parlâmentonun toplantı döneminde ve bu dönemden önceki ve sonraki kırk günü kapsadığı kabul edilmektedir (HOOD PHİLLİPS ve JACKSON, 1987: 241). Ancak İngiltere’de bu tutuklanmama imtiyazı, sadece hukuk davalarında (civil proceedings) geçerlidir (DE SMİTH ve BRAZİER, 1989: 322). Yani Parlâmento üyelerinin borçlarından dolayı tutuklanması (civil arrest) mümkün değildir (DE SMİTH ve BRAZİER, 1989: 322; HOOD PHİLLİPS ve JACKSON, 1987: 241). 1770 tarihli Parliamentary Privilege Act’a göre dokunulmazlık sadece parlâmento üyesine tutuklanmama ve hapsedilmeme güvencesi sağlar (http://www.ipu.org/parline-e/reports/2335.htm, 1.5.2001). Bununla birlikte mahkemeye hakaret (contempt of court) suçunda Parlâmento üyesinin tutuklanabileceği kabul edilmektedir (Ibid.). Avam Kamarası üyeleri mahkemelere tanık olarak çağrılabilir. Ancak Speakers üyenin Avam Kamarası toplantısına katılması gerektiğini bildirirse, Avam Kamarası üyesi tanık olarak da çağrılamaz (Ibid.). İngiltere’de yasama dokunulmazlığı kaldırılamaz. Tekrar hatırlatalım ki, İngiltere’de dokunulmazlık sadece medenî (civil) alandadır. İngiltere’de hiçbir zaman ceza davalarından (criminal proceedings) dolayı Parlâmento üyelerinin tutuklanamayacağı fikri kabul edilmemiştir (HOOD PHİLLİPS ve JACKSON, 1987: 241). İngiltere’de bir Parlâmento üyesi bir suç işlerse, herkes gibi tutuklanabilir ve yargılanabilir (Ibid.: 242). Ayrıca belirtelim ki, İngiltere’de kişilerin borçlarından dolayı hapsedilmesi (imprisonment for debt) 1869 tarihli Debtors Act ile ilga edildiğinden “tutuklanmama hürriyeti”nin hukuk davaları bakımından da bir anlamı kalmamıştır (Ibid.).

11. İrlanda.- 1937 İrlanda Anayasasına[20] göre, Parlâmentonun her iki Meclisinin üyeleri, “ihanet (treason)”, “cürüm (felony) ve “aşayişi bozma (breach of the peace)” suçları hariç, Parlâmento toplantılarına gelip giderken ve seçim bölgelerinde iken tutuklanmama imtiyazına (privilege from arrest) sahiptirler (m.14/13). Görüldüğü gibi İrlanda Anayasasının hükmü, 1787 Amerika Birleşik Devletleri Anayasasındaki arrest clause’a ve İngiltere’deki teamülî kurala (freedom from arrest) büyük ölçüde benzemektedir. İrlanda’da yasama dokunulmazlığının cezaî alanda değil, hukukî alanda mevcut olduğunu söyleyebiliriz. İrlanda’da parlâmento üyeleri suçlarından dolayı tutuklanabilecek ve yargılanabileceklerdir.

12. İspanya.- 1978 İspanyol Anayasasının[21] 71’inci maddesine göre, milletvekilleri ve senatörler vekâlet sürelerince dokunulmazlıktan (inmunidad) yararlanırlar ve sadece suçüstü (flagrante delito) hâlinde tutuklanabilirler. Milletvekilleri ve senatörler, ait oldukları Meclislerin ön izni (previa autorización) olmaksızın tutuklanamazlar; gözaltına alınamazlar; haklarında soruşturma açılamaz ve yargılanamazlar (m.71/2). Bu izin, yani dokunulmazlığın kaldırılması kararı alınırken parlâmento üyesi dinlenir. Ancak parlâmento üyesinin alınan karara karşı başvuru hakkı yoktur (http://www.ipu.org/ parline-f/reports/1293.htm, 1.5.2001). Bununla birlikte milletvekili ve senatörlerin ikametgahlarında arama yapılabilir (Ibid.). Milletvekilleri ve senatörlere karşı açılan davalar hakkında Yüksek Mahkemenin Ceza Dairesi (Sala de lo Penal del Tribunal Supremo) yetkili olacaktır (m.71/3). Milletvekilleri ve Senatörler tanık sıfatıyla mahkemeye çağrılabilirler (Ibid.).

13. İsrail[22].- 12 Şubat 1958 tarihli Knesset Hakkında İsrail Temel Kanununun[23] 17’nci seksiyonu, Knesset üyelerinin dokunulmazlık sahibi olacaklarını belirtmekte ve ayrıntıların kanunlar düzenleneceğini hükme bağlamaktadır. Bu düzenleme 1951 tarihli Knesset Üyelerinin Dokunulmazlıkları, Hakları ve Ödevleri Hakkında Kanun[24] ile düzenlenmiştir. Bu Kanuna göre, yasama dokunulmazlığı, hem hukukî ve hem de cezaî alanda uygulanmaktadır (http://www.knesset.gov.il/knesset/knes/eng_work_chak1.htm, 1.5.2001). Yasama dokunulmazlığı, milletvekillerini tutuklanmaya, gözaltına alınmaya, hakkında hukukî takip yapılmasına ve evlerinde arama yapılmasına karşı korumaktadır (http://www.ipu.org/parline-f/reports/1155.htm, 1.5.2001). İsrail’de yasama dokunulmazlığı oldukça geniş kapsamlıdır. Bununla birlikte, kuvvet kullanarak icra edilen, kamu düzenini bozan ve ihanet oluşturan fiillerin suçüstü halinde işlenmesi durumunda milletvekili tutuklanabilir ve gözaltına alınabilir (1951 tarihli Knesset Üyelerinin Dokunulmazlıkları, Hakları ve Ödevleri Hakkında Kanun, m.3; http://www. ipu.org/parline-f/reports/1155.htm, 1.5.2001). Yasama dokunulmazlığı milletvekilinin seçilmesinden görev süresinin sona ermesine kadar koruma sağlamaktadır. İsrail’de yasama dokunulmazlığı kaldırılabilir niteliktedir. Kaldırmaya yetkili makam, Knesset veya Knesset’in Parlâmento İşleri Komitesidir. Dokunulmazlığı kaldırılan milletvekili dinlenir. Ancak milletvekili kaldırma kararına karşı başvuru hakkı yoktur (Aynı Kanun, m.13; http://www.ipu.org/parline-f/reports/1155.htm, 1.5.2001).

14. İsveç.- 1975 İsveç Anayasasının[25] 3’üncü Bölümünün 8’inci maddesine göre, Parlâmentonun toplantıya katılan ve oy veren üyelerin en az altıda beşinin kabul edeceği bir kararla izin verilmedikçe, kimse bir parlâmento üyesinin görevini yerine getirirken yaptığı eylemlerden ve söylediği sözlerden dolayı ona karşı dava açamaz veya onu özgürlüğünden mahrum bırakamaz veya onun ülke içinde seyahat etmesini engelleyemez (b.3, m.8/1). Bir Parlâmento üyesinin bir suç işlediğinden şüphelenilmesi durumunda, tutuklama, gözaltına alma veya hapse ilişkin kanun hükümlerinin Parlâmento üyesi hakkında uygulanabilmesi ancak onun suçluluğunu kabul etmesi veya suçüstü halinde yakalanması veya işlediği suçun minimum cezasının iki yıl hapisten fazla olması durumunda mümkündür (b.3, m.8/2). Parlâmento üyesi tanık sıfatıyla mahkemelere çağrılabilir (http://www.ipu.org/parline-f/reports/1303.htm, 1.5.2001). İsveç’te yasama dokunulmazlığı milletvekilinin seçilmesinden görev süresinin bitimine kadar devam eder (Ibid.).

15. İsviçre.- 1999 İsviçre Anayasasının[26] 162’nci maddesinin ilk fıkrası, Federal Parlâmento üyelerinin Parlâmentoda yaptıkları konuşmalardan dolayı sorumlu olmadıklarını öngörmekte, ikinci fıkrası ise dokunulmazlığın diğer şekillerinin ise kanunla düzenlenmesini öngörmektedir. İsviçre’de yasama dokunulmazlığı, Konfederasyon Lehine Siyasal ve Polis Garantileri Hakkında Federal Kanun[27] ile düzenlenmiştir. Bu Kanuna göre, İsviçre’de yasama dokunulmazlığı sadece cezaî alanda geçerli olmakta ve bütün suçları için parlâmento üyesini tutuklamaya, gözaltına almaya, hakkında soruşturma açılmasına ve evinde arama yapılmasına karşı korumaktadır (http://www.ipu.org/parline-f/reports/1303.htm, 1.5.2001). Bununla birlikte parlâmento üyesi, kaçma şüphesi altında gözaltına alınabilir. Keza, suçüstü halinde cürüm (ağır suçlar) işlenmesi durumunda parlâmento üyesi geçici olarak tutuklanabilir. Ancak bu konudaki ya Parlâmento üyesinin kendi rızası veya Millî Meclisin (Conseil national) izni 24 saat içinde alınmalıdır (Aynı Kanun, m.1/2). Yasama dokunulmazlığı parlâmento üyesinin tanık sıfatıyla Parlâmentoya çağrılmasını engellemez (http://www.ipu.org/ parline-f/reports/1303.htm, 1.5.2001). İsviçre’de yasama dokunulmazlığı Millî Meclisin izniyle veya Parlâmento üyesinin bizzat kendi izniyle kaldırılabilir (Ibid.). Yasama dokunulmazlığının kaldırılması sürecinde Parlâmento üyesi dinlenir ve parlâmento üyesinin yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına karşı itiraz hakkı vardır (Ibid.). Parlâmento üyesinin geçici olarak gözaltına (détention préventive) alınması durumunda Millî Meclisin talebi üzerine parlâmenterlerin Parlâmento toplantılarına katılmalarına izin verilebilir (Ibid.). Yasama dokunulmazlığı İsviçre’de sadece toplantı dönemlerinde işler (Ibid.).

16. İtalya.- 1947 İtalyan Anayasasının[28] yasama dokunulmazlığını düzenleyen 68’inci maddesi, 30 Ekim 1993 tarihli Anayasal Kanun ile değiştirilmiştir[29]. Maddenin yeni şeklinin ikinci fıkrasına göre, Parlâmento üyesinin tutuklama kararı gerektiren bir suçu işlerken, suçüstü halinde yakalanması durumu hariç, hiçbir Parlâmento üyesi, ait olduğu Meclisin izni olmaksızın tutuklanamaz, kişisel hürriyetinden mahrum bırakılamaz, gözaltına alınamaz ve keza Parlâmento üyesinin şahsı veya ikametgahı aranamaz (m.68/2). Ancak kesin mahkûmiyet hükmünün infazı hâli bu hükmün dışındadır (m.68/2). Aynı maddenin üçüncü fıkrasına göre, benzer bir izin, Parlâmento üyelerinin konuşmalarının veya haberleşmelerinin dinlenebilmesi ile mektuplarına veya yazışmalarına el konulabilmesi için de gereklidir. Buna göre, parlâmento üyeleri tutuklanamaz; ancak haklarında soruşturma açılabilir. Parlâmento üyeleri tanık olarak mahkemelere çağrılabilirler (http://www.ipu.org/parline-e/reports/2157.htm, 1.5.2001).

17. İzlanda.- 1944 İzlanda Anayasasının[30] 49’uncu maddesine göre, Althingi’nin hiçbir üyesi, suç işlerken yakalanması durumu dışında, Althingi’nin toplantı dönemi (session) boyunca, Althingi’nin izni olmaksızın hapsedilemez veya hakkında bir cezaî kovuşturma işlemi yapılamaz.

18. Japonya.- 1946 Japon Anayasasının[31] 50’nci maddesine göre, kanunla öngörülen hâller hariç olmak üzere, her iki Meclisin üyeleri, Dietin toplantı döneminde tutuklanmaktan muaftırlar. Tutuklanan üyeler, Meclisin istemi üzerine, toplantı dönemi başlamadan önce toplantı dönemi süresince serbest bırakılırlar. Japonya’da yasama dokunulmazlığına ilişkin diğer hususlar Diet Kanununun 33’üncü maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, yasama dokunulmazlığı sadece cezaî alanda geçerlidir (http://www.ipu.org/parline-e/reports/2161.htm, 1.5.2001). Bütün suçları kapsar. Ancak Parlâmento üyesini sadece tutuklanmaya (arrest) ve gözaltına almaya (preventive custody) karşı korur. Parlâmento üyesine karşı kovuşturma açılabilir. Keza parlâmento üyesinin evinde arama da yapılabilir (Ibid.). Yasama dokunulmazlığı suçüstü (flagrante delicto) hâlinde işlemez (Diet Kanunu [Diet Law], m.33; http://www.ipu.org/parline-e/reports/2161.htm, 1.5.2001). Yasama dokunulmazlığı Parlâmento üyesinin tanık sıfatıyla mahkemeye çağrılmasını da engeller (Medenî Usûl Kanunu, m.144; Ceza Usûl Kanunu, m.144; http://www.ipu.org/parline-e/reports/2161.htm, 1.5.2001). Yasama dokunulmazlığı Japonya’da sadece parlâmentonun toplantı dönemleri (sessions) boyunca koruma sağlar (http://www.ipu.org/parline-e/reports/2161.htm, 1.5.2001). Dolayısıyla diğer dönemlerde parlâmento üyeleri tutuklanabilir. Yasama dokunulmazlığı Parlâmento tarafından kaldırılabilir. Parlâmento üyesi dinlenmez. Keza Parlâmento kaldırma kararına karşı itiraz hakkı yoktur (Ibid.). Japonya’da Parlâmento kendi tutuklanmış üyelerinin tutukluluk halini askıya alma (suspension of the detention) yetkisi vardır (1946 Japon Anayasası, m.50; Diet Kanunu, m.34; http://www.ipu.org/parline-e/reports/2161.htm, 1.5.2001). Keza, tutuklanmış veya hapsedilmiş milletvekilinin Parlâmento toplantılarına katılmasına izin verilebilir (http://www.ipu.org/parline-e/reports/2161.htm, 1.5.2001).

19. Kanada.- 1867-1982 Kanada Anayasasının[32] 18’inci maddesine göre Parlâmento üyelerinin sahip olacakları imtiyaz ve dokunulmazlıklar Parlâmentonun çıkaracağı bir kanunla belirlenecektir. Bununla birlikte Anayasa bu kanunun getirebileceği imtiyaz ve dokunulmazlıkları şu şekilde sınırlandırmaktadır. İmtiyaz ve dokunulmazlıkları belirleyen kanun, bu Anayasanın kabul edilmesi sırasında Birleşik Krallıkta Avam Kamarasının sahip olduğu imtiyaz ve dokunulmazlıklardan daha fazla imtiyaz ve dokunulmazlık tanıyamayacaktır. Kanada’da yasama dokunulmazlığı Kanada Parlâmentosu Hakkında Kanunun 4’üncü maddesi tarafından düzenlenmiştir (Loi sur le Parlement du Canada, http://www.ipu.org/parline-f/reports/1055.htm, 1.5.2001). Bu Kanuna göre, Kanada’da yasama dokunulmazlığı vardır; Parlâmento üyesi tutuklanamaz, gözaltına alınamaz; ancak bu dokunulmazlık sadece hukukî (civile) alanda geçerlidir (http://www.ipu.org/ parline-f/reports/1055.htm, 1.5.2001). Yani parlâmento üyeleri suçlarından dolayı tutuklanabilir ve yargılanabilirler. Kanada’da yasama dokunulmazlığı parlâmento üyelerinin tanık sıfatıyla mahkemeye çağrılmasına da engeldir (Ibid.). Ancak hatırlatalım ki, bu dokunulmazlık sadece medenî sahada geçerlidir (Ibid.). Yasama dokunulmazlığı toplantı dönemini ve başlangıcından 40 gün önce ve bitişinden 40 gün sonrasını kapsar (Ibid.). Yasama dokunulmazlığı kaldırılabilir niteliktedir. Bu konuda karar yetkisi Avam Kamarasına aittir. Bu konuda milletvekili dinlenmelidir. Milletvekili Avam Kamarasının önünde itiraz hakkına sahiptir (Ibid.).

20. Lüksemburg.- 1868 Lüksemburg Anayasasının[33] 69’uncu maddesine göre, ağır bir suçu işlerken yakalanmadıkça, hiçbir milletvekili, Meclisin izni olmaksızın, toplantı dönemi boyunca cezaî bir konuda soruşturulamaz ve tutuklanamaz. Keza milletvekilleri toplantı dönemi boyunca aynı izin olmaksızın borçlarından dolayı hapsedilemezler. Bir milletvekilinin tutukluluğu veya soruşturulması Meclis talep ederse toplantı dönemi boyunca askıya alınır. Yasama dokunulmazlığı sadece Parlâmentonun toplantı dönemi boyunca işler (http://www.ipu.org/parline-f/reports/1191.htm, 1.5.2001). Yasama dokunulmazlığı kaldırılması usûlünde parlâmento üyesi de özel bir komisyon tarafından dinlenir (Ibid.). Dokunulmazlığın kaldırılması kararına karşı milletvekili başvuru itiraz hakkına sahip değildir (Ibid.).

21. Norveç.- 1814 Norveç Anayasasının[34] 66’ncı maddesine göre, milletvekilleri, bir suçu alenî olarak işlerken yakalanmadıkça (unless they are apprehended in public crimes), yani suçüstü hâli hariç,Storting’e gidiş ve dönüş yollarında ve Storting’te bulundukları sürece tutuklanmaktan muaftırlar. Norveç’te yasama dokunulmazlığı hem hukukî, hem de cezaî sahada geçerlidir (http://www.ipu.org/parline-f/reports/1239.htm, 1.5.2001). Milletvekilleri mahkemelere tanık olarak çağrılabilir (Ibid.). Yasama dokunulmazlığı milletvekillerini görevlerinin başlangıcından sonuna kadar korumaktadır (Ibid.). Norveç’te yasama dokunulmazlığı kaldırılamaz (Ibid.). Hapis ve gözaltına alma durumunda milletvekilinin parlâmento toplantılarına katılmasına izin verilebilir (Ibid.).

22. Portekiz.- 1976 Portekiz Anayasasının[35] 160’ıncı maddesinin ikinci fıkrasına göre, milletvekilleri Meclisin izni olmaksızın tutuklanamaz ve gözaltına alınamaz. Aynı fıkraya göre suçüstü hâli bu hükümden hariçtir. Bununla birlikte, milletvekilinin suçüstü halinde işlediği suç en az üç yıl hapis cezasıyla cezalandırılabilir nitelikte olmalıdır. Bunun dışındaki durumlarda, milletvekiline karşı bir ceza soruşturması açıldığında, Meclis soruşturmanın devam edip etmeyeceğine karar verir (m.160/3). 1976 Portekiz Anayasasına göre ayrıca milletvekilleri, Meclisin toplantı döneminde, Meclisin izni olmaksızın, jüri üyesi, bilirkişi ve tanık olarak mahkemelere çağrılamazlar (m.161/1). Yasama dokunulmazlığı milletvekilinin seçilmesinden görevinin sona ermesine kadar devam eder (http://www.ipu.org/parline-f/reports/1257.htm, 1.5.2001). Anayasanın 157’nci maddesine göre, yasama dokunulmazlığının Parlâmento tarafından kaldırılması sürecinde milletvekili dinlenir. Bununla birlikte milletvekili dokunulmazlığın kaldırılması kararına karşı başvuru hakkına sahip değildir (Ibid.).

23. Türkiye.- 1982 Türk Anayasasının 83’üncü maddesinin ikinci fıkrasına göre, “seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen milletvekili, Meclisin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz. Ağır cezayı gerektiren suçüstü hâli ve seçimden önce soruşturmasına başlanılmış olmak kaydıyla Anayasanın 14 üncü maddesindeki durumlar bu hükmün dışındadır. Ancak, bu halde yetkili makam, durumu hemen ve doğrudan doğruya Türkiye Büyük Millet Meclisine bildirmek zorundadır”. Yine aynı maddeye göre “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi hakkında, seçimden önce veya sonra verilmiş bir ceza hükmünün yerine getirilmesi, üyelik sıfatının sona ermesine bırakılır; üyelik süresince zamanaşımını işlemez” (m.83/3). “Tekrar seçilen milletvekili hakkında soruşturma ve kovuşturma, Meclisin yeniden dokunulmazlığını kaldırmasına bağlıdır (m.83/4). “Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasî parti gruplarınca, yasama dokunulmazlığı ile ilgili görüşme yapılamaz ve karar alınamaz” (m.83/4).

24. Yeni Zelanda.- 1986 Yeni Zelanda Anayasasında[36] yasama dokunulmazlığına ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır. İnter-Parliamentary Union’un web sayfasında Yeni Zelanda’da yasama dokunulmazlığı kavramının mevcut olmadığını belirtilmektedir (http://www.ipu.org/parline-e/reports/2233.htm, 1.5.2001).

25. Yunanistan.- 1975 Yunan Anayasasının[37] 62’nci maddesine göre, yasama dönemi boyunca, hiçbir milletvekili, Parlâmentonun izni olmaksızın soruşturulamaz, tutuklanamaz, hapsedilemez veya hürriyeti bir başka şekilde kısıtlanamaz. Savcı tarafından Parlâmento Başkanından istenmesinden itibaren üç ay içinde izin konusunda karar verilmemiş ise, bu iznin verildiği varsayılır. Üç aylık süre Parlâmentonun çalışmalarına ara verdiği sürelerde işlemez. Suçüstü hâlinde izne gerek yoktur (m.62). Keza Yunan Anayasası, diğer anayasalardan farklı olarak eski milletvekillerine yönelik ilginç ve istisnaî bir dokunulmazlık getirmiştir. Anayasa göre, feshedilmiş Parlâmentonun üyeleri de, bu Parlâmentonun feshinden yeni Parlâmentonun seçilmesine kadar geçecek sürede siyasal suçlarından (political crimes) dolayı soruşturulamazlar (m.62). Parlâmento üyeleri tanık sıfatıyla mahkemelere çağrılabilir (http://www.ipu.org/parline-e/reports/2125.htm, 1.5.2001). Yasama dokunulmazlığı parlâmento üyeliğinin başlangıcından sonuna kadar devam eder (Ibid.). Gözaltına alınmış veya hapsedilmiş parlâmento üyelerinin Parlâmento toplantılarına katılmasına izin verilebilir (Ibid.).

III. KARŞILAŞTIRMALI GÖZLEMLER

İncelediğimiz 25 ülkenin 23’ünde yasama dokunulmazlığı kurumu mevcuttur. Yasama dokunulmazlığı kurumu sadece 1983 Hollanda Anayasası ve 1986 Yeni Zelanda Anayasası tarafından kabul edilmemiştir.

A. YASAMA DOKUNULMAZLIĞININ GEÇERLİLİK ALANI

Yasama dokunulmazlığının geçerli olduğu alan bakımından ülkeler üç gruba ayrılabilir.

1. Yasama Dokunulmazlığının Sadece Cezaî Alanda Geçerli Olduğu Ülkeler.- Yasama dokunulmazlığının mevcut olduğu yirmi üç ülkeden on dördünde yasama dokunulmazlığı sadece cezaî alanda (en matière pénale) geçerlidir. Bu ülkelerde yasama dokunulmazlığı parlâmento üyelerini sadece cezaî takiplere (criminal proceedings) karşı korur. Bu ülkeler Almanya, Avusturya, Belçika, Finlandiya, Fransa, İspanya, İsveç, İsviçre, İtalya, İzlanda, Japonya, Portekiz, Türkiye ve Yunanistan’dır. Japonya dışında bu ülkeler Avrupa’da bulunmaktadır. Bu ülkelerin hepsi kıta Avrupası hukuk sistemine sahiptir. Bu ülkelerin hepsinde kamu hukuku-özel hukuk ayrımı vardır. Bu ülkelerde özel hukuk kapsamındaki eylem ve işlemlerinden dolayı parlâmento üyelerine tanınmış bir dokunulmazlık yoktur. Bu ülkelerde borcunu ödemeyen milletvekiline karşı dava açılabilir; bu milletvekili hakkında bütün hukukî takipler (civil proceedings) yapılabilir. Keza suç teşkil eden bir fiil ile başkasına zarar veren parlâmento üyesi hakkında suçtan zarar gören kişi, haksız fiil hükümlerine dayanarak Parlâmento üyesine karşı hukuk davası açıp, ondan tazminat isteyebilir. Keza milletvekili hakkında cebrî icra yoluna da gidilebilir.

2. Yasama Dokunulmazlığının Sadece Hukukî Alanda Geçerli Olduğu Ülkeler.- Yasama dokunulmazlığının mevcut olduğu yirmi üç ülkenin beşinde yasama dokunulmazlığı sadece hukukî alanda (en matière civile) geçerlidir. Yani bu ülkelerde yasama dokunulmazlığı parlâmento üyelerini cezaî takiplere (criminal proceedings) karşı değil, sadece hukukî takiplere (civil proceedings) karşı korur. Bu ülkeler Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, İngiltere, İrlanda ve Kanada’dır. Bu ülkelerin hepsi Anglo-Sakson hukuk sistemine mensup ülkelerdir. Yani bu ülkelerde parlâmento üyeleri özel hukuk alanındaki borçlarından dolayı tutuklanamayacaklardır. Bununla birlikte bu ülkelerde parlâmento üyelerinin işledikleri (ceza hukuku anlamında) suçlardan dolayı tutuklanmaları, yargılanmaları ve hapsedilmeleri mümkündür.

3. Yasama Dokunulmazlığının Hukukî+Cezaî Alanda Geçerli Olduğu Ülkeler.- Yasama dokunulmazlığının mevcut olduğu yirmi üç ülkenin dördünde yasama dokunulmazlığı hem cezaî, hem de hukukî alanda (en matière pénale et civile) geçerlidir. Yani bu ülkelerde yasama dokunulmazlığı parlâmento üyelerini hem cezaî, hem de hukukî alanda bazı işlemlere karşı korumaktadır. Bu ülkeler Danimarka, İsrail, Lüksemburg ve Norveç’tir.

B. YASAMA DOKUNULMAZLIĞININ GEÇERLİLİK SÜRESİ

Parlâmento üyelerinin yasama dokunulmazlığından yararlandığı süre bakımından incelediğimiz ülkeler iki gruba ayrılmaktadır.

1. Yasama Dokunulmazlığının Parlâmento Üyeliğinin Başından Sonuna Kadar Geçerli Olduğu Ülkeler.- Yasama dokunulmazlığının mevcut olduğu yirmi üç ülkenin on üçünde yasama dokunulmazlığından parlâmento üyeleri, görevlerinin başlamasından sona ermesine kadar yararlanırlar. Bu ülkeler Almanya, Avusturya, Danimarka, Finlandiya, Fransa, İspanya, İsrail, İsveç, İtalya, Norveç, Portekiz, Türkiye ve Yunanistan’dır.

2. Yasama Dokunulmazlığının Parlâmentonun Toplantı Dönemleri Boyunca Geçerli Olduğu Ülkeler.- Yasama dokunulmazlığının mevcut olduğu yirmi üç ülkenin onunda yasama dokunulmazlığı bütün yasama dönemi boyunca değil, parlâmentonun toplantı dönemleri (sessions) süresince işler. Bu şu anlama gelir ki, parlâmentonun toplantı dönemleri arasında parlâmento üyeleri yasama dokunulmazlığından yararlanmaz. Bu zamanlarda parlâmento üyeleri tutuklanabilirler. Bu ülkeler, Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, Belçika, İngiltere, İrlanda, İsviçre, İzlanda, Japonya, Kanada ve Lüksemburg’tur.

C. YASAMA DOKUNULMAZLIĞININ İSTİSNALARI

Yasama dokunulmazlığının istisnaları bakımından incelediğimiz ülkeler iki gruba ayrılmaktadır.

1. İstisnasız Tanıyanlar.- Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, İngiltere, İrlanda ve Kanada’da yasama dokunulmazlığının istisnaları yoktur. Bu ülkelerde yasama dokunulmazlığı kapsamındaki istisnasız bütün fiiller yasama dokunulmazlığından yararlanırlar. Ancak hatırlatalım ki, bu ülkelerde yasama dokunulmazlığı sadece hukukî alanda tanınmıştır; parlâmento üyelerine hukukî takiplere (civil proceedings) karşı korumaktadır. Dolayısıyla parlâmento üyelerinin zaten suç teşkil eden fiilleri bakımından kendilerine tanınmış herhangi bir dokunulmazlık yoktur.

2. İstisnalı Tanıyanlar.- Yasama dokunulmazlığını cezaî alanda tanıyan ülkelerin hepsinde (Almanya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Fransa, İspanya, İsveç, İsviçre, İsrail, İtalya, İzlanda, Japonya, Lüksemburg, Norveç, Portekiz, Türkiye ve Yunanistan) yasama dokunulmazlığının bazı istisnaları  (derogations, dérogations) vardır. Bu istisnalar şunlardır:

a) Suçüstü Hâli.- Bu istisnalardan birincisi ve en yaygını suçüstü (cürm-ü meşhut, flagrante delicto, flagrant délit) hâlidir. Almanya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Fransa, İspanya, İsveç, İsviçre, İsrail, İtalya, İzlanda, Japonya, Lüksemburg, Norveç, Portekiz, Türkiye ve Yunanistan’da suçüstü hâli yasama dokunulmazlığının istisnası durumundadır. Yani bu ülkelerde bir parlâmento üyesi bir suçu işlerken yakalanmış ise, yasama dokunulmazlığından yararlanmaz. Parlâmento üyesi bu durumda tutuklanabilir ve yargılanabilir. Bazı ülkelerde suçüstü hâlinde yakalanan parlâmento üyesinin işlediği suçun belirli bir ağırlıkta olması gerekmektedir. Örneğin 1868 Lüksemburg Anayasası, suçüstü hâli işlenen suçun ağır suç (serious offense) niteliğinde olmasını aramaktadır (m.69). 1976 Portekiz Anayasası ise parlâmento üyesinin suçüstü hâlinde işlediği suçun en az üç yıl hapis cezasıyla cezalandırılabilir nitelikte olmasını şart koşmaktadır (m.160/2). 1982 Türk Anayasası ise suçüstü hâlinde işlenen suçun ağır cezalık olmasını şart koşmaktadır (m.83).

b) Belirli Ağırlıktaki Suçlar.- Bazı ülkelerde ise belirli bir miktardan fazla hapis cezası gerektiren bir suçun işlenmesi durumunda yasama dokunulmazlığı işlememektedir. Örneğin 1999 Finlandiya Anayasasına göre, Parlâmento üyesi en az altı aydan fazla hapis cezası gerektiren bir suçu işlediğine ilişkin esaslı sebepler varsa yasama dokunulmazlığından yararlanamaz (sek.30). 1975 İsveç Anayasasına göre işlenen suçun minimum cezasının iki yıl hapisten fazla olması durumunda Parlâmento üyesi yasama dokunulmazlığından yararlanamaz (b.3, m.8/2).

c) Kaçma Şüphesi.- İsviçre’de kaçma şüphesi altında bulunan parlâmento üyesi tutuklanabilmektedir (Loi fédérale sur les garanties politiques et de police en faveur de la Confédération, m.1/2 http://www.ipu.org/parline-f/reports/1303.htm, 1.5.2001).

d) İtiraf.- 1975 İsveç Anayasasına göre ise parlâmento üyesi suçunu itiraf ettiği durumlarda yasama dokunulmazlığı işlememektedir (b.3, m.8). Yasama dokunulmazlığının amacı yürütme organı tarafından tahrik edilebilecek düzmece suç soruşturmalarıyla parlâmento üyelerini rahatsız etmemek olduğuna göre, parlâmento üyesinin kendisinin de suçunu kabul etmesi durumunda, burada düzmece değil, ciddî bir suç soruşturması olduğu ortaya çıkmış olur.

e) Kesin Hükümle Mahkûmiyet.- 1958 Fransız Anayasasına (m.26/2) ve 1947 İtalyan Anayasasına (m.68) göre, kesin hükümle mahkûmiyet hâlinde yasama dokunulmazlığı işlemez. Parlâmento üyesi hapse konulabilir. Yasama dokunulmazlığının amacı düzmece suç soruşturmalarından parlâmento üyelerini korumaktır. Kesin hükümle mahkûmiyet hâlinde burada parlâmento üyesinin suçluluğunun kesin olarak ortaya çıkmış olur. Bu durumda parlâmento üyesi yasama dokunulmazlığından yararlanamamasının yasama dokunulmazlığının amacı ile uzlaşmaz nitelikte olmayacaktır.

f) Adî Suçlar.- Yasama dokunulmazlığına en geniş istisna 1929 Avusturya Anayasası tarafından getirilmiştir. Bu Anayasanın 57’nci maddesinin üçüncü fıkrası göre, Millî Meclis üyelerinin işlediği suç “üyenin siyasî faaliyetleriyle açıkça bağlantısız (manifestly not connected to the political activity of the member)” ise üye hakkında cezaî takip yapılabilmesi için yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına gerek yoktur. Yani Avusturya’da Meclis üyelerinin adî suçlarından dolayı kural olarak bir dokunulmazlıkları yoktur. Ancak, söz konusu üye veya bu konularla görevli Meclisin Daimî Komite üyelerinin üçte biri talep ederse, ilgili makam, Millî Meclisten, üyeye atfettiği suçun onun siyasî faaliyetleriyle bağlantısız bulunduğu konusunda bir karar almak zorundadır. Böyle bir talep olduğunda, soruşturma sürecindeki bütün işlemler o aşamada durur (m.57/3). Millî Meclis bu talep konusunda sekiz hafta içinde karar vermemiş ise, gerekli izni verdiği varsayılır (m.57/4).

D. YASAMA DOKUNULMAZLIĞININ SAĞLADIĞI GÜVENCELER

Yasama dokunulmazlığı parlâmento üyesine bütün adlî takiplerden bağışık tutma gibi bir güvence sağlamaz. Yasama dokunulmazlığı parlâmento üyesine sınırlı sayıda güvence sağlar. Bu güvenceleri her ülke için aynı kavramlarla tasnif etmek güç olsa da biz bunları beş gruba ayırdık.

1. Gözaltına Alınmaya Karşı Güvence.- 1953 Danimarka Anayasası (sek.57), 1999 Finlandiya Anayasası (sek.30), 1978 İspanyol Anayasası (m.71), 12 Şubat 1958 tarihli Knesset Hakkında İsrail Temel Kanunu (sek.17), 1975 İsveç Anayasası (b.3, m.8), 1999 İsviçre Anayasası (m.162), 1947 İtalyan Anayasası (m.68), 1944 İzlanda Anayasası (m.48), 1946 Japon Anayasası (m.50), 1868 Lüksemburg Anayasası (m.69), 1814 Norveç Anayasası (m.66), 1976 Portekiz Anayasası (m.160), 1982 Türk Anayasası (m.83) ve 1975 Yunan Anayasasına (m.61) göre yasama dokunulmazlığı parlâmento üyelerini gözaltına (preventive custody, détention préventive) alınmaya karşı korumaktadır.

2. Tutuklamaya Karşı Güvence.- Yasama dokunulmazlığını kabul eden bütün ülkelerin anayasaları, parlâmento üyelerini tutuklanmaya (arrest, arrestation) karşı korumaktadır. Yasama dokunulmazlığının bütün ülkelerdeki ortak anlamının tutuklanmama güvencesi olduğunu söyleyebiliriz.

3. Kovuşturma Açılmasına Karşı Güvence.- İncelediğimiz ülkelerin onunda anayasalar parlâmento üyelerine karşı parlâmentonun izni olmadan kovuşturma açılmasını (openning of judicial proceedings, ouverture de poursuites juridiques) yasaklamaktadırlar. Bu anayasalar şunlardır: 1953 Danimarka Anayasası (sek.57), 1978 İspanyol Anayasası (m.71), 12 Şubat 1958 tarihli Knesset Hakkında İsrail Temel Kanunu (sek.17), 1999 İsviçre Anayasası (m.162). 1944 İzlanda Anayasası (m.48), 1868 Lüksemburg Anayasası (m.69), 1976 Portekiz Anayasası (m.160) ve 1975 Yunan Anayasası (m.61).

4. Aramaya Karşı Güvence.- 1949 Alman Anayasası (m.46/2), 1929 Avusturya Anayasası (m.57/2), 1994 Belçika Anayasası (m.59), 12 Şubat 1958 tarihli Knesset Hakkında İsrail Temel Kanunu (sek.17), 1999 İsviçre Anayasası (m.162) ve 1947 İtalyan Anayasasına (m.68) göre yasama dokunulmazlığı parlâmento üyelerinin evlerinin aranmasına (house searche, perquisition domiciliaire) karşı da güvence sağlar. Bu ülkelerde parlâmento üyelerinin evlerinin aranabilmesi için de parlâmentonun izni gerekir.

5. Tanık Olarak Çağrılmaya Karşı Güvence.- İncelediğimiz ülkelerin çoğunluğunda yasama dokunulmazlığı parlâmento üyesi mahkemelere tanık sıfatıyla çağrılmasına (being called as witnesses, citation à comparaitre en qualité de témoin) engel değildir. Bununla birlikte, Avustralya (sek.49), Japonya (m.50) ve Portekiz’de (m.160) parlâmento üyeleri mahkemelere tanık sıfatıyla da çağrılamazlar. İngiltere’de ise Avam Kamarası üyeleri kural olarak mahkemelere tanık olarak çağrılabilir. Ancak Speakers üyenin Avam Kamarası toplantısına katılması gerektiğini bildirirse, Avam Kamarası üyesi tanık olarak da çağrılamaz (http://www.ipu.org/parline-e/reports/2335.htm, 1.5.2001). Almanya’da ise Bundestag üyeleri tanık sıfatıyla mahkemelere çağrılabilir. Bununla birlikte Bundestag üyeleri toplantı dönemindeBundestag’ın olduğu bulunduğu yerde dinlenilmelidirler (Ceza Usûl Kanunu, m.50/1; Medenî Usûl Kanunu, m.382/2; http://www.ipu.org/parline-f/reports/1121.htm, 1.5.2001).

6. Hürriyetten Mahrum Edici Her Türlü Tedbire Karşı Güvence.- 1958 Fransız Anayasası (m.26/2) yasama dokunulmazlığının nelere karşı güvence sağladığını tek tek belirtmemiş, onun yerine hürriyetten mahrum edici veya hürriyeti sınırlayıcı bütün diğer tedbirler (toute autre mesure privative ou restrictive de liberté) ifadesini kullanmıştır. Şüphesiz bu ifade, tutmayı, gözaltına almayı, tutuklamayı ve hapsi içeren bir ifadedir.

7. Dinlenmeye Karşı Güvence.- 1947 İtalyan Anayasası (m.68) Parlâmento üyelerinin konuşmalarının veya haberleşmelerinin dinlenebilmesi ile mektuplarına veya yazışmalarına el konulabilmesine (intercettazione di conversazioni o comunicazioni e a sequestro di corrispondenza) karşı da güvence getirmektedir.

E. YASAMA DOKUNULMAZLIĞININ KALDIRILMASI

Yasama dokunulmazlığı her şeye karşı güvence getirmediği gibi getirdiği güvenceler de mutlak değildir. Parlâmentonun yasama dokunulmazlığını kaldırması durumunda bu güvenceler işlemez. Yasama dokunulmazlığının kaldırılması (leave of parliamentary inviobility, levée de l’inviobilité parlementaire) bakımından incelediğimiz ülkeler bu açıdan iki gruba ayrılabilir:

1. Yasama Dokunulmazlığının Kaldırılamadığı Ülkeler.-Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, İngiltere, İrlanda, İsveç ve Norveç’te yasama dokunulmazlığı kaldırılamaz. Ancak Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, İngiltere ve İrlanda’da zaten yukarıda açıkladığımız gibi yasama dokunulmazlığı sadece hukukî alanda vardır. Parlâmento üyelerini sadece hukukî takiplere (civil proceedings) karşı korur. O nedenle, bu dokunulmazlığın kaldırılamaz nitelikte olmasının bir sakıncası yoktur. İsveç’te ise yasama dokunulmazlığı parlâmento üyesinin suçlarına karşı koruma sağlamasına rağmen, bu ülkede de yasama dokunulmazlığının kaldırılmasının mümkün olmamasının büyük bir sakıncası yoktur. Zira bir kere, parlâmento üyesi suçüstü hâlinde yakalanması durumunda ve keza suçunu itiraf etmesi durumunda yasama dokunulmazlığı işlemez. Asıl önemlisi İsveç’te iki yıldan fazla hapis cezası gerektiren suçlar yasama dokunulmazlığının kapsamı dışındadırlar. Norveç’te ise yasama dokunulmazlığından sadece suçüstü hâli istisna olmakla birlikte, bu ülkede parlâmento üyelerinin tutuklanmamak ve gözaltına alınmamak şartıyla kovuşturulması mümkündür.

2. Yasama Dokunulmazlığının Kaldırılabildiği Ülkeler.-Almanya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Fransa, İspanya, İsviçre, İsrail, İtalya, İzlanda, Japonya, Lüksemburg, Portekiz, Türkiye ve Yunanistan’da yasama dokunulmazlığı kaldırılabilmektedir.

a) Kaldırma Yetkisi.- Kaldırma yetkisi genellikle tek meclisli parlâmentolar da bu parlâmentoya, iki meclisli parlâmentolar da ise yasama dokunulmazlığı kaldırılacak olan parlâmento üyesinin ait olduğu meclise aittir. Bununla birlikte, Almanya’da kaldırma yetkisiBundestag’a veya Seçimleri Denetleme, Bağışıklık ve İçtüzük Komisyonuna aittir. Fransa’da ise yasama dokunulmazlığı kaldırılması yetkisi Parlâmentonun kendisine değil, dokunulmazlığı kaldırılacak olan Parlâmento üyesinin ait olduğu Meclisin Başkanlık Divanına (Bureau de l’Assemblée) aittir. İsviçre’de ise Parlâmento üyesinin kendisi de kendi dokunulmazlığının kaldırılmasına izin verme yetkisine sahiptir.

b) Yeter Sayı.- Yasama dokunulmazlığı kaldırılması için genellikle anayasalar özel bir karar yetersayısı öngörmemektedirler. Yani parlâmentolar adî çoğunluğuyla bir üyenin yasama dokunulmazlığını kaldırabilirler. Bununla birlikte, incelediğimiz ülkelerin birisinde yasama dokunulmazlığının kaldırılması kararı için nitelikli çoğunluk öngörülmektedir. Finlandiya’da yasama dokunulmazlığı kaldırılması kararı ancak Parlâmentoda kullanılan oyların altıda beşiyle alınabilir (sek.30/2).

c) Karar Süresi.- Genellikle yasama dokunulmazlığı kaldırılması için anayasalar bir süre öngörmemektedir. O nedenle parlâmentonun kendisinden istenen yasama dokunulmazlığı kaldırılması konusunu hemen görüşmeyip ihmal etmesi mümkündür. Ancak incelediğimiz ülkelerin birinde bunu engellemek için maksimum süre öngörülmüştür. 1975 Yunan Anayasasına göre savcı tarafından Parlâmento Başkanından istenmesinden itibaren üç ay içinde bu konuda karar verilmemiş ise, yasama dokunulmazlığının kalktığı varsayılır (m.62).

d) Parlâmento Üyesinin Savunması.- Yasama dokunulmazlığının kaldırılması usûlünde bazı ülkelerde parlâmento üyesine söz verilir; diğer bazı ülkelerde ise söz verilmez. Almanya, Belçika, Danimarka ve Japonya’da parlâmento üyesi dinlenmez; buna karşılık İspanya, İsrail, İsviçre, İtalya, Kanada, Lüksemburg, Portekiz, Türkiye, Yunanistan’da dinlenir.

e) Parlâmento Üyesinin İtiraz Hakkı.- Sadece üç ülkede parlâmento üyesi dokunulmazlığının kaldırılması kararına karşı başvuruda bulunma hakkı (right of appeal, droit de recours) vardır. Almanya’da dokunulmazlığı kaldırılan Bundestag üyesi bu karara karşı Federal Anayasa Mahkemesine başvurabilir. İsviçre’de de dokunulmazlığı kaldırılan Parlâmento üyesinin itiraz hakkı vardır. Türkiye’de yasama dokunulmazlığı kaldırılan milletvekili bu karara karşı Anayasa Mahkemesine başvurabilir (m.85).

F. TUTKULULUĞUN VEYA KOVUŞTURMANIN ASKIYA ALINMASI

Almanya, Avusturya, Belçika, Fransa ve Japonya’da yasama dokunulmazlığının dışında Parlâmentoların tutuklanmış üyelerinin tutukluluğunu askıya alma (suspension of the detention, suspension de l’arrestation) veya üyeleri hakkında yapılan kovuşturmayı askıya alma (suspension of the prosecution, suspension des poursuites) yetkisine sahiptir. Belçika’daki sistem ilginçtir. 1994 Belçika Anayasasına göre Belçika’da Parlâmento üyelerinin İstinaf Mahkemesi Başkanının kararıyla tutuklanabilmesi mümkündür (m.59/2). Keza Belçika’da parlâmento üyelerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmadan haklarında kovuşturma açılması da mümkündür (m.59/4). Bununla birlikte Parlâmento üyesinin istemesi durumunda, ait olduğu Meclis, kovuşturmanın askıya alınmasına karar verebilir (m.59/5). İlgili Meclis bu konudaki kararını kullanılan oyların üçte iki çoğunluğuyla alabilir (m.59/5). Keza, Meclis, üyesinin tutukluluğu veya bir mahkeme tarafından yargılanması askıya alınmasına da karar verebilir (m.59/son).

G. SONUÇ: İKİ SİSTEM

Yukarıda yaptığımız karşılaştırmaya göre incelediğimiz ülkelerdeki düzenlemelere bakarak yasama dokunulmazlığı bakımından iki sistemin mevcut olduğunu söyleyebiliriz.

1. Anglo-Sakson Sistemi.- Birincisi Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, İngiltere, İrlanda ve Kanada’nın içinde yer aldığı Anglo-Sakson sistemidir. Bu sistemde yasama dokunulmazlığı cezaî alanda değil, sadece hukukî alanda geçerlidir; yani parlâmento üyelerine sadece borçlarından dolayı tutuklanmama güvencesi sağlar. Bu sistemde, geçerli olduğu alanda (yani hukukî alanda) yasama dokunulmazlığının istisnaları yoktur. Keza bu ülkelerde yasama dokunulmazlığı mutlaktır; parlâmento tarafından kaldırılamaz. Bununla birlikte bu sistemde yasama dokunulmazlığı cezaî alanda geçerli olmadığı için parlâmento üyelerine önemli bir güvence sağlamaz; parlâmento üyeleri, diğer vatandaşlar gibi suçlarından dolayı tutuklanabilir ve yargılanabilir. Kaldı ki, hukukî sorumluluk alanında tutuklama tedbirine ve hapis müeyyidesine günümüzde başvurulmamaktadır. Borçlarından dolayı sadece parlâmento üyeleri değil, kimse tutuklanmamaktadır. Bu nedenle Anglo-Sakson sisteminde yasama dokunulmazlığının günümüzde pek bir anlamının kalmadığını söyleyebiliriz.

2. Kıta Avrupası Sistemi.- İkinci sistem Almanya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Fransa, İspanya, İsrail, İsveç, İsviçre, İtalya, İzlanda, Japonya, Lüksemburg, Norveç, Portekiz, Türkiye ve Yunanistan’da uygulanmaktadır. Bu sisteme “kıta Avrupası sistemi” ismini verebiliriz. Bu sistemde, yasama dokunulmazlığı esas itibarıyla hukukî alanda değil[38], sadece cezaî alanda geçerlidir. Yani parlâmento üyeleri suçlarından dolayı tutuklanamasa ve yargılanamasa bile onlara karşı hukuk davası açılıp tazminat istenebilir. Bu sistemde yasama dokunulmazlığının istisnaları vardır. Genellikle suçüstü hâlinde işlenmiş suçlar yasama dokunulmazlığının kapsamında bulunmaz. Diğer yandan yasama dokunulmazlığı parlâmento tarafından kaldırılabilir niteliktedir. Nihayet, yasama dokunulmazlığı kaldırılmamış olsa bile mutlak bir koruma sağlamaz. Genellikle gözaltına alınmama, tutuklanmama gibi güvenceler sağlar. Ülkelerin çoğunluğunda parlâmento üyesi hakkında hürriyetten mahrum edici tedbirler uygulanmadıkça soruşturma açılabilir; bazı ülkelerde parlâmento üyesi hakkında dava açılabilir; parlâmento üyesi tanık olarak dinlenebilir.

Ulaştığımız sonuçlar özet olarak aşağıdaki tabloda gösterilmiştir.


TABLO: YİRMİ BEŞ ÜLKEDE YASAMA DOKUNULMAZLIĞI

 

Ülke

AY

Madde

Süre

Alan

İstisnalar

1.Gözaltı

2.Tutukla

3.Kovuştu

4.Arama

5.Tanık

6.Kaldırm

7.Başvur

8.Askı

1. A.B.D.

1787

m.1.b.6.

Toplantı Dönemi

Hukukî

Yok

+

2. Almanya

1949

m.46/2

Baştan Sona

Cezaî

Suçüstü Hâli

+

+

+

+

+

3. Avustralya

1900

sek.49

Toplantı Dönemi

Hukukî

Yok

+

+

4. Avusturya

1929

m.57/2

Baştan Sona

Cezaî

Suçüstü Hâli

+

+

+

+

5. Belçika

1994

m.59

Toplantı Dönemi

Cezaî

Suçüstü Hâli

+

+

+

+

+

6. Danimarka

1953

sek.57

Baştan Sona

Hukukî+Cezai

Suçüstü Hâli

+

+

+

7. Finlandiya

1999

sek.30

Baştan Sona

Cezaî

6AyHapis Cezası+Esaslı Sebepler

+

+

+

8. Fransa

1958

m.26/2

Baştan Sona

Cezaî

Suçüstü+Mahkûmiyet

+

+

+

+

9. Hollanda

1983

YOK

10. İngiltere

Toplantı Dönemi

Hukukî

Yok

+

+

11. İrlanda

1937

m.15/13

Toplantı Dönemi

Hukukî

Yok

+

12. İspanya

1978

71

Baştan Sona

Cezaî

Suçüstü Hâli

+

+

+

+

13. İsrail

1958

sek.17

Baştan Sona

Hukukî+Cezai

Suçüstü Hâli

+

+

+

+

+

14. İsveç

1975

b.3,m.8

Baştan Sona

Cezaî

Suçüstü, 2YılHapisCezası, İtiraf

+

+

15. İsviçre

1999

m.162

Toplantı Dönemi

Cezaî

Suçüstü Hâli, Kaçma Şüphesi

+

+

+

+

+

16. İtalya

1947

m.68

Baştan Sona

Cezaî

Suçüstü+Kesin Hüküm

+

+

+

+

17. İzlanda

1944

m.48

Toplantı Dönemi

Cezaî

Suçüstü Hâli

+

+

+

+

18. Japonya

1946

m.50

Toplantı Dönemi

Cezaî

Suçüstü Hâli

+

+

+

+

+

19. Kanada

1867

m.18

Toplantı Dönemi

Hukukî

Yok

+

+

+

20. Lüksemburg

1868

m.69

Toplantı Dönemi

Hukukî+Cezaî

Ağır Suçüstü Hâli

+

+

+

+

21. Norveç

1814

m.66

Baştan Sona

Hukukî+Cezai

Suçüstü Hâli

+

+

22. Portekiz

1976

m.160

Baştan Sona

Cezaî

Suçüstü Hâli+3 Yıl Hap.Cezası

+

+

+

+

+

23. Türkiye

1982

m.83/2

Baştan Sona

Cezaî

Ağır Cezalık Suçüstü, m.14’teki

+

+

+

+

24. Y.Zelanda

1986

YOK

25.Yunanistan

1975

m.61

Baştan Sona

Cezaî

Suçüstü Hâli

+

+

+

+

1. Gözaltına (preventive custody, détention préventive) karşı koruma

2. Tutuklamaya (arrest, arrestation) karşı koruma

3. Kovuşturma açılmasına (openning of judicial proceedings; ouverture de poursuites juridiques) karşı koruma

4. Aramaya (house searche, perquisition domiciliaire) karşı koruma

5. Tanık olarak çağrılmaya (being called as witnesses, citation à comparaitre en qualité de témoin) karşı koruma

6. Yasama dokunulmazlığının kaldırılması (levée de l’inviobilité parlementaire, leave of parliamentary inviobility)

7. Kaldırma kararına karşı başvuru (appeal, appel, recours) hakkı

8. Parlâmentonun tutuklamayı veya soruşturmayı askıya alma (suspension of the detention, the prosecution, suspension de l’arrestation, des poursuites) yetkisi


 

KAYNAKLAR

I. KİTAPLAR

ARDANT, Philippe (1996), Institutions politiques et droit constitutionnel (Paris, L.G.D.J., Sekizince Baskı).

ARSEL, İlhan (1965), Türk Anayasa Hukukunun Umumî Esasları (Ankara: Mars Matbaası).

AUTEXİER, Christian (1997), Introduction au droit public allemand (Paris: PUF).

BARTHÉLEMY, Joseph ve DUEZ, Paul (1933), Traité de droit constitutionnel(Paris: Dalloz).

CHAGNOLLAUD, Dominique (1999), Droit constitutionnel contemporain(Paris: Editions Sirey).

DE SMİTH, S.A. ve BRAZİER, Rodney (1989), Constitutional and Administrative Law (London: Penguin Books, Altıncı Baskı).

DÖNMEZER, Sulhi ve ERMAN Sahir (1985), Nazarî ve Tatbikî Ceza Hukuku(İstanbul: Filiz Kitabevi, Dokuzuncu Baskı), Cilt I.

FAVOREU, Louis et al. (1998), Droit constitutionnel (Paris: Dalloz).

GİCQUEL, Jean (1999), Droit constitutionnel et institutions politiques (Paris: Montchrestien, Onaltıncı Baskı).

GÖZLER, Kemal (2000), Türk Anayasa Hukuku (Bursa: Ekin Kitabevi Yayınları).

GREWE, Constance ve RUİZ FABRİ, Hélène (1995), Droits constitutionnels européennes (Paris: PUF).

HOOD PHİLLİPS, O. ve JACKSON, Paul (1987), Constitutional and Administrative Law (London: Sweet & Maxwell, Yedinci Baskı).

LAFERRİÈRE, Julien (1947), Manuel de droit constitutionnel (Paris: Editions Domat-Montchrestien, İkinci Baskı).

LAVROFF, Dmitri Georges (1995), Le droit constitutionnel de la Ve République(Paris: Dalloz).

LİJPHART, Arend (Tarihsiz), Çağdaş Demokrasiler (Ankara: Yetkin Yayınları, Çev. Ergun Özbudun ve Ersin Onulduran).

NOWAK, John E., ROTUNDA, Ronald D. ve YOUNG, J. Nelson (1978),Handbook on Constitutional Law (St. Paul, Minn.: West Publishing Co.)

ÖZBUDUN, Ergun (2000), Türk Anayasa Hukuku (Ankara: Yetkin Yayınları, Altıncı Baskı).

PACTET, Pierre (1994), Institutions politiques-Droit constitutionnel (Paris: Masson, Onüçüncü Baskı).

TRİBE, Laurence H. (2000), American Constitutional Law (New York: Foundation Press), Cilt I.

VEDEL, Georges (1949), Droit constitutionnel (Paris: Sirey).

WİLSON, James Q. Ve DİIULİO, John J. (1995), American Government: Institutions and Politics (Lexington: D.C. Heath and Company, Altıncı Baskı).

 

II. ANAYASALAR

A.B.D.: 17 Eylül 1787 Tarihli Amerika Birleşik Devletleri Federal Anayasası (İngilizce Aslı): http://www.constitution. org/ constit_.htm (1.2.2001).

Almanya: 23 Mayıs 1949 Tarihli Alman Anayasası (İngilizce Çevirisi): http://www.uni-wuerzburg.de/law/ gm00000_.html (1.2.2001).

Avustralya: 1900 Tarihli Avustralya Anayasasının İngilizce metni için bkz.: http://www.uni-wuerzburg. de/law/as00000_.html (1.2.2001).

Avusturya: 1929 Avusturya Anayasası (Bundes-Verfassungsgesetz in der Fassung von 1929) (İngilizce Çevirisi): http://www.uni-wuerzburg.de/ law/as00000_.html (1.2.2001).

Belçika: 17 Şubat 1994 Tarihli Belçika Anayasası (Fransızca Aslı): http://www.senate.be/ senbeldocs/ constitution/ const_fr.html (1.2.2001); İngilizce Çevirisi: http://www.uni-wuerzburg.de/law/ be00000_.html. (1.2.2001).

Danimarka: 5 Haziran 1953 Tarihli Danimarka Anayasası: http://www.uni-wuerzburg.de/ law/ da00000_.html (1.2.2001).

Finlandiya: 11 Haziran 1999 Tarihli Finlandiya Anayasası (İngilizce Çevirisi): http://www.om.fi/ constitution/ 3340.htm (1.2.2001).

Fransa: 4 Ekim 1958 Tarihli Fransız Anayasası (Fransızca Aslı): http://www.legifrance. gouv.fr/ html/frame_ constitution.htm (1.2.2001). İngilizce Çevirisi: http://www.assemblee-nationale.fr/ 8/8ab.htm (1.2.2001).

Hollanda: 17 Şubat 1983 Tarihli Hollanda Anayasası (İngilizce Çevirisi): http://www.uni-wuerzburg.de/ law/nl00000_ .html (1.2.2001).

İrlanda: 1 Temmuz 1937 Tarihli İrlanda Anayasası (İngilizce Aslı): http://www.math.tcd.ie/pub/ Constitution.html (1.2.2001).

İspanya: 27 Aralık 1978 Tarihli İspanyol Anayasası (İngilizce Çevirisi): http://www.uni-wuerzburg.de/law/ sp00000_ .html (1.2.2001). İspanyolca Aslı: http://www.igsap.map.es/docs/cia/dispo/ constitu.htm

İsrail: 16 Haziran 1964 Tarihli Devlet Başkanı Hakkında İsrail Temel Kanunu (Basic Law: The President of the State) (İngilizce Çevirisi): http://www.uni-wuerzburg.de/ law/is__indx.html (1.2.2001).

İsveç: 1 Ocak 1975 Tarihli İsveç Anayasası (İngilizce Çevirisi): http://www.uni-wuerzburg.de/law/ sw00000_.html (1.2.2001).

İsviçre: 14 Nisan 1999 Tarihli İsviçre Anayasası (Fransızca Aslı): http://www.admin.ch/ ch/f/rs/101/ index.html (1.2.2001); İngilizce Çevirisi: http://www.uni-wuerzburg.de/ law/sz00000_.html (1.2.2001).

İtalya: 27 Aralık 1947 Tarihli İtalyan Anayasası (İtalyanca Aslı): http://www.palazzochigi.it/ sez_ costituzione.html (1.2.2001); İngilizce Çevirisi: http://www.uni-wuerzburg.de/ law/it00000_.html (1.2.2001).

İzlanda: 17 Haziran 1944 Tarihli İzlanda Anayasası (İngilizce Çevirisi): http://www. richmond.edu/~ jpjones/confinder/ Iceland2.htm (1.2.2001).

Japonya: 3 Kasım 1946 Tarihli Japon Anayasası (İngilizce Çevirisi): http://www.uni-wuerzburg.de/ law/ja00000_.html (1.2.2001).

Japonya: 1867 tarihli British North America Act ve 1982 tarihli Constitution Act’an oluşan Kanada Anayasası (İngilizce Aslı): (http://www.georgetown.edu/ LatAmerPolitical/Constitutions/ Canada/ canada1867.html (1.2.2001)

Lüksemburg: 17 Ekim 1868 Tarihli Lüksemburg Anayasası (Fransızca Aslı) http://www.etat.lu/ SCL/CNST0999.PDF (10.3.2001); (İngilizce Çevirisi): http://www.uni-wuerzburg.de/law/lu__ indx.html (1.2.2001).

Norveç: 17 Mayıs 1814 Tarihli Norveç Anayasası (İngilizce Çevirisi): http://odin.dep.no/ odin/ engelsk/ norway/ system/032005-990424/ index-dok000-b-n-a.html (1.2.2001).

Portekiz: 2 Nisan 1976 Tarihli Portekiz Anayasası (İngilizce Çevirisi): http://www. parlamento.pt/ constit/crp_ing.html (1.2.2001). Portekizce Aslı: http://www.cea. ucp.pt/lei/const/constind.htm (1.2.2001).

Türkiye: 7 Kasım 1982 Tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası: Resmî Gazete,9.11.1982, Sayı 17863 Mükerrer; Düstur, Beşinci Tertip, Cilt 22, s.3.

Yeni Zelanda: 1 Ocak 1986 Tarihli Yeni Zelanda Anayasası (İngilizce Metni): http://www.uni-wuerzburg.de/law/nz02000_.html (1.2.2001)

Yunanistan; 9 Haziran 1975 Tarihli Yunan Anayasası (İngilizce Çevirisi): http://www. hri.org/MFA/ syntagma/artcl50.html (1.2.2001); http://www.uni-wuerzburg.de/ law/gr0000_.html (1.2.2001).

Dünya ülkelerinin anayasa metinlerinin İngilizce çevirilerine şu iki siteden ulaşılabilir:

ICL: International Constitutional Law”, http://www.uni-wuerzburg.de/law/ (Bu site A. Tschentscher tarafından yönetilmektedir).

Constitution Finder”,http://www.richmond.edu/~jpjones/confinder/const/html (Bu site Richmond Üniversitesi profesörlerinden John Paul Jones tarafından yönetilmektedir).

 

III. INTER-PARLIAMENTARY UNION, PARLINE DATABASE’DA ÜLKE RAPORLARININ ADRESLERİ

ABD: http://www.ipu.org/parline-f/reports/1339.htm (1.5.2001).

Almanya: http://www.ipu.org/parline-f/reports/1121.htm (1.5.2001).

Avustralya: http://www.ipu.org/parline-f/reports/1015.htm (1.5.2001).

Avusturya: http://www.ipu.org/parline-f/reports/1017.htm (1.5.2001).

Belçika: http://www.ipu.org/parline-f/reports/1029.htm (1.5.2001).

Danimarka: http://www.ipu.org/parline-e/reports/2087.htm (1.5.2001).

Finlandiya: http://www.ipu.org/parline-f/reports/1111.htm (1.5.2001).

Fransa: http://www.ipu.org/parline-f/reports/1113.htm (1.5.2001).

Hollanda: http://www.ipu.org/parline-e/reports/2231.htm (1.5.2001).

İngiltere: http://www.ipu.org/parline-e/reports/2335.htm (1.5.2001).

İrlanda: http://www.ipu.org/parline-e/reports/2153.htm (1.5.2001).

İspanya: http://www.ipu.org/parline-f/reports/1293.htm (1.5.2001).

İsrail: http://www.ipu.org/parline-f/reports/1155.htm (1.5.2001).

İsveç: http://www.ipu.org/parline-f/reports/1303.htm (1.5.2001).

İsviçre: http://www.ipu.org/parline-f/reports/1305.htm (1.5.2001).

İtalya: http://www.ipu.org/parline-e/reports/2157.htm (1.5.2001).

İzlanda: http://www.ipu.org/parline-e/reports/2173.htm (1.5.2001).

Japonya: http://www.ipu.org/parline-e/reports/2161.htm (1.5.2001).

Kanada: http://www.ipu.org/parline-f/reports/1055.htm (1.5.2001).

Lüksemburg: http://www.ipu.org/parline-f/reports/1191.htm (1.5.2001).

Norveç: http://www.ipu.org/parline-f/reports/1239.htm (1.5.2001).

Portekiz: http://www.ipu.org/parline-f/reports/1257.htm (1.5.2001).

Türkiye: http://www.ipu.org/parline-f/reports/1323.htm (1.5.2001).

Yeni Zelanda: http://www.ipu.org/parline-e/reports/2233.htm (1.5.2001).

Yunanistan: http://www.ipu.org/parline-e/reports/2125.htm (1.5.2001).

 

IV. ÜLKE PARLÂMENTOLARIN WEB SİTELERİ

ABD: http://www.house.gov ; http://www.congress.gov

Almanya: http://www.bundestag.de

Avustralya: http://www.aph.gov.au/house/

Avusturya: http://www.parlinkom.gv.at

Belçika: http://www.fed-parl.be ; http://www.dekamer.be/

Danimarka: http://www.folketinget.dk ; http://www.ft.dk

Finlandiya: http://www.eduskunta.fi

Fransa: http://www.assemblee-nationale.fr

Hollanda: http://www.dds.nl/overheid/pdc/; http://www.parlement.nl

İngiltere: http://www.parliament.uk

İrlanda: http://www.irlgov.ie/oireachtas/

İspanya: http://www.congreso.es

İsrail: http://www.knesset.gov.il ; http://www.israel-mfa.gov.il/gov/knesset.html

İsveç: http://www.riksdagen.se/

İsviçre: http://www.parliament.ch

İtalya: http://www.parlamento.it; http://www.camera.it/

Japonya: http://www.shugiin.go.jp

Kanada: http://www.parl.gc.ca

Lüksemburg: http://www.chd.lu

Norveç: http://sauce.uio.no/Stortinget/; http://www.stortinget.no

Portekiz: http://www.parlamento.pt

Türkiye: http://www.tbmm.gov.tr

Yeni Zelanda: http://www.parliament.govt.nz

Yunanistan: http://www.parliament.gr

  [1].   Örneğin, Alman Anayasasının 46’ncı maddesinin birinci fıkrası yasama sorumsuzluğuna ilişkin hükümlerin “hakaret ve sövmeye tatbik edilmeyeceği” açıkça öngörülmüştür.

[2].   Buna “nispî dokunulmazlık”, “geçici dokunulmazlık”, “muvakkat dokunulmazlık” diyenler de vardır.

[3].   Bunun tek istisnası İsviçre’dir. İsviçre’de Konfederasyon Lehine Siyasal ve Polis Garantileri Hakkında Federal Kanuna göre yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına bizzat parlâmento üyesinin kendisi de izin verebilmektedir (Loi fédérale sur les garanties politiques et de police en faveur de la Confédération; http://www.ipu.org/parline-f/reports/1303.htm, 1.5.2001). 

[4].   Amerika Birleşik Devletlerinde yasama dokunulmazlığı hakkında bkz.: TRİBE, 2000: I, 1011-1013; NOWAK, ROTUNDA ve YOUNG, 1978: 236-242; WİLSON ve DİIULİO, 1995: 300; http://www.ipu.org/parline-f/reports/1339.htm (1.5.2001).

[5].   17 Eylül 1787 tarihli Amerika Birleşik Devletleri Federal Anayasasının İngilizce metni için bkz.: http://www.constitution. org/ constit_.htm (1.2.2001).

[6].   Almanya’da yasama dokunulmazlığı hakkında bkz.: AUTEXİER, 1997: 37-38; http://www.ipu.org/parline-f/reports/1121.htm (1.5.2001).

[7].   23 Mayıs 1949 tarihli Alman Anayasasının İngilizce çeviri metni için bkz.: http://www.uni-wuerzburg.de/ law/ gm00000_.html (1.2.2001).

[8].   Keza Bundestag İçtüzüğünün 107’nci maddesi yasama dokunulmazlığını düzenlemektedir (http://www.ipu.org/parline-f/reports/1121.htm (1.5.2001)).

[9].   1900 Avustralya Anayasasının İngilizce metni için bkz.: http://www.uni-wuerzburg. de/law/as00000_. html (1.2.2001).

[10]. 1929 Avusturya Anayasasının (Bundes-Verfassungsgesetz in der Fassung von 1929) İngilizce çevirisi için bkz.: http://www.uni-wuerzburg.de/law/as00000_.html

[11]. Yasama dokunulmazlığı keza Millî Konsey İçtüzüğü Hakkında Federal kanunun 10’uncu maddesinin ikinci fıkrasıyla düzenlenmiştir (http://www.ipu.org/parline-f/reports/1017.htm (1.5.2001).

[12]. 17 Şubat 1994 tarihli Belçika Anayasasının Fransızca aslı için bkz.: http://www.senate.be/ senbeldocs/ constitution/ const_fr.html (1.2.2001); İngilizce çeviri metni için bkz.: http://www.uni-wuerzburg.de/ law/ be00000_.html. (1.2.2001).

[13]. 5 Haziran 1953 tarihli Danimarka Anayasasının İngilizce çeviri metni için bkz.: http://www.uni-wuerzburg.de/ law/da00000_.html (1.2.2001).

[14]. 11 Haziran 1999 tarihli Finlandiya Anayasasının İngilizce çeviri metni için bkz.: http://www.om.fi/ constitution/ 3340.htm (1.2.2001).

[15]. Fransa’da yasama dokunulmazlığı hakkında bkz.: FAVOREU et al., 1998: 670-671; ARDANT: 1996: 514-515; CHAGNOLLAUD, 1999: 326-327; GİCQUEL, 1999: 637; http://www.ipu.org/parline-f/reports/1113.htm (1.5.2001).

[16]. 4 Ekim 1958 tarihli Fransız Anayasasının Fransızca aslı için bkz.: http://www.legifrance. gouv.fr/html/frame_ constitution.htm (1.2.2001); İngilizce çeviri metni için bkz.: http://www. assemblee-nationale.fr/ 8/8ab.htm (1.2.2001).

[17]. Loi constitutionnelle n° 95-880 du 4 août 1995 (Journal officiel du 5 août 1995).

[18]. “En matière criminelle ou correctionnelle (criminel veya correctionnelalanda)” ifadesini Türkçe’ye çevirmek mümkün değildir. Criminal, crimeniteliğinde suçlarla ilgili demektir. Bunlar “ağır suçlar”dır. Correctionnel isedélit niteliğinde suçlarla ilgili demektir. Délit kelimesini Türkçe’ye “suç” olarak çevirenler varsa da bu doğru değildir. Délit ağır suçlar ve kabahatler dışında kalan “orta ağırlıkta suçlar”dır. Yani Fransa’da “kabahatler (contraventions)” yasama dokunulmazlığından yararlanmazlar. Keza “hukukî takipler (poursuites civiles)” hakkında da yasama dokunulmazlığı işlemez.

[19]. 17 Şubat 1983 tarihli Hollanda Anayasasının İngilizce çeviri metni için bkz.: http://www.uni-wuerzburg.de/law/nl00000_.html (1.2.2001).

[20]. 1 Temmuz 1937 tarihli İrlanda Anayasasının İngilizce aslı için bkz.: http://www.math.tcd.ie/pub/ Constitution.html (1.2.2001).

[21]. 29 Aralık 1978 tarihli İspanyol Anayasasının İngilizçe çeviri metni için bkz.: http://www.uni-wuerzburg.de/law/sp00000_.html

[22]. http://www.ipu.org/parline-f/reports/1155.htm (1.5.2001); http://www.knesset. gov.il/knesset/knes/eng_ work_chak1. htm (1.5.2001).

[23]. 12 Şubat 1958 tarihli Knesset Hakkında İsrail Temel Kanununun İngilizce çevirisi hakkında bkz.: http://www.uni-wuerzburg.de/law/is0000_.html (2.1.2001).

[24]. Bu Kanun hakkında bkz. http://www.knesset.gov.il/knesset/knes/eng_work_chak1. htm (1.5.2001).

[25]. 1 Ocak 1975 tarihli İsveç Anayasasının İngilizce çeviri metni için bkz.b: http://www.uni-wuerzburg.de/ law/sw00000_.html (1.2.2001).

[26]. 14 Nisan 1999 tarihli İsviçre Anayasasının Fransızca aslı için bkz.: http://www.admin.ch/ ch/f/rs/101/ index.html (1.2.2001); İngilizce çeviri metni için bkz.: http://www.uni-wuerzburg.de/ law/ sz00000_. html (1.2.2001).

[27]. Loi fédérale sur les garanties politiques et de police en faveur de la Confédération (http://www.ipu.org/ parline-f/reports/1303.htm (1.5.2001)).

[28]. 27 Aralık 1947 tarihli İtalyan Anayasasının İtalyanca metni için bkz: http://www. palazzochigi.it/ sez_costituzione.html (1.2.2001). İngilizce çevirisi için bkz.: http://www.uni-wuerzburg.de/law/it00000_.html (1.2.2001).

[29]. La legge cost. 29 ottobre 1993, n. 3 (G.U. 30 ottobre 1993, n. 256). (http://www.palazzochigi.it/ sez_costituzione/note.html, 1.2.2001).

[30]. 17 Haziran 1944 tarihli İzlanda Anayasasının İngilizce çeviri metni için bkz.: http://www. richmond.edu/~ jpjones/confinder/ Iceland2.htm (1.2.2001).

[31]. 3 Kasım 1946 tarihli Japon Anayasasının İngilizce çeviri metni için bkz.: http://www.uni-wuerzburg.de/ law/ja00000_.html (1.2.2001).

[32]. Kanada Anayasası 1867 tarihli British North America Act ve 1982 tarihliConstitution Act’an oluşmaktadır (http://www.georgetown.edu/ LatAmerPolitical/Constitutions/ Canada/ canada1867.html)

[33]. 17 Ekim 1868 tarihli Lüksemburg Anayasasının Fransızca aslı için bkz.: http://www.etat.lu/SCL/ CNST0999.PDF (10.3.2001); İngilizce çeviri metni için bkz.: http://www.uni-wuerzburg.de/law/lu__ indx.html (1.2.2001).

[34]. 17 Mayıs 1814 tarihli Norveç Anayasasının İngilizce çeviri metni için bkz.: http://odin.dep.no/ odin/ engelsk/ norway/ system/032005-990424/ index-dok000-b-n-a.html (1.2.2001).

[35]. 2 Nisan 1976 tarihli Portekiz Anayasasının İngilizce çevirisi için bkz.: http://www. parlamento.pt/ constit/ crp_ing.html (1.2.2001).

[36]. 1 Ocak 1986 tarihli Yeni Zelanda Anayasasının İngilizce metni için bkz.: http://www.uni-wuerzburg.de/law/nz02000_.html

[37]. 9 Haziran 1975 tarihli Yunan Anayasasının İngilizce çeviri metni için bkz: http://www.uni-wuerzburg.de/law/ gr0000_.html (1.2.2001).

[38]. Danimarka, İsrail, Lüksemburg ve Norveç’te hukukî alanda da geçerlidir..

Doç. Dr. Kemal Gözler
Uludağ Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi  

Kemal Gözler, “Yasama Dokunulmazlığı: Bir Karşılaştırmalı Anayasa Hukuku İncelemesi”,  Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 56, No 3,  Temmuz-Eylül 2001, s.71-101. (www.anayasa.gen.tr/dokunulmazlik.htm;  erişim tarihi).

Yasama Dokunulmazlığı/Bir Karşılaştırmalı Anayasa Hukuku İncelemesi   yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

“Cadılardan Korktular Kadınları Yakıyorlar”: AYM Kararlarının, Başkan Prof. Zühtü Arslan’ın Makalesi ile İmtihanı

$
0
0

Hukuk Politik Notu

Anayasa Mahkemesi Başkanı Prof. Zühtü Arslan 2007 yılında TBB Dergisinde aşağıdaki makalesini yayınlamıştır. Bu makale ifade özgürlüğünün bir yandan AİHS çerçevesinde yorum çerçevesini belirtirken diğer yandan da felsefi temellerine atıflarda bulunmaktadır. Yazıda yer alan aşağıdaki görüşler bize sayın Başkan’dan Mahkemede bu görüşlerin savunucusu olmasını bekleme hakkı vermektedir.

  • Korkunun iktidarda olduğu zor zamanlarda “farklı” ve “aykırı” kabul edilen seslerin susturulması kolayca popüler destek bulabilmektedir.
  • İktidarın çoğu kez istisnai durumun süreklileştirilmesi amacıyla kullandığı ve topluma sistematik bir şekilde pompaladığı korku, sonuçta geniş kitlelerin baskıcı politikalara destek vermesine, dolayısıyla bu kararların meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir.

  • İfade özgürlüğünü yasaklayan her bir maddenin adeta bir yedeği vardır. Birisi tartışılıp yürürlükten kaldırıldığında ya da etkisizleştirildiğinde diğeri hemen devreye girebiliyor. Böylece bir maddenin kaldırılması ya da ıslahı geçici bir rahatlama temin ederken yeni bir kriz dalgası ile uykuda kalan maddeler uyandırılıyor ve uygulanmaya başlıyor

  • Spinoza’ya Göre

  • Bireylere neyin doğru neyin yanlış olduğunu, dolayısıyla hangi düşüncenin kabul edilip hangisinin reddedilmesi gerektiğini dayatmak egemenliğin istismarı ve uyrukların haklarının gaspı demektir.

  • Devletin nihai amacı kişileri “korku yoluyla yönetmek veya sınırlamak ya da itaate zorlamak değil, aksine herkesi mümkün olan her türlü güvenlik içinde yaşamaları için korkudan azade kılmak”tır

  • Gerçekte barışın asıl bozguncuları, özgür bir devlette üzerinde tiranlık kuramadıkları kanaat (yargı) özgürlüğünü kısıtlamaya çalışanlardır

  • İstisna hâllerinin en karanlık noktası sözün askıya alındığı anlardır.

  • Bu anlamda terörle mücadelede şiddeti tek “Z” olarak gören yaklaşım sosyal/siyasal/hukuksal düzenin sürekli istisna durumunda kalmasına hizmet edecektir. Bu da “öteki”nin susturulmasına ve tasfiye edilmesine dayalı, “devlet-eksenli” bir istisna durumunun, kitlesel desteğin de etkisiyle, farklı biçimler altında yeniden üretilmesine neden olacaktır.

  • Ötekinin susturulması, aynı zamanda onun siyasal özne olma hakkını elinden almaktır.

                                                                                               ***

                                                                                                      Türkiye’de  İstisna Hali, Terör ve İfade Özgürlüğü                                                                                                                                                                                

Zühtü ARSLANii

11 Eylül 2001 terör saldırılarından sonra, bazılarına göre, dünya “terörizm çağı” olarak nitelenen yeni bir siyasi döneme girdi. Bu dönemde demokratik devletlerin en büyük sınavı, hukuk düzeni içinde kalarak ve bireysel özgürlükleri ihlal etmeyerek terör tehdidiyle mücadele edebilmektir. Ancak bu sınavdan başarıyla geçmek kolay görünmüyor. Terörün geçici ve arızi bir durum olmaktan çıkıp adeta süreklileşmesi, beraberinde terör gerekçesiyle tesis edilen istisna hâlinin süreklileşmesini ve normalleşmesini getirmektedir. İstisna hâli de temel hak ve özgürlükleri keyfi bir şekilde sınırlandıran otoriter siyasi uygulamaları haklılaştırıcı bir işlev görmektedir. Terörün yarattığı olağanüstülükten en fazla etkilen özgürlük hiç kuşkusuz ifade özgürlüğüdür. Korkunun iktidarda olduğu zor zamanlarda “farklı” ve “aykırı” kabul edilen seslerin susturulması kolayca popüler destek bulabilmektedir. Peki, ifade özgürlüğüne yönelik aşırı sınırlandırmalar, güvenliği sağlamada ve terörle mücadelede etkili bir yol mudur? Terörü ve şiddeti övmeyen, halkı isyana veya ayaklanmaya çağırmayan, kin ve düşmanlığa sürüklemeyen ifadelerin cezalandırılması neye hizmet etmektedir?

Bu makale, bu ve benzeri soruları cevaplamayı amaçlamaktadır. Makale iki ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde istisna hâlinin kavramsal çerçevesi ve istisnanın kurallaştırılması, olağanüstünün olağanlaştırılması sürecinde kullanılan iktidar teknikleri üzerinde durulacaktır. Bu iktidar tekniklerinin incelenmesi 11 Eylül sonrasında içinde bulunduğumuz durumun analizinde yararlı olacaktır. İkinci bölümde ise Türkiye’de ifade özgürlüğünün güvenlik ve terörle mücadele gerekçeleriyle sınırlandırılması ele alınacaktır. Bu noktada özellikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatları ışığında Türkiye’deki ifade özgürlüğü sorununun siyasal/hukuksal boyutları üzerine değerlendirmeler yapılacaktır. Diğer yandan, Terörle Mücadele Kanunu’nda yapılan son değişikliklerin ifade özgürlüğü konusunda getirdiği sorunlar tartışılacaktır. Sonuç kısmında ise istisna hâlinde ifade özgürlüğünün neden korunması gerektiğine dair bazı tespitlere yer verilecektir.

1. İSTİSNA HÂLİNİN SÜREKLİLEŞMESİ VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ

1. 1. İstisna Hâli, Terör ve Düşük Yoğunluklu Demokrasi

Hukukun ve yargı düzeninin kısmen veya tamamen askıya alındığı dönemler istisna hâli olarak nitelendirilmektedir. Kavramı tarihselliği içinde ele alıp teorize eden Giorgio Agamben’e göre, istisna hâli giderek “yönetimin hâkim paradigması” haline gelmektedir. İstisna hâlinin süreklileştirilmesi, demokratik rejimler dâhil, modern siyasal rejimlerin en önemli karakteristiği olarak karşımıza çıkmaktadır.iii Ancak bu durum yeni değildir. Nazi Almanyasının uygulamalarına gönderme yapan Walter Benjamin 1940’lı yıllarda şöyle yazıyordu: “ezilenlerin geleneği bize içinde yaşadığımız ‘istisna hâli’nin istisna değil, kural olduğunu öğretmiştir”.iv Aynı şekilde, Herbert Marcuse soğuk savaş yıllarında içinde yaşadığı toplumun “olağanüstü durumda bulunduğunu ve bunun olayların normal hâli olmaya başladığınıv söylemekteydi.

Terörizm istisna durumunu yaratan en önemli faktörlerden biridir. Terör olaylarının artması sonucu toplumsal düzeni ve bireylerin hak ve özgürlüklerini korumak maksadıyla geçici ve hukuka uygun olağanüstü tedbirlerin alınabileceği kabul edilmektedir. Burada geçicilik ve hukuka uygunluk şartları önemlidir. Olağanüstünün olağanlaştırılması, terörün ve onla mücadelenin süreklileştirilmesi temel haklar bakımından en önemli tehlikeyi oluşturmaktadır.

İstisna hali, varlığını borçlu olduğu dost-düşman ayrımının yeni şartlar altında yeniden üretilmesi ile süreklileştirilmektedir. 11 Eylül sonrasında “küresel terör” tehdidi altında liberal demokrasiler “düşman”la mücadele için özgürlükler alanını daraltmışlar, olağanüstü hâl ilan etmeden günlük yaşamı olağandışılaştırmışlardır. “Küresel terör” karşısında tırmanışa geçen “küresel ulusalcılık” toplumun dışında olanı, dışarıdan geleni, farklı olanı, kısacası “öteki”ni kolayca “düşman”a dönüştürmüştür. Bu bağlamda baskıcı siyasal kararlarla kitlelerin “ulusalcı” refleksleri arasında karşılıklı bir ilişkinin olduğu söylenebilir. Burada en önemli faktör korkudur. Terör korkusu çok kolayca toplumsal ve siyasal paranoyaya dönüşebilmektedir. Korkunun kaynağının gerçek ya da kurgusal olup olmaması da çok önemli değildir. Önemli ve belirleyici olan algılamadır. İktidarın çoğu kez istisnai durumun süreklileştirilmesi amacıyla kullandığı ve topluma sistematik bir şekilde pompaladığı korku, sonuçta geniş kitlelerin baskıcı politikalara destek vermesine, dolayısıyla bu kararların meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir.

Diğer yandan, terörün yarattığı istisna halinin meşrulaştırılmasında sembol ve retoriğin de önemli bir işleve sahip olduğu bilinmektedir. ABD’de 11 Eylül sonrasında sivil özgürlükleri sınırlamak için çıkarılan Vatansever(lik) Kanunu (Patriot Act) bunun tipik bir örneğidir. Kanunun isminin “vatansever” olarak belirlenmesi, bu kanunu ihlal ettiği ileri sürülen kişilerin doğal olarak “vatansever” olmadığı, hatta “vatan haini” olduğu imasını beraberinde getirmektedir. Esasen bu bilinçli olarak seçilmiş bir isimdir. Aynı şekilde Terörle Mücadele Kanunları da olağanüstü durumlarda alınabilecek tedbirlerin olağan dönemde geçerli bir yasaya taşınması ve bu tedbirlerin süreklileştirilmesi anlamına gelebilmektedir. Bunun arkasında terörün geçici değil devamlı bir tehdit olduğu düşüncesi vardır.vi Gerçekten de terör konusundaki paradigma değişmiş, yeni paradigmada terör geçici, arızi ve yersel olmaktan çıkarılarak daimi, aslî ve evrensel bir tehdit haline getirilmiştir. Her yönüyle şiddeti yücelten ve sorunların tek çözümü olarak şiddeti gören bu yeni paradigma, özgürlüklerin kısıtlandığı “düşük yoğunluklu demokrasi” uygulamasını doğurmuştur.

İstisnayı süreklileştirmenin bir diğer yolu da yedekleme diyebileceğimiz tekniktir. İfade özgürlüğünü yasaklayan her bir maddenin adeta bir yedeği vardır. Birisi tartışılıp yürürlükten kaldırıldığında ya da etkisizleştirildiğinde diğeri hemen devreye girebiliyor. Böylece bir maddenin kaldırılması ya da ıslahı geçici bir rahatlama temin ederken yeni bir kriz dalgası ile uykuda kalan maddeler uyandırılıyor ve uygulanmaya başlıyor. Türkiye’de 1991’e kadar TCK’nın 141, 142 ve 163. maddeleri ifade özgürlüğünü sınırlandırmada sıkça kullanılan hükümlerdi. Berlin Duvarı ve ardından Sovyetler Birliği yıkılınca bu maddelere ihtiyaç kalmadı. Ancak, bu kez iki cepheli bir kuşatma başladı. Bir yandan eski TCK’nın 312. maddesi, diğer yandan da TMK’nın 8. maddesi devreye girdi. Birincisi 216. maddede kamu düzeni için “açık ve yakın tehlike” teşkil etmesi şartıyla ifadeyi suç sayan bir madde olarak yeni TCK’daki yerini devam ettirmektedir. İkincisi ise 2003 yılında ilga edilmiştir. TCK’daki değişiklikler sonrasında 216. Madde daha az kullanılır bir madde haline gelirken, eski 159. maddenin değişik hali olan 301. maddenin yıldızının parladığı görülmektedir. Bu arada kaldırılan TMK 8. madde arka kapıdan hem TCK’ya hem de son değişikliklerle kısmen Terörle Mücadele Kanununa girmiştir.

1.2. İfade Özgürlüğünü Spinoza Üzerinden Okumak

Devletin varlığına ve bekasına yönelik tehdit söz konusu olduğunda diğer hak ve özgürlüklerin yanında düşünce ve ifade özgürlüğü de ciddi ihlallere maruz kalabilmektedir. Ulus devletler, “milli güvenlik” ve “toprak bütünlüğü”nün korunması gibi gerekçelerle bazı düşüncelerin farklı araçlarla ifadesine sınırlamalar getirebilmekte, hatta bu sınırlamaları yargısal denetim dışına dahi çıkarabilmektedirler. Burada birisi genel diğeri de özel olmak üzere iki temel amacın gözetildiği söylenebilir. Genelde istisnaya karar veren egemenin “doğru” olarak sunduğu düşünce ve politikaların dışında düşünenlerin ve düşüncelerinin palazlanmasını engellemek, özelde ise istisna hâlinin varlık nedeni olarak sunulan dost/düşman ayrımına dair egemen söylemin, dolayısıyla istisna hâlinin meşruluğunun sorgulanmasına mani olmak amaçlanmaktadır.

Aslında ifade özgürlüğünü keyfi şekilde sınırlandırmanın devletin güvenliği ve bekasına hizmet ettiği düşüncesi tartışmaya açıktır. Bunu Spinoza’nın yaklaşık üç yüz yıl elli yıl önce ifade ettiği düşünceleri üzerinden açıklayabiliriz. Spinoza, bireylerin düşünme ve yargıda bulunma doğal haklarını hiç kimseye gönüllü olarak devretmeyeceğini ve egemenin bu yönde bireyleri zorlayamayacağını belirtir. Zihinleri kontrol etmeye çalışan yönetimlerin bu yaptıkları tiranca bir davranıştır. Bireylere neyin doğru neyin yanlış olduğunu, dolayısıyla hangi düşüncenin kabul edilip hangisinin reddedilmesi gerektiğini dayatmak egemenliğin istismarı ve uyrukların haklarının gaspı demektir.vii Spinoza’ya göre, “herkes kendi düşüncesinin efendisi olma doğal hakkı”na sahip olduğu için, insanların birbirinden farklı ve karşıt düşünceler taşımasını engelleyip, onları egemen gücün istediği yönde konuşmaya zorlamak tehlikeli sonuçlar doğuracaktır. viii

Bu durum, devletin varoluş misyonunun da gereğidir. Devletin nihai amacı kişileri “korku yoluyla yönetmek veya sınırlamak ya da itaate zorlamak değil, aksine herkesi mümkün olan her türlü güvenlik içinde yaşamaları için korkudan azade kılmak”tır. Aynı şekilde, devletin amacı bireyleri kendi başlarına karar verebilen rasyonel varlıklar olmaktan çıkarıp, onları iradesiz kuklalara veya hayvanlara dönüştürmek de değildir. Spinoza’ya göre “devletin gerçek amacı özgürlüktürix.

Spinoza, egemenin yasalar yoluyla bazı düşünceleri yasaklamasının devletin bu temel amacına hizmet etmediğini de açıkça savunmaktadır. Yasaklar bir yandan ikiyüzlü, maskeli, dalkavuk ve yağcı kişilerin çoğalması ve toplumu yozlaştırması, diğer yandan da dürüst ve samimi kişilerin yönetime muhalefet etmesi sonucunu beraberinde getirecektir. Spinoza, herkesin aynı şekilde düşünmesini sağlamaya çalışmanın boşuna bir uğraş olduğunu, zira egemenlerin ifade özgürlüğünü sınırlama girişimlerinin daha kararlı bir dirençle karşılaşacağını ve en önemlisi bu direncin sıradan insanlardan değil, “iyi eğitim, sağlam ahlâk ve erdemin kendilerini daha özgür kıldığı kişiler” tarafından gösterileceğini savunmuştur.x O, insan doğasından hareketle, ifadeye yönelik yasakların suçluları ıslah etmekten ve kötüleri caydırmaktan ziyade, düşüncesini her türlü riske rağmen ifadeden kaçınmayan dürüst ve zihni açık insanları etkilediğini/rahatsız ettiğini ve sonuçta bu yasakların devlete büyük zarar verdiklerini vurgulamıştır.xi Ayrıca, ifadeyi yasaklayan yasaların ne kadar “faydasız” olduğunu da Spinoza şu sözlerle ifade etmiştir:

Bu tür yasalar hemen her zaman faydasızdır, çünkü yasaklanan düşüncelerin doğru olduğuna inananların yasakçı kanuna uymaları mümkün değildir. Bu düşünceleri yanlış sayarak zaten kabul etmeyenler ise kanunu bir çeşit imtiyaz olarak görürler ve bunla öylesine böbürlenirler ki, iktidardakiler daha sonra isteseler bile bu kanunu yürürlükten kaldırma gücünü kendilerinde bulamazlar.” xii

Spinoza, “devletin bekası” gibi gerekçelerle ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasını da pek faydalı görmez. Bu tezini desteklemek için Spinoza, yaşadığı dönemin Amsterdam’ını örnek gösterir ve bu şehirde farklı inanç ve düşüncelere sahip insanların hoşgörü ve barış içerisinde birlikte yaşadıklarını, mahkemelerde kişilerin inanç ve düşüncelerinin ayrımcılık nedeni olmadığını belirtir. Bu nedenle, “gerçekte barışın asıl bozguncuları, özgür bir devlette üzerinde tiranlık kuramadıkları kanaat (yargı) özgürlüğünü kısıtlamaya çalışanlardır”.xiii Kısacası, Spinoza’ya göre, “devlet(in bekası) için en güvenli yol… herkesin dilediği gibi düşünme ve düşündüklerini ifade etme özgürlüğü”ne sahip olmasıdır.xiv

Bununla birlikte, ifade özgürlüğü sınırsız da değildir. Spinoza, burada bir düşünceyi savunmakla, kamu düzenini bozacak ve yasalara itaatsizliğe, isyan ve ayaklanmaya teşvik niteliğindeki davranışlar arasında açık bir ayrım yapar. Ona göre, bir yasanın adil olmadığını ve kaldırılması gerektiğini savunabilirsiniz, ancak bu yasaya itaatsizlik edemezsiniz ve ona isyanı teşvik edici mahiyette bir davranış içinde bulunamazsınız.xv

Spinoza’dan bu güne ifade özgürlüğü konusunda hem istisna hâlinde hem de normal durumlarda en çok tartışılan husus, bu özgürlüğün sınırlandırılmasıdır. Şimdi, sınırlama sorununu Türkiye tecrübesinden hareketle ele alabiliriz.

2. TÜRKİYE TECRÜBESİ

2. 1. İfade Özgürlüğü İhlallerinin Genel Manzarası

Türkiye’de ifade özgürlüğü sürekli tartışılan bir mesele olmuştur. Bunun nedeni liberalleşme ve demokratikleşme sürecinin tamamlanmamış olmasıdır. Bu da doğrudan Devlete ve siyasal rejime yönelik tehdit algılamasının süreklileştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Tehdit algılamasının sürekliliği beraberinde ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamaları, bu kısıtlamalar da her dönemde yeni bir ceza maddesinin tartışılmasını getirmektedir. Aslında bu problemi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nin Türkiye hakkında verdiği ihlal kararlarını dikkate alarak da ortaya koyabiliriz. AİHM’nin ifade özgürlüğü ile ilgili olarak 1999-2006 yılları arasında verdiği toplam 205 ihlal kararından 125’i Türkiye aleyhinedir. Bu rakam 10.maddeyle ilgili ihlal kararlarının %61’ine tekabül etmektedir. AİHM 2005 yılında ifade özgürlüğünün ihlal edildiği gerekçesiyle toplam 50 karar vermiştir. Bunun 39’u (yaklaşık %80’i) Türkiye hakkındadır. 2006 yılı içinde ise ifade özgürlüğüyle ilgili olarak verdiği toplam 62 ihlal kararından 35’i Türkiye’ye aittir.xvi

Türkiye hakkında verilen ihlâl kararlarının çok büyük bir kısmı Türk Ceza Kanunu’nun eski 312. maddesinden veya Terörle Mücadele Kanunu’nun 2003 yılında ilga edilen 8. maddesinden kaynaklanan mahkûmiyet kararlarına dayanmaktadır. 312. maddede ifade özgürlüğünü korumaya yönelik adımların atılmış olması ve TMK’nın 8. maddesinin ilga edilmiş olması önümüzdeki dönemde ifade özgürlüğünden dolayı ihlal kararlarının düşebileceği ihtimalini akla getirebilir. Ancak bu maddelerden doğan “boşluğun” yeni maddelerle doldurulması, bilhassa TCK 301’den dolayı çok sayıda dava açılması ve TMK’da ifade özgürlüğünü sınırlandıran değişiklerin yapılmış olması bu iyimserliği gölgelemektedir.

2. 2. AİHM’nin Türkiye ile ilgili kararlarında ifade özgürlüğü ve Terör

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Sözleşme’nin 10. Maddesinde korunan ifade özgürlüğünü demokratik toplumun temeli olarak görmekte ve bu özgürlüğün devleti ve toplumun bir kesimini şoke edici söz ve haberleri de kapsadığını sürekli vurgulamaktadır. Diğer yandan Mahkeme, bu özgürlüğün sınırsız olmadığını, Devletlerin 10. Maddedeki meşru amaçlara dayanarak yasal yollarla yaptıkları sınırlamaların demokratik toplumda zorunlu olması durumunda, başka bir ifadeyle “zorlayıcı bir toplumsal gereksinimi” karşılamaya matuf ve orantılı olması şartıyla, ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceğini kabul etmektedir. Bu bağlamda şiddet ve terör ile ifade özgürlüğü arasındaki ilişki konusunda Strasbourg Mahkemesi’nin içtihatlarında ortaya çıkan temel esasları/eğilimleri kısaca açıklamakta fayda görüyorum.

a. Olağanüstü rejim altında yapılan sınırlamaların gerekçeli ve yargıya açık olması gerekmektedir.

İstisna hâlinin en önemli özelliklerinden biri, tehdit gerekçesiyle yargısal koruma mekanizmasının askıya alınabilmesidir. 1982 Anayasası’nın 148. maddesine göre “olağanüstü hallerde, sıkıyönetim ve savaş hallerinde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde dava açılamaz.” Bu hüküm hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmayacak şekilde, yargının paranteze alındığı bir siyasi rejimi doğurabilmektedir. Nitekim bu tür kanun hükmünde kararnameler idari makamlara hak ve özgürlükleri sınırlandırma konusunda yargısal denetime tâbi olamayan geniş bir yetki alanı bırakmaktadır.

285 sayılı “Olağanüstü Hal Bölge Valiliği İhdası Hakkında Kanun Hükmünde Kararname”nin 425 sayılı KHK ile yeniden düzenlenen 7. maddesi, diğer temel hak ve özgürlükler yanında, ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlayıcı işlemlerin yargı denetimi dışında bırakılmasını sağlamıştır. 7. maddede “Bu Kanun Hükmünde Kararname ile Olağanüstü Hal Bölge Valisine tanınan yetkilerin kullanılması ile ilgili idari işlemler hakkında iptal davası açılamaz” denmekteydi.

285 sayılı KHK’nin değişik 7. maddesiyle ilgili olarak Anayasa Mahkemesi iki karar verdi. 1991/1 sayılı ilk kararında Anayasa Mahkemesi, Anayasanın 148. maddesine dayanarak yetkisizlik kararı vermiştir. Ancak, Mahkeme olağanüstü yönetimin hukuka bağlı olması konusunda önemli tespitler yapmıştır. Mahkeme demokrasilerde olağanüstü rejimlerle hukuk arasındaki ilişkiyi şu şekilde formüle etmiştir:

Demokratik ülkelerde olağanüstü yönetim usulleri, hukuku dışlayan keyfi bir yönetim anlamına gelmez. Olağanüstü yönetimler kaynağını Anayasa’da bulan, anayasal kurallara göre yürürlüğe konulan, yasama ve yargı organlarının denetiminde varlıklarını sürdüren rejimlerdir. Ayrıca, olağanüstü hal yönetimlerinin amacı, anayasal düzeni korumak ve savunmak olmalıdır. Bu nedenle olağanüstü yönetim usulleri yürütme organına önemli yetkiler vermesine, hak ve özgürlükleri de önemli ölçüde sınırlandırmasına karşın, demokrasilerde sonuçta bir ‘hukuk rejimi’”dir.”xvii

Anayasa Mahkemesi, teknik hukuk açısından, olağanüstü KHK’lerin hangi durumda denetlenip denetlenmeyeceğine dair ilkeyi de şu şekilde belirlemiştir: “Anayasa’nın 148. maddesinin biçim ve öz yönünden Anayasa’ya uygunluk denetimi dışında tuttuğu KHK’ler “olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda” çıkartılan KHK’lerdir. Anayasa Mahkemesi’nin çıkartılan bir olağanüstü hal KHK’sinin bu niteliği taşıyıp taşımadığını belirlemesi ve eğer bu niteliği taşımıyorsa uygunluk denetimini yapması zorunludur.” xviii

Anayasa Mahkemesi, bu ilkeyi uygulayarak, 425 sayılı olağanüstü KHK ile getirilen bazı maddeleri iptal etmiş, ancak 7. maddeye ilişkin olarak yetkisizlik kararı vermiştir. Mahkeme bu konudaki kararını şöyle temellendirmiştir:

Bu hükmü hukuk devleti ilkesi ile bağdaştırabilmek olanağı yoktur. Anayasa’nın 125. maddesinin yedinci fıkrası olağanüstü yönetimlerde yasanın yürütmenin durdurulması kararı verilmesini sınırlayabileceğini belirtmektedir. Bu hükmün karşıt anlamından olağanüstü yönetim usullerinde dahi iptal davası açılmasını engellemeyeceği anlaşılmaktadır. Olağanüstü hal bir keyfilik ve denetimsizlik yönetimi değildir. Olağanüstü yönetimlerde yetkili makamların yaptıkları bireysel ve düzenleyici işlemlerin idari yargı denetimine bağlı olması gerektiğinden kuşku duyulamaz. Özgürlükçü demokratik düzeni benimsemiş ülkelerde bunun tersi düşünülemez. Ancak, bu madde 2935 sayılı Olağanüstü Hal Yasası’nda değil yalnızca Olağanüstü Hal Bölgesi için çıkarılmış olan 285 sayılı Olağanüstü Hal KHK’sinde değişiklikler yapmaktadır ve Anayasa’nın 121. maddesinin üçüncü fıkrasında çıkarılabileceği ve 148. maddesinde biçim ve öz yönlerinden Anayasa’ya aykırılığı savıyla Anayasa Mahkemesi’ne dava açılamayacağı öngörülen KHK kuralı niteliğindedir. Bu nedenle, bu maddeye yönelik iptal isteminin yetkisizlik nedeniyle reddi gerekir.xix

Anayasa Mahkemesi’nin bu sözleri, AİHM’nin Özgür Gündem gazetesinin OHAL Bölgesinde basımının ve dağıtılmasının yasaklanmasını ifade özgürlüğünün ihlâli olarak gördüğü Çetin ve diğerleri/Türkiye kararında kullanılan önemli dayanaklardan birini teşkil etmiştir.xx

2003/42 sayılı ikinci kararıyla Anayasa Mahkemesi bu maddeyi iptal etmiştir. Mahkeme, 5’e karşı 6 oyla verdiği kararda ise yargı yolunun kapatılmasının Anayasa’nın olağanüstü yönetimler için öngörmediği bir durum olduğunu, dolayısıyla itiraz konusu kuralın olağanüstü değil, olağan KHK sayılması gerektiğini belirtmiştir. Mahkeme esasa ilişkin incelemesinde de 285 sayılı KHK’nin değişik 7. maddesinin Anayasa’nın 91. maddesine uygun olarak bir yetki kanununa dayanmadığını ileri sürerek iptaline karar vermiştir.xxi Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı, mahkemenin aktivizmi, hukuk devleti anlayışı, temel haklar duyarlılığı gibi açılardan tartışılabilir olsa da, pratik sonuçları bakımından etkisiz bir karardır. Zira OHAL kaldırıldıktan yaklaşık 7 ay sonra verilen bir kararın pratik sonuçlarından ve faydalarından bahsedilemez. Anayasa Mahkemesi, 1991 yılındaki ilk kararında yetkisizlik yerine iptal kararı vermiş olsaydı AİHM önündeki birçok davada sonuç farklı olabilirdi.

OHAL Bölge Valisinin ifade özgürlüğünü sınırlandırmaya yönelik tasarrufları, AİHM tarafından hem 10. maddenin ihlâli, hem de bu kararlara karşı yargı yolu kapatıldığı için 13. maddenin ihlâli olarak değerlendirilmiştir. Halis Doğan ve diğerleri/Türkiye davasında, başvurucuların sahibi ve yayın sorumluları oldukları Özgür Bakış isimli gazetenin OHAL Valiliğince Güneydoğu’nun bazı illerinde dağıtımının yasaklanması tedbiri tartışılmıştır.xxii Hükümet, yasaklama kararının 2935 sayılı kanunun 11/e maddesi ve 285 sayılı kanun hükmünde kararnamenin 7. maddesi uyarınca alındığına, söz konusu “gazetenin dağıtılmasının terör olayları nedeniyle hassas bir ortamın oluştuğu bir bölgede yasaklandığına dikkati çekmekte, gazetede yayımlanan makalelerin halkı tahrik etme ya da terör olaylarını haklı gösterme eğiliminde olduğunu ve bu makalelerin bölgedeki kamu düzenini etkileyebileceğini belirtmektedir”(par. 20). Ayrıca, Hükümet terörle mücadele söz konusu olduğunda sözleşmenin 10. maddesinin taraf devletlere toprak bütünlüğünü ve kamu düzenini koruma noktasında çok geniş bir takdir yetkisi bıraktığını ve terör olaylarının olası etkisini değerlendirmede ulusal makamların daha yetkin konumda olduklarını belirtmiştir. Başvuru sahipleri ise bu argümanları kabul etmeyerek, gazetede yayınlanan makalelerin kamu düzenini bozmaya yönelik olmadığını ve dağıtım yasağının ifade özgürlüğüne haksız bir müdahale teşkil ettiğini ileri sürmüşlerdir. (par. 20-23). AİHM, olağanüstü rejime dair kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin, bölgenin kamu düzenini bozma eğilimi taşıyan ve halkı tahrik eden her türlü yazılı belge ve yayının dağıtımını engelleme konusunda Valiye çok geniş yetkiler verdiğini ve esasen bu tür yetkilerin Sözleşme ile de bağdaşabileceğini belirtmiştir. Ancak, mahkemeye göre, yasaklamanın sınırlarının yasal olarak açıkça belirtilmesi ve daha da önemlisi yetkilerin kötüye kullanılması olasılığı karşısında etkili adli denetim mekanizmasının sağlanması gerekmektedir.

AİHM, mevcut olayda OHAL Bölge Valisine verilen geniş yetkiler karşısında başvuranları olası suistimaller karşısında koruyacak adli denetim mekanizmasının bulunmamasına, bunun da insanları “güvencesiz” bıraktığına dikkat çekmiştir. AİHM, davaya konu olan yasaklama kararının gerekçelendirilmediğini de belirterek söz konusu müdahalenin “demokratik toplumda gerekli” olmadığına hükmetmiştir. Mahkeme terörle mücadelenin doğurduğu zorlukları anladığını, ancak bu durumun tek başına yapılan müdahaleyi haklılaştıramayacağını şu şekilde ifade etmiştir:

AİHM incelemesine sunulan olayı çevreleyen koşulları, özellikle de terörle mücadeleye bağlı olarak ortaya çıkan zorlukları göz önünde bulundurmaktadır. Terör eylemleri nedeniyle söz konusu bölgede hüküm süren siyasi atmosfer önem arz etmektedir. Bununla birlikte, yasaklama kararının gerekçelendirilmediğini belirtmek yerinde olacaktır. Ayrıca, söz konusu gazetenin yasaklanmasını haklı kılacak, şiddet ve demokrasinin reddi düşüncesini yayabileceği ya da zararlı etkilerinin bulunduğunu ortaya koyabilecek bir unsur bulunmamaktadır.” (par. 24)xxiii

AİHM, diğer yandan, OHAL Bölge Valisinin kararları karşısında başvuranların iç hukukta mağduriyetlerini gidermek amacıyla müracaat edecekleri mekanizmaların bulunmadığını, bu nedenle sözleşmenin 13. maddesinin de ihlâl edildiğini kararlaştırmıştır (par. 35-36). Aynı şekilde, Emeğin Partisi (EMEP) tarafından bütün seçim bölgelerinde dağıtılmak üzere bastırılan ve üzerinde “Baskılar Son Bulsun” “OHAL Kaldırılsın” yazılı afişlerin Diyarbakır’da dağıtımının 25 Kasım 1999 tarihli valilik kararıyla yasaklanması, AİHM tarafından hem 10. maddenin hem de 13. maddenin ihlali olarak görülmüştür.xxiv

b. Terörü, terör örgütünü ve şiddeti savunan sözler prensip olarak 10. maddenin koruması altında değildir.

AİHM, açıkça şiddeti ve terörü destekleyen ifadeleri 10. Madde kapsamında değerlendirmemektedir. Zana/Türkiyexxv davasında Diyarbakır Eski Belediye Başkanı Mehdi Zana’nın ulusal yayın yapan bir gazetede yayınlanan sözleri ifade özgürlüğü kapsamında görülmemiştir. Zana 1987 yılında şöyle demişti: “PKK’nın ulusal kurtuluş hareketini destekliyorum. Katliamlardan yana değiliz, yanlış şeyler her yerde olur. Kadın ve çocukları yanlışlıkla öldürüyorlar…” Bu sözlerinden dolayı Zana yargılanmış ve TCK’nın 312. maddesinde düzenlenen “kanunun suç saydığı fiili övmek”ten mahkum edilmiştir.

AİHM, Zana’nın sözleriyle ilgili değerlendirmesini yaparken (a) sözü söyleyen kişinin konumunu, (b) sözün söylendiği ortamı/zamanı ve sözün yayınlandığı yayın organının etkisini dikkate almıştır. Mahkeme bu unsurları hesaba katarak şu tespitte bulunmuştur:

[B]u açıklamaya tek başına bakılmamalıdır. (Bu açıklamanın) başvurucunun da farkında olması gereken, olayın somut koşullan içinde özel bir anlamı vardır. Bu röportaj, o tarihte gerginliğin dorukta olduğu Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinde PKK’nın sivillere yönelik kanlı saldırılarıyla aynı zamana denk düşmüştür. Bu koşullar altında büyük bir ulusal günlük gazetede yayınlanan röportajda, Güneydoğunun en önemli kenti olan Diyarbakır’ın eski belediye başkanının –“ulusal kurtuluş hareketi” olarak tanımladığı- PKK’ya verdiği desteğin, bu bölgedeki patlamaya hazır havayı daha da ağırlaştıracağı düşünülebilir”. (par. 59-60).

Buradan hareketle AİHM, “başvurucuya verilen cezanın “zorlayıcı bir toplumsal gereksinime” yanıt verdiğinin kabul edilmesinin uygun olduğunu ve ulusal makamların ileri sürdüğü nedenlerin “uygun ve yeterli” olduğunu düşünmektedir…” (par. 61).

Sürek/Türkiyexxvi kararında da Haberde Yorumda Gerçek isimli haftalık bir dergide “Silahlar Özgürlüğü Engelleyemez” ve “Suç Bizim” başlıklı iki okuyucu makalesinin yayınlanması üzerine dergi sahibi ile editörünün cezalandırılmasının ifade özgürlüğünü ihlal edip etmediği meselesi gündeme gelmiştir. Bu kararda AİHM Lingens kararına atıf yaparak basının “şiddet tehdidi karşısında milli güvenlik veya ülke bütünlüğünün korunması veya asayişsizlik veya suçun engellenmesi amacıyla konmuş olan sınırlamaları aşmaması kaydıyla, bölücü olanlar da dahil olmak üzere, görüş ve siyasi hususlarda bilgi vermesi”nin demokratik toplumlar açısından bir “zorunluluk” olduğunu belirtmiştir (par. 59). Ayrıca Mahkeme’ye göre ifade edilen sözler bireylere, kamu görevlilerine veya toplumun belli bir kesimine karşı “teşvik ettiği durumlarda Devlet otoriteleri, ifade özgürlüğüne ilişkin müdahale gereğinin incelenmesinde daha geniş bir marja (takdir yetkisine) sahiptir”. (par. 61)

AİHM dergide yayınlanan mektuplarda kullanılan kelimeler ve bu kelimelerin yayınlandığı bağlam üzerinde özellikle durmuştur. Mahkeme söz konusu kelimelerin açıkça şiddeti teşvik niteliğinde olduğunu belirterek şunları söylemiştir:

Mahkeme ilk olarak, “katliam”, “zulüm” ve “cinayet” gibi göndermelerin yanı sıra, “Faşist Türk ordusu”, “TC cinayet çetesi” ve “emperyalizmin kiralık katilleri” gibi etiketlerin kullanılması ile diğer tarafa kara bir leke vurulmasına ilişkin açık bir kasıt olduğunu kabul etmektedir. Mahkeme kanaatine göre söz konusu mektuplar, temel duyguların çalkalandırılması ve halen ölümcül şiddet şeklinde kendini göstermiş olan bileşik önyargıların katılaştırılması ile kanlı bir intikama çağrı şeklinde değerlendirilebilecektir. Ayrıca, mektupların 1985’ten buyana çok ciddi can kayıpları ve bölgenin büyük bir kısmında olağanüstü hal ilan edilmesine sebebiyet verecek şekilde güvenlik kuvvetleri ile PKK kuvvetleri arasında ciddi çatışmaların devam etmekte olduğu Güneydoğu Türkiye’deki güvenlik durumu bağlamında yayınlanmış olması da dikkate alınmalıdır (bkz., yukarıda anılan Zana kararı, s. 2539, Madde 10). Bu bağlamda, mektupların içeriğinin iddia edilen zulümlerin sorumlusu olarak gösterilenlere karşı köklü ve mantık dışı bir nefret uyandırarak bölgede daha fazla şiddete sebebiyet verebilecek şekilde değerlendirilmelidir. Gerçekten de, okuyucuya iletilen mesaj, saldırgan ülke karşısında şiddete başvurmanın gerekli ve haklı bir önlem olduğudur.

Ayrıca “Suç Bizim” başlıklı mektubun kişileri isimleri ile tanımlayarak, bunlara karşı olan nefretin alevlendirildiği ve bu şahısların fiziksel şiddet tehlikesine maruz bırakıldığı da dikkate alınmalıdır. Mahkeme bu açıdan, yetkililer tarafından Devletin toprak bütünlüğüne zarar verilmesi ile ilgili gerekçelerin vurgulandığı başvuranın mahkûmiyetine ilişkin nedenleri, başvuranın ifade özgürlüğü aleyhinde bir müdahale için ilgili ve yeterli bir dayanak olarak kabul etmektedir. Mahkeme, “bilgi” ve “görüşlerin” sadece kırıcı, şaşırtıcı veya rahatsız edici olmasının müdahalenin haklı gösterilmesi için yeterli olmayacağını yinelemektedir. Mevcut davada söz konusu olan nefret konuşmaları ve şiddetin yüceltilmesidir. (par. 62) Aynı şekilde Hocaoğulları/Türkiyexxvii kararında bir dergide yayınlanan “Gençlik İsyan Demektir” başlıklı makalede şiddeti teşvik mahiyetinde ifadelere yer verildiği için başvuru sahibinin ifade özgürlüğünün ihlal edilmediğine karar verilmiştir. AİHM bu davada şu tespitte bulunmuştur:

Gençlere seslenen ve hiçbir devrimin insan zayiatı olmadan gerçekleşemeyeceği görüşünü savunan yazarın dili barışa ve siyasi sorunların çözümüne çağrı olarak kabul edilemez. AİHM «(…) Diyarbakır zindanlarında işkenceci faşistlere sır verip ser vermeyerek ve Kızıldere’de düşmanları: ‘biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik, diye selamlayarak dönenlere kavgalarının gelip geçici olmadığını bildirirler. Hem de canları pahasına. Evet, belki yenildiler. Ama direndiler. Çünkü gerçek zaferin böyle küçük ama kararlı direnişlerle kazanılacağını biliyorlardı’ gibi ifadelerinin kullanımıyla net bir biçimde mücadelenin geçici olmadığı düşüncesinin vurgulandığını hatırlatmaktadır. Bunun yanı sıra, bütünü itibariyle şiddet kullanımını, silahlı direnişi veya başkaldırıyı tahrik eder bir makale olarak değerlendirilebilir.”

c. Şiddete teşvik niteliğinde de olsa edebi metinlerde ifade özgürlüğünün alanı geniştir.

Karataş/Türkiyexxviii kararında AİHM cezaya konu olan ifadelerin nerede yayınlandığını dikkate almıştır. Mahkeme, bir şiir kitabındaki şiddete çağrı niteliğindeki ifadeleri 10.madde kapsamında bulmuştur. “Dersim – Bir İsyanın Türküsü” adlı şiir kitabında şiddete çağrı niteliğinde bazı şiirlere yer verilmiştir. Bunlardan ikisinde şu ifadeler mevcuttur:

[Özgürlük klanın yasasıdır]“…

Kutsal ellerimizde

büyük bir tutku büyüyor

– eski Kürdistanın ışığı

Gün ışığında Munzur suyu kanımızla ala bulanmadıkça

Osmanlı fahişesinin eniklerinin ezmesine izin vermeyeceğiz

Ötesi

Binlerce yıldır kanuna uyduk

Özgürlük klan yasasıdır.”

[Sessizce Deşt köyüne doğru baktılar]

Direniş ve ihanet

Özgürlük ve esaret

Yan yana… Bir kanun olarak kabul etmedik mi

Binlerce yıldır

Kan kanla yıkanır diye?”

Avrupa İnsan Hakları Komisyonu bu sözleri ifade özgürlüğü çerçevesinde görmemiştir. Komisyon görüşünü şu şekilde temellendirmiştir: “Komisyon mevcut davaya ilişkin bir özelliğin başvuranın kendisini şiir yoluyla ifade etmeyi tercih etmesi olduğu kanaatindedir. Ancak, şiirin imtiyazları göz önünde bulundurulduğunda, Komisyon başvuranın şiirlerinin bir bölümünün Türk Devleti aleyhine silahlı ayaklanmayı ve bu mücadelede şehitliği övdüğünü tespit etmiştir. Bağlama dayalı olarak okunduğu zaman, kullanılan bazı ifadeler okuyucularda başvuranın Türk Devleti aleyhine silahlı mücadeleyi teşvik ettiği ya da buna davet ettiği ve bölücü amaçlara yönelik şiddeti desteklediği izlenimi yaratma kapasitesine sahiptir. Bu koşullar altında, başvuranın mahkûmiyeti ve kendisine uygulanan ceza acil bir sosyal ihtiyaca cevap verme ve sonuç olarak, demokratik bir topluluk için gereklilik olarak kabul edilebilir.” AİHM, Komisyonun görüşlerine katılmamıştır. Mahkeme, şu gerekçelerle 10. maddenin ihlal edildiğine karar vermiştir:

Mahkeme, ancak, başvuranın görüşlerini ‘devlet güvenliği’, kamu ‘düzeni’ ve ‘toprak bütünlüğü’ üzerindeki potansiyel etkilerini önemli ölçüde sınırlayacak şekilde kitle iletişim yolu yerine şiir yoluyla açıklayan bir birey olduğunu göz önünde bulundurmaktadır. Nitekim, şiirlerin bazı bölümlerinin ton açısından gayet agresif olmasına ve şiddet kullanmaya davet etmesine rağmen Mahkeme doğası açısından şiirlerin sanatsal olmalarının ve sınırlı biretkiye sahip olmalarının bir ayaklanmaya davetten ziyade zor siyasi konum itibariyle derin bir üzüntü ifadesini içerdiklerini göz önünde bulundurmaktadır.”(par. 52)

Ayrıca Mahkeme, başvuru sahibine verilen 13 aydan fazla hapis cezasının hedeflenen amaçlar açısından ölçüsüz olduğuna ve dolayısıyla “demokratik bir toplumda gerekli” olmadığına karar vermiştir.

d. Siyasilerle ve Hükümetle ilgili eleştirilerde ifade özgürlüğünün alanı daha geniştir.

AİHM, siyasi aktörlere yönelik eleştirilerde sınırın ve hoşgörünün, normal kişilere yönelik eleştirilerle karşılaştırıldığında, daha geniş olduğunu kabul etmektedir. Ancak burada da temel şartlardan biri, ifadenin şiddete, teröre, ayaklanmaya teşvik edici mahiyette olmamasıdır. Örneğin Birol/Türkiyexxix kararında, İlknur Birol adlı bir öğretmenin mensup olduğu sendikanın bir mitinginde dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ağar’la ilgili olarak “Eli kanlıları hükümetin başına getiriyorlar. Eli kanlı faşistleri Adalet Bakanı yapıyorlar” dediği için cezalandırılmasını 10.maddenin ihlali olarak değerlendirmiştir. AİHM’ye göre “Dava konusu konuşma, politik bir kişinin Adalet Bakanı olarak atanmasıyla ilgili hükümet politikasının kritiğini içermektedir” (par. 27). Ayrıca mahkemeye göre “konuşmanın bazı kısımları dönemin Adalet Bakanının kişiliği hakkında negatif bir tablo çizse de, şiddet kullanmaya, başkaldırıya, silahlı direnişe teşvik edici mahiyeti bulunmamaktadır ve kin güden bir beyanat içermemektedir.”(par. 29).

Hükümete ve hükümet politikalarına yönelik eleştirinin sınırı bireylere ve siyasetçilere yönelik eleştiriye oranla daha geniştir. Ceylan/ Türkiyexxx kararında, Petrol-İş Sendikası Başkanı olan başvurucunun bir haftalık gazetede yayınladığı yazısı gündeme gelmiştir. Başvurucu Münir Ceylan, yazısında özellikle “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da giderek yoğunlaşan devlet terörü”nden ve “Z”ndan bahsetmiştir. AİHM öncelikle “’Devlet terörü’ ve ‘katliam’ kelimelerinin kullanılmasının da gösterdiği gibi, ülkenin ilgili bölgelerinde Türk yetkililerinin fiilleri hakkındaki eleştiri sert, kullanılan dil ise keskindir” tespitinde bulunmuştur (par. 33). Ancak Mahkeme, “Sözleşmenin 10. maddesinin 2. paragrafı bağlamında, siyasi söylem veya kamu çıkarı ile ilgili konulardaki kısıtlamanın dar” olduğunu ve Hükümetlerin güçlü pozisyonlarından dolayı onlara yönelik eleştiri sınırının geniş olması gerektiğini hatırlatmıştır (par. 34). En önemlisi “Mahkeme, başvuranın sendika lideri ve bir siyasetçi olarak yazdığını ve bu makaledeki sert üslûba rağmen, şiddeti, silahlı direnişi ya da isyanı teşvik etmediğini gözlemlemiştir.” Gerçekten de Mahkeme’nin hemen her davada dikkat çektiği husus şikayet konusu sözlerin “şiddeti, silahlı direnişi veya isyanı/ayaklanmayı” teşvik edip etmediğidir.

2. 2. Şiddete Teşvik ve “Açık ve Mevcut Tehlike” Kriteri

Yeni Türk Ceza Kanununun (TCK) 1. maddesinin gerekçesinde “totaliter devlet” ile “hukuk devleti” arasındaki farka dikkat çekilerek kanunun özgürlükçü felsefeye dayandığı ifade edilmiştir. TCK 1. Maddenin gerekçesinde bu iki anlayış şu şekilde açıklanmıştır:

Tarihte ve günümüzde totaliter devletler, ideolojilerini benimsetmek ve rejimi ayakta tutmak için ceza kanunları yoluyla kişi hak özgürlüklerini ya geniş biçimde sınırlandırmışlar ya da ortadan kaldırmışlardır. Demokratik hukuk devletleri ise ceza kanunlarının kötüye kullanılmasını önlemek için, bu kanunların temel ilkelerine anayasalarında yer vermektedirler.”

Olağanüstü durumlar “hukuk devleti” uygulamasından uzaklaşılıp, siyasal düzlemde üretilen söylemlerin benimsetilmesi ve statükoların korunması için baskıcı uygulamaların öne çıktığı “totaliter devlet” anlayışına geçişin yaşandığı durumlardır.

Yeni TCK’nın “hukuk devleti” anlayışını hâkim kılmak amacıyla attığı adımlardan biri ifade özgürlüğünü daha iyi koruyacak bazı kavramlara kanunda yer vermek olmuştur. “Açık ve mevcut tehlike” kriteri 5237 sayılı yeni TCK’nın 216. maddesine girmiştir.xxxi Halkın bir kesimini diğeri aleyhine kin ve düşmanlığa tahrik suçunun “soyut tehlike” suçu olmaktan çıkarılıp “somut tehlike” suçuna dönüştürülmesi ifade özgürlüğünün alanının genişletilmesi bakımından olumlu bir gelişmedir. Kısacası, bu suçun oluşabilmesi için söz konusu tehlikenin sadece soyut olarak var olması yeterli değildir. Maddenin gerekçesinde de belirtildiği üzere, “böyle bir tehlikenin varlığı somut olarak, açıkça tespit edilmedikçe söz konusu suçtan dolayı cezalandırma yoluna gidilemez.”xxxii

Ancak hemen belirtmek gerekir ki “açık ve mevcut tehlike” kriteri tek başına ifade özgürlüğünü koruyucu bir kriter değildir. Tehlikenin açık, mevcut veya yakın olup olmadığını belirlemede takdir yetkisini kullanan yargıçların bu kriteri “hak-eksenli” ve özgürlükçü bir yaklaşımla yorumlayıp uygulaması çok önemlidir. Türk anayasa yargısında bu kriterin, “açık ve öngörülebilir tehlike” olarak, özgürlükleri sınırlayıcı bir yaklaşımla kullanıldığını söyleyebiliriz.xxxiii Yargıtay da bu konuda ikircikli bir tavır takınmıştır. Yargıtay Ceza Genel Kurulu tarafından 13’e karşı 14 oyla verilen 2004/2006 nolu kararda 312. maddenin özgürlükçü bir yorumu yapılmış, madde ile önlenmeye çalışılan tehlikenin soyut değil somut tehlike olduğu, ifadenin kamu düzeni için açık ve yakın tehlike oluşturması gerektiği ve bunun da ancak şiddete çağrı niteliğinde gerçekleşebileceği vurgulanmıştır.xxxiv Bu karardan kısa

bir süre sonra verilen başka bir kararda ise şiddet unsurunun varlığı vurgulanıp gösterilmeden 312. madde ifadeyi daraltıcı bir şekilde yorumlanıp uygulanmıştır. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 2005/30 nolu bu kararında “başörtüsünü İslam’ın sembolü olarak nitelendiren” yazarın “sistem ve hukuksal gerçeklik karşısında düşünce veya din ve inanç özgürlüğü kapsamında kalmadığı açık ve tartışılmaz olan başörtüsüne yönelik mahkeme kararlarıyla istikrar kazanmış uygulamaları İslam’a saldırı olarak göstermek suretiyle hitap ettiği kitleyi tahrik etmekte” olduğu sonucuna ulaşılmıştır.xxxv

AİHM kararları ışığında denebilir ki, korunan hukuki değer “kamu güvenliği”dir, “devletin güvenliği” değil.xxxvi Türkiye’de “kamu” (public) terimi özellikle yargı camiasında ısrarla “devlet” karşılığında kullanılmaktadır. Böyle olunca da “kamusal alan”, “devlet alanı”na, “kamu güvenliği” de kolayca “devlet güvenliği”ne dönüşebilmektedir. Oysa kamusal alan (public sphere) sınırlamalardan ziyade özgürlüklerin esas alındığı, bireylerin ve toplulukların kendi kimlikleriyle ve kendileri olarak serbestçe katılacakları, kendilerini ifade edecekleri ve başkalarıyla diyaloga girebilecekleri ortak alanları ifade etmektedir.

2. 3. Terörle Mücadele Kanununda Değişiklikler ve İfade Özgürlüğü

Türkiye’nin Strasbourg’ta ifade özgürlüğünü ihlalden mahkûm olmasının en önemli nedenlerinden biri Terörle Mücadele Kanunu’ndaki ifadeyi sınırlandıran hükümlerdir. Özellikle mülga 8. maddeden dolayı Türkiye’de mahkûm olup da AİHM’ye gidenlerin nerdeyse tamamı davaları kazanmışlardır. Bu bağlamda Terörle Mücadele Kanun’un, güvenlik güçlerinin talepleri doğrultusunda değiştirilmesixxxvii sonucunda ifade özgürlüğü açısından da yeni tartışmalar ortaya çıkmıştır. Bu tartışmaları şu şekilde özetleyebiliriz.

Terör örgütünün ve AMACININ propagandasını yasaklayan 7. madde, eleştirilerden sonra “amacının” sözcüğü çıkarılarak kabul edilmiştir. Ancak bu sözcüğün yarattığı problem büsbütün ortadan kalkmış değildir. Çünkü Ceza Kanun’un 220. maddesinin 8. fıkrasına göre somut olay gözetilerek olay bazında verilmiş, yerel mahkeme yönünden bağlayıcı dahi olmayan kesinleşmemiş bir karardır. Yerel mahkeme yönünden bağlayıcılığı bulunmayan ve Yüksek CGK’nun yerleşik görüşünü yansıtmayan bahse konu kararın içtihat niteliği bulunmadığından, konunun bütün yönleriyle irdelenmesi gerekmektedir.”

Örgütün veya amacının propagandasını yapan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

6. maddeye eklenen ek fıkra da tartışmalara yol açmaktadır. Buna göre “Terör örgütünün faaliyeti çerçevesinde suç işlemeye alenen teşvik, işlenmiş olan suçları ve suçlularını övme veya terör örgütünün propagandasını içeren süreli yayınlar hâkim kararı ile gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de Cumhuriyet savcısının emriyle tedbir olarak on beş günden bir aya kadar durdurulabilir. Cumhuriyet savcısı, bu kararını en geç yirmi dört saat içinde hâkime bildirir. Hâkim kırk sekiz saat içinde onaylamazsa, durdurma kararı hükümsüz sayılır.” Bu hüküm, olağanüstü dönemde uygulanan bir tedbirin olağan döneme taşınması ve olağanlaştırılması anlamına gelebilecek niteliktedir. Hâkim kararı olmadan bir savcının üç gün süreyle süreli yayınları durdurabilecek olması özellikle basın özgürlüğü açısından tartışmalı bir durum yaratmaktadır.

6 ve 7. maddelerde, daha önce de bulunan, bazı fiillerin “basın ve yayın yoluyla işlenmesi hâlinde, basın ve yayın organlarının suçun işlenişine iştirak etmemiş olan sahipleri ve yayın sorumluları hakkında” da cezaya hükmedileceği belirtilmektedir.

Buradaki tartışma, suçun işlenişine iştirak etmemiş olan yayın sahiplerinin ve yayın sorumlularının da cezalandırılmasının “cezaların şahsiliği” ilkesiyle bağdaşıp bağdaşmadığı noktasında odaklanmaktadır. Basın Kanunu’na göre cezai sorumluluk süreli ve süresiz yayınlarda eser sahibine (yazara) aittir. “Cezai sorumluluğun şahsiliği”ni Anayasa güvence altına almıştır. Cumhurbaşkanı bu nedenle de Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası açmıştır. Peki Anayasa Mahkemesi’nin bu konudaki yorumu nedir?

3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu 12.4.1991 tarihinde kabul edildikten yaklaşık bir ay sonra dönemin Ana muhalefet Partisi (Sosyal demokrat Halkçı Parti) tarafından bazı maddelerinin Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne taşınmıştır. Anayasa Mahkemesi 1992/20 sayılı kararıyla TMK’nın bazı maddelerini iptal etmiştir. Ancak Mahkeme, kanunun mevkute sahiplerinin de cezalandırılmasını öngören hükümlerini Anayasaya aykırı bulmamıştır.xxxviii Anayasa Mahkemesi’ne göre, dava konusu kuralla süreli yayın sahipleri açısından öznel (subjektif) sorumluluk yerine “nesnel (objektif) sorumluluk” ilkesi benimsenmiş, bu kişilerin sorumlu tutulabilmesi için “kasıt”, bilerek yayınlatma” ve “iştirak”ten söz edilmemiş, sahibi bulundukları yayınlarda konusu suç teşkil eden bir yayının yapılması yeterli sayılmıştır.xxxix Mahkeme 1966/36 sayılı kararına atıf yaparak şu tespitte bulunmuştur:

Mevkute ve eser sahibinin sorumluluğu konusunda bir kimsenin eyleminden dolayı diğer bir kimseye ceza sorumluluğu yükleniyor gibi görünmekte ise de, gerçekte, sorumluluğun hukuksal nedeni sorumlu tutulanların kendi kusuruna dayanmaktadır. Bu kusur, yükümlü olduğu özeni göstererek yasak eylemin işlenmesine engel olmamaktan doğmakta ve böylece sorumlu tutulan kimsenin davranışı ile meydana gelen sonuç arasında nedensellik (illiyet) bağı kurulmaktadır.”xl

Anayasa Mahkemesi, terörle mücadelenin “ayrıksı” hükümler konulmasını zorunlu kılabileceği gerçeğinden hareketle gazete sahibinin sorumlu davranması gerektiğini hatırlatmıştır. Anayasa Mahkemesi bu konuda şunları söylemiştir.

Günümüzde basın, temsil ettiği teknolojik düzey ve sermaye gücüyle endüstriyel ve ticari bir sektördür. Başta yazı işleri müdürü olmak üzere gazetede çalışan basın mensuplarının özenle seçilmelerini sağlamak gazete sahibinin görevidir. Terörü önleme konusunda getirilen kuralların eksiksiz uygulanması gereği ve bir bütünlük taşıması toplum yararına kamu düzeni için genel kurallara ayrıklık oluşturan hükümler konulması zorunluluğunu getirmektedir”.xli

Anayasa Mahkemesi, sonuç olarak, TMK’nın 6. maddesinin süreli yayın sahiplerinin de cezalandırılmasını öngören hükmünü Anayasa’nın 38. maddesindeki “cezaların kişiselliği” ilkesine aykırı görmeyerek beşe karşı altı oyla iptal isteminin reddine karar vermiştir.xlii

Hemen belirtmek gerekir ki bu kararı veren Mahkeme heyetinden sadece bir üye (Haşim Kılıç) hâlen görev yapmaktadır. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi’nin bu konudaki içtihadının değişmesi olasılığı vardır.

Ancak AİHM de süreli yayınlarda yayınlanan yazılardan dolayı editör ve yayın sahiplerinin sorumlu tutulmasını Sözleşme’ye aykırı görmemektedir. Örneğin Sürek (No.1) kararında dergi sahibinin okur mektuplarından dolayı sorumlu tutulmasına yönelik itiraza AİHM şu cevabı vermiştir:

Başvuranın bu mektuplarda bulunan görüşler ile şahsen bağlantılı olmadığının doğru olmasına rağmen, mektupların yazarlarına şiddet ve nefretin körüklenmesi için bir araç temin etmiştir. Dergi ile sadece ticari açıdan bağlı olduğu ve yazı işleri müdürlüğü sorumluluğu taşımadığı gerekçesi ile mektupların içeriğine ilişkin her türlü cezai sorumluluktan muaf tutulması gerektiği yönünde başvuran tarafından ileri sürülen iddiayı reddetmektedir. Başvuran mal sahibi olup, bu konumu itibarıyla derginin yazı işleri yönetimini şekillendirme hakkına sahiptir. Bu nedenle, halk için bilgi toplanması ve dağıtılması konusunda derginin yazı işleri ve muhabir personelinin görev ve sorumlulukları açısından vekâleten sorumlu olup, bu durum çatışma ve gerginlik durumlarında daha büyük önem taşımaktadır.” (par. 63)

Aynı şekilde Hocaoğulları kararında da AİHM derginin yazı işleri müdürü olan başvuru sahibinin kendisinin kaleme almadığı yazılardan dolayı sorumlu tutulamayacağına dair itirazını reddetmiştir.xliii

Bu noktada belirtmek gerekir ki, yayın sorumlularının süreli yayınlarda yayınlanan yazılardan dolayı sorumluluklarının söz konusu olması belki anlaşılabilir. Zira bu kişiler yayınlanan haber ve makaleleri denetleme yetkisine sahip oldukları için konusu suç teşkil eden yazıların yayınlanmasında bir ölçüde ortak sorumluluğa sahip oldukları söylenebilir. Ancak, süreli yayın sahiplerinin de sorumlu tutulmasını anlamak zordur. Özellikle onlarca ulusal ve yerel süreli yayına sahip kişilerin yayınlanan yazılardan dolayı sorumlu tutulmaları, cezaların şahsiliği ilkesini ihlal edici niteliktedir.

Sonuç yerine

İstisna hâlinin sona ermesinde ve siyasal/hukuksal düzenin normalleşmesinde ifade özgürlüğü önemli bir işlev görmektedir. İstisna hâlindeki baskıcı, otoriter uygulamalara yönelik eleştiriler ve en önemlisi bu uygulamaların süreklileştirilmesine karşı dile getirilen itirazlar ancak sözün serbestçe söylenebildiği durumlarda mümkündür. İstisna hâllerinin en karanlık noktası sözün askıya alındığı anlardır. Söz askıya alındığında meydan şiddete kalmaktadır. Şiddetin söz sahibi olduğu yerde de olağanüstünün olağanlaşması ve istisnanın kural haline gelmesi kaçınılmazdır. Bu anlamda terörle mücadelede şiddeti tek “Z” olarak gören yaklaşım sosyal/siyasal/hukuksal düzenin sürekli istisna durumunda kalmasına hizmet edecektir. Bu da “öteki”nin susturulmasına ve tasfiye edilmesine dayalı, “devlet-eksenli” bir istisna durumunun, kitlesel desteğin de etkisiyle, farklı biçimler altında yeniden üretilmesine neden olacaktır.

Şiddetle ifade özgürlüğü arasında empirik düzlemde ters orantılı bir ilişki vardır. Şiddetin yoğun olduğu dönemlerde “tehditler” karşısındaki korku büyüyor, bu da beraberinde özgürlüklerin, özellikle de muhalif düşünceleri ifade etme özgürlüğünün kısıtlanmasını getiriyor. 11 Eylül sonrasında liberal demokrasilerin yaşadığı özgürlük krizi, terörün toplumda yarattığı panik ve korkunun yönetilememesinden kaynaklanmaktadır. Bu korku atmosferinde siyasal ve toplumsal paranoya örneklerine sıkça rastlanıyor. Kısacası bu tür dönemlerde insanlar, Amerikan Yüksek Mahkemesi yargıçlarından Brandeis’in dediği gibi, “cadılardan korkup, kadınları yakıyorlar”.

McCarthyizm, kolu sıvalı amerikanizmdir” diyen ve aynı zamanda boksör olan Senatör Joseph McCarthy’nin hayaleti küreselleşmenin de etkisiyle her yerde dolaşıyor. Şiddete dayalı MCarthyizm, ifade özgürlüğü düzleminde “öteki”nin susturulmasını, konuştuğunda cezalandırılmasını savunur. Oysa ifade özgürlüğü, bir anlamda “öteki”nin özgürlüğüdür. “Öteki” ile ilişkilerde yaşanan sorunlar, ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasını beraberinde getirmektedir. Ötekinin engellenmesi, bastırılması liberal demokrasilerde yaşanan özgürlük krizinin en önemli nedenlerinden biridir. “Öteki” ile ontolojik ilişkimizi sağlam bir moral temele oturtmadan özgürlükten bahsedemeyiz. Çünkü öteki gerçekte bizim dışımızda olan değil; aynadaki yansımamızdır.

Ötekinin susturulması, aynı zamanda onun siyasal özne olma hakkını elinden almaktır. Zira konuşma veya ifade, Hannah Arendt’in dediği gibi, “kişiyi siyasal varlık yapan unsur”dur. Siyasal varlık olmak, bir tercihten ziyade zorunluluğu ifade etmektedir. Her birimizi birer “zoon politikon” olarak formatlayan bir dünyada ifade özgürlüğü, kendimizi ve başkalarını tanımlamada, anlamada ve algılamada, bu çerçevede başkalarıyla ilişkilerimizi belirlemede ihtiyaç duyduğumuz bir değerdir. Bu değerin değerini bilmeliyiz.

TBB Dergisi, Sayı 71, 2007, s.201

iBu makale, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İnsan Hakları Merkezi ile İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP) tarafından 30 Kasım- 2 Aralık 2006 tarihleri arasında düzenlenen “İfade Özgürlüğü: İlkeler ve Türkiye” başlıklı uluslararası sempozyumda sunulan bildirinin genişletilmiş halidir.

iiDoç. Dr., P.A. Güvenlik Bilimleri Fakültesi Anayasa Hukuku öğretim üyesi. Zühtü ARSLAN

iiiGiorgio Agamben, State of Exception, trans. K.Attell, (Chicago The University of Chicago Press, 2005), s.2, 4.

ivWalter Benjamin, “Theses on the Philosophy of History”, in Illuminations, (New York Schocken, 1969), s.257.

vHerbert Marcuse, “Repressive Tolerance”, in Paul Connerton (ed.), Critical Sociology, (New York Penguin, 1976), s.320.

viNitekim Adalet Bakanı Cemil Çiçek Terörle Mücadele Yasasında değişiklik yapan yasa tasarısının Meclis Genel Kurulu’nda görüşülmesi sırasında yaptığı konuşmada bu terör tehdidinin sürekliliğine dikkat çekmiştir. Adalet Bakanına göre “terör, devam eden bir süreç, dinamik bir olgu, bugün bu şekilde yarın başka bir şekilde, bugün bu örgüt altında yarın başka bir örgüt altında varlığını sürdüren bir olgu”dur. Bkz., Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem 22, Yasama Yılı 4, Cilt 126, 122. Birleşim, 29 Haziran 2006. http://www.tbmm.gov.tr/tutanak/donem22/ yil4/bas/b122m.htm

viiBenedict De Spinoza, A Theologico-Political Treatise and A Political Treatise, trans. R. H. M. Elwes, (New York Dover Publications, 1951), s. 257. Spinoza’nın siyaset üzerine iki temel denemesini içeren bu yapıtı kısmen Türkçe’ye çevrilmiştir. Bkz., Spinoza, Siyaset Üzerine (Seçmeler), Çev. A. Timurçin, (İstanbul Morpa Kültür Yayınları, 2004); Spinoza, Tractatus Politicus, Çev. M. Erşen, (Ankara Dost Kitabevi,2007)

viiiSpinoza, A Theologico-Political Treatise, s. 258

ixSpinoza, A Theologico-Political Treatise, ss. 258-259.

xSpinoza, A Theologico-Political Treatise, ss. 261-262

xiSpinoza, A Theologico-Political Treatise, s. 262.

xiiSpinoza, A Theologico-Political Treatise, s. 262. Spinoza, bu sözlerinin devamında, bir kişinin farklı düşüncelerini saklamayıp dile getirdiği için, adeta suçlular gibi, sürgüne gönderilmesinin ve hiçbir suç işlememiş ve kötülükte bulunmamış bir aydının “düşman” görülmesinin bir devlet için ne büyük talihsizlik ve zarar verici durum olduğunu vurgulamıştır. Spinoza, A Theologico-Political Treatise, s. 263.

xiiiSpinoza, A Theologico-Political Treatise, s. 264.

xivSpinoza, A Theologico-Political Treatise, s. 265.

xvSpinoza, A Theologico-Political Treatise, ss. 259-260.

xviRakamlar için bkz., www.echr.coe.int.

xviiE. 1990/25, K. 1991/1, K. T. 10.1.1991, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi (AMKD), Sayı 27/1, ss. 92-93.

xviiiAMKD, Sayı 27/1, s.100. Mahkeme bu görüşünü şu sözlerle daha da açmıştır: “Anayasa Mahkemesi Anayasa’ya uygunluk denetimi için önüne getirilen ve yasama veya yürütme organı tarafından yürürlüğe konulan düzenleyici işlemin hukuksal nitelemesini yapmak zorundadır. Çünkü Anayasa Mahkemesi, denetlenmesi istenilen metine verilen adla kendisini bağlı sayamaz. Bu nedenle, Anayasa Mahkemes olağanüstü hal KHK’si” adı altında yapılan düzenlemelerin Anayasa’nın öngördüğü ve Anayasa’ya uygunluk denetimine bağlı tutmadığı gerçekten bir olağanüstü hal KHK’si” niteliğinde olup olmadıklarını incelemek ve bu nitelikte görmediği düzenlemeler yönünden Anayasa’ya uygunluk denetimi yapmak zorundadır. Anayasa’nın 148. maddesi yalnızca olağanüstü hal KHK kuralı niteliğinde olan düzenlemelerin Anayasa’ya uygunluk denetimine bağlı tutulmalarına engel oluşturur.” AMKD, Sayı 27/1, s.102.

xixAMKD, Sayı 27/1, s.108.

xxBkz., Çetin ve diğerleri/Türkiye, (Başvuru No: 40153/98, 40160/98), par.61.

xxiE.2003/28, K.2003/42, K.T.22.5.2003, AMKD, Sayı 40/1, s.92.

xxiiHalis Doğan ve diğerleri/Türkiye, (Başvuru No: 50693/99), 10 Ocak 2006.

xxiiiAynı yönde kararlar için bkz., Çetin ve diğerleri/Türkiye, (Başvuru No: 40153/98, 40160/98), 13 Şubat 2003; Mehmet Emin Yıldız ve diğerleri/Türkiye, (Başvuru No:60608/00), 11 Nisan 2006.

xxivTüzel/Türkiye, (Başvuru No: 57225/00), 21 Şubat 2006.

xxv23 Zana/Türkiye, B. N. 69/1996/688/880, 25 Kasım 1997. Alıntılarda kararların Adalet Bakanlığı’nın internet sitesinde (www.adalet.gov.tr) yer alan Türkçe çevirilerinden de yararlanılmıştır.

xxviSürek/Türkiye (No.1), B. N. 26682/95, 8 Temmuz 1999.

xxviiHocaoğulları/Türkiye, B. N. 77109/01, 7 Mart 2006.

xxviiiKarataş/Türkiye, B. N. 23168/94, 8 Temmuz 1999.

xxixBirol/Türkiye, (Başvuru No: 44104/98), 1 Mart 2005.

xxxCeylan/Türkiye, B. N. 23556/94, 8 Temmuz 1999

xxxiTCK’dan önce bu kriter 2002 tarihinde yapılan değişiklikle 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 17 ve 19. maddelerine girmiştir. Bu kanunun 17. maddesine göre “Bölge valisi, vali veya kaymakam, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla belirli bir toplantıyı bir ayı aşmamak üzere erteleyebilir veya suç işleneceğine dair açık ve yakın tehlike mevcut olması hâlinde yasaklayabilir.” Aynı şekilde 19. maddenin 2. fıkrasına göre “Valiler de aynı sebeplere dayalı olarak ve suç işleneceğine dair açık ve yakın tehlike mevcut olması hâlinde; ile bağlı ilçelerin birinde veya birkaçında bütün toplantıları bir ayı geçmemek üzere yasaklayabilir.”

xxxiiTCK 216. maddenin gerekçesinde tehlikenin somut olması şartı şu şekilde açıklanmıştır: “Söz konusu suçun oluşması için, kamu güvenliğinin bozulması tehlikesinin somut olgulara dayalı olarak varlığı gereklidir. Bu tehlike, somut bir tehlikedir. Bu somut tehlikenin gerçekleşip gerçekleşmediğini belirlerken failin söz ve davranışlarının neden olduğu tehlike neticesinin gerçekleşmesi gerekir. Hâkim, kullanılan ifadeler dolayısıyla bu tehlikenin gerçekleşip gerçekleşmediğini, dayanak noktalarını göstermek suretiyle belirleyecektir. Bu kapsamda, kişinin söz ve davranışlarının kamu güvenliğini bozma açısından yakın bir tehlike oluşturduğunun tespit edilmesi gerekir. Kişinin söz ve davranışlarının, halkın bir kesimi üzerinde tahrik konusu fiillerin işleneceği hususunda duyulan endişeyi haklı kılacak bir etki oluşturması gerekir. İfade özgürlüğü ile bu tip tehlike suçları arasında “açık ve mevcut tehlike” kriterinin var olması gerekir. Buna göre, yapılan konuşma veya öne sürülen düşünceler toplum açısından açık ve mevcut bir tehlike oluşturduğu takdirde yasaklanabilmekte, keza böyle bir tehlikenin varlığı somut olarak, açıkça tespit edilmedikçe söz konusu suçtan dolayı cezalandırma yoluna gidilemez.”

xxxiiiBu konuda bkz., Zühtü Arslan, Anayasa Teorisi, (Ankara: Seçkin Yayıncılık, 2005).

xxxivYargıtay Ceza Genel Kurulu, E. 2004/8-130, K. 2004/206, K. T. 23.11.2004. Yargıtay Ceza Genel Kurulu bu kararında 312. maddedeki suçun tespitinde, yeni TCK yürürlüğe girdikten sonra da geçerli olacağını belirttiği, on ilkenin dikkate alınması gerektiğini vurgulamıştır. Bu “on ilke” şunlardır: “Suçun oluşması için;

1. Eylemin aleni yapılması,

2. Kışkırtmanın; sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılıklarından en az birine dayanılarak ve bu kesimleri karşı karşıya getirmek amacıyla gerçekleştirilmesi,

3. “Suç ve ceza da yasallık ilkesi” nedeniyle kışkırtmanın, aynı sosyal sınıf, aynı ırk, aynı din, aynı mezhep yada aynı bölgeye mensup olup da farklı görüş veya düşünceye sahip olanların bu özelliklerine dayandırılması halinde anılan suçun oluşmayacağının bilinmesi,

4. Kışkırtmanın, farklı halk topluluklarını birbirine karşı düşmanlığa ve kin beslemeye sevk etmesi ve fakat bu halin “kamu düzeni” için tehlikeli olabilecek bir şekilde ve yeterlilikte olması,

5. 4744 sayılı Yasa gerekçesinde de açıklandığı üzere, tanımlanan tehlikenin soyut olmayıp somut ve yakın tehlike olduğunun göz önünde tutulması ve Yargıtay 8. Ceza Dairesinin birçok kararına yansıtıldığı üzere, kışkırtmanın şiddet çağrısını içermesi,

6. Ne var ki, ilk bakışta açıkça saptanamasa dahi, muhatabı kitlenin algılayabileceği maharetli bir gizlilik altında yapılan düşmanlığa ve kin beslemeye elverişli şiddet çağrılarının, yakın tehlike yaratıp kamu düzenini tehlikeye sokacak somutluğa ulaşması hallerinde, suçun oluşacağının kabul edilmesi,

7. Tek başına yeterlilik arz etmeyen ancak, önceden veya sonradan yapılanlarla birlikte değerlendirildiğinde aynı okuyucu veya dinleyici kitlesine hitap ediyor oluşu nedeni ile, kitlelerde kin ve düşmanlık birikimi yaratacağı kabul edilen eylemlerin anılan suçu oluşturabileceğinin, ancak bunun için, bütünün parçalarının ayrı hükümlere konu edilmeyerek toplu şekilde yargılanmasının gerekli olacağının bilinmesi,

8. Öngörülen suç unsurlarından herhangi birinin eksikliği durumunda tanımlanan cürümün oluşmayacağı,

9. Ceza Yasası uygulamalarında, genişletilen ve kıyas düzeyine varan yorumlarla suçun varlığına hükmedilemeyeceği, bu itibarla şiddet çağrısını içermeyen, somut ve yakın tehlike düzeyine de ulaşmamış kışkırtmalara, dolaylı ve zorlayıcı soyutlukla anılan unsurları yakıştırarak, TCY’nın 312/2. maddesindeki suçun oluştuğunu kabullenmenin olanaklı bulunmadığı,

10. “Kuşkunun lehe yorumlanacağı” temel ilkesi gereği; aleniyetin varlığında, tahrikin yasada açıklanan farklılaşmalara dayalı olup olmadığında, halkın birbirine karşı düşmanlığa veya kin beslemeye sevk edilip edilmediğinde ya da sevk ediliyorsa bu sonucu yaratmaya yeterli bulunup bulunmadığında, kamu düzenini bozabilecek etkinliğe ulaşıp ulaşamadığında, soyutluktan kurtulup somut ve yakın bir tehlike haline dönüşüp dönüşmediğinde ve nihayet şiddet çağrısını taşıyıp taşımadığında kuşku hali doğduğunda, aşılması gerektiğinin ve aşılamıyorsa yorumun sanık yararına ve ifade hürriyetinin genişletme doğrultusunda yapılması icap edeceğinin gözönünde tutulması, Zorunluluk arz etmektedir.”

xxxvBurada ilginç bir nokta Eygi kararını veren YCGK’nun, Aydar kararının içtihat oluşturmadığını belirtmesidir. Eygi kararında esas incelemesine geçilmeden önce şu açıklamaya yer verilmiştir: “CGK’nun 2004/206 Karar sayılı ilamında, TCK’nun 312/2. maddesi yönünden ilke ve unsurların içtihat niteliğinde ortaya konulduğu belirtilmiştir. Anılan karar Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın itirazı üzerine

xxxviBu konuda bkz., Fazıl Hüsnü Erdem, “TCK’nun 312. maddesinin Koruduğu Hukuksal Değerin Kısa Bir Analizi: Türk Devlet Düzeni v. Demokratik Kamu Düzeni”, AÜHFD, 52/1 (2003): 37-62.

xxxvii35 TMK değişikliğinin arkasındaki nedeni Adalet Bakanı Cemil Çiçek Meclis Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada şu sözlerle açıklamıştır: “şu an, Türkiye’nin şu veya bu bölgesinde hayatını ortaya koyarak ülkenin birliği ve dirliği için mücadele veren insanlar, bizim yetkilere ihtiyacımız var, Terörle Mücadele Yasasının yeni baştan gözden geçirilmesine ihtiyacımız var diyor. Yani, durup dururken bu yasa niye geldi diyorsanız, bu ihtiyaçtan dolayı geldi. Bunu herkesin iyi anlaması lazım.” Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem 22, Yasama Yılı 4, Cilt 126, 122. Birleşim, 29 Haziran 2006

xxxviiiE. 1991/18, K. 1992/20, K. T. 31.3.1992, AMKD, Sayı 28 (1993): 232-368

xxxixIbid, s. 285.

xlIbid., s. 285-286.

xliIbid, s. 286.

xliiYekta Güngör Özden, Selçuk Tüzün, Ahmet N. Sezer, Haşim Kılıç ve Yalçın Acargün 6.maddenin son fıkrasının tümünün iptali yönünde oy kullanmışlardır. Ahmet N. Sezer “Karşıoy Gerekçesi”nde karara muhalefetini iptal davasını açan Partinin dava dilekçesindeki argümanlarına paralel şekilde aşağıdaki gibi açıklamıştır: “1961 Anayasası’nın 33.maddesindeki cezaların kişiselliği ilkesi aynen 1982 Anayasası’nın 38.maddesinde yer almıştır. Anayasa’nın 38.maddesinde “Ceza sorumluluğu şahsidir” denilmektedir. 1961 Anayasası’nın bu kurala ilişkin gerekçesinde; “Esasen bu kaidenin Anayasa’ya konulması sayesinde, basın davalarında yazı ve karika türün müellifinden başkasının (gazete sahip ve yazı işleri müdürlerinin) rasgele cezalandırılmasını derpiş eden kanun hükümleri bertaraf edilmiş olacaktır” denilmekte; 1982 Anayasası’nın “Danışma Meclisi” gerekçesinde ise “Beşinci fıkra, ceza sorumluluğunun şahsi olduğu; yani failden gayri kişilerin bir suç sebebiyle cezalandırılamayacağı hükmünü getirmektedir. Bu ilke dahi, ceza hukukuna yerleşmiş ve “kusura dayanan ceza sorumluluğu” ilkesine dahil terki mümkün olmayan bir temel kuraldır” denilerek ceza sorumluluğu yönünden objektif sorumluluğun kabul edilmediği belirtilmiştir. “Ceza sorumluluğunun kişiselliği” ilkesi herkesin kendi kusurlu eyleminden sorumlu olması demektedir. Oysa 6, 7 ve 8. Maddelerin son fıkralarında belirtilen durumlarda, süreli yayın sahibi “yayın eylemini” yapan kişi değildir. Bu durumlarda yayın sahibinin kendisine ait kusurlu bir eylemi bulunmazken cezalandırılması “ceza sorumluluğunun kişiselliği” ilkesine aykırıdır.” Ibid., s.360.

xliiiAİHM bu görüşünü şöyle temellendirmiştir: “Başvuranın bu makalede yer alan görüşler ile şahsen bağlantılı olmadığının doğru olmasına rağmen, yazarının şiddete ve nefrete daha az yer vermesi için çaba sarf etmemiştir. AİHM, yazarı olmadığı gerekçesi ile makalenin içeriğine ilişkin her türlü cezai sorumluluktan muaf tutulması gerektiği yönünde başvuran tarafından ileri sürülen iddiayı reddetmektedir. Başvuran derginin yazı işleri sorumlusu olarak yazı işleri yönetimini şekillendirme hakkına sahiptir. Bu nedenle, başvuran halk için bilgi toplanması ve dağıtılması konusunda derginin yazı işleri ve muhabir personelinin görev ve sorumlulukları açısından vekaleten sorumlu olup, bu durum çatışma ve gerginlik durumlarında daha büyük önem arz etmektedir”

-Bu yazı TBB dergisinin 71. sayısında yayımlanmıştır (2007).

“Cadılardan Korktular Kadınları Yakıyorlar”: AYM Kararlarının, Başkan Prof. Zühtü Arslan’ın Makalesi ile İmtihanı yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Uluslararası Ceza Mahkemelerinde Savaş Suçları

$
0
0

GİRİŞ

Savaş suçlarının tanımlanması ve bu suçları işleyenlerin cezalandırılması sorununa ilişkin düşüncelerin tarihi eski çağlara kadar uzanır. Buna karşın, 19. yüzyıl sonlarından itibaren uluslararası alanda bu konu kodifiye edilmeye başlanmıştır. Ancak, bu konudaki somut uygulamaya I.Dünya Savaşı sonrasında karşılaşmaktayız. Fakat bu uygulamanın başarısızlığı karşısında, uluslararası kamuoyu II. Dünya Savaşı sonrası dönemde daha duyarlı tepkiler göstermiş ve uluslararası alanda daha yoğun bir işbirliği sağlanmıştır.

20. yüzyılın sonlarında kurulan ad hoc uluslararası ceza mahkemeleri ve 21. yüzyılın başında uygulamaya geçen Uluslararası Ceza Mahkemesi savaş suçlarının tanımlanması ve suçluların cezalandırılması yönünde atılmış başarılı adımlardır.

Bu makalede savaş suçları ve bu suçların cezalandırılması yönünde yapılan çalışmalar inceleneceğiz.

A – KAVRAM OLARAK SAVAŞ SUÇU

Savaşan tarafların, savaş hukuku ve teamüllerini ihlal eden -düşman askeri güçlerine mensup- kişileri cezalandırmaları, uluslararası teamül hukukunun bir parçasını oluşturmaktadır[1]. 19. yüzyıldan başlayarak günümüze gelinceye kadar yapılmış olan birçok antlaşma ve sözleşmelerde, savaş suçu işleyen kişilerin cezalandırılmaları yönünde hükümler mevcuttur. Buna göre, ister sivil ister askeri bir kişi olsun, askeri çatışmalara ilişkin uluslararası hukuk kurallarını ihlal eden herkes, ihlale konu olan eylemlerinden dolayı sorumlu olacak ve savaş suçlusu olarak cezalandırılacaktır[2].

Savaş suçları kavramı, “savaşan devlet görevlilerinin düşman devletin, işgal edilmiş ulusun veya işgal edilmiş ülkenin mal ve vatandaşlarına karşı giriştiği savaş hukukunun ağır ihlallerinin tümünü” ifade eder[3]. Bu tanımda yer alan bakış açısına paralel bir yaklaşımı “Nuremberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi Statüsü”nün 6/b maddesinde görmek mümkündür. Gerçekten, ilgili düzenleme, savaş suçları kapsamına aşağıdaki eylemlerin girdiğini; ancak, savaş suçlarının bu sayılan eylemlerle sınırlı olmadığını vurgulamaktadır. Bu eylemler şunlardır:

  • Adam öldürme, kötü muamelede bulunma veya işgal edilmiş ülke nüfusunu zorla çalıştırma veya bireyleri başka bir amaç için bir yerden başka bir yere zorunlu göçe tabi tutmak.
  • Savaş tutsaklarına kötü muamelelerde bulunmak veya onları öldürmek.
  • Savaş esnasında ele geçirilen rehineleri öldürmek.
  • İşgal edilmiş ülkenin özel veya kamu mallarını yağmalamak.
  • Askeri operasyonlar açısından gerekli olmayan bir biçimde ve haksız olarak köy ve kentleri tahrip etmek veya yıkmak[4].

Nuremberg Şartı’nın 6/b maddesinde belirtilen adam öldürme, kötü muamelede bulunma,   işgal edilmiş ülke nüfusunu zorunlu çalıştırma veya başka bir amaç için bir yerden başka bir yere zorunlu göçe tabi tutmak ifadesi, Şartın 6. Maddesinin c bendinde “insanlığa karşı suçlar” kategorisinde de belirtilmiştir. Bu ise şunu göstermektedir: Bir eylem, iki faklı suç kategorisi içerisine girebilmektedir.

Bunlara ek olarak, savaş suçları, uluslararası insancıl hukukun ağır ihlalleri ile de çakışmaktadır. Savaş mağdurlarının korunmasına ilişkin 1949 Cenevre Sözleşmeleri’nin ortak maddeleri, sözleşmeler gereğince korunması gereken kişi ve mallara yönelik olan şu eylemleri “ağır ihlaller” olarak tanımlamaktadır: Bunlar;    (a)kasten adam öldürme, (b)işkence ve kişiler üzerinde uygulanan biyolojik deneyleri de içeren insanlık dışı eylemler, (c)kasten insan bedeni ve sağlığına ciddi zarar verme veya bunlarda ağır tahribata neden olma, (d)savaş tutsaklarını zorla çalıştırma, (e) savaş tutsaklarını kasıtlı olarak adil yargılama hakkından yoksun bırakma, (f) hukuka aykırı bir biçimde kişileri bir yerden başka bir yere transfer etme, hapsetme ve rehin alma[5]. Cenevre Sözleşmeleri’nde belirtilen bu “ağır ihlaller”in, savaş suçları kapsamına mı, yoksa insanlığa karşı suçlar kategorisine mi girdiğine ilişkin tartışmalar hâlâ akademik çevrelerde sürmektedir[6].

Savaş suçları kavramı, 1949 Cenevre Sözleşmeleri’nin 1977 Ek Protokolleriyle genişletilmiştir. “Uluslararası Silahlı Çatışma Mağdurlarını Korumaya İlişkin I. Protokol”, getirmiş olduğu yeni düzenlemeyle, savaş suçları kavramını genişletmiştir. İlk olarak, I. Protokol‘un 11/4. Maddesiyle, Cenevre Sözleşmelerindeki “ağır ihlaller” tanımını genişletmiştir. Buna göre, ağır ihlallerden ifade edilmek istenen, tıbbi veya bilimsel deneyler, fiziksel sakatlıklar bağlamında bireyin vücut bütünlüğüne, akıl veya fiziksel sağlığına ciddi tehdit oluşturan kasti hareket ve ihmallerdir. İkinci olarak,  I. Protokol’ün 85. maddesinin 3 ve 4.  fıkraları, ağır ihlalleri tanımlarken, yeni ağır ihlaller belirleyerek bu kategoriyi genişletmiştir. Bu kategoriye eklenen yeni ağır ihlaller; kasten adam öldürme veya insan vücuduna ve sağlığına ağır zarar veren diğer eylemlerdir[7].

Bu eylemlerin birçoğu, 1899 ve 1907 La Haye Sözleşmelerinin savaş hukukuna ilişkin düzenlemelerinde yasaklanmıştır. Esasen La Haye düzenlemeleri,  kara savaşına ilişkindir. Bu nedenle, bu yeni eylem kategorileri La Haye Sözleşmelerinden esinlenilerek I. Protokol’ün içine alınmış ve ötekilerle birleştirilmiştir[8]. Bununla birlikte, I. Protokol yeni savaş suçları yaratmamıştır. I. Protokol, La Haye Sözleşmelerindeki ilgili maddeler ile 1945 Londra Şartının 6/b maddesinde belirtilenlerin birleşiminden ibarettir. Dolayısıyla, I. Protokol ile yapılan, bunun Cenevre Sözleşmeleri çerçevesi içine alınması ve ağır ihlaller olarak nitelendirilmesi yönündeki yenilikten ibarettir[9].

Özet olarak ifade etmek gerekirse; savaş suçu, genel anlamda, savaş sürecinde meydana gelen öldürme, yaralama, adam kaçırma, geniş ölçekli yıkım ve yağmalama eylemlerinden oluşur[10]. Günümüzde, savaş suçlarından dolayı sorumluluk devlet başkanı dâhil, devletin üst düzey yetkililerini de kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Bu durum, bireylerin, uluslararası hukukun sujesi olma doğrultusundaki gelişmelerin bir belirtisi olarak yorumlamak mümkündür.

B-TARİHİ SÜREÇTE SAVAŞ SUÇLARI VE ULUSLARARASI CEZA MAHKEMELERİN GELİŞİMİ

Tarihi sürece baktığımızda, savaşın sınırlanması ve yasal kurallar çerçevesinde yürütülmesi düşüncesinin ilk çağlara kadar uzandığını görmekteyiz. Savaşın sınırlanmasına ilişkin kabul görmüş ortak kuralların henüz ortaya çıkmadığı dönemlerde, savaşan taraflar, birbirlerini haksız bir savaş yürütmekle itham etmişlerdir. Bu düşüncelerden hareketle savaşa ilişkin getirilmiş olan düzenlemeler zamanla savaş teamüllerini meydana getirmiştir[11]. Bu şekilde oluşan savaş teamüllerinin bir kısmının kodifiye edilmesiyle de savaş hukuku oluşturulmuştur.

Günümüz savaş hukuku ve teamüllerine ilişkin kuralların kökeni, tarihsel olarak Avrupa kaynaklıdır[12]. Savaş düzeni ve atlı savaşçılara ilişkin kuralları içeren Roma hukuku metinleri 10.yüzyılda İtalya’da bulunmuştur. Bu metinlere, feodal dönemde, Lordlar ve Vassallar arasındaki ayırımı belirten metinler de eklenmiştir[13].

Ortaçağda, savaş hukukunun gelişmesinde “kilise”nin önemli bir rolü olmuştur. Bu dönemde kilise konseyleri, savaşan taraflar arasında hakemlik rolünü üstlenmişlerdir. Bunu yaparken, kilise konseyleri, taraflardan kimin haklı ya da haksız olduğuna ve haksız olan tarafın cezalandırılmasına ilişkin kararlar vermişlerdir. Ayrıca kilise konseyleri, savaş hukukuna ilişkin kimi kurallar da koymuşlardır.

Ortaçağ sonlarına doğru savaşın daha kapsamlı hale gelmesiyle birlikte, askeri kişilerin dışında kalan kamu gücünü kullanan devlet görevlilerinin savaş suçlarından dolayı yargılanması da mümkün olmuştur[14]. Bu suçlamalardan dolayı yargılanan ilk kişi, 1474 yılında Yukarı Rhine Bölgesi valisi olan Peter of Hagenbach’in “tanrı ve insanlık yasalarının ihlallerinden” dolayı yargılanmasıdır[15]. Savaş suçlarına ilişkin düzenlemeler 19.yüzyıla gelinceye dek devletler arasında bir çok antlaşmaya konu olmuşsa da bu konuda evrensel bir düzenlemeye gidilmemiştir.

19.yüzyılın ikinci yarısında ise, kara ve deniz savaşlarına ilişkin uluslararası hukuk kurallarının kodifikasyonu gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Bunda, laik insancıl hukukun gelişmeye başlaması, yıkım gücü yüksek silahların geliştirilmesi, zorunlu askerlik uygulamasının yaygınlaşması ve askeri tıp hizmetlerinin yetersizliği gibi faktörler önemli ölçüde teşvik edici etkenler olarak ortaya çıkmıştır[16]. Ayrıca bu yüzyılda, savaşta çarpışanlar ve çarpışmayanlar arasındaki ayrım ortadan kalkmış; savaşın etkisi,  savaşan ülkelerin bütününü kapsamı içine almaya başlamıştır.  Savaşın önüne geçilemeyince,  onun olumsuz etkilerinin hafifletilmesi amacıyla birtakım sözleşmeler imzalanmaya başlanmıştır. Bunlar, kronolojik olarak şöyledir: 1856 Paris Deklarasyonu (deniz savaşına ilişkin hükümleri ihtiva etmektedir), 1864 Cenevre Sözleşmesi (savaş esnasında yaralanan askerlerin durumlarının iyileştirilmesine ilişkin hükümler içerir), 1868 Saint–Petersburg Sözleşmesi (savaşlarda patlayıcı ve yangın çıkarıcı maddelerin kullanılmasının yasaklanmasına ilişkin hükümler ihtiva eder), 1871 Washington Antlaşması (tarafsız devletlerin savaş zamanındaki yükümlülüklerini içerir), 1899 La Haye Sözleşmesi (kara savaşına ilişkin hükümler içerir)[17].

20. yüzyılın başlarında toplanan La Haye Konferansı ve bunun sonucunda imzalanan 1907 La Haye Sözleşmeleri, uluslararası hukukun kodifikasyonu çalışmalarında ilk büyük düzenleme olmasına rağmen, savaş suçlularının yargılanmasına ilişkin herhangi bir hüküm içermemekteydi. Savaş hukuku ve teamüllerine ilişkin IV. La Haye Sözleşmesi, özellikle kara savaşı hukukunun sınırlarının belirlenmesi amacıyla kodifiye edilmiş ve böylelikle bu hukuk dalının içeriği zenginleştirilmiştir. Bu konuda I.Dünya Savaşına gelinceye kadar önemli bir gelişmede sağlanamamıştır.

Kişilerin işledikleri uluslararası suçlardan dolayı bir uluslararası mahkemede yargılanması gereği, I.Dünya Savaşı sonrası geniş ölçüde tartışıldı. I.Dünya Savaşı sonrasında Müttefik devletler, savaş sırasında işlenen suçların tespiti, başlıca savaş suçlularının belirlenmesi ve bunlara verilecek cezaların tayini konusunda bir komisyon kurdular[18]. Ancak, Komisyon üyeleri arasında bir uluslararası ceza mahkemesinin kurulmasına ilişkin büyük görüş ayrılıkları ortaya çıktı[19]. Komisyon üyelerinin çoğunluğu, kişilerin işledikleri “insancıl hukuk ve savaş hukuku kural ve teamülleri ihlalleri”nden dolayı yargılanmaları için bir “yüksek uluslararası mahkeme” kurulması görüşünü savunurken, Amerikan delegasyonu bu görüşü paylaşmıyordu[20]. Amerikalı üyeler, uluslararası mahkemeye ilişkin bir prosedür, uygulama ve teamül bulunmadığı ve “insancıl hukuk” kavramının belirsizliği ve benzeri gerekçelerle bu düşünceye karşı çıkıyorlardı.

Komisyon, başlıca savaş aktörlerinin sorumlulukları ve bunlara uygulanacak cezalara ilişkin raporu hazırlayıp müttefik devletlere sunduktan dokuz ay sonra Versailles Antlaşması imzalandı. Müttefik devletler, komisyon raporunu göz önünde bulundurarak, Versailles Antlaşmasının 27. Maddesine, Alman İmparatorunun, “Antlaşmaları ve uluslararası etik değerleri ağır ihlaller” den dolayı yargılanması için bir uluslararası mahkemenin kurulmasına olanak sağlayan bir hüküm koymuşlardı[21]. Antlaşmada, diğer savaş suçlularının yargılanması için de, müttefik devletlerin gerektiğinde Almanlarla işbirliği içinde askeri mahkemeler kurmasına ilişkin hükümler mevcuttu[22]. Sonuçta,  Alman İmparatoru için öngörülen uluslararası ceza mahkemesi kurulmadı ve diğer savaş suçluları için oluşturulması düşünülen askeri mahkemeler müttefik devletler tarafından uygulanmadı. I. Dünya Savaşı sırasında işlenen savaş suçlarından sorumlu kişileri yargılamak üzere Alman Leipzig Mahkemesinin yaptığı yargılamalar ise hayal kırıklığı yarattı[23].

1920 yılında, MC bünyesindeki “Hukukçular Komisyonu”, Sürekli Uluslararası Adalet Divanının Statüsünü hazırladı. Statüde, uluslararası hukuk kuralları ihlallerinin cezalandırılması isteniyor ve ihlallere uygun cezaların, MC’nin uygun gördüğü yaptırımlar olması öngörülüyordu. Fakat Statünün buna ilişkin hükümlerini MC Genel Kurulu, “uluslararası ceza hukukunun henüz tüm üye devletler tarafından tanınmadığı” gerekçesiyle kabul etmedi[24]. MC’nin bu kararı, sürekli nitelikli bir uluslararası ceza mahkemesinin kurulması yönündeki çabalarını sona erdirmedi. Uluslararası Hukukçular Derneği, 1922 Buenos Aires Konferansı, 1924 Stockholm ve 1926 Viyana Toplantıları, sürekli görev yapan bir uluslararası ceza mahkemesinin kurulması düşüncesini tartışmaya açtı[25]. Bu gelişmeleri destekler nitelikte, 1937 yılında Fransa’nın girişimiyle, terörizm ve uluslararası ceza mahkemesinin kurulmasına ilişkin iki ayrı sözleşme imzalandı[26]. Terörizme ilişkin sözleşmeyi 24 devlet, uluslararası ceza mahkemesinin kuruluşuna ilişkin sözleşmeyi de 30 devlet imzaladı[27]. Ancak, uluslararası ceza mahkemesine ilişkin bu teşebbüs, daha sonra gelişen olaylar nedeniyle başarılı olamadı.

Savaş suçlularına ilişkin sessizlik II. Dünya Savaşı’na kadar sürdü. Nazilerin, Alman Musevi nüfusa karşı yürüttüğü geniş soykırım kampanyası ve diğer savaş suçları kapsamına girmeyen insanlık dışı eylemler[28], uluslararası alanda “insanlığa karşı suçlar” kavramının ortaya çıkmasına neden oldu[29]. Yine, Japonların, Uzak-Doğuda işledikleri savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar, uluslararası kamuoyunda tepki topladı. Uluslararası kamuoyunun bu tepkisi müttefik devletlerin I.Dünya Savaşındaki tutumlarını gözden geçirmelerini gerektirdi. I.Dünya Savaşında sonra ABD’nin uluslararası yargıya koyduğu çekincelere karşın, II. Dünya Savaşından sonra Nazi liderlerinin uluslararası bir mahkemede yargılanması düşüncesi ABD tarafından savunuldu. Bu gelişme sayesinde, Müttefik devletler arasında uluslararası ceza mahkemelerin kurulmasına ilişkin görüş birliği sağlandı ve 1945 yılında Nuremberg Askeri Uluslararası Ceza Mahkemesi Kuruldu. Nuremberg Mahkemesi, suçları yerelleşmeyen ( birçok devlet sınırları içinde suç işleyen ) kişilerin yargılanması amacıyla kuruldu; suçları yerelleşebilen, yani belli bir coğrafi alan içinde savaş suçu işleyen kişiler için ise, yerel savaş mahkemeleri kuruldu[30]. Nuremberg Mahkemesi’nin ardından, uluslararası hukuk ihlalleri gerçekleştiren Japon lider ve kişileri yargılamak üzere ABD Uzak-Doğu komutanı General Douglas McArthur, Tokyo Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesini kurdu[31].

Nuremberg ve Tokyo mahkemeleri, uluslararası toplumun, kişilerin işledikleri uluslararası suçlardan dolayı yargılanmaları açısından ilk uluslararası ceza mahkemeleri olmalarından dolayı büyük önem arz etmektedir. Uluslararası suçlardan dolayı kişi sorumluluğu ilkesi Nuremberg Mahkemesi kararlarında sürekli vurgulanmıştır. Mahkeme, sanıkların, uluslararası hukukun sadece egemen devletlerin faaliyetleriyle ilgili bir hukuk dalı olduğunu ve bu hukuk dalının kişileri konu edinemeyeceği yönündeki savunmalarını ret etmiştir. Nuremberg yargıçları, uluslararası hukuk kurallarına karşı suç işleyen kişilerin yargılanması ve cezalandırılmasının, uluslararası hukukun uygulanması açısından gerekli bir ilke olduğunu belirtmişlerdir.

Kişilerin uluslararası cezaî sorumluluğu ilkesi, Nuremberg Mahkemesi sonrasında da gelişmeler kaydetmiştir. 1948 yılında imzalanan Soykırım Sözleşmesi, soykırımı tanımlamış ve bunun uluslararası bir suç olduğunu belirtmiştir. Sözleşme, soykırımdan dolayı kişilerin sorumluluğunu kabul etmiş; ister savaş sırasında isterse barış zamanında işlensin, bu kişilerin ulusal veya uluslararası mahkemelerde yargılanması gereğini hükümleri kapsamına almıştır[32]. Ayrıca Sözleşme, “uluslararası ceza mahkemesinin” kurulmasını teşvik etmiştir[33]. Benzer şekilde, 1949 Cenevre Sözleşmeleri, kişilerin savaş hukuku ihlallerinden dolayı yargılanmalarını gerektiren hükümler içermiştir. Sözleşmeler, savaş kurallarını belli bir düzene bağlamıştır. 1950 yılında, BM UHK’nu “Nuremberg Mahkemesi İlkeleri”ni teyit etmiştir. Ayrıca, UHK,  uluslararası ceza mahkemesinin kurulması için yaptığı çalışmaları 1951 yılında bir taslak haline getirmiş, 1953 yılında da ilk taslağını gözden geçirerek ikinci bir taslak haline getirmiştir[34]. Hemen ardından, İşkenceye Karşı Sözleşme, birçok devlet tarafından onaylanmıştır. Sözleşme, işkence suçunu işleyen devlet görevlilerinin ve kişilerin yargılanmasını öngörmüştür[35].

Sözleşmeler kişi sorumluluğunu kabul etmelerine rağmen, bu ilkenin uygulanması için bir mekanizma veya kurum oluşturmamışlardır. Bu boşluk, devletler tarafından doldurulmaya çalışılmıştır: İsrail’de Eichmann davası, Kanada ve Avustralya iç hukuk düzenlemeleri, savaş hukuku ihlallerine ilişkin düzenlemelerde olduğu gibi. Yine Kanada, Avustralya ve ABD’de savaş mahkemelerinin kurulması[36], bu boşluğun doldurulması yönündeki girişimlerdir.  Bazı devletlerin iç hukuk düzenlemelerinin yanında, bir uluslararası mahkemenin oluşturulmasına ilişkin ümit, soğuk savaş sonrası dönemde gerçekleşti. Soğuk savaşın sona ermesiyle, bir uluslararası ceza mahkemesinin kurulması siyasi açıdan olası duruma gelmiştir. Yugoslavya’da meydana gelen etnik temizlik ve Ruanda’da yapılan soykırım eylemleri, uluslararası ceza mahkemesinin oluşturulması yönündeki çabaları hızlandırmıştır.

Bu dönem içinde meydana gelen bazı olaylar bir uluslararası ceza mahkemesinin gerekliğini ortaya çıkarmıştır. Bunlardan biri, 1988 yılında İngiltere’nin İskoçya bölgesinin Lockerbie kasabası yakınlarında ABD’ye ait bir yolcu uçağının terörist bir saldırı sonucu düşürülmesi olayıdır. İlk görünen, Libya gizli servis görevlilerinin bu suça karıştığıdır. ABD ve İngiltere’nin Libya’dan zanlıların iadesine ilişkin istemleri Libya tarafından reddedilmiştir. Bunun üzerine BM Güvenlik Konseyi, bu devlet üzerine yaptırımlar uygulamaya başladı. Güvenlik Konseyinin yaptırımları ve uluslararası kamuoyunun baskısı karşısında, Libya hükümeti zanlıları bir uluslararası mahkemeye teslim edebileceğini açıkladı[37]. Yine,  uluslararası ceza mahkemesinin yokluğunun açık bir şekilde his edildiği bir başka olay da, Irak Devlet Eski Başkanı Saddam Hüseyin’in durumudur. Saddam’ın Körfez Savaşını planlı bir komplo yaparak başlatması ve Kuveyt’i işgal etmesi, bir uluslararası suç oluştururken, Saddam’ın yargılanabileceği bir uluslararası ceza mahkemenin bulunmayışı da bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Bu dönemde, bir uluslararası ceza mahkemesinin kurulmasına ilişkin yaşanan diğer bir somut gelişme, Trinidad ve Tobago devletinin BM’lere başvurarak uluslararası uyuşturucu trafiğinden dolayı, işlenen suçların yargılanabileceği bir uluslararası ceza mahkemesinin kurulması yönündeki talebidir[38].

Bu çabalar ve uluslararası alanda meydana gelen gelişmeler sonucunda BM, 1993 yılında EYUCM’ni, 1994 yılında da RUCM’ni kurmasıyla sonuca ulaşmıştır. Bu iki ad hoc uluslararası ceza mahkemelerin çalışmaları, sürekli bir uluslararası ceza mahkemesinin kurulması halinde başarılı olabileceğini göstermesi açısından önem taşımaktadır. Dolayısıyla, sürekli bir uluslararası ceza mahkemesinin kurulmasına ilişkin çabalar bu gelişmelerden güç alarak hızlı bir ivme kazandı. Sonuçta bu çabalar, 1998 yılında da somut sonuçlar vermeye başladı. Bir sürekli uluslararası ceza mahkemesinin kurulmasına ilişkin 1998 yılında İtalya’nın Roma kentinde toplanan konferans, “Roma Uluslararası Ceza Mahkemesinin Statüsü”nün imzalanmasıyla sonuçlandı. Mahkeme Statüsünde, imzacı 60 devletin söz konusu statüyü iç hukuklarında onaylamasıyla faaliyete başlayacağı[39] öngörülmüştü. 1 Temmuz 2002 tarihinde bu hüküm yerine getirilmiş, mahkeme faaliyetlerine başlamıştır.

C- ULUSLARARASI CEZA MAHKEMELERİNDE SAVAŞ SUÇLARI

Bu başlık altında Nuremberg Mahkemesi, Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi ( EYUCM ) ve Roma Uluslararası Ceza Mahkemesi ( UCM )  yargı kapsamına giren savaş suçları konusu incelenecektir.

Bu kapsamda inceleyeceğimiz ilk mahkeme Nuremberg Mahkemesi’dir.          Mahkemenin Statüsü, 8 Ağustos 1945 tarihinde Londra’da ABD, SSCB, Fransa ve İngiltere arasında imzalanan bir uluslararası antlaşmayla ( Londra Antlaşması ) kabul edildi. Böylece Mahkeme, başlıca savaş suçlularını yargılamaya 1945 yılında başladı. Nuremberg Mahkemesi Statüsüne daha sonra on dokuz devlet daha taraf oldu[40]. Londra Antlaşması ile, üst düzey Alman savaş suçlularını yargılamak ve cezalandırmak amacıyla Nuremberg Uluslararası Askeri Mahkemesi kuruldu[41].Mahkemenin yargı kapsamına Nuremberg Şartında sayılan suçları işleyen kişiler ve örgütler girmekteydi[42]. Mahkemenin sürekli yeri Berlin’di; fakat Nuremberg’te yargılanmalar yapıldı. Mahkeme 14 Kasım 1945 ile 1 Ekim 1946 tarihleri arasında faaliyetlerini sürdürdü[43].

İnceleyeceğimiz ikinci mahkeme ise EYUCM’dir. Mahkeme, BM Güvenlik Konseyinin 827 sayılı kararıyla 1993 yılında kuruldu. EYUCM, statüsünde belirtilen suçları işleyen gerçek kişileri yargılama yetkisi bulunmaktadır. Bu bağlamda, EYUCM söz konusu suçlara ilişkin uluslararası hukuk kurallarını uygulamaktadır. Bu durum göz önüne alındığında, Eski Yugoslavya, BM Şartı, 1948 Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme, 1949 Cenevre Sözleşmeleri ve 1977 Ek Protokolleri, 1966 Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi, 1984 İşkence, Aşağılayıcı Davranış ve Cezalandırılmalara ve Diğer İnsanlık Dışı Muamelelere Karşı Sözleşme ve 1989 Çocuk Hakları Sözleşmelerine taraf devletti. Dolayısıyla, söz konusu sözleşmeler Eski Yugoslavya’yı ve onu oluşturan federe devletleri bağlayıcı niteliktedir[44].

EYUCM, söz konusu sözleşmelerden bazılarının hükümlerini doğrudan içerirken bazılarına da dolaylı atıflarda bulunmaktadır. EYUCM bir ad hoc mahkemedir. EYUCM Statüsü’nde,  mahkemenin yargı kapsamında savaş hukuku ve teamülleri ile soykırımı da içeren insanlığa karşı suçlar bulunmaktadır. Nuremberg Mahkemesi yargı kapsamında bulunan barışa karşı suçları, EYUCM yargı kapsamına almamıştır.

İnceleyeceğimiz üçüncü mahkeme Uluslararası Ceza Mahkemesi ( UCM ) dir. Bu mahkeme, BM’nin 1995 yılında oluşturduğu uluslararası ceza mahkemesi hazırlık komisyonunun çalışmalarıyla 1998 yılında Roma’da toplanan Roma uluslararası konferansıyla statüsü imzaya açılmış,1 Temmuz 2002 tarihinde de gerekli prosedürler tamamlanarak mahkeme kurulmuştur. UCM gerçek kişiler üzerinde yargı yetkisine sahiptir. UCM, soykırım, insanlığa karşı işlenen suçlar, savaş suçları ve “saldırganlık eylemi” ni gerçekleştiren gerçek kişileri yargılar.

D-ULUSLARARASI CEZA MAHKEMELERİNİN UYGULAMA ALANI
a -Yer Bakımından ( Ratione Loci )

Nuremberg Mahkemesi yargı yetkisinin yer bakımından sınırı, Almanya, Almanya’nın işgal ettiği ülkeler, topraklar ile açık denizlerde işlenen ve Nuremberg Şartı’nda belirtilen suçlarla sınırlıdır.

EYUCM ise, Eski Yugoslavya hava, deniz ve kara sınırları içerisinde meydana gelen suçlar üzerinde yargı yetkisine sahiptir. Mahkeme yargı yetkisinin coğrafi bakımından sınırlanması, Güvenlik Konseyinin BM VII. bölümü kapsamında yalnız Eski Yugoslavya sınırları dâhilinde uygulanmak üzere aldığı 827 sayılı kararla kurulan mahkemenin hukuki dayanağı ile ilintilidir[45].

Uluslararası hukuk, savaş suçu, soykırım, insanlığa karşı suçlar için yer bakımından bir sınırlamaya tabi tutmadan yargılama yetkisini içermektedir. Fakat Güvenlik Konseyinin 827 sayılı kararı, mahkemenin yargı yetkisini yer bakımından sınırlamıştır. Bu durum da EYUCM’nin kuruluş gerekçesiyle uyum halindedir.

UCM’nin hangi ülkelerde işlenmiş eylemleri yargılama yetkisi olduğunu düzenleyen hüküm Statüsünün 12. maddesinde yer almaktadır[46],[47]. Söz konusu madde yer itibariyle uygulama ve yetki sistemlerinde ülkesellik ve faile göre kişisellik sistemlerini kabul etmiştir. Buna göre, mahkeme, eylemin ülkesinde işlendiği veya failinin uyruğu bulunduğu devletlerden biri sözleşmeyi onaylamış ise, işlenilen eylem üzerinde yargı yetkisini kullanabilecektir. Diğer yandan, bir suçun bir gemi veya uçakta işlenmiş olması halinde suçun işlendiği gemi veya uçağın sicilinin kayıtlı olduğu ülke, suçun işlenmiş olduğu ülke kriteri uygulanacaktır.

Bu genel kural dışında, mahkemenin statüsüne taraf olmayan bir devlet, Statünün 12/3’üncü maddesi uyarınca belirli bir eyleme özgü olarak mahkemenin yargı yetkisini kabul edebilecektir. Bu durumda mahkemenin yargı yetkisi yer itibariyle söz konusu devletin ülkesini de kapsayacak şekilde genişleyecektir.

Genel kurala istisna teşkil edecek bir başka durumda BM Güvenlik Konseyinin mahkemeyi yetkilendirmesi durumudur. Statünün 13/b ‘de düzenlenen bu istisnaya göre, BM Şartının VII. bölümünde yer alan görev ve yetkileri çerçevesinde Güvenlik Konseyi, mahkemenin yargılayabileceği suçlardan birinin işlendiği kanısında olduğu bir durumda savcıya soruşturma emri verebilmektedir. Bu durumda savcı, ilgili maddedeki yetkileri kapsamında kovuşturma yapıp veya yapmama kararı verme konusunda bağımsız hareket edebilecektir.

UCM   yargı yetkisinin kullanılacağı alan bakımında diğer ad hoc uluslararası ceza mahkemeleriyle mukayese edildiğinde daha geniş bir alanda uygulanabilmektedir. Ad hoc mahkemeler savaşın vuku bulunduğu alan veya çatışmaların meydana geldiği alan gibi sınırlı bir uygulama alanı bulurken, UCM Statüsüne taraf olan devletlerin ülkeleri ve BM Güvenlik Konseyinin talep ettiği durumlarda -ki bu durumda herhangi bir mekân sınırlaması yoktur-  yargı yetkisini kullanabilmektedir. Bu durum, UCM’nin yargı yetkisi kapsamındaki suçların caydırıcılığını artıran bir gelişmedir.

b- Zaman Bakımından ( Ratione Temporis )

Nuremberg Mahkemesi, 1 Eylül 1939 ile 8 Ağustos 1945 tarihleri arasında geçen süre içersinde yer bakımından yargı yetkisi dâhilindeki yerlerde işlenen ve Nuremberg Şartı’nda belirtilen suçları yargı kapsamına almaktaydı.

EYUCM’nin yargı yetkisi ise, 1 Ocak 1991 tarihinden itibaren Eski Yugoslavya sınırları içinde meydana gelen olaylarda işlenen suçlarla sınırlandırılmıştır. Bu sınırlama, Güvenlik Konseyinin BM Sözleşmesinin VII. Bölümü kapsamında, barışın yeniden tesisi amacıyla almış olduğu 827 sayılı karara dayanmaktadır.

EYUCM Statüsünde, mahkemenin yargı yetkisinin geçerliliği tarihinin başlangıç noktası dikkat çekicidir. Çünkü, bu tarih, Slovenya ve Hırvatistan’ın Eski Yugoslavya’dan bağımsızlıklarını ilan etmeden önceki bir tarihe denk gelmektedir. Dolayısıyla, 25 Haziran 1991 tarihinde Hırvatistan ve 27 Haziran 1991 tarihinde Slovenya’nın bağımsızlıklarını ilan etmeden önceki siyasi ve askeri operasyonlardan doğan suçlar da mahkemenin yargı kapsamı içinde yer almaktadır. Bu ayırım şu açıdan önem taşımaktadır: Bu iki yeni Cumhuriyette,  bağımsızlıklarını ilan etmeden önceki süre içinde meydana gelen olaylar, Eski Yugoslavya sınırları içinde meydana gelen olaylar olarak görülmekteydi. İki devletin bağımsızlıklarını ilan etmelerinden sonra, bu iki yeni devletle Eski Yugoslavya arasındaki çatışmalar uluslararası boyut kazanmıştır[48].

UCM Statüsünün 11. maddesi hükmüne göre, ”mahkeme statüsünün yürürlüğe girmesinden sonra işlenen suçlar üzerinde yargı yetkisine sahip olacaktır”. Buna göre, Mahkeme statüsünün yürürlüğe girişi UCM, zaman bakımında,  yargılama yetkisinin başlayacağı tarih olacaktır. Statüye göre, 60 devletin Statüyü onaylamasında 60 gün sonra statü yürürlüğe gireceği dikkate alındığında, bu hüküm 1 Temmuz 2002 tarihinde yerine getirilmiş ve bu tarihten sonra işlenilecek eylemler statü çerçevesinde yargılanabilecektir.

Ad hoc uluslararası ceza mahkemeleri özel durum ve belirli çatışmalarda meydana gelen suçların yargılanması için kurulduklarından yer ve zaman bakımından sınırlı olmaları belli ölçülerde anlaşılır olmaktadır. Ancak, uluslararası kamuoyunun işlenen savaş suçları, insanlığa karşı suçlar vb. eylemlere karşı duyduğu tepkinin bir sonucu olarak kurulan UCM gibi sürekli nitelikte bir mahkemenin zaman bakımından geçmişte işlenen söz konusu suçları yargılayamaması üzüntü verici bir durumdur. Güçlü devlet uyruklularının geçmişte işledikleri suçların cezalandırılması durumu söz konusu devletleri kaygılandırdığı için bu devletler UCM Statüsü görüşmeleri sırasında bu konuya özel bir önem vermelerine Mahkemenin zaman bakımında yargı yetkisinin sınırlandırmasını talep etmişlerdir.

E- ULUSLARARASI CEZA MAHKEMELERİNİN YARGI KAPSAMINDAKİ SAVAŞ SUÇLARI

a- Nuremberg Mahkemesi Yargı Kapsamında Savaş Suçları

  1. Dünya Savaşında başlıca savaş suçlularının işledikleri ağır savaş hukuku ve teamülleri ihlallerine ilişkin kendilerine karşı ileri sürülen iddiaların hukuki dayanağı açısından en sağlam olan suç, savaş suçudur. Savaş hukuku ve teamülleri ihlalleri, Kara Savaşı Hukuku ve Teamüllerini içeren La Haye Sözleşmeleri ve ek Protokolleri ile savaş esirlerinin korunmasını içeren 1929 Cenevre II. Sözleşmesine dayanmaktadır[49]. Geleneksel olarak, savaş suçları kapsamına dört suç kategorisi girmektedir. Bunlar: (a)askeri kuvvetlerin yaptığı savaş kuralları ihlalleri, (b)bir askeri kuvvete bağlı olmayan kişilerin savaş zamanında yapmış oldukları yasadışı eylemler, (c)casusluk ve ihanet, (d)yağmalama[50].

Nuremberg Şartı’nın yargı kapsamına aldığı üç suçtan biri de savaş suçudur. Nuremberg Şartı’nın 6(b) fıkrasına göre savaş hukuku ve teamülleri ihlallerini oluşturan eylemler şunlardır; (a) öldürme, (b) kölelik veya benzer amaçlarla işgal edilen topraklarda ikamet eden sivil nüfusu zorla çalıştırmak veya diğer amaçlar için alıp götürmek veya onlara kötü muamele etmek, (c) denizci veya savaş esirlerini öldürmek veya kötü muamele etmek, (d) rehineleri öldürmek, e) kamu veya özel malları yağmalamak, (f) askeri bir gereklilik olmadan köy, kasaba veya şehirleri yıkmak.

Nuremberg Mahkemesi’ndeki iddianamelerde sanıklar aşağıdaki eylemleri işlemekten dolayı suçlanmışlardır:

  • Açık denizde ve işgal edilen yerlerdeki sivil nüfusa karşı girişilen öldürme eylemleri veya kötü muamele;
  • İşgal edilen yerlerdeki sivil nüfusu zorla çalıştırma veya başka amaçlarla sürgün etme;
  • Almanya’nın savaş halinde bulunduğu devletler ile açık denizde bulunan insanlara, savaş esirleri veya diğer hizmetleri yürüten kişilere yönelik öldürme eylemlerine girişmek veya onlara kötü muamelelerde bulunmak;
  • Rehinelerin öldürülmesi;
  • Suç ile orantılı olmayan ağır şekildeki cezalandırma;
  • Askeri gereklilik olmadan köy, kasaba ve kentlerin ağır şekilde tahribi;
  • Sivil insan gücünün alıkonması;
  • İşgal edilen yerlerdeki nüfusun Almanlaştırılması;[51]

Birçok doküman, görgü tanığı ve mahkeme jürisi kararları, sanıkların Nuremberg Şartı’nın 6(b) fıkrasında belirtilen savaş suçlarını işlemek amacıyla ortak plan ve komployu hazırladıkları veya uyguladıklarını ortaya koymuştur[52].

Tarihte ilk kez savaşa taraf bir devletin belli başlı liderleri, barışa karşı suçlar ve insanlığa karşı suçları işlemekten dolayı bir uluslararası mahkeme önünde yargılamış ve cezalandırılmışlardır. Nuremberg Mahkemesi’nin önemli jüri kararlarında, savaş hukuku ve teamülleri ihlallerinden dolayı kişilerin bireysel cezaî sorumluluğu vurgulanmış; uluslararası hukuka karşı suç işleyen kişilerin, uluslararası hukukun ilgili kuralları gereğince cezalandırılacağı belirtilmiştir[53].

Nuremberg Mahkemesi’ne savaş suçlarına ilişkin birçok kanıt sunuldu. Bu kanıtlar, öldürme, yağmalama, yerleşim yerlerinin yıkımı, soykırım, cinsel şiddet ve daha birçok savaş hukuku kurallarının ihlallerine ilişkindi[54].

Nuremberg Mahkemesi yalnız uluslararası hukuk ilkeleri ve evrensel kuralların önem ve rolünü belirtmekle kalmamış; aynı zamanda, içerik olarak da bunları zenginleştirmiştir. Nuremberg Mahkemesi ilkelerinin, uluslararası hukuk ilkeleri olduğunu BM Genel Kurulu 11 Kasım 1946 tarihinde onaylamıştır. Bu ilkeler, savaş suçlularına karşı mücadelede,  doğrudan uygulanan yasal kurallar sistemini oluşturmuşlardır.

b- EYUCM Yargı Kapsamında Savaş Suçları

EYUCM Statüsü, uluslararası insancıl hukukun iki taraflı ihlali çerçevesinde iki farklı savaş suçu tanımını içermektedir[55]. Başka bir deyişle, EYUCM, 1949 Cenevre Sözleşmelerinin silahlı çatışma sırasında insanları korumaya yönelik hükümleri ve La Haye Sözleşmelerinin çatışan tarafların savaşı yürütmelerine ilişkin olanaklarını sınırlayan hükümleri kapsamında savaş suçlarını ele almıştır[56]. Fakat bu belirtilen iki savaş durumuna ilişkin, savaş hukuku kurallarının tümüyle birbirlerinden ayrı olduğu düşünülmemelidir. Çünkü düşman kuvvetlerce işgal edilen topraklardaki siviller ve savaş tutsaklarına karşı davranışlarla ilgili 1949 Cenevre Sözleşmeleri kuralları, La Haye Sözleşmelerinden esinlenerek oluşturulmuştur. Bununla birlikte, La Haye Sözleşmeleri, bazı kişi ve malların korunmasına ilişkin, 1949 Cenevre Sözleşmelerinde düzenlenmeyen, savaşın yürütülmesi konusundaki sınırlamalara yönelik önemli hükümler içerir. Örneğin, savaş sırasında sivillerin korunmasına ilişkin Cenevre VI. Sözleşmesi “işgal altındaki topraklarda ikamet edenler” ve “çatışan tarafların ülkelerinde yaşayan kişileri” içeren iki tür sivil kategorisinin korunmasını kapsar. Askeri gereklilik olmadan, mülklerin geniş ölçüde imhasını ağır ihlallerden sayan Cenevre Sözleşmeleri, düşman devletlerin ülkeleri içindeki mülkleri kapsam dışında bırakmaktadır[57]. Buna karşın, La Haye Sözleşmeleri, askeri gerekliliği haklı gösterecek bir neden olmadan düşman topraklarında bulunan mülklerin gereksiz yere imhası ve savunmasız binalara karşı girişilen saldırıları yasaklamıştır[58]. EYUCM’nin yargı yetkisindeki savaş suçları şunlardır:

aa-1949 Cenevre Sözleşmelerinin Ağır İhlalleri

EYUCM Statüsünün 2. maddesi, uluslararası mahkemenin 12 Ağustos 1949 Cenevre Sözleşmelerinde[59] belirtilen ağır ihlalleri işleyen veya işlemesini emreden kişileri, yani Cenevre Sözleşmeleri gereğince aşağıdaki eylemleri sözleşmelerde belirtilen korunan kişilere ve mülklere karşı işleyen kişileri, yargılama yetkisine sahip olacaktır[60]. Bu ihlaller: (a)kasıtlı olarak öldürme, (b)işkence ve biyolojik deneyleri de kapsayan insanlık dışı muameleler, (c)kasıtlı olarak büyük acıya neden olmak veya vücuduna ya da sağlığına ciddi oranda zarar vermek,  (d)askeri gereklilik olmaksızın hukuk dışı ve nedensiz bir şekilde, kasıtlı olarak, malların büyük çapta tahrip edilmesi veya çalınması, (e)bir savaş esirini veya sivilleri düşman tarafın silahlı kuvvetlerinde hizmet etmeye zorlamak, (f)savaş esirlerini ve sivilleri adil ve olağan yargılama hakkından mahrum bırakmak, (g)sivilleri kanunsuz olarak hapsetmek veya yerlerini değiştirmek ya da kanunsuz olarak yerleşim yerlerini boşaltmak ve rehin alma biçiminde sivillerin alıkonulmasıdır.

EYUCM Statüsünün bu maddesi, 1949 Cenevre Üçüncü Sözleşmesinin 130. maddesi ile Dördüncü Sözleşmenin 147. maddesinden esinlenmiştir. EYUCM’nin  2. maddesi, uluslararası çatışmalarda sivillere, esirlere ve işgal edilen yerlerdeki sivillere karşı maddede sıralanan eylemlerin gerçekleştirilmesi halinde, sanıklar bu eylemlerinden ötürü EYUCM’nin 2. maddesini ihlalden dolayı yargılanırlar[61].

1949 Cenevre Sözleşmeleri, EYUCM Statüsü’nün belirttiği ilk suç olması ve uluslararası insancıl hukuku açısından temel teşkil etmesi nedeniyle, BM Güvenlik Konseyi, Eski Yugoslavya çatışmalarında bu sözleşmelere büyük önem vermiştir. Cenevre Sözleşmeleri, savaş hukuku ve teamüllerinin bir parçasını oluştururken[62], sözleşmelerin çiğnenmesi “savaş suçları”nı oluşturmakta ve sözleşmelerin “ağır ihlalleri” kişilerin cezaî sorumluluğunu gerektirmektedir[63].

EYUCM Statüsünün 2. maddesi, Cenevre Sözleşmelerinde ayrı ayrı olarak sıralanan ihlalleri tek bir madde içinde toplamıştır. Bu maddenin uygulanması, Cenevre Sözleşmeleri’nin korunacak kişi ve mülklere karşı yapılan suçları tanımlanması konusunda ilgili sözleşmelere atıfta bulunmayı gerektirecektir.

Bu durum, özellikle, tecavüz suçunun savaş suçları kapsamında değil de, insanlığa karşı suçlar (5. madde) çerçevesinde değerlendirilmesi, hukukçuların dikkatini çekmiştir[64]. Tecavüz suçu, Bosna-Hersek çatışmalarında sıkça işlenen bir suç türüdür. Güvenlik Konseyinin 1992 yılında aldığı 798 sayılı kararda kadınlara yönelik şiddete dikkat çekerek, özelikle “Bosna-Hersek’te, Müslüman kadınların organize ve sistematik bir şekilde alıkonduğu ve tecavüze uğradığı”nı belirtmiştir. EYUCM’nin tecavüz suçunu savaş suçlarından değil de, insanlığa karşı suçlar kategorisinde ele almasının nedeni, Cenevre Sözleşmeleri’nde ağır ihlaller sıralanırken tecavüze yer verilmemiş olmasıdır[65].

EYUCM, Cenevre Sözleşmeleri’nin uygulamasında başlıca üç sorunla karşılaşmaktadır. Bu sorunlardan birincisi, Cenevre IV. Sözleşmesi’nin 4. maddesinde belirtilen “korunacak kişiler”e ilişkindir. Bu maddeye göre korunacak kişiler, çatışan tarafın ulusundan olmayan ve onların işgalleri altındaki coğrafyada yaşayan, çatışmalarla ilgileri olmayan sivilleri kapsamaktadır. Bu sorun özelikle Bosna- Hersek’teki çatışmalarda ortaya çıkmıştır. EYUCM bu sorunun çözümünü Bosna- Hersek’te meydana gelen olayları ayrı ayrı ele alarak çözmüştür.

İkinci sorun, Cenevre Sözleşmeleri’nin bireysel cezaî sorumluluğa ilişkin uygulamasıdır. Cenevre Sözleşmelerinin ortak 3. Maddesi, uluslararası olmayan çatışmalarda meydana gelen uluslararası insancıl hukuk ihlallerine ilişkindir. Buna göre, söz konusu maddenin EYUCM’de nasıl uygulanacağı sorunu karşısında, Eski Yugoslavya’daki çatışmaların uluslararası ve iç çatışma niteliklerini birden taşıdığından, EYUCM’nin davanın durumuna göre karar vermesi gerekir. Kaldı ki, EYUCM Statüsünün savaş hukuku ve teamülleri ihlallerini belirten 3. maddesi Cenevre Sözleşmeleri’nin ortak 3. maddesinde belirtilen ihlallerin önemli bir kısmını içermektedir. Bu madde de iç çatışmalara uygulandığından[66], sorun büyük ölçüde çözümlenmiştir.

Üçüncü sorun, Eski Yugoslavya’da meydana gelen insanlık dışı eylemlerin buradaki çatışma ile bağlantısının belirlenmesidir. Buna göre, çatışmalar sırasında meydana gelen uluslararası insancıl hukuk ihlallerinin Cenevre Sözleşmeleri’ne göre yargılanabilmesi için çatışmalarla doğrudan bağlantısının bulunması gerekmektedir. Çatışmalarla ilgisi olmayan eylemleri belirlemek ve buna göre yargılanmanın başlatılması, EYUCM’nin karşılaştığı güçlüklerden biridir[67].

bb- Savaş Teamülleri veya Hukuku İhlalleri

EYUCM Statüsünün 3. maddesi, savaş teamülleri ve hukukunun ihlallerini kapsamaktadır. Statünün 3. maddesi gereğince, uluslararası mahkeme, savaş teamül ve hukukunu ihlal eden kişileri yargılama yetkisine sahip olacaktır. Bu ihlaller aşağıda sıralanacak olan eylemleri kapsamaktadır, ancak bunlarla sınırlı değildir[68]. Başka bir deyişle, mahkeme, yargılama yetkisini kullanırken bir takım başka eylemleri savaş hukuku ve teamüllerini ihlal ettiğini belirleme konusunda takdir hakkına sahiptir[69]. EYUCM Statüsünün 3. maddesinde, savaş hukuku ve teamüllerini ihlal eden durumlar şöyle sıralanmıştır: (a)gereksiz acılara neden olan zehirli gazlar veya diğer silahları kullanmak, (b)hiçbir haklı gerekçeye dayanmaksızın şehir, kasaba ve köyleri tahrip etmek veya askeri gerekliliğin haklı göstermediği bir şekilde bu yerleri yıkmak, (c)saldırı, bombalama veya başka araçlarla savunmasız köy, kasaba, ev ve binaları tahrip etmek, (d)yardım amaçlı yerler ile eğitim, din, tarihi anıtlar, sanat ve bilim yerlerine kasıtlı olarak zarar vermek, tahrip etmek veya bunlara el koymak, (e)kamu ve özel mülkiyeti yağmalamak.

EYUCM Statüsü’nün 3. maddesinde de sıralanan savaş suçları, öncelikle, Nüremberg Şartı hükümlerine dayanmaktadır. Nuremberg Şartı’nın tanımladığı ve büyük ölçüde 1907 La Haye Sözleşmeleri’ne dayanan savaş suçları, Nuremberg Mahkemesi’nce belirtilen savaş teamülleri ve hukuku ilkeleridir[70]. La Haye Sözleşmeleri, bu gibi eylemleri yapanların yargılanmaları ve cezalandırılmalarına ilişkin hüküm içermemesine karşın, Nuremberg Mahkemesi, savaş hukukunu ihlal edenlerin yargılanıp cezalandırılmalarına ilişkin hükümler vermiştir.

Statünün 3. maddesinde belirtilen ve Nuremberg Şartı’nda bulunan savaş suçları tanımı, savaş hukuku ve teamüllerini oluşturan sözleşmelere dayanmaktadır[71]. Nuremberg Şartı’nda belirtilen ve geniş ölçüde imha ve yağmalama suçlarına ek olarak, EYUCM Statüsü Eski Yugoslavya’daki çatışmalarda önem arz eden diğer suçları da belirtmiştir. Bu suçlar; sefalete neden olan zehirli gazlar veya diğer silahların kullanımı, savunmasız sivil hedeflere saldırı, dini ve kültürel varlıkların geniş ölçüde tahrip edilmesi eylemlerinden oluşmaktadır[72]. Yine, La Haye Sözleşmeleri ve Nuremberg Şartı’nda savaşın yürütülmesi durumunda açık bir şekilde yasaklanan savaş yöntemleri, EYUCM Statüsünde de yasaklanmıştır. EYUCM, Statüsünün 3. maddesi gereğince, mahkeme bu maddede belirtilen savaş suçlarını işleyen kişileri yargılama yetkisine sahiptir. Bu maddede belirtilmeyen, ancak savaş suçu oluşturduğu konusunda mahkemenin takdir yetkisi ile belirlediği suçlar da mahkemenin yargı yetkisi kapsamında yer almaktadır. Dolayısıyla, uluslararası insancıl hukuku ağır şekilde ihlal eden savaş suçlarını işleyen kişilerin,   -uluslararası hukuk kapsamında- uluslararası sorumlulukları vardır.

EYUCM’nin 3. Maddesi, maddede sıralanan ihlallerin dışında da savaş hukuku ve teamüllerinin ihlallerinin olabileceğini açıkça belirtmiştir. Yugoslavya’daki çatışmalar hem ulusal hem de uluslararası nitelik taşıdığından, EYUCM Statüsünün 3. Maddesi, Statünün 1. maddesi kapsamında 1949 Cenevre Sözleşmeleri ortak 3. maddesini de ihlaller kapsamında ele almaktadır[73].

EYUCM için sonuç olarak şunları söylemek mümkündür: EYUCM’nin savaş suçları kategorisinin dayanağı, 1907 La Haye Sözleşmeleri, Nuremberg yargılamaları ve 1949 Cenevre Sözleşmeleri’dir. Mahkeme, Cenevre Sözleşmeleri’nin sadece ağır ihlallerini yargılamamakta, ayrıca sözleşmelerin iç çatışmalara ilişkin ortak 3. maddesi ile ek protokol hükümlerini de uygulayabilmektedir.

Ortak 3. madde ve ek protokoller, mahkemenin etkinliğine önemli katkılarda bulunmaktadır. Örneğin, Bosna-Hersekte taraflar arasındaki çatışmalara insancıl müdahalede bulunmak ve bu çatışmalarda meydana gelen uluslararası insancıl hukuk ihlallerinden dolayı sorumluları yargılamak bu madde sayesinde mümkün olabilmektedir.

c – UCM’nin yargı kapsamında Savaş Suçları

Savaş suçları UCM Statüsünün 8. maddesinde düzenlenmiştir. Bu madde de suçlar bentler şeklinde sıralanmıştır. İlk grup suçlar, Cenevre Sözleşmeleri’nin ağır ihlallerini kapsamakta ve sözleşmelerin koruduğu kişi ve mallara karşı girişilen eylemleri içermektedir. Bu kapsam içinde sayılı eylemler, EYUCM’ün 2. maddesinde sayılı eylemlerle aynıdır.

İkinci grup suçlar, “uluslararası hukuk kapsamında uluslararası silahlı çatışmalara uygulanabilecek diğer hukuk ve örf ve adetlerin ciddi ihlalleri”ni kapsamaktadır.

Bunlar dışında, UCM uluslararası nitelikte olmayan silahlı çatışmalarda da savaş suçlarının işlenebileceği kabul etmiştir. 8. maddenin ( c ) ve ( e ) bentlerinde bu durumlarda savaş suçu olarak görülen eylemler belirtilmiştir. ( c ) bendinde, uluslararası nitelikte olmayan silahlı çatışmalara ilişkin Cenevre Sözleşmeleri’nin ortak 3. maddelerinin ağır ihlallerine ilişkin olup sayılan eylemlerin çatışmalara katılmayan siviller, teslim olmuş veya hastalık ve yaralanma vb. nedenlerle çatışma dışı kalmış yabancı ordu mensuplarına karşı işlenmesi halinde cezalandırılacağı hükmünü içermektedir.

Aynı maddenin ( e ) bendinde ise uluslararası nitelikte olmayan silahlı çatışmalara uygulanabilecek, uluslararası hukukun yerleşmiş kapsamı içindeki hukukun ve örf ve âdetin ihlal edilmesi çerçevesinde çeşitli eylemlere yer vermektedir. Bu eylemler listesinde sivil halka ve barışı korumakla görevli BM görevlilerine, hastanelere, tarihi miras niteliğindeki yapılara ve bazı diğer binalara saldırı, yağmalama, 15 yaşın altındaki çocukları askere alma, cinsel saldırıda bulunma gibi eylemleri içermektedir.

Aynı madde 3. bendinde, uluslararası olmayan nitelikteki silahlı çatışmalara ilişkin sınırlayıcı hükümlerde içermektedir. Buna göre, hiçbir şey, bir hükümetin kamu düzeninin yeniden sağlanması veya devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü korumasına ilişkin sahip olduğu sorumluluğu her türlü meşru şekilde yerine getirmesini engelleyemez. Bu kapsamda, uluslararası nitelikte olmayan silahlı çatışmaları iç karışıklıklardan veya terör örgütleriyle mücadele eden devletlerin eylemlerinden ayırmak gerekir. Böylece, devletlerin iç işlerine uluslararası ceza yargısının müdahalesi sınırlanmak istenmiştir. Sonuçta, uluslararası niteliği bulunmayan silahlı çatışmalarda savaş hukuk kurallarının uygulanabilmesi için bu çatışmaların olağanüstü rejim standartlarını aşarak, düzenli ve örgütlü iki gücün mücadelesi şekline dönüşmesi yönelik bir ön şart söz konusudur.

Sonuç olarak, Nuremberg Mahkemesi’nin yargı yetkisine giren savaş suçları EYUCM’nin yargı yetkisi kapsamına da girmektedir. Ancak, EYUCM, savaş suçlarına ilişkin Nuremberg Mahkemesi yargı kapsamını genişletmiştir. Bu kapsamda, EYUCM Statüsü, Nuremberg Mahkemesi sırasında var olmayan 1949 Cenevre Sözleşmeleri ve ek Protokolleri, Soykırım Sözleşmesi ve benzeri birçok sözleşme hükümlerini göz önünde bulundurularak hazırlanmıştır; dolayısıyla, daha kapsamlıdır. EYUCM, Nuremberg Şartı’nda yer almayan, bilimsel, dini ve kültürel anıtlara saldırı ile sefalete neden olan zehirli gazların kullanılmasını yasaklayan hükümlerle savaş suçu kapsamını genişletmiştir. Ayrıca, EYUCM Nuremberg Mahkemesi yargılamalarında savaş suçu kapsamında ele alınan tecavüz suçunu insanlığa karşı suçlar kategorisine almıştır.

UCM, Nuremberg ve EYUCM’lerinin savaş suçuna ilişkin hükümlerini genişletilmiştir. Özelikle iç çatışmalar bakımında UCM Statüsünün içerdiği hükümler bu çatışmaları uluslararası çatışmalardan ayırt edilmesini daha somut hale getirmesini sağlamıştır. UCM Statüsünün savaş suçlarına ilişkin hükümlerinin büyük bir kısmı EYUCM hükümleriyle aynıdır. Dolayısıyla, savaş suçlarına ilişkin EYUCM hükümleri UCM Statüsünde de bulunmaktadır.

SONUÇ
  1. Dünya Savaşı sonrası imzalanan sözleşmeler ve kurulan ad hoc uluslararası ceza mahkemeleri ve sürekli Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüleri savaş suçunun tanımlanması sorununu bütünüyle çözümleyememesine karşı, bu sorunun çözümüne ilişkin önemli yol alınmasını sağlamışlardır. Mahkemeler savaş suçunu tanımlamaktan kaçınmış sadece savaş suçu teşkil edecek eylemlerin neler olduğunu belirtmekle yetinmişlerdir.

Savaş suçunun kapsamının belirlenmesi yanında uluslararası alanda bu suçu işleyen kişilerin yargılanması konusu da insanlığın önünde bir sorun olarak yüzyıllar boyunca varlığını korumuştur. Devletler askeri gereklilik, karşılılık hakkı, askerlerinin ulusüstü bir yargı organında yargılanmasını istememe vb. gibi gerekçelerle bir sürekli veya ad hoc uluslararası ceza mahkemesinin kuruluşunu şüphe ile karşılamışlardır. Bundan dolayı uluslararası kamuoyunun tüm hassasiyetlerine rağmen bu konuda da istenilen gelişmeler sağlanamamıştır.

Diğer yandan, özelikle, II. Dünya savaşı sonrası yaşanan gelişmeler ve kurulan ad hoc uluslararası ceza mahkemeleri ile Sürekli Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüleri gerek savaş suçunun tanımlanması gerekse bu suçu işleyen kişilerin yargılanması açısından bizlere gelecek için umut vermektedir.

KAYNAKÇA

ALSAN, Mesut Zeki: “Bir Milletlerarası Ceza Divanı Kurulmasıyla ilgili Fikirler ve Teşebbüsler”, AÜHF Dergisi, C. VIII, Sayı.3-4, 1951.

ATAÖV, Türkkaya, “Savaş Suçları Uluslararası Mahkemesi”, AÜSBFD, C. XXIII, sayı. 2,1968.

BERNAYS, Murray C,” Nuremberg Mahkemeleri Hukuki Dayanağı “ Çev. Avni Civda , İleri Hukuk Dergisi, sayı.2, Mayıs 1946.

BLAKESLEY, Cristopher L. :                 “ Obstacles to The Creation of A Permanent, War Crimes Tribunal “, International Law: Classic and Comtemporary Reading Ed. Charlotte Ku and Paul F.Diehl, London, Lynne Rienner Publishers,1998.

BOTHE, Michael :“ International Humanitarian Law and War Crimes Tribunals, Recent Developments and Perspectives”, International Law: Theory and Practice Ed. Karel Wellens , Hague,Martinus Nijhoff Publishers , 1998.

CHİSTİAKOV, N.F. : “The Question of War Crimes of The Nuremberg Trial”, Nuremberg Trial and International Law, Ed. George Ginsburgs – V.N. Kudriavtsev, Dordrecht, Martinus Nijhoff Publishers, 1990.

CONSO,  Giovanni ,“ Looking to The Future “, The Intrenational Criminal Court: The Making of The Roma Statute, Issues, Nagotiations, Results , Ed. Roy L. Lee , The Hague, Kluwer Law International, 1999.

COWLES,  Willard B.,“ Trials of War Criminals ( non – Nuremberg ), AJIL,Vol.42,1948.

DAVİD, Eric, “The International Criminal Court: What is The Point?”, International Law: Theory And Practice , Ed. Karel Wellens , The Hague, Kluwer Law International, 1998.

DİNSTEİN,Yoram, “The Distinctions between War Crimes and Crimes Against Peace”, War Crimes in International Law, Ed. Yoram Dinstein –  Mala Tabory  , The Hague,Martinus Nijhoff Publishers .

DOMB, Fania , “Treatment of War Crimes in Peace Settlements – Prosecution or Amnesty?”,  War Crimes in  International Law,  Ed. Yoram Dinstein – Mala Tabory , The Hague , Martinus Nijhoff Publishers , 1996.

DRAPER,  G.I.A.D. “The Modern Pattern of  War  Criminality”, War Crimes in International Law  Ed. Yoram Dinstein – Mala Tabory , The Hague, Martinus Nijhoff Publishers ,1996.

EHARD,  Hans, “The Nuerenberg Trial Against The Major War Criminals and International Law”, AJIL, Vol.43,1949.

FALK,  Richard A., “Methods and Means of Warfare”, Law and Responsibility in Warfare,  Ed. Peter D. Trooboff and Arthur J. Coldberg , Nort Calorina,y.y., 1975.

FENRİCK,  William, “The Application of The Geneve Conventions by The International Criminal Tribunal for The Former Yugoslavia”, IRRC, Vol.81, No.834,1999.

GLAHN, Gerhard Von: Law  Among  Nations, Sixth Edtion, New York, Macmillan Publishers,1992.

GÖZE, Ayferi, “Milletlerarası Ceza Divanı “,Milletlerarası Mahkemeler, Ed. Mahmut R. Belik, İstanbul, Avrupa ve Dünya Federasyonu Fikrini Yayma Cemiyeti, 1956.

GREEN, L.C. , ”Superior Order and Command Responsibility”, Canadian Yeerbook of International Law, Vol.XXVII, 1989.

GREENSPAN,  Moris The Modern Law of Land Warfare, California, University of California Press,1959.

GREENWOOD,  Christopher, “The International Tribunal for Former Yugoslavia”,  International Affairs, Vol.69, No.4, October 1993.

 HOWARD  S. Levie, “Violatıons of Human Rights in War  as War Crimes”, War Crimes in International Law, Ed. Yoram Dinstein – Mala Tabory  , The Hague,Martinus Nijhoff Publishers ,1996.

 HUDSON, Manley  O, International Tribunals Past and Future, Washington,y.y.,1944.

KALİN,  Walter, “The Struggle Against Torture”, IRRC,No.324, 30 September 1998.

KAUL,  Hans- Peter, “Towards A Permanent International Criminal Court”, Human Rights Law Journal, Vol.18,No.5-8,1997.

 LEE,  Roy L, “The Roma Conference and Its Contributions to International Law “,The Intrenational Criminal Court: The Making of The Roma Statute, Issues, Nagotiations, Results, Ed. Roy L. Lee, The Hague, Kluwer Law International, 1999.

LÜTEM, İlhan: Harp Suçları ve Devletlerarası Hukuk, Ankara, Güney Matbaacılık ve Gazetecilik, 1951.

Mcdougal,  Myres S – FELİCİANO,  Florentino P., The International Law of War: Transnational Coercion and World  Public Order, New Haven, 1994, Martinus Nijhoff Publishers .

MERON,  Theodor, “The Continuing Role of Custom in The Formation of International Humanitarian Law”, AJIL, Vol.90, No.2,1996.

MERON, Theodor: The Case for War Crimes Trials in Yugoslavia, Foreign Affairs, Summer, 1993.

MORİS, Virginia, Michael  P. Scharf :              An  Insider’s Guide  to  The International  Criminal  Tribunal  For  The  Former  Yuğoslavia , Vol. 1, New York, Transnational Publlishers,1995.

O’BREİN,  V. William,“ The Nuremberg Principles “, The Wietnam War And International Law, Ed. Richard A. Falk, New Jersey, Princeton Un. Press, 1972.

PAUST,  Jordan, “Applicable Substantive Law (in ICTY)”, ASIL Proceeding 88th Annual Meeting, 1994.

PAZARCI, Hüseyin,  Uluslararası Hukuk Dersleri, C.IV, Ankara, Turhan Kitabevi, 2000.

PEJİC,  Jelena, “What is an International Criminal Court?”, Human Rights, Vol.23, No.4, Fall 1996.

ROTTENSTEİNER,  Christa, “The Denial Humanitarian Assistance as Crime Under International Law “, IRRC, Vol.81,No.835,1999.

SANDOZ,  Yves, “Penal Aspects of International Humanitarian Law”, War Crimes and International Tribunals, Ed. Gabrielle Kirk McDonald, Geneva, Graduate Institute,1998.

SANDOZ,  Yves, “Unlawful Damage in Armed Conflicts and Redress Under International Humanitarian Law”, War Crimes and International Tribunals,  Ed. Gabriel Krik McDonald, Geneva, Graduate Institute,1998.

SASSOLİ, Marco- OLSON,  Laura M., “The Judgment of The ICTY Appeals Chamber on The Merits in The Tadic Case”, IRRC, No.839,30 September 2000.

SÖZÜER, Adem – ERMAN, R. Barış , “Uluslararası Ceza Mahkemesi”, İstanbul Üniversitesi Adalet Yüksek Okulu 20. Yıl Armağanı, İstanbul, Beta Yayınları, 2001.

TANJA,  Gerard, “International Adjudication of War Crimes”, Reflections on International Law From The Law Countries in Honour of Paul de Waart , Ed. Eric Denters & Nico Schrijver , The Hague, Martinus Nijhoff Publishers , 1999.

TAVERNİER,  Paul , “The Experience of The International Criminal Tribunals of The Former Yugoslavia and The Rwanda”, IRRC, No.321,1 November 1997.

TAYLOR, Telford, , Nuremberg and Vietnam, Chicago, Quadrange Bode Press,1970.

TOMUSCHAT,  Christian, “From Nuremberg to The Hague”, Law And State, Vol.53/54, 1996.

WEDGWOOD,  Ruth, “War Crimes in The Former Yugoslavia: Comments on The International War Crimes Tribunal”, Virginia Journal of International Law, Vol. 34, No.2,1994.

WELLS, Donald A. War Crimes and Laws Of  War, Second Edition, London, University Press of America,1991,s.

WİESEL, Elie “U.S. prosecution of Past and Future War Criminals and Criminals Aganist Humanity : Proposals For Reform Based on The Canadian and Australian Experience”, Virginia Law Journal of International Law, Vol. 29, No.4, Summer, 1989.

WİLLARD, B. Cowles “ Trials of War Criminals ( non – Nuremberg ), AJIL, Vol.42,1948.

WİLLİS,  James F., Prologue to Nuremberg: The Politics and Diplomacy of Punishing War Criminals of First World War,Wostporz, Greenwood Press,1982.

BELGELER

Protokols Additional to The Ceneva Conventions of 12 August 1949,International Committee of Red Cross, Geneva,1996.

[1]   *  Yrd.Doç.Dr, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi.

[1] Myres S. McDougal -, Florentino P. Feliciano, The International Law of War: Transnational Coercion and World  Public Order, New Haven, 1994, Martinus Nijhoff Publishers ,s.706.

[2] Moris Greenspan, The Modern Law of Land Warfare, California, University of California Press,1959, s.419. , Glahn , Gerhard Von :                Law  Among  Nations , Sixth Edtion , New York, Macmillan Publishers,1992. s.870.

[3] Fania Domb ,” Treatment of War Crimes in Peace Settlements – Prosecution or Amnesty ? “, War Crimes in  International Law,  Ed. Yoram Dinstein – Mala Tabory , The Hague , Martinus Nijhoff Publishers , 1996 , s.312., Lütem, İlhan : Harp Suçları ve Devletler arası Hukuk,Ankara,Güney Matbaacılık ve Gazetecilik, 1951., s.166.

[4] Londra ant.6.madde. Tokyo Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi Statüsü 5/b maddesi. Lütem, a.g.e., s.166–167. Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, C.IV, Ankara, Turhan Kitabevi,2000, s.333. Howard  S. Levie, “Violatıons of Human Rights in War  as War Crimes”, War Crimes in International Law, Ed. Yoram Dinstein – Mala Tabory  , The Hague,Martinus Nijhoff Publishers ,1996,s.124., Elie Wiesel, “U.S. prosecution of Past and Future War Criminals and Criminals Aganist Humanity : Proposals For Reform Based on The Canadian and Australian Experience”, Virginia Law Journal of International Law, Vol. 29, No.4, Summer 1989,s.902.

[5] Fania  Domb :“Treatment of War Crimes in Peace Settlements – Prosecution or Amnesty ? “, War Crimes in  International Law, , Ed. Yoram Dinstein – Mala Tabory , The Hague, Martinus Nijhoff Publishers,1996,.s.312.

[6] Ibid,s.313.

[7] Domb,a.g.m,,s.313. Protokols Additional to The Ceneva Conventions of 12 August 1949,International Committee of Red Cross, Geneva,1996, s.63-64.

[8] Domb,a.g.e.,s.314

[9] Ibid,s.314

[10]  Telford, Taylor, Nuremberg and Vietnam, Chicago, Quadrange Bode Press,1970, s.19, Richard A. Falk, “Methods and Means of Warfare “, Law and Responsibility in Warfare,  Ed. Peter D. Trooboff and Arthur J. Coldberg , Nort Calorina,y.y., 1975,s.43-53.

[11]  Donald A. Wells, War Crimes and Laws Of  War, Second Edition, London, University Press of America,1991,s. 91.

[12]  G.I.A.D. Draper, “The Modern Pattern of  War  Criminality”, War Crimes in International Law  Ed. Yoram Dinstein – Mala Tabory , The Hague, Martinus Nijhoff Publishers ,1996,s.142.

[13]  Ibid,s.142.

[14]  Yoram Dinstein, “The Distinctions between War Crimes and Crimes Against Peace”, War Crimes in International Law, Ed. Yoram Dinstein –  Mala Tabory  , The Hague,Martinus Nijhoff Publishers , s.2.

[15]  L.C. Green,” Superior Order and Command Responsibility”, Canadian Yeerbook of International Law, Vol.XXVII, 1989, s.173-174. Hagenbach  Yukar Rhine bölgesinde bulunan Breisach halkına karşı öldürme, tecavüz, yalan beyan ve diğer ağır suçlar işlemek iddiasıyla kurulan geçici bir mahkemede yargılandı. Onun vali olma, dolaysıyla üst düzey yetkili olma, yönündeki savunması kabul edilmeyerek işlediği suçlardan dolayı idam ile cezalandırıldı. Hagenbach’in durumu, devlet yetkililerinin de makamları göz önüne alınmaksızın yaptıkları eylemlerden dolayı yargılanması ve günümüzde insanlığa karşı suçlar kapsamında ele alınan eylemlerin cezalandırılması açılarından önem taşımaktadır.

[16]  Draper,a.g.m., s.146.

[17]  Türkkaya Ataöv,” Savaş Suçları Uluslararası Mahkemesi”, AÜSBFD, C. XXIII, sayı. 2, s.321-322. Yves Sandoz, “Penal Aspects of International Humanitarian Law”, War Crimes and International Tribunals, Ed. Gabrielle Kirk McDonald, Geneva, Graduate Institute,1998, s.209-213. Yves Sandoz, “Unlawful Damage in Armed Conflicts and Redress Under International Humanitarian Law”, War Crimes and International Tribunals,  Ed. Gabriel Krik McDonald, Geneva, Graduate Institute, 1998, s.133-136.

[18]  Ayferi Göze, “Milletlerarası Ceza Divanı “,Milletlerarası Mahkemeler, Ed. Mahmut R. Belik, İstanbul, Avrupa ve Dünya Federasyonu Fikrini Yayma Cemiyeti, 1956,s.30. Sandoz, Penal, s.214. Komisyonca ileri sürülen başlıca savaş suçları şunlardı; 1914 yılında Alman ordusunun Belçika ve Luxemburg’un tarafsız devlet olma niteliliklerine bakmadan bu devletlere saldırması, şehirleri tahrip etmesi, savaşta zehirli gaz kullanması, İngiliz ve Fransız yurttaşlarının haksız yere cezalandırması, öldürme, tecavüz v.b. suçları işlemeleri.

[19] James F. Willis, Prologue to Nuremberg: The Politics and Diplomacy of Punishing War Criminals of First World War,Wostporz, Greenwood Press,1982, s.165.

[20]  Sandoz, Penal…,s.214-215.

[21]  Jelena Pejic, “ What is an International Criminal Court?”, Human Rights, Vol.23, No.4, Fall 1996.  s. 54. Göze,a.g.m.,s.31-32. Gerard Tanja, “ International Adjudication of War Crimes “, Reflections on International Law From The Law Countries in Honour of Paul de Waart , Ed. Eric Denters & Nico Schrijver , The Hague, Martinus Nijhoff Publishers , 1999,s.218-219.

[22]  Manley  O. Hudson, International Tribunals Past and Future, Washington,y.y.,1944,s.184. Göze,a.g.m.,s.31-32. Tanja, a.g.m.,s.218.

[23]  Paul Tavernier, “ The Experience of The International Criminal Tribunals of The Former Yugoslavia and The Rwanda, IRRC, No.321,1 November 1997,s.605.

[24] Hudson,a.g.e.,s.184-185. Mesut Zeki Alsan : “Bir Milletlerarası Ceza  Divanı  Kurulmasıyla ilgili Fikirler ve Teşebüsler”, AÜHF Dergisi, C. VIII, Sayı.3-4, 1951, s.21. Göze,a.g.m.,s.32.Willis,a.g.e.,s.167.

[25]  Tanja,a.g.m.,s.219. Uluslararası Hukukçular Derneği, 1926 yılında Viyana’da yaptığı toplantı sonrasında hazırladığı raporunda, bir uluslararası mahkemenin kurulmasının temel gerekçesini şöyle belirtmiştir: bir devletin ulusal mahkemesi ne kadar tarafsız ve adil olarak karar verirse versin diğer devletler bu kararlara daima şüphe ile bakarlar. Bunun yanında, deneyimler, savaş suçlarına ilişkin ister muzaffer devletlerin isterse yenilen devletlerin mahkemelerinin verdiği kararlar tatmin edici olmadığını göstermiştir (Tanja,a.g.m.,s.219).

[26]  Alsan,a.g.e.,s.21. Göze,a.g.m.,s.32.

[27]  Hudson,a.g.e.,s.185. Tanja,a.g.m.,s.219.

[28]  Beigbeder, Yves: Judging War Criminals, London, Macmilan Press and St. Martin Press, 1999, s.29-30.

[29]  Dorsen- Fower,a.g.m.,s.2.

[30]    B. Cowles Willard, “ Trials of War Criminals ( non – Nuremberg ), AJIL, Vol.42,1948,s.299-318.

[31]  Beigbeder,a.g.e.,s.55.

[32]  Pejic, a.g.m.,s.54. Eric David, “ The International Criminal Court: What is The Point? “, International Law : Theory And Practice , Ed. Karel Wellens , The Hague, Kluwer Law International, 1998,s.631.

[33]  Hans- Peter Kaul, “ Towards A Permanent International Criminal Court “, Human Rights Law Journal, Vol.18,No.5-8,1997,s.169.

[34]  Adem, Sözüer – R. Barış Erman,  “ Uluslararası Ceza Mahkemesi “, İstanbul Üniversitesi Adalet Yüksek Okulu 20. Yıl Armağanı, İstanbul, Beta Yayınları, 2001,s.245.

[35]  Ayrıntılı bilgi için bkz. Walter Kalin, “ The Struggle Against Torture “, IRRC,No.324,S.433-444.

[36]  Michael Bothe:“ International Humanitarian Law and War Crimes Tribunals Recent Developments and Perspectives”, International Law: Theory and Practice, Ed. Karel Wellens , Hague,Martinus Nijhoff Publishers , 1998,s.583.

[37]  Christian Tomuschat, “ From Nuremberg to The Hague “, Law And State, Vol.53/54, 1996,s.119.

[38]  Tomuschat, From….,s.119.

[39]  Giovanni Conso, “ Looking to The Future “, The Intrenational Criminal Court: The Making of The Roma Statute, Issues, Nagotiations, Results , Ed. Roy L. Lee , The Hague, Kluwer Law International, 1999,s.471-477. Roy L. Lee, “ The Roma Conference and Its Contributions to International Law “,The Intrenational Criminal Court: The Making of The Roma Statute, Issues, Nagotiations, Results , Ed. Roy L. Lee , The Hague, Kluwer Law International, 1999,s.1-39.

[40]  V. William O’Brein, “ The Nuremberg Principles “, The Wietnam War And International Law , Ed. Richard A. Falk , New Jersey, Princeton Un. Press, 1972,s.193-194.

[41]  Hans, Ehard, “ The Nuerenberg Trial Against The Major War Criminals and International Law, AJIL, Vol.43,1949,s.225.

[42]  Gross,a.g.e.,s.151-154.

[43]  Beigbeder,a.g.e.,s.32-33.

[44]  Jordan Paust, “ Applicable Substantive Law ( in ICTY ), ASIL Proceeding 88th Annual Meeting, 1994,s.241.

[45] Lescure, Karine,Florance ,  Trintignac,:              The International Justice for Former Yugoslavia : The Working of The International Criminal Tribunal at Hague, The Hague, Kluwer Law International Publishers, 1996,s.17.

[46] Roma uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü: www.un.org.org/law/icc. 20.01.2004.

[48]  ICTY’de yargılanan sanıkların mahkemeye yönelttikleri itirazlardan biride Eski Yugoslavya meydana gelen çatışmaların iç çatışma olduğu, bu nedenle ICTY’nin kendilerini yargılamaya yetkili olmadığını savunmuşlardır Ayrıntılı bilgi için bkz. Aldrci,a.g.m.,s.65.

[49]  Beigbeder,a.g.e.,s.44-46.

[50]  Askin, War,, s.135.

[51]  N.F. Chistiakov  : “The Question of War Crimes of The Nuremberg Trial” , Nuremberg Trial and International Law, Ed. George Ginsburgs – V.N. Kudriavtsev, Dordrecht, Martinus Nijhoff Publishers, 1990, s.156.

[52]  Christiakov, a.g.m., s.156-165.

[53]  Murray C. Bernays, ”Nuremberg Mahkemeleri Hukuki Dayanağı”, Çev. Avni Civda , İleri Hukuk Dergisi, sayı.2, Mayıs 1946, s.86. Christiakov, The Question, s.166.

[54]  Askin War, s.138.

[55]  Genel olarak, savaş suçu bir kişinin, asker veya sivil, ceza gerektirecek şekilde uluslararası insancıl hukuku ağır şekilde ihlal etmesidir. Savaş suçunda önemli olan suç ile silahlı çatışma arasında bir bağlantının bulunmasıdır.

[56]  Meron, Theodor: The Case for War Crimes Trials in Yugoslavia, Foreign Affairs, Summer 1993,s.126.

[57]  Moris-Scharf,a.g.e. s.63-64.

[58]  Ibid,s.64.

[59]  ICTY Statüsünde belirtilen Cenevre Sözleşmeleri şunlardır:

Savaş Durumundaki Silahlı Kuvvetlerin Hasta ve Yaralılarının Durumlarının İyileştirilmesine İlişkin 12 Ağustos 1949 tarihli Sözleşme

Silahlı Kuvvetlerin Denizdeki Hasta, Yaralı ve Kazazedelerinin Durumlarının İyileştirilmesine İlişkin 12 Ağustos 1949 tarihli Sözleşme

Savaş Esirlerine Uygulanacak Muamelelere İlişkin 12 Ağustos 1949 tarihli Sözleşme

Savaş zamanlarında Sivillerin Korunmasına İlişkin 12 Ağustos 1949 tarihli Sözleşme

[60]  William Fenrick, “The Application of The Geneve Conventions by The International Criminal Tribunal for The Former Yugoslavia”, IRRC, Vol.81,No.834,1999,s.318.

[61]  Christopher Greenwood, “The International Tribunal for Former Yugoslavia“, International Affairs, Vol.69, No.4, October 1993,s.650.

[62]  Cenevre Sözleşmelerinde, Sözleşmelerin sadece tarafları bağladığı belirtilmekle birlikte, bugün BM üyesi 185 devlet tarafından onaylandığından, Cenevre Sözleşmeleri hükümlerinin uluslararası hukukun teamül kurallarından olduğu söylenebilir.

[63]  Ruth Wedgwood, “ War Crimes in The Former Yugoslavia: Comments on The International War Crimes Tribunal “, Virginia Journal of International Law, Vol. 34,No.2,1994,s.272-273.

[64] Morıs ,Virginia,Michael  P. Scharf : An  Insider’s Guide  to  The International  Criminal  Tribunal  For  The  Former  Yuğoslavia , Vol. 1,  New York, Transnational Publlishers,1995,s.65.

[65]  Ibid,s.67.

[66]  Fenrick, William : “ The Application of The Geneva Conventions by The International Criminal Tribunal for The Former Yugoslavia”, IRRC, Vol.81,No.834,1999,s.318.

[67]  Christa Rottensteiner, “ The Denial Humanitarian Assistance as Crime Under International Law “, IRRC, Vol.81,No.835,1999, s.561.

[68] ICTY Tadic davasına ilişkin görüş beyanında, savaş hukuku ve teamüllerini ihlal eden eylemlerin ortak nitelikleri şöyle belirtmiştir; 1- eylem uluslararası insancıl hukuk kurallarını ihlal eden bir fiil olmalıdır, b- eylemin ihlal ettiği kural bir teamül kuralı veya bir antlaşmaya dayalı bir kural niteliğinde olmalıdır, c- eylemin yaptığı ihlal ağır ihlaller niteliğinde olmalıdır. Başka bir deyişle, eylem uluslararası insancıl hukukun önemli bir kuralını ihlal eden bir eylem veya mağdurlarına büyük acı veren bir eylem niteliğini taşımalıdır, d- ihlal edilen kural veya kurallar, uluslararası hukuk kapsamında bireyin ceza sorumluluğunu gerektirecek bir kural olmalıdır.

Bu genel özeliklerin yanında ICTY Dava Dairesi bir eylemi savaş hukuku ve teamülleri kapsamında cezalandırması için eylemin aşağıdaki özelikleri de taşıması gerektiğini ifade etmiştir: a-eylemin silahlı çatışma sırasında meydana gelmesi, b- silahlı çatışma ile ilgili olması, c-çatışma ile ilgisi olmayan kişilere  (sivillere) karşı girişilen bir eylem niteliğinde olması.

[69] Paust, Jordan :“ Applicable Substantive Law ( in ICTY ), ASIL Proceeding 88th Annual Meeting, 1994,s.242.

[70]  Blakesley, Cristopher L. :“ Obstacles to The Creation of A Permanent War Crimes Tribunal “, International Law: Classic and Comtemporary Reading, Ed. Charlotte Ku and Paul F.Diehl, London, Lynne Rienner Publishers,1998,s.289.

[71]  La Haye Sözleşmeleri, Savaş Tutsaklarına Karşı Muamelelere İlişkin 1929 Cenevre Sözleşmeleri v.b.

[72]  Theodor Meron, “The Continuing Role of Custom in The Formation of International Humanitarian Law“, AJIL, Vol.90, No.2,1996,s.241.

[73]  Marco Sassoli- Laura M.Olson, “The Judgment of The ICTY Appeals Chamber on The Merits in The Tadic Case”, IRRC, No.839,30 Semtember 2000,s.733.

-Bu yazı Hukuk ve Adalet Dergisi’nin  2004/1 sayısından alınmıştır (1 Ocak 2004).

Uluslararası Ceza Mahkemelerinde Savaş Suçları yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Dokunulmazlık Konusunda Anayasa Mahkemesinin Yeri ve Rolü

$
0
0

1967 yılında, Çetin Altan’ın “Bornova Savcısı lütfen dinleyin” başlıklı yazısı ile komünizm propogandası yaptığı iddia olunmuş ve bu nedenle yasama dokunulmazlığı kaldırılması hususu Meclis’te görüşülmüştür. Yapılan görüşmeler sonrasında dönemin siyasal partileri AP ve GP’nin oylarıyla Altan’ın dokunulmazlığı kaldırılmıştır. Bu kararın hemen sonrasında TİP, hem usul hem de esas açısından sorun bulunduğu iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur. Aradan elli yıl geçti ve biz yine dokunulmazlıkların kaldırılması ve sonrasında AYM’nin alacağı tavırla meşgulüz. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi’nin 1967 yılında basılmış 22.cildinde yayımlanmış bu makele ,geçmişten günümüze Hukuk Politik alanında yaşanan değişimin hızını gösteriyor. Aynı zamanda da temel hakların, teknik hukuk alanını aşan bir şekilde yorumlanması ve salt usul kurallarına sıkıştırılmaması önermesi ve çabasını içeriyor. Günümüze geçmişten bir ışık tutmak için elli yıl öncesine gidip sözü Prof. Dr. Bahri Savcı’ya bırakıyoruz.

                                                                                                       ***

Türk Parlamentosu, Türkiye İşçi Partisi’ne mensup bir milletvekili yazarın dokunulmazlığı konusunda bir karar vermiştir. Bu karar, gece yarılarına kadar uzanan hararetli celseler sonunda milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılması biçiminde belirmiştir. Fakat bu haliyle de bu kadar önceki benzer olaylarla kurulmuş bulunan geleneğe aykırı düşmüştür. Önceki benzer olaylarda parlamentomuz bu gibi meselelerde dokunulmazlığın kaldırılması talebini dinlemez ve meseleyi yani, milletvekili hakkındaki adli koğuşturmayı devre sonuna ertelerdi. Olayda siyasal saiklerin getirdiği ağırlığı etkili bir faktör düzeyine çıkarmazdı. Oysaki bu kararında parlamentomuz kendi geleneğine aykırı hareket etmiştir. Gece yarılarına kadar süren hararetli celseler içinde tamamıyla siyasal saike dayanarak, bir mahkeme gibi suç ve suçluluk aramıştır. Hem sorgu yargıcı, hem itham jürisi, hem tanık, hem de yargıç gibi davranarak hüküm inşa etmiştir. Adeta, kendisinde “berayin-i kaviye”ler yaratmıştır. Sonra da bunlarla, kendisinden sonra gerçek hukuk hükmünü inşa edecek olan mahkemeyi bile bağlamaya kalkmıştır. Böyle bir davranış, ne Türk parlamentosunun ne de dünya parlamentolarının yapabileceğidir. Fakat bizim parlamentomuz bu yola girmekten kurtulamamıştır.

Yasama sorumsuzluğu, yasama dokunulmazlığı konularında parlamentoların rolü, berayin-i kaviyyeler yaratarak yargı organını ön fikirlerle etki altına almaya kalkmak değildir. Önce, kendi üyelerinin bile anayasa hürriyetlerini korumak, bu anayasa hürriyetlerine sahip çıkmaktır. Sonra da, bilhassa kendi üyelerinin parlamenter hak ve hürriyetlerini korumak, parlamenter hak ve hürriyetlerin sahibi olmaktır.

Fakat bizim parlamentomuz, bir sosyalist milletvekilinin yasama dokunulmazlığını kaldırma olayında, bütün uyarmalara rağmen, olumsuz yolu seçmiştir. Gerek parlamento içi tartışmalarda, gerek basın yolu ile parlamento çoğunluğuna:

  1. Sosyalist milletvekili ve yazar Çetin Altan’a yakıştırılan durum, aslında, bir yasama sorumsuzluğu teşkil eder. Bu milletvekilini kürsüde söyledikleriyle gazetede yazdıkları arasında ilişkiyi kurmak ve durumu bu açıdan değerlendirmek gerekir” denmiştir. Buna rağmen Meclis çoğunluğu, bu noktayı tümüyle ihmal etmiştir.

  2. Bu durum, bir sabit ön yargıya, bir peşin ideolojik telakki darlığına düşülmeden çözülmesi gereken bir demokrasi genişliği, hoşgörürlüğü, hukuksal gereği meselesi teşkil eder; binaenaleyh yazılanların bu açılardan değerlendirilmesi gerekir; ve öyle yapılınca da bunlarda suç ve suçluluk görmemek gerekir” denmiştir. Buna rağmen demokrasi ve hukuk temellerine inilmeden bir sabit ön ideolojik yargıya eğilinmiştir.

  3. Nihayet, “Bu durum bir hukuk devletinin iyi işlemesinin koşulu olan –usuli seyir intizamına saygı- ile bir ‘usuli ayıp işlenmemesi’ meselesi teşkil eder” denmiştir. Buna rağmen, meseleye el koymuş bulunan karma komisyon, 6 aylık bir beklemeden sonra, işe yıldırım hızı katarak ve savunma almama hukuk ayıbını bile işleyerek bu açıyı da tümden ihmal etmiştir.

Bu suretle olan olmuş, parlamento planında yapacak bir şey kalmamış ve mesele demokratik kamuoyunun ve demokratik hukuk düzeninin bekçisi olan yargı organlarının incelenmesine gönderilmiştir.

Bu yeni safhanın ilk platformu da Anayasa Mahkemesi olmuştur. İlgili sosyalist milletvekili ve yazar Çetin Altan ile partisi olan Türkiye İşçi Partisi, meseleyi hem usuli seyir noksanı, hem de hukuki muhtevası açılarından Anayasaya aykırı görerek Anayasa Mahkemesini harekete geçirmiştir. Anayasa Mahkemesi meselenin esasına girmeden usuli seyir açısından gösterdiği ayıpları ele alarak parlamentomuzun verdiği dokunulmazlığın kaldırılması kararını iptal etmiştir.

Şimdi ortada parlamentomuzun bir “dokunulmazlığın kaldırılması kararı” vardı. Fakat Anayasa Mahkememiz parlamentomuzun bu kararını iptal etmiştir. Bu iptal kararı hangi nedene dayanarak ve hangi açıdan verilmiş olursa olsun iptalden ibarettir. Kendisinde suç ve suçluluk görülen bazı yazıları dolayısıyla bir milletvekilinin adli kovuşturmaya gönderilmesi kararının hiç alınmamışlığa ve alınamazlığa döndürülmesinden ibarettir. Bu itibarla parlamentomuzun bu konuda bir ikinci karar alması mümkün değildir. Bazı yazarlar bu görüşe paralel mütalaalar ileri sürerek parlamentomuzun aynı yazılarından ötürü, aynı yazar milletvekili hakkında –işlenmiş bulunan usuli seyir ayıplarını gidermek suretiyle- yeni bir karar alamayacağını ileri sürmektedirler. (Selahattin Hakkı Esatoğlu’nun bir milletvekili ve hukukçu sıfatıyla görüşü bu merkezdedir).

Buna rağmen bir başka görüşün de harekete geçebilmesi de ihtimalden uzak değildir. Bu görüş, olsa olsa “Biçimsel noksan ve ayıplarından ötürü hukuksal tamamlığını bulamayan bir işlemde, söz konusu noksan ve ayıplar giderilmek suretiyle tasarrufun bütünlüğü sağlanabilir” fikrine dayanacaktır. O zaman, parlamentomuzun yeni dönemi içerisinde meseleyi tekrar ele alıp yeni bir dokunulmazlığın kaldırılması kararı alması yolunun işletilmesine gitmesi muhtemeldir. Bu bize hukuksal gözükmemektedir. Buna rağmen parlamento çoğunluğunun hemen yukarıda işaret ettiğimiz görüşe dayanarak ve bir çoğunluk gücü olarak yeni bir tasarrufa geçmesi ihtimalini de gözden kaçırmak istemiyoruz. Bu takdirde, Anayasa Mahkememiz başta ileri sürdüğümüz görüşe dayanarak bu ikinci tasarrufu da iptal edebilir. Yani, birinci iptal kararının tasarrufun zati maddesine de şamil ve yaygın olduğu ve binaenaleyh aynı konuda, aynı milletvekili hakkında tekrar bir karar alınamayacağı görüşüne dayanarak bu ikinci tasarrufu da hukuken hükümsüz hale irca edebilir.

Fakat, meseleyi fasit bir daire içerisinde sokmamak için, bu sefer Anayasa Mahkememizin meseleye esastan da girmesini ve binaenaleyh parlamento kararını esastan da bozmasını temenni ederiz. Daha doğrusu, eğer önüne bu olay gelecek olursa, bu sefer, Anayasa Mahkememizin hem biçimsel açıdan, hem de muhteva açısından meseleyi ele alıp dört başı mamur bir karar inşa etme yolunu seçmesi temenniye değer. İşte bu ihtimali gözden uzak tutmayarak bir dokunulmazlık konusunda Anayasa Mahkemesinin yeri ve rolü üzerinde durmak istiyoruz.

Eğer böyle olursa Anayasa Mahkemesi, şimdiye kadar bu konuda yapılan edebiyatları, sun’i olarak yaratılan berayin-i kaviyyeleri aşarak ancak gerçek saiklere göre, gerçek parlamenter hukuk ve usullere göre –ve ancak bunlarla bağlı olarak- bir adalet yeri olarak karar verir. Ve böyle yapınca da parlamenter hukukun ve parlamenter geleneğin söz konusu olduğu yerlerde gösterilecek siyasal davranışların gerçek temelleri olan bu hukuk ve gelenek ile bağlı kalması gereğini mühürleyerek, kendi kredi alanına düşen bu meselede, Türkiye’nin demokrasi kredisini de kurtarır.

Dokunulmazlığın kaldırılması konusunda, Anayasa Mahkemesinin gerçek yeri ve rolünü tespit ederken şu düşünce esas olmalıdır. Anayasa Mahkemesi, böyle bir meselede “bir meclisin, üyelerinden birini adalete teslim edip etmemeyi takdir hakkı bizzat o meclise aittir”diyerek işin içinden çıkamaz.

Anayasa hürriyetleri ve parlamenter hakları alanında Anayasa Mahkemesinin elbette bir yeri vardır: Bu yer; bir siyasi heyetin kararlarındaki “siyasi saik” ile “hukuki dayanak ve temel”in paylarını, etkilerini araştırıp; hukukça geçerli, hukukça değerli olmayan saikleri bertaraf ederek davranışın, dürüstlük-ciddilik-adalet-eşitlik-modern kamu hukuku prensiplerini gerçekleştirme ve bunların dışına kayma istidatlarını kapama rolüdür.

Anayasa Mahkemesinin parlamenter haklar alanındaki bu sorumlu yerini ve önemli rolünü daha somut olarak şöyle gösterebiliriz: Önüne gelen meselede siyasi ihtiras, siyasi hınç ve siyasi saiki aramak; bunu görürse tasarrufu bertaraf etmek; önüne gelmiş olan tasarrufta, sorumsuzluk ve dokunulmazlık konusundaki genel kamu hukuku kurallarına aykırı bir karar mahiyeti olup olmadığını aramak; bu aykırılığı görürse, gene tasarrufu bertaraf etmek… Şimdi bu hukuksal idrak açısından durumu inceleyelim:

1.Kararda siyasi ihtiras-siyasi hınç-siyasi saik aranması:

Kararda böyle bir ihtiras –hınç- saik varsa, bu nitelik, dokunulmazlığın kaldırılması tasarrufunun bünyesini malul kılacak bir husus teşkil eder.

İşte Anayasa Mahkemesinin ilk görevi bu saiki aramak ve bulduğu takdirde de Parlamento kararını iptal etmektir.

Tasarruftaki siyasi ihtiras, hınç, saik de şu iki noktada gizlenebilir. Binaenaleyh, önce, bu iki noktayı aramak gerekir: usuli seyrin saptırılması ve usuli ayıbın işlenmiş olması.

  1. Usuli seyrin saptırılması – Yasama sorumsuzluğu ve dokunulmazlığı; parlamenterin korkmadan, ürkmeden hükümeti kontrol ve kritik etme görevinde devam etmesi için tanınmış imtiyazlardır. Dokunulmazlık kaldırılsa, parlamenter ve parlamento, kontrol ve kritik etme görevinde ihlal edilmiş olur. Kaldırma işlemi harekete geçirildiği zaman da, parlamenter bir tedirginliğe uğrar. Onun için işlem, hızla sonuçlandırılmalı, durum hızla açığa kavuşturulmalıdır. Çünkü iş sürüncemede kalırsa, bundan doğan tedirginlik, görevi ihlal sonucu verecektir.

Bundan ötürüdür ki, mevzuat, dokunulmazlığın kaldırılması işleminde, hızlı bir usuli seyir koymuştur: komisyonun dosyayı en geç bir ay içinde karara bağlaması, Meclis kararına bir haftada itiraz edilmesi, Anayasa Mahkemesinin de 15 gün içinde karar verme zorunda olması gibi…

Bu usuli seyir hiçbir yolda aksatılamaz. Aksatılması, karardaki “hukukilik” unsurunu zayıflatır. Kararın altında siyasi ihtiras, hınç ve saikin bulunduğuna karine teşkil eder.

Buna rağmen bizim olayımızda karma komisyon bir ay yerine yedi ay içinde karar alarak, usuli seyri daha baştan saptırmıştır. Böyle yaraka da, daha baştan itibaren milletvekili yazarı sürekli bir tedirginlik içine sokarak onu kontrol ve kritik etme görevinde atalete sokma, yani, ondan dokunulmazlığı kaldırma ortamı hazırlanıncaya kadar geçecek süre içinde bile bir nevi kurtulma isteğini deyimlenen bir siyasi saikle hareket etmiştir. Bir başka deyimle, -bu yedi aylık sürenin siyasal oluşmaları gözden geçirilince açıkça görüleceği üzere- iktidar, koğuşturma açılınca, bunu hemen karar safhasına götürmekte elverişlilik görememiştir. Önce ortamı hazırlamak gerektiğini duymuştur. Bu maksatla, anayasanın sosyalizme açıklığı –kapalılığı konusu- hiç değeri, sırası ve gereği yok iken, hatta bu konuda söz söylemesi bile nazik bir nokta teşkil eden resmi şahsiyetler ağızları ile işleyerek elverişli bir ortak yaratmıştır. Ortamın kıvama geldiğini görünce de, birden sabahlara kadar süren bir koğuşturma ile, karar safhasına geçilmiştir.

Görülüyor ki, siyasi maksat açıktır: Bir sosyalist kritikçiyi bertaraf etmek; bunun için ortamın hazırlanmasına kadar geçecek sürede bile onu tedirginlik içinde tutarak, onun yazarlık hayatını akamete uğratmak, bu siyasi maksadın muhtevasını teşkil etmektedir.

Bu siyasi maksat, sosyalist milletvekili ve yazar Çetin Altan’ın koğuşturmaya uğramış yazılarını ele alan parlamento tasarrufunda, inkâr edilemeyecek bir açıklıkla görülmektedir. İşlenen usuli ayıplar ve usuli seyir saptırılması, bunun delilleridir. Binaenaleyh artık usuli noksanların giderilmesi yolu hiç işletilemez. Hukuksal ayıp bir kere, irtikâp edilmiş durumdadır. Hiçbir ıslah ameliyesi bu irtikâbı tamir edemez. Her tamir teşebbüsü içinde yukarıda söylediğim siyasi hınç, siyasi ihtiras saiki bulunmakta devam eder. Binaenaleyh tasarrufun kılık değiştirilmiş biçimleri de bu siyasi saik ile malul olmakta devam eder. Ve binaenaleyh Anayasa Mahkememiz, gerekirse, yeni iptallere gider.

  1. Bir usuli ayıbın işlenmiş olması – Bazı tasarruflarda, bazı usuli noksanlar işlenmiş olabilir. Bunlar, iyi niyete rağmen olabilir. O zaman bunlar tamamlanır ve ortada bir mesele kalmaz.

Fakat bazı usuli noksanlar, iyi niyetle yorumlanamayacak bir bilinçaltı, hatta bilinç hareketi olarak ortaya çıkar. Bir suç ve suçluluğun aranması işinde savunmanın alınmasının ihmali, affedilir bir ayıp olmayı aşar. Bu ihmalin altında, keza, bir siyasi hıncın, ihtirasın, saik olduğuna inandırıcı bir işaret haline girer.

İşte, İhzari Komisyonunun bir savunma almadan karara ulaşıp bunu hemen radyoya intikal ettirmesi olayının altında, bir sosyalist yazarın, sosyalist açıdan yaptığı kontrol ve kritiklerden bir an önce kurtulmak gibi bir siyasi ihtirasın, hıncın, saikin yattığını görmek pek zor olmamaktadır. Burada savunma almamak iyiniyetine rağmen içine düşülmüş bir noksanlığı değil, bir sosyalist milletvekilinin hürriyetini bir an önce kaldırmak gibi bir siyasi ihtiras, hınç ve saik itişi ile, içine düşülmüş bir ayıbı ifşa etmektedir. Anayasa Mahkememizin bu bilinçaltı gerçeği kolaylıkla görüp değerlendirmesi elbette gerekir. Şimdi, herhangi bir usuli noksanın giderilmesi, hadisenin zati bünyesi içindeki bu siyasi niteliği ortadan kaldırmaz. Bu noktadaki ayıp, Meclis kararı ne şekilde yeniden inşa edilirse edilsin, gene devam etmektedir. Ve binaenaleyh her zaman için bir iptal sebebi mevcut olmakta da devam etmektedir.

Bu iki noktanın ötesinde olayın hemen her noktasında ayrıca bir siyasi renk olduğunu gösteren açıklıklar da vardır.

2. Tasarrufta genel kamu hukuku kurallarına aykırılığın aranması:

Dokunulmazlığın kaldırılması tasarrufu, bazı genel kamu hukuku kuralları ile çevrilmiştir. Dokunulmazlık, ancak bu kuralların gösterdiği zaman kaldırılabilir. Aksi halde tasarrufi hukukilikten yoksun kalır. Binaenaleyh iptale konu teşkil eder.

Kamu hukuku kuralları açısından tasarrufu iptale açık bırakan noktalar bilhassa şuralarda gözükmektedir:

  1. İyiniyete aykırılıkBir parlamento kararı –hukuki açıdan söylüyoruz- iyiniyete ve hatta dürüstlüğe aykırı olamaz.

Bizim parlamentomuzun kararında ise, iyiniyetten uzaklık vardır: Hükümet çoğunluğuna mensup 60-70 suçluluk dosyası dönem sonuna ertelenirken, aynıParlamento tarafından bir sosyalist milletvekilini adliyeye teslim etme kararının verilmesi iyiniyet kuralına aykırılık teşkil eder.

  1. Ciddiliğe aykırılıkBir parlamento kararında büyük bir ağırbaşlılık, büyük bir ciddiyet bulunmalıdır. Bu ciddiyet, kararın alınış seyrinin intizamı veya intizamsızlığı içerisinde kolaylıkla görülebilir. Bir takım zorlamalara gidilip gidilmemesi de bu ciddiyeti teşhis etmemize yarar.

Türk Parlamentosu adına karar inşa ameliyesine; uyku gevşeklikleri ve hatta uykunun zihni melekleri tahrip edişleri arasında devam etmek, keza, 60-70 parlamenteri sırf hükümet çoğunluğuna mensup olduğu için korurken, muhalefet grubundan bir milletvekili üzerine zihni meleklerin bile iyi çalışmadığı bir halet içinde bu kadar yüklenmek, ciddiliğe de aykırıdır.

  1. Adalete aykırılıkDokunulmazlığın kaldırılması, adalete de aykırı olamaz.

Bir milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılması konusundaki adalet, “Anayasa hürriyetleri” içinde kalmaktadır. “Parlamenter haklar” içinde kalmaktadır. “Demokrasi idraki” içinde kalmaktadır. Bütün bunların tüm ifadesi demek olmak üzere de, “yasama sorumsuzluğu” teşkil eden bir fiili bu alandan dışarı çıkarmamaktadır. Oysaki bizim olayımızda, parlamenterin Anayasa hürriyetleri biraz aşağıda söyleyeceğimiz ortam hiç de mevcut olmadan ihlal edilmiştir. Parlamenter haklar, biraz sonra da aşağıda söyleyeceğimiz bir ortam mevcut olduğu zaman ortadan kaldırılırsa, bu bir adaletsizlik teşkil etmez. Fakat bu ortam mevcut olmadan kaldırılırsa, parlamenter haklar, cidden ihlal edilmiş olur. Anayasa hürriyetleri ile, parlamenter hakların ihlali, sonunda, demokrasi idrakinin de tanınmamasını teşkil eder. İşte bütün bunların bulunmaması veya ihlal edilmesi, demoktratik adalete aykırılık teşkil eder.

  1. Eşitliğe aykırılık Bir parlamento kararı, aynı hukuksal statü içinde olan parlamenterler arasında bir eşit işlem teşkil etmelidir. Bu ilkeye aykırılık, hazmedilir bir keyfiyet olamaz.

Bizim olayımızda ise, hükümet grubuna mensup 60-70 parlamenterin dokunulmazlık konusunda zecri bir işlem uygulanmazken, bir sosyalist muhalife karşı zecir yolunu açmak, parlamenterler arasındaki eşitlik ilkesine tümüyle aykırı olur.

  1. Dokunulmazlık konusunda modern Anayasacılık gereklerine aykırılık Dokunulmazlık konusunda modern anayasacılığın kendisine özgü kuralları vardır. Bir Parlamento kararı muhakkak bu kurallara uygun olmalıdır. Bir parlamento kararının, bir hukuki meşruluk kazanabilmesi için bu kuralların gösterdiği bir genel ortamın var olması ve kararın ancak bu genel ortamın varlığına dayatılması gerekir.

Modern Anayasacılığın bu kuralları kesin olarak şunu söyler: Bir parlamenter, pek ağır bir sebep yoksa geciktirilmesinde pek vahim bir durum yoksa parlamenter vekâletinden, bu vekâleti uygulamasından kat’iyen alıkonulamaz. Ancak, pek ağır bir sebep ve geciktirilmesinden pek büyük bir vahimlik bulunduğu bir ortam içindeysek, ancak o zaman parlamenter vekâletin işlemesine son verici bir karar alınabilir. O halde, dokunulmazlığın kaldırılması kararı alınırken, ortada ağır bir sebep ve vahim bir durum işaret eden bir ortam bulunmalıdır.

Ağır sebep ve vehamet hali de subjektif takdirlerle tespit edilemez. Ağır bir sebep ve vehamet hali:

  1. Kamuoyu heyecanının şiddetle tahrik edildiği;

  2. Kamu düzeninin şiddetle tehdit edildiği;

  3. Kamuoyunun, bu tahrik ve tehdidin hemen aydınlanmasını isteyecek yolda acil bir hassasiyet gösterdiği zaman vardır. Bir başka deyimle, ağır sebep ve vehamet: kamu heyecanının şiddetle harekete geçtiği, kamu düzeninin şiddetli bir tehdit altında bulunduğu, ve bu iki hususun aydınlanması için kamuoyunun acil bir hassasiyet gösterdiği ortamda vardır. Dokunulmazlığın kaldırılması, modern Anayasacılık kurallarına ve bu arada bizim Anayasamızın da gereklerine aykırılık teşkil eder.

Türk parlamentosunda yer almış bir sosyalist partinin bir sosyalist temsilcisinin Anayasaya aykırı düşmeyen bir sosyalizm mantığı ve tutarlılığı içinde yaptığı kritikler üzerinden 8-10 ay hatta bir yıl gibi uzun süre geçtikten sonra ne gibi “şiddetli tahrik”, ne gibi “şiddetli tehdit”, ne gibi “acil hassasiyet” ile yüklü bir ortamdan bahsedilebilir. Ki, ortada pek ağır bir sebep ve vehamet hali varmış gibi, koğuşturma ertelemesine gidilmiyor? Bu soruya kimse cevap veremez. Çünkü, bir basit mantık gereği olarak gayet açıktır ki, tahrik, tehdit, acil hassasiyet gibi unsurların geçerli bir anlam taşıyabilmeleri için ve bizi bir tedbire itebilmesi için ancak vaki oldukları zamanı ve ortamı ele almamız gerekir. Bir olayın üzerinden bir yıl geçtikten sonra, tahrik, tehdit ve hassasiyetten, ama, şiddetli tahrik, şiddetli tehdit, acil hassasiyetten bahsetmek mümkün olamaz. Binaenaleyh dokunulmazlığın kaldırılması kararına dayanak olarak modern Anayasacılığın ileri sürdüğü bir ortamdan da bahsedilemez. Ve böyle bir ortam varmış gibi bir dokunulmazlığın kaldırılması kararı da alınamaz.

Görülüyor ki, parlamentonun aldığı kararda genel kamu hukuku kurallarının hemen tümüne aykırılık söz konusudur. Anayasa Mahkememizin yalnız biçimsel açıdan bir iptal kararı vermemesi, yukarıdaki dayanaklara dayanarak muhteva açısından da bir iptal kararı vermesi pekiyi olurdu. Meselenin sun’i olarak canlandırılması halinde, bu dayanakların gözden uzak tutulamayacağı aşikârdır.

Dizin: Merve Özlem Kuş

-Bu yazı Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi dergisinin 22. cildinden alınmıştır (1967).

Dokunulmazlık Konusunda Anayasa Mahkemesinin Yeri ve Rolü yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.


Dworkin ve Hart tartışmasında, hukuk, ahlak, norm, yargıç, üstünler, tabi olanlar

$
0
0

Hukuk Politik Notu

Hukuk Politik’te bize hukuku ve işlevini düşünme imkânı veren makalelere, özellikle tartışmalara yer vereceğimizi söylemiştik. Bunlardan ilki Dworkin-Hart tartışmasıydı. Dworkin’in “Herkül Yargıç” metaforuna ilişkin Hasan Tuna Göksu’nun makalesinin ilgi görmesi üzerine bu konuda ikinci makalemizi okurlarımıza sunuyoruz.

Geçen yüzyılın pozitivist hukuk kuramcıları Kelsen ve Austin’in şekillendirmeye çalıştığı hukuk anlayışını eleştirirken, birbirleriyle de tartışan Hart ve Dworkinin kuramları; aynı zemini muhafaza etse de, gerek seleflerinin gerekse birbirlerinin eksikliklerini tespit anlamında, hukuka çok ciddi katkıda bulunmuştur.

İki hukukçunun tartışmalarına göz atıldığında görülen; üstün olanlar tarafından konulan hukuk normunun, onların iradesi dışında belirleyenleri var mıdır? Ahlak ve Etik ile hukukun ilişkisi nedir? Buyurma yetkisini kendinde gören üstünler ile buyuran silahlı soyguncu arasındaki fark nedir? Yargıcın fonksiyonu nedir? soruları, “hukukun yok edildiği” günümüzün de sorularıdır… Siyaset teorisi açısından bazı sorular çok naif kalabilir. Ancak herkesin birbirinin yok ederek var olabildiği bir ormanda yaşamak istemiyorsak; hukukun her hâlükârda bizi bir arada tutan kurallar olduğunu düşünüyorsak tartışma konuları bize yararlı olacaktır. Hiç olmazsa bu olumlu anlamıyla hukuka ihtiyaç duyduğumuzda, bize tartışmamız için gerekli kavramları sunacaktır.

Yazara göre; bu iki hukukçunun tartışması sonunda hala cevaplanmamış önemli sorular vardır: “Hart-Dworkin tartışmasının aslında hala sonuca bağlanmamış birkaç cephesinden en önemlilerinden birinin bir üstün kural koyulup koyulamayacağı problemi olduğu görülür. Hart, Dworkin’in birçok ilkenin bir kökene(pedigree), başka bir deyişle otoriter bir kaynağa dayandığını görmezden geldiğini belirtir. Böylece ilkelerin birçoğunun kolayca bir otoriteye bağlanarak çözümlenebilen hukuk kaynakları mı yoksa Dworkin’in dediği gibi toplumdaki uygunluk algısından kaynaklanan politik ilkelerden gelen, belirli bir kökene bağlanamayan ve bir üstün kuralla geçerlilikleri test edilebilecek nitelikte olmayan standartlar mı olduğu hala yanıt bulmamış bir soru olarak durmaktadır.”

                                                                   HART-DWORKIN TARTIŞMASI

Koray Güven1

Özet: John Austin, pozitivist bir bakışla yapılandırdığı teorisinde, kendisine alışılagelmiş bir biçimde itaat edilen ancak kendisi başka hiçbir güce itaat etmeyen egemen gücün emirlerini hukuk olarak tanımlar. Geçtiğimiz yüzyılda yaşayan H.L.A. Hart ise, teorisini Austin’ in hukuki pozitivizmi üzerine kurarken, Austin’ in ortaya attığı pek çok kavramı reddeder ve özgün bir pozitivist kuram ortaya çıkarır. Hart, birincil kurallar ve kurallar hakkında kurallar denebilecek ikincil kuralların beraber hukuk sistemini oluşturduğunu söylerken, bu kuralların geçerliliğini, kendi geçerliliği “kabul”üne bağlı olan “tanıma kuralına(rule of recognition)” dayandırır. Dworkin, Hart’ ın teorisini hedef alarak hukuki pozitivizme yönelttiği eleştirilerinde; pozitivizmin, sosyal kurallar ile hukuk kuralları arasına çizdiği keskin sınıra, pozitivistlerin yargıcın takdir yetkisi tanımının eksikliğine ve hukuk kuralı olmadan hukuki bir yükümlülük olamayacağı varsayımına dikkat çeker. Kendi teorisindeki hukuk kavramı içine “ilkeleri” de sokan Dworkin, Hart’ın pozitivist teorisinin ilkeleri kapsayacak bir hukuk tanımı ortaya koyamadığını eleştirisinde bulunur. Makalede, Hart, Dworkin, Fuller, Austin ve tartışmanın genel incelemesini yapan Shapiro’ nun eserleri kaynak olarak kullanılacak, bir taraf tutmadan, tartışmanın ana hatları belirlenmeye çalışılacaktır.

Giriş

20. yüzyılın hukuk teorisyenleri arasında özellikle Anglo-Amerikan hukuk sisteminde önemli bir yeri olan Herbert Lionel Adolphus Hart, teorisini kurarken İngiliz faydacılarından ve özellikle John Austin’den ilham alır. John Austin’in hukuku ahlak ya da etikten ayıran ve iktidarın buyruklarına bağlayan kuramından büyük ölçüde destek aldığı halde, bu kuramın bazı belli başlı dayanaklarını reddederek “ılımlı pozitivizm(soft pozitivizm)” adını verdiği tarafa daha yakın, özgün bir teori geliştirir. Kaleme aldığı “Hukuk Kavramı(The Concept of Law)” kitabı 1961 yılındaki ilk baskısından bu yana doğal hukuk kuramcıları tarafından farklı yönleriyle ele alınıp eleştirilirken, Hart 20. yüzyılın en önemli birkaç pozitivist hukuk teorisyeninden biri olarak yerini alır.

Dworkin, özellikle “Hakları Ciddiye Almak(Taking Rights Seriously)” kitabındaki “Kurallar Modeli (The Model of Rules)” kısmında genel olarak hukuki pozitivizmi hedef aldığı eleştirilerinde kendisine Hart’ın pozitivist modelini seçer. Bir yandan bu teoriyi çeşitli yönleri ile ele alıp hatalı olduğunu ileri sürerken kendi hukuk modelini de “Yorumlayıcı Model (Interpretive Theory)” adıyla hem burada hem de “Law’s Empire(Hukuk İmparatorluğu)” kitabında açıklar. Hart’ın çatıştığı bir başka doğal hukukçu olan Lon Fuller’a göre çok daha kapsamlı ve tutarlı bir teori geliştiren Dworkin hukuk ve ahlak ya da etik ayrımının gerekli olmadığını, hukukun ahlaktan bağımsız düşünülemeyeceğini savunur.

Dworkin’in Hart’a karşı geliştirdiği teorinin ardından iki düşünürün kuramları arasındaki çatışma, Dworkin ve Hart’ın pozitivist hukuku benimsemiş takipçileri arasında devam eder. Hart’ın Dworkin’e yönelttiği en kapsamlı ve açık yanıt ise 1994’te ölümünün ardından bulunup basılan ve “Hukuk Kavramı”’na sonsöz olarak eklenen yazısı olur.

A) John Austin ve Buyruk Teorisi

Eserleriyle Anglo-Amerikan hukuk pozitivizmini büyük ölçüde etkileyen John Austin, “Hukuk Biliminin Belirlenmiş Alanı(The Province of Jurisprudence Determined)” eserinde pozitif hukuku benzerliği nedeniyle karıştırılan başka kavramlardan ayırmak için yola çıkar. Austin’e göre doğru anlamıyla her kural bir buyruktur. Buyruk ise, bir şeyi yapmayı veya yapmamayı emreden ve bunu yaparken de bir kötülük ve acı tehdidini öne süren bir dilektir. Buna göre buyruk diğer dileklerden, ifade edilişi bakımından değil, ihlali durumunda bir acı veya kötülüğün bunu izleyeceğini garanti edecek bir güçle ve amaçla ayrılır. Görev ya da ödev ise buyruk kavramına paralel olarak ihlalini bir kötülüğün izleyeceği emre uyma yükümü olarak adlandırılabilir. (Austin, 1832: 5,6,7)

Buradan yola çıkarak hukuk kuralı tanımını geliştiren Austin’e göre kural “üstün olanlar” tarafından dayatılır ve “aşağı olanları” bağlar. Üstün olma, Austin’e göre diğerlerini zorlayarak belirli bir biçimde davranmaya zorlama ve bunu da kötülük ya da acı tehdidiyle yaptırıma bağlama gücüne sahip olma olarak anlaşılmalıdır. (Austin, 1832:18,19)

İktidar, Austin’in ifade ettiği anlamıyla “üstün olan” bir varlığa işaret eder. Ancak bu üstün olma diğerlerinden toplumun büyük bir kısmı tarafından bir çeşit alışkanlıkla itaat edilen varlıktır. Tüm bu tanımlamalardan sonra, Austin’in pozitif hukukla kastettiği hukuk tanımı şöyle özetlenebilir: Hukuk kuralı alışkanlıkla itaat edilen iktidar tarafından verilen buyruklardır. Ancak bu itaat edilen egemen güç diğer hiçbir otoriteye bağlı değildir, bir başka değişle egemen gücün koyduğu kurallar kendisini değil sadece yönetilenleri bağlar.

Austin’in buyruk teorisinde ahlak kurallarını ve etiği pozitif hukukun tamamen dışına çıkardığı, ahlak ve hukuk ayrımı yaptığı görülür. Tanrının buyruklarına aykırı olduğu gerekçesiyle veya adil olmadığı ileri sürülerek bir kuralın hukuk kuralı olduğunu inkar etmek anlamsızdır. Pratik gerçeklerle desteklediği teorisinin hukuk ve etik ayrımı Austin’in çarpıcı ifadelerinde yer bulur: “Fayda getiren ve zararsız ama yasama yetkisine sahip egemen gücün ölüm cezası ile yaptırıma bağladığı bir eyleme giriştiğimde…, eğer bu kuralın fayda prensibiyle ve dolayısıyla tanrının hukukuyla çeliştiğini söyleyerek suçlamaya bağlayıcı veya geçerli olmadığı savıyla karşı çıkarsam; mahkeme itirazımın anlamsızlığını, karşı çıktığım kurala uygun bir biçimde beni asarak gösterir.” (Austin, 1832:279)

Austin’in fayda ilkeleri ile tanrının buyruklarını paralel iki düzen olarak açıklaması dikkate değerdir. Bentham’ın faydacılık felsefesinden hukuk teorisini kurarken büyük ölçüde etkilenen Austin’in, faydacı ilkelerle ve buna paralel olarak tanrının buyruklarıyla çelişen hukuk kuralını yine de pozitif hukukun bir parçası sayması herhangi bir etik teorinin hukuk tanımıyla bağdaşmayacağına olan inancını gösterir. Aynı zamanda fayda ilkelerine dayanan bir etik teori olan faydacı felsefenin etikle kesinlikle çelişen bu tip hukuk kuralları karşısında aldığı tavrın bu kuralların hukuk kuralı niteliğini inkar etmek olmadığı açıktır. Kuralların hukuk kuralı oluşunu reddetmek yerine bu kuralları reddetmenin ve uymamanın faydacı temelde daha kabul edilebilir bir tutum olacağını söylemek yanlış olmaz. Austin’in faydacı felsefeyle yakınlığı göz önüne alındığında kurduğu hukuk teorisinin egemen gücün düzenlediği hukuk kurallarına uymayı etik temelde savunmaktan çok, hukukun ne olduğuna cevap vermek olduğu söylenebilir. Bu açıdan Austin’in hukuki pozitivizminin sosyal bir teori olmadığı yalnızca hukuku tanımladığı da teorisine yönelik eleştirileri doğru yorumlamak açısından iyi anlaşılmalıdır.

B) HLA Hart

1) Ilımlı Pozitivist Kuramını Kurarken, Hart’ın Buyruk Teorisine İtirazı

Hart, pozitivizm temellerinde teorisini kurarken, John Austin’in hukuk tanımından büyük ölçüde etkilenirken, Austin’in tanımladığı birçok kavramı yeniden inşa etmiş bir kısmını da reddederek 20. Yüzyıl felsefesinde dikkat çeken ve özgün bir hukuk modeli oluşturmuştur. Hart’ın, Austin’in hukuk modelinin belkemiğini oluşturan buyruk teorisini reddettiği görülür. Hart’a göre, egemen gücün zorlayıcı kurallarının hukuku oluşturduğu düşüncesi bir hukuk sisteminin bazı temel yönlerini açıklamakta yetersizdir. Hart’a göre öncelikle, hukuk kuralları yönetilenlerle beraber, kuralları koyanlara da uygulanır. İkinci olarak, Austin’in hukuku salt buyruklara dayandıran kuramı, yargıya veya yasamaya yetki veren veya yasal ilişkiler yaratan hukuk kurallarını kapsayamayacak kadar dardır. Üçüncü olarak, bu teori, diğer kurallardan çıkış kaynakları bakımından ayrılan bazı hukuk kurallarını açıklayamamaktadır çünkü söz konusu kurallar açıkça belirlenmiş yasal süreçlerle veya buna benzer herhangi bir yolla ortaya çıkmamaktadır. Son olarak, Hart’a göre yerleşmiş bir alışkanlıkla itaat edilen ancak her türlü yasal sınırlamadan bağışık olan bir egemen güç tarifi de yetersizdir. Zira modern bir hukuk sisteminin daimi yasama otoritesini açıklayamamaktadır ve egemen güç yalnızca modern devletteki yasama organı olarak da anlaşılamaz. (Hart, 1961:77)

Hart’ın buyruk teorisini eleştirisinde yükümlülük kavramını açıklamakla başlar. Hart’ın silahlı soyguncu örneğine, Austin’in zorlayıcı emirlerin yükümlülükleri oluşturduğuna dair teorisini uygular. Buna göre, silahlı soyguncunun verdiği emirler Austin’in hukuk kuralı tanımına uymaktadır. Oysa Hart’a göre hukuk kuralı ile silahlı soyguncunun buyrukları birbirinden ayrılmalıdır. Soygunculun verdiği emir emrin yöneldiği kişi için bir tehdit içerdiği için kişi parasını vermek “zorundadır(tobe obliged to)”. Oysa hukuk kuralında kişi kuralın tarifine uymakla “yükümlüdür(to have an obligation to)”. Zorunluluk psikolojik nedenlere ve inançlara dayanırken yükümlülük için bu unsurlar yeterli değildir. Ayrıca yükümlülük için ihlal durumunda bir kötülük veya acı tehdidinin varlığına da gerek yoktur. Yaptırımın, davranışı izleyeceğine dair hiçbir mantıklı gerekçe olmasa bile yükümlülükten bahsedilebilir. (Hart, 1961:80,81)

Hart’ın zorunluluk ve yükümlülük ayrımının iyi anlaşılabilmesi için “içsel bakış açısı (internal point of view)” kavramı önemli bir yer tutar. Buna göre, hukuk kavramının tanımı yapılırken dışsal ve içsel bakış açısı tanımın doğruluğu önem taşır. İçsel bakış açısı hukuk sisteminin düzenlediği toplumda yaşayan, söz konusu kuralların yöneldiği kişiler için söz konusudur. Bu kimseler kendilerine uygulanan hukuka içsel bakış açısıyla bakarlar. Oysa dışsal bakış açısı, hukuk sistemini dışarıdan gözlemleyen ve buna dayanarak tanım vermeye çalışan gözlemcinin bakış açısıdır. Hart, kitabında ve özellikle Dworkin’e yanıt verdiği sonsözünde açıkça belirttiği gibi, tanımını kurarken dışsal bakış açısını tamamen reddeder. Ancak içsel bakış açısına dayanırken de kuralların süjelerinin bakış açısını tamamen benimsemenin bir tanım yapmayı imkânsız kılacağını ifade ederek bunun yerine dışarıdan ancak kendini içsel gözlemcinin yerine koyarak yapılan tanımın doğru olacağını savunur. İçsel bakış açısını kabul eden Hart’a göre, hukuk süjelerinin sadece ahlaki gerekçelerle veya yaptırım tehdidiyle kurallara uyduğu inanışı dışsal bakış açısıyla yapılan tanımın getirdiği bir yanlışlıktır. Buna göre hukuk kurallarını kabul etmenin pek çok gerekçesi olabilir.

Böylece Hart, hem Kelsen, Austin gibi düşünürlerin hukuku bir buyruklar ya da gerektiğinde uygulanmak üzere koyulan yaptırımlar bütünü olarak açıklayan teorilerini dışsal bakış açısına dayandıkları için reddederken hem de içsel bakış açısıyla, etik değerlerden başkaca nedenlerin hukuk kurallarını benimseme için söz konusu olabileceğini ortaya koyar. Kurallara uymak, kişinin yakın vadede gerçekleşecek yaptırımdan çekinmesi yerine uzun vadeli kişisel menfaatlerden de kaynaklanabilir. Aynı şekilde yargıcın kuralları uygulamasında, etik değerler yerine aylığını almak istemesi etkili olabilir. (Shapiro, 2006:8)

Hart’ın hukuk tanımında belkemiğini oluşturan içsel bakış açısı, takipçileri için kafa karıştırıcı olabilir. İçsel bakış açısını, dışsal bakış açısından ayırt ederken, birincisinin hukuk kuralarını kabullenmek ve nedenlerini anlamak, ikincisinin ise genel uygulamaya bakarak ihlal durumunda yaptırımın izleyeceğini farkederek bu yüzden kurallara uymak olduğu Hart’ı anlamak için doğru ancak yine de açıklamaya muhtaç bir ifadedir. Hart’a göre, dışsal bakış açısıyla incelenen trafik lambaları sadece insanların gördüklerinde durdukları bir işarettir. Oysa içsel bakış açısından kırmızı trafik ışığı durmak için bir sinyaldir. (Hart, 1961:87,88) Bir yazara göre bu kabullenme ve benimseme, Hart’ın içsel bakış açısı fikrinin en karmaşık kısmını oluşturur. Buna göre, kabul içsel bakış açısında iki unsura sahip olmalıdır. Birincisi, insanların kurallara uygun davranmaları, ikincisi ise bu kurallara dayanarak eleştirel değerlendirmelerde bulunmalarıdır. Bu eleştirel değerlendirmeler toplumda meşru olarak algılanmalıdır. Yazara göre, bu meşruiyeti kabullenme, kurallara dayanarak eleştiride bulunanların eleştirilmemesi şeklinde de açıklanabilir. (Shapiro, 2006:9)

Hart’a göre Austin’in egemen güç tanımının hiçbir hukuki sınırlamaya tabi olmaması, başka bir deyişle hukuktan bağışık olması fikri de hatalıdır. Hart’a göre monarşik bir örgütlenmede bile Rex I öldükten sonra oğlu Rex II’nin yönetime geçmesi monarkın da birtakım hukuki düzenlemelere tabi olduğunun göstergesidir. Zira burada söz konusu olan halefiyet de monarkın tabi olduğu hukuktan kaynaklanır. (Hart, 1961:59)

Austin’in ve Kelsen’in buyruk veya yaptırım kavramlarına dayalı kuramlarından çok büyük ölçüde ayrılan Hart’ın sosyal uygulamayla çakışan ve dolayısıyla her zaman olmasa da ele alınan hukuk sistemine göre zaman zaman etikle kesişen yönleri bulunan teorisi kendisinin ifade ettiği gibi ılımlı pozitivist(soft pozitivism) bir modeldir. Hart’ın kendinden önceki pozitivistlere göre çok daha ağırlıklı bir biçimde olgulara dayanan bir tanım inşa ettiği anlaşılmaktadır.

2) Birincil-İkincil Kurallar, Tanıma Kuralı ve Ayrılabilirlik Tezi

Hart’ın hukuk tanımında, kuralların ortaya çıkışı konusunda ortaya atılan kavram “sosyal kural(social rule)” kavramıdır. Toplumdaki düzenli davranış kalıbı, ihlali durumunda yaptırıma bağlanıyorsa sosyal kuralın varlığından bahsedilebilir. Sosyal kural kapsamında ilkel toplumda ortaya çıkan ilk kavram “birincil kural(primary rule)” kavramıdır. Birincil kural, bu tip toplumlarda topluluğun kendi davranış standartlarına karşı tutumuna ilişkin tek sosyal kontrol mekanizmasıdır. Birincil kurallar serbestçe hareket etmeyi, şiddeti, hırsızlığı vs. sınırlayıcı hükümler getirir. Ayrıca bu kuralları kabul edenler toplumda kabul etmeyenlere göre çoğunluğu oluşturmalıdır. Zira diğer ihtimalde kuralı reddedenler üzerinde sosyal baskı oluşması imkansız hale gelir. (Hart, 1961:89)

Hart’a göre birincil kurallar kesin olmayan, yavaş gelişip değişen ve yaptırım uygulayan belirli bir otoritenin eksikliği nedeniyle etkisiz kurallardır. Öyle ki, birincil kurallardan oluşan bir düzende yaşan topluluk için bir hukuk sistemine sahip olduğundan bahsetmek dahi doğru olmaz. Bu eksikliklere karşı “ikincil kurallar(secondary rule)” ortaya çıkmıştır. Bu kuralların ortaya çıkışı ile birincil kuralların eksiklikleri giderilmiştir ve giderilen her eksiklik hukuk öncesi sistemden hukuk sistemine geçiş için bir adım olmuştur. (Hart, 1961:91) İkincil kuralların birincil kurallar hakkındaki kurallar olduğu söylemek de yanlış olmaz.

Birincil kuralların eksikliklerini gideren ikincil kurallar Hart’ın hukuki geçerlilik kavramını açıklamak için önemlidir. İkincil kurallar, tüm hukuk sisteminin geçerlilik kaynağı olan “tanıma kuralını(rule of recognition)” içerir. Tanıma kuralı, herhangi bir hukuki düzenlemenin hukuka uygun olup olmadığının, başka bir değişle geçerliliğinin test edilmesi için nihai bir ölçüttür. Yükümlülük ortaya çıkaran her birincil kuralın geçerliliği tanıma kuralına dayanır. Ancak tanıma kuralının geçerliliği başka herhangi bir norma değil sadece sosyal kabule muhtaçtır. Bir kuralın tanıma kuralına uygunluğu konusunda kuşkuya düşüldüğünde, mahkemelerin hangi yollarda hukuku belirlediğine ve bu belirlemelerdeki genel kabul ile rızaya başvurulmalıdır. (Hart,1961:105) Böylece Hart’ın tanıma kuralının kabulünde mahkemelerin zihniyetinin önemli bir rol oynadığını söylemek doğru bir yorum olacaktır. Hart’ın diğer pozitivistler gibi ayrılabilirlik tezini(separability thesis) savunduğu da söylenebilir. Ancak bunu yaparken, Austin’i eleştirisinde belirttiğimiz gibi kendinden önceki pozitivistlere göre çok daha yoğun bir biçimde olgulara dayanan bir teori kurduğu rahatlıkla söylenebilir. Ahlak, her belirli hukuk düzeninde, hukuktan ayrı bir yere konulmak zorunda değildir. Tanıma kuralı, belirli hukuki sistemlerinde etiği hukuki geçerlilik testi olarak kabul etmek biçiminde benimsenmişse de bu Hart’ın teorisine istisna oluşturmaz. Bu bakımdan ayrılabilirlik tezi yalnızca hukukun her zaman ahlakla zorunlu olarak örtüşmeyeceği şeklinde Hart’ın teorisinde yer bulur.

Hart bir makalesinde, Austin’in teorisinden ilham alan hukuk ile ahlakın ayrılabilirlik tezini savunurken, bu teze gelen itirazları değerlendirir. Nazi rejimi sonrası Almanya’da hukuk düşünürleri arasında ortaya çıkan bir çeşit doğal hukuk tezini değerlendirir. Özellikle Gustav Radbruch’un öne çıkardığı tez, pozitivizmin ayrılabilirlik tezini reddederken, insancıl ahlakın en temel ilkelerinin hukukun veya hukuki geçerliliğin bir parçası olduğunu savunur. Bu ilkelerle çelişen hukuk kuralı ise sadece yanlış veya etik değerlere aykırı olarak değerlendirilmemeli, hukuki niteliği de reddedilmelidir. Alman mahkemeleri, savaş sonrasında bu ilkeye dayanarak, Nazi Almanyasında yasalara uygun hareket eden savaş suçluları, ajanlar ve muhbirler cezalandırmışlardır. Hart’a göre, yargılamaları yapan mahkemelerin yürüttüğü mantık, yani kötü kuralların hukuk olmadığı mantığı tamamen farklı bir felsefi tartışmaya yol açmaya gebedir. Faydacı temellerde bu mantığa itiraz eden Hart’a göre Alman mahkemerin yaptıkları, kurumların etik açıdan eleştirisini sanki tartışılabilir bir felsefi tartışmanın önermeleri gibi sunmak olmuştur. Hart’a göre, ortada tartışmaya değer bir felsefi uyuşmazlık yoktur. Faydacı temelde, pekâlâ kötü, etik olmayan kurallara uyulmamasının daha doğru olduğu savunulabilir. Ancak bu durum, kuralların hukuk kuralı olma niteliğini, başka bir değişle hukuki geçerliliğini tartışmaya açmak için neden yaratmaz. (Hart, 1958:621) Hart’ın doğal hukukçu Alman düşünürlere yönelttiği itirazını, Lon Fuller’ın görüşleri için de benzer şekilde okumak mümkündür. Fuller, “hukukun içsel ahlakı(the internal morality of law)” adını verdiği kavramında, hukuk için saydığı genellik, geçmişe etkili olmama gibi sekiz niteliği, idari yönetim ile hukukun üstünlüğü arasındaki farkı belirlemek üzere kullanır. Buna göre, hukukun varlığı ahlaka uygunluktan bağımsız değildir. Kanun koyucunun da iyi hukuk yapmak gibi ahlaki bir görevi vardır. Buna göre, bu sekiz niteliğe uymayan kurallar bütünü, hukuk değil bir idari yönetim yapısı oluşturur. (Fuller 1964 33-44) Hart’ın Fuller’ın argümanına vereceği yanıt yine faydacı temeller üzerinde, Nazi sonrası Alman doğal hukukçularına yönelttiği itiraza benzer olacaktır.

C) Dworkin’in İtirazları ve Pozitivistlerden Gelen Yanıtlar

Ronald Dworkin’in “yorumlayıcı model(interpretive model)” adını ilkelerin kurallarla birlikte büyük rol oynadığı modelde, hukuki tanıma etik algıyla yakından ilgilidir. İlkeler, toplumda zamanla gelişen bir çeşit uygunluk algısından kaynaklanırlar. Ancak bu kökenlerinin bir üst kurala(master rule) bağlanabileceği anlamına gelmez. Yargıç, somut olayda kararını verirken, bu ilkeleri birbirlerine göre sahip oldukları ağırlığa ve ilgililiğe göre değerlendirir. Bir üst kural tarafından geçerlilikleri tespit edilmiş standartlar değil çatışan ilkeler söz konusudur. Hukuki ilke tüm kurumsal tarihe en iyi oturan ilke olarak tanımlanmalıdır. İdeal yargıç ise bir çeşit “gizli yapıyı” ışığa çıkararak ilkeleri belirleyen “Herkül”dür. Bir yargıcın tüm kurumsal tarihi, ilkelerin çıktığı sosyal ve politik gizli yapıyı bilmesi imkansız olduğundan, Dworkin’in yargıcı ancak bu efsanevi ideal yargıcı taklit ederek doğru sonuca ulaşmaya çalışacaktır.

Dworkin, “Hakları Ciddiye Almak(Taking Rights Seriously)” kitabında yer alan ve pozitivist hukuku hedef alan “Kurallar Modeli I(The Model of Rules I)” kısmında, pozitivizmi eleştirirken somut bir model belirlemek adına Hart’ın teorisini seçer. Dworkin’in anladığı anlamda hukuki pozitivizmin üç temel önermesi vardır. İlk önerme olan kaynak(pedigree) tezi, hukuku hukuk olmayandan ayırt etmek için bir üstün kural ve bu üstün kuralın sadece sosyal gerçeklere bakarak koyduğu bir hukuki geçerlilik kriterini kapsar. İkinci önerme, yargıcın somut olayda uygulanacak kuralın fazla belirsiz olması veya hiç hukuk kuralının olmaması durumunda hukuk yaratması yani takdir yetkisi tezidir. Üçüncü ve sonuncu önerme ise yükümlülüklerin sadece hukuk kurallarıyla yaratılabileceğini kabul eden yükümlülük tezidir. (Dworkin, 1967:17)

Dworkin, pozitivizme itirazına kural-ilke ayrımı ile başlar. Kurallar, Dworkin’e göre ya hep ya hiç standartlardır. Başka bir deyişle kesin olarak hükme bağlayıcıdırlar. Çelişemezler, çeliştikleri durumda bir tanesi geçerliliğini yitirir. İlkeler ise mutlaka kesin olarak sonuca götüren standartlar değil, belli ağırlıkları olan ve somut olayda bu ağırlıklarına göre aralarından seçim yapılarak çözüme ulaşılan standartlardır. Dworkin’e göre, pozitivizm, kurallardan oluşan bir hukuk tanımı yapar. Bu yüzden, ağırlıkları değişen ve kesin olmayan ilkeleri açıklayamaz.

Pozitivizmin hukukun tamamlanmamış olduğu varsayımı da hatalıdır. Dworkin’e göre, takdir yetkisinin kullanıldığı durumlarda, Hart’ın söylediğinin aksine yargıç hukuk yaratmamakta, ilkeler arasında seçim yapmaktadır. Yargıcın kararında etkili olan etik önermeler her zaman tartışmalı olduğundan, hukuk da böyledir. Dworkin’e göre, hukuki ilkeler politik ilkelerle desteklenir ve zaman içinde hem hukukçular hem de halk arasında gelişen uygunluk algısından güç alan bu ilkeler çabuk değişebilen ve sayısız olasılık sunan niteliktedir. Böylece Dworkin, pozitivizme mal ettiği kaynak tezine de karşı çıkar. Zira, sayısız ve hızlı değişen ilkeleri tek bir üstün kurala bağlamak imkansızdır ve bu ilkeler kaynaklandıkları otoriteden değil bazen sadece yargıcın ahlaki yargılarından kaynaklanırlar. Dworkin’e göre kaynak tezi ve dolayısıyla hukuki pozitivizm işte bu yüzden ilkeleri kapsayamaz. Ayrıca, eğer Hart’ın tanıma kuralı, yürürlükteki tüm ilkeleri kapsayacak şekilde yeniden kurgulanırsa, bu tanım pozitivizmle ilgili “hukuk hukuktur” totolojisinden başka bir şey vaat etmez. (Dworkin, 1967:44)

Dworkin’e pozitivist cepheden gelen yanıtlar bu aşamada dışlayıcı ve kapsayıcı hukuki pozitivizm kategorileri altında incelenebilir. Joseph Raz’ın başını çektiği dışlayıcı pozitivizm, Dworkin’in kaynak tezini benimser. Bu görüşe göre, Dworkin’in iddia ettiğinin aksine, ilkelerin de kaynak ya da kökenleri vardır. Etiği hukuktan tamamen ayıran bu teoriye göre, yargıçlar etik kuralları hukuk kuralı haline getirmezler, takdir yetkisinin kullanıldığı durumda tamamen yeni, etikten bağımsız kurallar yaratılmış olur. (Shapiro, 2007:22) Hart’ın daha yakın olduğu kapsayıcı pozitivizm, çeşitli hukuk düzenlerinde bazı durumlarda hukuk ve etiğin kesişebileceğini kabul eder. Hart, ayrılabilirlik tezini kullanırken, kesin bir ayrımı kabul etmemiş, bunun yerine doğal hukukun öne sürdüğü zorunlu bir çakışmayı reddetmiştir. Tanıma kuralı, geçerlilik kriteri olarak pekâlâ ahlaki standartları benimseyebilir.

Dworkin ise kapsayıcı pozitivizmin çelişkili olduğunu savunur. Pozitivizmde sosyal kurallar genel uzlaşma ile belirlendiğine göre, bu kuralların gerekleri konusunda görüş ayrılığına düşülmesi imkânsız görünmektedir. Oysa, belirsiz somut olaylarda yargıçlar hangi ilkeyi uygulayacakları konusunda birbirlerinde farklı düşünebilirler. Buna göre, kapsayıcı pozitivizm çelişiklidir. Dworkin’in bu düşüncesine yanıt veren Jules Coleman bu karışıklığı aydınlatmak için bir ayrım yapar. “Uygulamayla ilgili görüş ayrılığı” yargıç hangi ilkeyi uygulayacağı konusunda çelişki yaşadığında söz konusu olur. Oysa, “içeriğe ilişkin konular”da Dworkin’in söylediği gibi uzlaşma sağlanmıştır ve asıl bu görüş ayrılığının pozitivizmde yeri yoktur. (Shapiro, 2007:25) Hart, da Coleman’ın argümanını, “Hukuk Kavramı” ölümünden sonra yapılan baskısında yer alan sonsözünde benimsemiş görünmektedir. (Hart. 1994:246,247)

Dworkin’in “Kurallar Modeli I”’deki itirazı pozitivist düşünürler tarafından büyük ölçüde yanıtlanmış gözükmektedir. Ancak, Dworkin’in “Kurallar Modeli II(The Model of Rules II)” ve “Hukukun İmparatorluğu(Law’s Empire)” yer alan ve pozitivist düşünürlerin ilgisini diğer tartışmalara göre daha az çektiği görülen diğer itirazları da incelenmeye değerdir. Dworkin, bu itirazlarında hukuki görüş ayrılıkları ile ilgili ikili bir ayrım yapar: hukuki önermelerle ilgili başka bir deyişle hukuki dayanakların oluşup oluşmadığına ilişkin ayrılılar empirik ayrılıklardır. Buna karşılık, hukuki dayanakların neler olabileceğine, hukukun temelinin ne olduğuna ilişkin uyuşmazlıklar teorik ayrılıklardır. Buna göre, pozitivizm, hukuki temellerin neler olduğuna dair yargıçlar arasında bir görüş birliği olduğunu varsaydığından, ortaya çıktığı kabul edilebilecek ayrılık türü teorik değil empirik olacaktır. Dworkin böylece Coleman’ın kendisine yanıt verirken yaptığı ayrıma benzer bir ayrım yapar. Ancak Coleman’ın yaptığı ayrımda varlığını reddettiği içeriğe ilişkin ayrılıklar veya Dworkin’in yaptığı ayrımda kullandığı ismiyle teorik ayrılıklar burada örneklendirilir. Dworkin’in verdiği örnekte yargıç vermek istemediğini açıkça belirttiği bir kararı yaptığı Anayasal yorumla vermek zorunda olduğunu hisseder. Dworkin, bu karardan yola çıkarak, yargıçların aslında hukuk yaratmadığını öne sürer. Dworkin’e göre, yargıç, bu örnekte, iki ilkeyi kıyaslamış, değerlendirme sonucunda bir tanesini uygulayacağında karar kılmıştır. Bu kararı açıklamanın tek yolu Dworkin’in teorisinden yola çıkmak ve “yapıcı yorumlama(constructive legal interpretation)” yoluyla iki ilkenin karşı karşıya gelişini gözlemlemektir. Böylece, gerçek etik görüş ayrılıklarının hukuki ayrılıkları tetiklediği görülecektir. Hukukun temellerinin ne olduğu konusunda uzlaşmanın varlığını kabul eden pozitivizm ise bu tip örnekleri açıklamak konusunda yetersizdir.

Hart’ın Sonsözünde Verdiği Yanıtlar

Hart’ın 1992’deki ölümün ardından, “Hukuk Kavramı” kitabına sonsöz olarak yazdığı makale, 1994’te yeniden basılan kitapta yer almıştır. Teorisine yöneltilen eleştirilere ve özellikle Dworkin’in itirazlarına yanıt olarak kaleme alınan metinin, yer yer Dworkin’in teorisini eleştirme yoluna gitse de genel olarak, “Hukuk Kavramı” kitabının yayımlanışından bu yana geçen 30 yılda neden olduğu yanlış anlaşılmaları düzeltmeyi amaçladığı anlaşılmaktadır.

Hart sonsözünde, Dworkin’in iddia ettiğinin aksine, yorumlayıcı değil fakat tanımlayıcı bir açıklamanın hukuku anlamak için yeterli olacağını belirtir. Dworkin yanlıca yorumlayıcı bir teorinin bazı belirli sorulara yanıt vereceğini iddia ederken, Hart’a göre, tanımlanan şey bir değerlendirme veya yorumlama da olsa tanım yapılmasına engel değildir. Tanımlayan, içsel bakışla bakmasa da kendisini “içerdekinin” yerine koyabilir.

Dworkin’in pozitivizmi hukukçular tarafından tartışmasız olarak kabul edilen bir kurallar bütünü olarak tanımlamasına karşılık, Hart bu tanımı kesinlikle reddeder. Teorisini ılımlı pozitivizm olarak tanımlayan Hart, tanıma kuralının etik ilkeleri veya temel değerleri kapsamaya uygun olduğunu savunur. Hart’a göre, teorisinde kaynak teorisine gönderme yapan hiçbir kavram yoktur.

Dworkin, kapsayıcı pozitivizmin çelişkili olduğunu iddia ederken etik standartların tartışmaya açık olmasına karşılık, pozitivizmde hukukun kesin olmasının arzulanmasının tutarsızlık olduğunu savunur. Buna göre, etik kuralları kapsayan bir teori kesinliği sağlamakta yetersiz kalacaktır. Pozitivizmin belli başlı amaçlarından biri de yaptırımı haklı kılmak olduğundan, etik teorilerle bulanıklaşan pozitivizm bu hedefine ulaşamayacaktır. Hart, Dworkin’in bu argümanını da tamamen reddeder. Hart’a göre teorisinin en önemli amacı yaptırımın meşruiyetini savunmak değildir ve Dworkin’in pozitivizme mal ettiği bu gaye kesinlikle fazla abartılmıştır.

Hart, teorisinde ilkelerin varlığına fazla dikkat çekmediğini itiraf ederken, yine de Dworkin’in ilke kural ayrımını mantıklı bulmadığını ifade eder. Kuralların her zaman “ya hep ya hiç” biçiminde olması gerekmez. Somut olayları her durumda kesinlikle çözmedikleri gibi, zaman zaman ilkelerle çatıştıklarında göz ardı edildikleri de olur. Bu bakımdan ilke kural ayrımını bu kadar kesin çizilmesi de hatalıdır.

Hart’ın sonsözünde verdiği yanıtlardan en dikkat çekici olanı ise, Dworkin’in yorumlayıcı modelini değerlendirdiği kısımda ifade bulur. Hart, Dworkin’in ortaya koyduğu modelin uygulanıp uygulanmadığı konusunda şüphelidir. Ancak açıklıkla ifade ettiği gibi, eğer Dworkin’in yorumlayıcı modeli bir hukuk düzeninde uygulanıyor veya uygulanacak ise bu da bir çeşit tanıma kuralı ile olacaktır. (Hart, 1994:267,268)

Değerlendirme

Herbert Hart, 20. yüzyılın en önemli hukuk felsefesi kuramcılarından biri olarak, faydacı İngiliz düşünürlerden, özellikle John Austin’den aldığı pozitivist temellerin üzerine kendisinden önceki pozitivistlerden oldukça farklı, özgün, olgulara dayalı bir teori kurmuştur. Hukuk kurallarının en başta, toplumca genel olarak kabul gören davranış kalıplarından oluştuğunu ifade eden Hart’a göre, ilkel toplumda yükümlülük koyan birincil kuraların eksiklikleri kurallar hakkındaki kurallar olan ikincil kurallarla desteklendikçe tam bir hukuk düzenine geçiş gerçekleştirilmiştir. Bu hukuk düzeninde, tüm kuralların geçerlilik kriterini sağlayan tanıma kuralı teorisinin belkemiğini oluşturur. Başka hiçbir kurala dayanmayan tanıma kuralının geçerliliğinin kaynağı sosyal kabuldür.

Hart’ın tanımlayıcı hukuk modeli ahlakı bütünüyle hukuktan ayırmaz yalnızca zorunlu bir çakışmayı reddeder. Tanıma kuralına ahlaki uygunluk ölçütünü ekleyen hukuk sistemlerinin yanında ahlakı hukuktan tamamen ayıran düzenler de söz konusu olabilir. Bir hukuk düzeninin ahlakı hukuktan ayırması veya adil olmayan, kötü kurallar içermesi bu düzenin hukuk sayılıp sayılmayacağını tartışmamız için zemin oluşturmaz. İtaat edilemeyecek kadar etik dışı kurallar, bunların hukuk kuralı niteliğini inkar etmek için temel sağlamaz, itaat edilemeyecek kadar kötü bir kuralın uyulmamasının daha mantıklı olacağı faydacı temelde savunulabilir bir düşüncedir.

Dworkin, Hart’a itirazlarını temellendirirken, yorumlayıcı hukuk modelini önerir. Bu modelde, kuralların aksine, kesin olmayan, birbirlerine göre değişik ağırlıkları olan ilkeler büyük rol oynar. Hukukçuların ve halkın genel uygunluk algısından ortaya çıkan politik ilkeler, hukuki ilkeleri ortaya çıkarır. Hukuki ilkelerse, pozitivizmin aksine yaratıcı otoritesine veya kaynağına bakılmaksızın, bazen yargıcın içsel etik anlayışıyla mahkeme kararlarına yansır. Böylece, Anglo-Amerikan hukuk düzeni özelinde yorum yapan Dworkin hukukun ahlakla zorunlu bağını ortaya koyar. Daha da ileri giderek bu sosyal teoriyi bir toplumsal teoriye dönüştürür. Dworkin’e göre kendi modeli temel hakları güvence altına almaya odaklı, hukuki birtakım kabullerin daha kolay terk edilebilmesine imkan veren bir modeldir. Geleneksel pozitivist modeli ise kesinlikçi, ekonomik verimliliği temel amaç sayan bir topluma yönelmekle itham eder. (Dworkin, 1985:185,186,187) Böylece, Dworkin’e göre iki model arasındaki seçim, hukuku iyi anlayabilmek için değil aynı zamanda yaratılması istenen toplum modelinin, toplumda korunması arzulanan önceliklerin belirlenmesi açısından da hayati önem taşır. Oysa Hart’ın yalnızca hukuk tanımı yapmayı amaçlayan teorisi toplumun gelişimi için bir projeksiyon yapmadan, olgulara dayalı bir model oluşturur.

Dworkin’in modelinin hukuk modeli olmanın yanı sıra sosyal bir teoride bulunması dolayısıyla, hukuku haklı kılmak gibi bir amaç taşıdığı da görülmektedir. Hart’a getirdiği eleştirilerde, Hart’ın modelini, yaptırımı haklı kılmak için kesinlik kavramını öne almakla itham etmesinden bu anlaşılmaktadır. Dworkin’e göre, kendi modeli bireysel haklara öncelik tanır, yorumsal faaliyetin gelişmesine ve dolayısıyla hukukun bireysel hakları koruyacak şekilde evrilmesine imkan tanır. Hart’ınki ise sadece yaptırımı haklı kılar. Dworkin’in okurundan, ekonomik verimlilik ile bireysel hakların iyi korunduğu bir toplum arasından seçim yapmasını beklediği de söylenebilir. Ekonomik verimliliği amaçlamakla suçladığı pozitivizmi ve buna kaynaklık eden faydacı düşünceyi eleştirirken, yine ancak faydacı temelde açıklanabilecek argümanlar ileri sürdüğü görülmektedir. Açıkladığı iki toplumsal model arasından bir seçim yapması, bir nihai durum(end-state) hedefinin koyulduğu ve buna ulaşmak diğer faktörlerin birer araç olarak görüldüğü faydacı düşünceyi anımsatmaktadır. Bu bakımdan Dworkin’in fayda fikrine itiraz ettiği ve fayda ya da ekonomik verimlilik yerine bireysel hakların korunmasını tercih ettiği teorisini kurarken yer yer faydacı düşüncenin kodlarıyla konuşması ilginçtir.

Hart’ın sonsözünde verdiği yanıtların en çarpıcısı, Dworkin’in yorumlayıcı teorisinin geleneksel bir tanıma kuralının kapsamında değerlendirilebileceğidir. Dworkin ilkelerin, çok değişken oluşları ve sağladıkları olasılıkların sayısız oluşu nedeniyle bir üstün kurala(master rule) göre geçerliliklerin belirlenemeyeceğini ifade eder. Bu nokta açığa çıktıktan sonra, Hart-Dworkin tartışmasının aslında hala sonuca bağlanmamış birkaç cephesinden en önemlilerinden birinin bir üstün kural koyulup koyulamayacağı problemi olduğu görülür. Hart, Dworkin’in birçok ilkenin bir kökene(pedigree), başka bir deyişle otoriter bir kaynağa dayandığını görmezden geldiğini belirtir. Böylece ilkelerin birçoğunun kolayca bir otoriteye bağlanarak çözümlenebilen hukuk kaynakları mı yoksa Dworkin’in dediği gibi toplumdaki uygunluk algısından kaynaklanan politik ilkelerden gelen, belirli bir kökene bağlanamayan ve bir üstün kuralla geçerlilikleri test edilebilecek nitelikte olmayan standartlar mı olduğu hala yanıt bulmamış bir soru olarak durmaktadır. Eğer birinci ihtimal kabul edilirse, Hart’ın teorisi en azından tartışmanın bu kısmından galip çıkacaktır. Ancak eğer ikincisi kabul edilirse, Hart’ın modeli birbirinden bağımsız, kökensiz ve değişken ilkeleri kapsayan bir tanıma kuralından ibaret kalacaktır ki, yürürlükteki tüm ilkeleri kapsayan bu tanıma kuralından çıkacak hukuk tanımının “hukuk hukuktur” biçiminde bir totoloji olacağı gerçeği, Hart’ın teorisini tehdit eden bir argüman olarak hala ortada durmaktadır.

KAYNAKÇA

Kitap:

Austin, John (1832). The Province of Jurisprudence Determined. London: John Murray

Dworkin, Ronald (1978). Taking Rights Seriously. Cambridge: Harvard University Press

Fuller, Lon L. (1964). The Morality of Law. Revised Edition. New Heaven: Yale University Press

Hart, H.L.A. (1961). The Concept of Law. Oxford: University Press.

Hart, H.L.A. (1994). The Concept of Law Second Edition. New York: Oxford University Press.

Makale:

Dworkin, Ronald (1985). Law’s Ambitions for Itself. Virginia Law Review 35, 173-187

Hart, H.L.A. (1958). Positivism and Separation of Law and Morals. Harvard Law Review 71, 593-629

Shapiro, Scott J. (2006). What is the Internal Point of View? Fordham Law Review 75

Shapiro, Scott J. (2007). The “Hart-Dworkin” Debate: A Short Guide for the Perplexed. University of Michigan Public Law Working Paper No. 77 

 

 

1Bilkent Üniversitesi, Hukuk Fakültesi

Dworkin ve Hart tartışmasında, hukuk, ahlak, norm, yargıç, üstünler, tabi olanlar yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

6638 Sayılı Kanun İle PVSK ve CMK’da Yapılan Değişikliklerin Değerlendirilmesi

$
0
0

 

I. GİRİŞ

Kamuoyunda “İç Güvenlik Paketi” olarak bilinen 6638 sayılı Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu, Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 4 Nisan 2015 tarihinde büyük tartışmalar içinde Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.

Kanun tasarısının meclis başkanlığına sunulduğu 24 kasım 2014 tarihinden kanunun yürürlüğe girdiği 4 Nisan 2015 tarihine kadar ve hatta kanunun yürürlüğe girmesinden sonra dahi getirilen değişiklikler eleştirilmiş ve eleştirilmeye devam edilmektedir. Gerçekten iç güvenlik paketi ile getirilen değişiklikler, bu kanunla çözüm aranan sorunları ortadan kaldırmaktan ziyade yeni sorunlara yol açacak nitelikte olduğunun ifade edilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda kamu düzeni ve iç güvenliğin sağlanması için getirilen değişiklikler, 2005 yılında inşa edilen yeni ceza hukuku sistemine aykırı olmanın yanı sıra keyfiliğe sebebiyet vereceğinden sistemin bireye getirdiği başta hukuk güvenliği olmak üzere birçok ilkeyi zedeleyecek niteliktedir.

Söz konusu kanunun yürürlüğe girmesiyle birçok değişiklik yapılmış olmakla birlikte çalışmamızda inceleyeceğimiz hususlar, PVSK’nun 4/A, 13 ve 16 maddeleri ile CMK’nun 91. ve 100. maddelerinde yapılan değişikliklerdir.

Bu çalışmamızda, kanunlaşması sırasında birçok kesim tarafından şiddetli eleştirilerin yöneltildiği iç güvenlik paketinin getirdiği değişiklikler, anayasaya ve ceza hukuku sistemine uygunluk bağlamında değerlendirilecektir.

II. ARAMAYA İLİŞKİN DÜZENLEME

A. Genel Olarak

Arama, suçların işlenmesinin önüne geçilmesi veya şüpheli, sanık veya hükümlünün yakalanması, delillerin toplanması, müsadereye konu eşyaların ele geçirilmesi amacıyla şüpheli, sanık, hükümlü veya üçüncü kişilerin üzerle-rinde, evlerinde, işyerlerinde veya diğer yerlerde, yapılan araştırma işlemi olarak tanımlanabilir1.

Arama, şüpheliyi, sanığı, hükümlüyü veya bir delili ele geçirmek için yapılabileceği gibi, bir tehlikeyi veya suçu önlemek için de gerçekleştirilebilir. Bu bağlamda arama, adli arama ve önleme araması olarak ikiye ayrılmaktadır2.

Ceza Muhakemesi Kanununun 116 vd. maddelerinde düzenlenen adli arama, Adli ve Önleme Aramaları Yönetmeliğinin 5. maddesinde ifade edildiği üzere, bir suç işlemek veya buna iştirak veya yataklık etmek makul şüphesi altında bulunan kimsenin, saklananın, şüphelinin, sanığın veya hükümlünün yakalanması ve suçun iz, eser, emare veya delillerinin elde edilmesi için bir kimsenin özel hayatının ve aile hayatının gizliliğinin sınırlandırılarak konutunda, işyerinde, kendisine ait diğer yerlerde, üzerinde, özel kâğıtlarında, eşyasında, aracında 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ile diğer kanunlara göre yapılan araştırma işlemidir3.

Aramanın ikinci türü olan önleme araması ise, Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunun 9. maddesinde ve Adli ve Önleme Aramaları Yönetmeliğinin 18 vd. maddelerinde düzenlenmekte olup, kısaca bir suçun işlenmesinden önce tehlikenin veya suçun işlenmesini önlemek amacıyla yapılan arama olarak tanımlanabilir4.

Arama, ister adli arama olsun, ister önleme araması olsun bireyin özel hayatına ve aile hayatına ilişkin hak ve özgürlüklere müdahalede bulunmaktadır. Temel hak ve özgürlükler, gerek uluslararası sözleşmelerde ve gerekse Anayasada koruma altında alınmıştır5.

İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin 12. maddesinde “Hiç kimse özel hayatı, ailesi, konutu veya yazışması konusunda, keyfî karışmalara, şeref ve şöhretine karşı saldırılara maruz bırakılamaz. Herkesin bu saldırı ve karışmalara karşı yasa ile korunmaya hakkı vardır.” ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. maddesinde de, “1. Herkes özel hayatına ve aile hayatına…saygı gösterilmesi hakkına sahiptir; 2. Bu hakkın kullanılmasında bir kamu otoritesi tarafından müdahale, demokratik bir toplumda ancak ulusal güvenlik, kamu güvenliği, ülkenin ekonomik refahı, dirlik ve düzenliğin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın ve ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için zorunlu olan ölçüde ve yasayla öngörülmüş olmak koşuluyla sözkonusu olabilir” denilerek özel yaşamın dokunulmazlığı uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmıştır.

Anayasal düzlemde ise, bu güvence Anayasanın 13. maddesi ile sağlanmıştır. İlgili madde metninde yer alan, “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir.” şeklindeki düzenleme dikkate alındığında görülecektir ki, gerek adli arama ve gerekse önleme araması ile ortaya çıkan sınırlamalar yalnızca kanunla yapılabilir. Ancak ilgili düzenlemede ifade edildiği üzere temel hak ve özgürlükleri sınırlayan kanunun Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olması gerekmektedir.

Bu bağlamda arama, Anayasanın 20. maddesinde yer alan özel hayatın gizliliği hakkını ihlal etmektedir. Buna göre, usule uygun verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça ister adli arama olsun, ister önleme araması olsun arama kararı verilemeyecektir. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulacak ve hakim, kararını kırksekiz saat içinde açıklayacaktır. Aksi halde, karar kendiliğinden kalkacaktır.

Anayasanın 20., 21. ve 22. maddelerinde yer alan bu düzenleme hem adli arama ve hem de önleme aramasını düzenleyen kurallar bakımından üst norm niteliğindedir6. Nitekim Anayasa Mahkemesi 22 Şubat 2006 tarihinde verdiği kararda Anayasa’nın 20. maddesinin sadece adlî aramalarda değil, özel yaşama müdahale oluşturan tüm aramalarda uygulanma olanağına sahip olduğunu ve bu nedenle de madde ile öngörülen hakim kararı güvencesinden önleme aramalarının istisna tutulmasının düşünülemeyeceğini belirtmiştir7.

B. Önleme Aramasının Amacı ve Kararı

Önleme araması yukarıda da izah edildiği üzere PVSK’nun 9. maddesinde kaleme alınmıştır. Buna göre, önleme araması, milli güvenlik ve kamu düzeninin, genel sağlık ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, taşınması veya bulundurulması yasak olan her türlü silah, patlayıcı madde veya eşyanın tespiti amacıyla yapılabilmektedir8.

İzah edilen bu amaca ulaşabilmek için kolluk, önleme araması yapabilecektir. Ancak kolluğun önleme araması yapabilmesi için tehlikenin veya suç işlenmesinin önlenmesi amacıyla usulüne göre verilmiş sulh ceza hâkiminin kararı veya bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde mülkî âmirin vereceği yazılı emri gerekmektedir. Dolayısıyla kolluğun kişilerin üstlerini, araçlarını, özel kağıtlarını ve eşyasını arayabilmesi için sulh ceza hakiminin kararı veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde mülki amirin yazılı emri gerekmektedir9.

Aramanın sebebi, aramanın konusu ve kapsamı, aramanın yapılacağı yer, aramanın yapılacağı zaman ve geçerli olacağı sürenin açıkça belirtilmesi gerekmektedir. Kanunda önleme aramasının yapılabileceği yerler de açık bir şekilde kaleme alınmıştır. Buna göre, önleme aramasının yapılabileceği yerler, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu kapsamına giren toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yapıldığı yerde veya yakın çevresi, özel hukuk tüzel kişileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları veya sendikaların genel kurul toplantılarının yapıldığı yerin yakın çevresi, halkın topluca bulunduğu veya toplanabileceği yerler, eğitim ve öğretim özgürlüğünün sağlanması için her derecede eğitim ve öğretim kurumlarının idarecilerinin talebiyle ve 20. maddenin ikinci fıkrasının (A) bendindeki koşula uygun olarak girilecek yüksek öğretim kurumlarının içi, bunların yakın çevreleri ile giriş ve çıkışları ve son olarak umumî veya umuma açık yerler ve her türlü toplu taşıma araçları, sey-reden taşıtlar şeklinde sınırlı olarak sayılmıştır.

Görüleceği üzere PVSK’nun 9. maddesinde yer alan bu düzenleme önleme aramasını hiçbir şekilde keyfiliğe izin vermeyecek ölçüde düzenlemiştir. Her ne kadar mevcut düzenleme bu şekilde kaleme alınmış olsa da, 4 Nisan 2015 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren ve kamuoyunda iç güvenlik paketi olarak bilenen yasanın PVSK madde 4/A’da yaptığı değişiklik önleme aramasının düzenlendiği bu maddenin işlevselliğini kaldırmıştır10.

C. İç Güvenlik Paketinin Önleme Aramasına Etkisi

İç güvenlik paketiyle birlikte 2005 yılında inşa edilen ceza hukuku sis-temine aykırı bir çok düzenlemenin yürürlüğe girdiğini yukarıda ifade etmiştik. Anayasaya ve ceza hukuku sistemimize aykırı olan ve bu çalışmada inceleyece-ğimiz ilk husus, PVSK’nun 4/A maddesinde yapılan değişikliktir.

PVSK’nun 4/A maddesi, durdurma ve kaba üst aramasını düzenlemektedir. Bu düzenlemeye göre, polisin bireyi ve araçları durdurabilmesi ve kimlik sorabilmesi için belirli amaçlarla hareket etmesi gerekmektedir. Buna göre polis, bir suç veya kabahatin işlenmesinin önlenmesi, suç işlendikten sonra kaçan faillerin yakalanmasının sağlanması, işlenen suç veya kabahatlerin faillerinin kimliklerini tespit edilmesi, hakkında yakalama emri ya da zorla getirme kararı verilmiş olan kişilerin tespit edilmesi, kişilerin hayatı, vücut bütünlüğü veya malvarlığı bakımından ya da topluma yönelik mevcut veya muhtemel bir tehlikeyi önleme amacıyla hareket etmesi halinde kişileri ve araçları durdurabilecek ve kimlik sorabilecektir11.

Değişiklik öncesi düzenlemede polis, durdurma işlemi sırasında, durdurduğu kişi üzerinde veya aracında silah veya tehlike oluşturan diğer bir eşyanın bulunduğu hususunda yeterli şüphenin varlığı halinde, kendisine veya başkalarına zarar verilmesini önlemek amacıyla gerekli tedbirleri alabilecekti. Ancak polis, bu amaçla kişinin üzerindeki elbisenin çıkarılması veya aracın, dışarıdan bakıldığında içerisi görünmeyen bölümlerinin açılmasının istenmesi açık bir şekilde yasaklanmıştı12.

İç güvenlik paketiyle birlikte PVSK’nun 4/A maddesinin 6. fıkrasında yer alan, “Bu amaçla kişinin üzerindeki elbisenin çıkarılması veya aracın, dışarıdan bakıldığında içerisi görünmeyen bölümlerinin açılması istenemez” ifadesinden sonra “Ancak, el ile dıştan kontrol hariç kişinin üstü ve eşyası ile aracının dışarıdan bakıldığında içerisi görünmeyen bölümlerinin aranması; İçişleri Bakanlığı tarafından belirlenecek esaslar dâhilinde mülki amirin görevlendireceği kolluk amirinin yazılı, acele hallerde sonradan yazıyla teyit edilmek üzere sözlü emriyle yapılabilir. Kolluk amirinin kararı yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur” ifadesi eklenmiştir.

İç güvenlik paketi ile getirilen bu yeni düzenleme açık bir şekilde PVSK’nun 9. maddesini işlevsiz hale getirmektedir. Yukarıda izah olunduğu üzere önleme araması ancak hakim kararı ile yapılabilecektir. Ancak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde mülki amirin yazılı emri ile de yapılabilecektir. 9. maddede yer alan düzenleme böyle olmakla birlikte, iç güvenlik paketi sonrası önleme araması, aynı kanunun 4/A maddesi gereği kolluk amirinin yazılı ve hatta acele hallerde sözlü olarak vereceği emir ile yapılabilecektir.

Görüldüğü üzere güvenlik paketi sonrası ortaya çıkan durum şöyledir; kolluk önleme aramasını ister PVSK madde 4/A’ya göre, isterse de aynı kanunun 9. maddesine göre yapabilecektir. Hal böyle olunca, hiç bir şekilde keyfiyete yer vermemek için hakim kararı alınması şartına bağlanan bu işlem, yerini hakim kararına ihtiyaç olmayan yalnızca kolluk amirinin yazılı ve hatta acele hallerde sözlü emrinin yeterli olacağı önleme aramasına bırakacaktır.

D. İlgili Değişikliğin Anayasaya Uygunluk Bakımından Değerlendirilmesi

Anayasanın 13. maddesine göre, temel hak ve özgürlükler ancak kanunla ve anayasada ilgili maddelerde belirtilen sebeplere bağlı olarak sınırlanabilecektir. Ayrıca yine aynı maddede ifade edilen bir başka husus ise, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasının ancak ölçülülük ilkesine bağlı bir şekilde gerçekleştirilebileceğidir. Buna göre, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanması ile beklenen yarar ile bu sınırlamanın yapılması halinde ortaya çıkabilecek olan zarar arasında makul bir oranının bulunması gerekmektedir.

Görüldüğü gibi, bir sınırlamanın anayasaya aykırı olup olmadığının ortaya konulabilmesi için üçlü bir değerlendirme yapılması gerekmektedir. Buna göre birinci aşama, sınırlamanın bir kanunla yapılıp yapılmadığının tespit edilmesidir. İkinci aşama, sınırlamanın ilgili hak ve özgürlüğe ilişkin anayasada yer alan maddelerde belirtilen sebeplere bağlı olup olmadığıdır. Üçüncü ve son olarak bakılacak husus ise, bu sınırlamanın ölçülü olup olmadığıdır.

Yukarıda da izah edildiği üzere ilk aşama ilgili sınırlamanın kanun ile gerçekleşip gerçekleşmediğidir. İlk bakıldığında ilgili sınırlamanın kanunla yapıldığı sonucuna ulaşılmakla birlikte, AY’nın 13. maddesinde bahsedilen kanun, soyut ve çerçevesi belli olmayan şekli bir kanun anlamına gelmediği aşikardır. Burada kastedilen, muğlak olmayan, öngörülebilir bir sınırlama ortaya koyan ve bu sayede herhangi bir keyfi davranışa neden olmayacak bir kanun-dur. “…İçişleri Bakanlığı tarafından belirlenecek esaslar dahilinde mülki amirin görevlendireceği kolluk amiri…” şeklinde düzenlemenin emri verecek kişi bakımından muğlak ifadeler barındırmakta olduğundan anayasaya aykırı olduğu ileri sürülebilir13.

Her ne kadar ilk aşamada dahi Anayasaya aykırı olduğu ifade edilse de, incelemenin devam edilmesi yerinde olacaktır. Buna göre ikinci aşamada de-ğerlendirilecek husus, sınırlamanın ilgili anayasa maddesinde belirtilen sebeplere bağlı olup olmadığıdır.

Aramaya ilişkin Anayasanın 20 maddesinde “…usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kâğıtları ve eşyası aranamaz ve bunlara el konulamaz. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını el koymadan itibaren kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, el koyma kendiliğinden kalkar.” şeklinde kaleme alınan şartların dikkate alınması gerekmektedir.

Yukarıda da üzerinde durulduğu üzere, Anayasa Mahkemesinin 22 Şubat 2006 tarihli kararında bu düzenlemenin hem adli ve hem de önleme aramaları bakımından geçerli olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla yukarıdaki şartlara uygun olmayan bir önleme aramasının anayasaya uygun olduğu ifade edilemeyecektir.

İlgili şartlar dikkate alındığında temel prensibin hakim kararı olduğu ve gecikmesinde sakınca bulunan halin varlığı durumunda kanunda belirtilen merciin yazılı emri gerekmektedir.

Oysa iç güvenlik paketi ile getirilen düzenlemede bu arama kararının kolluk amirinin yazılı emriyle, acele hallerde ise, sözlü emriyle verilebileceği kaleme alınmıştır. Açık bir şekilde görüldüğü üzere PVSK madde 4/A’nın 6. fıkrasında yer alan önleme aramasına ilişkin bu düzenleme, Anayasanın 13. ve 20 maddelerine aykırıdır. Nitekim bu düzenlemede Anayasanın 20. maddesinde aranan hakim kararı söz konusu değildir. Hatta kolluk amirinin acele hallerde sözlü emir verebileceği şeklinde anayasada hiçbir şekilde yer almayan bir yetki düzenlenmektedir. Dolaysıyla bu açıdan da ilgili düzenlemenin anayasaya aykırılığı açık bir şekilde ortadır14.

ncelemenin üçüncü aşamasında ise, ilgili sınırlamanın ölçülü olup olmadığına bakılacaktır. Bu bağlamda yapılan bu değişiklikle kolluk amirine tek bir sözlü emirle arama kararı verme imkanı doğmuştur. Kişinin özel hayatının gizliliği gibi son derece önemli bir özgürlüğünün polis amirinin tek bir sözlü emri ile ihlal edilmesi ölçülülük ilkesi bakımından sakattır. Zira kişinin özel hayatının korunmasından sağlanan yarar ile bu hakkının çiğnenmesi halinde ortaya çıkacak zarar dikkate alındığında görülecektir ki, çok kolay bir şekilde bu hakkın sınırlandırılmaması gerekmektedir. Bu bakımdan yalnızca kolluk amirinin emri ile bu hakkın sınırlandırılması ölçülülük ilkesinin ihlali anlamına gelmektedir. Dolayısıyla ölçülü olmayan bu düzenleme Anayasanın 13. maddesine aykırılık teşkil etmektedir15.

III. YAKALAMA, MUHAFAZA ALTINA ALMA, UZAKLAŞTIRMAYA İLİŞKİN DÜZENLEME

A. Genel Olarak Yakalama

Yakalama, kamu güvenliğine, kamu düzenine veya kişinin vücut veya hayatına yönelik var olan bir tehlikenin giderilmesi için denetim altına alınması gereken veya suç işlediği yönünde hakkında kuvvetli iz, eser, emare ve delil bulunan kişinin gözaltına veya muhafaza altına alma işlemlerinden önce öz-gürlüğünün geçici olarak ve fiilen kısıtlanarak denetim altına alınması anlamına gelmektedir16.

Yakalama, bir suçla bağlantılı olarak yapılabileceği gibi, suçun veya tehlikenin önlenmesi amacıyla da yapılabilmektedir. Buna göre yakalama, amacı bakımından adli yakalama ve idari yakalama olarak ikiye ayrılmaktadır17.

Tutuklamanın mümkün kılınabilmesi ve dolayısıyla ceza muhakemesinin güven içerisinde yapılabilmesi amacıyla yapılan adli yakalama18 CMK’nun 90 vd. maddelerinde düzenlenirken, idari yakalama PVSK’nun 13. maddesinde kaleme alınmıştır.

PVSK’nun 13. maddesine göre polis, suçüstü hâlinde veya gecikmesinde sakınca bulunan diğer hâllerde suç işlendiğine veya suça teşebbüs edildiğine dair haklarında kuvvetli iz, eser, emare veya delil bulunan şüphelileri, haklarında yetkili mercilerce verilen yakalama veya tutuklama kararı bulunanları, halkın rahatını bozacak veya rezalet çıkaracak derecede sarhoş olanları veya sarhoşluk hâlinde başkalarına saldıranları, yapılan uyarılara rağmen bu hare-ketlerine devam edenler ile başkalarına saldırmaya yeltenenleri ve kavga edenleri, usulüne aykırı şekilde ülkeye giren ya da haklarında sınır dışı etme veya geri verme kararı alınanları, polisin kanunlara uygun olarak aldığı tedbirlere karşı gelenleri, direnenleri ve görev yapmasını engelleyenleri, bir kurumda tedavi, eğitim ve ıslahı için kanunlarla ve bu Kanunun uygulanmasını gösteren tüzükte belirtilen esaslara uygun olarak alınan tedbirlerin yerine getirilmesi amacıyla, toplum için tehlike teşkil eden akıl hastası, uyuşturucu madde veya alkol bağımlısı serseri veya hastalık bulaştırabilecek kişileri, haklarında gözetim altında ıslahına veya yetkili merci önüne çıkarılmasına karar verilen küçükleri ve başkalarının can güvenliğini tehlikeye düşürenleri yakalar19.

İdari yakalama sonrasında gözaltı değil, muhafaza altına alınma söz konusudur. Muhafaza altına alınma, kanunun yetki verdiği hâllerde yetkili merci önüne çıkarılması gereken kişilerin ilgili kurumlar veya kişilerce teslim alınana kadar sağlıklarına zarar vermeyecek şekilde ve zorunlu olduğu ölçüde özgürlüklerinin kısıtlanıp alıkonulması anlamına gelmektedir20.

İdari yakalamanın yapılmasından sonra birey muhafaza altına alınacak ve eğer yakalanan kişilerden suç işlediği şüphesi altında olanlar var ise, onlar adlî mercilere sevk edilecektir. Yakalanan kişilerin haklarında ıslah veya tedavi tedbiri alınması gerekenler var ise, bu halde kişiler ilgili kurum yetkililerine teslim edilecektir. Kişinin yakalanmasına neden olan sebebin ortadan kalması halinde, kişi derhal serbest bırakılacaktır.

B. İç Güvenlik Paketiyle Getirilen Yeniliklerin İncelenmesi

İç güvenlik paketinin getirdiği yeniliklerden biri de PVSK’nun 13. maddesinin 1. fıkrasına eklenen düzenlemedir. Buna göre 13. maddede yapılan değişikliğin ilki polisin yakalama yapabileceği hallere, “Başkalarının can güvenliğini tehlikeye düşürenler yakalayabilir” şeklinde bir yetki eklenmesidir. İkincisi ise, yine aynı maddede bulunan “yakalar ve gerekli kanuni işlemleri yapar” ifadesinin, “eylemin ve durumun niteliğine göre, koruma altına alır, uzaklaştırır ya da yakalar ve gerekli kanuni işlemleri yapar” şeklinde değiştirilmesidir.

İlk olarak incelenecek husus, maddenin 1. fıkrasına H bendi olarak metnine eklenen “Başkalarının can güvenliğini tehlikeye düşürenler yakalayabilir” şeklindeki ibaredir. Düzenlemeye bakıldığında ilk fıkrasının A bendinde yer alan “Suçüstü hâlinde veya gecikmesinde sakınca bulunan diğer hâllerde suç işlendiğine veya suça teşebbüs edildiğine dair haklarında kuvvetli iz, eser, emare veya delil bulunan şüphelileri” şeklindeki ifade görülecektir. Bu değişiklikle ilgili olarak söylenecek ilk husus, eklenen H bendinin gereksiz bir tekrar olduğudur. Gerçekten A bendinde yer alan düzenleme sonradan eklenen H bendindeki düzenlemeyi içermektedir. Zira, başkalarının can güvenliğini tehlikeye düşürmek ancak yaralama veya öldürme suçlarının veya bu sonuçları doğurmaya elverişli bir tehlike suçunun icrasına başlanması durumunda mümkündür.

Ayrıca ifade etmek gerekir ki, can güvenliğinin tehlikeye sokulması somut bir hukuki durum değildir. Dolayısıyla bu tanım belirsizdir ve keyfiyete neden olabilecek niteliktedir. Bu ifadeye göre, polis, ortada herhangi bir suç söz konusu olmasa dahi, bir fiili keyfi olarak kendine göre yorumlayarak başkalarının hayatını tehlikeye sokan davranış olarak nitelendirebilecek ve kişilere yönelik idari yakalama işlemini uygulayabilecektir21.

Dolayısıyla bu denli geniş yorumlanabilecek ve keyfi müdahalelere sebebiyet verecek olan ifadenin Anayasanın 13. maddesine aykırı olduğu açıktır. Gerçekten Anayasanın 13. maddesinde birey temel hak ve özgürlüklerinin ancak kanunla sınırlanabileceği ifade edilmektedir. Ancak burada ifade edilen kanun kavramı, sınırları belli olan keyfiyete neden olmayacak nitelikte bir kanundur. Dolayısıyla belirsizliği sebebiyle geniş bir şekilde anlaşılabilecek ve dolayısıyla keyfiyete neden olabilecek bu ifadelerin Anayasanın 13. maddesine aykırı olduğu açıktır22.

Anayasanın 13. maddesinde ifade edilen diğer bir husus, temel hak ve özgürlüklerin ancak, anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen esaslara göre sınırlanabileceğidir. Bu bağlamda Anayasanın 19. maddesinde kaleme alınan kişi hürriyeti ve güvenliği başlıklı düzenlemede yakalama işlemenin ancak suçüstü halinde ve gecikmesinde sakınca bulunan hallerde hakim kararı olmaksızın yapılabileceği ifade edilmektedir. Oysa ki, getirilen yeni düzenlemede ortada suç olmasa dahi, ilgili davranışın kolluk tarafından keyfi olarak başkalarının hayatını tehlikeye sokmak olarak nitelendirilmesi hakinde, kolluğa yakalama yetkisi tanınmıştır. Dolayısıyla iç güvenlik paketi ile getirilen bu yeni düzenleme, Anayasanın 13. maddesinin yanı sıra Anayasanın 19. maddesine de açık bir şekilde aykırılık teşkil etmektedir23.

Maddede yapılan diğer bir değişiklikse, ilgili maddede yer alan “yakalar ve gerekli kanuni işlemleri yapar” şeklindeki ifadenin, “eylemin ve durumun niteliğine göre, koruma altına alır, uzaklaştırır ya da yakalar ve gerekli kanuni işlemleri yapar” olarak değiştirilmiştir.

Bu düzenlemeye göre polis, kendisinin veya başkalarının can güvenliğini tehlikeye düşürenleri, fiilleri ayrı bir suç oluşturmadığı takdirde, kişinin can güvenliğinin sağlanması bakımından koruma altına alabilecek veya uzaklaştırabilecektir. İç güvenlik paketiyle yeni bir idari kolluk tedbiri olarak düzenlenen “uzaklaştırma”, belirsiz olması ve keyfiyete neden olabilme ihtimalinden dolayı eleştirilmesi gereken bir tedbirdir24.

Bu düzenleme doğrudan doğruya Anayasanın 23. maddesinde yer alan seyahat özgürlüğüne ilişkindir. Seyahat özgürlüğünün hangi hallerde kısıtlanabileceği ilgili maddede açık bir şekilde kaleme alınmış olup, bu nedenlerden biri de suçun işlenmesinin önlenmesi amacıdır. İç güvenlik paketi ile getirilen uzaklaştırma tedbiri, kişinin seyahat özgülüğünü suçun önlenmesi amacıyla kısıtlamasından dolayı Anayasanın 23. maddesine aykırı değildir. Ancak uzaklaştırma tedbirinden ne anlaşılması gerektiği hususu belli değildir. İlgili maddenin gerekçesinde verilen örneğe göre bu tedbirin yangın sırasında itfaiye görevlilerine engel olan veya polisin aldığı tedbirlere uymayan kişilere karşı bu fiilleri durdurmaları için uygulanabileceği ifade edilmiştir25.

Ancak verilen bu örnek, uzaklaştırma tedbirinin belirsizliğini ortadan kaldırmamaktadır. Gerçekten bu tedbir, başkalarının can güvenliğini tehlikeye düşürme gibi soyut bir gerekçeyle, hukuka uygun bir toplantı veya gösteriye katılmak isteyen kişilerin bir yere veya bir şehre sokulmaması ya da bir yerden alınıp başka bir yere götürülmesi şeklinde uygulanabilecektir. Görüldüğü üzere uzaklaştırma tedbiri çok geniş şekilde uygulama alanı bulabilecek olup, bu bağlamda kolluğa kişinin özgürlüğünü sınırsız bir şekilde sınırlama olanağı verebilecektir26.

Bundan dolayıdır ki, uzaklaştırma tedbirinin yukarıda verilen örnekte olduğu gibi geniş bir şekilde anlaşılmaması ve keyfi uygulamaların önüne geçilebilmesi için bir takım ölçülerin getirilmesi gerekmektedir.

Dolayısıyla bu tedbire ilişkin olarak, eylem ve durumun niteliğine uygun ve bununla ölçülü uygulanması gerektiğine dair bir açıklık getirilmesi ve hatta diğer tedbirlerin yetersiz kalması halinde başvurulacak bir çare olduğunun belirtilerek bir sınırlama yapılması özgürlük ve güvenlik dengesini sağlayan bir düzenleme olacaktır.

IV. KOLLUĞUN ZOR KULLANMA VE SİLAH KULLANMA YETKİSİNE İLİŞKİN DÜZENLEME

A. Silah Kullanma Yetkisi 

Genel Olarak

Kolluğun silah kullanma yetkisi, PVSK’nun 16. maddesinde düzenlenmiş olup, bu düzenlemeye göre, kolluk görevini ifa ettiği sırada herhangi bir direniş ile karşılaşması halinde bu direnişi kıracak ölçüde silah kullanabileceği ifade edilmektedir.

Değişiklik önceki düzenlemeye göre kolluk meşru savunma hakkının kullanılması kapsamında, bedeni kuvvet ve maddi güç kullanarak etkisiz hale getiremediği direniş karşısında, bu direnişi kırmak amacıyla ve kıracak ölçüde, hakkında tutuklama, gözaltına alma, zorla getirme kararı veya yakalama emri verilmiş olan kişilerin ya da suçüstü halinde şüphelinin yakalanmasını sağlamak amacıyla ve sağlayacak ölçüde, silah kullanmaya yetkilidir27.

Ancak bu madde de kaleme alınan düzenleme, iç güvenlik paketinin 4. maddesinin yürürlüğe girmesiyle birlikte genişletilmektedir. Önceki dönemde kolluğa verilen yetkiye ek olarak, “Kendisine veya başkalarına, işyerlerine, konutlara, kamu binalarına, okullara, yurtlara, ibadethanelere, araçlara ve kişilerin tek tek veya toplu halde bulunduğu açık veya kapalı alanlara molotof, patlayıcı, yanıcı, yakıcı, boğucu, yaralayıcı ve benzeri silahlarla saldıran veya saldırıya teşebbüs edenlere karşı, saldırıyı etkisiz kılmak amacıyla ve etkisiz kılacak ölçüde” silah kullanma yetkisi verilmektedir.

Bu düzenlemenin gerekçesinde ise, önceki düzenlemenin çok soyut olması nedeniyle uygulamada tereddüte düşüldüğü, silah kullanma dolayısıyla yapılan soruşturma ve kovuşturmanın uzun sürmesi sebebiyle polislerin mağdur olduğu, dolayısıyla kanuni şartların gerçekleşmesine rağmen polisin silah kullanmaması nedeniyle can ve mal güvenliğinin tehlike altında kaldığı ifade edilmiştir.

b. Değerlendirme

İç güvenlik paketinin yürürlüğe girmesinden evvel mevcut olan düzenlemede yer alan silah kullanılması yetkisine göre, kolluk, meşru savunma hakkının kullanılması kapsamında, bedeni kuvvet ve maddi güç kullanarak etkisiz hale getiremediği direniş karşısında, bu direnişi kırmak amacıyla ve kıracak ölçüde, hakkında tutuklama, gözaltına alma, zorla getirme kararı veya yakalama emri verilmiş olan kişilerin ya da suçüstü halinde şüphelinin yakalanma-sını sağlamak amacıyla ve sağlayacak ölçüde, silah kullanmaya yetkilidir.

Kanun koyucu bu düzenlemeye “Kendisine veya başkalarına, işyerlerine, konutlara, kamu binalarına, okullara, yurtlara, ibadethanelere, araçlara ve kişilerin tek tek veya toplu halde bulunduğu açık veya kapalı alanlara molotof, patlayıcı, yanıcı, yakıcı, boğucu, yaralayıcı ve benzeri silahlarla saldıran veya saldırıya teşebbüs edenlere karşı, saldırıyı etkisiz kılmak amacıyla ve etkisiz kılacak ölçüde” ibresini eklemiştir.

Kolayca görülecektir ki, önceki düzenlemede yer alan meşru savunma hakkı, iç güvenlik paketi ile PVSK’nun 16. maddesine eklenen tüm bu halleri kapsamaktadır. Nitekim, meşru savunma hakkı, hukuken korunan her türlü hakka yönelik saldırılara karşı kullanılabilecektir. Bu bağlamda saldırının mal varlığına, vücut dokunulmazlığına ya da yaşam hakkına yönelik olduğuna bağlı kalınmaksızın, herhangi bir hakka yönelik bir saldırının mevcudiyetinin var olması halinde meşru savunma hakkından yararlanılabilecektir28. Ayrıca ifade etmek gerekir ki, kişinin meşru savunma hakkından yararlanabilmesi için saldırının kişinin kendi hakkına yönelik olmasına gerek yoktur. Üçüncü kişinin hakkına yönelik olan saldırıya karşı da meşru savunma hakkından yararlanılabilecektir. Ayrıca saldırının başlamış, gerçekleşiyor olması şart olmayıp, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak saldırılar da meşru savunma hakkının kulanılabilmesine imkan vermektedir29. Tüm bu durumlarda meşru savunma hakkının kullanılma imkanı doğmakta olup, bu durum polisler açısından silah kullanma yetkisini de doğurmaktadır.

Buna göre, tasarıdaki “kendisine veya başkalarına… kişilerin tek tek veya toplu halde bulunduğu açık veya kapalı alanlara…” yönelik saldırılar, yaşam veya vücut bütünlüğüne yönelik saldırı niteliğinde olup, meşru savunma hakkını doğurmaktadır. Bunun dışında aynı düzenlemede yer alan “…işyerlerine, konutlara, kamu binalarına, okullara, yurtlara, ibadethanelere, araçlara…” yönelik fiiller, malvarlığını yönelik saldırı özelliğini taşıyacağından, meşru savunma hakkını doğuracaktır. Ayrıca düzenlemede yer alan “…molotof, pat-layıcı, yanıcı, yakıcı, boğucu, yaralayıcı ve benzeri silahlarla saldıran veya saldırıya teşebbüs edenlere karşı” ibaresi bakımından ise, saldırının silahlı olup olmaması, meşru savunma hakkının doğması bakımından önemli olmayıp, bu husus savunmanın orantılı olup olmadığıyla alakalı bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Son olarak ise, üzerinde durulması gereken husus, “…saldıran veya saldırıya teşebbüs edenlere karşı” ibresidir. Bu ibarenin meşru savunma düzenlemesinde yer alan “…gerçekleşen ve gerçekleşmesi muhakkak olan saldırı…” anlamına gelmektedir30.

Açık bir şekilde görüleceği üzere meşru savunma hakkının kullanılması ibaresi, iç güvenlik paketi ile PSK’nun 16. maddesine eklenen bu düzenlemeyi kapsamaktadır31.

Yukarıda da izah edildiği üzere kanun koyucu bu düzenlemenin gerekçesinde düzenlemenin çok soyut olması nedeniyle uygulamada tereddüte düşüldüğü, silah kullanma dolayısıyla yapılan soruşturma ve kovuşturmanın uzun sürmesi sebebiyle polislerin mağdur olduğu, dolayısıyla kanuni şartların ger-çekleşmesine rağmen polisin silah kullanmaması nedeniyle can ve mal güvenliğinin tehlike altında kaldığı ileri sürülmüştür.

Ancak gerekçede ileri sürülen bu hususun kabul edilmesi mümkün değildir. Meşru savunma kapsamına girecek haller, kanunda sayılacak somut ve belirli bir takım davranışlarla sınırlamak son derece sakıncalı olacaktır. Nitekim, meşru savunma, insanoğlunun bir takım olaylara karşı verdiği doğal savunma refleksi olup, bu hareketleri sınırlamak doğru değildir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, kanun yapım tekniğine göre olması gereken husus, ilgili kanun me-tinlerinin soyut olarak kaleme alınmasıdır. Bu bağlamda kanun koyucunun ilgili düzenlemenin gerekçesinde ifade ettiği bu sıkıntılı durum, kanunların kazuistik olarak kaleme alınarak değil, kolluğa daha nitelikli eğitim verilmesi suretiyle ortadan kalabilecektir32.

V. GÖZALTINA İLİŞKİN DÜZENLEME

A. Genel Olarak

Gözaltı, CMK’nun 91. maddesinde düzenlenmiş olup, kanunun verdiği yetkiye göre, yakalanan kişinin hakkındaki işlemlerin tamamlanması amacıyla, yetkili hâkim önüne çıkarılmasına veya serbest bırakılmasına kadar özgürlüğünün geçici olarak kısıtlanıp alıkonulması olarak tanımlanmaktadır33.

Bireyin en temel haklarından biri olan hürriyetini sınırlayan gözaltı, ceza muhakemesinde maddi gerçeğe ulaşabilmesini sağlamak amacıyla başvurulan bir koruma tedbiridir. Dolayısıyla koruma tedbirlerinin tümü için ortak olan kanuni dayanak, gecikmesinde sakınca bulunma hali, şüphenin belirli bir yoğunlukta olması, geçici olması ve orantılılık ilkeleri gözaltı için de geçerlidir.

Kişinin hürriyetine yönelik getirilen bu sınırlama, kaynağını Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Anayasadan almaktadır. Bu bağlamda kişinin hareket özgürlüğünün hangi hal ve şartlarda sınırlanabileceği AİHS’nin 5. maddesi ve Anayasanın 19. maddesinde kaleme alınmıştır.

B. Değerlendirme

Gözaltına alma işlemi, kişinin hürriyetini belirli süre sınırlamak olmasından dolayı sıkı koşullara tabi tutulmuştur. Ancak bu koşulların iç güvenlik paketinin yürürlüğe girmesiyle zayıfladığı ve keyfi uygulamalara mahal verecek bir durumun oluştuğu söylenebilir.

2005 yılında Türk Ceza Hukukunda yapılan reformun bir parçası da, 5271 sayılı CMK’nun yürürlüğe girmesidir. Bu sürecin temel felsefesinde yatan husus, yapılan hukuki düzenlemelerin hukuk devleti ve onun özünü oluşturan insan haysiyeti değeri ile kişi hak ve özgürlüklerini güvenceye alan bir nitelikte olmasıdır. Dolayısıyla kişi temel hak ve özgürlüklerin sınırlanması ancak kanunla ve çok sıkı koşullar altında olacak şekilde kaleme alınmıştır.

Bu bağlamda ceza muhakemesinde bireyin temel hal ve özgürlüklerini sınırlayan koruma tedbirlerinin genel kural olarak yalnızca hakim kararıyla sınırlanabileceği, ancak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde savcının kararıyla da sınırlayabileceği ve savıcının bu kararının belirli bir süre içerisinde hakimin onayına sunması aranmıştır. Yalnızca bazı koruma tedbirlerinde sav-cıya da ulaşılamadığı halde kolluğa ilgili koruma tedbirini uygulama yetkisi verilmiştir. Yine kolluğun bu kararının hakimin onayına sunulması ve hakimin bu karara ilişkin onayının varlığı aranmaktadır.

Bireyin en temel haklarından biri olan hürriyet hakkının sınırlamasına sebebiyet veren gözaltı kararının ancak savcının verebileceği ifade edilmiştir34. Hukukçu olan savcıya ait bu hakkın polise bırakılmaması bilinçli ve önceki dönemde mevcut olan ve bireyin hukuk güvenliğini hiçe sayan kolluğun keyfi müdahalelerinin bir daha yaşanmaması adına verilen bir karardır.

Dolayısıyla gözaltı kararı hususunda kolluğa yetki verilmemesi ile bireyin en temel haklarından biri olan hürriyetinin keyfi olarak sınırlanmasının önüne geçilmesi amaçlanmış ve bireyin hukuk güvenliğinin sağlanması amaçlanmıştır. Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren geçen süreçte bu düzenlemenin son derece doğru ve yararlı olduğu net bir şekilde görülmüştür35.

Hal böyle iken iç güvenlik paketiyle yürürlüğe giren düzenleme adeta ge-riye dönüş niteliğinde olup, yapılan bu değişiklikle, gözaltı koruma tedbirinin uygulama alanı genişletilmekte ve kolluğa belirli durumlarda 48 saate kadar gözaltı kararı verme yetkisi verilmiştir. Bu düzenlemeyle birlikte bireye sağlanan güvence sınırlıda olsa ortadan kaldırmış ve kolluğa gözaltı yetkisi verilmiştir.

Buna göre iç güvenlik paketinin 13. maddesiyle CMK’nun 91. maddesine eklenen 4. fıkra ile “Suçüstü halleriyle sınırlı olmak kaydıyla; kişi hakkında aşağıdaki bentlerde belirtilen suçlarda mülki amirlerce belirlenecek kolluk amirleri tarafından yirmidört saate kadar, şiddet olaylarının yaygınlaşarak kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasına yol açabilecek toplumsal olaylar sırasında ve toplu olarak işlenen suçlarda kırksekiz saate kadar gözaltına alınma kararı verilebilir. Gözaltına alma nedeninin ortadan kalkması halinde veya işlemlerin tamamlanması üzerine derhal ve her halde en geç yukarıda belirtilen sürelerin sonunda Cumhuriyet savcısına yapılan işlemler hakkında bilgi verilerek talimatı doğrultusunda hareket edilir. Kişi serbest bırakılmazsa yukarıdaki fıkralara göre işlem yapılır. Ancak kişi en geç kırksekiz saat, toplu olarak işlenen suçlarda dört gün içinde hâkim önüne çıkarılır. Bu fıkra kapsamında kolluk tarafından gözaltına alınan kişiler hakkında da gözaltına ilişkin hükümler uygulanır.” şeklinde düzenleme getirilmiştir. Akabinde ise, bu düzenlemenin uygulanacağı suçlar sınırlı olarak kaleme alınmıştır36.

İlgili düzenleme, açık bir şekilde 5271 sayılı CMK’nun sistemine ve birçok maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Bu bağlamda inceleyeceğimiz ilk husus, getirilen bu düzenlemeyle savcının adli kolluğun amiri olduğuna ilişkin sisteme aykırılıktır.

Bilindiği üzere kolluk, adli ve idari kolluk olarak ikiye ayrılmakta ve idari kolluğun amiri mülki amir iken, adli kolluğun amiri savıcıdır. Nitekim, CMK’nun 161. maddesi başta olmak üzere C. Savcısının yetkilerini düzenleyen bütün hükümler, adli kolluk amir ve görevlilerini C. Savcısının emri altında çalışan kişiler olarak tanımlamıştır. Hal böyle iken, ilgili düzenlemede mülki amir tarafından görevlendirilen kolluk amirince 48 saate kadar gözaltı kararı verilebileceği kaleme alınmakta ve kolluk amiri bu kararı verirken CMK’nu sisteminde amiri olan C. Savcısına haber dahi vermemektedir37.

Esasında bu düzenlemeyle C. Savcısının adli kolluk üzerindeki amir pozisyonu ve dolayısıyla sahip olduğu emir verme yetkisi, mülki amire devredilmiştir. Mülki amirin yürütme organının temsilcisi olmasından ötürü bu yetkinin dolaylı olarak yürütme organına devri söz konusudur. Mülki amirin bu şekilde bir yetkiye sahip olması, yürütmenin yargıya müdahalede bulunma imkanı tanımaktadır. Bu durum ise, bir hukuk devletinin olmazsa olmazı olan kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırıdır.

MK’na göre hürriyet gibi son derece önemli bir hakkı sınırlayan gözaltı işleminde şartlar oluşmadan keyfi bir gözaltına maruz kalmaması için C. savcı-sının yazılı emrine karşı, yakalanan kişi, müdafii veya kanunî temsilcisi, eşi ya da birinci veya ikinci derecede kan hısımı, hemen serbest bırakılmayı sağlamak için sulh ceza hâkimine başvurabileceği düzenlenmiştir. Ancak getirilen yeni düzenlemede göz altı kararı C. Savcısı tarafından verilmediğinden, gözaltına alı-nan kişi veya yakınları serbest bırakılma talebinde bulunamayacaklar mıdır?

Her ne kadar getirilen yeni düzenleme de “Bu fıkra kapsamında kolluk tarafından gözaltına alınan kişiler hakkında da gözaltına ilişkin hükümler uygulanır.” şeklindeki ibare, kişinin veya yakınlarının Sulh Ceza Hakimliğine itiraz hakkını kullanabilecekleri anlamına gelse de, bu ifade çok genel kalmakta olup, yanlış uygulamalara sebebiyet verebilecektir. Dolayısıyla ivedilikle yeni bir düzenleme getirilerek kişilerin kolluk amirince verilen gözaltı kararı sonrasında sulh ceza hakimine başvuru yapabileceklerine ilişkin bir düzenleme getirilmesi gerekmektedir.

Yukarıda ifade edildiği üzere gözaltı işleminin hukuki niteliği koruma tedbiri olmasıdır. Dolayısıyla koruma tedbirlerinin tümü için ortak olan kanuni dayanak, gecikmesinde sakınca bulunma hali, şüphenin belirli bir yoğunlukta olması, geçici olması ve orantılılık ilkeleri gözaltı için de geçerlidir.

Koruma tedbirleri bakımın geçerli olan ortak temel ilkeler, iç güvenlik paketi öncesinde gözaltı işlemi açısından herhangi bir sıkıntıya sebep olmamaktaydı. Ancak gözaltı işlemine ilişkin yapılan bu yeni düzenleme kanunilik ilkesi bakımından bir takım sorunları beraberinde getirmiştir.

İlk bakıldığında ilgili sınırlamanın kanunla yapıldığı sonucuna ulaşılmakla birlikte, AY’nın 13. maddesinde bahsedilen kanunun, soyut ve çerçevesi belli olmayan şekli bir kanun anlamına gelmediği aşikardır. Burada kastedilen, muğlak olmayan, öngörülebilir bir sınırlama ortaya koyan ve bu sayede herhangi bir keyfi davranışa neden olmayacak bir kanundur.

İlgili düzenlemeye baktığımızda kolluğun gözaltı yetkisini doğuracak suçlar içinde sayılan “Toplumsal olaylar sırasında işlenen cebir ve şiddet içeren suçlar” ifadesinde ne anlaşılacağı açık değildir. Bu şekilde geniş bir ifade rahatlıkla keyfi olarak uygulanabilecektir. Bu bağlamda kolluk amiri somut olayda, durumun toplumsal bir olay olup olmadığını yorumlayacak ve ona göre hareket edecektir. Buna göre bir kolluk amiri tarafından toplumsal niteliğe sahip olduğu şeklinde yorumlanabilecek bir olay, bir başka kolluk amirine göre top-lumsal niteliğe sahip olmadığı şeklinde yorumlanabilecektir38.

Sonuç olarak belirtmek gerekir ki, bu ifade kanunilik ilkesine ve dolayısıyla anayasaya aykırılık teşkil etmektedir. Bu nedenlerden dolayı toplumsal olaylardan anlaşılması gereken hususun somut kriterlere göre belirlenmesi, kanunilik ilkesinin gereğidir. Aksi halde hangi olayın, kime göre toplumsal olup olmadığı değişecek ve bu belirsizlik keyfi uygulamaları beraberinde getirecektir.

VI. TUTUKLAMAYA İLİŞKİN DÜZENLEME

Ceza muhakemesi hukukunun en ağır tedbiri olan tutuklama, kişinin hürriyetinin ortada kesinleşmiş hüküm olmamasına rağmen kaldırılmasıdır39. Bireyin hürriyetini hüküm öncesi sınırlayan tutuklama tedbiri muhakkaktır ki sıkı şartlara tabi tutulması gerekir40. Nitekim, tutuklama tedbirinin, Anayasamızda ve Ceza Muhakemesi Kanununda sıkı şartlara tabi tutulmuştur.

Tutuklama, CMK’nun 100. maddesinde düzenlenmiştir. İlgili maddeye göre, tutuklama kararı verilebilmesi için ilk olarak kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin mevcudiyeti gerekmektedir Suç şüphesinin yanında tutuklama nedeninin de muhakkak bulunması gerekmektedir. Buna göre, kişinin kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olguların varlığı halinde tutuklama nedeninin oluştuğu kabul edilmektedir. Ayrıca kişinin delilleri yok etme, gizleme, değiştirme durumunun söz konusu olması veya kişinin tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapması girişimi söz konusu ise, tutuklama nedeninin var olduğu kabul edilmektedir. Son olarak ise, CMK’nun 100. maddesinin 3. fıkrasında belirtilen suçların varlığı söz konusu ise, tutuklama nedeninin mevcut olduğunun varsayılabileceği ifade edilmektedir.

Önemle belirtmek gerekir ki, yukarıda belirtilen tüm bu sebepler söz konusu olsa dahi, tutuklama kararı verilmesi zorunlu değildir. Bu kararın verilmesinin zorunlu olmamasının yanında, işin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde, tutuklama kararı verilmeyeceği ifade edilmiş olup, bu düzenleme bireyin hukuk güvenliği bakımından son derece yerindedir.

Yukarıda ifade edildiği üzere tutuklamanın düzenlendiği CMK’nun 100. maddesinde tutuklama nedeninin varlığının kabul edildiği suçlar sayılmıştır. Bu suçların varlığı halinde diğer koşullara bakılmaksızın tutuklama nedenin varlığı kabul edilecektir. Bu maddede yer alan suç tiplerine iç güvenlik paketinin yürürlüğe girmesiyle iki ayrı suç daha eklenmiştir.

İç güvenlik paketinin 14. maddesinde yer alan hükme göre, CMK’nun 100. maddesinin üçüncü fıkrasına 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunun 33. maddesinde sayılan suçlar ile, 3713 sayılı Terörle Mücadele Ka-nunun 7. maddesinin 3. fıkrasında belirtilen suçlar eklenmiştir.

Burada esas olarak üzerinde durulması gereken ise, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununun 33. maddesinde yer alan düzenlemedir41. Nitekim burada yer alan düzenlemede gerçekleştirilen fiile karşı öngörülen hapis cezasının alt sınırı 2 yıl 6 aydır. CMK’nun 100. maddesinin 3. fıkrasında yer alan bir suçun varlığı halinde her ne kadar bir zorunluluk olmasa da çoğunlukla tutuklama kararı verilmesi sorunu ülkemizde önemli bir sorundur. Bu nedenle tutuklama oranlarının son derece yüksek olduğu ülkemizde alt sınırı 2 yıl 6 ay olan bir suçun bu listede yer alması ve bu suçtan dolayı tutuklama nedenin varsayılabilmesi anlamlı ve orantılı değildir42.

Ayrıca ilgili suça ilişkin verilecek mahkumiyet kararının mevcudiyetinde dahi, kişinin cezaevinde geçireceği süre son derece kısadır. Mahkumiyet halinde dahi çok az bir süre ceza evinde bulunması gereken bir kişi, atılı suç isnadının henüz kesinleşmemiş olmasına rağmen hürriyetinin tutuklanma yoluyla kısıtlanması ölçülü değildir.

VII. SİLAH KAVRAMINA İLİŞKİN DÜZENLEME

Silah kelimesi, günlük kullanımda, ateşli silahları tanımlayan bir kelime olarak karşımıza çıkmakla birlikte, ceza hukuku terminolojisinde bu kelime daha geniş bir anlama sahiptir43. Gerçekten, silah kelimesinden anlaşılması gereken husus, TCK’nun 6. maddesine göre ateşli silâhlar, patlayıcı maddeler, saldırı ve savunmada kullanılmak üzere yapılmış her türlü kesici, delici veya bereleyici alet, saldırı ve savunma amacıyla yapılmış olmasa bile fiilen saldırı ve savunmada kullanılmaya elverişli diğer şeyler, yakıcı, aşındırıcı, yaralayıcı, boğucu, zehirleyici, sürekli hastalığa yol açıcı nükleer, radyoaktif, kimyasal, biyolojik maddelerdir.

Silah kavramına ilişkin son derece geniş ve kapsayıcı nitelikteki bu düzenleme mevcut olmasına rağmen Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunun 23. maddesinde yer alan, “Ateşli silahlar veya havai fişek, Molotof ve benzeri el yapımı olanlar dahil patlayıcı maddeler veya her türlü̈ kesici, delici aletler veya taş , sopa, demir ve lastik çubuklar, boğma teli veya zincir, demir bilye ve sapan gibi bereleyici ve boğucu araçlar veya yakıcı, aşındırıcı, yaralayıcı eczalar veya diğer her türlü zehirler veya her türlü ̈ sis, gaz ve benzeri maddeler ile yasadışı örgüt ve topluluklara ait amblem ve işaret taşınarak veya bu işaret ve amblemleri üzerinde bulunduran üniformayı andırır giysiler giyilerek veya kimliklerini gizlemek amacıyla yüzlerini tamamen veya kısmen bez ve sair unsurlarla örterek toplantı ve gösteri yürüyüşlerine katılma ve kanunların suç̧ saydığı nitelik taşıyan afiş , pankart, döviz, resim, levha, araç ̧ ve gereçler taşınarak veya bu nitelikte sloganlar söylenerek veya ses cihazları ile yayınlanarak…” şeklindeki düzenleme kanun yapma tekniğine uygun bir düzenleme değildir. İlgili düzenlemede yer alan “havai fişek, molotof ve benzeri el yapımı olanlar dahil” patlayıcı maddeler ile “demir bilye ve sapan” ifadeler iç güvenlik paketinin 7. maddesi ile eklenmiştir.

Görüldüğü üzere ilgili maddenin gerek değişiklik öncesi ve gerekse değişiklik sonrası düzenlemesi, kanun yapma tekniğine ve ceza hukuku sistematiğine aykırıdır. Gerçekten olması gereken, TCK’nun 6. maddesinde yer alan düzenleme gibi genel kapsayıcı ifadelerin kullanılması iken, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununun 23. maddesinde olduğu gibi ilgili hususların kazuistik olarak kaleme alınması kanun tekniği bakımından son derece yanlıştır.

İlgili cisimlerin tek tek yazılması, yazılmayan hususların bu kapsamda değerlendirilmeyeceği anlamını da taşımaktadır. Bu bağlamda ilgili maddede “demir bilye” kavramı kullanılmıştır. Bilye, demirin dışında cam veya bir başka materyalden yapılmış olması halinde bu madde kapsamında değerlendirilemeyecektir44.

Dolayısıyla kanunların kazuistik bir şekilde kaleme alınmak yerine genel ve soyut ifadelerin kullanılması son derece önemlidir. Sonuç olarak ise, ilgili maddede birçok cisim ardı ardına sıralanması yerine “silah” kavramı kullanılması yeterliydi. Nitekim, silahın ne anlama geldiği, TCK’nun 6. maddesinde düzenlenmiştir. Bu kavram, TCK’nun 5. maddesine göre kendisinden sonra yürürlüğe giren ve kendisiyle çelişmeyen yan ceza kanunları için geçerli olmasından dolayı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu açısından da geçerli olacaktı.

VIII. SONUÇ

Kanunda yer alan düzenlemelerin zaman içerisinde bir takım değişikliklere ihtiyacı olması son derece doğal olmakla birlikte, bu değişikliklerin belirli bir hazırlık aşamasından geçilerek yapılması son derece önemlidir. Yapılması gereken bu hazırlık sürecinde mevcut kanuni düzenlemelerin aksayıp aksamadığı, aksıyorsa hangi açıdan aksadığının özenli bir şekilde tespit edilmesi gerekmektedir. Tespit edilen bir aksama var ise, bu eksikliğin sistem içerinde, sisteme uygun olarak nasıl düzeltilebileceği konusunda yoğun bir çaba gerekmektedir. Hazırlık sürecinin kısa tutulması, çok fazla bir değerlendirme yapılmadan, yalnızca toplumda mevcut olan tepkiyi dindirmek amacıyla yapılan panik mevzuatı şeklinde adlandırılan değişiklikler, belki kısa vadeli olarak bir takım sorunları ortadan kaldırdığı izlenimi verse de uzun vadede başka sorun-ları da ortaya çıkarabilmektedir45.

Yukarıda izah olunduğu üzere, 6638 sayılı Kanunla getirilen yenilikler, ne yazık ki, yeterli bir hazırlık aşaması olmaksızın, toplumdaki tepkiyi dindirmeye yönelik bir kanun olup, bu kanunla yürürlüğe giren düzenlemeler, Anayasaya ve ceza hukuku sistematiğine aykırılıklar barındırmaktadır.

Kamuoyunda da büyük eleştirilere uğrayan ve gerek Anayasaya ve gerekse 2005 yılında ceza hukukuna ilişkin yapılan reformun ortaya çıkardığı ceza hukuku sistemine aykırılık teşkil eden bu düzenlemelerin bir an önce düzeltilmesi gerekmektedir.

* İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi

  • Yener Ünver, Hakan Hakeri, Ceza Muhakemesi Hukuku, 9. Bası, Adalet Yayınevi, İstanbul, 2014, s. 395; Nur Centel, Hamide Zafer, Ceza Muhakemesi Hukuku, 8. Bası, Beta Yayınlar, İstanbul, 2011, s. 376; Aytekin Geleri, Önleyici Polislik, 2. Bası, An-kara, 2009, s. 123.

  • Nurullah Kunter, Feridun Yenisey, Ayşe Nuhoğlu, Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ceza Muhakemesi Hukuku, 18. Bası, Beta Yayınları, İstanbul, 2010, s. 1033; Cum-hur Şahin, Ceza Muhakemesi Hukuku Cilt I, 6. Bası, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2015, s. 320; Centel/Zafer, a.g.e., s. 376

3 Cumhur Şahin, a.g.e., s. 321

4 Kunter/Yenisey/Nuoğlu, a.g.e., s. 1036

5 Cumhur Şahin, a.g.e., s. 320

6 Centel/Zafer, a.g.e., s. 377.

7 AyMK, 22.02.2006 tarih, 2003/29 E., 2006/24 K. No’lu Kararı (R.G. Yay. T. 27.07.2006)

8 Kunter/Yenisey/Nuoğlu, a.g.e., s. 1036.

9 Kunter/Yenisey/Nuoğlu, a.g.e., s. 1037.

  1. Adem Sözüer, Türk Ceza Hukuku Mevzuatı, 3. Bası, Alfa Yayınları, İstanbul, 2015, s. 13

  1. Ali İhsan Erdağ, “Kolluğun “Durdurma ve Kimlik Sorma Yetkisi” (PVSK Madde 4/A)”, Ankara Barosu Dergisi, Yıl:68, Sy:2010/4, s. 42.

  1. Veli Özer Özbek, Mehmet Nihat Kanbur, Koray Doğan, Pınar Bacaksız, İlker Tepe, Ceza Muhakemesi Hukuku, 6 Bası, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2014, s. 354

13 Sözüer, Türk Ceza Hukuku Mevzuatı, s. 13

  1. Sözüer, Türk Ceza Hukuku Mevzuatı, s. 14

  1. Adem Sözüer, İbrahim Dülger, Selman Dursun, Serdar Talas, Mehmet Maden, Gottfried Plagemann, Tuba Topçuoğlu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza Ve Ceza

Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyelerinin “İç Güvenlik Paketi” İle İlgili Değerlendirmeleri, İstanbul, 2015, s. 3. (http://www.canakkalebarosu.org.tr/ Print. aspx?ID=40035&Tip=Haber, 12.07.2015)

  1. Nevzat Toroslu, Metin Feyzioğlu, Ceza Muhakemesi Hukuku, 10. Bası, Savaş Yayın-ları, Ankara, 2012, s. 235; Cumhur Şahin, a.g.e., s. 278; Kunter/Yenisey/Nuoğlu, a.g.e., s. 843

  1. İlyas Şahin, Türk Ceza Yargılaması Hukukunda Yakalama ve Gözaltına Alma, 2. Bası, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2004, s. 29

  1. Nurullah Kunter, Feridun Yenisey, Yakalama ve İfade Alma, Beta Yayınları, İstanbul, 2000, s. 4

  1. Kunter/Yenisey/Nuoğlu, a.g.e., s. 846 vd.

  1. Kunter/Yenisey/Nuoğlu, a.g.e., s. 845.

  1. Sözüer, Türk Ceza Hukuku Mevzuatı, s. 14

  1. Sözüer/Dülger/Dursun/Talas/Maden/Plagemann/Topçuoğlu, a.g.e., s. 4

  1. Sözüer/Dülger/Dursun/Talas/Maden/Plagemann/Topçuoğlu, a.g.e., s. 4

  1. Sözüer, Türk Ceza Hukuku Mevzuatı, s. 15

  1. Sözüer/Dülger/Dursun/Talas/Maden/Plagemann/Topçuoğlu, a.g.e., s. 4

  1. Sözüer, Türk Ceza Hukuku Mevzuatı, s. 15

27 Sözüer Adem, “Die strafrechtliche Bewertung des tödlichen polizeilichen Schusswaffeneinsatzes gegen Flüchtige in der Türkei,“ Festschrift für Claus Roxin zum 80. Geburtstag, Berlin, New York: de Gruyter, 2011, s.1752

28 Sözüer/Dülger/Dursun/Talas/Maden/Plagemann/Topçuoğlu, a.g.e., s. 5

  1. İzzet Özgenç, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 10. Bası, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2014, s. 334 vd.; Mahmut Koca, İbrahim Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hü-kümler, 7. Bası, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2014, s. 260 vd.; Veli Özer Özbek, Nihat Kanbur, Koray Doğan, Pınar Bacaksız, İlker Tepe, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 5. Bası, Ankara, 2014, s. 308 vd.

  1. Tuba Kelep Pekmez, Kolluğun Silah Kullanma Yetkisi, On İki Levha Yayıncılık, İstan-bul, 2015, s. 117-118

  1. Sözüer/Dülger/Dursun/Talas/Maden/Plagemann/Topçuoğlu, a.g.e., s. 5

  1. Sözüer/Dülger/Dursun/Talas/Maden/Plagemann/Topçuoğlu, a.g.e., s. 6

  1. Pervin Aksoy İpekçioğlu, “Yakalama ve Gözaltına Alma Koruma Tedbirleri”, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt:9, Yıl:2007, s. 1230; Cumhur Şahin, a.g.e., s. 285; İlyas Şahin, a.g.e., s. 27

  1. Toroslu/Feyzioğlu, a.g.e., s. 240

  1. 2005 yılında gerçekleştirilen ve temelinde insan hak ve özgürlüklerinin korunması olan reform öncesinde gözaltında işkence yapıldığı iddiasıyla Türkiye hakkında çok fazla dosya AİHM’de görülmüş ve bu davaların birçoğu Türkiye’nin mahkumiyeti ile sonuç-

lanmıştır. Reform öncesi durum için bkz. Cengiz Başak, “Avrupa İnsan Hakları Mah-kemesi Kararları Işığında Gözaltında İnsan Hakları İhlalleri”, Ankara Üniversitesi Hu-kuk Fakültesi Dergisi, Cilt 51, Sy. 4, Yıl 2002, s. 41-72.

  1. Toplumsal olaylar sırasında işlenen cebir ve şiddet içeren suçlar, Türk Ceza Kanununda yer alan; Kasten öldürme (madde 81, 82), taksirle öldürme (madde 85), Kasten yaralama (madde 86, 87), Cinsel saldırı (madde 102), Çocukların cinsel istismarı (madde 103), Hırsızlık (madde 141, 142), Yağma (madde 148, 149), Uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti (madde 188), Bulaşıcı hastalıklara ilişkin tedbirlere aykırı davranma (madde 195), Fuhuş (madde 227), Kötü muamele suçları (madde 232), 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununda yer alan suçlar, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununun 33 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde belirtilen suçlar, 5442 sayılı İl İdaresi Kanununa dayanılarak ilan edilen sokağa çıkma yasağını ihlal etme ve 5607 sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanununun 3 üncü maddesinde belirtilen suçlar.

  1. Sözüer, Türk Ceza Hukuku Mevzuatı, s. 18

  1. Sözüer, Türk Ceza Hukuku Mevzuatı, s. 18

  1. Nur Centel, Ceza Muhakemesi Hukukunda Tutuklama ve Yakalama, Beta Yayınları, İstanbul, 1992, s. 5; Ersan Şen, Bilgehan Özdemir, Tutuklama: Uygulamada Şüpheli ve Sanık Haklarının Korunması, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2011, s. 15; Nevzat Toroslu/Feyzioğlu, a.g.e., s. 217; Cumhur Şahin, a.g.e., s. 293

  1. Ünver/Hakeri, a.g.e., s. 351

  1. Toplantı ve yürüyüşe silahlı katılanlar

Madde 33 – (Değişik: 22/7/2010 – 6008/2 md.)

(Değişik birinci fıkra: 27/3/2015-6638/8 md.) Toplantı ve gösteri yürüyüşlerine;

  1. Ateşli silahlar veya havai fişek, molotof ve benzeri el yapımı olanlar dâhil patlayıcı maddeler veya her türlü kesici, delici aletler veya taş, sopa, demir ve lastik çubuklar, boğma teli veya zincir, demir bilye ve sapan gibi bereleyici ve boğucu araçlar veya ya-kıcı, aşındırıcı, yaralayıcı eczalar veya diğer her türlü zehirler veya her türlü sis, gaz ve benzeri maddeler taşıyarak veya kimliklerini gizlemek amacıyla yüzlerini tamamen veya kısmen bez vesair unsurlarla örterek katılanlar iki yıl altı aydan dört yıla kadar,

  1. Yasadışı örgüt ve topluluklara ait amblem ve işaret taşıyarak veya bu işaret ve amb-lemleri üzerinde bulunduran üniformayı andırır giysiler giyerek katılanlar ile kanunla-rın suç saydığı nitelik taşıyan afiş, pankart, döviz, resim, levha, araç ve gereçler taşıya-rak veya bu nitelikte sloganlar söyleyerek veya ses cihazları ile yayınlayarak katılanlar altı aydan üç yıla kadar,hapis cezası ile cezalandırılırlar.

Toplantı ve gösteri yürüyüşünün kanuna aykırı olması halinde ve dağılmamak için direnildiği takdirde, ayrıca 32 nci madde hükümlerine göre cezaya hükmolunur.”

  1. Sözüer, Türk Ceza Hukuku Mevzuatı, s. 18

  1. Abdullah Batuhan Baytaz, “Kanunilik İlkesi Bağlamında Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukukunda Yorum”, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bi-limler Enstitüsü, 2015, İstanbul, s. 213

  1. Sözüer/Dülger/Dursun/Talas/Maden/Plagemann/Topçuoğlu, a.g.e., s. 7

  1. Sözüer, Türk Ceza Hukuku Mevzuatı, s.7

KAYNAKÇA

Başak, Cengiz: “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları Işığında Gö-zaltında İnsan Hakları İhlalleri”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Der-gisi, Cilt 51, Sy. 4, Yıl 2002, s. 41-72.

Baytaz, Abdullah Batuhan: “Kanunilik İlkesi Bağlamında Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukukunda Yorum”, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2015, İstanbul.

Centel, Nur: Ceza Muhakemesi Hukukunda Tutuklama ve Yakalama, Beta Yayınları, İstanbul, 1992.

Centel, Nur; Zafer, Hamide: Ceza Muhakemesi Hukuku, 8. Bası, Beta Yayınlar, İstanbul, 2011.

Erdağ, Ali İhsan: “Kolluğun “Durdurma ve Kimlik Sorma Yetkisi” (PVSK Madde 4/A)”, Ankara Barosu Dergisi, Yıl:68, Sy:2010/4.

Geleri, Aytekin: Önleyici Polislik, 2. Bası, Seçkin Yayıncılık, Ankara,

2009.

İpekçioğlu, Pervin Aksoy: “Yakalama ve Gözaltına Alma Koruma Tedbir-leri”, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt:9, Yıl:2007, (1215-1254).

Kelep Pekmez, Tuba: Kolluğun Silah Kullanma Yetkisi, On İki Levha Yayıncılık, İstanbul, 2015

Koca, Mahmut; Üzülmez, İbrahim: Türk Ceza Hukuku Genel Hüküm-ler, 7. Bası, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2014, s. 260 vd.;

Kunter, Nurullah; Yenisey, Feridun: Yakalama ve İfade Alma, Beta Ya-yınları, İstanbul, 2000.

Kunter, Nurullah; Yenisey, Feridun; Nuhoğlu, Ayşe: Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ceza Muhakemesi Hukuku, 18. Bası, Beta Yayınları, İstanbul, 2010.

Özbek, Veli Özer; Kanbur, Mehmet Nihat; Doğan, Koray; Bacaksız, Pınar;

Tepe, İlker:Ceza Muhakemesi Hukuku, 6 Bası, Seçkin Yayıncılık, An-kara, 2014.

Özgenç, İzzet: Ceza Hukuku Genel Hükümler, 10. Bası, Seçkin Yayıncı-lık, Ankara, 2014.

Özbek, Veli Özer; Kanbur Nihat; Doğan Koray, Bacaksız, Pınar; Tepe, İl-ker: Ceza Hukuku Genel Hükümler, 5. Bası, Ankara, 2014

Sözüer, Adem:“Die strafrechtliche Bewertung des tödlichen polizeilichen Schusswaffeneinsatzes gegen Flüchtige in der Türkei,“ Festschrift für Claus Roxin zum 80. Geburtstag, Berlin, New York: de Gruyter, 2011, s.1749-1764

Sözüer, Adem: Türk Ceza Hukuku Mevzuatı, 3. Bası, Alfa Yayınları, İs-tanbul, 2015.

Sözüer, Adem; Dülger, İbrahim; Dursun, Selman, Talas, Serdar; Maden Mehmet; Plagemann, Gottfried; Topçuoğlu, Tuba: İstanbul Üniversitesi Hukuk

Fakültesi Ceza Ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyelerinin “İç Güvenlik Paketi” İle İlgili Değerlendirmeleri, İstanbul, 2015. (http://www.canakkalebarosu.org.tr/Print.aspx?ID=40035&Tip=Haber, 12.07.2015)

Şahin, Cumhur: Ceza Muhakemesi Hukuku Cilt I, 6. Bası, Seçkin Ya-yıncılık, Ankara, 2015.

Şahin, İlyas: Türk Ceza Yargılaması Hukukunda Yakalama ve Gözal-tına Alma, 2. Bası, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2004.

Şen, Ersan; Özdemir, Bilgehan: Tutuklama: Uygulamada Şüpheli ve Sanık Haklarının Korunması, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2011.

Toroslu, Nevzat; Feyzioğlu, Metin: Ceza Muhakemesi Hukuku, 10. Bası, Savaş Yayınları, Ankara, 2012.

Ünver, Yener; Hakeri, Hakan: Ceza Muhakemesi Hukuku, 9. Bası, Adalet Yayınevi, İstanbul, 2014.

-Bu yazı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası Cilt 74’te yayımlanmıştır.

6638 Sayılı Kanun İle PVSK ve CMK’da Yapılan Değişikliklerin Değerlendirilmesi yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Hukuk, Norm, Ahlak, Toplum/Hukuki Pozitivizm ve Eleştirileri

$
0
0

Hukuk Politik Notu

Tabii Hukuku anlayışına karşı ortaya çıkan “Pozitivist Hukuk”un en önemli teorisyenleri Austin ve Kelsen’dir. Bu kuruculara yönelttikleri eleştiri ile Hukuki Pozitivizm’in eksikliklerini gidermeye çalışan iki düşünürün, Dworkin ve Hart’ın tanıtımına yönelik makalelere sitemizde yer vermiştik. Bu eleştirilerde, hukuk normunun anlaşılabilmesi için bir ahlaki temel aranmasına; hukuku sosyolojik bir çerçeve oturtma çabasına ilişkin ipuçları görmüştük. Sitemizde bu kez yer verdiğimiz Levent Köker’e ait yazıda, Hukuki Pozitivizm’e Lon Fuller’in, “hukukun bazı ilkeleri olması gerektiği, bu ilkeler kapsamında hukukun ahlaken bir değer taşıdığı” görüşü üzerinde durulmaktadır.

Hukuki Pozitivizm ve Eleştirileri

Levent Köker i

I

Hukukî pozitivizmii, hukuk teorisinde ve pratiğinde esas itibariyle hâlâ etkisini ve önemini koruyan bir akım. Bununla birlikte, hem pozitivizm, hem de hukukî pozitivizm terimlerinin ne anlama geldikleri hususunda bir netlik bulunduğunu söylemek kolay değildir. Bir kere, genel olarak pozitivizmin sosyal bilimlerde, sosyal ve politik teoride bir hayli eleştirilmiş olduğunu, bu nedenle de kendi içinde önemli değişiklikler geçirdiğini, hatta bugün sosyolojide, siyaset biliminde ve sosyal bilimlerin hukuk dışındaki diğer alanlarında pozitivist yaklaşımı, 1920’lerden itibaren Viyana çevresinin yeniden formüle ettiği haliyle dahi savunmanın pek de kolay olmadığı bir noktada bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Dahası, pozitivizmin geçirdiği bu değişim nedeniyle de, Anthony Giddens’ın “Pozitivizm ve Eleştirileri” başlıklı önemli makalesineiii, aslında kimin pozitivist olduğunu tanımlamanın pek de kolay olmadığını belirterek başladığını hatırlatıp, kimin, nasıl, hangi anlamda pozitivist olduğunu bilmenin zor olduğu bir noktada bulunduğumuzu da söyleyebiliriz. Genel olarak sosyal ve politik teori için geçerli olan bu güçlüğe karşılık acaba, konu hukuk olunca, biraz daha rahat olduğumuzu düşünebilir miyiz? Örneğin, kimlerin hukukî pozitivizmi temsil ettiğini veya hukukî pozitivizmin nasıl bir akım olduğunu görece net bir biçimde ortaya koyabilir miyiz? Hukukî pozitivizmin “olan-olması gereken hukuk ayrımı”, “hukuk ile ahlâkın birbirinden ayrılması”, bu bağlamda temellendirilmek istenen bir “saf hukuk teorisi” gibi özellikleri dikkate alındığı takdirde, soruya evet diye cevap vermek mümkün gibi görünüyor. Ama biraz içine girdiğimiz zaman, biraz hukukî pozitivizmle ilgili literatüre, kendisini bu etiket altında tanımlayanların veya böyle tanımlanmalarına en azından itiraz etmeyecek olanların neler söylediklerine baktığımızda ise, bu işin de o kadar kolay olmadığı ortaya çıkıyor.

Hukukî pozitivizm, öncelikle, olan (pozitif) ve olması gereken (doğal veya ideal) hukuk ayrımı çerçevesinde hukukun olan hukuktan ibaret olduğunu, olması gereken hukuk diye bir şeyin aslında ya olmadığını ya da, varsa bile bunun hukuk olmadığını kabûl etmektedir. Bir diğer deyişle, hukukî pozitivizm, “pozitif hukuk-doğal (ideal) hukuk” ayrımı temelinde, doğal (ideal) hukuku reddeden bir akım olarak öne çıkmaktadır. Hemen belirtmek gerekir ki, “olması gereken hukuk” anlamında doğal hukukun yokluğu veya hukuk olmadığı şeklindeki bu yaklaşım, esasen pozitivizmin on dokuzuncu yüzyıl başlarındaki kurucusuna Auguste Comte’a dek uzanan genel pozitivist esprinin belirleyici tavrı olan ve bugün de devam eden “metafizik aleyhtarlığı”nın, hukuku her türlü metafizik düşünceden, bu arada da “olması gereken (doğal, ideal) hukuk” anlayışlarından arındırmaya gayret eden hukukî pozitivizmde de muhafaza edildiğini göstermektedir. Dolayısıyla, “hukukî pozitivizm” akımını kurucularının aynı zamanda doğal hukuk akımına bir tepki olarak ortaya çıkmış olan faydacılık (utilitarianism) akımının mensupları olması bu bakımdan çok şaşırtıcı olmamalıdır.iv O yüzden ilk faydacılar nasıl ki doğal hak ve dolayısıyla doğal hukuk kavramını reddederek bir faydacı toplum felsefesi oluşturmuşlarsa, aynı toplumsal felsefe temelinde, hukukun da aslında doğal hukuk değil, pozitif hukuk olarak anlaşıldığı görülmektedir. Bu bağlamda hukukun, John Austin tarafından bir egemenin vermiş olduğu emir niteliğindeki bir kural olarak tanımlanması burada, hukukî pozitivizmi açıklayıcı bir hareket noktası olmaktadır. Bu tanıma göre hukuk, kendisi bir başkasından emir almayan ve dolayısıyla da kendisi bir başkasına itaat yükümlülüğü altında bulunmayan bir öznenin, bir egemenin başkalarına verdiği emirlerden oluşmaktadır. Bu emirler, kendilerine riayet edilmediğinde, bir ihlâl söz konusu olduğunda, bir müeyyide unsuru da taşımaktadırlar ve dolayısıyla kurala (egemenin emrine) uymayanlar, yani egemene itaat yükümlülüğünü yerine getirmeyenler de müeyyide ile karşı karşıya kalmaktadırlar.v

Hukukî pozitivizm açısından bakıldığında, burada “emrin ne olduğu”, yani egemenin emir olarak neyi ifade ettiği, daha doğrusu emrin içeriği değil, bu emrin varlığı önemlidir. Benzer bir biçimde, emri pekiştiren müeyyidenin şiddeti veya caydırıcılığı da hukukun varlığı açısından bir önem taşımamaktadır. Aslolan böyle emir niteliğindeki bir kuralın (ve müeyyidenin) varlığıdır ve hukuk bundan ibarettir. Böylece, hukukî pozitivizme göre hukuk, çok büyük ölçüde belli bir zamanda belli bir mekanda (belli bir toplumda) var olan müeyyide destekli davranış kuralları manzumesi olmaktadır.vi

Austin’den hareketle örneklediğim bu hukuk tanımında aslında bir dizi sorun bulunmaktadır. Bu sorunlardan biri, pozitif hukukun bu şekilde tanımlanmasını kabul etsek bile, olan hukukun nasıl tesbit edileceğidir. Daha doğrusu, bir yönüyle “olan hukuk nedir?” sorusunun cevaplandırılması çabası gibi görünen hukukî pozitivizmin, hukukun varlığını hukuk kurallarının geçerliliğine indirgediği, hukuk kurallarının geçerliliğinin de, en azından Austin örneğinde, çok da açıklayıcı bir temele oturtulamadığı anlaşılmaktadır. Çünkü Austin, kuralın geçerliliğini toplumda var olan egemene itaat etme alışkanlığıyla izah etmeye çalışmaktadır. Egemenin varlığının ve verdiği emre itaat yükümlülüğünün nereden kaynaklanmaktadır sorusu (ve tabiî bununla ilişkilendirilebilecek, daha ziyâde emrin kaynağı ve içeriğiyle ilgili başkaca sorular) hukukî pozitivizm için, hukuk alanının dışına veya olması gereken hukuka ilişkindirler, bu yüzden de hukukun “bilimsel” incelenmesi ile ilgili değildirler.vii

Burada egemenin ya da hükümranın bu şekilde anlaşılması, İngiltere’den, yani Austin’in ülkesinden Kıta Avrupa’sına geldiğiniz zaman doyurucu olmaktan iyice uzaklaşmaktadır. Anglo-Amerikan düşünce geleneğinden farklı tarihî zemine oturmuş bulunan bir olgu olarak, Kıta Avrupası’nda bu egemene, hukuk ile (özdeşlik değilse de) sıkı bir ilişki içinde ‘devlet’ denmektedir.viii Devletin, bu ilişki bağlamında normatif bir niteliği vardır ve dolayısıyla Kıta Avrupa’sındaki hukukçular da bu niteliğin izah edilmesi gibi bir meseleyle karşı karşıya bulunmaktadır.

II

Bu bağlamda, Austin’den sonra hukukî pozitivizmin en önemli teorisyeni ve bir bakıma “yeniden inşâcısı” olarak Hans Kelsen’in özel bir yeri bulunmaktadır. Kelsen, Kıta Avrupası’nda belki modern devlete geçiş sürecini başlatabileceğimiz on altıncı yüzyıldan itibaren gelişmekte olan bir devlet teorisini tamamen hukukî bir forma kavuşturup neredeyse devletle hukuku bir normatif sistem olarak özdeşleştirmek istemiştir.ix Böylece de, modern dünyada yetişmiş bütün hukukçuların yakından bildiği “normlar hiyerarşisi” kavramı ve normların ancak bu hiyerarşi içinde geçerliliklerini kazanabileceğini düşüncesi ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, Kelsen’in “normlar hiyerarşisi” yaklaşımı ve dolayısıyla devleti böyle bir normatif-hiyerarşik sistemle özdeşleştirmesi de yine çok temel bazı sorular gündeme getirildiğinde yetersiz kalmaktadır.

Bu yetersizlik, özel olarak Kelsen’in hukuku, kendince hukuk-dışı olduğu kabûl edilen tüm (ahlâkî, kültürel ve siyâsî) değerlerden ve ilgilerden arındırılmış bir bütünlük ve saflık içinde izah etme girişiminin sonunda gelip dayandığı bir tıkanıklıkta kendisini ortaya koymaktadır. Kısaca söyleyecek olursak, “normlar hiyerarşisi,” nereden başlarsanız başlayın, somuttan soyuta veya özelden genele yahut soyuttan somuta, genelden özele giden bir hiyerarşi takip eder ve bu hiyerarşide alttaki norm geçerliliği üstteki normdan alır. Hukuku bir “saf hukuk teorisi” ile açıklama girişiminde karşılaşılan tıkanıklık da şu soruda ortaya çıkmaktadır: Hiyerarşinin en üstündeki norm geçerliliğini nerden almaktadır? Bir diğer deyişle, Kelsen’in “temel norm” (Grundnorm) dediği en üstteki norma geçerliliğini veren nedir? Austin’in, “(hukuka varlığını ve geçerliliğini kazandıran) egemenin varlığı bir toplumsal olgudur” değerlendirmesiyle sormaktan kaçındığı, ancak Kıt’a Avrupası düşüncesinde böyle bir kaçınma imkânının bulunmadığı, dolayısıyla da Kelsen’le birlikte bir “hiyerarşik normlar sistemi” diye anlaşılan “devlet”in hukukî olması gereken kaynağının niteliğine yönelen bu sorunun, yine Kelsen’in amaçladığı gibi, salt hukuk içinde kalınarak verilebilecek bir cevabı bulunmamaktadır. Bunun tek istisnası belki doğal hukuk (ve toplumsal sözleşme) teorilerinin bağlamı olabilirdi ama, hukukî pozitivizm, bilindiği gibi bu teorileri “metafizik” (yahut bilim dışı) sayarak reddetmektedir.

O hâlde, Kelsen’in normlar ihyerarşisi sistemindeki “temel norm”un geçerliliği nasıl izah edilecektir? Böyle bir izah için ilk akla gelen referanslardan biri Immanuel Kant’ın felsefî düşüncesi olmuştur. Nitekim Kelsen de, önce temel normun adeta kategorik bir varsayım (presupposition) olduğunu düşünmekle bu yola müracaat etmiştir. Kelsen’in bu “yeni-Kantçı” yaklaşımında temel norm, Austin’in yukarıda değinilen yaklaşımında yer alan ve hukuku bir egemenin emrine tâbi olma ile belirleyen düşünceden farklı bir biçimdex ve Kant’ın pozitif hukuk içinde yurttaş iradesini kurucu bir unsur olarak gören yaklaşımına atfen, “yurttaşların belirli davranışları normatif olarak kabûl etmeleri”ne bağlanmaktadır.xi Temel normun böylesi bir temel kabul biçimdeki izahı ya da ancak “felsefî” bir temele oturtulabilmesi, hukukî pozitivizmin bir “saf hukuk bilimi” inşâ etme amacını gerçekleştiremediğini göstermektedir. Bir diğer deyişle, hukukî pozitivizmin, bu bildirinin en başında değinilen bilimselcilik (scientism) yanını öne çıkaran bir biçimde, hukukun her türlü hukuk dışı unsurdan ayrıştırılarak izah edilmesi, Kelsen’in deyimiyle bir “saf hukuk bilimi” inşâ edilmesi konusundaki yaklaşımı, özünde hukukun içinde herhangi bir ahlâkî (ve siyasî) değer yargısının, değerlendirmenin veya argümanın yer almaması gerektiği düşüncesinin temellendirilmesi bakımından Kelsen’in yaklaşımı da yeterli olmamıştır.xii

Bu çerçevede Kelsen’e yöneltilen eleştirilerin hukukî pozitivizm içinde kalınarak karşılanabileceğini gösteren ve bu bakımdan da hukukî pozitivizmi Kelsen sonrasında en fazla geliştirmiş olduğunu söyleyebileceğimiz H. L. A. Hart’ın görüşleri özel bir önem kazanmaktadır. Hart’ın hukukî pozitivizmi yeniden formüle etmesinde şöyle bir özellik vardır: Hart bir defa doğrudan doğruya Kelsen ile değil ama daha ziyade Austin’le hesaplaşarak, hukukun sadece davranışları düzenleyen emredici kurallardan yani emir ve yasaklardan ve bunlara bağlı müeyyidelerden oluşan bir kurallar sistemi olmadığını söylemektedir.xiii Kelsen’i çağrıştıran bir biçimde, Hart’ın yaklaşımına göre de hukuk bir normatif sistemdir ve bu sistem iki tür normdan meydana gelmektedir. Bu norm türlerinden birine Hart birincil normlar adını vermektedir ki bunlar, Austin’in dediği anlamda emirlerden, yasaklardan ve bunlara bağlı müeyyidelerden oluşan kurallardır. Hart’a göre hukuk, bu tür insan davranışlarını düzenleyen normlardan ibaret değildir. Hukuk sisteminde bir de Hart’ın ikincil normlar (secondary norms) dediği türden normlar yer almaktadır. Keyman’ın veciz ifâdeleriyle, “yükümlülük getiren” birincil normlardan farklı olarak “ikincil normlar … yetkiler veren normlardır” ve esasen “birincil normlar koymak, eskileri ortadan kaldırmak veya değiştirmek, birincil normların varlığını saptamak ve uygulanmalarını kontrol etmek” gibi yetkilerle ilgilidirler ki, sonuçta “tanıma normu, değiştirme normu ve muhakeme normu” diye de kendi içinde ayrılmaktadırlar.xiv

Hart’ın hukuku birincil ve ikincil normlardan oluşan bir sistem olarak kavrayışı, (1) hukuku bir egemenin ortaya koyduğu ve boyun eğilmesi gereken müeyyideli kurallar olarak açıklayan Austin’in ve (2) hukuku, bir temel norma bağlanan hiyerarşik bir sistem olarak gören Kelsen’in açıklamalarının bir “pozitif hukuk” teorisi ortaya koymaktaki eksikliklerini gidermek üzere ortaya atılmıştır. Bu bağlamda Hart’ın, özellikle bir ikincil norm olan “tanıma normu” kavramı aracılığıyla hem Kelsen’in “temel normun geçerliliği” sorununu yeni-Kantçı bir felsefî yaklaşıma müracaat ederek ve bir “kabul”e veya “varsayıma” dönüştürerek izah etmesindeki problemi, hem de Austin’in egemeni teorik olarak temellendirilebilir bir biçimde açıklamaktan ziyade “kişi” gibi gören “sosyal olgu” yaklaşımındaki problemi çözmeye yönelmektedir. Yine bu bağlamda, Hart’ın, temel normu “fiili durum ve şartlara ilişkin bir varsayım” olarak gören Kelsen’den farklı olarak, “gerçek anlamda maddi bir olguyu, fiili durum ve şartları ifade” eden tanıma normu kavramınıxv ortaya atmasının hukuk normlarının varlığı ve geçerliliği ile ilgili sorunu çözmeye yönelik “sosyolojik bir yaklaşım getirdiği”ni de söyleyebiliriz. Böylece, hukukî pozitivizmin temel problemleri arasında ilk sırada yer alan, bir hukuk normunun varlığı ve geçerliliği hakkındaki ölçünün ne olacağı problemine, Kelsenci felsefî normativizmin sosyolojik bir bakışla birleştirilmesine yönelmiş olan Hart’ınxvi, bu problemle ilgili olarak Austin’ci “sosyal olgu olarak egemen” kavramıyla da hesaplaştığı görülebilmektedir.

Hukukun açıklanmasında, hukukun kaynağını bir sosyal olgu olarak egemende gören Austinci yaklaşımdan farklı olarak, Hart’ın görüşünde, özellikle “ikincil normlar” (ve daha özel olarak da tanıma normu) kavramı ile birlikte, Austin’in kişileştirmiş olduğu egemen, aslında bir “makam” (office) olarak anlaşılmaktadır.xvii Bu makam, herşeyden önce emir vermekle, en temel olarak kanun yapmakla yetkili olan bir makamdır. Dolayısyla meselâ emir verme anlamında davranış normları (yasa) koyan bir makam olarak yasama organını kastediyorsak, bu makamın oluşması içinde kurallar vardır. Yani yasama organının nasıl oluşacağı, emir verme yetkisine sahip olan bu makamın hangi kurallara göre oluşacağı da gene başka bazı kurallar tarafından belirlenmektedir. Keza aynı şekilde, normların nasıl yürütüleceği ve bir hukukî uyuşmazlığı hüküm vererek çözmekle yükümlü (ve yetkili) olan yargının da bu işi nasıl yapacağı ile ilgili kurallar vardır. Bu nedenle yasama organının nasıl oluşacağı ve işleyeceği, muhakemenin nasıl yapılacağı ve işleyeceği ile ilgili kurallar aslında davranış kuralı ya da emir ve yasak koyan müeyyidesi olan kurallar niteliğinde olmayıp bu tür kuralların yani birincil kuralların ortaya çıkmasını mümkün kılan süreçlere ilişkin kurallardır.

Burada Hart’ın yaklaşımının özellikle bu ikincil normlar aracılığıyla, aslında hemen hepsi ikincil normlarla belirlenen yasama, yürütme ve yargı fornsiyonlarının hangi makam (kim) tarafından, hangi usûllerle (nasıl) yerine getirileceğine dair bir düzenin, daha doğrusu resmî bir devlet düzeninin varlığını anlattığını görmekteyiz.xviii Fakat burada da gene bir sorun ortaya çıkmaktadır. Başta tanıma normu olmak üzere, bu resmî devlet düzeninin nasıl oluştuğu meselesi çözülmüş değildir. Örneğin, böyle bir resmî devlet düzeninin temellerine ilişkin bir soru olarak, “tanıma normunun kaynağı nedir?” sorusuna Hart’ın cevabı, “tanıma normunun kendisi, ‘aslında hukuk kuralı olmayan diğer toplumsal kurallar içinden çıkmaktadır” gibi bir cevap olmaktadır.

Tanıma normu üzerinden resmî devlet düzenini ve dolayısıyla da hukuku bir sosyolojik temele yerleştiren Hart, bir açıdan, hukukî pozitivizmin tüm metodolojik ilkelerini de benimsemiş görünmektedir.xix Bu doğrultuda, olan-olması gereken hukuk ayrımını, hukuku olan hukukla özdeşleştirerek kabûl eden, bu ayrım uyarınca hukuk ile ahlâk ayrımını da muhafaza eden Hart, acaba çağdaş hukukî pozitivizm açısından nerede durmaktadır?

Çağdaş hukukî pozitivizmde biri “dışlayıcı” diğeri “içerici” diye adlandırılan iki pozitivizm tarzı arasında önemli ve anlamlı bir ayrım yapılmaktadır. Hukukun normatif yapısı içinde kaçınılmaz olarak varolan değerleri, hukuk-ahlâk ayrımının kesinliğine bağlı olarak ve hukukun “bilimsel olarak” izah edilmesinde dışarıda bırakmak gerektiğini düşünenler “dışlayıcı pozitivizm”i (exclusive positivism) temsil etmektedirlerxx. Bir anlamda “hukuk hukuktur” daha doğrusu “kanun kanundur” diye özetleyebileceğimiz bu yaklaşım, ahlâkî ve diğer her türlü (ve tabiî bu görüşe göre “hukukî olmayan”) argümanı hukuk düşüncesinden dışlamak istedikleri için böyle adlandırılmaktadırlar.

Buna karşılık Hart’ın yaklaşımında hukukî pozitivizmin sosyolojik pozitivizmle yani tanıma normu başta olmak üzere, ikincil normların izahında sosyal kuralların devreye girebileceğini kabul etmesinden ötürü ve bu sosyal kuralların da içinde oluştukları sosyal ortamdan kaynaklanan bir biçimde bazı ahlâkî normları veya bir takım değer yargılarını içereceği de açık olduğundan, hukukî pozitivizmin Hart’çı versiyonunda ahlâkî değer yargılarının hukukun izahında devreye sokulmasının sosyolojik nedenlerle dışlanamayacağını söyleyebiliriz.xxi Dolayısıyla bu manada ve özellikle Hart’ın metodolojisinde sosyal olgular ve uylaşımlar (conventions) ile yorumsamacı (hermeneutic) yaklaşımın benimsenmesi de hatırda tutularak, ahlâkî bir argüman yürütmenin hukuku izah etmekte kabul edilebilir bir şey olduğunun da altının çizildiğini söyleyebiliriz. Böylece, Hart’ın yaklaşımının ahlâk kurallarını hukukun dışına atan ışlayıcı pozitivizmin yerine içerici, ahlâki değerlere açık bir pozitivist yaklaşım olarak anlaşılması gerektiği ileri sürülebilmektedir.xxii

Burada, hukukî pozitivizmin hukuku geçerlilik kavramı üzerinden tanımlama girişiminde yer alan ve klâsik olarak hukuk-ahlâk ayrımı olarak kendisini ortaya koyduğunu bildiğimiz yaklaşımda varolan temel problem devam etmektedir. Esas itibariyle hukukî pozitivizmin kendi içindeki bir tartışmanın ortaya çıkartmış olduğu bir ayrım olan bu dışlayıcı ve içerici pozivitist teorilerin, hukuk-ahlâk ilişkilerine dair bir problemi tam olarak çözemedikleri söylemek gerekmektedir. Şöyle ki: Dışlayıcı pozitivizmin “hukuk hukuktur”, daha doğrusu “kanun kanundur” şeklindeki yaklaşımının nasıl dramatik neticeler verdiği, en azından Nazi deneyiminden beri bilinmektedir. Hukukî pozitivizme en temel eleştirilerin etkili bir biçimde formüle edilmesinde, İkinci Dünya Savaşına giden yolda ve İkinci Dünya Savaşı içinde yaşananların önemli bir payı olmuştur. Örneğin, en azından Gustav Radbruch’tan beri “kanun, kanundur” demenin ve bunu da hukuk-ahlâk ayrımının bilimselliği temeline oturtmanın epeyce güçleçmiş olduğunu belirtmek gerekmektedir.xxiii Fakat, hukukun kendi içinde bir takım değerleri kabul edebileceğine ilişkin Hart’çı yaklaşımda, hukukun uylaşım temelli bir izahının yapıldığı, böylece hukukla toplumsal alışkanlıklar ve tutumlar arasında bir bağ kurulduğu ve dolayısıyla da hukuka belli bir “sosyolojik” statükonun meşrulaştırılması gibi bir işlevin zımnen de olsa yüklendiği ileri sürülebilecektir.

III

Hukuk ile ahlâkî değerler (ve ilkeler) arasında, hukukî pozitivizmin kurmaya çalıştığı, dışlayıcı ve içerici pozitivist yaklaşımların ikisinin de aslında göremedikleri bir nokta, hukukun kendisinin içkin bir ahlâkî değer taşıdığı iddiasıdır. Bu iddia, Lon Fuller’ın “Hukukun Ahlâkîliği” diye tercüme edebileceğimiz ve büyük ölçüde doğrudan doğruya Hart’ın teorisini hedef alarak yazılmış bir metin gibi de okunabilecek olan eserinde temellendirilmiştir.xxiv Fuller, burada hukukî pozitivizme, hukukî pozitivizmin tüm biçimlerine yönelik bir eleştiri olarak, hukukun kendi içinde bazı ilkelerin olması gerektiğini ve bu ilkelerin hukukun ahlâkîliğini, hukukun ahlâken bir değer taşıdığını ifade ettiğini söylüyor. Bu anlamda hukuk ile ahlâk arasında hukukî pozitivizmin tüm versuyonlarının yapmaya yöneldiği gibi bir ayrım yapılamayacağını, böyle bir ayrım üzerinde ısrar etmenin aslında “hukuku mümkün kılan bir ahlâkın” varlığını gözlerden saklamak suretiyle, hukuku kavramamızı da imkânsızlaştıracağını belirten Fuller, önce “(ideallere) erişme ahlâkı” ile “ödev ahlâkı” arasında bir ayrım yapmaktadır. Buna göre, “mutluluk ahlâkı” diye de adlandırılabilecek olan birinci ahlâk türünün, “İyi Hayat, mükemmellik, beşerî güçlerin en üst seviyede tam olarak gerçekleştirilmesi” ile tanımlandığını ve bu anlamda “beşerî başarının en tepesinden işe başladığını” belirtmektedir. Buna karşılık “ödev ahlâkı”nın “en alttan işe başladığı”nı ve “düzenli bir toplumsal hayatın onlarsız var olamayacağı veya belirli özel hedeflere yönemiş bir toplumun hedefine varmakta başarısız olacağı” temel kuralları ortaya koyduğunu belirtmektedir. Bu ayrıma göre birinci ahlâk türü, “doğru ve yanlış, ahlâkî iddia ve ahlâkî ödev gibi fikirler yerine, uygun ve yerinde davranış, insanın en mükemmel biçimde işlevini yerine getirmesini anlatan bir davranış kavramını” içermekteyken, ödev ahlâkı çoğunlukla “yapmamalısın”, daha nadiren de “yapmalısın” türünden emir kipiyle insanlara seslenmektedir. Ödev ahlâkında aslolan, insanın kendi ideal mutluluğunu yakalamak için gereken tam kapasiteyi kullanamaması değil, “bir toplumsal hayatın temel gerekliliklerine saygı göstermediği için kötülenmesidir.”xxv

Hukukî pozitivizm bağlamındaki tartışmaların bu iki tür ahlâk arasındaki ayrımın yapılmamış olmasından kaynaklandığını belirten Fuller, “ödev ahlâkı” ile ilişkilendirdiği “hukukun içsel ahlâkîliğini” ortaya koyduğu ve bu bağlamda “hukuku mümkün kılan ahlâk” diye adlandırdığı kavramı sekiz ilke aracılığıyla açıklamaya yönelmektedir. Aslında târihî olarak ve bugün, “modern hukuk” kavramından ne anlıyorsak onu özetleyen bu sekiz ilke, Fuller için hukuku mümkün kılan değerlerin bir ifâdesidir ve dolayısıyla bu ilkelere uymayan bir normatif düzenin hukuk olarak adlandırılmasının da mümkün olmadığını ileri sürmektedir.

Bu sekiz ilkeyi şöyle özetleyebiliriz: (1) Hukukta kurallar genel terimlerle ifade edilmelidir. (2) Kurallar aleni olarak yürürlüğe konulmalıdır. (3) Kurallar, istisnalar dışında, geleceğe şamil olmalı, geçmişe etkili hukuk kuralı olmamalıdır. (4) Kurallar anlaşılabilir biçimde ifade edilmelidir. (5) Kurallar birbirleriyle tutarlı olmalıdır. (6) Kurallar, onlara tâbi olanların güçlerini aşan yükümlülükler getirmemelidir. Davranış normaları yapamıyacağınız şeyleri emretmemelidirler. (7) Kurallar, onlara tâbi olanların, onlara güvenemiyecekleri sonucunu doğuracak şekilde sık sık değiştirilememelidir. (8) Kurallar lâfızları ile tutarlı bir biçimde icra edilmeli, kuralda ne deniyorsa o yapılmalıdır.xxvi

Bu sekiz ilke ile özetlenen ve hukukun içsel ahlâkî değerini ortaya koyan Fuller, bu hukuk kavrayışıyla oluşturulacak olan bir toplumsal düzenin insan özerkliğine saygının bir gereği olduğunu vurgulamaktadır. Burada da aslında Fuller, modern hukuk kavramının “bilimsel” olarak izah edilmesi için ortaya bir “saf hukuk teorisi” koymaya yönelen ve bu yönelişi içinde de hukuk ile ahlâkın birbirinden kesin olarak ayrılması gerektiğini (ve bunun mümkün olduğunu) savunan “dışlayıcı pozitivizm”e değilse de, hukukun ahlâk ile ilişkisinin bu kadar kesin bir ayrışma tarzında ortaya konmaması gerektiğini kabul edebilen “içerici pozitivizm”e çok da ters düşmemektedir.

Bu çerçevede, öncelikle belirtilmesi gereken nokta, hukukî pozitivizmin hukuku en kaba ifade tarzıyla her türlü bir ahlâkî yargıdan arındırılmış bir biçimde “olan hukuk” olarak kabul etme yaklaşımının aslında geçerli olamıyacağının kesinliğidir. Belirtilmesi gereken ikinci nokta ise, hukukî pozitivizmin çağdaş biçimlerinin ancak Fuller’ın “hukukun içsel ahlâkîliği” kavrayışına dayanılarak ortaya konacak bir temel üzerine inşâ edilmiş bir hukuk düzenini “olan hukuk” olarak kabul edebileceği, kendi araştırma programını veya paradigmasını ancak bu terimlerle ifâde edebileceğidir.xxvii

Bütün bunlara rağmen, hukukî pozitivizmin muhtelif biçimlerinin ve eleştirilerinin bu bağlamı içinde, gene de değinilmeyen bir boyut vardır. Bu değinilmeyen boyut, Fuller’ın sekiz ilkesi ile özetlenen hukukun içsel ahlâkîliğinin haklılığını veya argümantatif gücünü bireyin özerkliğine duyulan saygı üzerine inşâ edilmiş olmasından almasıdır. Buna göre, bireyin özerkliğine saygı ile bitiştirilen, ondan ayrılması mümkün olmayan bir biçimde formüle edilen hukukun içsel ahlâkîliği, hukuk düzeni ancak bireyin özerkliğini gerçekleştirebilecek bir normatif çerçevede oluşturulabilirse bir anlam taşıyacaktır. Böyle olunca da, bunun nasıl olacağı, yani Fuller’ın sekiz ilkesine uygun bir hukuk düzeninin oluşup işlemesi nasıl gerçekleşeceği sorusu hayatî önem kazanmaktadır.

Bu soruya doğrudan doğruya bir cevap vermek gerekirse, şu söylenebilir: Fuller’ın içsel ahlâkî değer taşıyan hukuk kavramı, ancak bireyin böyle bir hukukun oluşmasını kendi iradesiyle mümkün kılabiliyorsa gerçeklik kazanabilecektir. Dolayısıyla, hukukî pozitivizmin, kendisine yöneltilen bütün eleştiriler çerçevesinde ve Fuller’la beraber ve Fuller sonrasında kazandığı içerikte aslında hukuk, ancak bireylerin hukuku yapabilmeleri halinde gerçekleşebilecektir ki, böyle bir hukukun yapılabilirliği, hukuk içinden değil, politika kavramından, politika kavramının bireyin “özel özerkliği” ile “kamusal-politik özerkliği”ni bütünleştirmeyi mümkün kılan bir politika kavramından hareketle kavranabilecektir. Bir diğer deyişle, modern hukuka içsel ahlâkîliğinin temelini kazandıran bireysel özerkliğe saygı, aslında bireyin politik özerkliği kabul edilmeden ve bu özerkliği hayata geçirmeden olamayacak bir şeydir.

Fuller’ın hukukun doğası gereği ahlâkî bir değer taşıdığı şeklindeki yaklaşımı, hukukî pozitivizmin “kanun kanundur” benzeri klâsik normativizmdeki katılığı ve dışlayıcılığı, içerici pozitivizmin kabûl etmeye yöneldiği modern hukukun özgürlükçülüğü yönünde gidermek bakımından elbette önemli katkılarda bulunmuştur. Bununla birlikte, hukukî pozitivizmi her versiyonuyla reddeden ve örneğin hukukun varlığını “adalet” veya “politika” kavramlarının yeniden düşünülmesi bağlamında ortaya konan ilke ve değerlere göre belirlemeye çalışan yaklaşımların daha radikal eleştirilerinin yeterince doyurucu bir biçimde karşılandığını söylemek mümkün görünmemektedir.xxviii Esasen, Fuller ve sonrasında, böyle bir ahlâkî değer üzerinden tanımlanmış olan modern hukukun oluşmasının bizi, bireyin politik özerkliğini gerçekleştirebilme imkânını bulduğu modern demokrasiye mecbur ettiği anlaşılmaktadır. Hukuk “olan hukuk”tur; “olan hukuk”, bireyin özerkliğine saygı ile ayrılması mümkün olmayan bir “içsel ahlâkî değer” taşımaktadır; bu değer ancak bireyin “politik özerkliği” ile gerçekleşebilmektedir ki bu da, “olan hukuk”un “hukuk olabilmesinin” kaynağının “demokratik politik usûl ve süreçler”de yattığını düşündürtmekte ve bu anlamda hukuk-ahlâk-politika beraberliği üzerinde “pozitivist olmayan” teorilerle düşünmemiz gerektiğini ortaya koymaktadır.

i Gazi Ü. Uluslararası İlişkiler Bölümü.

ii Selahattin Keyman, “Hukuki Pozitivizm,” Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 35, Sayı 1-4 (1978), s. 17-56.

iii Anthony Giddens, “Pozitivizm ve Eleştirileri;” Tom Bottomore ve Robert Nisbet (der.), Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi (İstanbul: Verso yay. 1990), s. 235 vd.

iv Brian H. Bix, “Legal Positivism,” Martin P. Golding ve William A. Edmundson (eds.), The Blackwell Guide to the Philosophy of Law and Legal Theory, (Oxford: Blackwell, 2005), s. 29-31.

v Austin hakkında bkz. Ayşen Furtun, John Austin’in Hukuk ve Devlet Teorisi (Ankara: Seçkin yay., 1997).

vi Karş. Kemal Gözler, Hukukun Genel Teorisine Giriş, Hukuk Normlarının Geçerliliği ve Yorumu Sorunu (İstanbul: US-A yay., 1998).

vii Nitekim Austin, hukukun ayırdedici özelliğini anlatırken başvurduğu “egemen”in varlığını bir “toplumsal olgu” diye görmekte ve bunun kaynağını sorgulama ihtiyacını duymamaktadır.

viii Gianfranco Poggi, The State, Its Nature, Development and Prospects (Stanford, CA: Stanford University Press, 1990), s. 28-30.

ix Lars Vinx, Hans Kelsen’s Pure Theory of Law, Legality and Legitimacy (Oxford, Oxford University Press, 2007), “Giriş” (Introduction) bölümü.

x Jes BJARUP. “Continental Perspectives on Natural Law Theory and Legal Positivism,” Martin P. Golding ve William A. Edmundson (eds.), The Blackwell Guide to the Philosophy of Law and Legal Theory, (Oxford: Blackwell, 2005), s. 288-291.

xi Bix, a.g.m., s. 35-36.

xii Karş. Vinx, a.g.e., tamamı.

xiii H. L. A. Hart, The Concept of Law (Oxford: Clarendon Press, 1994).

xiv Selahattin Keyman, Hukuka Giriş ve Metodoloji (Ankara: Doruk yay., 1981), s. 45-46.

xv Keyman, Hukuka Giriş ve Metodoloji, s. 47.

xvi Keyman, Hukuka Giriş ve Metodoloji, s. 50-51 vd.

xvii Bix, a.g.m., s. 33.

xviii Hukuk düzeninin bu tarz bir izahı için bkz. Selahattin Keyman, Hukuka Giriş (Ankara: Yetkin yay., 2000), s. 31-32.

xix Keyman, Hukuka Giriş ve Metodoloji, s. 51.

xx Andrei Marmoor, “Exclusive Legal Positivism,” Jules Coleman ve Scott Shapiro (eds.), The Oxford handbook of Jurisprudence and Philosophy of Law (Oxford: oxford University Press, 2002), s. 104-124.

xxi Karş., Keyman, Hukuka Giriş ve Metodoloji, s. 51.

xxii Kenneth Einar Himma, “Inclusive Legal Positivism,” Jules Coleman ve Scott Shapiro (eds.), The Oxford handbook of Jurisprudence and Philosophy of Law (Oxford: oxford University Press, 2002), s. 125-165. Ayrıca bkz. Jules Coleman (ed.), Hart’s Postscript: Essays on the Postscript to the Concept of Law (Oxford: Clarendon Press, 2001), tamamı.

xxiii Gustav Radbruch, “Statutory Lawlessness and Supra-Statutory Law (1946)” Oxford Journal of Legal Studies, Vol. 26, No. 1 (2006), pp. 1–11.

xxiv Lon L. Fuller, The Morality of Law (New Haven ve London: Yale University Press, 1969).

xxv A.g.e., s. 5-6.

xxvi A.g.e., s. 39.

xxvii Karş. David Dyzenhaus, “Positivism’s Stagnant Research Programme,” Oxford Journal of Legal Studies, Vol. 20, No. 4 (2000), s. 703-722.

xxviii Bu bildiri bağlamında değinemediğimiz Ronald Dworkin’in hukuku ahlâkî ve politik argümanlar üzerinden düşünmenin gerekliliği üzerindeki görüşleri ile Jürgen Habermas’ın hukuku, herkesi bağlayıcı normların, bu normların uygulanmasından ve onların yan etkilerinden doğrudan veya dolaylı olarak etkilenenlerin özgürce kanaat ve irâde oluşturmalarına imkâ veren koşullar altında oluşturulmaları düşüncesine bağlı olarak açıklamaya yönelen yaklaşımı bu noktada özel öneme sahiptir. Bkz. Ronald Dworkin, Law’s Empire (Cambridge, MA: Harvard University Press, 1986) ve Jürgen Habermas, Between Facts and Norms, Contributions to a Discourse Theory of Law and Democracy (Cambridge, MA: The MIT Press, 1996).

isimli bloğundan alınmıştır.

Hukuk, Norm, Ahlak, Toplum/Hukuki Pozitivizm ve Eleştirileri yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

“Yerli ve Milli” Adalet

$
0
0

Gündelik dilde karşılığı olmasa da kolektif hafızaya yerleşmiştir: Adalet talebi Türkiye gibi toplumlarda ‘sol’a özgü bir talep değildir. Toplumun ezici çoğunluğunun adaletten anladığı, pre-modern zihniyet dünyasının gereklerini yerine getiren bir otorite figürünün düzenin sürekliliği adına iktidarda olmasıdır.

Osmanlıca’da itidal ile adaletin aynı kökten gelmesi rastlantı değildir. İtidal aynı zamanda orta yol –vasat– anlamına da gelir ve Osmanlılar en azından Kınalızade’den beri adaleti toplumsal kesimler arasındaki dengenin/itidalin sağlanması olarak düşünmüşlerdir. Adaletin/itidalin mutlak teminatı hükümdardır: “Kamil bir padişah, mütehassıs bir tabip gibi [tıbb-ı saltanatun cüz-i ilmini haiz olarak]… himmet ve azimetle ilmini amele dönüştürmek, memlekette mevcut nizamı ve salahı, eğer sekteye uğramışsa, eski haline getirmek ve sürdürmek mecburiyetindedir.”[1] Adalet, kargaşanın ve düzensizliğin, bozulan devlet sisteminin bir hükümdar eliyle giderilmesidir.

Osmanlı’nın meşhur daire-i adliyesi şu şekildeydi:

Adldür mûcib-i salâh-ı cihân,

Cihân bir bâğdur divârı devlet,

Devletün nâzımı Şeriat’dür,

Şerîata olamaz hiç haris, illâ mülk

Mülk zabt eylemez, illa leşker

Leşkeri cem idemez, illa mâl,

Malı cem eyleyen ra’iyyetdür,

Ra’iyyeti kul ider padişah-ı âleme adl”

Yani, “Adalet cihanın salahının teminatıdır; cihan, duvarı devlet olan bir bahçe gibidir; devletin işlerini tanzim eden Şeriattır, Şeriatı mülkten başka bir şey koruyamaz; ancak mülkün hâkimi olan hükümdar bunu asker olmadan başaramaz; asker ise ancak mal ile sağlanır; malı kazanan reayadır; raiyyeti alemin padişahına kul eden, ona bağlı kılan ise sadece ve sadece adalettir.” [2]

Erdoğan, partisinin adını Adalet ve Kalkınma Partisi koyarken herhalde bir bildiği vardı; bu toplumda onun adalet anlayışını paylaşan kalabalıkların varlığından güç almaktaydı. O güç, kuvveden fiile çıktıkça, hukukun evrensel ilkeleri ile yerli ve milli adalet arasındaki makas giderek açıldı. Bu ikisi arasındaki mücadele Türkiye’nin kişi kültüne dayalı bir patrimonyalizmle mi yoksa evrensel hukuk ilkeleriyle mi yönetileceğini belirleyecek. 

***

17-25 Aralık yerli ve milli adaletin tesisinde, yargının yürütme tarafından kuşatılmasında dönüm noktasıydı. Haluk İnanıcı durumu şöyle özetliyor:

 “17-25 Aralık’tan sonra iktidarın gündelik isteklerini karşılamayan savcı ve hâkimlerin terörist sıfatıyla cezalandırılma, en azından tayin edilme korkusunun kendisi bile adil yargılanma hakkını tamamen ortadan kaldıran bir durumdur… Türkiye’de görev yapan savcı ve hâkimler, paralel yapı suçlamasıyla gözaltına alınma veya en azından tayin endişesi içinde bağımsız görev yapamaz durumdadır.” [3]

AKP, siyasi intikam ve hesaplaşma davalarını hiçbir ayrım gözetmeden yürütme “kültür”ünü muhtemelen cemaatten öğrendi. Ama ikisi arasında belirleyici bir fark var: Gülen cemaati, laik-seküler kesim bir yana, diğer dini cemaatler tarafından dahi pek sevilmeyen bir kadro hareketi olarak, bir altın nesil elitizmiyle temayüz ederken AKP destek halkası giderek genişleyen bir kitle partisi olarak iktidarda kaldı. Sonuçta yargının çoğunluk iradesi adına ele geçirildiği, devlet görevlilerine “mevzuatdışına çıkmaktan sakın ha çekinmeyin!” talimatlarının verildiği; “güçleri yetiyorsa yapsınlar”, “ben bunu böyle bırakmam” keyfiliklerinin doğallaştığı bir hukuk rejimine kavuştuk. Bunun adı, ihkak-ı hak rejimidir.

İhkak-ı hak rejimlerinde hukukun evrensel ilkeleri, savcıların ve hâkimlerin vicdani kanaatleri, yargı bağımsızlığı önemli değildir. Hukuk dilinden uzaklaşıp, gündelik politik mücadelelerin uzantısı haline gelen bir muktedir hukuku yürürlüğe konur. Mutat aralıklarla yürütülen sindirme operasyonları toplumda bir tür “chilling effect” (donakalma etkisi) yaratarak demokratik refleksleri köreltir. Cumhuriyet tarihinde bunun bir benzeri 1923-45 arasında yaşanmıştı; şimdi her türlü dezenformasyonu meşru kılan ağır bir medya propagandası eşliğinde çok daha vahim bir tekrarını yaşıyoruz. 

Hukukun meşru aktörlerinin ve biçimsel ilkelerinin ortadan kaybolduğu böyle dönemlerde hukuk tarihine geçen kararlar verilir. Güncel bir örnek, Karaman’daki taciz-istismar davası. 508 yıl mahkûmiyet kararı verilen bir ceza davasının tek celsede sonuçlandırılması (benzer davalarda tek celsede sadece tensip tutanağı hazırlanır, kimlik soruşturması yapılırken!), ülke gündemine oturan bu vakanın muhtemel sorumlularını tek kişiyle sınırlandırma gayretkeşliğinden kaynaklanıyordu herhalde. “Akademisyenler Bildirisi” davasının öncesinde akademisyenlere savcılık tarafından yöneltilen sorular da şüphelinin düşünce ve kanaatleri üzerinden delil toplamaya çalışan, modern hukukun uluslararası sözleşmelerle men ettiği bir soruşturma tarzını yeniden ihdas etme çabasıydı.

Şüphesiz her dava kendi başına önemli ama asıl mesele tekil vakalardan ziyade Türkiye’yi anti-demokratik toplumlar arasına sokan bir “hukuk” zihniyetinin uzun boylu tepkiyle karşılaşmadan giderek doğallaşması, normalleşmesi. 


[1] Kınalızade Ali’nin Ahlâk-ı Alâî‘sinden aktaran: Fahri Unan, “Osmanlı İdare Felsefesinde Adalet”, Adalet Kitabı içinde, haz. Halil İnalcık, s. 117-133, Yeditepe Yayınları, Ocak 2015.

[2] A.g.y., s. 121-122.

[3] Haluk İnanıcı, “Türk Yargı Kültürü ve Hukuk Estetiği”, Türkiye’de Hukuku Yeniden Düşünmek içinde, der. Haluk İnanıcı, s. 151-165, İletişim, 2015.

-Bu yazı Birikim Dergisi’nin Nisan 2016 sayısında yayımlanmıştır.


“Yerli ve Milli” Adalet yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Marksizm ve Hukuk/Yazın İncelemesi

$
0
0

Marksizm ve hukuk konusundaki araştırmalarımızın, Marksist hukuk kuramı veya bir Marksist Hukuk bilimi inşa etme gibi iddialı bir hedefi bulunmamaktadır. Ancak Marksizmin yöntemiyle hukukun nasıl incelenebileceğini anlamaya çalışmak temel kaygımızdır.

Giriş

Marksizm ve Hukuk” başlığını taşıyan ilk çalışmamızda, Marx ve Engels’in eserlerinde hukuk konulu bir gezinti yapmayı amaçlamıştık. Bu kez, Marksizm ve hukuk bağlantısını kuran çalışmaların incelenmesi, bir yazın derlemesi yapılması amaçlanmaktadır. Marx ve Engels’in eserlerini temel alarak “hukuk” kavramının klasiklerdeki yerini inceleyen ilk çalışmada, mümkün olduğunca yorum yapmaktan kaçınılmıştı. Amaç, Marx ve Engels’in hukuk konusundaki görüşlerini, daha sonraki çalışmalarımıza temel oluşturacak özgün bir tasnif çerçevesinde ilk elden aktarmaktı.

Marksizm ve hukuk başlığında yazılanlar okundukça, bunlardaki klasik metinlere atıf zayıflığı ve bir dereceye kadar da keyfiliği göze çarpmaktadır. Bir yanda, farazi bir Marx’ı esas alan, Marksizm’i Sovyetik okunuşuyla aktaran ve daha sonra bu Marksizm ile hesaplaşmaya girişen çalışmalar öte yanda da Marksizm seçmeleri yapan kitaplar bulunmaktadır. Çeşitli eserlerden ilgili kısımları derleyen bu çalışmaların, aforizmalar yığınına dönüşme riski söz konusudur. Bu nedenle, Marksizm ve hukuk bağlantısını kurma amacındaki çabalar için, ilk el kaynakların derlenmesi ihtiyacı kendini hissettirmektedir. Marx ve Engels’i esas alan bir derleme yapma işi öncelikli görev olarak ortada durmaktadır. Bu ihtiyaçla güdülenen ilk yazımızın, derleme olmak ötesinde bir özgünlüğünden bahsedilebilecek ise bu, Marx’ın düşünsel gelişiminde hukuk eğitimi ve incelemelerinin oynadığı role ilişkin bulgularıdır.

Bu çalışma ise, Marksizm ve hukuk konusunda yazılanlardan ulaşabildiklerimize ilişkin bir derleme/inceleme niteliğindedir. İncelediğimiz kitaplara baktığımızda, bunların herhangi bir ülkedeki sosyalizm uygulamasının ihtiyaçlarıyla biçimlenmemiş, genellikle “akademik” güdülü çalışmalar olduğu söylenebilir. Herhangi bir sosyalizm uygulaması içinde yer almamış olan yazarlar söz konusudur. Sovyet Devrimi sonrası hukuksal gelişmelere yön veren, Pasukanis, Stucka ve Vişinski gibi yazarların çalışmalarına, bunların değerlendirilmesi zorunlu olarak SSCB siyasal tarihini konu alan bir geri plan oluşturulmasını da gerektirdiğinden (İngilizce çevirilerine ulaşmak mümkün olmakla birlikte) yer verilmemiştir. İncelememizde yalnızca kitaplar esas alınmıştır. Bunların sayıca fazla olmadığı görülmektedir.

İncelememize geçmeden önce, Marksizm ve hukuk konusunda araştırma ihtiyacımızın nereden kaynaklandığına değinmekte yarar bulunmaktadır.

İlk olarak, ekonomi, siyaset, felsefe ve din gibi, toplumsal yaşamın temel alanlarından biri olan hukuk konusunda, tüm diğer temel alanlar konusunda köklü eleştirileri olan Marksizmin sessiz kalmış olması düşünülemez. İktisattan psikanalize kadar pek çok disiplinde temel akımlar oluşturan Marksizm esinli bakış açılarından hukukun mahrum kaldığı da açıktır. Özellikle ülkemizde bu durum daha belirgindir. İkinci olarak, sol muhalif akımların toplumsal gelişmeleri tahlil araçlarında, hukuksal bakışın sınıfsal bakışın yerini alması yönünde bir kayma yaşanmaktadır. Köklü toplumsal dönüşüm istemlerinin yerini, “hukuk devletinin gereklerinin yerine getirilmesi”, “insan haklarının korunması”, güncel gelişmelerdeki adlandırılmasıyla “Kopenhag Kriterlerinin hayata geçirilmesi” gibi istemler almaya başlamıştır. Türkiye’nin mevcut koşulları için ileri/ilerletici olan isteklere karşı çıkmak anlamlı olmamakla birlikte, toplumsal koşulları “hukuksal bakış açısı” ile açıklayıp buna göre istemlerde bulunmanın, doğası gereği eksikli olduğu Marksizmin temel tezlerinden biridir. Üçüncü olarak hukuk, siyasal gelişmelerde önemli yer işgal eden konulardan biri olma özelliğine sahiptir. Sovyet Devrimi sonrası yaşanan siyasal gelişmelerin ana hatlarından biri, hukuk konusundaki Marksist yorum farkları üzerinden açılmıştır (HAZARD, 1951).

Bu çalışmanın, hukuk eğitimimdeki bir eksikliği doldurmak gibi hayli bireysel saiki de bulunmaktadır. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde aldığım hukuk eğitiminde, Marksizm’in kıyısından geçmek bile mümkün olmadı. Ne hukuk felsefesi derslerinde ne de hukuk sosyolojisi derslerinde böyle bir akımın varlığından haberdar edildik. Örneğin, yeni tarihli, en kapsamlı hukuk felsefesi kitaplarından biri olan ve pek çok hukuk fakültesinde okutulan, hocamız Prof. Dr. Adnan Güriz’inHukuk Felsefesi kitabında Marx’ın ve Marksizmin adı bile anılmamaktadır. Tabii hukuk akımı, tarihçi hukuk okulu, felsefi idealizm faydacı hukuk kuramı, analitik, sosyolojik ve normativist hukuki pozitivizm, hukuki realizm, fenomenolojik hukuk anlayışı, varoluşçu hukuk kuramı, Güriz’in ele aldığı akımlardır. Bunlar arasında, varlığı bile tartışmalı olan Marksist Hukuk Kuramına yer verilmemiş olması doğal kabul edilebilir. Ancak, Marx/Engels’in ve Marksizm içinde yer alan akımların, hukuk konusunda herhangi bir kayda değer düşünce üretememiş olduklarını düşünmek de aynı doğallıkta bir saçmalıktır. Tüm hukuk eğitimi boyunca, bırakın Marksizm’i, hukukta sorgulayıcı yaklaşımların tümü bilinçli biçimde dışlanmaktadır. Hukuki muhafazakârlık, hukuk eğitiminin temelidir. Yukarıda da belirttiğim gibi, böylesi bir çalışma, hukuk eğitimimdeki bir eksikliği, dünyanın kavranışına ilişkin en bütünsel ve eleştirel yaklaşımın hukuk konusundaki değerlendirmelerine hiç değinilmemiş olmasının doğurduğu boşluğu doldurmak için giriştiğim okumaların geçici bir değerlendirilmesidir.

Marksizm ve hukuk konusundaki araştırmalarımızın, Marksist hukuk kuramı veya bir Marksist Hukuk bilimi inşa etme gibi iddialı bir hedefi bulunmamaktadır. Ancak, Marksizmin yöntemiyle hukukun nasıl incelenebileceğini anlamaya çalışmak temel kaygımızdır.

1. Hukuk Felsefesi Akımları Arasında “Marksizm”

Marksizm içinden yazanlar bakımından Marksizm’in bir hukuk felsefesi, hukukbilimi veya hukuk öğretisi oluşturabilirliği tartışmalıdır. Bu konuda atıf yapıldığında ilk akla gelen eser olan, Pasukanis’in 1924 tarihli Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm adlı kitabı, başlığının aksine, “Marksist hukuk genel kuramı inşâsı”nı amaçlamamakta; bunun olanaksızlığı sonucuna varmaktadır.

Marksist hukuk anlayışının, bir hukuk akımı olarak kabul edilmesinin örneği olarak Albert Brimo’nun 1967 tarihli, Başlıca Devlet ve Hukuk Felsefesi Akımları (Les Grands courants de la philosophie du droit et de l’État) adlı kitabını ele alabiliriz. Brimo bu çalışmasında, Marksizm’i de “büyük hukuk felsefi akımları” arasında saymaktadır.[1]

Brimo’nun tasnifinde, Marksist hukuk anlayışı, antirasyonalist ve antinaturalist hukuk akımları arasında yer almaktadır. Antirasyonalist ve antinaturalist akımlarla, “hukuku, ‘Akıl’a dışsal olgulara dayandıran ve hukukun doğumunu, içeriğini ve amacını açıklamak için ‘doğal hukuk’ fikrini reddeden öğretilerin tümü” kastedilmektedir (BRIMO, 1967: 175.[2]Yararcı, toplum-bilimci, pozitivist ve normativist öğreti de bu başlıkta değerlendirilmektedir.[3] İlerde göreceğimiz gibi, Kelsen ise, Marksist hukuk anlayışını “doğal hukukçuluk” olarak nitelemektedir (KELSEN, 1955: 20).

Brimo, iki aşama belirlemekte ve Marksist hukuk ve devlet anlayışının oluşturulduğu ilk aşama ile SSCB’de bu anlayışın evrimi arasında kesin bir ayrım yaparak Sovyet Devletinin gelişmesinin Marksist tezlerin deformasvonuna tanık olduğunu ileri sürmektedir (BRIMO, 1967: 231).

Marksizmi büyük bir açıklıkla “temel hukuk akımları” arasına koyan Brimo, “hukuk-karşıtlığını” Marksist hukuk anlayışının temel özelliği olarak kabul etmektedir. Brimo’ya göre, birey ve toplumu uzlaştırma, varoluşun birliğini, sınıfsız bir toplum aracılığıyla toplumsalın türdeşliğini sağlama amacını taşıyan Marksizmin. hukuk ve devlet kuramının temel özelliği hukuk-karşıtlığı (anti-juridisme) ve devlet-karşıtlığıdır (anti-étaisme) (BRIMO, 1967: 223).

Brimo’ya göre, Marksist hukuk kavranışı üç toplumsal aşamada ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Burjuva toplumda, devrimci geçiş aşamasında ve komünist toplumda hukuk.

Burjuva toplumunda, “Marksistler için devlet gibi hukuk da baskıcı bir nitelik taşır Hukukun zorlayıcı (cebrî) niteliği, ‘toplumsal kriz dönemleri’ dışında şiddet anlamına gelmez; burjuva devletine içkin olan zorlama olgusundan ve devlet aygıtının bütününden kaynaklanır. Bu nedenle, hukuk kuralının, emredici kural biçiminde, gelenek-görenek biçiminde veya mahkeme kararı biçiminde ortaya çıkmasının önemi yoktur; ona her halükarda niteliğini veren devletli bir toplumsal yapıya ait olmasıdır” (BRIMO, 1967: 225). Devrimci dönemdeki devlet ve hukuk anlayışı “sönümlenme” kavramıyla açıklanabilir. “Anarşistler tarafından savunulan tezlerden farklı olarak, devlet devrimle birlikte ortadan kalkmaz, burjuva devleti yıkılmalı ve yeni bir devlet yerine konmalıdır ancak bu devlet ve hukuku sönümlenmek zorundadır” (BRIMO, 1967: 230).

Geleceğin toplumuna ilişkin fazla öngörüde bulunmayan Marx, bu suskunluğu sorulduğunda “gelecekteki bir devrim için, doktriner öngörü ve zorunlu olarak düşsel bir eylem programı, ancak mevcut mücadelemizi saptırır” yanıtını vermiştir (BRIMO, 1967: 230). Brimo, Marksizm’in devletsiz ve hukuksuz bir komünist toplum fikrine sahip olduğunu kabul etmektedir (BRIMO, 1967: 230).

Brimo’nun eseri dışında, ele alabildiğimiz çalışmalar arasında Marksizm’i açıkça hukuk felsefesi/akımları arasında değerlendiren çalışma bulunmamaktadır. Marksizm’i, başlıca devlet ve hukuk akımları arasında koyan Brimo’nun açıklamaları, Marksizmi, bir hukuk akımı olarak, diğer akımlar karşısında somutlaştıracak yeterlikte değildir.

Marksizmin, hukukun kaynağını akılda ve tarihdışı bir doğal ilkede aramaması bakımından rasyonalist ve doğal hukukçu görüşlerden ayrıldığı doğru bir saptamadır. Ancak, Brimo, Marksizmin yanı sıra antirasyonalist ve antinaturalist akımlar arasına koyduğu yararcı, toplumbilimci, pozitivist ve normativist öğretilerle Marksist hukuk kavrayışı arasındaki farkı tartışmamıştır.

2. “Marksizm ve Hukuk”, Marksizm Dışından Bir Değerlendirme: Stoyanovitch

Marksizm ve hukuk bağlantısını kuran en tanınmış eser, K. Stoyanovitch’in Marksizm ve Hukuk (Marxisme et droit) adlı kitabıdır 1964 yılında yayımlanan bu kitap, Marksizm ve hukuk dendiğinde, Pasukanis’in kitabıyla birlikte ilk anda akla gelen eserdir Kitap, hukukçular camiasına seslenmektedir; Paris’te, hukuk kitaplarında uzmanlaşan LGDJ Yayınevi tarafından çıkarılmıştır.

Stoyanovitch, bu kitabından bir yıl sonra, yine aynı yayınevinden, SSCB ‘de Hukuk Felsefesi (Philosophie du droit en U.R.S.S) adlı bir çalışma daha çıkarmıştır.

403 sayfalık Marksizm ve Hukuk çalışmasının, 253 sayfalık ilk bölümünde Marksist hukuk tezleri aktarılmış, ikinci bölümde de bu tezlerin eleştirisine girişilmiştir. Stoyanovitch, Marksizm içinde yer alan bir yazar değildir; kitabının, hukuku Marksizm karşısında savunmak amacıyla yazıldığını belirtmektedir (1964: 391).[4]

Kitabın bir diğer önemli özelliği, Marksizm -hukuk kavramlaştırmasını aktarırken -sınırlı atıflar bulunmakla birlikte- Marx ve Engels’in çalışmalarına dayanmamasıdır. Bunun nedeni, Marksist hukuk kavramlaştırmasının, açıkça belirtmese de asıl olarak Sovyet hukuk uygulaması ve kuramına dayanmasıdır. Kitabın geri planında, devrimci kararsızlık dönemini aşmış ve pozitivist hukuk eksenine yerleşmiş bir Sovyet hukuk kuramı yer almaktadır.

Stoyanovitch’in Marksizm’e atfettiği hukuk kavramlaştırmasının temel niteliği biçimsel olmasıdır. Hukuk, sınıflı topluma dayanan devletin varlığı ile özdeşleştirilmekte, tarihsel bağlam ve toplum tipi göz ardı edilerek, hukuka tüm sınıflı toplumlar için geçerli olan tek bir biçim atfedilmektedir.

Stoyanovitch’e göre, Marksist öğretide hukuk ve devlet hemen hemen aynı kavramı ifade eder. Hukuk kuralının, yapma ve yapmama şeklindeki emri ile buna uyulmaması durumunda uygulanacak yaptırım devletin varlığını gerektirir. Stoyanovitch, devlete sadece yaptırım işlevi tanımakla da kalmamakta emri de (yani içeriği de) devletin belirlediğini kabul etmektedir: Emri belirlemek ve sahip olduğu yaptırım tekeliyle buna uyulmasını sağlamak devletin yetkisindedir (STOYANOVITCH, 1964: 75). Ortaya koyduğu Marksist anlayış, hukuku bir araç olarak kabul etmektedir. Buna göre, “‘hukuk kuralı, topluma kendi üretim biçimini dayatan bir toplumsal sınıfın, belirli bir yer ve zamanda kendisine tarihsel olarak verilmiş rolü gerçekleştirmesini sağlayan araçtır” (STOYANOVITCH, 1964: 66). Bu görüşler, Stoyanovicth’in Marksist hukuk kurgusundaki Sovyet etkisinin açık belirtileridir.[5]

Bu araçsal hukuk tanımına, biçimsellik de rahatça eklenmektedir. Stoyanovitch’e göre, devletin ve hukukun hangi biçim altında ortaya çıkmış olduğunun önemi yoktur. Hukuk kuralının, gelenek-görenek, yasa, mahkeme kararı veya ad hoc bir emir biçiminde ortaya çıkmasının onun doğasına etkisi yoktur; yeter ki, her seferinde onun gerisinde, uyulmasını güvenceye alan bir egemen toplumsal güç veya daha açık biçimde ifade edersek bir egemen toplumsal sınıf bulunsun. Aynı şekilde, egemen toplumsal güç tarafından tanındığı ve yaptırıma bağlandığı sürece, kuralın kimin tarafından veya hangi örgüt tarafından konulmuş olmasının da, bunlar yetkisiz olsalar bile, önemi yoktur (STOYANOVITCH, 1964: 77).

Stoyanovitch, bu açık biçimsel vurguyu, kitabının ilerleyen bölümlerinde yumuşatmaya çalışmaktadır: “Hukuk sadece bir biçim değildir; içeriği, kendisine ait olmayan bir gerçeklik tarafından verilir ve bu gerçeklik evrildiğinde hukuk onunla birlikte evrilemez, sadece, evrimin her aşamasında gerçekliğe kendi çerçevesini sunar, ama kendisi hiçbir zaman dönüşüme uğramaz. Özetle hukuksal biçimin bir içeriği vardır. Ama hukuksal biçim evrilmez. Hukuksal biçim ancak, doğal toplumdan sivil topluma, sınıflı toplumdan sınıfsız topluma geçiş- gibi temel nitel diyalektik dönüşüm anlarında evrime uğrar” (STOYANOVITCH, 1964: 122-3). Stoyanovitch kendisini, Engels’in (Bloch’a Mektubunda yer alan), nihai olarak altyapı belirleyici olsa bile hukukun da parçası olduğu üstyapının, altyapı ile çatışma içinde olabileceği görüşüyle hesaplama zorunda hissetmektedir. Engels’in bu önermesinde bir çelişki görmektedir: “Yukarıda açıkladığımız gibi hukuk, maddi gerçeklikten bağımsız bir içeriği olamayacağına göre altyapıyı nasıl belirleyebilir? Bu çelişki ancak, egemen sınıfın, tarihsel olarak aşılmış bir üretim biçiminin varlığını sürdürmek için hukuk yaptığı durumlar düşünüldüğünde giderilebilir (STOYANOVITCH, 1964: 125).

Stoyanovitch’te, Pasukanis sonrası yerleşen Sovyet hukuk tezinin; yanii, “sosyalist hukuk biçimsel olarak burjuva hukuku ile aynıdır” tezinin açık bir ifadesi görülmektedir: “… Sosyalist hukuk kuralı da aynı nitelikte olacaktır. Tek fark, egemen sınıfın değişmiş olmasıdır. Yeni egemen sınıf, hüküm sürebilmek için devlet şeklinde örgütlenmek zorunda kalacak, kendi çıkarını ve iradesini hukuk aracılığıyla gerçekleştirecektir. Sosyalist olmayan hukuk (ve devlet) ile sosyalist hukuk (ve devlet) arasında bu açıdan hiçbir fark yoktur (STOYANOVITCH, 1964: 81). Ancak bu benzerlik dışında esaslı farklılıklar da vardır. Esas fark, kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasındaki farktır (STOYANOVITCH, 1964: 82). Sosyalist hukuk, insanın insan tarafından sömürülmesine ilişkin bir sistem getirmez; egemen sınıf toplumun genelinde, kapitalizmden farklı olarak, bir azınlık değil çoğunluktur; işçi sınıfı gibi, sosyalist hukuk ve devlet de ortadan kalkma hedefini taşır” (STOYANOVITCH. 1964: 84).

SSCB’ye ve Avrupa Komünist Partilerine hâkim olan bu tezler, Marx ve Engels’in yazıları esas alındığında tamamen tartışmalı hale geldiği gibi, SSCB hukuk tarihinde de ancak hukuksal/siyasal bir mücadelenin sonucu yerleştirilmiş olan resmi tezi yansıtmaktadır. Özellikle, Pasukanis’in, hukuksal biçimlerin yansız, nesnel ve araçsal olmadığı ve bu nedenle de sosyalizmin kuruluş sürecinde aynen kullanılmayacağı itirazına yanıt verilmesi gerekmektedir. Bu gereklilik karşılanmadan ya da buna hiç değinilmeden, Marksizm’in hukuk konusundaki fikirlerini resmi Sovyet tezlerini esas alarak özetlemek eksik ve hatta yanlış olacaktır.

Stoyanovitch tarafından. Marksist anlayışın, hukukun olgusallığını reddettiğinin savunulması da bu bağlama oturmaktadır. Stoyanovitch’e göre, “olgu ile duyumsal dünyanın bir parçasının özerk görünümü anlaşılırsa eğer, hukuk kuralı, Marx’a göre, ne toplumsal ne de normatif bir olgudur. Eğer bir olgu olarak değerlendirmek istersek, hukuk kuralı, türev bir olgudur; köken olarak üretim biçimiyle kopmaz bağları bulunan ve ona bağımlı, sadece onun toplumsal ilişkilerini yansıtan bir olgudur” (1964: 111). Bu durumda, sosyalizmde, hukuksal biçimler kapitalizmden devralınmış olsa bile, hukuk kuralları sosyalist toplumsal ilişkileri yansıtacaktır. Bu hukuksal biçimlerin, toplumsal ilişkilerin üzerinde geriletici, bozucu vs. bir etkisi olmayacaktır. Böylelikle, pozitif hukuk kurgusu ve işleyişi bakımından kapitalist toplumlardan farklı olmayan SSCB hukuk sistemi gerekçelendirilmiş olmaktadır.

Marksizm’e Stoyanovitch tarafından atfedilen, hukukun olgusal niteliğinin reddi görüşü, hukuksal incelemelerin gereksizliği sonucuna da varmaktadır. Stoyanovitch bu sonucu, SSCB’de Hukuk Felsefesi adlı kitabında açıkça kabul etmektedir: “Marks’a göre hukuk gerçek bir sosyal olgu değildir; türev ve üstyapısal bir olgudur (fenomen). Varlığı ve içeriği tamamen altyapıya bağlıdır. Bu nedenle hukuk kuralını tanımak için, hukuk kuralının kendisini incelemek boşunadır. Üretim biçimini, bu çerçevede örgütlenen toplumsal ilişkileri incelemek gerekir” (STOYANOVITCH, 1965: 4-5).

Stoyanovitch Marx’a, hukukun tarihsiz olduğu bir başka ifade ile tarih-dışı olduğu görüşünü de atfetmektedir. Stoyanovitch’in Marx’ına göre, “Hukuk tarihi evrilmez; maddi yaşamın üretim biçimi evrilir. Hukuka gelince, hukuk bu evrimi izler, hukukun kendi evrimi yoktur. Kendi evrimi olmadığı için de kendi tarihi de yoktur. Gerçekte hukuk gelişmez, özünde hep aynıdır (1964: 119).

Gerçeklik ile hukuksal gerçeklik arasındaki bağı ve hukukun tarihselliği görüşünü hiçbir zaman kaybetmeyen Marx’a böylesi bir düşüncenin nasıl atfedilebildiğini anlayabilmek gerçekten güçtür. Bu konuda, Alman İdeolojisi’nde (1845) yer alan “hukukun, dinden daha fazla kendine özgü bir tarihi olmadığı unutulmamalıdır”saptamasına ilişkin değerlendirmelerimize atıf yapmakla yetiniyoruz (KARAHANOĞULLARI, 2002: 88).[6]

Stoyanovitch’in aktardığına göre, Marksistlerin gözünde, hukuk, din ve ahlak gibi, bağımsız bir olgu olmadığı için, bir hukukbilimi de bir hukuk felsefesi de yoktur (1964: 249). Bu saptamasına karşın Stoyanovitch, Marksizm “negatif’ de olsa bir hukuk felsefesi bulunduğunu savunmaktadır (1964: 251): “Hukuk doğal bir ihtiyaç değil, sadece tarihsel bir olgudur. Bu nedenle dünyaya ilişkin genel bir felsefenin çerçevesine girmez, sadece yabancılaşma tarihinin bir parçasıdır. Yabancılaşmanın aşılmasıyla hukuk ortadan kalkacaktır. Bu nedenle, hukuk konusunda mümkün olan tek felsefe, eleştirel felsefedir” (1964: 250). Kanımızca, felsefeyi gerçekleştirerek aşma arayışı içinde olan Marksizm’den yola çıkılarak, eleştirel veya negatif olarak tanımlansa bile bir hukuk felsefesi kurulamaz.

Stoyanovitch’e göre Marksizm, hukuku sadece, gerçek bir olgunun, dışsal ve biçimsel bir işareti kabul ettiğinden bağımsız bir hukukbiliminin olabilirliğini de kabul etmemektedir (STOYANOVITCH, 1965: 19).

3. “Marksizm ve Hukuk”, Marksizm İçinden Bir Değerlendirme: Collins

Marksizm ve hukuk konusundaki önemli çalışmalardan biri de Hugh Collins’in Marksizm ve Hukuk (Marxism and Law) isimli kitabıdır. Oxford University Press yayınlarının 1980’lerin başında çıkardığı, Marxist Introductionsserisinde, Raymond Williams’ın Marksizm ve Edebiyat, Ralph Miliband’ın, Marksizm ve Siyaset, Alex Callinicos’unMarksizm ve Felsefe, Maurice Bloch’un Marksizm ve Antropoloji adlı çalışmalarının ardından yayınlanmıştır. 1982 yılına ait olan bu eser, Marksizm ve hukuk konusunu kitaplaştırmış saptayabildiğimiz en yeni çalışmadır.

Collins’in kitabının özelliği, yukarıda ele aldığımız Stoyanovitch’in çalışmalarından farklı olarak, Marksizm içinden yazılmış olması ve aşağıda ele alacağımız Weyl’lerin çalışmalardan farklı olarak da Avrupa Komünist Partilerinin “resmi” hukuk kuramı içinde yer almamasıdır. Bunun yanı sıra, kanımca yerinde biçimde, SSCB uygulaması inceleme kapsamı dışında bırakılmıştır Çalışmanın başında açıkça, Marksist kuram ile Komünist Devletlerin değerlerini bağdaştırmanın yanlış olduğu; buralarda üretilen çalışmalarla ilgilenilmeyeceği, zira, sayıca çok fazla olmalarına rağmen hukukun Marksist çözümlemesine kayda değer bir katkı yapmadıkları belirtilmektedir (COLLINS, 1982: 2).

Hukuk eğitimi almış olan ve üniversitede, sözleşme hukuku, iş hukuku ve hukuk kuramı konularında dersler veren Collins’in bu çalışmasında, hukukçuluğunun izlerini görmek pek mümkün değildir. Kitap, Collins’in, hukukçuluğu ile Marksizm bilgisi arasında, geçilmesi zor bir sınır çizdiği izlenimi vermektedir. Collins’e göre, hukukun işleyişine katılan radikal hukukçu, hukukun üstünlüğü idealini oluşturan ideolojilerin yayılmasına da katıldığı için Marksist ve aynı zamanda hukukçu olmak çelişik, şizoid bir varoluş vaadetmektedir (COLLINS, 1982: 139). Böylesi bir çalışmada, şizofrenik bir ruh haline düşmemek için Collins, hukukçu “kişiliği” yerine, Marksist “kişiliği”ni tercih etmektedir.

Kitabın amacı, “hukukun, Marksist bakış açısından, açık sözlü bir değerlendirmesini yapmak” olarak ortaya konulmuştur (COLLINS, 1982: v). Collins, Marksist hukukbiliminden (Marxist jurisprudence[7]bahsetmekte; ancak, bu kavrama ilişkin bir açıklama getirmemektedir. Marksist hukukbiliminin olabilirliği konusunda bir kesinlik varmış gibi, kitabın ilk cümlesinden itibaren bu kavram kullanılmaktadır. Ayrıca ilerleyen sayfalarda, “Marksist hukukbilimi”nin yanına bir de “Marksist hukuk kuramı” eklenmekte (1982: 9), hukukbilimi konusunda bir açıklama yapmayan Collins, Marksist hukuk genel kuramının mümkün olup olmadığı konusunda da değerlendirmelerde bulunmamaktadır. Hemen belirtelim ki “hukuk genel kuramı” ile, tüm hukuk dalları için geçerli olan, hukukun temel ve ortak kavramlarına ilişkin incelemeler anlaşılmaktadır.

Collins’e göre, bir Marksistten “hukuk genel kuramı” oluşturmasını beklemek hukuk fetişizmine düşmesi riskini taşır. Hukuk fetişizmi, “hukuk sistemlerinin, toplumsal düzenin ve uygarlığın esaslı bileşeni olduğuna inanmaktır” (1982: 10).[8] Marksistler bu fetişizmi reddederler. Hukuk fenomenin biricik olma niteliğini ve özünü reddettikleri için bir “hukuk genel kuramı” oluşturmaya da çalışmazlar (1982:  13). Pasukanis’in çalışmasını bu tavrın açık bir istisnası olarak değerlendirmektedir. Collins’e göre, Marksistler var olan iktidar örgütlenmesini savunmak gibi bir dertleri olmadığı için yeni bir hukuk kuramı oluşturma ile ilgilenmemiş olmakla birlikte, hukuk alanında Marksistlerin söyleyeceği çok şey bulunmaktadır. Hukuk olgusu Marksizm için merkezi bir araştırma konusu olmak zorunda bulunmakla birlikte klasik bir hukuk kuramı Marksizm için bir küfürdür (1982: 14).

Collins, klasik hukuk kuramıyla Marksistlerin işi olamayacağını büyük bir kesinlikle ortaya koyarken Marksistlerin hukuk kuramı ile bağlarını aynı kesinlikle koparmamaktadır.

Marx ve Engels, hukuk konusunda sistemli bir yaklaşım geliştirmemiş, iktisat ve iktidar çalışmalarının yanında hukuk, “ikincil” ve “teğet” bir ilgi alanı olarak kalmıştır (COLLINS, 1982: 9-10). Collins, klasiklerdeki parçalı değerlendirmeleri, genel tarihsel maddecilik ilkeleriyle birleştirerek “Marksist hukuk kuramı”nın anahatlarının oluşturulabileceğini savunmaktadır (1981: 22). Bununla birlikte Marx ve Engels’in temel yazılarında hukukun yeri konusunda bir araştırmaya girişmemiş olma eksikliği bu kitapta da bulunmaktadır.

Yukarıda da belirttiği gibi Collins’in çalışmasında, “hukuk kuramı” ile “hukukbilimi” terimleri hassasiyetle kullanılmamaktadır Kitabının başlarında “bir Marksist hukuk kuramının anahatlarının oluşturulabileceğini” savunanCollins, daha sonra bu noktaya hiç değinmemektedir. Bir yandan açıkça “marksist bir hukuk kuramının oluşturulabilirliğinden söz etmekte, öte yandan hukuk kuramı ile hukukbilimi arasında ne gibi bir ilişki olduğunu açıklamadan, Marksist hukukbiliminin (mhb) temel görevlerine ilişkin değerlendirmelerde bulunmaktadır. Collins’e göre, mhb’nin temel amacı, “liberal siyasal felsefenin köşetaşı olan hukukun üstünlüğü (rule of law)idealini eleştirmektir (1982: 1). Marksistler hukuku, gerçek doğasını, iktidar örgütlenmelerindeki işlevini ortaya çıkarmak ve modern sınai toplumlardaki hukukun üstünlüğü olarak bilinen yaygın meşruiyetçi ideolojiyi çürütmek için inceler” (1982: 1). Marksist hukukbilimini, diğerlerinden ayıran da bu ası (yıkıcı) niteliğidir (1982: 1). CollinsMarksizmin hukukla ilişkisine yönelik bu çok yerinde saptamasına karşılık, ortaya çıkması gereken, “hukukla bu nitelikte bir ilişki kuran Marksizmden bir hukukbilimi nasıl çıkabilir?” sorusunu sormamaktadır. Önemli olan bir nokta sessiz geçilmektedir.

Kitapta Marksist hukukbilimi oluşturma girişiminde bulunulmamış sadece bazı temel soran alanlarına değinilmiştir. Değinilen alanlar, yalnızca hukuka özgü olmayan, Marksizm damarı içinde yer alan yazarlarca, devlet ve ideolojik yapılar bağlamında tartışılan konulardır. Bu nedenle, Collins’in açtığı inceleme başlıklarının, Marksizm’in klasik tartışma konularını hukuk özelinde yinelemekten başka bir yenilik getirmediği söylenebilir. Çalışmada esas olarak, “hukukun sınıf egemenliğinin aracı olma niteliği”, “hukukun ideolojik niteliği ve göreli özerkliği sorunu”, altyapı üstyapı ilişkisinde hukukun yeri”, ‘”hukukun geleceği ve sönümlenme sorunu”, ”sınıf savaşımı ve hukukun üstünlüğü” konuları ele alınmıştır.

Collins hukuk konusundaki genel kabul gören Marksist değerlendirmeyi, altyapı ile üstyapı ilişkisi bağlamına oturtmaktadır. Bu ilişki çerçevesine, “hukuk, iktisadi altyapının yansımasıdır, biçim ve içeriği egemen üretim biçimine denk düşer, hukuk üretim ilişkilerini ifade eder veya yansıtır” şeklinde özetlenebilecek yaygın savı yerleştirmektedir.

Kısaca “yansıma savı” olarak adlandıracağımız bu fikri, indirgemeci, ekonomist ve kaba maddeci olarak niteleyerek eleştirmektedir: Üstyapının tüm parçaları, ayrım yapılmaksızın, üretim biçiminin doğrudan yansımaları olarak görülmekte, hukuk ile diğer toplumsal kurumlar arasındaki ilişki çözümlenmemekte; hukukun işlevleri değerlendirme dışı bırakılmaktadır. Collins’e göre, iktisadi temellerle doğrudan bağlantılı olmayan hukuksal düzenleme konuları bulunmaktadır. Üretim ilişkileri neden hukuk olarak yansımaktadır ve örneğin üretim sürecinin dışında yer alan evlilik neden hukuk tarafından düzenlenmektedir. Bir diğer örnek de idarenin sınırlanmasına ilişkin yasaların doğrudan iktisadi temeller bulamamasıdır. Collins’e göre, yansıma savının en temel hatası, maddi temelin, hukukun biçimi ve içeriğini nasıl belirlediğini kabaca betimlemiş olmasıdır. Hangi üretim ilişkisinin hangi kuralda yansısını bulduğunu saptamak genellikle imkânsızdır. Tecavüzü veya cismani zarar vermeyi yasaklayan kuralların üretim ilişkilerinden birinin yansısı olduğunu savunmak güçtür. Özellikle mevzuu hukuk, örf-âdet hukukunun yerim aldıkça yansıtma görüşünün zayıflığı daha da artmaktadır (COLLINS, 1982: 23-24).

Collins yansıma savının karşısına, Lenin’in getirdiği siyaset vurgulu bakış açısından yola çıkarak, “sınıfsal araççı kuram”ı koymaktadır. Collins’e göre, Marksist gelenekte siyasal stratejiye yapılan vurgu özellikle Lenin’de, hukukun devletle özdeşleştirilmesi sonucuna varmıştır. Buna göre hukuk, egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda devletçe yaratılır ve kullanılır (COLLINS, 1982: 27). Hukuk kurumsallaşmış şiddettir ve sınıf egemenliğinin sağlanmasında silahlı gücün yanı sıra işlev görür (1982: 28). Collins, hukukun araççı çözümlemesi olarak tanımladığı bu çözümlemeyi, indirgemeciliğin alternatifi olarak görmektedir. Hukuk mekanik bir yansıma değildir, egemen sınıf tarafından kendi çıkarları doğrultusunda bilerek yaratılır. Altyapı ile üstyapı arasındaki bağlantı, egemen sınıf tarafından sağlanır. Bu sınıf, siyasal ve hukuksal kurumlar aracılığıyla kendi çıkarlarını takip eder.

Hukukun sınıf araççı kuramı (the class instrumentalist theory of law) Collins tarafından, hukukun, üstyapı-altyapı ilişkisine oturtulmasından kaynaklanan sorunları çözücü nitelikte görülmektedir

Bu kuramın hassas noktası, “hukukun, egemen sınıf tarafından kendi çıkarları doğrultusunda bilerek yaratılması” savıdır ve bunun farkında olan Collins, çözüm olarak, egemen sınıfın, kendi çıkarlarını nasıl tanıyıp bunları uzun dönemli nasıl koruduğuna ilişkin açıklamayı, bilincin oluşumu ve ideoloji kavramlarına dayandırmaktadır (1982: 32 vd). Egemen sınıfın bilincini oluşturan ideolojik temelin genel hatları ise, belli üretim biçiminin içinde gelişen toplumsal faaliyetlerle biçimlenmektedir (1982: 43).

Araççı kurama ilişkin temel itirazları, özellikle devletin göreli özerkliği itirazını da yanıtlayan Collins, yine egemen ideoloji kavramını kullanmakta, egemen ideolojinin kabul edilebilir siyasal eylemin sınırlarını çizdiğini belirtmektedir (1982:  50). Toplumsal çatışmanın kaynakları çeşitlidir fakat önemli olan, egemen ideolojidir ve bu, egemen sınıf faaliyetlerini genel bir gelişim içinde tutar, sapmaları önler (1982: 57).

Hukuka sınıf araççı yaklaşımın açıklayıcı olduğunu savunan Collins, kaba bir araççılığa düşmemek gerektiğini de kabul etmektedir Bu noktada, Engels’in, “hukukun oluşumunda, egemen sınıfın isteklerinin, hukukun iç çelişkilerinden arınma ve tutarlı olma gereksinimiyle dengelendiğini” belirttiği Conrad Schmidt’e mektubuna atıf yapmaktadır (COLLINS, 1982: 67). Hukuksal mantık özerktir; maddi temelin doğrudan yansıması değil, egemen ideolojinin sınırları içinde özerk bir varlıktır (1982: 68). Ancak Collins bu tezinden ürkmekte; bu durumda, üstyapının bir unsurunun altyapı üzerinde etkide bulunduğunu kabul etmek gerekir bu da üstyapının maddeci açıklamasına ters düşme tehlikesi taşıyacağını düşünmektedir (1982: 69). Bu tehlikeye örnek olarak, mübadeleyi düzenleyen bir sözleşmeler hukukunun bulunmasını, kapitalizmin gelişmesi için koşul sayan Max Weber’i ve Avrupa’nın özgünlüğü, kapitalizmin yeşermesine olanak sağlayan şey, gelişkin Roma hukukudur tezini örnek göstermektedir. Collins bu tehlikeyi de egemen ideoloji kavramıyla aşmaya çalışmaktadır: Hukukun özerkliği egemen ideoloji ile sınırlıdır; çünkü, hukuksal mantık yürütme pratiğini, egemen ideoloji belirler (1982: 70).

Collins tüm tezini altyapı-üstyapı ayrımı üzerine inşa etmektedir. Collins’te bu ayrım mutlak niteliktedir ve ayrımın ürettiği sorunlar hep egemen ideoloji dolayımıyla aşılmaya çalışılmaktadır.

Altyapı-üstyapı ayrımına, “maddi temelin, varlığını sürdürebilmek için normatif bir boyut taşımak zorunda” olduğu, “üretim ilişkilerinin hukuksal terminolojide ifade edildiği; hukuksal ifadesi olmadan üretim ilişkilerinin gerçekleşemeyeceği” itirazı yöneltilmektedir (COLLINS, 1982: 79). Bu itiraza göre hukuk, hem alt hem de üstyapıda işlev görmektedir (COLLINS. 1982: 81). Collins bu itirazları egemen ideoloji kavramı ile karşılamaktadır. Hukuk kuralları üretim ilişkilerini yansıtır ve kurar. Aynı zamanda bu kurallar üretim ilişkileri tarafından belirlenir. Buradaki paradoks görüntüsü ideoloji kavramıyla aşılabilir. Hukuk bilinçli bir sosyal düzenleme ise, bu bilinç üretim biçiminde ortaya çıkan toplumsal etkinliklerden doğan egemen ideolojiler tarafından esinlenir (COLLINS, 1982: 87). Hukuk, üretim kaynaklı etkinliklerin ve bilinçli düzenlemelerin etkileşimi olarak değerlendirilmelidir (COLLINS, 1982: 90). Egemen ideolojiler başlangıçta, gelenek kurallarında ve ahlaki ölçülerde görünür hale gelir. Hukuksal düzenleme, egemen ideolojinin gereklerinin bir ifadesi olduğu için, zorunlu olarak bu tip davranış kurallarıyla çakışır. Hukukun özelliği, konulan biçimsel bir kuralın genellikle var olan gelenekleri kapsaması ve toplumun üyelerinin de artık gelenekleri değil de, hukuk kurallarını yönlendirici olarak kabul etmesidir (COLLINS. 1982: 87-88). Böylelikle, konularak (pozitif olarak) ortaya çıkarılan ve kamusal olarak alenileştirilen hukuk kuralı, geleneği, doğru davranışın ölçütü olarak gereksizleştirerek içerir. Hukuk,metanormative bir fenomendir (aşkınkuraldır) zira var olan davranış ölçütlerini yutar ve kapsar (COLLINS, 1982: 88).

Hukuka sınıf araççı yaklaşımı benimseyen Collins, bu yaklaşımın eksikliklerinden biri olarak “hukukun sadece bir baskı aracı olarak görülmesi”ni de eleştirmektedir. Hukuk bir sınıfın egemenlik aracı olsa da hukukun işlevleri, baskı aracı olmaktan daha geniştir. İlk olarak, hukuk, egemen ideoloji ile uyumlu olan davranış kurallarını benimseyip bunları güçlendirerek toplumdaki uyuşmazlıkları çözer. Hukukun ikinci işlevi ideolojiktir. Hukuksal kuramlar egemen ideolojinin en önemli yayıcıların- andır. Hukuk sadece insanları doğru davranışa zorlamaz, egemen ideoloji ile uyumlu bir haklı tanımlamasını da oluşturur ve yayar. Vatandaşların davranışlarını yönlendirecekleri ve birbirlerini eleştirebilecekleri yetkili ölçütler sunar Siyasal düzen zorla olduğu kadar ideolojik hegemonya ile de sağlanır (COLLINS, 1982: 91-92).

Marksizm ve hukuk konusunda yazanların fikir yürütmek zorunda oldukları kaçınılmaz soruya Collins de yanıt vermeye çalışmaktadır: Hukukun geleceği. Collins’e göre Marksistler, hukukun ortadan kalkmasını, özgür bir toplumun şartı olarak kabul ederler. Komünist toplumda, üretim ilişkilerinin ve bundan kaynaklanan diğer toplumsal ilişkilerin hukuksal üstyapının desteği olmadan var olması mümkündür (COLLINS, 1982: 94). Liberal varsayıma göre, hukuksuz toplumsal düzen olmaz. Hukuk olmasa herkes birbirini öldürür. Collins, hukuk fetişizminin, tüm toplumsal kuralları hukuk kuralı olarak kabul ettiğini ancak Marksistlerin, temel çelişkiler ortaya çıkıncaya kadar, hukuka gerek olmadan gelenek kuralları ve diğer ölçütlerle üretim ilişkilerinin düzenlenebileceğini savunduklarını belirtmektedir (1982: 99). Komünist toplumda uzlaşmaz sınıfsal karşıtlıklar ortadan kalkınca, hukukun varlığı da son bulacak; ancak, “hukuklaşmamış toplumsal düzen kuralları” varlığını sürdürecektir. Collins’e göre, “örneğin, kürtaj, uyuşturucu ve tecavüz konusundaki yasaların egemen sınıfların çıkarlarının korunması ile ilgisini kurmak zordur. Devrimden sonra bu kuralların tamamen ortadan kalkacağını düşünmek için bir neden yoktur (1982; Elbette, bastırıcı hukuk kuralları özgürlükle bağdaşamayacaktır; fakat, işbirliği ve karşılıklı saygının temel kurallarından da toplumu yok etmeden vazgeçmek mümkün değildir (1982: 122). Her uygar toplumda, her zaman temel davranış kuralları, mahkeme benzeri yapılarca ifade edilip savunulacak davranış kuralları bulunacaktır (1982:  122).

Collins kitabının son bölümünde, siyasal mücadelede hukukun rolünü[9] ele aldıktan sonra, muhalif eleştirinin hedefine “hukukun üstünlüğü (rule of law)” ideolojisini koymaktadır. Collins’e göre, devletin sivil toplumdan ayrılması üzerine gelenek kurallarının yerini pozitif hukuk kuralları almış; devletin yasama konusundaki egemenliği, hukukun diğer normatif sistemler karşısındaki üstünlüğünün yerleşmesine katkı sağlamıştır. Ayrıca, biçimsel adalet ve hukuksal sorunları siyaset dışı konular olarak değerlendiren özerk bir hukuksal mantık da bunu desteklemiştir. Bütün bu özellikler, bir temel ideoloji ile, “hukukun üstünlüğü (rule of law)” ideolojisi ile tamamlanmaktadır. Devletin ve hukukun yansızlık görüntüsü, bunların birer sınıfsal baskı aracı olduğu itirazlarını zayıflatmaktadır (COLLINS, 1982: 134-137).

Radikal hukukçu için, doğru çizgi, hukukun üstünlüğü ideolojisinin gizemim kırma çabasına katılmaktır. Ayrıca Marksistler tarafından, biçimsel eşitlik anlayışı ve hukuk mantığının tarafsız özerkliği düşüncesine de karşı çıkılmalıdır. Hukukun üstünlüğü ideolojisi, var olan üretim biçiminin sürdürülmesine hizmet ettiği için, Marksist siyasal etkinliğin ve hukukbiliminın (jurisprudence) temel hedefi olmalıdır (COLLINS, 1982: 139-141).

Collins’in çalışmasını bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, Marksizm ve hukuk bağlantısını kurmaya çalışan incelemelerin hemen hemen tüm klasik sorunlarını yaşadığı görülmektedir. Collins, bu konudaki çalışmalarda, özellikle Doğu Bloku dağılmadan önce yapılan çalışmalarda daha bariz şekilde yaşanan sosyalist ülkeler hukuk sistemlerini ele alıp almama gerilimini, kitabının başında bunları tamamen dışarıda bırakacağını belirterek atlamıştır. Bu tavrın, Marksizm ve hukuk bağlantısını kuramsal düzlemde geliştirmeyi amaçlayan çalışmalarda kolaylık yaratmasına karşılık, Ekim Devrimi sonrası başlayan ve Stalinist istikrarın sağlanmasına kadar geçen sürede yaşanan hukuk ve devlet konusundaki siyasal/kuramsal mücadeleyi gözardı etmek; burada üretilen zengin kuramsal birikimin sahiplenilmesini engellemek gibi bir tehlikesi bulunduğu da gözardı edilmemelidir. Collins’in çalışmasında, görülen bir diğer klasik sorun, hukukun, Marksizm içinde somut bir inceleme nesnesi olarak ortaya çıkarılamamasıdır. Hukuku, Marksizmin devlet, siyaset, ideoloji, altyapı, üstyapı gibi büyük konularından bir türlü yeterince ayrıştıramama, hukukun Marksist incelenmesinin önündeki en temel engellerden biridir. Hukukun bu konulardan bağımsız olmadığı ve devlet, siyaset, ideoloji, altyapı, üstyapı incelemeleriyle fikri bağı olmayan bir hukuk çalışmasının doğası gereği eksik kalacağı açıktır. Ancak, hukuk konusunda Marksist değerlendirme yaptığını iddia eden bir çalışmanın, devletin doğası, göreli özerkliği, ideoloji, altyapı-üstyapı ilişkisi, minimum ve maksimum siyasal program tartışmalarıyla doldurulması da “yığmadan kaynaklanan bir eksikliktir'”. Verimli sonuçlar elde edebilmek için hukuk konusunun, Marksizmin özerk inceleme alanı haline getirilmesi zorunluluktur.[10] Collins’in kitabında, hukuk incelemesi yapma gayretinden kaynaklanan, aşağıda inceleyeceğimiz Weyl’lerin çalışmalarında gördüğümüz, bir hata ile, hukuk sisteminin tüm dallarının tek tek Marksist çözümlemesini yapmaya çalışma hatasıyla karşılaşılmamaktadır. Collins’in çalışmasında böylesi bir umutsuz girişim bulunmamakla birlikte hukuk konusunun, Marksizm’in klasik tartışma alanlarından yeterince özerkleştirilip özgün biçimde ele alınabildiği de söylenemez. Marksizm ve hukuk çalışmalarında, Marx/Engels’ın hukuk düşüncesinin gelişim bütünlüğü değerlendirilmemekte, sol içi tartışmalarda kullanılan klasik parçalara atıf yapılmakla yetinilmekte ve Marx’ın uyardığı “konuyu özdeyişler biçiminde ele alma tehlikesi”yle (MARX, 1976: 91) karşılaşılmaktadır. Collins’in çalışması da bu hatadan bağışık değildir.

4.  Hukuka ve Sovyet Bloku Hukuk Anlayışına Övgü: Weyl

Marksizm ve hukuk konusunda yazanlar, büyük çoğunlukla, Sovyetler Birliği’nde hukukun gelişimine ilişkin değerlendirmelerde bulunmaktadır Doğu Bloku kaynaklı propaganda veya Batı kaynaklı karşı propaganda çalışmalarını bir kenara bıraktığımızda, Marksizm ve hukuk konusundaki kuramsal incelemelerde, hukukun devrim sonrası tarihi gelişimi üzerinde durulduğu ancak bu gelişimin Marksist ilkelerle tutarlılığına ilişkin bir yorumdan kaçınıldığı görülmektedir. Bunun yanı sıra, SSCB ve diğer sosyalist ülkelerin hukuk sistemlerine ilişkin geniş bir yazın bulunmaktadır. Ancak görebildiğimiz kadarıyla, bu yazın, Marksizm ve hukuk bağlantısına ilişkin kuramsal çalışmalardan değil, ilgili devletlerin yürürlük hukukuna ve burada yaşanan hukuki sorunlara ilişkin “klasik” hukuk temelli yazılarından oluşmaktadır (Geniş bir kaynakça için bkz. WEYL, 1975: 496-506).

Burada inceleyeceğimiz iki kitap, Fransız Komünist Partisi çizgisinde, SSCB hukuk sistemini ölçüt alarak Fransız burjuva hukukunu eleştiren, SSCB’deki tarihsel gelişmelere çok sınırlı biçimde değmen, Marksizm ve hukuk genel kuramsal bağlantısının yanı sıra tek tek hukuk dallarını da inceleyen, bunları yaparken de geri plana hukuk ve SSCB övgüsünü yerleştiren çalışmalardır.

İlk kitap, 1968 yılında Editions Sociales’den çıkan Gerçekte ve Eylemde Hukukun Payı (La Part du droit dans la réalité et dans l’action) adlı çalışmadır. Şiar Yalçın tarafından Türkçe’ye çevrilen ve Konuk yayınlarından 1975 yılında çıkan kitabın başlığına, Türkçe basımda, “Marksist-Leninist bir yaklaşımla”‘ açıklaması eklenmiştir.[11]

Monique ve Roland Weyl’in ele alacağımız ikinci kitabı, 1974 yılında yine Editions Socialcs’den çıkan Devrim ve Hukukun Perspektifleri, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma (Révolution et perspectives du droit, de la société de classes à la société sans classes) başlıklı çalışmadır.

Weyl’lerin her iki çalışması da kesin ve açık bir hukuk övgüsü içermektedir. İlk çalışmasında, Sovyet ve kimi zamanda Çekoslovak sosyalist hukuk sistemleri ölçüt alınarak Fransız burjuva hukuku eleştirilmektedir. Ancak saf bir hukuk eleştirisi değil; bir sistem eleştirisi söz konusudur. “Sosyalist hukuk” ölçüt alınarak kapitalist hukuk eleştirilmektedir. İki gelişim aşaması arasında hukukun yapısında bir değişiklik olup olmadığı veya olması gerekip gerekmediği hiç tartışılmamıştır. Gerçekte Weyl’ler böyle bir fark görmemektedir. Tek ve temel fark, kapitalist devlet ve hukukun, sayıca az bir egemen sınıfın baskı aygıtı niteliğim taşıması, sosyalist devlet ve hukukun ise, bu niteliğini yitirmese de, artık sadece sayıca az bir kesimi baskı altında tutan, toplumun büyük çoğunluğunun hizmetinde bir araç olmasıdır. Varlıkbilimsel bir farklılık bulunmamaktadır. Yalnızca hukukun hizmet ettiği çıkar farklılaşmıştır.

Weyl’ler için temel sorun, daha geri var olan hukuktan daha ileri “sosyalist” hukuka geçmektir. Bizzat hukukun varlığı tartışma konusu yapılmamaktadır. Özellikle, ilk kitabında, ceza hukukundan uluslararası hukuka Fransız hukuk sisteminin geniş bir panoramasını çıkarmakta, eleştiriler getirmekte, ancak eleştirileri daha iyi olduğunu düşündüğü sosyalist blok hukukuyla kıyaslama yapmaktan öteye gitmemektedir. Köklü bir hukuk çözümlemesi bulunmamaktadır. Fransız Komünist Partisi’nin, kapitalist sistemi, olgunlaştırarak devrime varma düşüncesine dayanan sakınımlılığı, Weyl’lerin Marksist hukukçuluğuna da yansımaktadır.[12] Weyl’ler, sosyalist hukuka varmayı arzulamakta, bunun için Fransız kapitalist hukuk sistemini eleştirmekte ancak hukukun “itibarını yıkıcı” hiçbir girişimde bulunmamaktadır. Bu kuramsal tavır, aynı zamanda doğru siyasal çizgi olarak da kabul edilmektedir. Weyl’lerde, 1968 Hareketi ve onun yol açtığı “maceracı” siyasal çizgiler karşısında bir tavır alış olduğunu düşündürecek denli yasallık takıntısı bulunmaktadır. Weyl’lerin herhangi bir şekilde itiraz edemeyeceğimiz görüşüne göre, işçi sınıfı, burjuva hukukunun, burjuvazinin yarattığı ancak artık terk etmek istediği ileri unsurlarıyla, sınıf hareketinin burjuvaziden kopararak aldığı ileri unsurlarına sahip çıkmalıdır. Bu sayede, sosyalist topluma geçiş mümkün hale gelecektir. Kapitalist hukuk ile sosyalist hukuk arasında, bir süreklilik bulunmaktadır.

Hukukun Payı (1968) kitabında, ayrıntılı hukuk incelemelerinin geri planında sürüp giden bu tezler, Devrim ve Hukukun Perspektifleri (1974) kitabında tam bir açıklıkla ortaya konmaktadır 1974 tarihli çalışma, hukukun itibar kaybetmesine karşı bir savunu olarak tasarlanmıştır Aşağıda sırasıyla iki çalışma kısaca ele alınacaktır

Elli dokuz sayfayı bulan Giriş bölümünü de saymazsak, Hukukun Payı, kapitalist hukukun ve sosyalist hukukun (özellikle SSCB yürürlük hukukunun) ele alındığı iki ana bölümden oluşmaktadır.

Giriş bölümünde, Marksist hukuk çözümlemesi konusundaki tavır ortaya konmakta; iki sapma belirlenmektedir: “Hukuk kavramı ile mücadele kavramını birbirine karşıt durumda göstermek ve -legalitenin (kanuna uygunluğun) ve adaletin burjuva niteliğini ileri sürerek hukuki uğraşlara boş vermek” sol sapma olarak; “durmadan avukata danışan, falanca metni zorlamak, filanca metni de göz önüne almak, virgüller üzerinde oynamak suretiyle falanca işin mümkün olup olamayacağını sorup duran sendika sorumlusu”nun tavrı da sağ sapma olarak tanımlanmaktadır (WEYL, 1975: 8-9). Weyl’lere göre “iki tutumun da hatalı yönü, gerçeğin bir öğesi olan hukuk verisinde bir eylem öğesi, bir mücadele öğesi görmemektir” (1975: 10). Ona göre hukuku, bir kenara atarak veya takıntı haline getirerek değersizleştirmeden bir çözümlemeye tabi tutmak gerekmektedir.

Weyl’ler “Marksizmin hukuk incelemesi için zorunlu sayılan anahtarları”’nı üç noktada toplamaktadır: “Esas veriler üç tanedir. Birincisi temel, diğerleri düzeltici niteliktedir: “1. Sosyal ilişkilerin, üretim ilişkileri ile belirlenmesi; 2. Değer yargıları ölçütleri (Marksizm hukuki ilişkinin değerlendirilmesi için bir etik önermektedir); 3. Hukukun sadece bir irade sorunu olmadığı gerçeği” (1975: 40). Weyl’lere göre “hukuk, her şevden önce bir tahakküm aracıdır. Ancak bu sıfatıyla diğer tahakküm araçlarına kıyasla özel nitelikte bir araçtır: İdeolojik nitelikte bir araçtır (1975: 46). … [Hukukun oluşumunda] İrade kuşkusuz belirleyici ve asal bir eğilim öğesi olarak ortaya çıkar. Ancak hukukî ürün, tarihi müktesebat, ideolojik miras, ekonomik veriler, çelişik çıkarların ikincil ama dayanıklı gücü, uluslararası durum, v b. gibi faktörlerin etkisiyle değişikliğe uğrar” (1975: 49).

Yukarda belirttiğimiz gibi, Wevl’ler, Brimo ve Stoyanovitch’i Marks ve Engels’in çalışmalarından yeterince yararlanmamakla eleştirmekle birlikte, hukukun Marksist yöntemle nasıl kavranması gerektiğine ilişkin yazılarında herhangi bir klasikten yararlanıldığına ilişkin bir belirti bulunmamaktadır

Tarihsel gelişimde, sosyalist hukukun gerisine koyduğu kapitalist hukuku kavrayışları, Weyl’lerin hukuk övgüsünün belirginleştiği noktadır. Onlara göre kapitalist hukuk, ilerici potansiyel taşıyan, çelişik bir hukuktur (WEYL, 1975: 56 vd). “Bir yandan kurulu düzeni korumayı amaç edinen otorite hukuku; öte yandan hâkim sınıfa kendi iç ilişki kurallarını sağlamayı amaçlayan organizasyon hukuku. İkinci derecede olmak üzere, hukuk ezilen sınıfın ilişkilerini düzenler ve bir ölçüde ihtiyaçlarına cevap verir; ama sadece egemen sınıfın bunda çıkarı varsa ya da bu ihtiyaçları karşılamamak elinde değilse” (WEYL. 1975: 62). “Kapitalist hukuk, taviz hukuku ile sulandırılmış bir tahakküm hukukudur” (WEYL, 1975:  43).

Weyl’ler, kapitalizm içinde bir “karşı-hukuk” tanımlamaktadır Karşı- hukukla, “kapitalist hukukun bir parçasını oluşturmakla beraber, bu hukukun fonksiyonuna ve amacına yabancı, ilerici, demokratik ve halkçı hukuk sektörü” kastedilmektedir (1975: 141). “Karşı-hukuk, ileri kapitalizmin ihsan ettiği bir hak olmak şöyle dursun, tam tersine, her seferinde büyük çatışmaların ganimeti olmuştur” (1975: 143). Karşı-hukuk, kapitalist hukuk içinde ayrı bir hukuk, bir çeşit sosyalist hukuk değildir (1975: 161). “Kapitalist sistemin bütünü ile kaynaşması yüzünden, bu karşı hukuk gerçek bir çelişki yaratmaktan ve tümü ile kapitalist hukuk sisteminin sınıf muhtevasını çürütmekten uzaktır (1975: 162).” Ancak, yarattığı baskı, iktidardaki sınıfın, burjuva hukukunun temel değerlerini inkâr etmesine yol açar. “İktidardaki sınıf, hukuk sistemini, ezilen sınıfın baskısından ve etkisinden, meşruiyet [demokratik yasallık] ilkesini, yani tüm hukuk sistemini inkâr etmekle kurtulabilir ancak” (1975: 167).

Weyl’ler, kapitalist hukukun bir de yansız ve teknik bir yönünün bulunduğunu savunmaktadır. Bu özellik de burjuva hukukunun olumlu yönlerinden biridir: “Bilançonun aktif hanesine bir olay daha eklemek gerekir: Hukuk tekniğinin gelişmesi….[Bunlar] günü gelince âdil bir toplumun hizmetinde de kullanılabilirler” (WEYL, 1975: 61). Weyl’lerde hukuk, kapitalist toplum için olduğu kadar sosyalist toplum için de bir araçtır ve hukukun sönümlenmesi bakış açısı bulunmamaktadır.

Weyl’lerin kurduğu kuramsal çerçeve bu noktada bitmektedir. Kitabın kalan bölümleri, Fransız sisteminden ile sosyalist bloktan alınan güncel ve tarihsel örnekler üzerinden yapılan kaba bir siyası kalem kavgasıdır. Çok sayıdaki örneğin arasında, sınırlı ve dağınık biçimde, kuramsal saptamalar da yapılmaktadır. Temel amaç, Fransız hukukunun baskıcı yönünü yermek, bu hukuk içinde işçi sınıfının kazanımlarından oluşan “karşı hukuku” savunmak, Sovyet hukukunun baskıcı yönünü, geçici bir zorunluluk olarak mazur göstermeye çalışmak[13][14] ve bu hukuku devletçi, pozitif hukukçu bakış açısıyla değerlendirmektir. Hemen hemen tüm hukuk dallarının ve temel hukuksal kurumların ismi zikredilmekte ve bunlar kısaca, egemen sınıfın baskı aracı olarak “açıklanmakta”dır. “Kapitalist hukukun bir zerresi yoktur ki, toplumun sınıf muhtevası hesaba katılmadan değerlendirilebilsin” (WEYL, 1975:  129) saptamasından hemen bir sayfa sonra, “kanunun gerçekten genel çıkarı temsil ettiği alanlar da yok değildir” (WEYL, 1975: 130) denilmekte ve “nüfus sicillerinin tutulmasına, ilaç yapım ve satımının düzenlenmesine, bedeni zarar verme, ırza geçme, çocuk kaçırılması yasaklarına ilişkin yasalar örnek verilmektedir.[15] Tüm toplumsal biçimleri kesen ortak ve vazgeçilmez bir hukuk anlayışının izleri bulunmaktadır.[16]

Weyl’ler, kapitalist hukuk ile sosyalist hukuk arasında, hukuk olma bakımından bir fark görmemekte, ayrımı, iki sistemin amaçları bakımından yapmaktadır. “Kapitalist legalitenin sınıf muhtevası, sınıfın sınıf üzerinde tahakkümünü sürdürmek amacına dayandığı halde, sosyalist legalitenin sınıf muhtevası, toplumun sınıflara bölünmesinin tasfiyesine dayanır (1975: 280).” Sosyalist toplumda da devletin zorlama işlevi sürecektir, çünkü kapitalist sınıfın tasfiyesi bir anda gerçekleşmez, ayrıca toplumsal hayatta anarşi ve başıboşluğun hüküm sürmesi mümkün değildir, toplum gerekli aşamaya ve kültürel düzeye gelinceye kadar, devlet zorlayıcı özelliği ile ayakta kalacaktır ve “bu zorlama, aynen kapitalist hukukun araçlarından yararlanır: idarî güdümcülük ve ceza baskısı; fakat amaçların farklı oluşu nedeniyle sosyalist zorlamanın hem kriterleri değişiktir, hem biçimleri; ayrıca sınırlı bir zorlamadır bu” (1975: 283).

Hukukun araççı kavranışı bizi, hukukun, hem kapitalist toplumda hem de sosyalist toplumda aynı rolü oynadığının kabulüne götürmektedir. “Teknik bakımdan, hukukun sosyalist toplumun sosyal ilişkilerine müdahalesi, kapitalist toplumun sosyal ilişkilerinde oynadığı rolün aynısını oynar ve aynı genel ilkelere cevap verir” (WEYL, 1975: 321). Bununla birlikte, gerçeklik ile hukukun araççı kullanımı arasındaki ilişkinin tek yönlü kurulmadığını kabul etmeleri Weyl’lerin yaklaşımının aşırılığını bir ölçüde törpülemektedir. Hukuk, gerçeklik üzerinde tek başına etki göstermez, kendisi de etkileşime girer, “hukuk, kültür, ekonomi ve davranış arasında çok yanlı ve sürekli bir alışveriş, bir karşılıklı etki ve tepki devresi vardır. Bu alışverişte, etki yollarından her biri bütün ötekiler üzerinde etki yaratır” (1975: 328).

Weyl’ler yaptıkları hukuk savunusunu, hukukun güvence olma işlevine dayandırmaktadır. “Hukuk, her şeyden önce otoriteye ve suistimallerine karşı, keyfi eylemlerine karşı bir güvence teşkil etmeseydi, otorite, müdahalelerine hukuk kılıfını giydirmek ihtiyacını duymazdı. … Hukuk tarifi gereği, keyfinin, indînin karşıtıdır. Bu da hukukun, onu empoze eden iktidarın gücü tarafından tayin edilmediği ya da icra ve infazını gücüne borçlu olduğu bu iktidara bağlı bulunmadığı anlamına gelmez. Ancak işlemlerine hukuki bir kılıf geçirme kaygısını duyan bu aynı iktidar açıktan açığa keyfi eylemlere başvurmak hakkına sahip olmadığını kabul etmiş demektir” (1975: 12).[17] Hukuk, genellikle demokratların ve özellikle emekçilerin elinde yararlı bir silâh olabilir” (1975: 17).

Gerçek muhtevası sosyalist olmayıp sadece sosyal bile olsa, burjuva demokrasisinin sosyal muhtevasının ve yeni demokratik biçimlerinin zenginleştirilmesi ve halk egemenliğinin evrensel ilkelerinin sonuna kadar götürülmesi çerçevesinde “hukuka saygıyı savunmak, tutuculuk ve gericilik değil, demokrasi ve ilerlemeyi savunmaktır” (WEYL, 1975: 273).

Weyl’lerin yaptığı hukuk savunusu, hukukun sönümlenmesi düşüncesinden vazgeçilmesi sonucuna da varmaktadır. Onlara göre, “devletin göçüp gitmesi hukukun göçüp gitmesi yolu ile değil, hukuk kuralının biçim değiştirmesi yolu ile gerçekleştirilir. Bu kuralın ise sadece niteliği değişir, zorlayıcı değerini yitirir fakat normatif, düzenleyici ve ahlâki davranışın belirleyicisi niteliğini korur…Yeni oyun kuralları yepyeni bir biçim alacak, her türlü zorlamadan arınmış olacak, salt gönül rızasına dayanacak, ama yine de bir ‘kural’ olarak kalacak ve bu kuralların kaynağı ister istemez hukukî bir nitelik taşıyacaktır” (WEYL, 1975: 348-349).

Hukuka, siyasal mücadele içinde de büyük bir önem atfedilmektedir. Hukuk. Weyl’lere göre, sosyalizme barışçıl yollardan geçişin esas kanalıdır. Süreklilik içinde bir dönüşüm ve bu dönüşüme götüren barışçı yollar tanımlanmaktadır:  “Barışçı yollar mevcut legaliteden hareketle (bundan ülkenin çoğunluğunun katılmasıyla hukukun genel ilkelerine saygı gösterilmesini anlıyoruz, yoksa bir vali yasakladı diye herhangi bir gösteri yürüyüşünden vazgeçilmesini değil) yem bir legalitenin geliştirilmesini içerir ve aynı zamanda bu legaliteyi kökünden değiştirmeyi amaçlar. Barışçı yollar anlayışına göre, halkçı eylem, belirli hukuk ilişkilerinin çerçevesinde ve onlardan hareket ederek, bizzat bu hukuk ilişkilerini kökünden değiştirmeye yönelir” (WEYL, 1975: 392).[18]

Weyl’lerin ele alacağımız ikinci kitabı, Hukukun Payı’ndan altı sene sonra 1974 yılında yayınlanan, Devrim ve Hukukim Perspektifleri. Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma’da, ilkinden farklı olarak kuramsal yaklaşım ağırlıktadır. İlk kitabın, hukukun her dalına ve güncel Fransız uygulamasına ilişkin Marksist değerlendirme çabasından farklı olarak Devrim ve Hukukun Perspektifleri, kuramsal bir hukuk savunusu yapmayı hedeflemektedir. Hukuk ideolojisi eleştirisinin sonucunda “hukuk-karşıtı bir ideoloji” gelişmesi tehlikesine dikkat çekmektedir. Weyl’lere göre, hukuk-karşıtı ideoloji, burjuvazinin icadıdır ve bir burjuva ideolojisidir (1974: 119). “Hukuksal ideolojinin eleştirisinde hukuk-karşıtı ideolojinin tehlikeleri” başlığını taşıyan ilk bölümden sonra, “hukuksal ideolojiden hukuksal kültüre” başlıklı ikinci bölüm yer almaktadır.

Hukukun Payı’nda yaklaşık beş yüz sayfa boyunca izini sürdüğümüz kuramsal argümanlar daha açık biçimde Devrim ve Hukukun Perspektifleri’nde yer almaktadır.

Kitap, hukukun, tarihsel olarak pek sevilmediği, hoşnutsuzlukla malul olduğu saptamasıyla başlamaktadır. Bu yaygın hoşnutsuzluğa karşın hukuk, özellikle burjuva devrimlerinin ardından, anarşi olasılığına karşı bir güvence olarak yeniden itibar kazanmıştır. Günümüzde ise, özellikle Marksizm’in hukuk eleştirisinden beslenen işçi sınıfının siyasal eylemi, hukuka tekrar itibar kaybettirmektedir. Sistem karşıtı bu tepkinin yarattığı hukuk karşıtı havayı, sistem içi eğilimler de beslemektedir. “Modernci ve teknikçi” hukuk karşıtlığına göre hukuk, bilim ve tekniğin doğru kabul ettiği verilerin hayata geçirilmesinde etkenliğe karşı bir engeldir (WEYL, 1974: 12,120). Hukukun böylesine itibar kaybetmesinin, hukuk-karşıtı bir ideoloji yaratılmasının demokrasi- karşıtı sakıncaları bulunmaktadır (1974: 14 vd).

Weyl’ler, günümüz kapitalist toplumundaki bu değersizleşmesine karşın hukukun, işçi sınıfının mücadelesinde kullanılmasıyla yeniden değer kazanacağını belirtmektedir. Hukukun Payı’nda sürekli vurgulanan “burjuva hukukunun, işçi sınıfı mücadelesiyle kazanılan demokratik yönünün savunulması” tezinin, Fransız Komünist Partisi’nin tezi olduğu da açıkça ortaya konmaktadır.[19]

Weyl’lere göre, sosyalizm ile hukukun çelişik olduğunu düşünmek “nihilist bir tavır”dır. Weyl’lerin, hukuk ve sosyalist toplum veya kapitalist i hukuk ile sosyalist hukuk ilişkisini kavrayışı konusunda, Hukukun Payı’ndan yaptığımız aktarmaların yeterli olduğunu düşünüyoruz. Bu kitapta sorun, bir kalem kavgası vesilesiyle ele alınmaktadır. Hukukun Payı‘nda, Brimo ve Stoyanovitch’i eleştiren Weyl’ler bu kitapta da J.-M. Vincent ve onun üzerinden Pasukanis ile hesaplaşmaktadır. Vincent’in, Pasukanis’in Genel Hukuk Kuramı ve Marksizm (1926) kitabının, Fransızca çevirisine yazdığı sunuşta (1970), devletin ve hukukun sönümlenmesi için güçlenmesi gerektiğini savunan Sovyet Marksistlerini “tuhaf olarak niteleyerek eleştirmesini[20], nihilist tavrın örneği olarak göstermektedir. Hukukun, sosyalist bir rejim inşa edilirken “sönümlenmesi gerektiği öngörüsüyle köklü bir eleştiriye tabi tutularak ve bu amacı sağlayacak şekilde kullanılması gerektiği düşüncesinin kuramsal kanıtının klasiklerde bulunamayacağını düşünen Weyl’ler, Vincent’in kuramsal kanıt olarak “eski bir Bolşevik militana” (Pasukanis’i kastetmektedir) başvurduğunu düşünmektedirler (1974: 28). Pasukanis, Lenin’in Devlet ve Devrimçalışmasının izinde yazmıştır kitabını; devletin sönümlenmesi konusundaki görüşlerin açık yansımaları görülmektedir. Weyl’lere göre ise Devrim sonrası gelişmeler ve uygulamanın dayattığı ihtiyaçlar hukukun sönümlenmesi fikrini yanlışlamıştır (1974: 35).[21] “Sosyalizmin gelişmesi ve yerleşmesi hem sosyalist legalitenin güçlenmesini gerektirmiş hem de bunun şartlarını yaratmıştır” (1974: 36). Pasukanis’in iddia ve itirazlarının aksine, devrim sonrası “toplumda, burjuva hukukun payı azaldığı oranda sosyalist hukukun payı gelişir” (1974: 95).Weyl’lerin Lenin’in yazılarına dayandırdığı bu sav, Pasukanis’in temsil ettiği, “sosyalist bir hukuk” olamayacağı; devrim sonrası toplumsal gelişimin, devletin ve hukukun sönümlenmesi doğrultusunda ilerlemesi gerektiği; yeni bir hukuk inşa etmenin bu temel amaçla çelişik olduğu tezinin karşısında yer almakta ve resmi SSCB görüşünü temsil etmektedir.[22]

Weyl’lere göre, Marx ve Lenin, anarko-sendikalist gözlüklerle yapılan okumaların anladığının aksine, hukuku değil sadece “burjuva hukuku”nu eleştirmiştir (1974: 90-93, 104, 105). Hukuk devletle eşitlenemez, ileri derecede örgütlenmiş bir toplumda kuralların bulunması kaçınılmazdır; bunun “hukuk” terimiyle ifade edilmesi gerekmeyebilir (1974: 107). Weyl’ler devletin sönümlenmesi konusunda, Stalin’in ortaya koyduğu, devleti güçlendirerek ortadan kaldırma tezini benimsemektedir: “Devletin sönümlenmesi mi? Elbette. Fakat bu devletin, demokrasinin güçlendirilmesiyle birleşmiş güçlenmesinden geçer” (1974: 77,181).

5. Hukuki Normativizmin Kurucusundan Marksizm ve Hukuk Değerlendirmesi: Kelsen, “The Communist Theory of Law”

Marksizm ve hukuk bağlantısını kuran çalışmaları inceleyen araştırmacıları herhalde en çok, hukuki normativizmin kurucusu Hans Kelsen’in 1955 tarihli, Komünist Hukuk Kuramı (The Communist Theory of Law)kitabıyla karşılaşmak şaşırtacaktır. 20. yüzyıl başından itibaren tüm üniversitelere yerleşen normativist pozitivist hukuk anlayışının kurucusunun kendisini, “komünist hukuk kuramı” ile hesaplaşmak zorunda hissetmesi gerçekten şaşırtıcıdır.

Giriş bölümü olmayan, iki sayfalık bir önsözü ve tek sayfalık bir sonucu bulunan 193 sayfalık bu kitapta, ilk olarak Marx ve Engels’in devlet ve hukuk konusundaki görüşleri özetlenmekte daha sonra. Lenin’den başlayarak Sovyet hukuk kuramcıları (Stucka, Reisner, Pasukanis, Vişinski, Golunski ve Strogoviç) ele alınmaktadır. Ayrıca, Sovyet devletler hukuku kuramına da bir bölüm ayrılmıştır. Sovyet hukuk kuramcıları arasında en geniş yer Pasukanis’e verilmiştir. “Pasukanis’in Hukuk Kuramı” başlıklı bir bölümü, “Pasukanis’in Kuramının Reddi” başlıklı bölüm izlemektedir.

Kelsen Marksizm’i, “toplumsal gerçekliğin iktisadi yorumu” olarak nitelemektedir. Ona göre bu yorum, Marksist-karşıtı akımlar da dahil olmak üzere günümüz toplumbilimleri üzerinde “anti-normativist” bir etki yaratmış; bunun hukuk üzerindeki sonucu, hukukbilimi yerine hukuk sosyolojisini geçirme eğilimi olmuştur. Özellikle hukuk alanında bu anti-normativist bakış açısının Marksizmin hukuk konusundaki temel görüşüdür. Bu saptamalarla başlayan kitabın dürtüsünün, güçlü ve olumsuz etkisiyle, sosyal bilimlerde ve özel olarak da hukukta normativist yaklaşımı engelleyen Marksist hukuk anlayışı ile hesaplaşma olduğu kısa önsözünden rahatlıkla anlaşılmaktadır.

Kitabın isminde “Komünist hukuk kuramı”ndan söz edilmekle birlikte, kitapta Sovyet hukuk kuramı tabiri kullanılmaktadır. Gerçekte Kelsen, Marx ve Engels’te hukukun nasıl algılandığını açıkladıktan sonra, bu kuramın Sovyet deneyimiyle büründüğü şekli ele almaktadır. İncelediği yazarların hiçbirinin Marksizm dışında yer alma gibi bir iddiaları olmadığı açıktır. SSCB’nin resmi tezleriyle belirlenmiş de olsa tümü de Marksist yaklaşım içinde kalmışlardır. Bu nedenle, Kelsen’in Sovyet veya komünist hukuk kuramını değil de bir bütün olarak Marksist yaklaşımın hukukla ilişkisini değerlendirdiğini kabul edebiliriz.

Kelsen’e göre, Sovyet hukuk kuramı, başından beri, büyük ölçüde siyası etmenlerin egemenliği altında kalmış; “Marx’ın ideolojik üstyapı kuramına uygun olarak, kapitalizme karşı ideolojik bir silah olarak değerlendirilmiş; Sovyet hükümetinin her politika değişikliğine itâatkar biçimde uyum sağlamıştır.” Kelsen, incelemesinin “kendisini siyasetten bağımsızlaştıramamış bir sosyal bilimin utanç verici düşüşünü” göstereceğini belirtmektedir (KELSEN, 1955: vii).

Kanımızca hukuku ve hukukbilimini siyasetten kurtarma iki anlama gelebilir. İlk olarak, hukukun, kökeni ve üretiminin siyaset ile ilgisiz olduğu; ikinci olarak da hukukun ve hukukbiliminin siyasetin bir “aracı”, “oyuncağı” olamayacağı savunulabilir. Kelsen, açıkça belirtmese de her iki amacı da gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Birinci anlamlandırma, zaten Kelsen’in hukuk anlayışının temelinde yer almaktadır. Kelsen’in normativist hukuk kuramı, hukukun, kaynağı, kökeni ve üretimi gibi konulan tamamen “hukukun dışında bırakmaktadır. İkinci yorum, yani hukukun siyasal araç olarak kullanılması, incelediğimiz eserindeki temel hedeftir.

Kelsen’in kurucusu olduğu normativist hukuk kuramı, “hukuku, saf bir düzenleme tekniğine dönüştürmek için ideolojik, ahlaki ve siyasi temellerinden koparma/temizleme/kurtarma”yı amaçlamaktadır. Hukukun özerkliği ilan edilmekte, pozitif hukuk kuramından, psikolojik, sosyolojik, siyasal, ahlaki ve dinsel her türlü hukuk dışı unsur dışlanmaktadır. Hukuk kuramcısı, değer yargılarını katmadan pozitif hukuku incelemekle yetinmelidir. Hukukbilimi, nedensellikle değil, olması gereken ile ilgilendiğinden pozitif bir bilim değil, normatif bir bilimdir. Hukuk, toplumsal davranış kuralları olarak değil devletin koyduğu, gücüyle yaptırıma bağladığı iradi kurallar olarak algılanır. Bu nedenle hukuk ve devlet Kelsen için aynı olguyu temsil eder. Bütün kurallar geçerliliklerini bir üst kuraldan alırlar: en üst kural, “temel norm”dur; temel norm, “kurucuların iradesine uyulması gereklidir” varsayımına dayanır ve ahlaki veya siyasi değil, kuralların geçerliliğini sağlayacak bir üst norm bulma gerekliliğinden doğan teknik bir varsayımdır.[23]

Hukuku, kaynağı olan toplumsal gerçeklikten koparmayı amaçlayan Kelsen’in Marksizm’de bozucu bir yön görmesi doğaldır.

Altyapı-üstyapı ayrımı, Kelsen için de Marksist epistemolojinin temelidir ve Kelsen de Marksizm hukuk ilişkisini bu bağlamda kurmaktadır. Ayrıma ilişkin klasiklerden alıntılar yaptıktan sonra, “devlet ve hukuk toplumsal fenomenleri, altyapıya mı üstyapıya mı aittir sorusunun belirsizlik yarattığı saptanmaktadır (KELSEN, 1955: 5). Hukukun gerçekliği ifade etme ve aynı zamanda ifadesi olduğu gerçekliği etkilemesi konusunda Marx’tan çeşitli alıntılar yapan Kelsen, hukuku altyapı-üstyapı ilişkisinde altyapıya yerleştirmektedir: “Hukuk, iktisadi gerçekliğin bir sonucu olduğuna ve kendisi de gerçeklik üzerinde etkide bulunduğuna, yani nedensellik ilişkisine tabı olduğuna göre, gerçekliğin içindedir ve bundan dolayı, ideolojik üstyapının temeline, yani altyapıya aittir” (1955: 9).

Kelsen’e göre, hukukun Marksizm tarafından ideolojik biçimlerden biri olarak değerlendirilmesi, hukuk kuramı ile hukukun karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. “Yasakovucu tarafından yaratılan ve mahkemeler tarafından uygulanan hukuk bir ideoloji değil; toplumsal gerçekliktir. Hukukun normatif yorumu, yani belirli bir hukuk kuramı, hukukun kendisi değil, ideolojidir” (KELSEN, 1955: 13). Kelsen’e göre, Marx, hukuk bir ideolojidir derken, hukuku bir toplumsal norm ve dolayısıyla adil bir kural sayan böylelikle toplumsal gerçekliği çarpıtan kuramları kastetmiştir” (1955: 14). Kelsen, kendisi tarafından geliştirilen “saf hukuk kuramı”nın, hukuku ideolojiden kurtardığını ideolojik olmayan bir normativist yoruma olanak tanıdığını ileri sürmektedir.

Kelsen’in normativist kuramında, doğal gerçeklik ile hukuksal gerçeklik arasında ayrım yapılmaktadır. Ona göre hukuksal gerçeklik, nedensellik yasasıyla işleyen doğal gerçeklikten farklıdır. Marx, doğal gerçeklik konusundaki doğru görüşlerini hukuksal gerçekliğe uygulayarak yanlış sonuçlara varmıştır: “Doğal gerçeklik bakımından, Hegel’in diyalektiği gerçekten de tepetaklak duruyordu ve Marx bunu ayakları üzerine dikmekte övünebilirdi. Ancak, hukuka gelince tam tersini yaptı. İnsanın kafasındaki bir düşünce olarak hukuk, gerçekliğin bir yansıması, gerçekliğin yansı yeniden üretimi değildir. Tam tersine. Hukuka uygun olan gerçek davranışı, hukukun gerçekleşmesi olarak değerlendiririz” (KELSEN, 1955: 16).

Kelsen’e göre, Marksizm, koptuğunu iddia ettiği doğal hukuk akımıyla aynı sonuca varmaktadır. İdeolojik gerçekliğin gerisinde bir “gerçek gerçeklik” araması, doğal hukukun, insanın veya nesnelerin doğasından kurallar çıkarmaya çalışmasıyla aynı şeydir (1955: 20).

Kelsen, Marksizm içindeki hukukun sönümlenmesi tezini Marks’ın görüşleriyle uyumlu görmemektedir. Ona göre, Marx, her üretim biçiminin kendi hukuksal kurallarını yarattığından da söz etmiştir. Üretim araçlarındaki kolektif mülkiyet gelecek toplumun bir unsuru olacaksa, bu statüyü güvenceye alan bir hukuk da olmalıdır (KELSEN, 1955: 37). Kelsen’e göre, Marksizm içinde anarşist bir damar da vardır ve hukukun geleceği sorununda farklı bir okumayla farklı sonuca da varılabilir. Marx’ı, gelecek komünist toplumda normatif ve zora dayalı bir toplumsal düzenin bulunmayacağı görüşüne varacak şekilde okuyanların tavrı Marksizm içindeki anarşist eğilimle uyumludur (1955: 38). Bununla birlikte bu yorum ütopik niteliktedir. Gelecek toplumu, tüm iktisadi ihtiyaçların tamamen tatmin edildiği bir bolluk toplumu olarak tasarlamak ve bu toplumsal düzenin bozulması durumunda zora başvurmanın gerekmeyeceğini düşünmek, hukuksuz bir toplum tasavvur etmek “bir cennet bahçesi” ütopyasıdır” (1955: 38).

Kelsen için, en önemli olan nokta, Marksizm’in bilim ile siyaseti birbirine karıştırmış olmasıdır (KELSEN, 1955: 44). Marx için “sosyal bilim, burjuva toplumun ideolojik bilincinin eleştirisidir. … Toplumsal ideolojinin eleştirisi, toplumsal gerçekliğin eleştirisine dönüşür ve toplumsal gerçekliğin eleştirisi de toplumsal devrimle bu gerçekliğin tamamen değiştirilmesini hedefler. Böylece, bilim, en baştan itibaren siyasete karışmıştır; siyasetin aracı olarak görülmektedir” (KELSEN, 1955: 45). Kuram ile uygulamanın, bilim ile siyasetin birbirine karıştırılmasıyla Marksizm ideoloji sıfatını hak etmektedir (KELSEN, 1955: 46).

Marx/Engels’in devlet ve hukuk konusundaki görüşlerini ilk elli sayfada özetleyip değerlendiren Kelsen, daha sonra, hukuk kuramı konusunda “üstatlarının sözlerini yorumlamaktan başka bir şey yapmamış”, yeni hiçbir şey katmamış olduğunu düşündüğü (1955: 57) Lenin’i ele almaktadır. Kelsen’in bu değerlendirmelerini ve Sovyet hukuk kuramcılarından (Stucka, Reisner, Pasukanis, Vişinski, Golunski ve Strogoviç) yaptığı özetleri ele almayacağız. Ancak, Kelsen’in bu yazarlar vesilesiyle yaptığı, Marksist hukuk anlayışına ilişkin genel eleştirilerini kısaca aktarmaya çalışacağız.

Kelsen, Marksist hukuk anlayışı/doktrini/felsefesi/biliminden söz etmemekte gerçekte, Sovyet hukukanlayışı/doktrini/felsefesi/bilimini ele almaktadır. Bununla birlikte, Sovyetlere ilişkin özel değerlendirmeleri bir yana bıraktığımızda Kelsen’in saptamalarından genel olarak Marksizm ve hukuk ilişkisini konu alan görüşlerini çıkarmamız mümkündür.

Kelsen’e göre, Marksistlerin burjuva hukukbilimine yönelttiği eleştiriler, hayali bir rakibi varsaymaktadır. Burjuva hukukbilimine atfedilen ebedi hukuk fikri, sadece doğal hukuk doktrinine ait olup bunun karşısında yer alan biçimci, normativist hukuk öğretilerini görmemek bir çelişkidir (1955: 72).

“Eğer bir öğretinin bilimsel niteliği nesnelliğinden yani bilim adamlarının öznel değer yargılarından bağımsız olmasından kaynaklanıyorsa, burjuva hukukbiliminin Sovyet hukukbiliminden daha bilimsel olduğu kesindir (KELSEN, 1955: 73). “Burjuva hukukbilimi, hukuk kavramını, belirli bir sınıf hukukuyla sınırlamaz çünkü, hukuk denilen fenomenin tanımında sadece kapitalist hukuku değil, komünist toplumdaki de dahil tüm olası hukuk biçimlerini kapsamayı ister; zira, sadece kapitalist toplumun değil, diğer toplumların da toplumsal düzenlerini herhangi birini diğeri karşısında meşrulaştırmaya çalışmadan açıklamayı ister” (KELSEN, 1955: 75). “Sovyet hukuk öğretisinin işlevi, toplumsal ve hukuksal gerçekliği, nesnel biçimde tanımlamak ve açıklamak değil, fakat var olan toplumsal düzeni tahrip edip yerine bir başkasını koyarak oluşturmaktır” (KELSEN, 1955: 76).

Kelsen’e göre, Marksistler hukuku, ideolojik düşüncenin bir biçimi olarak değerlendirmekte bu da hukukun sönümlenmesi tartışmalarını yanlış sonuçlara vardırmaktadır. “Hukuk, düşüncenin değil iradenin bir işlevidir; idrakin ürünü bir kuram değil fakat iradi işlemlerle yaratılan bir toplumsal kurumdur. Bir düşünce biçimi olarak hukuk, hukuk kuramıdır ve ideolojik düşünce biçimi olarak hukuk sonsuza kadar ortadan kalksa da gerçek bir kurum olarak hukuk varlığını sürdürecektir” (KELSEN, 1955: 88).[24]

Kelsen, Sovyet hukukçuları arasında kendisine açık bir muhalif de bulmaktadır: Pasukanis. Kelsen, burjuva hukuk kuramına karşı yüzde yüz Marksist hukuk kuramı kurmayı amaçlamış olan Pasukanis’in, kendisinden çok önce, klasik hukukbilimini ideolojik unsurlardan temizlemeyi amaçlamış olmasına karşın, “saf hukuk kuramını hedef aldığını düşünmektedir (KELSEN, 1955: 89). Kelsen’e göre, tüm Marksistler gibi Pasukanis de, peygamberleri Marx ve Engels, burjuva filozof Hegel’den ve dönemlerinin burjuva hukukçularından devlet ile hukuk ikiliği anlayışını devraldığı için hukuk ile devlet arasında bir ayrım yapmaktadır. Buna karşılık saf hukuk kuramı ise, toplumsal bir düzen olarak devletin, hukuk-ötesi nitelik taşımadığını, zorlayıcı insan düzeni olduğu için en mükemmel hukuksal olgu niteliğine sahip olduğunu göstermiştir (KELSEN, 1955: 96).

Kelsen’e göre, hukuk iktisadi ilişkilerin bir yansıması/ifadesi ise, hukukun sönümlenmemesi ve komünist toplumda da hukukun bulunması gerekir; ama Marksistler (Pasukanis), bu görüşleriyle çelişik biçimde, komünist toplumda sömürü ortadan kalkacağı için baskı işlevine de gerek kalmayacağını, böylece hukuk ve devletin de ortadan kalkacağını savunurlar (KELSEN, 1955: 103) Marx ve Engels, devleti kapitalizmin özel bir aracı olarak değerlendirmiş ve kapitalizme olan düşmanlıkları zorunlu olarak devlete de yönelmiştir. Ancak, Sovyet Devrimi sonrası, devletin sadece kapitalist baskı aygıtı olmadığı görülüp devletin sosyalist iktisadi sistemi korumak için gerekli bir araç olduğu anlaşılınca, Marksizm’in anarşist eğilimleri (Pasukanis bu eğilimleri hukuk alanına uygulamıştı) savunulamaz olmuştur (KELSEN, 1955: 110). Sosyalist iktisadi sistem yerleşip Sovyet Devleti de bunun güçlü güvencesi olarak ortaya çıkınca, bu gücün ve düzenin aracı olarak hukuk kuramı tekrar önem kazanmıştır (KELSEN, 1955: 111).

Kanımızca SSCB’de önem kazanan sadece genel olarak hukuk kuramı değil, özel olarak normativist hukuk kuramıdır. Normativizm Pasukanis’e yöneltilen eleştiriler aracılığıyla Sovyet hukukuna girmiştir. Pasukanis’in görüşlerim eleştiren Yudin, Pasukanis’ten farklı olarak, üretim ilişkilerinden kaynaklanan toplumsal ilişkilerin yansıması/ifadesi olan hukuk fikrini bir yana bırakarak hukuku, normativist biçimde tanımlamıştır: “Hukuk, var olan toplumsal ilişkileri korumak için devletçe konulan kurallar sistemidir (Aktaran, KELSEN, 1955: 112).” Burada, herhangi bir toplum tipine, sömürüye, sınıflara vb. bir atıf bulunmamaktadır. Bu bağlamda, hukukun sönümlenmesi fikrinden de uzaklaşılmaktadır (KELSEN, 1955: 113). Kendi hukuk kuramının doğrulanması olarak görse gerek, Kelsen, bu gelişmeleri aktarmakta ancak herhangi bir eleştiri getirmemektedir. Sovyet hukuk kuramının yeni yönelimi, Vişinski’nin 1938 yılında, Sovyet Devlet ve Hukuk Bilimlerinin Sorunları Kongresi’ndekikonuşmasıyla kesinlik kazanmış; Pasukanis Devrim düşmanı ilan edilmiştir (KELSEN, 1955: 116). Vişinski’nin kuramcılığını yaptığı yeni yönelim, klasik Marksist anlayıştan kopuşu temsil ettiği gibi Kelsen’in kurguladığı normativist hukuk kuramından da uzaktır Kelsen’e göre, Vişinski’nin Sovyet hukuk kuramına katkısı,[25] üstadı Stalin’in devlet konusundaki görüşlerini hukuka uyarlamak olmuştur. Tek ülkede sosyalizm fikrine dayanan devletin savunusu, devletin sönümlenmesi konusundaki hedefin, kapitalist çevrelenmenin sona erdiği mükemmel komünizm dönemine ertelenmesi, devletin ve hukukun derhal sönümlenmeye başlaması gerektiğim savunanların devrimin düşmanı olarak damgalanması sonucunu doğurmuştur (KELSEN, 1955: 126).

Vişinski’nin çizgisi Golunski ve Strogoviç tarafından da sürdürülmüş, hukukun toplumsal ilişkiler sistemi olarak kavranması düşüncesinin yerine normativist anlayış yerleştirilmiştir. Buna göre, hukuk devlet tarafından kabul edilen davranış kuralları toplamıdır. Kelsen normativist tanıma dönüşü “doğru” bir gelişme olarak nitelemektedir (KELSEN. 1955: 141). Golunski ve Strogoviç, açık bir normativizm savunusu yapmışlardır. Onlara göre, “hukuku davranış kuralları toplamı olarak niteleyen normativist kuramın eleştirisi, Sovyet hukukbilimi saflarındaki işçilerin arasına karışan Troçki-Buharin yıkıcıları tarafından, hukuk normunun özgünlüğünün reddi için kullanılmıştır. Bunlar hukuku ‘toplumsal ilişkiler sistemi’ olarak değerlendirmişlerdir. Bu da Sovyet yasalarının ve hukukunun özgünlüğünün reddi anlamına gelmiştir Hukuk, yasaların büyük yer işgal ettiği, davranış kuralları toplamından ibarettir. Burjuva normativist hukuk kuramının hatası, hukuku normlar toplamı olarak kabul etmesi değil, normu gerçeklikten soyutlayarak idealist biçimde kavramasıdır” (KELSEN, 1955: 142).

Kelsen, normativizmin gerçekliğe kapılarını kapadığı eleştirisini çekince olarak ileri süren ancak genel olarak hukuki normativizmi benimseyen Sovyet hukukçularının eleştirilerine de yanıt vermektedir. Kelsen’in adlandırmasıyla saf hukuk kuramı, “gerçekten de, burjuva hukukunda neden özel mülkiyeti savunan normlar bulunduğunu sorgulamaz. Bu ihmalin nedeni, hukuk kuramı alanından bu soruya yanıt bulmanın imkansızlığıdır yoksa bu normların ebedi kabul edilmesi değil. Bu ancak hukuk sosyolojisi tarafından yanıtlanabilecek bir sorudur” (KELSEN, 1955: 143). Kelsen’e göre, Golunski ve Strogoviç’in, devlet ile hukuk arasında bir ayrım yaratarak hukuku, devletten kaynaklanan kurallar olarak tanımlaması yanlıştır. “Hukuk devletin bir işlevi değildir, devlet de hukukun bir ifadesi değildir. Sosyal bir düzen olarak devlet, göreli olarak merkezileşmiş bir hukuk düzenidir, yani bu anlamda hukuk devletle aynı şeydir” (KELSEN, 1955: 145). “Hukuku yaratan ve uygulayan insan etkinlikleri bir hukuk düzeni tarafından belirlendikleri ölçüde devlet etkinliği sayılırlar. Devlet, hukuk düzeninin ete kemiğe bürünmesinden başka bir şev değildir” (KELSEN, 1955: 146).

Kelsen, hukukbiliminin nesnesi olarak sadece hukuk kurallarını görmekte, hukuk kurallarını da mevzu kurallarla, yanı devlet adına konulan kurallar ile sınırlamaktadır. Kuralların varlık nedeni, kaynağı, işlevi vb. konuları saf (normativist) hukuk kuramının uğraş alanı dışındadır.

Kelsen Komünist Hukuk Kuramı kitabının tek sayfalık sonucunda üç noktayı sıralamaktadır. “1. Marx’ın toplumun iktisadi yorumunu temel alan bir hukuk kuramı geliştirme girişimi tamamen başarısız olmuştur Bunun ilk nedeni, hukukun normatif yanı, yapısal yorumu yerine bu sistemin nasıl meydana geldiğini ve etkinliğini açıklamaya çalışan sosyolojik yaklaşımın ikame edilmesi eğilimidir. Hukuk sosyolojisinden başka bir şey olmayan Marksist hukuk kuramı terkedilmiştir. 2. Sovyet hukuk kuramı açıkça ideolojik nitelik taşır. Pozitif hukuk yorumu, Sovyet hükümetinin çıkarları doğrultusunda belirlenmektedir. 3. Sovyet hukuk kuramının ideolojik niteliği, Marksizmin, genel olarak sosyal bilimlerin özel olarak da hukuk ve devlet biliminin siyasal olması gerektiği ilkesinin kaçınılmaz sonucudur. Sovyet hukuk kuramının, Sovyet hükümetinin uşaklığına alçalmış acınacak halı, gerçek bilimin ancak siyasetten bağımsız mümkün olabileceğine yönelik sosyal bilimciler için sert bir uyarı olmalıdır” (KELSEN, 1955: 193).

Sonuç

Marksizm ile hukuku -eleştiri veya kuruculuk amacıyla- ilişkilendirmeyi hedefleyen çalışmaların, verimli sonuçlar üretmiş olduğunu savunmak mümkün görünmemektedir.

Marksizm’de bir hukuk felsefesi, hukukbilimi veya daha zayıf bir kavramla bir hukuk anlayışı, hukuksal inceleme yöntemi bulunduğunu savunan yazarların bu noktada derinleşmedikleri ve yeterli açıklık yaratamadıklarını, ilk adımlarda kaldıklarını ve eleştiricilerin de eleştirilerim bu zayıf kurguya yönelttiklerini söyleyebiliriz.

Marksizm’i, temel hukuk akımlarından biri olarak niteleyen Brimo, hukukun kaynağının akılda veya tarihdışı bir doğal ilkede aranmasının reddi ile hukukun aşıldığı bir toplumsal yapının hedeflenmesini Marksist hukuk anlayışının esası olarak saptamaktan öteye gidememektedir. Marksist yaklaşımı benimseyen yazarlar da, Marksizm-hukuk ilişkisinde temel sorunsal olarak hukukun kaynağı konusunu belirlemektedir. Hukukun kaynağı nerededir? Hukuk, üretim ilişkilerinin yansıması mıdır (Weyl); yoksa egemen sınıf iradesinin bir ürünü müdür? (Collins). Hukukun kaynağı sorusu, Marksistler için başka bir şekilde daha ifade edilebilir: hukuk, altyapıya mı üstyapıya mı aittir? İncelediğimiz yazarlarca genel kabul gören yaklaşım hukuku, iktisadi altyapının üstyapıdaki yansımalarından biri olarak değerlendirmektir (Collins, sınıf araççı yaklaşımın söz konusu ikiliği aştığını savunmaktadır). Marksizm dışından değerlendirme yapan Stovanovitch ise, bu noktada daha ileri giderek, bir yansıma olan hukukun altyapıdan bağımsız bir içeriğe, tarihe ve etkiye sahip olamayacağı görüşünü Marksizm’e atfetmektedir. Kelsen ise, Marksistlerin hukuku ideolojik üstyapıya ait saymalarının “hukuk kuramıyla hukuku karıştırmalarından” kaynaklandığını ileri sürmekte ve hukukun altyapıya ait olduğunu savunmaktadır.[26]

Marksizm-hukuk bağlantısını kuran çalışmalarda, bu temel sorunsala, kapitalist toplumu aşmaya yönelik siyasal mücadelede hukukun yeri ve kapitalizm sonrası toplumda hukukun geleceği soruları eklenmektedir. Bu sorulara verilen yanıtların da hukuk bağlamında özgülleşemediği, Marksizm’in büyük tartışmalarının gölgesinde kaldığı görülmektedir.

Marksizm toplumsal ilişkilerin, bizzat bu ilişkilerin yaratıcısı ve aktörü olan insan tarafından kavranabileceğine ilişkin en kapsamlı iddiadır (KARAHANOĞULLARI, 2002: 61). İnsanlığın ürettiği en büyük toplumsal düzenleme sistemlerinden biri olan hukukun bu iddia alanının dışında kalmış olması düşünülemez. Marksizmin “bilme/anlama yöntemi”, Marx tarafından bütünsel biçimde sadece üretim ilişkilerinin çözümlenmesinde kullanılmış olsa da, bu düşüncenin izleyicileri, hukuku Marksist yöntemin inceleme nesnesine yeterince dönüştürmüşlerdir. Ancak bu girişimler, arızi nitelikte kalmış, Marksizm düşüncesinden ve ideallerden yola çıkan büyük tarihsel deneyimler de yaşanmış olmasına karşın (belki de bu nedenle), Marksizm, hukuk alanına akan bir fikri kanal oluşturamamıştır. Marksizmin hukuk alanına sarkan en güçlü kolu Pasukanis, Sovyet Devrimi’nin bir yol ayrımında, siyasal ve düşünsel olarak tasfiye edilmiştir.

Marksist hukuk felsefesi, hukuk kuramı, hukukbilimi veya öğretisinin varlığından söz etmek mümkün değildir Hatta Marksist hukuk akımından söz etmek bile güçtür. Marksizm ve hukuk ilişkisi günümüzde, daha alt basamaklardan kurulmak zorundadır. Marksist bilme/anlama yönteminin hukuk alanında uygulanabilirliğine ilişkin, bir hukuk akımına veya bilimine zemin hazırlayabilecek yeterli sayıda örnek bulunmamaktadır. Henüz hukukun temel kavram, kurum, kategori ve ilkeleri Marksist yöntemli çalışmalara konu olmamıştır. Hukuk kuralı, hukuksal biçim, hukuksal ilişki, hukuk öznesi, hak, hukuksal işlem vb. gibi, hukuk incelemelerinde kullanılan hukukun temel kavramlarını (hukuk genel kuramına ait kavramları) Marksist yöntemle inceleyen, yeterli sayıda çalışma bulunmamaktadır Böyle bir birikim mevcut olmadan, daha özel/somut hukuksal alanlar Marksist yönelimli incelemelere tabi tutulamamakta ya da böylesi bir heves yaratılamamaktadır.

Hukuk incelemelerini ve çalışmalarını yönlendirebilecek, bunlar için kavrayış gücüne sahip bir yöntem kazandırabilecek Marksist hukuk yöntemi/ kuramı/bilimi/felsefesinin – farkı açıklama yükünden kurtulabilmek için daha genel biçimde ifade edersek Marksist hukuk yaklaşımının oluşturulması günümüzde gerçek bir ihtiyaç haline gelmiştir. İşçi sınıfı örgütlü mücadelesinin siyasetteki ağırlığını yitirdiği bu dönemde, neredeyse tüm ulusal ve uluslararası siyasetin ve siyasal mücadelenin hukuk aracılığıyla yürüdüğüne tanık oluyoruz. Hukuku anlamak, toplumu anlamak için her zamankinden daha gerekli hale gelmekte, klasik hukukçuların hukuk tekniğine sıkışan yöntemlerine bırakılamayacak kadar önemli bir nitelik kazanmaktadır.

Kaynakça

BRIMO, Albert (1967), Les Grands courants de la philosophie du droit et de l’État (Paris: Éditions A. Pedone)

COLLINS, Hugh (1982), Marxism and Law (London: Oxford University Press). [COLLINS, Hugh (2013), Marksizm ve Hukuk (Ankara: Dipnot Yayınları) (Çev.: Umre Deniz Tuna).]

GÜRİZ, Adnan (1987), Hukuk Felsefesi (Ankara: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, 2. Baskı).

HAZARD, John N. (1951), “Introduction,” Soviet Legal Philosophy (Harvard University Press), xvi-xxxvii.

http://law.cornell.edu/topics/jurisprudence.html, 16.6.2002.

KARAHANOĞULLARI, Onur (2002), “Marksizm ve Hukuk,” (AÜSBFD, 57/2: 61-92).

KELSEN, Hans (1955), The Communist Theory of Law (London: Steven&Sons).

LADAVAC, Nicoletta Bersier, “Hans Kelsen (1881-1973), Biographical Note and Bibliography;”(http://eee.ejil.org/journal/Vol9/No2/art11.html, 3.7.2002).

MARX, Karl (1976), 1844 Elyazmaları: Ekonomi politik ve Felsefe (Ankara: Sol Yayınları) (çev.: Kenan Somer).

MARX, Karl / ENGELS, Friedrich, Seçme Yapıtlar, Cilt: 1 (Sol Yayınları).

PALMA, Norman (1997), Introduction á la théorie et á la philosophie du droit (Paris: Collection Travaux et Documents, Université Paris 8); (http://membres.lycos.fr/logos/ouvrages/textes/philo.html).

PASUKANIS, Evgeny B. (1970), La théorie générale du droit et le Marxisme (Paris: EDI).

PASUKANIS, Evgeny B. (2002), Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm (İstanbul: Birikim Yayınları) (Çev.: Onur Karahanoğulları).

STOYANOVITCH, K. (1964), Marxisme et droit (Paris: LDGJ).

STOYANOVITCH, K. (1965), Philosophie du droit en U.R.S.S (Paris: LDGJ).

WETTINCK, Christian (1990), “Étre juge en Russie,” Journal des Juristes Démocrates, 1990/75, (http://juripole.u-nancy.fr/Magistrature/Belgique/jourrussie.htm, 20.6.2002).

WEYL, Monique / WEYL, Roland (1974), Révolution et perspectives du droit, de la société de classes á la société sans classes (Paris: Éditions Sociales).

WEYL, Monique / WEYL, Roland (1975), Gerçekte ve Eylemde Hukuk’un Payı, Marksist-Leninist Bir Yaklaşımla(İstanbul: Konuk Yayınları) (Çev.: Şiar Yalçın).

Sonnotlar

[1] Aşağıda inceleyeceğimiz, Gerçekte ve Eylemde Hukuk’un Payı kitabında Weyl, Brimo’nun kitabına ilişkin bir değerlendirmede bulunmaktadır: “Marksist olmayan hukukçuların çalışmaları kendilerini bile tatmin etmemektedir. … Fransa’da en son yayımlanan hukuk felsefesi envanterinde, kitabın yazarı M. Brimo tam bir kataloğunu verdiği tüm doktrinlere yerinde eleştiriler yöneltmektedir (Marksist analize yönelttiği eleştiriler hariç), ancak ne bunlardan herhangi birini benimsemekte ne de bir başka doktrin önermektedir. Bu da konumuz bakımından anlamlıdır” (WEYL, 1975:18). Weyl, kitapta Marksizm için ayrılan yeri de beğenmemektedir. “Çeşitli hukuk felsefesi doktrinlerine tam dört yüz sayfa ayıran Brimo, her nasılsa lütfedip (çünkü başkaları bunu da yapmamıştır) Marksizme otuz dokuz sayfa ayırmıştır. Bunun yirmi iki sayfası ekspose ve eleştiri, on üç sayfası bibliyografyadır” (WEYL, 1975:37).

[2] Aklın ve doğal hukukun, hukukun ve toplumun temeli sayılmasını reddeden görüşler pek çok yazarda ve eskiden ben bulunmaktadır. Ancak bunlar gerçekleşmeleri için gerekli olan toplumsal koşulları bulamamış zamansız ortaya çıkan görüşlerdir. Daha Antikite’de, Epikürcüler ve sinikler, Aristo’nun ve Stoacıların doğal hukuk görüşlerim sorgulanmışlardır. … Montesquie’nün ‘yasalar şeylerin doğasından kaynaklanan zorunlu ilişkilerdir’ görüşü, hukuki antinaturalizmin kökenlerinde yer alır. … XVII. ve XVIII. yüzyıllarda İngiliz rasyonalistleri ve natüralistlerinin görüşleri hukuki antirasyonalizmin ve antinaturalizmin, yararcıların yolunu açmıştır. Hobbes ve Locke’un hazcı ahlak görüşü, Bentham ve izleyicilerinin hukuku, gözlemlenebilir bir olgu üzerine, adalet düşüncesine değil, yarar düşüncesi üzerine inşa etmesine yol açmıştır. Aynı zamanda Locke da ampirik yöntemi öğütlemektedir. … Kant’ın doğal hukuku insana dışsal ve aşkın bir şev olarak değil, insana içkin, gerçekte insan taralından yaratılan bir şey olarak tanımlaması doğal hukuk kavramına son dönüşümünü yaşatmıştır. Böylelikle, akıl, değerler, biçim ve hukukun içeriği ayrılmıştır. Hukuk artık bir bilinç nesnesidir, bir bilimdir; epistemolojik bakış açışı, felsefi bakış açısına üstün gelmiştir” (BRIMO, 1967:176-177).

[3] Diğer hukuk akımları: “rasyonalist akım” (Tornacı, iradeci, doğacı, Kantçı ve Hegelci hukuk ve devlet felsefesi), “antirasyonalist ve antinaturalist akım”, “hümanist akım” (Hauriou, Geny, Weber) ve “fenomenolojik, aksiyolojik ve varoluşçu akım”.

 [4] Weyl, Brimo’nun çalışması için olduğu gibi bu kitap için de değerlendirmelerde bulunmakladır.  Weyl’e göre, bir anti-Marksist tarafından yazılmış, bu nedenle Marksizmin ancak çarpıtılmış görüntüsünü veren bir çalışma söz konusudur. “Kitapta, Marksist düşünceyi yansıtmak için, sadece yorumlayıcı atıflarla yetinilmiş, bunlar da gelişi güzel, kâh Marksist klasiklerden, kâh bugün Marksistler tarafından geliştirilen metinlerden (H. Lefebvre veya Fougeyrollas gibi Marksizme ihanet edenlerin değersiz düşünceleri ya da Stalin’in bazı yazıları gibi) kâh Merleau-Ponty gibi Marksist olmayan yorumculardan alınmıştır. … Kitabı yazanın dinci ve ahlakçı sunuş biçimi de Marksizme taban tabana aykırıdır” (WEYL. 1975: 35).

[5] Karşılaştırmaya olanak sağlayacak bir özet için bkz. (HAZARD, 1951).

[6] “Marx/Engels’e göre hukuk salt bir yansıma değildir. Hukukun, sınırlı da olsa kendine özgü bir tarihi vardır. Burada sınırlılıkla kastedilen, bir yetersizlik, zayıflık veya eksiklik anlamında değil, hukukun kaynağı ve işleviyle sıkı ilişkisinden kaynaklanan bir sınırlılıktır. Hukukun kendine özgü tarihinin sınırlı olmasının vurgulanma nedeni yine, dünyanın hukuksal bakış açısıyla kavranamayacağını belirtmektir. Nitekim bu kısa cümle, hukukun üretim biçimlerinin gelişiminde oynadığı role ve özellikle modern sanayi ve ticaretin gelişimindeki etkisine ilişkin bir paragraflık bir açıklamanın sonunda yer almaktadır” (KARAHANOĞULLARI, 2002:88).

[7] Jurispredence (eng., fr.) terimi, Latince, juris prudentia teriminden gelmektedir. Hukuk, incelemesi, bilgisi veya bilimi anlamında kullanılmaktadır. ABD’de ise terime, genel olarak, hukuk felsefesi anlamı verilmektedir. (bkz.http://www.law.corncll.edu/topics/jurisprudence.html. 16.6.2002)..”Jurisprudentia Romalılarda hukukbilimi ile eşanlamlıdır. Hukukçular [jurisconsult’ler] jurisprudente veya sadece prudente [sakınımlı] olarak adlandırılırdı.” Hukukçuların faaliyeti esas olarak kuralların yorumudur ve hukuk kuralının uygulanmasında hakkaniyet son derece önemlidir. Bu nedenle, kuralın, uygulanması sırasında büyük bir sakınımla ele alınması gerekir” (PALMA, 1997).

[8] Hukuk fetişizminin temel unsurları: Mutlaka hukuk vardır, hukuk ayrı/bağımsız bir inceleme konusudur, iktidar önceden konulan hukuk kurallarına göre kullanılır (hukukun üstünlüğü anlayışı) (COLLINS, 1982: 11-12).

[9] Hukuk bir yandan kapitalist üretim biçimi tarafından üretilen sınıfsal ilişkileri gizlerken temel siyasal haklar, işçi sınıfı örgütlenmelerinin devrimci bilinci kurmasını kolaylaştırmaktadır (COLLINS. 1982:142).

[10] Kanımca bu konudaki ön önemli girişim Pasukanis’in Genel Hukuk Kuramı ve Marksizm adlı çalışmasıdır. Kitabında Pasukanis’e de değinen Collins, onun “tüm hukuk kurallarını, meta mübadelesinin yansıması olarak değerlendirdiğim; bu yaklaşımın ancak sözleşmeleri açıklayabileceğini diğer hukuk konularının açıkta kaldığını (1982: 109) savunarak kaba maddecilikle eleştirmektedir (1982: 111). Collins’in Pasukanis’i yeterince anlayamadığının en önemli kanıtı, ona ilişkin değerlendirmelerini kitabının hukukun geleceğini ele aldığı bölümle sınırlamış olmasıdır.

[11] Türkçe baskıda, yazarların isminin Monique-Roland biçimde verilmiş olması, tek isim izlenimi yaratmaktadır. Gerçekte kitap çift yazarlıdır: Monique Weyl, Roland Weyl. Bu nedenle yazarlara Weyl’1er şeklinde atıf yapılacaktır.

[12] Weyl’ler, hukuksal yoğunlaşmanın/olgunlaşmanın, devrimci kopuşun sağlanması için gerekli koşullardan bin olduğunu savunmaktadır. (1975:185); “Sosyalizme geçiş için, güvence sağlayan bir hukuksallık konusunda güçlü bir ideolojik ve kurumsal birikim önemlidir” (209).

[13] SSCB eleştirisi, yine FKP çizgisiyle tutarlı biçimde, sadece, Sovyetler Birliği Komünist Partisinin 20. ve 22. Kongre kararlarındaki özeleştin çerçevesinde yapılmaktadır. SBKP kendini eleştirdiği için, Wevl’ler de eleştirme gücünü bulmaktadır (Bkz.,WEYL. 1975: 363 vd.).

Weyl’ler, Devrim sonrası hukuk alanındaki baskıcı ve keyfi gelişmeleri (suç ve cezalanıl yasallık ilkesinin ortadan kaldırılması, itirafın kanıt sayılması, siyasal suç kategorisinin kullanılması, istisnai hukuksal ve yargısal rejimlerin artması, hukukun baskı işlevinin güvence işlevinin önüne geçmesi, vs..,) aktarmakta, bunun temel nedeni de sosyalist toplumun, bir hukuk birikimi ve kültürünü devralmamış olmasına bağlamaktadır (1974:51). Sovyet hukukunda, vatandaşların birtakım biçimsel haklara sahip olması değil bunları kullanabilecek iktisadi/maddi olanakların yaratılması önemlidir; bu anlayışa dayanılarak hukukun koruyucu biçimciliği gen plana atılmıştır. Weyrl’ler, SBKP’nin, Kruşchev’in ünlü konuşmasını yaptığı 1956 20.Kongresi’ni, sosyalist hukuk konusundaki hataların itirafının ve düzeltilmeye başlanılmasının miladı olarak kabul etmektedir (WEYL, 1974: 64 vd ). Weyl’lere göre. Kongre, iktidarın kötüye kullanımına, vatandaşların boyun eğme eğiliminin sakıncalarına dikkat çekerek, bireylerin kendilerini, kendi iktidarlarının kötüye kullanımlarına karşı koruyacak araçlara sahip olmasının önemini kabul etmiş, burjuva hukukunun evrensel koruyucu ilkelerine dönülmesinin yolunu açmış ve böylelikle Lenin’in “burjuvasız burjuva devleti” saptamasının önemi ortaya çıkmıştır (1974: 65).

[14] SSCB’de zaman zaman hukuk dışına çıkarak ama genellikle hukuk aracılığıyla uygulanan baskıyı, geçici bir gereklilik olarak meşrulaştırma çabası da mevcuttur. Zamanında bu kitapla kurduğu yakınlığı pişmanlıkla anan bir yargıç, kitabın bu kaba özürcülüğünü dile getirmektedir. “1970 yılında Monique ve Roland WEYL’in Gerçekte ve Eylemde Hukukun Payı kitabı, Fransızca bilen pek çok hukukçuda eleştirel düşünceyi güdüleven büyük gürültü koparmıştı. 1990 yılında yeniden okuduğumda bu kitap bana, gençlik günlerimin ve modası geçmiş dönemlerin kalıntılarını hatırlattı: kolay bir iyi-kötü karşıtlığı, kapitalist rejimlerdeki hukuk devletine reddiye, sosyalist ülkelerdeki “geçici-iyi-baskıya” sürekli özürcülük, Fransa’nın Strasbourg vargısından kaçtığı bir dönemde burjuva temel hakların ve Avrupa boyutunun Fransız reddiyesi. Bunlar benim için artık tahammül edilmez şeyler ve şimdi beni, üniversitelerde bize öğretilen pozitif hukukun büyüsünü bozduğu zaman (hâlâ faydalıdır) duymuş olduğum hayranlık kadar bunaltıyor.” Être juge en Russie, Christian WETTINCK, hltp://juripole.u-nancy.fr/Magistrature/Belgique/jourrussie.htm. 20.6.2002. Extrait du JJD (Journal des Juristes Démocrates) nc 75 du 20 septembre 1990.

[15] Benzer bir yaklaşım ve benzer örnekler Collins’te de bulunmaktadır.

[16] “Toplum hayatının düzeni ile ilgili her şeyin (ister adam öldürme, ister gereksiz yere bir trenin imdat zilini çalmak yasağı söz konusu olsun) [kapitalist-sosyalist] iki sistem arasındaki ortak bir düzenlemenin temelim teşkil ettiği açıktır (WEYL, 1975: 386). “Hukukun işlevi ve sosyal yeri aynıdır (WEYL, 1975: 389).

[17] Sosyalist toplum kurulurken de burjuva hukukunun güvenceleri kullanılacaktır. “Halkçı kurumların gelişimi, demokratik meşruiyeti baskıcı veya zorlayıcı müdahalelere karşı korumak için burjuva demokrasisi tarafından denenmiş tekniklere sırt çevirmez” (WEYL. 1975:255).

[18] “Barışçı yollar, meşruiyetçi (legalist) değildir; şu anlamdaki, dünyayı değiştirmek için hukuk metninin sihir ve kerametine güvenmezler. … Ne hükümet darbesine ne de iç savaşa gerek kalmadan, bu üretim araçlarının özel mülkiyetten çıkarılması ve yerine donatım, üretim ve dağıtım planlamasına dayanan sosyalist bir rejim getirilmesi olanağını öngörürler” (WEYL. 1975:392).

[19] 1934 yılında Maurice Thorez tarafından ortaya konulduğunu belirtiyor (WEYL. 1974:18).

[20] Vincent’a göre, “Pasukanis’in kitabı, SSCB’de hukukun (uzak gelecekteki) sönümlenmesinin hukukun günümüzde mümkün olduğunca geliştirilmesi ve güçlendirilmesinden geçtiğini kabul eden günümüz Sovyetik kuramlarının erken bir eleştirisidir. Bu tuhaf Marksistler için hukuk, bir kalıntı değil fakat komünizm yolunda gelişim için temel bir araçtır” (PASUKANİS, 1970:6).

[21] Weyl’lere göre, Pasukanis’in, hukukun sönümlenme hedefi taşımasına ilişkin görüşleri, sosyalist vasallığı zayıflatmış, hukukun güvence sağlama işlevini ortadan kaldırmış, buharlaşan Pasukaııis de ortaya çıkan durumun kurbanları arasında yer almıştır. (1974:80). Ancak Weyl, Pasukanis’in, tezleri Sovyet hukuk kuramı ve uygulamasından tasfiye edildikten sonra ortadan kaldırıldığım unutmakta, hatta daha ileri giderek, Stalin dönemi Adalet Komiseri Vişinski ile Pasukanis’i madalyonun iki yüzü olarak nitelemektedir (1974:82).

[22] Pasukanis eleştirilerini, kendi dönemlerinin siyasal tartışmalarıyla da birleştirmekte, aynı bağlamda kurgulamaktadırlar.Weyl’lere göre, Pasukanis bir Marksologtur. “Sadece dölüt halinde sınırlı bir sosyalist deneyime dayanarak kuram geliştirmeye, deneyimin eksikliğini, klasikler üzerinde şerhçi bir spekülasyonla gidermeye çalışması ile Pasukanis’in düşünüş tarzı, hukuk-karşıtı ideolojilerini ortodoksinin mantosuyla gizlemeye çalışan günümüz Marksologlarının tipik tarzıdır” (WEYL. 1974:83).

[23] Kelsen’in hukuki normativizm konusundaki görüşlerinin özeti için bkz http://membres.lycos.fr/ideologues/Kelsen.html.3.7.2002; Nicoletta Bersier Ladavac, “Hans Kelsen (1881-1973), Biographical Note and Bibliography”.http://www.ejil.org/joumal/Vol9/ No2/art11.html, 3.7.2002; Ayrıca, (GÜRİZ, 1987:335)

[24] Kelsen’e göre, Sovyet hukukçularından, hukuku insan bilincinde psikolojik gerçeklik olarak var olan normatif düşüncelere dayanan sezgisel hukuk olarak kavrayan Reisner de aslında bu sonuçlara varmıştır. Toplumsal kurallar, insanların bilincinde yer edeceğine göre, her dönemde hukuk var olacaktır. “Reisner’in kitabını yayınladığı dönemde, bu düşünceyi açık biçimde ortaya koymak çok tehlikeli hale gelmişti. Komünist toplumda, hukukun değil sadece ideolojik hukuk kuramının sönümleneceği anlamına gelen ifadeler kullanmak, resmi Marx/Engels hukuk kuramı yorumuyla açıkça çelişiyordu” (KELSEN, 1955:88). Bu yorumuyla Reisner, açıkça dönemin diğer Sovyet hukukçularından farklılaşır. Kelsen, Sovyet hukukçuları arasındaki yaklaşım farklılığını, Marksist toplumsal kuramın belirsizliğiyle açıklamaktadır (1955:77).

[25] Kelsen’in saptamasına göre, Stuçka ve Pasukanis, hukukun normatif niteliğini reddederken Vişinski’nin bunda ısrarlı olması temel farkıdır. Vişinski’nin, Bilimler Akademisi Hukuk Ensitüsü’nün de benimsediği tanımına göre, “hukuk, ne bir toplumsal ilişkiler sistemi ne de üretim ilişkilerinin bir biçimidir. Hukuk egemen simlin isteklerini yansıtan ve bir hukuk düzem olarak kurulan devlet tarafından kabul edilen ve uygulanması, egemen sınıf için elverişli ve arzu edilir toplumsal ilişkileri ve düzeni güvenceye almak ve geliştirmek amacıyla devlet gücü tarafından güvenceye alınan davranış kuralları, gelenekler ve topluluk kuralları toplamıdır (KKLSEN, 1955:128). Tanım, “egemen sınıf rengi dışında, hukuk fakültelerinde öğrendiğimiz pozitivist/normativist tanımlardan farksızdır. Nitekim Vişinski de daha sonra tanımdan bu unsuru çıkarmıştır: “Emekçilerin Devleti taralından, yasama tarafından konulan ve tüm Sovyet halkının iradesini ifade eden normlar sistemidir” (KELSEN. 1955:130). Bu konudaki tam kopuş Golunski ve Strogoviç’in çalışmaları ile gerçekleşmiştir (KELSEN, 1955: 133 vd.).

[26] Hukukun kaynağı ve altyapı-üstyapı ilişkisinde hukukun yeri konularının Marx ve Engels’in yazılarında nasıl ele alındığına ilişkin olarak bkz. (KARAHANOĞULLARI, 2002).

-Bu makale http://yenihukuk.blogspot.com.tr/2014/02/marksizm-ve-hukuk-yazn-incelemesi.html sitesinde yayımlanmıştır.

Marksizm ve Hukuk/Yazın İncelemesi yazısı ilk önce HukukPolitik üzerinde ortaya çıktı.

Viewing all 95 articles
Browse latest View live